Professional Documents
Culture Documents
Ortaklaşa Yayıncılık
Yönetim Yeri
Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Tel Sok.
No:28 Kat:3 Beyoğlu / İSTANBUL
Tel: 0 (212) 2936220
Kapak Tasarım
Harman Şaner
Mizanpaj
Mustafa Horuş
Basım Yeri
Ezgi Matbaacılık
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk.
No: 10 - A Blok Yenibosna / İSTANBUL
Tel: 0 (212) 452 23 02
28.10.2009
● İÇİNDEKİLER ●
3
Eleştirel Bakış
1 ABD hegemonyasının geleceği üzerine kapsamlı bir değerlendirme için bu sayıda Haluk Yurtsever’in “Kriz ve Hege-
monya” yazısına bkz.
2 Sabado, François. “IV. Enternasyonal Uluslararası Komite: Uluslararası Durum Üzerine Rapor”, http://sdyeniyol.
org/index.php/doerduencue-enternasyonel/iv-enternasyonel-doekuemanlar/46-iv-enternasyonal-uluslararas-komite-
uluslararas-durum-uezerine-rapor, 14.08.2009 Latin Amerika’ya dair değerlendirmelerimizde de bu rapordan büyük
ölçüde yararlanılmıştır.
5
Yaşayan Marksizm
Kriz: Yorumlar
ABD konut kredileri piyasalarından ikincil ve üçüncül düzeyde malileştirilmiş
(türev) kredi kağıtlarının (tahviller) ve bunlara dayanarak oluşturulan mali araç-
ların (fonlar) piyasada işlem göremez ve yapamaz hale gelmesi ile “patlayan” kri-
zin tarihsel niteliği üzerine bir dizi yorum mevcut.
Kapitalizmin savunucularına göre, bu kriz, öncekiler gibi mali piyasalardaki
(devletler dahil) aktörlerin yanlış tercihlerinden kaynaklanmaktadır ve sorun,
hangi tercihin hangi nedenle yanlış olduğu tespit edilerek, aktör devletlerin
düzeltici müdahaleleri ile çözülebilir.4 Bir kez yöntemsel olarak, yapısallaştırılabilir
bir meseleden değil de “yanlış tercih”ten söz edildiğinde, çözümler arasında
3 Agy.
4 Krizin gün gün seyri ve kapitalizmin sözcülerinin verdiği tepkiler ve çözüm önerileri için bu sayıda Ali İleri’nin “Büyük
Deprem: Bir Bilanço” adlı yazısına bkz.
6
Eleştirel Bakış
neoliberalizmin bazı uygulamalarını aşmak yer alsa bile, yorumlar bolluğu içinde
gerçek gizlenmiş oluyor. Açık ki, gerçeğin gizlenmesinden ve piyasanın körce
savunulmasından ibaret bu yorumların herhangi birini ciddiye alarak, emekçiler
ve ezilenler lehine bir siyasetin zeminlerini döşemek mümkün değil.
Kapitalizmin eleştiricilerine göre ise, bu kriz yapısal ve tarihsel bir nitelik taşıyor.
Ancak orada da tek bir görüşten söz edilemez; çok kabaca, üç ayrı görüşü ayrış-
tırabiliriz: 1) Salt neoliberalizmin eleştirisi temelinde gelişen düzenleyici ya da
teslimiyetçi görüşler, 2) Nihai çöküşçü görüşler, 3) Emekçileri ve tüm ezilenleri
dünya devrimine çağıran görüşler...
Kendisini Marksist bile sansa iktisat disiplinin kör ettiği -ve büyük olasılıkla bi-
rinci kategorideki görüşlerden birine yatkın- bir dimağ için sınıflandırmanın bu
şekilde yapılması en iyi ihtimalle analitik bir zayıflık olarak görülür.
7
Yaşayan Marksizm
8
Eleştirel Bakış
(işçi sınıfı)”nın devrimci kalkışma ile “iktidarı ele geçirme”si şeklinde bir süreç
Marx tarafından düşünülmüştür ama, “Kapitalizm kendi değişimi pahasına da
olsa, günümüze kadar gelen yapısal krizlerin ve savaşların üstesinden gelmeyi
başarmıştır. Bu süreç bugün de derece derece devam etmektedir.”8
E o zaman, kapitalizmi aşacak bir sosyalist devrim için mücadeleye gerek yoktur,
kapitalizm kendi krizinden dönüşmek pahasına, hatta finansı -mali oligarşiyi-
terbiye ederek çıkacaktır, zaten bu neoliberal dönüşüm sürecinin sonucudur!9
Nihai Çöküşçüler
Immanuel Wallerstein başta olmak üzere, Giovanni Arrighi, Mingi Li gibi ba-
ğımlılık okulu mensubu sayabileceğimiz kimi yazarlar, Wallerstein’ın Tarihsel
Kapitalizm’de kapitalizm özelinde özetlediği dünya sistemi kuramının yöntem-
sel önermelerine uygun biçimde mevcut krize değil bir tarihsel sistem olarak ka-
pitalizmin sonuna odaklanıyorlar.
Arrighi, daha özel olarak Uzun Yirminci Yüzyıl’da10 formüle ettiği, bir tarihsel sis-
tem olarak kapitalizm içindeki birikim daireleri tezini Adam Smith Pekin’de11 adlı
çalışmasında içinde bulunduğumuz çağ için güncellemekte ve küresel dönüşümün
iki temel aktörü saydığı ABD ve Çin üzerine odaklanan çalışmasının sonunda,
ABD birikim dairesinin ve hegemonyasının sonuna gelindiğini ancak, ABD ve
Çin arasındaki işbirliğinden Adam Smith’in dünyadaki uygarlıklar arasında eşitli-
ğe dayalı bir dünya-pazar toplumunun doğabileceğini ileri sürmektedir.
Arrighi’nin görece iyimser yaklaşımının aksine, Wallerstein’ın daha kahince bir
tutumla, tarihsel sistem olarak kapitalizmin 2025 yılına kadar göreli bir genişle-
me evresine girebileceğini12 ancak önümüzdeki elli yıldan sağ çıkmasının düşük
olasılık olduğunu yazdığı ve güncelleyerek sık sık tekrar ettiği biliniyor.
Bağımlılık okulunun yöntemsel yaklaşımı aslında son derece basittir; kapitalizm,
içinde ticaret, sanayi, keşifler, buluşlar, fetihler, krizler, savaşlar, devrimler vb.
mevcut uygarlığın akla getirdiği her ilişkiyi taşıyan ama temelde sermayenin
sonsuz birikim eğiliminin yön verdiği tarihsel bir sistemdir. Bu tarihsel sistem
içinde gerçekleşen krizler sadece tarihsel sistemin sağıltımına yararlar; sorun, ta-
rihsel sistemin dönüşümüdür.
İşte Wallerstein, içinde bulunduğumuz krizin bir dizi belirsizlikle karakterize
olsa da, diğer -tarihsel sistem olarak kapitalizmi sağaltan, başka bir evreye sıç-
ratan- krizlerden farklı, kendi yöntemsel araçlarına göre de kriz, yani tarihsel
8 Age, s.121
9 Türkiye’de çoğu Taraf Gazetesi’nde yazan ve kendini solcu hatta Marksist zanneden ve öyle lanse eden -liberal solcu
ya da sol liberal, eski TKP’li vb.- ukala dümbeleklerinin çoğu farkında olarak ya da olmayarak Duménil ve Lévy’nin bu
görüşlerinin daha sağ versiyonlarını savunurlar.
10 Arrighi, Giovanni. Uzun Yirminci Yüzyıl, çev. Recep Boztemur, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000
11 Arrighi, Giovanni. Adam Smith Pekin’de, çev. İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, İstanbul, 2009
12 Wallerstein, Immanuel, Liberalizmden Sonra, (çev.Erol Öz) içinde “Barış, İstikrar ve Meşruiyet”, ss.33-51, Metis Ya-
yınları, İstanbul, 1998
9
Yaşayan Marksizm
sistemin sonunu getirebilecek bir süreçler toplamı olduğunu ileri sürüyor. Daha
açık söylersek, tarihsel kapitalizmin ilk (ve son) krizi budur, eğer öyle ise de, 500
yıllık tarihsel kapitalizmin sonuna gelmiş bulunuyoruz.
Bu yaklaşım, kulağa hoş gelse de, hem tarihsel hem de yöntemsel bir dizi sorun-
la maluldür. Bu sorunları bir yana bıraksak bile, tarihsel kapitalizmin sonunda
Arrighi’nin iyimser perspektifi ile kurulacak bir dünya-pazar toplumunun bize
vadettiği şey oldukça meçhuldür ve insanların kendi geleceklerini seçme eylem-
lerini kinik bir kaygısızlıkla ikame eder.
Halbuki, karşı karşı olduğumuz şey, kapitalist üretim tarzının yapısal ve tarihsel
bir krizidir ve ancak proletarya ve bağlaşığı olan tüm insanlık, kapitalizme karşı
devrim cephesinde birleşirse, ve ancak bu devrimci eylemle sosyalist bir toplum
kurulursa karşı karşıya kaldığımız barbarlık aşılabilir.
13 Bunun için başta bu sayımızda yayınlanan yazılar yanında, E. Ahmet Tonak’ın Birgün’de yayınlanan, anılan yazısı
dışındaki ‘Eko Diyalog ve Günümüz Buhranı’- 13 Haziran 2009, ‘Büyük Resesyon? Yarım Depresyon’- 11 Nisan 2009,
‘Krizle Nereye Gidiyoruz?’- 24 Ocak 2009 tarihli yazılarına; İktisat Dergisi’nin 501 nolu “Krizi konuşuyoruz” sayısına ve
özellikle, François Sabado’nun “Taking the measure of the crisis” ve “The crisis overdetermines all of world politics”
[http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1561&var_recherche=crisis ve http://www.internationalviewpo-
int.org/spip.php?article1625&var_recherche=crisis, 01.09.2009] başlıklı makalelerine bakılabilir.
10
Eleştirel Bakış
14 “Ekmek, gül ve hürriyet günleri için çağrımız”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.19
15 Yurtsever, Haluk. “Yeniden kuruluş bilinci”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, s.22
16 Tonak, Ertuğrul Ahmet, “Ucube Kapitalizm” http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186603347
&news_code=1243679771&year=2009&month=05&day=30, 30.05.2009
11
Yaşayan Marksizm
12
Eleştirel Bakış
17 Kalyon, Kenan. “Bu kez farklı ama...”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.7
18 Kürkçü, Ertuğrul. “Barış sokakta kurulacak!”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.2
19 Agy.
13
Yaşayan Marksizm
14
Eleştirel Bakış
20 http://worker-communistpartyofiran.blogspot.com/2009/06/long-live-revolution-against-islamic_15.html, 15.06.2009,
İran Komünist İşçi Partisi, süreci kısaca değerlendirip görevleri saydıktan sonra, “...Devrimci halkımızı parti bayrağı
altında toplanmaya çağırıyoruz. Partimiz ve halkımız, şimdi, birlikte, bu nefret verici rejime karşı gelişen devrime
yetişerek, İslam Cumhuriyetinin çıkmazını eşitlik ve özgürlük için bir devrime dönüştüreceğiz. Kahrolsun İslam Cum-
huriyeti! Yaşasın Sosyalist Cumhuriyet!” diyordu.
21 Rahnema, Saeed. “Soldaki İran Söyleminin Trajedisi”, http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1694&var_
recherche=iran, 01.09.2009
15
Yaşayan Marksizm
Açık ki, bu süreç, oldukça hassas, uzun süreli ve anlamlı bir mücadeleye işaret
ediyor. Bu mücadelede, İran Halkı’nın demokratik ve sivil yurttaşlık hakları için
mücadelesinde, tüm dünya halklarının dayanışmasına ve özel olarak dünya so-
lunun desteğine duyduğu ihtiyaç da ortada. Bu ihtiyaç ortadayken, bir Yahudi
düşmanı faşist karikatürden, gerici bir diktatörden anti-emperyalist halkçı lider
yaratmak, Batı merkezci sola nasip olabilecek bir miyopluk ve maharet; tıpkı tüm
bölgede alt-emperyalist heveslerle at koşturan Türkiye Cumhuriyeti’nin Başba-
kanı Erdoğan’da demokrat ve özgürlükçü değerler görmek gibi!..
İşte bu nedenle devrimci Marksistler, oryantalist solun İran analizlerine itibar
etmedi ve seçimlerden sonra İran’da başlayan ve hala süren devrimci kitle sefer-
berliğini desteklemekte kararsızlık göstermedi.
22 http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=2872, 01.09.2009
16
Eleştirel Bakış
Hak Mücadeleleri
Mandel’in vurguladığı gibi, Ekim Devrimi’nden bu yana, işçi hareketi, aynı za-
manda iki ayrı politik strateji arasında tercih anlamına gelmek üzere iki politik
17
Yaşayan Marksizm
24 Mandel, Ernest. “The material foundations of opportunism: The nature of social-democratic reformism” http://www.
internationalviewpoint.org/spip.php?article857, 01.09.2009
25 Daha kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Mandel, agm.
26 Mandel, agm.
18
Eleştirel Bakış
27 Agy.
28 “Ekmek, gül ve hürriyet günleri için çağrımız”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.21
19
Komünist Manifesto:
Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi (*)
Ertuğrul Kürkçü
* Bu yazıda daha önce Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (İletişim Yayınları 1987-88) için ka-
leme aldığım üç yazı – Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi: Marx, Engels ve 1848 Devrimleri, Komünizm Hâlâ
Mümkün mü? ve Devlet ve Devrim ile bianet.org’da yayımlanan Kolektif Sermaye’nin Zayıf Halkası’nın
yanısıra, SEH kolektifinin, yazarları arasında olduğum bildirgesi Hayat Bizi Sosyalizme Çağırıyor’dan
yeniden yararlandım. [Bu yazı, eklediğimiz dipnotlar dışında, Marx, Karl ve Friedrich Engels, Komünist
Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam Yayınları, İstanbul, 2008, ss.251-270 içinde yer almakta olup,
dergimizin ilk sayısında da önemi nedeni ile, Yordam Yayınlarının verdiği izinle yer almıştır. - Yaşayan
Marksizm Dergisi Yayın Kurulu]
1 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara,
1990, s.13-14]
21
Yaşayan Marksizm
2 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Age, s.18]
3 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Fransa’da Sınıf Savaşımları, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara,
1996, ss.7-32 içinde Friedrich Engels, “Giriş”, s.11]
22
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
Manifesto’dan, Talepler’e
“Proleter hareketinin nihai genel sonuçları”na ilişkin görüş, Komünist Parti
Manifestosu’nda4 dile getirilmişti. “Avrupa’da bir heyula kol geziyor, komünizm
heyulası”, cümlesiyle başlayan, başlıca dört bölümden oluşan bu metnin “Burjuva-
lar ve Proleterler” başlığını taşıyan Birinci Bölüm’ü, maddeci tarih anlayışının ba-
kış açısından dünya tarihi üzerinde hızla göz gezdirdikten sonra, kapitalizmin ge-
lişmesinin, bugün de parlaklık ve canlılığını koruyan, edebi bakımdan son derece
güzel bir anlatımını verir. Proleterler ve burjuvalar arasındaki sınıf mücadelesinin
doğasını, işçi sınıfını bir devrime götüren “tahammül edilmez” koşulları açıklar.
“Proleterler ve Komünistler” başlığını taşıyan İkinci Bölüm, komünistlerin, dev-
let, toplum, aile, mülkiyet, toplumsal ilişkiler hakkındaki düşüncelerini açıklar
ve devrimle egemen sınıf konumuna sıçrayacak olan proletaryanın burjuvaziyi
mülksüzleştirerek, üretim tarzında bir devrim meydana getirmesinin programı-
nı, bir sosyalist programı ortaya koyar.
“Sosyalist ve Komünist Literatür” başlığını taşıyan Üçüncü Bölüm, Avrupa ülke-
lerinde yaşamakta olan çeşitli sosyalist eğilimlerin karşılıklı ilişkilerini; proleter
sosyalizmi ile, küçük burjuva, burjuva, gerici ve ütopyacı sosyalist hareketler ara-
sındaki karşıtlıkları dile getirir.
“Komünistlerin Varolan Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Durumu” başlıklı
Dördüncü Bölüm’de de, komünistlerin öteki işçi sınıfı partileriyle olan ilişkilerini
ve devrimin arefesinde özü demokratlarla ittifak olan, taktiğini formüle eder.
Marx, 1848 Devrimleri’nden çıkarken, Manifesto’nun Dördüncü Bölümü’nü, as-
keri diktatörlüklerin darbeleriyle çökertilen parlamentoların yıkıntıları altında
bırakacak, ama henüz bir nebula halindeki siyasal kavramlar donanımını da bu
darbeler altında biçimlendirecekti.
Manifesto’nun ilk üç bölümünü yazarken, Marx ve Engels’in zihinlerinin gerisin-
de kapitalizmin en gelişmiş biçimlerini barındıran İngiltere vardı. Sonuncu bölü-
mü yazarlarken de geri, feodal-bürokratik bir rejim altında yaşayan Almanya’yı
bir an olsun akıllarından çıkarmamış oldukları söylenebilir. Bütün ülkeleri bir
devrimci kaynaşma haline sokan Avrupa devrimi içinde, yine de doğrudan eyle-
me girişebilecekleri tek ülkenin Almanya’dan başkası olamayacağı düşünülürse,
Manifesto’nun kurgusundaki bu asimetriyi anlamak kolaylaşır.
4 Komünist Manifesto’dan yazı içinde yapılan tüm alıntılar kendi çevirim olmakla birlikte, Türkçesi için şu edisyona
başvurulabilir: Marx, Karl ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam Yayınları, İstanbul,
2008, ss.19-52 içinde “Komünist Manifesto”, çev. Nail Satlıgan.
23
Yaşayan Marksizm
5 Marx, Karl ve Friedrich Engels, “Demands of the Communist Party in Germany”, MECW Cilt 7, s. 3’den, http://www.
marxists.org/archive/marx/works/1848/03/24.htm, 01.09.2009 adresinde aktarılmaktadır.
6 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları,
Ankara, 1997, ss.191-209 içinde Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı. Giriş”, s.204 ve 209.]
24
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
ler; radikal kanat, son bir çırpınışla, yüzünü pleblere döner onların talepleri-
nin sözcüsü haline gelerek yeni güçler derlemeye çalışırdı. İlk tarihsel eylemi,
mutlakiyetçi rejimleri devirmek olan ve bu yüzden burjuvaziyi siyasal sahnenin
merkezine doğru sürüklemesi beklenen 1848 Devrimleri’nde de, devrim me-
kanizması aynı şekilde çalışacak olursa, burjuva kampı eski düzenle çatışması
sırasında bu şekilde bölündüğünde, Almanya’da 17. yüzyıl İngiltere’sine ve 18.
yüzyıl Fransa’sına göre çok daha gelişmiş olan proletarya, “Avrupa uygarlığının
çok daha ileri koşullarında”, küçük burjuvazi ve köylülerin başına geçerek ra-
dikal kanada düşen rolü oynayabilirdi. Sonuç olarak, yeni imkânlar ancak eski
model içinde tasarlanabiliyordu. Yeni bir model, ancak yeni bir tecrübeden
çıkabilirdi. Bunun için ise, proletaryanın bağımsız eylemiyle tarih sahnesinde
yerini alması gerekliydi. Dolayısıyla, modelin zaafının mantıksal değil, tarihsel
olduğu söylenebilir.
İkinci nokta, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinden doğan kendine özgü özelliklerdir.
Almanya, uluslararası ticaretten beslenen bir ticaret burjuvazisi ve mali burjuva-
ziye sahip olmadığı halde, özellikle Ren ve Saksonya bölgelerinde yeni mekani-
ze sanayi teknolojisi temeli üzerinde bir sanayi burjuvazisi gelişmişti. Proletar-
yanın, Marx’ın tabiriyle “doksan dokuz parçaya bölünmüş” olan Almanya’da
merkezî bir güç haline gelebilmesi ve ulusal ölçekte bir nüfuz edinebilmesi için
ihtiyaç duyduğu her şey, bu sanayi burjuvazisinin feodal rejime karşı talepleriyle
bütünüyle örtüşüyordu. Proletaryanın gerçek bir toplumsal güç oluşturabilmesi,
sanayinin gelişmesini, sanayinin gelişmesi ise monarşik rejimin parçalanmasını
gerektiriyordu.
1848 Devrimleri’nin gidişatı, Marx ve Engels’in bu varsayımlara dayalı taktik çiz-
gilerini sonuçsuz bıraktı. Fransa’daki “Haziran Ayaklanması”, Avrupa tarihinde
ilk kez bir proleter devriminin pratik bir imkân haline geldiğini gösterir göster-
mez, Alman burjuvazisinin proletaryadan duyduğu içgüdüsel korku, dolaysız bir
siyasal davranışı geliştirdi. Daha en baştan monarşi ile uzlaşma kapılarını açık
tutmayı benimsemiş olan Alman burjuvazisi, kendisini gericiliğin, militarizmin
ve despotluğun kollarına attı.
Prusya burjuvazisi, eski toplumun temsilcileri olan monarşi ve soylular
karşısında bütün modern toplumu temsil eden 1789’un Fransız burjuva-
zisine benzemiyordu. Bir tür zümre konumuna düşmüş...daha en baştan
halka karşı ihanete meyletmişti...çünkü kendisi zaten eski topluma ait
bulunuyordu.7
Neue Rheinische Zeitung’da Aralık 1848 de yayınlanan Marx’ın bu satırları, eski
taktiğin sonunun geldiğinin de ilanıydı.
Devrimin bundan sonraki hikayesi biliniyor. Önce Fransa’da, ardından Alman-
7 Marx, Karl. “Burjuvazi ve Karşıdevrim – İkinci makale”, Neue Rheinische Zeitung, 11 Aralık 1848. İngilizcesinden
benim çevirim. [Türkçesi, Marx, Karl. Seçme Yapıtlar Cilt 1, Sol Yayınları, Ankara, 1976 içinde ss.169-173, s.172]
25
Yaşayan Marksizm
ya, Avusturya, Macaristan ve her yerde her milletin “paşaları”, kılıçlarını bur-
juvazinin emrine verdiler, bir proleter devrimi korkusuyla titremekten kurtar-
dıkları burjuvalar da “kılıç hakkı” olarak onlara burjuva toplumunun yekpare
siyasal egemenliğini kullanma hakkını bağışladılar. Bütün Avrupa başkentleri
proleterlerin kanıyla yıkandı.
8 Marx, Karl ve Friedrich Engels. “Address of the Central Committee to the Communist League” London, Mart 1850,
http://www.marxists.org/archive/marx/works/1847/communist-league/1850-ad1.htm, 01.09.2009
9 Agy.
26
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
10 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Fransa’da Sınıf Savaşımları, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara,
1996, s.130]
11 Bkz. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1997, ss.191-209
içinde Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı. Giriş”, s.207
12 Bkz. Dipnot 2.
13 Bkz. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1997, ss.191-209
içinde Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı. Giriş”, s.201
14 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları,
Ankara, 1999, s.22 ve 26]
27
Yaşayan Marksizm
Ancak bir devrim, Marx’ın devrimin taktik anına ilişkin görüşlerinin, hakikatle
ilgisini kurabilirdi. Marx ve Engels, tutarlı maddeciler olarak, Almanya’da devrim
pratiğinin doğrulamadığı düşüncelerini bir yana bırakmakta duraksamadılar.
Aynı şekilde, “silahların eleştirisi”nin ulaştığı bütün sonuçları da teoriye dahil
ederek 1848’den çıktıklarında, modern sosyalizm, devrimin bilgisi ve kavramsal
araçlarıyla donanmış bulunuyordu. Modern sosyalizmin sonraki bütün tarihi,
bu bilginin bütün ülkelerin işçileri tarafından mülk edinilmesi için her somut
durumda yeniden uygulanmasının tarihi oldu. Her seferinde öğrenilen, teorinin
birçok değişkeni içermekle birlikte bir sabit unsurunun da bulunduğudur- her
devrimin bilgisi ancak o devrimin kendisinden elde edilebilir.
15 Devlet ve Devrim’den yazı içinde yapılan tüm alıntılar kendi çevirim olmakla birlikte, Türkçesi için şu edisyona başvu-
rulabilir: Lenin, V. İ. Devlet ve Devrim, çev. Süheyla Kaya - İsmail Yarkın, İnter Yayınları, İstanbul, 1999. Kitabın Bilim
ve Sosyalizm Yayınları, Agora Yayınları vb. başka yayınevleri tarafından yaptırılmış çevirileri de vardır.
28
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
29
Yaşayan Marksizm
30
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
cak bir mekanizma kurulmuş olur. Böylesi bir demokrasi, parlamentarizmin bi-
çimsel demokrasisinden çok daha derine giden bir temsil imkânı sağlar. Çünkü
birinci olarak o, işçilerin seçmeleri ve seçilmelerinin önündeki ilk engeli, kapita-
list özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, ezilen sınıfı egemen sınıf haline sokan bir
devrimin ürünüdür. İkincisi, yönetenleri halk, halkı yöneten haline getiren bir il-
keye dayanır: Temsilcilere işçiler kadar ücret vermek, onları her an geri çağırabil-
mek. Bu parlamentarizm eleştirisinin eksenini parlamentonun anti-demokratik
karakterinin eleştirisi oluşturur. Demokrasiyi yönetilenler için bir hayale dönüş-
türen parlamentonun yerine, nüfusun asıl emekçi çoğunluğunun seçilmiş tem-
silcilerine dayalı meclisler işçi devletinin karakteristiğidir Lenin’e göre.
Lenin, Marx ve Engels’ten devraldığı çok daha önemli bir noktanın altını dur-
madan çizer. Geçiş döneminden sonra, proletaryanın diktatörlüğü “sönme”ye
başlar. Özgür emekçilerin birbirleriyle ve bütün toplumla kurdukları ilişki sınıf-
lararası bir dolayımdan kurtulur, her bireyin birbiriyle ilişkisi toplum aracılığıyla
olmaya başlar. Böylece devlet de onun bütün şekilleri de söner gider. Bu çözüm-
leme demokrasinin fetişleştirilmesine de son verir. Özgürce birleşmiş emekçile-
rin özgür toplumunda en demokratik olanı da dahil olmak üzere bütün devlet
biçimleri “tarih müzesine” kaldırılırlar. Ancak, Lenin bu arada önemli bir belir-
leme yapar, sınıfsız toplumun “sosyalizm” olarak adlandırılan alt evresinde, yani
sınıfsız toplumun kapitalizmden çıktığı şekliyle geliştiği evrede, “henüz burjuva
hukukunun dar ufku” içinde kalınır. “Tüketim mallarının dağıtımı bakımından
burjuva hukuku kaçınılmaz olarak burjuva devletini şart koşar, çünkü hukukun
standartlarına uyulmasını gözetecek bir aygıt olmaksızın hukukun da anlamı ol-
maz.” Böylece, “sınıfsız toplumda bir zaman için yalnızca burjuva hukuku değil,
burjuvazisiz burjuva devleti de sürer.”18
Şu halde devlet ne zaman söner?
Toplumun bütün üyeleri, ya da en azından geniş bir çoğunluk devleti ken-
dileri yönetmeyi öğrendiklerinde, bu işi kendi ellerine aldıklarında, sayı-
ları önemsiz kapitalist azınlık üzerinde denetimi örgütlediklerinde, işte bu
andan başlayarak herhangi bir hükümet biçimine duyulan ihtiyaç da orta-
dan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar tam olursa, onu gereksiz kılan
an da o kadar yaklaşır. Zor aygıtı silahlı işçilerden oluşan, artık ‘kelimenin
alelade anlamında devlet olmayan devlet’ daha çok demokratikleştikçe,
her türden devlet biçimi hızla sönmeye başlar.19
Burada Lenin için demokrasinin ölçülebilir, nesnel bir tek temeli vardı: Gittik-
çe daha çok sayıda işçinin, gittikçe daha çok devlete ait alana müdahale ederek
kendilerini yönetmeye başlaması. İşçileri sınıfsız topluma götürecek tek devlet
biçimi buydu.
31
Yaşayan Marksizm
Bugünün Manifesto’su?
Proletarya dikatörlüğü “sönmedi”. Yozlaştı ve yıkıldı. Marx ve Engels’in Ocak
1848’de birlikte yazdıkları Komünist Manifesto, “Avrupa’da bir heyula kol gezi-
yor - komünizm heyulası” diye başlıyor ve bir meydan okumayla sürüyordu:
Eski Avrupa’nın tüm güçleri: Papa ve Çar, Metternich ve Guizot, Fransız
Radikalleri ve Alman polis ajanları bu heyulayı kovmak üzere bir kutsal
ittifak kurdular. Komünistlerin, tüm dünyanın yüzüne karşı, kendi görüş-
lerini, amaçlarını, eğilimlerini, açıkça duyurmalarının ve bu Komünizm
Heyulası masalına partinin kendi Manifesto’suyla karşılık vermelerinin
zamanı gelmiş bulunmaktadır.20
Yepyeni bir dünya görüşü olmanın coşkusuyla, bu düşüncelerin varoluşlarının
ifadesi olduğu geleceğin yeni toplumsal güçlerine aidiyetin verdiği cüretkarlıkla,
tarihsel gelişmenin sırrını keşfetmiş olmanın güveniyle dolu bu cümleler, yazıl-
malarının üzerinden daha yüz elli yıl geçmeden sanki tarihin istihzasına uğramış
gibi görünüyor.
Bugün, “Avrupa’nın tüm güçleri” - şimdi buna ABD ve Japonya’yı da eklemek
gerekiyor - “heyulayı kovalamış” olmanın rehavetine kapılmış gibiler. Bush
ve Putin, Sarkozy ve Merkel, İslam fundamentalistleri ve yeni-sağcılar “kutsal
ittifak”ın yeni “masal”ını anlatıyorlar: “Komünizm öldü!” Muhalefetteki hiçbir
parti, artık iktidardaki hasımları tarafından “Komünist” diye damgalanmıyor,
hatta “Komünist Partiler” bile. Çin’de, Rusya’da, Japonya’da, Fransa’da “Komü-
nistler”, “tüm dünyanın yüzüne karşı, kendi görüşlerini amaçlarını, eğilimlerini
değil, hasımlarının amaçlarını dile getiriyorlar: Piyasa, sosyal (!) piyasa...
Oysa, günümüz dünyası, Marx ve Engels’in Manifesto’da tasvir ettiği, modern
komünizmi müjdeleyen dünyayı bugün 1848 de olduğundan çok daha fazla an-
dırmıyor mu? Birkaç pasaja bakmak yeter de artar bile:
Burjuvazi, insanla insan arasında öz-çıkardan, vicdan tanımayan ‘peşin
para’dan başka bağ bırakmadı. Dinsel tutkunun, şövalyece coşkunun,
darkafalı duygusallığın yarattığı ilahi yücelişleri ‘bencil hesab’ın buzlu
sularında boğdu. İnsan kıymetini değişim değerine çevirdi ve sayısız çiğ-
nenemez fermanla kayıt altına alınmış özgürlüğün yerine tek, vicdandan
yoksun özgürlüğü: Serbest ticareti geçirdi. Tek kelimeyle, dinsel ve siyasal
yanılsamalarla örtülü sömürünün yerine çırılçıplak, utanmasız, doğru-
dan, kaba sömürüyü koydu.
Burjuvazi, bugüne kadar şerefli addedilen ve önünde eğilinen ne kadar
meslek varsa, hepsinin üzerindeki haleyi kaldırıp attı. Doktoru, avukatı,
rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçilerine çevirdi. (...)
20 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam
Yayınları, İstanbul, 2008, ss.19-52 içinde “Komünist Manifesto”, çev. Nail Satlıgan, s.21]
32
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
33
Yaşayan Marksizm
22 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları,
Ankara, 1999, s.61 ve 62]
23 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M.
Kabagil, Sol Yayınları, Ankara, 1989, s.41]
34
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
24 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Engels, Friedrich. Anti-Dühring, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1995,
s.400]
25 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M.
Kabagil, Sol Yayınları, Ankara, 1989, s.30 ve 31]
35
Yaşayan Marksizm
münizm”lerin bir dünya sistemi haline gelmedikçe “eski pisliği” yeniden üret-
tikleridir. Böylelikle 20. yüzyıl sona ererken Marksist komünizm teorisi iki
bakımdan da doğrulanmış görünüyor. Birinci olarak, kapitalizmin “büyük ço-
ğunluğu kendisine karşı bir devrim yapmaya sürükleyen” sömürüsü ve yaban-
cılaştırıcı tabiatı kendisini olduğu gibi korumaya devam ediyor ve bir komünist
devrimin imkânını teşkil ediyor. İkinci olarak yerel ve kısmi bir komünizm,
komünizm olmuyor.
Bugün komünizm Marksist teoride öngörüldüğü muhtevasıyla çok daha müm-
kün görünüyor: Üretim kapitalist küreselleşmenin bağrında hiç bir zaman ol-
muş olmadığı ölçüde bir dünya üretimi halini aldı, bütün ülkelerin işçileri şimdi,
kapitalist özel mülkiyeti yıkmanın toplumsal gelişme için sağladığı imkânların
daha çok farkında ve nihayet bürokratik rejimlerin komünist gelişmenin engeli
olduğu daha çok aydınlandı.
Bu üretici güçler ve bu tarihsel tecrübe üzerinde komünizmin hâlâ değil, ar-
tık mümkün olduğu söylenebilir. Çünkü dünya hiç bir zaman Kapital’de ve
Manifesfo’daki tanımına bu kadar çok yaklaşmamıştı.
36
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
37
Yaşayan Marksizm
sıyla takviye edilmiş bir Avrupa kalesi dikilir, bir utanç duvarı Filistin’i boydan
boya kat eder, emeğin yeryüzünde serbest dolaşımı dikenli teller, köpekler, de-
tektörler, sonsuz sayıda kırtasiye, vize ve diktatör gücüyle donatılmış sınır mu-
hafızlarıyla sıkı sıkıya engellenir ve pek çok ülkede milyonlarca göçmen “illegal”
olarak anılırken bu dünyanın “bizim [de] köyümüz” olduğuna, hepimizin aynı
“küresel köy”ün sakinleri olduğumuza nasıl inanabiliriz.
“İnsanlık” kavramını sözlüklerimize sokan aydınlanma ve Fransız Devrimi’ydi.
Devrimin henüz gürbüzce geliştiği; kendi ilkelerini gerçeklemek için çocuksu
bir heyecanla çırpındığı dönemin yurttaşlık anlayışında “yabancı” kavramına
yer yoktu. Aydınlanmanın soyut ve türdeşleştirici evrenselliği, sömürge fetih-
leriyle kendi coğrafyasının dışına çıktığında Batı merkezci düşünüşün ve sö-
mürgeciliği meşrulaştırmanın dayanağı haline geldi. Evrensel insanlık ve dün-
ya yurttaşlığı ideali, Sovyet Devrimi’yle birlikte yeniden ihya oldu. Bir dünya
devrimiyle sonuçlanmadıkça tamamlanmış olamayacağının bilgisiyle devrim,
evrenselliğe ve yurttaşlığa her düzeydeki somut eşitsizlikleri aşmayı hedefleyen
yeni bir içerik kattı.
Maddi ve teknolojik olanaklar, üretimin her yerde bir dünya üretimi halini almış
olması, tarih içinde 1917 Devrimi’yle gelinen bu en ileri düzeyin ötesine geçme-
yi gerçekten de mümkün kılıyor. İnsan, evet, yerküreyi kendi yurdu olarak de-
neyimleyebilir, toplumsallığını türsel varlığıyla örtüşen bir kapsama eriştirerek
“evrensel insan”ın doğuşunu müjdeleyebilir. Yeryüzü, ırkların, ulusların, kültür-
lerin, dillerin, uygarlığın farklı birikimlerinin, yepyeni kaynaşma ve çaprazlama-
larla serpildiği rengarenk bir bahçeye, yaşamak bir şenliğe dönüşebilir.
Bununla birlikte içine girdiğimiz yeni çığırın Manifesto’su henüz ortada yok.
Gene de küreselleşme ile birlikte güç kazanan, beliren ya da zuhur eden ve bir
önceki dönemin başka koşullarda tekrarıymışçasına basitleştirilemeyecek kadar
özgün olan yeni üretim, birikim ve dolaşım biçimlerinin varlığı ve bunların ima
ettiği yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerinin üzerinde düşünmenin sunduğu
bir çok ipucundan, Latin Amerika deneyimlerinden doğan bir dizi yeni pratiğin
sağladığı esin kaynaklarından söz edebiliriz.
Bu çağ dönümünün Manifesto’sunun dünya kapitalizminin “yenilmiş
devrimler”in ardından edindiği daha önce görülmedik tümleşiklik düzeyi ve çok
daha yüksek bir teknolojik temel üzerinde kendisini yeniden kurmuş olmasına,
bununla birlikte edindiği yüksek denetim kapasitesi ve bunu meşrulaştıran kü-
resel mekanizmalara, bunlar üzerinde yükselen toplumsal ilişkilere, bunlardan
doğan yeni sınıf mücadelesi dinamiklerine ve bu dinamiklerin uyardığı yeni ör-
gütlenme olanaklarına ışık tutmasını umabiliriz.
Bunlar yokmuşçasına ve hiç olmamışçasına XX. yüzyıl başlarının iklimi ve sos-
yal coğrafyası üzerine bina edilmiş varsayımları tekrarlamaktansa, küreselleş-
me karşıtı muhalefetin deneyimlerinin içinden yeni devrimin ipuçlarını ara-
38
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
39
Bunalım Düzeni:
Emperyalist Kapitalizm
Muhsin Dalfidan
1 Görünen yüzüyle ifadesini kullanmamızdaki muradımız kapitalizmin bunalımlarının yazı boyunca çeşitli yönleriyle
anlattığımız kapitalist üretimin yapısından kaynaklandığıdır. Ancak bundan tüm bunalımların birbirinin aynı olguları
içeren tekrardan ibaret olduğu sonucu çıkmamalıdır. Her bunalımın genel özellikleri yanında farklılıkları da olacaktır.
Yine örneğin, son bunalımın görünen yüzü, ABD’deki konut üretimi ve kredi sistemidir. Bir başka durumda bir başka
meta üretimi ve finansal araç öne çıkabilir. Ama her durumda işin özü kapitalist üretimin yapısı/birikim sürecinin çeliş-
kili yapısıdır.
41
Yaşayan Marksizm
42
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
sındaki karşılıklı ilişkiyi, her kesimin kendi içindeki devinimi olmaktan çıkarır.
Her iki kesim açısından da, toplumsal ürünün tümünün tekrar yerine konulması
iki şekilde olur. Basit yeniden üretim ve genişletilmiş yeniden üretim.
Basit yeniden üretim: Burada artık-değer biriktirilmeyip harcanmaktadır ve
birinci kesimin değişen sermayesi ve artık-değer toplamı ikinci kesimin değiş-
meyen sermayesine eşit olmalıdır. Bu üretimin aynı ölçekte gerçekleşmesi için
gereklidir. Üretim araçları üreten birinci kesim, tüketim araçları üreten ikinci
kesime üretim araçları ve üretim girdileri sağlar. Bunun çıktılarının ikinci ke-
sim tarafından emilmesi için değişen sermaye ve artık-değerinin, ikinci kesimde
değişmeyen sermaye haline gelmesi gerekir. Basit yeniden üretim aynı zamanda
sermayenin ilk oluşumunun koşullarını da yaratır. Dolayısıyla,
Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini,
iş araçlarını, hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve
zaten insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koyma-
sıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk
oluşumu, salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim
tarzının tarihsel çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel ko-
şullarını satın alabilme, bir yandan da özgürleşen işçilerden para karşılığı
canlı emek mübadelesine girebilme imkanına kavuşmasından ibarettir.2
Sermaye birikimi esas olarak kapitalist genişletilmiş yeniden üretimle olur. Ge-
nişletilmiş yeniden meta üretimini yine iki kesim üzerinden ifade edecek olur-
sak: Birinci kesimdeki artı-değerin bir bölümü, diyelim ki yarısı sermaye olarak
üretimin genişlemesine ayrılır. Bu genişletilmiş kapitalist meta üretiminin gere-
ğidir. Birinci kesimdeki değişen sermaye ile artı-değer toplamı, ikinci kesimdeki
değişmeyen sermayeden daha büyük olmasıyla sermaye birikimi gerçekleşir.
İki kesim arası ilişkiye daha yakından baktığımızda; birinci kesimin değişen ser-
maye ve artık-değer tutarı ile ikinci kesimin değişmeyen sermayesi arasında, tüm
toplumsal ürünün yeniden nasıl üretildiği ile ilgili bir oran olduğu görülecek-
tir. Birinci kesimin değişmeyen sermayesi ile ikinci kesimin değişen sermayesi
ve artık-değeri arasında bir gerçekleşme ilişkisi olmadığı halde, birinci kesimin
değişen sermayesi ve artık-değeri tüketim nesneleriyle, ikinci kesimin değişme-
yen sermayesi, üretim araçlarıyla değişmeksizin yerine konulamaz. Bu nedenle,
birinci kesimin değişen sermayesi ve artık-değeri ile ikinci kesimin değişmeyen
sermayesi arasındaki değişim, yeniden üretim için zorunludur. Tüketim için
üretilen metaların toplam değerlerindeki artış hızının bu iki kesimdeki değişen
sermaye toplamındaki artış hızından daha fazla olduğu görülür. Bunun içindir
ki, tüketim metalarının toplam değerleri, iki kesimin değişen sermaye toplam-
larından daha büyüktür. Yine, ikinci kesimin değişmeyen sermayesi, birinci ke-
simin değişen sermayesi ile artı değerinin toplamından küçüktür. Bu nedenle
2 Marx, K. Grundrisse, çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979, s. 575
43
Yaşayan Marksizm
3 Age, s. 433
4 Age, s. 433-4
44
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
5 Marx, K. Artı-Değer Teorileri – İkinci Kitap, çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, Ekim 1998, s. 490
6 Age, s. 474
7 Age, s. 492
8 Marx, K. Kapital – I. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı: Mart 1978, s.595
45
Yaşayan Marksizm
için üretilen maddi ürün ya da hizmetlerin genel adıdır. Her meta üründür
ama her ürün meta değildir. Sadece kullanmak için değil esas olarak satmak
için üretilen maddi ürün ve hizmet metadır. Ürün, kullanım değeri üzerinden
üretilebilir. Köle, köle sahibine, serf, feodal beye kullanım değeri üzerinden ser-
vet üretebilir. Fakat bu meta değildir. Ürünün meta olabilmesi için kullanım
değerini tüketecek olan sahibin belli olmadığı bir başkası için değişim yoluy-
la devredilecek toplumsal kullanım değeri özelliği taşıması gerekir. Bu özellik
kapitalizmde belirleyici olur. “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu top-
lumların zenginliği, ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir.”9
Görüldüğü gibi her metanın bir kullanım değeri ve bir değişim değeri vardır. Me-
tanın kullanım değeri, o metanın yararlılığıyla, somut işlevleriyle ilgilidir. De-
ğişim değeri ise, metanın diğer metalarla ilişkisini anlatır. Emek-değer teorisine
göre, bir metanın değişim değeri, o metanın üretilmesi için gerekli (toplumsal)
emek zamanıyla belirlenir. Yani bir metayı üretmek için ne kadar uzun bir süre
boyunca emek harcamamız gerekiyorsa, o metanın değişim değeri de o oranda
yüksek olacaktır. Kısaca değeri oluşturan şey, meta içinde kristalleşmiş gerekli
emek miktarıdır. “Metanın değişim değerini hesaplarken en son kullanılan emek
miktarına, metanın hammaddesi içinde daha önce katılmış emek miktarını da,
onun gibi,bu emeğe yardımcı olan aletlere, avadanlıklara, makinelere ve binalara
katılmış emek miktarını da eklemek gerekir.”10
Değer: Meta içinde maddeleşen toplumsal emektir.
Sermaye: Birikmiş emektir.
...sermaye, bir nesne değil, toplumun belli bir tarihsel oluşumuna ait bu-
lunan belli bir toplumsal üretim ilişkisidir ve bir nesnede kendisini ortaya
koyarak bu şeye belirli bir toplumsal nitelik kazandırır. Sermaye, maddi ve
üretilmiş üretim araçları toplamı değildir. Sermaye daha çok, sermayeye
dönüştürülmüş üretim araçlarıdır ve tıpkı altın ya da gümüşün bizatihi
para olmaması gibi, bunlar da bizatihi sermaye değillerdir. Sermaye top-
lumun belli bir kesiminin tekeline aldığı üretim araçlarıdır ve canlı-emek
gücünün karşısına, bu emek- gücünden soyutlanmış ve sermayedeki bu
zıtlık yoluyla kişileşmiş ürünler ve iş koşulları olarak çıkar.11
Sermaye, yeni hammaddeler, yeni iş aletleri ve geçim araçları üretmede kullanılan
her çeşit hammaddelerden, iş aletlerinden ve geçim araçlarından oluşur. Sermayeyi
oluşturan bütün bu parçalar, emeğin yarattığı şeylerdir, emeğin ürünleridir, birik-
miş emektir. Yeni bir üretimin aracı olarak iş gören birikmiş emek, sermayedir.
Değişmeyen sermaye: “Bu, üretken amaçlar için bu yolda kullanılan bütün üre-
tim araçlarının değeridir. Bu da gene, makineler, emek aletleri, binalar, iş hay-
9 Age, s.49
10 Marx, K. Ücret, Fiyat ve Kâr, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar Cilt:2, Ankara, Temmuz
1977 içinde, s.61
11 Marx, K. Kapital – III. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı: Şubat 1990, s.715-716
46
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
vanları vb. gibi sabit sermaye ile ham ve yardımcı malzemeler, yarı-mamul ürün-
ler vb. gibi üretim malzemeleri olarak döner değişmeyen sermayeye ayrılır.”12
Sermayenin üretim araçları, hammadde, yardımcı malzeme, çeşitli iş aletleri ve
makineler tarafından temsil edilen kısmıdır. Değişmeyen sermaye üretim süre-
cinde nicel olarak herhangi bir değer değişimine uğramaz.
Değişen sermaye: “Bu sermaye, değeri bakımından, bu üretim kolunda kullanı-
lan toplumsal emek-gücünün değerine eşittir; bir başka deyişle, bu emek-gücü
için ödenen ücretlerin toplamına eşittir. Bu sermaye, özü bakımından ise, ey-
lem halindeki emek-gücünden, yani bu sermaye-değerin harekete geçirdiği canlı
emekten ibarettir.”13
Sermayenin emek-gücü tarafından temsil edilen kısmıdır. Değişen sermaye üre-
tim sürecinde değer değişimine uğrar. Kendi değerinin eşdeğerini yeniden ürettiği
gibi, bir fazlalığı da, değişen koşullara göre az ya da çok bir artı-değeri de üretir.
Emek: Maddi ya da hizmet olarak yapılan üretimde, insanın üretilen nesne ya da
hizmette kristalize olan yararlı çabasıdır.
Gerekli-emek ve artı-emek: İşçinin kapitaliste sattığı emeği değil emek-gücüdür.
İşçi emek- gücünü harcayarak üretimde bulunur. Üretim sonucunda ücret alır.
Ancak, işçi sadece ücreti karşılığı kadar değer üretmez. Daha fazla bir değer üre-
tir. Gerekli-emek zamanı ve gerekli emek, işçinin, emek-gücünün değerini, yani
gerekli geçim araçlarının değerini, yeniden üretmek için gereksinme duyduğu
kısımdır. Gerekli emek zamanı, kapitalist tarafından ücret şeklinde ödenir. Artı-
emek zamanı ve artı-emek, artı-ürünün üretimi için harcanır. Kapitalist üretim
tarzında, artı-ürün, kapitalistler tarafından mülk edinilen artı-değer biçimini
alır. Artı-emeğin ya da ek-emek zamanının emeğe ya da gerekli-emek zamanına
oranı, işçinin sömürü derecesini (artı-değer oranını) gösterir
Soyut emek ve somut emek: Her türlü emek bir yandan fizyolojik anlamda, in-
san emek gücünün harcanmasıdır ve bu, özdeş soyut insan emeği özelliğinde
oluşu ile metaların değerini/değişim değerini yaratır ve ona biçim verir. Öte yan-
dan her türlü emek, insan emek-gücünün, özel bir biçimde ve belirli bir amaca
dönük olarak harcanmasıdır ve bu somut yararlı emeğin özelliği ise kullanım-
değerlerini üretmesidir.
Canlı emek: Meta üreten işçinin ona kattığı emektir. Artı-değeri üreten canlı
emektir.
Ölü emek: Üretim araçlarında cisimleşmiş olarak bulunan, üretim araçlarının
daha önceki üretiminde onlara katılan/onlarda kristalize olan emektir.
Toplumsal gerekli emek-zaman: Bir metayı, normal üretim koşulları altında,
o sıradaki ortalama beceri düzeyi ve yoğunluğu ile elde edebilmek için gerekli
zamandır.
12 Marx, K. Kapital – II. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Üçüncü Baskı: Kasım 1992, s.353
13 Age, s.353
47
Yaşayan Marksizm
48
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
49
Yaşayan Marksizm
18 Age, s.661
19 Marx, K. Ücret, Fiyat ve Kâr, s.40
20 Age, s.87
50
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
51
Yaşayan Marksizm
22 Age, s.512
52
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
Ancak, aşırı üretim, salt insan gereksinmelerini dikkate almayan kapitalist meta
üretiminin ve yine sadece “ödeme gücüyle desteklenen gereksinmeleri” dikkate
almayan üretimin sonucu da değildir. Çünkü kapitalist yeniden üretim sadece
tüketim nesnelerinin üretimi değil esas olarak da üretim araçlarının üretimidir.
Değişmeyen sermaye olan üretim araçlarını nihai tüketici satın almaz. Elbette tü-
ketim nesnelerinin aşırı üretiminin de bunalıma etkisi kaçınılmazdır. Fiili tüke-
timi ve fiili alım gücünü artırmakla aşırı üretimi dengelemek mümkün değildir.
Çünkü, pazarda daha çok alıcı bulan meta kapitalistler tarafından daha çok üre-
tilir, her tekil kapitalist bu metanın üretimine yönelir. Dolayısıyla alım gücünün
artması aşırı üretimi azaltmak şöyle dursun artırıcı etki yapar. Kapitalizmin üre-
tim yasalarını görmezden gelerek fiili tüketimi artırmanın koşullarını yaratarak
bunalımı önleyebilme iddiasında olanlara diyeceğimiz odur ki:
Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu
söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir. ... Bir kimse, eğer,
işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha
büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu
kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir ge-
rekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların, daima ücretlerin ge-
nellikle yükseldiği ve işçi sınıfının, yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmın-
dan daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek
yeterli olacaktır.23
Ayrıca, kapitalist üretim sadece tüketim nesnelerinin üretimi değil esas olarak
üretim araçlarının üretimidir. Üretim araçlarını ise işçi ve yoksullar satın almaz.
Aşırı üretim, kapitalist üretim tarzının yapısından kaynaklanan çelişkilerin ürü-
nüdür.
Üretimin (ve dolayısıyla iç pazarın) esas olarak üretim araçlarından do-
layı gelişmesi yanılsamalı görünür ve kuşkusuz bir çelişki teşkil eder. Bu,
‘bizzat kendisi amaç olan’ gerçek ‘üretimdir’ ... tüketimde buna tekabül
eden bir genişleme olmaksızın üretimin genişlemesidir. Ama bu, doktri-
ne ilişkin bir çelişki değil, gerçek hayatın çelişkisidir; tam da kapitalizmin
yapısına ve bu toplumsal ekonomi düzeninin öteki çelişkilerine uygun
düşen türden bir çelişkidir. Tüketimde buna tekabül eden bir genişleme
olmaksızın üretimin genişlemesi, kapitalizmin tarihi misyonuna ve özgül
toplumsal yapısına uygun düşmektedir; birincisi, toplumun üretici güçle-
rinin geliştirilmesinden ibarettir; ikincisi, bu teknik başarılardan nüfusun
çoğunluğunun yararlanmasını engeller.24
Bu engelin yarattığı çelişkiler bunalımları tetiklerken, sınıf mücadelesini de kes-
kinleştirir.
53
Yaşayan Marksizm
54
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
55
Yaşayan Marksizm
56
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
57
Yaşayan Marksizm
58
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
59
Yaşayan Marksizm
31 Lenin, V.I. Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreya, Sol Yayınları, Ankara, Yedinci Baskı:
Haziran 1979, s.143-144
60
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
61
Yaşayan Marksizm
62
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
ki, bunalımdan çıkış süreci dibe vurmuş bir şekilde uzunca bir süreyi kapsaya-
caktır. Bu süreçte “suyun” dibinden uzunca bir süre yol alabilecek araçlara sahip
olanlar ya da başkalaşım geçirerek “solungaç” geliştirenler yaşamda kalacaklar-
dır. Eğer, durum bu ise -ki, budur- dünya ölçeğinde şiddete dayalı politikaların
geliştiği, kapitalistler arası rekabet ve şiddetin arttığı bir süreç yaşanacaktır. Ben-
zer durum işçi sınıfı ve onun örgütleri sendikalar içinde geçerlidir. Yeni koşul-
lara uzunca bir süredir zaten uyum gösteremeyen sendikalar, uzun sürecek bu
dönem içinde yapısal değişime iyice zorlanacaklardır. Yapısal değişimin gerekle-
rini iyi okuyan ve buna göre örgüt ve mücadele dinamiklerini geliştirenler ayakta
kalacaklar, diğerleri tümüyle yok oluşla karşı karşıya kalacaklardır.
Ne Yapmalı?
Bugünden, krizin faturası işçi ve yoksul sınıflara ödettirilmeye çalışılmaktadır.
Bu faturayı ödememek gerekiyor. Biliniyor ki, sınıflı toplumlarda dolayısıyla ka-
pitalist toplumda,
Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, ken-
di iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri,
onların maddi üretici güçlerinin belirli gelişme derecesine tekabül eder.
... Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçle-
ri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da,
bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkileri-
ne ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler,
onların engelleri haline gelir. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.
İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, çok ya da az bir hızla
altüst eder.32
Ancak bu altüst oluşların kendiliğinden toplumsal devrime yol açacağı düşünü-
lemez:
Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, iktisadi üretim koşullarının altüst
oluşu ile ... insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna
kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir33
ve bu gereklilik işçi sınıfına/sosyalistlere görevler yüklemektedir. Bu görevleri
bilince çıkarabilmek için öncelikle kapitalizmin kendiliğinden bunalım yoluyla
çökmeyeceğini görmek gerekiyor. Kapitalizm için bunalım çöküşü ifade ettiği gibi
sistemin kendini yenilemesini de ifade eder. Bugün bu yenileme kolay olmayacak-
tır. Çünkü, yazı içinde anlatılan bir çok etkenin yanında kapitalizm fiziksel ve ta-
rihsel sınırlarına dayanmıştır. Bilindiği üzere kapitalist sistem iki boyutta geliştir.
Bir yandan henüz kapitalist bağımlılık içine girmemiş alanlara doğru yayılır. Bu
32 Marx, K. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, Beşinci Baskı: Eylül 1993, ss.21-
27 içinde “Önsöz”, s.23
33 Agy.
63
Yaşayan Marksizm
“yaygın bir şekilde”34 büyümedir. Diğer yandan ilişkilerin derinliğine gelişmesi söz
konusudur. Bu ise “yoğun bir biçimde” büyümedir. Artık emperyalist kapitalizm
yaygın büyümenin fiziksel sınırlarına dayanmıştır. Bunun içindir ki, gün sınıflar
mücadelesinin olabildiğince keskinleşeceği gündür. Keskinleşen sınıf mücadelesi
bugün için devrimci bir durum oluşturacak gibi görünmüyor. Ancak şu da bir ger-
çek ki, bu dönemin özelliklerinin de etkisiyle işçi sınıfı ve sosyalist hareket yavaş da
olsa nicel bir gelişim ve hareketlilik içine girecektir. Ancak burada, nicel gelişme-
lerin sosyalist hareketin farklı örgütleri tarafından nasıl okunacağı önem kazana-
caktır. Bu nicel gelişim, her örgütlenme tarafından, kendinin sınıf mücadelesinin
öncü gücü olma rolünü kazandığı şeklinde okunur ise devrim mücadelemiz bir
kez daha başarı olanağını yitirir. Nicel gelişim, sosyalizmin yeniden kuruluş im-
kanlarının pratik yaşam içinde de filizlendiği şeklinde okunur ve bunun gereği
teorik ve pratiğin birliğinin gücüyle, yaşam içinde sınana sınana yeniden kuruluş
imkanları kuvveden fiiliyata geçirilebilirse sosyalizm sınıf müttefiklerinin olduğu
gibi sınıf düşmanlarının gözünde de somut bir güç ve seçenek olarak boy verir.
İşte burada işçi sınıfının bilinçli müdahalesi belirleyici rol oynayacaktır. Sosyaliz-
min bittiği, devletin ekonomiye müdahalelerinin tarihe karıştığı, her şeyi piyasa-
ların belirlediği ve küreselleşen kapitalizmin tek ve ezeli seçenek olarak sürdüğü
yalanını yayan neo-liberalizmin ideolojik hegemonyası son bunalımla büyük bir
sarsıntıyla çöktü. Bu koşullarda işçi sınıfı mücadeleyi yükselterek karşı ideolojik
hegemonyayı oluşturabilir/oluşturmalıdır. Kapitalizmin ideolojik hegemonya
yitimi ve genel bunalımı bunun olanaklarını var etmiştir; işçi sınıfı ve sosyalist
hareket bu olanağı fiiliyata geçirmek sorumluluğunu taşımaktadır.
Bunun için 21. yüzyıl sosyalizmini geçen yüzyılın çöken sosyalizminin teorik,
politik ve örgütsel boyutlarıyla kapsamlı bir eleştirisi üzerinden kitleler nezdinde
tekrar ayakları üzerine dikmek göreviyle yüz yüzeyiz. Bu görevin diğer kısmını,
işçi sınıfının tekrar kendi için siyasete müdahil olması merkezindeki yeniden ya-
pılanma çalışmalarının sosyalist hareketin bileşik partisinin inşasıyla tamamla-
mak oluşturmaktadır. Bunlar işçi sınıfının bu günkü temel görevinin bir yanını
oluşturmaktadır. Sosyalist hareketin ve işçi sınıfının bu günkü temel görevinin
diğer yanı, devrimci demokrasi programı etrafında demokrasi cephesi olarak
örülecek açık alanda bir örgütlenme oluşturmaktadır. Bu örgütlenme, Kürt öz-
gürlük mücadelesi ile sosyalist hareketin stratejik ortaklığını sağlayacak şekilde
tüm demokrasi güçlerini bir araya getirmelidir.
Sosyalizmin yeniden kuruluş dinamikleri üzerinde yükselen bileşik bir işçi sınıfı
partisi ve demokratik birlik hareketi örgütlenmesinin birbirini besleyen örgüt-
lenmeler olarak yaşam bulmasıyla işçi sınıfının mücadelenin öncü gücü olarak
tarihsel rolünü yerine getirmesi gerçekleşebilecektir. Böylesi bir örgütlenme ve
mücadele, kapitalizmin bunalımını işçi sınıfı ve ezilen halklarımızdan yana çöz-
menin güvencesini oluşturacaktır.
64
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
Kapitalizmin bunalımını ve geldiği noktayı ezber bozarak tahlil edip bu iki görevi
yerine getiren ve işçi sınıfının bileşimindeki değişimleri gören bir yerden örgüt-
lenme ve mücadele biçimlerini geliştiren sosyalistler; uluslararası enternasyona-
list dayanışma ve örgütlülükle taçlandırdığı mücadeleleriyle sermayenin topye-
kun saldırısına, topyekun karşı saldırıyla karşılık vermelidirler/vereceklerdir.
Bizi bekleyen ya sosyalizm ya da barbarlıktır!
65
Kriz ve Hegemonya
Haluk Yurtsever
Giriş
Tarihin ne denli önemli olduğu tam olarak ancak yaşandıktan sonra anlaşılacak
dönemlerinin birinden geçiyoruz. Bu büyük buhran ve dönüşüm dönemini ya-
şarken kavramak sosyalizm mücadelesi açısından çok büyük önem taşıyor.
Dergimizin bu ilk sayısında, bugünkü dünyayı ve derinleşerek süren kriz süre-
cini, kapitalizm-kriz ilişkisini, tarihsel, toplumsal ve güncel yönleriyle, teorik ve
ampirik boyutlarıyla çözümleyen çeşitli yazılar yer alıyor. Okumakta olduğunuz
yazının konusu ise, emperyalist-kapitalist sistemin kriz koşullarında ağırlaşan
hegemonya sorunsalını değişen içeriği ve yol açmakta olduğu gelişmeler ufkun-
da incelemek.
Burjuva ideologları, medya büyücüleri 1990’larda ideolojik taarruzlarını, “Marx
öldü, Marksizm öldü. Kapitalizm üstün geldi!” üzerinden kuruyorlardı. Şimdi,
“Marx haklı çıktı!” dedikleri duyuluyor. “Marx öldü” derken de “Marx haklı çıktı”
derken de devrimci Marx’ın en önemli çağrısını, dünyanın pratik eleştirel insan
eylemiyle değiştirilmesinin olanaklı ve gerekli olduğu iletisini unutturuyorlar.
Marksistler arasında da krizleri “kapitalizmin sonu” olarak algılayan, en azından
bu önermeye bir propaganda söylemi olarak sıkça başvuranlar var. Bu bakışa
da, krizle kapitalizmin yıkılması arasında otomatik-mekanik bir ilişki kurduğu,
edilginleştirici bir ileti verdiği için mesafeli durmak gerekiyor.
Kapitalizm, doğası gereği krizsiz olamayan, yaşamını krizlerden beslenerek sür-
düren, bugüne dek yaşadığı krizleri ekonomik-siyasal şiddetin eşlik ettiği “ter-
sinden” çözümlerle aşan ama her seferinde krizlere yol açan çelişkileri, dina-
mikleri daha da güçlendiren bir sistemdir. Üretici güçlerin üretim ilişkilerine
isyan ettiği, kapitalizmin çözümsüz çelişkilerinin keskinleştiği, verili sermaye
67
Yaşayan Marksizm
birikim sürecinde tıkanıklığın baş gösterdiği kriz uğrakları, aynı zamanda top-
lumsal altüst oluş dönemleridir. Bir kez böyle bir evreye girildiğinde olayların
eski seyrinde yürümesi olanaklı değildir. Sistem, ilke ve işleyişlerini yenilemek,
yeniden yapılanmak, ya da bir “sistem”e sistem olma niteliği kazandıran kendini
yeniden üretme gücünü yitirmek olasılıklarıyla yüz yüzedir. Kriz dönemlerinin,
buradan bakıldığında kapitalizmin temel sınıfsal çelişkisinin (emek-sermaye),
kapitalizm-sosyalizm arasında tarihsel bir karşılaşmaya (konfrontasyon) doğru
büyüdüğü, düğümün sınıf mücadelesi yöntemleriyle çözüldüğü uğraklar oldu-
ğunu söyleyebiliriz. Kriz ne denli derin ve keskin, sermaye birikimindeki tıka-
nıklık ne ölçüde büyük, hattâ devrimin nesnel koşulları (devrimci durum) ne
düzeyde olgunlaşmış olursa olsun, kapitalizmden kurtulmak, yeni, sömürüsüz-
sınıfsız bir toplum kuruculuğuna yönelmek ancak siyasal ve devrimci bir emek-
çi hareketinin eseri olabilir.
Krizi anlamanın ve kriz koşullarında devrimci bir seçenek oluşturmanın ipuçla-
rını genel olarak kapitalizmin hareket yasalarından, özel olarak da kriz koşulla-
rında sermayenin ve emeğin karşılıklı konumlarından ve ilişkilerinden çıkarma-
mız gerekiyor.
Sermaye
Marx onyılların ötesinden bugüne, sermayenin niteliğini, hareketini, tek dünya
pazarının, sermaye-devlet ilişkilerinin teorik özünü aydınlatan büyük bir ışık tu-
tuyor.
“Sermaye” için yazdıkları şöyle:
Kavramsal açıdan rekabet, sermayenin içsel dinamiğinin, özünü tanımla-
yan yapının, çok sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi biçiminde belir-
mesi ve realize edilmesi, iç dinamiğin, dışsal bir zorunluluk biçiminde te-
zahür etmesidir. (Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde varolabilir
(abç- HY) ve dolayısıyla sermayenin kendi kendini yönlendirişi, bu çok
sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi şeklinde gözükür).1
Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde varolabilir! Bu olağanüstü değerde
bir soyutlamadır. Kapitalizmin gelişme dinamiği ve ölümcül çelişkisi aynı yerde-
dir: Rekabet! Sermaye tanımı gereği, rakipsiz ve tek olamaz. Kapitalizm altında
tek dünya tekeli olamaz. Tüm “ultra”, “süper” emperyalizm, tek dünya tekeli vb.
önermelerinin kapitalizm altında olanaksızlığının teorik kanıtı buradadır. Tek
dünya pazarının varlığına ve devlet örgütlenmesinin ölçeğini pazarın belirleye-
ceği önermesinin genel doğruluğuna rağmen, emperyalist kapitalizmin bugün
tek dünya devletine geçmesinin önündeki en büyük engel de, sermayenin birbi-
riyle rekabet eden birden çok sermayeler olarak var olması ve bununla doğrudan
bağlı eşitsiz gelişme yasasıdır.
1 Karl Marx, Grundrisse, Çeviren Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, Ekim 1979, s. 455
68
Kriz ve Hegemonya
2 Haluk Yurtsever, Yeni Bir Sol Atılım İçin, Kalkedon Yayınları, İstanbul, Ocak 2008, s.31
69
Yaşayan Marksizm
olduğundan hiçbir kuşkum yok. Ama dünyayı bir bütün olarak ele aldığımız,
işin içine, yoğun canlı emeğin kullanıldığı, dünyanın yeni “atölyeleri” olan Çin,
Hindistan ve benzeri ülkeleri kattığımız zaman durum başkalaşıyor.
İkinci örnek: Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler’de “…devletin ulusal ekonomik
ayağı, organik bir dünya pazarının oluşumuna yol açan nesnel dinamiklerin etki-
siyle aşınmaktadır…” diye yazmıştık. (42. Tez)3 Dünya kapitalist sisteminin başat
eğilimini, üstelik oldukça ihtiyatlı biçimde ortaya koyan bu tezin doğruluğundan
da hiçbir kuşku duymuyorum. Dünya kapitalist pazarı organik bir bütün, tüm
ekonomik birimler bu bütünün parçasıdır. Başat eğilim, ulus devletlerin doğru-
dan ekonomik aktörler olarak eski/geleneksel güç, etkinlik ve ağırlıklarının azal-
ması, aşınması yönündedir vb. Ama, örneğin bugünkü Çin ve Rusya söz konusu
olduğunda, başat eğilimi söyleyip geçmek yeterli ve doğru olmayacaktır. Bu iki
ülkede devlet ekonomik aktör olarak da büyük bir ağırlık ve önem taşıyor ve
bunun emperyalist paylaşım ve dünya siyaseti açısından kimi zaman son derece
kritik sonuçları oluyor.
Tüm dünya için gidiş yönünü son çözümlemede dünya kapitalist sistemine ege-
men eğilimler belirliyor. Egemen eğilimin kendi modelinde bir dünya yaratma
gücü sistemin nesnel mantığından geliyor. Kapitalistler öyle planladıkları için
değil, sömürü ve kâra endeksli sistemin içsel/nesnel mantığı öyle istediği için,
egemen olan kendi modelini tüm dünyaya dayatıyor. Ancak süreç, kapitalist ge-
lişme ve genişlemenin eşitsiz/eşzamansız karakteri nedeniyle dümdüz, pürüzsüz,
çelişkisiz bir yolda, düzenli bir tempoyla ilerlemiyor. Engeller, karşıt eğilimler,
tersinden çözümleri, sürtünme ve çatışmaları tetikliyor; gezegenimizde birikmiş
fiziksel ve toplumsal patlayıcı madde yoğunluğu evrimci süreçleri yolundan çı-
karacak, patlatıp çatlatacak yıkıcı (dünya tümden yok olmazsa, aynı zamanda
devrimci/kurucu) enerjinin birikmekte olduğunu gösteriyor.
Bu kısaca resmetmeye çalıştığım tabloya, bir de ekonomik/toplumsal gelişmeler-
le siyasal oluşumlar arasında işin doğasından gelen gerilimli bir ilişki, bir faz farkı
olduğu gerçeğini eklemek gerekiyor. Olağan durumlarda bile altyapısal ilişkiler,
eşzamanlı olarak, bire bir üst yapıya geçmiyor, ekonomik gelişme ve eğilimler,
anında siyaseti belirlemiyor.
70
Kriz ve Hegemonya
4 K. Marx, Kapital, Çeviren Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Ağustos 1978. Cilt. 3, s. 263
5 Agy, s. 252
6 Agy, s. 259
71
Yaşayan Marksizm
7 Agy. s. 245-251
72
Kriz ve Hegemonya
… işçi sınıfının yöneten sınıflara bir sınıf olarak karşı çıktığı ve dışarıdan
basınç yoluyla zorlamaya çalıştığı her hareket siyasal harekettir. Örneğin,
belirli bir fabrikada ya da hatta belirli bir iş kolunda grevler vb. yoluyla
tekil kapitalistleri daha kısa işgününe zorlama girişimi katıksız bir ekono-
mik harekettir. Öte yandan, 8 saatlik işgünü yasasını kabul ettirme hare-
keti bir siyasal harekettir. Ve bu yolla, her yerde işçilerin tek tek ekonomik
hareketlerinden siyasal hareket, yani sınıfın kendi çıkarlarını genel bir bi-
çimde elde etme amacını taşıyan hareketi doğar.8
Emekgücünün kendisini yeniden üretmesi için gerekli, toplumsal olarak belirle-
nen miktar olarak tanımlanan “emekgücünün değeri”nin ne olduğu, nasıl sapta-
nacağı ve nasıl uygulanacağı da sınıf mücadelesinin, üstelik siyasal içerikli bir sı-
nıf mücadelesinin konusudur. Örneğin bugün Türkiye’de dört kişilik bir aile için
“açlık sınırı”nın, “yoksulluk sınırı”nın ne olduğu ve neye göre saptanacağı sendi-
kalar ile TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) arasında bir tartışma konusudur. Bu
tartışmanın kendisi ve asgari ücretin sendikaların hesapladığı açlık sınırının bile
altında belirlenebilmesi ülkemizdeki sınıf mücadelesinin, sendikaların durumu
ve Türkiye işçi sınıfının koşulları ile ilgili somut bir veri oluşturmaktadır.
Emek-sermaye çelişkisi, sınıf mücadelesi uluslararası bir çelişki ve mücadeledir.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, Doğu Avrupa’nın ve Çin’in kapitalist restoras-
yonu dünya çapındaki sınıf ilişkilerini birinci dereceden etkiliyor. Sovyetler Bir-
liği, Doğu Avrupa ülkeleri ve Çin’in kapitalist tek dünya pazarı içinde, dünya
sermaye ve emek “piyasalarında” yer almaya başlamalarıyla birlikte, bu pazara,
çok kısa bir zaman aralığında, çok büyük miktarlarda, üstelik nitelikli emekgücü
arz edilmiştir. IMF’nin 2007 Dünya Ekonomisi Raporu’na göre son 20 yıl içinde
dünya çapında emek arzı 1,2 milyar artmıştır. Artan emek arzının en önemli
sonucu emekçiler arasında rekabetin yoğunlaşmasıdır. Emeğin dünya çapındaki
rekabeti, emekgücünün, özellikle de nitelikli emek gücünün “fiyatı”nı, dünyanın
en ucuz olduğu ülkelerdeki düzeye doğru çekmektedir. Rikardo’nun belirttiği
gibi, emekgücü arzının sınırsız olduğu koşullarda rekabetin ücretleri yaşamda
kalabilme sınırına çekmesi kapitalizmin demir yasalarından biridir. Bu gelişme
bugün en çok emperyalist ülke işçi sınıflarını tehdit ediyor. Emeğin, tüm dünya
ekonomilerinde milli gelirden aldığı pay, reel ücretler geriliyor, işgününün kısal-
tılması yönündeki kazanımlar geri alınıyor. Avrupa’da sosyal devletin tasfiyesi
süreciyle birlikte eğitim, sağlık ve öteki kamusal hizmetlerin özelleştirilmesiyle
“toplumsal ücret” düşürülüyor. Bu sürecin, bu coğrafyalarda sınıf mücadelesini
keskinleştirmesi kaçınılmazdır.
2007 ortasından, özellikle de 2008 sonbaharından sonra Amerika’da ve Avrupa’da
yaşananlar onlarca somut örneğiyle mali oligarşinin krizin bedelini proletaryaya
çıkardığını gösteriyor.
8 Marx’ın Bolte’ye 23 Kasım 1871 tarihli mektubu. K.Marx- F. Engels, Selected Works in three volumes, Progress
Publishers, Dördüncü basım, Moscow 1977, s. 423-424
73
Yaşayan Marksizm
Çin, Hindistan, Brezilya gibi kendilerine özgü dev ölçeklerde sanayi devrimleri
yaşayan coğrafyalarda üretim artışının sağladığı kaynaklar aynı ölçeklerde bir
servet/sefalet kutuplaşması yaratıyor; tıpkı ilk sanayi devriminde olduğu gibi
akıl almaz uzunluktaki çalışma saatleri, açlık sınırındaki ücretler, çalışma kam-
pı özelliği gösteren üretim organizasyonu, sağlıksız/yetersiz yaşam ve beslenme
koşulları sınıflar kazanının altındaki ısıyı artırıyor. Çin ile ilgili ücret, işgünü,
çalışma koşulları verileri; işçi sınıfının iş bırakma ve protesto eylemleriyle ilgili
bilgiler, bu dünyanın en büyük üretim merkezinin emek-sermaye ilişkisi bakı-
mından patlayıcı madde yüklü olduğunu göstermektedir. 9
Bu gelişmeler, tüm olgu ve süreçlere sınıf merceğinden bakan, krizin yarattığı
büyük boşluk ve olanakları yeni bir toplumsal düzen amaçlı sınıf mücadelesi çiz-
gisinden değerlendiren devrimci siyasal inisiyatife büyük bir alan açıyor.
9 Daha fazla bilgi için, China Labour Bulletin’in Research Report No.5’deki “The Worker’s Movement in China (2005-
2006)” metnine bakılabilir. http://www.clb.org.hk/en/files/File/research_reports/Worker_Movement_Report_final.pdf
74
Kriz ve Hegemonya
Hegemonya: Kavram
Biz Marksistler, hegemonya kavramıyla Lenin ve Gramsci üzerinden tanıştık.
Hegemonya, Lenin’de demokratik devrimde işçi sınıfının önderliğini, en baş-
ta köylülük olmak üzere devrimin bağlaşığı öteki sınıf ve katmanlar üzerindeki
ideolojik-siyasal etki ve sürükleme yeteneğini, olayların gidişini belirleme gücü-
nü, sonuç olarak “ittifak” içindeki bir ilişkiyi anlatan bir sınıf mücadelesi/devrim
stratejisi kavramıdır.
Dil köküne ve tarihsel kullanılış öyküsüne baktığımızda, hegemonyanın herhan-
gi bir sistem, birim, küre ya da birlik içindeki üstün, baskın, sözü geçen gücü
anlattığını görüyoruz.
Hegemonya, Grekçe “otorite”, “lider” anlamındaki “hegemonia” sözcüğünden
geliyor. Antik Yunanda, ötekiler tarafından otoritesine meydan okunamayan site
devleti anlamında kullanılıyor.
Bu kısa anımsatmalar, hegemonyanın farklı anlam ve kullanımlarının, iki
temel çizgisini veriyor. Bir: Hegemonya, yakın kavramlar “egemenlik” ve
“diktatörlük”ten farklı bir ilişkiyi anlatmaktadır. Yoksa bağımsız bir kavram ola-
rak var olmazdı. İki: Her kavram gibi hegemonya kavramı da, veri alınan siste-
me, birime, birliğe, kümeye; o tarihsel dönemin maddi ilişkilerine göre farklı
içerikler kazanıyor.
Bugünkü anlamıyla hegemonya kavramının kullanılmaya başlanması 1970’li yıl-
lardan sonradır. Akademi ve siyaset dünyasında, bu tarihten sonra geriye doğ-
ru, daha önceki dönemlerin güç/iktidar ilişkilerini anlatmak üzere “hegemonya”
kavramına daha çok, daha yaygın başvurulmaya başlandığını biliyoruz.
Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması yazarı Lenin’in kapitalist-
10 K. Marx-F.Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Çeviri: Nail Satlıgan, Tektaş Ağaoğlu, Olcay Göçmen,
Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, Nisan 2008, s. 26-27
75
Yaşayan Marksizm
II
76
Kriz ve Hegemonya
ABD’nin yükselişi
1870’lerden itibaren Britanya İmparatorluğu’nun önce Avrupa, sonra da dünya
üzerindeki denetimi zayıfladı. Almanya ve ABD ekonomileri dünya gücü haline
gelmeye başladılar. 1776 devriminden sonra Kuzey Amerika kıtasını hızlı ve kap-
samlı biçimde fethetmeyi, kapitalist ilişkiler içinde yeniden düzenlemeyi başaran
kıta boyutlarında “derinlikli” bir iç pazara, zengin doğal kaynaklara sahip ABD
bu yarışta öne geçti. İç pazarı yabancı ürünlere kapatırken, yabancı sermayeye,
işgücüne ve girişime açık tutan ekonomi siyaseti ABD’yi Britanya egemenliğin-
deki serbest ticaret döneminden en çok yararlanan ülke durumuna getirdi. Ona
emperyalist gereksinmelere yanıt verecek öncü nitelikler kazandırdı.
Britanya’nın ada olmasından gelen, rekabet ve çatışma alanlarından yalıtılmışlık
avantajı, dünyanın “uzak” bir köşesindeki çok daha büyük bir “ada” konumunda
olan ABD için de geçerliydi.
Sömürgecikten emperyalizme, Avrupa siyasal yapısının oluşumu imparatorluk-
lardan ulus devletlere giden bir güzergâhta ilerledi. Bu yol, çok önceden 1648
Westphalia Barışı ile açılmıştı. Bu anlaşma ile, devletlerüstü değil devletlerarası
dengelerle belirlenen uluslararası hukuk ve ilişkiler sisteminin ilk adımı atılmıştı.
Devlet sınırlarını gösteren ilk haritalar bu tarihten sonra çizilmeye başlandı.
Westfalya Barışı ile ortaya çıkan yeni dünya yönetim sistemini aşağıdaki alıntı
iyi özetliyor:
Artık egemen devletler üzerinde bir örgütün veya yetkinin varlığı düşün-
cesi ortadan kalkmıştır. Bunun yerini, bütün devletlerin dünya ölçeğinde
bir siyasal sistem kurduğu veya Batı Avrupa devletlerinin her ne şekilde
olursa olsun tek bir siyasal sistem oluşturduğu düşüncesi almıştır. Bu yeni
sistem devletlerin üzerinde değil, devletlerarasında işleyen bir uluslararası
hukuka ve devletler üstü değil, devletlerarası bir güçle belirlenen güçler
dengesine dayanmaktadır.12
11 K. Marx ve F. Engels, Collected Works, Progress, Moscow and Lawrence and Wişshart, London 1975, c. 3, s. 212
12 Leo Gross, “The Peace of Westphalia, 1648-1948” 1968, Aktaran Giovanni Arighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, s. 77
77
Yaşayan Marksizm
III
13 Eric Hobsbawm, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Çeviren Vedat Arslan, Dost Yayınevi, 2.ci baskı, Ankara, Temmuz
2003, s. 131
14 Agy. s.133
15 Agy. s.147
78
Kriz ve Hegemonya
yalnızca 36 “yazar ve gazeteci” ile iki yüksek meslek sahibi üye bulunuyordu.16
Oyları artan partilerle üye sayısı büyüyen sendikalar dönemin tipik özelliğiydi.
Ancak isyan ve ayaklanma gündemde değildi.
İşçi sınıfı hareketi savaşla, özellikle de 1917 Ekim Devrim’iyle birlikte yeniden
devrimcileşti. 1918 başlarında Bolşevikler Almanya ile barış yapmak için çırpı-
nırken, siyasal grev, gösteri ve ayaklanmalar dalgası Viyana’dan Budapeşte’ye,
Çekoslovakya’dan Almanya’ya kısa zamanda tüm Orta Avrupa’ya yayıldı.
1918 Kasım’ında Almanya’da işçi devrimi patladı. 1918 Kasım devrimi gerçek
bir devrimdi. 1918 Kasım’ında, proletarya, burjuvaların herhangi bir direnişe
yeltenemeyeceği caydırıcı bir güce sahipti.
Daha 1917 Nisan’ında Berlin’de silah sanayinde çalışan 200 binden fazla işçinin
ekmek karnesindeki kısıtlamalara karşı greve çıkması, Ekim Devrimi’nin birin-
ci yıldönümüne rastlayan 8 Kasım 1918’de patlayan kitle hareketleri ve grevler,
Berlin’de 500 bin kişinin katıldığı grev, Kiel’deki donanma askerleri isyanı, isyan
ve grev dalgasının Hamburg, Hannover, Köln, Magdeburg, Münih, Stuttgart ve
Almanya’nın öteki önemli işçi bölgelerine yayılması, imparatorun çok güvendiği
Dördüncü Piyade Alayı’nın isyana katılarak Berlin’e girmesi, hükümetin düşme-
si, Berlin İşçi ve Asker Konseyi’nin 3 bin delegesinin üç SPD’li (Alman Sosyal
Demokrat Partisi) üç USPD’li (Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi) geçici
halk komiserini hükümet kurmakla görevlendirmeleri, bütün Almanya’yı işçi ve
asker konseylerinin sarması, ikili iktidar durumunun oluşması...
1918 Kasım Devrimi kısaca buydu. Alman Devrimi aralıklarla 1923’e kadar sür-
dü ama yenildiği tarih esas olarak 1919 başıdır.
İtalya’da 1920 Eylül’ünde 3,5 milyon işçi fabrikaları işgal ederek kendi komitele-
rini ve silahlı muhafızlarını oluşturdular. Hükümet ve işverenler güçsüzdü. Özel
faşist kuvvetler zayıftı. Kritik karar 11 Eylül’de Sosyalist Parti ve Emek Konfede-
rasyonu tarafından alındı. 409 bine karşı 591 bin oyla kontrol Konfederasyona
ve onun reformist önderlerine geçti. Başbakan Gioletti ile görüşmeler başladı. 19
Eylül’de, bir anlaşmaya varıldı; buna göre fabrikalar boşaltılacak, işçilere yüzde
20 ücret zammı ve işçi kontrolü hakkı verilecekti. Anlaşmanın özü fabrikaların
boşaltılmasıydı. İşverenlerin, hükümetin, polisin, silahlı kuvvetlerin yapamaya-
cağını sosyal demokrat reformist liderler yapmıştı.
Almanya’daki 1918 yükselişi, İtalya ve Avusturya’daki savaşkan ve kitlesel işçi ta-
arruzu dünya devrimi yönündeki umutları tazeledi. Tazeledi ama ne Almanya’da
ne de Avrupa’nın başka bir yerinde Ekim Devrimi’ni tamamlayacak, dünya dev-
riminin yolunu açacak yeni bir kopuş gerçekleşmedi.
Dünya devriminin tıkanması, buna karşılık devlet iktidarının sosyalistlerin eline
geçtiği, kapitalist gelişmişlik açısından geri ama toprakları, doğal kaynakları ve
16 Agy
79
Yaşayan Marksizm
insan gücüyle büyük tek bir ülkede bu iktidarı sürdürme çabaları uzun bir dö-
nem dünyadaki bütün ilişkileri birinci dereceden etkiledi.
Kapitalizmin anayurtlarında varolan düzeni tehdit eden sosyalist işçi hareketi
ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın üçte birini denetimine alan Sovyet
bloğu ABD hegemonyasını gerekli kılan dışsal koşullardı. Bu koşullar anlaşılma-
dan ABD hegemonyası anlaşılamaz.
Öte yandan, Birinci Dünya Savaşı’nın kendisi dünya ekonomisinin 1900’lerden
beri içine girdiği düşüşün sonucuydu. Savaşın sonunda, var olan dünya düzenine
meydan okuyan Almanya pençeleri sökülmeden durduruldu. Ama bu çatışma
nedenlerini daha da güçlendirdi. Artık, Avrupa’nın ve dünyanın bir siyasal siteme
sahip olduğunu söylemek bile güçtü. “Bu korkunç durumun tek alternatifi, ulusal
egemenliğin ötesinde, örgütlü güce sahip bir uluslararası düzen kurulmasıydı.”17
IV
17 Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, Çeviren Ayşe Buğra, İletişim Yayınları,3.
Baskı, İstanbul, 2003, s. 59
18 Haluk Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, İstanbul, 2006, s.225-227
80
Kriz ve Hegemonya
81
Yaşayan Marksizm
tirmede dev adımlar attığı “fırsatlar ülkesi” bir “yeni dünya”ydı; tüm dünyanın
örnek alacağı bir gelişme ve zenginlik “modeli”ydi.
Doların dünya parası konumu kazanması, askeri nükleer ve teknolojik üstünlük,
ABD kökenli tekellerin dünya ekonomisinde artan ağırlığı ABD hegemonyası-
nın köşe taşlarını oluşturdu.
ABD’nin 1945’ten sonra dünya sistemi içinde kazandığı konum tam da “hege-
monya” kavramıyla, bu kavramın kök anlamıyla tutarlı olarak adlandırılacak
özellikteydi. Emperyalist sistem, emperyalist ve bağımlı ülkeleriyle hiyerarşik bir
diziliş içinde, ama siyasal açıdan özerk öğelerden oluşuyordu. Bu yeni tipten hi-
yerarşik ilişki, sömürge tipi ilişkilerden farklıydı. İkincisi, emperyalist/kapitalist
sistemin karşısında bir rakip, bir alternatif olarak Sovyet blokunun varlığı, “or-
tak düşman” karşısında Lenin’in sınıf mücadelesi/devrim stratejisi bağlamında
geliştirdiği hegemonya kavramını anıştıran bir taraflaşma, saflaşma yaratıyordu.
Hegemonyanın sömürge tipi egemenlikten, ya da bir ülke içindeki sınıf diktatör-
lüğünden farkı, yalnızca birincinin ikna ve rızaya, ötekilerin çıplak zor ve şiddete
dayanması değildir. Hiçbir erk, hiçbir önderlik, hiçbir yönetim geçici durumlar
dışında yalnızca zor ve şiddetle ayakta duramaz. Hepsi, dönemlere, durumlara,
sınıf mücadelesinin düzeylerine göre değişen ölçülerde rıza ve ikna yöntemlerini
kullanırlar. Hükmedilenlerin hükmedenler karşısındaki pasifikasyonu, sömür-
geci ya da sömürücü boyunduruğa sessizce boyun eğmeleri sömürgecilikten gü-
nümüze tüm egemenlik ilişkilerinde vardır.
Hegemonyanın öteki egemenlik ilişkilerinden farkı, birliği, birimi oluşturan öğe-
lerin hukuksal-siyasal özerkliği ve birliğin bir arada durmasında çimento işlevi gö-
ren ortak çıkarların varlığıdır. Hegemonyacı, sistem ya da birliği oluşturan öteki
öğelerden üstün, baskın olandır. Güç burada da, son çözümlemede belirleyici ol-
makla birlikte bu gücün öteki öğelere her durumda, açık zor ve şiddet olarak uygu-
lanması gerekmemektedir. Çünkü hegemonyacının gücü, iç dengeler korunduğu
sürece ağırlıklı olarak içe değil, dışa dönüktür. Hegemonyacı güç, sistemin sürek-
liliğini ve ortak çıkarlara uygun işleyişini sağlayarak, hegemonyayı kabul edenlere
de hizmet etmektedir. Öyleyse, hegemonyanın devamı, bir bütün olarak sistemin
ve bileşenlerinin ortak çıkarlarının devamına bağlıdır. Hegemonyacı-hegemonya
altına alınan ilişkisi sembiyotik bir ilişkidir. Hegemonyacı olan bu ilişkiden arslan
payını, senyoraj hakkını, daha fazlasını alacaktır; ancak ilişkinin sürmesi bu payın
sistemin işleyişini aksatacak, öteki öğelerin kaldırma (tolere etme) kapasitelerini
aşacak noktaya gelmemesini gerektirmektedir. Gelirse, ilişki şu ya da bu biçimde,
şu ya da bu yöntemle sorgulanacak, er ya da geç başkalaşacaktır.
82
Kriz ve Hegemonya
1991’den sonra bu süreç iyiden iyiye hızlanmış, 2008 buhranıyla birlikte varlığı-
nın sorgulandığı kritik bir evreye girmiştir.
Bu süreçle ilgili olarak, daha önce birçok Marksist yazar tarafından ortaya ko-
yulan saptamaları uzun uzun yinelemeyeceğim. Terminolojik tercihler ve önü-
müzdeki sürecin yönü ve hızı ile ilgili öngörü farklılıkları bir yana, ABD hege-
monyasının ekonomik ve ideolojik temellerinin çözüldüğünde, siyasal-askeri
üstünlüğünün ise devam ettiğinde görüş birliği var.
ABD ekonomisi
ABD, hâlâ dünyanın en büyük ekonomisi. Ama belirgin biçimde güç yitiriyor;
üretim artış oranları düşerken, tüketim artış oranları yükseliyor. 1929’dan önce
dünya sanayi üretiminin yüzde 44.5’ini ABD, yüzde 11.6’sını Almanya, yüzde
9.3’ünü İngiltere, yüzde 7’sini Fransa, yüzde 4.6’sını Sovyetler Birliği, yüzde
3.2’sini İtalya ve yüzde 2.4’ünü Japonya gerçekleştiriyordu.19
Günümüzde, ABD hâlâ en çok üreten ülke, ancak payı yüzde 45’ten yüzde 28’lere
düşmüş durumda. ABD giderek daha az üretiyor, ama daha çok tüketiyor. Üreti-
mi artırmadan tüketimi artırmanın tek yolu üretenden almak, dışarıdan kaynak
aktarmaktır! ABD ekonomisi bugün çok büyük ölçüde dışarıdan aktarılan kay-
naklara bağımlıdır. İç tüketimle büyüyor; bu tüketim dünyanın başka yerlerin-
deki üretimin sürekliliğini sağlıyor ve oralarda üretilen ekonomik kaynak ya da
fazla ABD ekonomisini çeviriyor.
Ekonominin siyasetten bağımsızlığını, piyasanın kendi kendine mükemmel bi-
çimde işlediğini vazeden tezlerin gerçek dışı ve geçersiz olduğunun en iyi kanıtı,
ABD ekonomisinin salt ekonomik olmayan düzeneklerle sürdürülüyor olmasıdır.
Sermayenin tek dünya pazarındaki hareketi, kâr oranlarının düşmesi, dünya ça-
pında “sermayenin malileşmesi” yönünde nesnel bir dürtü yarattı. Üretimdeki
tartışılmaz egemenliğini yitiren ABD, sermayenin bu nesnel eğilimine stratejik
bir yönelişle yanıt vermeye çalıştı. Bu, aynı zamanda derinleşen hegemonya kri-
zine verilen bir tepkiydi. 1980’den bu yana, sermayeyi malileştirme ABD Hazi-
nesi, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) ve diğer mali kurumlar
aracılığıyla ABD hegemonyasının rehabilite edilmesini amaçlayan bir strateji
haline geldi. ABD bu stratejide geçici bir başarı sağladı. Ancak finans alanı en
sonunda üretime bağlı olduğu için, bu başarının sürekli kılınması olanaksızdı.
Böylece yakın zamanlara kadar Almanya ve Japonya’nın fazlalarıyla kapatılan
ABD açıklarını dış ticaretleri fazla veren Çin başta olmak üzere Asya’nın “yükse-
len” ekonomileri karşılamaya başladılar.
2000’den sonra ABD ekonomisinin en belirgin özelliği, iç ve dış dengelerin, yani
kamu ve ödemeler dengesinin birlikte bozulması ve ABD’nin tarihindeki en
büyük kamu ve dış ticaret açıklarıyla yüz yüze kalmasıdır. Bu soruna bulunan
19 Emmanuel Todd, The Breakdown of the American Order/AFTER EMPİRE, Translated by C. Jon Delogu,Columbia
University Press, New York, 2003, s.64
83
Yaşayan Marksizm
çözüm ise son derece yalındır: Dış açıkları, çoğu zaman ekonomik olmayan araç-
larla dünyaya finanse ettirmek!
1950’den bu yana ABD’nin uluslararası güçlü paralar ve altın cinsinden rezerv-
leri sürekli olarak düşüyor.
Dolar bu koşullarda ekonomik olmaktan çok siyasal bir araç kimliği kazandı.
Toparlamak gerekirse, 2007 başlarında ABD ekonomisi son derece kırılgan, gi-
derek daha az oranlarda üreten, tüketimini borçlanarak sürdüren, dünyanın en
borçlu, en yüksek cari açıklara sahip, kredi köpüklerinin büyüklüğü nedeniyle
kriz ve durgunluğa en açık ekonomisiydi.
Türkiye’deki Bağımsız Sosyal Bilimcilerin daha 2005 yılında belirttikleri gibi, sü-
reç “ABD için bu kadar borcun, Asya için ise bu kadar alacağın fazla geleceği” bir
kırılma noktasına doğru yol alıyordu.20 Dolar değer yitiriyor, düşen iç talep ABD
ekonomisini durgunluğa ve küçülmeye sürüklüyor; zincirleme etkiyle ihracatçı
ülke ekonomileri bu durumdan olumsuz etkileniyordu. Bütün bunlar ABD ve
onun üzerinden dünya ekonomisinin son derece kırılgan ve krizlere gebe du-
rumda olduğunun belirtileriydi.
2007-2008 krizi ABD ve dünya kapitalist ekonomisinin kırılganlığının pratik
doğrulanmasıdır. Büyük buhranın merkez üssü, sistemin de merkezi olan ABD
oldu. Kriz, ekonomik dinamizmi aşınmış, kâr oranları düşmekte olan, mali ser-
maye köpüğünün akıl almaz boyutlar aldığı hegemonyacı ülkede patlak verdi.
Buhranın dünyasal ve aynı zamanda bir hegemonya krizi içeriğinde seyretme-
sinin önemli nedeni budur. ABD ekonomisiyle ilgili son ekonomik veriler eli-
nizdeki derginin başka yazılarında var. Bunlara girmiyorum. Özetin özeti birkaç
sonuç: ABD bugün ülke ve hane halkı olarak dünyanın en borçlu, ekonomisi
devasa cari açıklar veren, giderek daha az ürettiği gibi, giderek daha az tasarruf
eden, halkı giderek daha az kazandığı halde kazandığından fazla tüketime prog-
ramlanmış bir ülkedir.
ABD ekonomisiyle dünya buhranı arasında, kâr oranlarının düşmesi ile ABD
hegemonyasının çözülmesi arasında bire bir ilişki var. Bu ikili krize tepki ola-
rak ABD’de sermayenin bugüne dek görülmemiş ölçeklerde malileşmesi ise krizi
tetikleyen esas nedendir. Özetle yazmak gerekirse, sermaye grupları arasındaki
rekabetin şiddetlenmesi ve sermayenin malileşmesindeki devasa büyüme, ikisi bir-
den son krizin ateşleyicileri oldular.
ABD hegemonyasının yalnız ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik, siyasal ve
kültürel temelleri de çöküyor. ABD’nin “demokrasi”nin, zenginliğin, gelişme-
nin, fırsat eşitliğinin evrensel temsilcisi bir yeni dünya olduğu imajı dünya halk-
larının gözünde çok ciddi biçimde sarsılmıştır.
20 Bağımsız Sosyal Bilimciler, “2005 başında Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yaşamı üzerine değerlendirmeler/Kapitalist
dünyanın hegemon gücü olarak ABD ekonomisindeki gelişmeler”, Mart 2005, (http://www.bagimsizsosyalbilimciler.
org/Yazilar_BSB/BSB2005Mart.pdf)
84
Kriz ve Hegemonya
21 Z. Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, Çeviren Haluk Menemencioğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,
Aralık 1994, s. 114-119
22 Z. Brzezinski, İkinci Şans, Çeviren Yelda Türesi, Inkılap Kitap, İstanbul 2008, s.187
23 Agy, s.200
24 Agy. s.211
85
Yaşayan Marksizm
25 Emmanuel Todd, The Breakdown of the American Order/AFTER EMPİRE, Translated by, C. Jon Delogu, Columbia
University Press, New York, 2003, s.195
26 Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, s. 118
86
Kriz ve Hegemonya
rine, krizin ve hegemonya savaşlarının gidişine bağlı bir öngörü olarak, ABD’de
de sınıf mücadelesinin kendine özgü biçimler alarak yükseleceğini, keskinleşe-
ceğini, ABD içindeki sınıf mücadelesinin ABD hegemonyasının çözülüşüne etki
yapacağını düşünmek, bu etkeni de çözümlemelere katmak gerekiyor.
VI
27 K. Marx-F. Engels, “Alman İdeolojisi Feuerbach”, Sol Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 2004, s.114
28 Agy. s. 116
87
Yaşayan Marksizm
Bugün içinden geçmekte olduğumuz “geçiş dönemi”, “ara dönem”in temel eği-
limlerinden biri, sermayenin ulus devleti aşan hareketi ve bunun çeşitli düzeyler-
de yol açtığı yeni çelişki ve gerilimlerdir.
Devletsiz bir kapitalizm ve emperyalizm konu dışıdır.
On dokuzuncu yüzyılın ulus-devlet dalgası, mantığı gereği “ulusal pazar”ın in-
şasına, iç siyasal yapının güçlendirilmesine öncelik veriyordu. Adındaki “ulus”,
“ulusal” sözcüğüne rağmen ulus-devlet esas olarak ülkesel (teritoryal) ve siyasal
bir varlıktı ve bu durumuyla emperyalist gereksinmelere uygun bir temel ya da
araç oluşturmuyordu. Ulusal sermayeler, ulusçuluk ve ırkçılık aşısıyla kendile-
rini emperyalist yayılmanın gereklerine uygun aktörler durumuna getirdiler.
Böylece, ulus ve ulus-devlet temelli burjuva emperyalizmleri ortaya çıktı: İngiliz,
Fransız, Hollanda, Alman, İtalyan emperyalizmleri...29 Emperyalistler arası reka-
bet ve çatışma iki büyük dünya savaşına yol açtı.
Şimdi bu geleneksel ulus-devlet emperyalizmleri ve genel olarak da devletlerarası
ilişkiler temelinde kurulmuş uluslararası düzen değişiyor. Bu son derece çelişkili
ve sürüngen bir süreçtir. Çünkü değişikliğin temel aktörü ulus/ülke-devletlerdir
ve olumlusundan çözüme gitmeyen her süreç gibi bu da sancılı, engelli bir yolda
zikzaklarla ilerlemektedir.
En başta, kapitalist üretimin, sermayenin hareketinin, artı-değerin gerçekleş-
mesinin, işgücü sömürüsünün dünya ölçeğinde, devlet örgütlenmesinin ise esas
olarak hâlâ ülkeler ölçeğinde olması, bu durumun kendisi yeni çelişkilerin kay-
nağıdır: Sınıf ve iktidar mücadelesinin optimum siyasal birimi ulus ya da ülke
devlettir. Öte yandan dünya tekelci sermayesi bugün ülke devletleri ekonomik/
siyasal egemenliği sınırlanmış alt birimler olarak yeniden yapılandırmak istiyor.
Tekelci sermayenin çıkarı ile “ülke çıkarı” birbirinden ayrılıyor. Emperyalist
devlet, dünyanın paylaşımının ve giderek daha da artan eşitsizlikleri dayatma-
nın en önemli aracı olmaya devam ediyor. Ancak artık esas olarak teritoryal bir
yayılmanın değil, sermayenin zaman ve mekân olarak sınırsız hareketinin, de-
rinliğine nüfuz etme etkinliğinin aracıdır. Dünyanın neresinde, hangi ülkesinde
olursa olsun tekelci sermaye grupları arasında, ülke-devletlerle bağlı ve sınırlı
olmayan, tümüyle kendi dinamik ve inisiyatiflerine bağlı organik bir bütünleşme
gerçekleşiyor. Emperyalizmin bağımlı ülke devletlerini kendi teritoryal alanın-
da iktidarsızlaştırma, etkisizleştirme, bu ülkeleri sömürgeci yöntemlerle çekip
çevirme uygulamaları ile birlikte düşünüldüğünde ise bu bütünleşme, öncelikli
amacı kendi ulusal pazarını elinde tutmak olan “ulusal burjuvazi” vb. katego-
rilerin tarihe karışması anlamına geliyor. Öte yandan, ülke-devletleri yeniden
sömürgeleştirmek de kendi iç çelişkisini doğuruyor.
Devlet hâlâ ama giderek azalan oranlarda, sermaye için kârlı olmayan ekonomik
alanlarda etkinlik gösteriyor; kapitalist devlet her zaman güçlük içindeki tekelci
29 David Harwey, Yeni Emperyalizm, Çeviren Hür Güldü, Everest Yayınları, İstanbul, Kasım 2004, s. 39
88
Kriz ve Hegemonya
işletmeleri destekliyor; kamu varlıkları bir tür ilkel birikim yöntemi sayılacak el
koyma uygulamalarıyla tekellere peşkeş çekiliyor; su gibi doğal kaynaklar dev-
let eliyle meta haline getiriliyor; tekelci devlet kendisine ait varlık ve işletmele-
ri, kamu hizmeti kavramına giren işlevleri özelleştirirken, kapitalist işletmelerin
zararlarını yalnız içinden geçmekte olduğumuz büyük krizde değil her zaman
topluma yüklemek üzere kamulaştırıyor vb.
Devlet, sermaye birikiminin sürekliliğini güvence altına alan, sermaye grupları
arasındaki rekabette taraf olan, tüm bu süreçlerin yönetilmesinde önemli roller
oynayan siyasal örgütlenme olmaya devam ediyor.
Yaşanmakta olan asla bir devletsizleşme süreci değildir.
Yaşanmakta olan sermayenin ülke devletleri aşan hareketinin sonucu olarak
devletlerarası düzenin, hiyerarşi ve hegemonya ilişkilerinin içsel yapısının de-
ğişmesidir.
Tüm devletler, tekelci sermayenin, dünya mali oligarşisinin istek ve çıkarlarına
bağlı olarak yeniden yapılanıyor. Bu değişimin itici gücü, kapitalin ve kapitaliz-
min nesnel gelişiminin olgunlaştırdığı iki başat eğilimdir.
Bir: Artık üretken sermayenin hareketi ulus ya da ülke devlet mekânına bağımlı
olmaktan çıkmıştır. Yeni bir sermaye birikim sürecine geçişin, önceki birikim
süreci ile kimi zaman uzlaşarak, kimi zaman çatışarak ilerlemesi, geçmişten kalan
ilişkilerin yeni uluslararası işbölümüyle yeni biçimlere bürünmesi başat eğilimin
egemen olma hızını etkiliyor, ancak yönünü ve uzun erimde sonuç yaratması
kaçınılmaz nesnelliğini ortadan kaldırmıyor.
İki: Kapitalizm, rekabetin ağırlıkla ülke devletler üzerinden yürütüldüğü bir
sermaye birikim sürecinden, ülke devletlerin yalnızca “ülke” menşeli tekellerin
değil, genel olarak sermayenin, çokuluslu tekellerin rekabet koşullarının, çıkar-
larının gözetildiği bir zemine dönüştüğü bir evreye ilerliyor.
Evet, sermayenin hareketi ulus/ülke devletleri aşıyor. Artık tekelci sermaye grup-
ları asla “bir ülke ekonomisine ait”, ona bağımlı, o ülkeyle kaim değiller. Tersi-
ne, artık yalnızca bu sermaye gruplarının sicil kaydı bakımından bağlı oldukları
ülkeler değil, bütün ülkeler, bu büyük, çokuluslu, ulusötesi sermaye gruplarına
aittir. Sermaye ülkelere değil, ülkeler sermayeye aittir! Dolayısıyla yalnızca dünya
pazarının varlığı değil, sermayenin büyüklüğü ve hareketinin vardığı düzey de
mevcut ülkelerarası/ devletlerarası ilişkiler zeminini aşıyor.
Tekrarlayalım, “tek”,“süper”, “ultra” sermaye ve bu kavramlarla anlatılacak, içinde-
ki çelişkileri söndürmüş bir kapitalizmden söz etmiyoruz. Birden çok sermayenin
olmadığı, bunlar arasında rekabetin yaşanmadığı bir durum kapitalizm değildir.
Sonuç olarak, emperyalizmin yeni evresindeki yeni ve önemli çelişkilerden biri,
sermayenin ulus/devlet sınırlarını aşan hareketi ile mevcut ulus/ülke devletler
gerçekliği arasındadır.
89
Yaşayan Marksizm
Yol açacağı siyasal sonuçlar ve sınıf mücadelesi açısından bizi doğrudan ilgilen-
diren en kritik saptama budur. Ulus devlet modelini aşan yeni bir burjuva devlet
modeli oluşturulana dek bu gerçek değişmeyecek, ulus ya da ülke devlet sınıf ve
iktidar mücadelesinin optimum siyasal birimi olmaya devam edecektir. Bu nok-
tada herhangi bir belirsizlik yoktur. Çelişki ise duruyor.
Yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenler bu çelişkinin uzun, hattâ orta erimde
ABD’nin hegemonyacı konumunu onarıp güçlendirmesiyle ya da ABD’nin bu-
güne dek yerine getirdiği işlevi üstlenecek yeni bir gücün hegemonyacı konu-
ma yükselmesiyle çözülmesini olanaklı kılmıyor. İçerik değişmiştir; ilişkilerin
“hukuk”u ve biçimi de değişecektir. Emperyalist kapitalizmin başat eğilimi budur.
Bugünkü dünya durumunun ortaya koyduğu gerçek öz olarak şudur: ABD’nin
ya da bir başka ulus devletin hegemonyası, ABD’nin ve düşünülecek herhangi bir
hegemonya adayının gücünden de bir ölçüde bağımsız olarak, dünya kapitalist
sisteminin bugünkü gereksinmelerine yanıt verecek bir model olmaktan çıkmak-
tadır. Dünya sisteminin nesnel isteği bugün yalnız mevcut ülke-devletlerarası
ilişkiyi değil bu ilişkinin bir ürünü olan “hegemonyacı” devlet kavramını da aşan,
uluslararası/uluslarüstü siyasal biçimler, örgütlenmeler istiyor.
Başat eğilimleri seçmek, önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak kimi zaman pa-
radoksal olgu ve adımları büyük fotoğraf içindeki yerlerine yerleştirmek, geçici
ve arızi etmenlerle, gelişmelere yön veren daha kalıcı dinamikleri ayırt etmek,
mücadele yolunu aydınlatmak için gereklidir.
Başat eğilimlerin, karşıt etki ve eğilimler içinde kendini hangi hızla, hangi biçim-
lerde, nasıl bir süreç içinde gerçekleştireceğini bugünden bilemeyiz.
Bu kayıtla, maddi ilişkilerin içeriğindeki değişikliklerin, önümüzdeki orta ve
uzun dönem için kabaca iki seçeneği sivrilttiğini öngörebiliriz: Bir; ABD’nin, bu
iş için gerekli ve yeterli bir “dünya” savaşı ile tek devletli dünya diktatörlüğünü
kurması. İki; Dünya tekelci sermayesinin gereksinmelerine yanıt verecek, somut
biçim ve ilkelerini bugünden bilemeyeceğimiz dünya çapında kolektif, anonim
bir yönetim sisteminin oluşturulması. Bu ikinci seçeneğinde, sermaye grupları ve
ülke devletlerin yarın masa başına oturup uzlaşmalarıyla yaşam bulması olanak-
lı değil. Bu seçenekte, sermaye grupları ve emperyalist güçler arasındaki savaş-
reform, entegrasyon-rekabet-çatışma eksenlerindeki çelişki ve çatışmaların bir
tür bileşkesi olarak biçimlenebilecektir.
Brzezinski “küresel istikrarın birinci şartının Amerikan gücüne daha fazla da-
yanmak” olduğunu kaydettikten sonra, dayatmacı değil, bağlaşıkların ortak-
lığı ve uzlaşmasıyla yürütülen bir liderliğin “iki seçenekli” bir hegemonyaya
dönüşmesi gerektiğini, bunun için de kendi ulusal çıkarlarının yanı sıra ahlâki
bir adalet duygusundan da türeyen uzun vadeli bir anlaşmaya ihtiyaç olduğunu
yazıyor.30 Ne var ki, bu sözler, ne yazarın ne de önemli ölçüde sözcülüğünü yap-
30 Z. Brzezinski, Tercih, Çeviren Cem Küçük, Inkılâp Kitabevi, İstanbul 2005, s. 263
90
Kriz ve Hegemonya
tığı ABD’nin dünyanın öteki “ortak”larla birlikte yönetileceği bir uzlaşmaya razı
olduğu anlamına hiç gelmiyor. Brzezinski şöyle devam ediyor:
Ortak çıkarlardan oluşan küresel topluluk dünya yönetimi ile karıştırıl-
mamalıdır. Dünya yönetimi tarihin bu evresinde geçerli bir amaç değildir.
Amerika bağımsızlığını, ortak bir hükümet için gerekli anlaşmadan yok-
sun bir dünyada, ulusal üzeri bir otoriteye vermeyecektir, vermemelidir.
Şu anda, ancak uzaktan idare ile mümkün olabilecek ‘tek dünya yönetimi’
Amerikan diktatörlüğü olabilir ve bu da dengesiz ve son derece kendini
yok edecek bir girişim olacaktır. Dünya yönetimi ya boş bir hayal ya da
kâbustur. Ancak gelecek nesiller için ciddi beklenti değildir.31
ABD’nin savaşmadan geri çekilmesi düşünülemez. ABD hegemonyasının çatış-
masız, savaşsız bir biçimde masa başında yenilenmesi, ya da sona ermesi olanak-
sızdır.
ABD hegemonyasının çözülmesi emperyalistler arası çatışma ve mücadeleleri kı-
zıştırıyor. Bölgesel, bir tarafında emperyalist güçlerin yer aldığı emperyalist savaş
olasılıklarını güçlendiriyor.
Bütün bunlar, büyük buhranın ve hegemonya krizinin entegrasyonla çatışma-
nın, savaş ve reform yöntemlerinin iç içe yürüyeceğini haber veriyor.
VII
31 Agy. s.263-264
91
Yaşayan Marksizm
yaptı. “Her biri dünya ölçeğindeki sermaye birikim süreçlerinin başlıca kurumla-
rı ile yapısının” birliğiyle nitelenen dört sistemik birikim dairesi tanımladı:
On beşinci yüzyıldan on yedinci yüzyılın başlarına kadar bir Ceneviz da-
iresi; on altıncı yüzyılın sonlarından yaklaşık olarak on sekizinci yüzyılın
sonuna kadar bir Hollanda dairesi; on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından
yirminci yüzyılın başlarına kadar bir İngiliz dairesi; on dokuzuncu yüzyı-
lın sonlarında başlayan ve günümüzdeki mali genişleme aşamasına değin
süren bir Amerikan dairesi.32
Bu birikim dairelerine sırasıyla Venedik, Hollanda Birleşik Eyaletleri, Birleşik
Krallık ve Birleşik Devletler önderlik etmişlerdi. 33 Öncekiler için daha çok “ön-
derlik” terimini uygun bulan Arrighi Britanya ve ABD için “hegemonya” kavra-
mını kullandı. Arrighi beş yüz yıllık kapitalist yayılmanın aynı zamanda, “dünya
ölçeğinde sermaye birikiminin toplumsal ve siyasal ortamını denetim altına al-
mak için daha büyük ve karmaşık örgütsel güçlerle donanmış siyasal yapıların
kuruluşu ile” ilişkili olduğunu yazdı. 34
Arrighi, 1994’te Pirenne ve Braudel’e atıfla “yeni bir kapitalist gelişme aşaması-
na her geçiş(in), dünya ölçeğinde sermaye birikimi süreçlerinin önderliğinde de
bir değişiklik” gerektirdiğini, “kapitalist dünya-ekonomisinin hâkim tepelerinde
meydana gelen her nöbet değişimi(nin), ‘yeni’ bir bölgenin ‘eski’ bölge üzerinde
‘zaferini’ “yansıttığını”, “ … bir nöbet değişikliği ve yeni bir kapitalist gelişme
aşamasına gelip gelmediğimizin henüz açık olmadığını”, ancak ABD’nin temsil
ettiği ‘eski’ bir bölgenin yerini, ‘dünya ölçekli sermaye birikim süreçlerinin en
dinamik merkezi olan “yeni” bir bölgeye (Doğu Asya) terk etmiş olması(nın)
çoktan bir gerçeklik halini” aldığını yazdı.35 Japonya, Çin, Güney Kore, Tayvan,
Hong Kong, Singapur’dan oluşan Doğu Asya ülkelerini ve ilişkilerini genel ola-
rak, Japonya’nın durumunu daha yakından inceledikten sonra şu sonuca vardı:
Japonya’nın dünya gelir ve nakit toplamından giderek daha büyük bir payı
elde etme hızının ve kapsamının çağdaş dünya ekonomisinde bir eşi daha
yoktur. Bu hız ve kapsam, Japon kapitalist sınıfını, her biri sistemik ser-
maye birikimi süreçlerinin yeni önderleri olarak kendi büyük sıçrama dö-
nemlerinde bulunan Cenevizli, Hollandalı, İngiliz ve Amerikalı kapitalist
sınıfların gerçek mirasçısı biçiminde kendi kategorisi içine yerleştirdi.36
“… Japonya önderliğinin gerçekten beşinci bir sistemik birikim dairesine dönü-
şüp dönüşmeyeceği”37nin kesin olmadığını belirterek ihtiyatlı bir dil kullanmış
olsa da Arrighi 1994’te yeni hegemon güç adayı olarak Japonya’yı gösteriyordu.
Arrighi, “Amerikan birikim rejiminin krizinin”, üç olası sonucundan söz edi-
32 Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, Çeviren. Recep Boztemur, İmge Kitabevi, Ankara, Mayıs 2000, s. 23
33 Agy. s. 33
34 Agy
35 Agy. s. 489-490
36 Agy. s. 494
37 Agy.
92
Kriz ve Hegemonya
yordu: Bir: “… eski merkezlerin tarihin gidişatını durdurması”, yani ABD he-
gemonyasının bir biçimde devam etmesi. İki: “eski nöbetçinin kapitalist tarihin
gidişatını durdurmada başarılı olamaması”, yani Japonya önderliğindeki Doğu
Asya sermayesinin “sistemik sermaye birikim süreçlerinde hâkim bir konumu”
işgal etme durumuna gelmesi.38
Arrighi, Türkçesi bu yıl yayımlanan Adam Smith Pekin’de kitabında, Doğu
Asya’nın yeni birikim dairesinin merkezi olacağı görüşünü korumakla birlikte
Japonya ile ilgili görüşlerinde revizyona gitti.
Burada parantezi kapatıp bu yazının temel tezini bir kez daha anımsatarak devam
edebiliriz: Dünya sisteminin bugünkü önderlik ve siyasal örgütlenme sorunu bir
hegemonyacı güç düşerken, yenisinin onun yerini alması yalınlığında değildir.
Öte yandan, büyük buhran ve onunla birlikte daha da ağırlaşan hegemonya krizi
sürerken, dünya ekonomi ve siyasetinin yükselen gücü Çin’in hegemonyanın el de-
ğiştirmesi biçiminde olmasa bile bir yeni dünya düzeninin oluşmasındaki olası rolü
hakkında kimi kısa saptama ve tezler öne sürmeden bu yazıyı sonuçlandıramayız.
Çin, bu ülkenin nüfus ve coğrafya ölçekleri gibi büyük ve boyutlu bir konu. Bu
yazıda kısa ve genel saptamalar yapmakla, kimi tezler öne sürmekle yetineceğim.
Önce, bir parantez daha açıp Çin toplumunun ve devletinin niteliğiyle ilgili not-
lar düşmem gerekiyor.
Çin, belki de tarihin tanıdığı, en hızlı ve özgün restorasyon süreçlerinin birinden
geçerek kapitalist dünya sisteminin en önemli ülkelerinden biri durumuna geldi.
Çin’in kapitalistleşmesinin bugün vardığı yer, bu ülkenin ekonomik ve toplumsal
bakımdan kapitalizm ve sosyalizm dışında bir “üçüncü yol”u temsil ettiği, hızlı
kapitalist dönüşümün 1920’lerde Lenin’in Rusya’da sosyalizm yolunda “sıçramak
üzere gerilmek” metaforuyla özetlediği Yeni Ekonomi Politika’nın (NEP) bugün-
kü koşullara uygun bir benzeri olduğu biçimindeki tezleri geçersiz kılıyor.
Arrighi, Brenner’e dayanarak, Çin’de İngiltere’nin aksine, “pazara dayalı kal-
kınmanın sınırsız bir karakter kazanmayışının” nedeni olarak, Çin’de doğrudan
üreticilerin üretim araçlarından kopmamasını, Marx’ın deyimiyle “ilkel birikim”
koşulunun gerçekleşmemesini gösteriyor. 39 Bu kuşkusuz tarihsel olarak tartışı-
labilir bir yaklaşımdır. Ancak, Arrighi burada durmuyor ve bugünkü Çin için
özgün ama kanımca yanlış bir saptama yapıyor:
Pazara dayalı kalkınmanın kapitalist karakterini belirleyen şey kapitalist
kurumlarla eğilimlerin varlığı değil, fakat devlet erkinin sermayeyle olan
ilişkisidir. Pazar ekonomisine istediğiniz kadar kapitalist ekleyin; devlet,
kapitalistlerin sınıfsal çıkarlarına tabi kılınmadığı sürece pazar ekonomisi
kapitalist olmayan bir nitelik arz eder.40
38 Agy.s.25
39 Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de, İngilizceden çeviren: İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, İstanbul, Ocak 2009, s. 82
40 Agy. s. 334-335
93
Yaşayan Marksizm
Çin’de devlet, bir seferde değil ama adım adım kapitalist pazarın, dünya kapi-
talist sınıfının ve giderek Çin kapitalistlerinin çıkarına tâbi kılınmıştır. Devlet,
kapitalistlerin devleti olmadan önce kapitalizmin devleti olabilmekte, kapitalist
birikimin koşullarını oluşturabilmekte, birikim sürecinin etkin öğesi rolünü oy-
nayabilmektedir. Gerekli koşul, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya çapında ege-
men olmasıdır. Bugün bu koşul fazlasıyla var. Organik dünya pazarı var.
Çin Komünist Partisi, 1979 yılında toplanan 3. Plenum’da “sosyalist piyasa
ekonomisi”ne geçme kararı aldı. 2001’de Çin Dünya Ticaret Örgütü’ne girdi.
2004 Kasım ayında yapılan Çin Komünist Partisi (ÇKP) 16. Kongresi’nde kapita-
list restorasyon yolunda önemli bir adım daha atıldı. Bu kongrede, kapitalistlerin
de partiye üye olabilmesi için gerekli tüzük değişikliği kabul edildi.
Böylece, Çin’de büyük bir hızla, kendine özgü bir ilkel birikim süreci ilerledi;
toprak ve emekgücü metalaştırıldı; yoksul Çin’in devrim sonrası gurur kaynağı
komünler tasfiye edildi; aile işletmeciliğine dayanan tarım yeniden yoksul köylü
üretmeye başladı; sanayide kamu sektörü, devlet işletmelerinin batırılması, özel-
leştirilmesi, yerli ve yabancı özel sermaye ile ortak girişimler (joint venture) ku-
rulması yoluyla yok edilmeye başlandı vb.
Richar Walker ve Daniel Buck’un belirttikleri gibi, “Kapitalizm evrensel öğelere
sahip bir sistemdir ama kapitalizme giden yol, tarihe, coğrafi ve siyasal durum-
lara göre farklı rotalar izleyebilir. Tıpkı bir virüs gibi, kapitalizm de bir yaşama
alanı (living host) olmadan var olamaz…” O halde, Çin karakteristiğinde bir ka-
pitalizmden söz edebiliriz. 41 Çin kapitalist sınıfı bu gelişme ve ilişkiler içinde
kendine özgü biçimde oluştu. Bu yeni burjuvazi, yolsuzluklar ve kamu işletme-
lerinin yöneticiliğinden kaynaklanan gücün kullanılması yoluyla oluşturulan ilk
sermaye birikimi yöntemleriyle aynı zamanda ülke dışındaki Çin burjuvazisiyle
yakın ilişkiler içinde gelişti. Hong Kong, Tayvan ve Makao’nun Çinli burjuvazi-
leri, Çin’de kapitalizmin gelişmesinde çok önemli roller oynadılar.
Üretim ilişkilerinin kapitalist bir karakter kazanması ile adı hâlâ “komünist”
olan bir partinin iktidar tekelindeki devletin sürmekte olması Çin’deki kapitalist
restorasyonun özgün ve çelişkili yönüdür. Kapitalist ilişkilerin egemen olduğu,
toplumun tepesinde ise bürokratik merkezi bir devletin bulunduğu bu özgün
durumun hangi gerilim ve gelişmelere yol açacağı önümüzdeki dönemde daha
açık görülecektir.
Parantezi kapatıp kapitalist Çin’in durumunu, konumuz açısından kısaca ince-
lemeye geçebiliriz.
Son yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti, dünya ekonomik tarihinin bir dizi rekorunu
üst üste kıran bir gelişme kaydetti. 1989-2006 arasında, ulusal geliri ortalama yüz-
de 9.5 oranında büyüdü. 2003-2006 arasında hiçbir yıl yüzde 10’un altına düşme-
di. Aynı dönemde Çin, ulusal gelirinin yüzde ellisini tasarrufa, yüzde 45-46’sını
41 Richar Walker ve Daniel Buck, “Çin Yolu”, New Left Review, 46, July/Aug 2007
94
Kriz ve Hegemonya
yatırıma ayırdı. Amerika’nın büyüyen dış açıkları ile Çin’in sürekli artan dış fazla-
sı bugünkü dünya ekonomisinin biri ötekini var eden, sürekli kılan bir özelliği ha-
line geldi. Çin, artık, ABD’nin en büyük dış alacaklısıdır. Çin’in 2.1 trilyon dolar-
lık resmi rezervlerinin tahminen dörtte üçü dolara bağlıdır. 800 milyar dolardan
fazlası doğrudan doğruya ABD Hazine bono ve tahvillerinden oluşmaktadır.42
Korkut Boratav, Çin’in son krizine kadar olan dönemde dünya kapitalist sistemi-
ne sunduğu yaşam öpücüğünü şöyle özetliyor:
1998-2007 arasında Çin ekonomisi, başta ABD olmak üzere emperyalist
sisteme ve dış dünyaya toplam 1.1 trilyon dolar dolayında net kaynak ak-
tarmıştır. Bu, Çin’in bu sürede yarattığı millî gelir toplamının yüzde 6’sını
oluşturuyor. Çin halkından “esirgenen” bir kaynak, ABD devletinin em-
peryalist yayılmacılığının ve Amerikalıların aşırı-israfçı tüketiminin sür-
dürülmesini sağlamıştır.43
Şu görüşü de yabana atmamak gerekiyor:
Çin ile Hindistan’ın dünyaya açılması ve ekonomik yükselişleri gerçekleş-
memiş olsaydı, sadece işçiler için değil, kapitalistler için de neolieralizmin
bedelinin çok yüksek olduğu görülebilir ve belki çok kısa bir uygulamadan
sonra bitmiş olabilirdi.44
Çin, kapitalist dünya ekonomisine yedek emekgücü ordusunu artırıp ucuzlata-
rak, Çinli işçilerin ürettiği artıdeğerin bir bölümünü emperyalist metropollere
aktararak, bu yolla oralarda kâr oranlarının düşmesini geçici olarak yavaşlatarak,
dünya ekonomisinin “üretim” motoru işlevi üstlenerek, biriktirdiği döviz rezerv-
leriyle ABD cari açıklarını finanse ederek paha biçilmez katkılar yapmıştır. Aynı
süreç, doğal ve kaçınılmaz olarak Çin’in dünya kapitalizmi tarafından asimile ve
bundan sonraki yaşamını kendine bağımlı hale getirme anlamında, deyim uy-
gunsa sembiyotize edilmesi süreci olarak işlemiştir.
Eşitsiz gelişmenin, arkadan gelene kazandırdığı hız ve avantajlara, ABD, Japon-
ya, Almanya’nın arkasından gelen dünyanın dördüncü büyük ekonomisi olma-
sına rağmen45 Çin, bugün ekonomik, siyasal ve askeri yönden dünya liderliğini
kaldıracak bir güce sahip değil.
Çin’in dev ve hâlâ bakir iç pazarının varlığını, Çin’in kriz koşullarında da büyüme-
sinin, aynı zamanda dünya krizinden çıkışın dinamiği olarak görenler var. Bunun
dünya sistemi için bir olanak olduğu teorik olarak kabul edilebilir. Ancak bu olana-
ğın zamansal, mekansal/ fiziksel ve sınıfsal bakımdan son derece kesin sınırları var.
Örneğin, bugün için ABD ile AB’nin iç pazarı verili rakamlarla Çin iç pazarının on
katı büyüklüğünde. Dünya ölçeğinde düşünürsek, bu büyük iç pazarın tıkanmasını
42 http://www.treas.gov/tic/mfh.txt
43 Korkut Boratav, “Kapitalizmin Krizi ve Çin”, soL, 22.02.2009
44 Minqi Li, Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü, Çevirenler: Aytül Kantarcı, Ercüment Özkaya, Epos
Yayınları, Ankara, 2009, s. 105
45 2008 verilerine göre, Japonya’dan sonra üçüncü. 2009’da öteki ekonomiler küçülürken Çin büyümeye devam ediyor.
95
Yaşayan Marksizm
VIII
46 Agy. s. 151
47 Immanuel Wallerstein, “Whose Century is the 21st Century?”, Commentary No. 186, 1 Haziran 2006
96
Kriz ve Hegemonya
Kaotik bir dönemden geçiyoruz. Dünya çapında bir hegemonya, önderlik, dene-
tim boşluğu oluşuyor. Sistemin kendisini kısa zamanda onaramayacağı bir çöküş
yaşaması, ya da bir toplumsal devrimle kapitalizmin yıkılması dışındaki olasılık,
kapitalizmin eski ilke, norm, ilişki ve yöntemleriyle kalınan yerden yola devam
etmesi değildir. Egemen sınıf eskisi gibi yönetemiyor; yönetemeyecektir.
Yaşam ise boşluk tanımıyor. ABD hegemonyasının dağılmasıyla oluşacak boşluk
yakın erimde, ABD’nin yerini bir başka süper gücün almasıyla doldurulacak gibi
görünmüyor. Çok daha büyük olasılık, boşluğun irili ufaklı birçok güç tarafın-
dan doldurulmaya çalışılacağı, küçük ama etkili/silahlı güçlerin yaşam ve geliş-
me alanı bulabileceği tam anlamıyla “kontrolden çıkmış bir dünya”dır. Böyle bir
dünyada, var olan, ancak kendi toprakları üzerinde egemenliği ciddi biçimde aşı-
nan ülke devlet ordularının ne olacağı, ne yapacağı üzerinde durulması gereken
ciddi bir sorundur. Bu, kendisini şimdilik en somut biçimde çözülmekte olan
Pakistan devleti ve onun nükleer silahlara sahip ordusu örneğinde gösteren ama
önümüzdeki dönemde başka coğrafyalarda da olabilecek bir gelişmedir. Ulus/
ülke devlete aidiyet bağı zayıflayan özerk silahlı kuvvetler kaotik dönemin olası
manzaralarından biri olacak gibi görünüyor.
Dönem aynı zamanda kritiktir. Çünkü bu evrede sorunun tarafı olan öğelerin
atacağı her adım, girişeceği her eylem yol açacağı sonuçlar bakımından olağan
zamanlardakinden daha farklı, kimi zaman yaşamsal sonuçlar doğuracaktır.
Teorik olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceği, nesnellikle ilişkileri içinde çok
farklı sonuçlara yol açabilecek bu adım ve eylemlere bağlıdır. Kaotik bir evrede,
doğru bir durum çözümlemesi yaparak, gerçek eğilim ve ilişkileri seçmek, geliş-
menin yönünü kavramak, güçleri buna göre seferber etmek devrimci amaç ve
eylemlilik açısından kritik önemdedir.
En başta, buhran koşullarında çözümün sınıf mücadelesi yöntemlerinde arana-
cağını söylemek, bugün sınıf mücadelesinin hâlâ geçerli birimi olan ülke devlet-
ler içinde, ABD’den Çin’e iç çatışma ve sürtüşmelerin yoğunlaşacağı anlamına
geliyor. Bugünkü güç dengeleri içinde, bu, emperyalist metropoller başta olmak
üzere, tüm dünyada ekonomik şiddetle, siyasal şiddetin iç içe geçeceği, milliyetçi,
otoriter/faşizan rejimlere yöneliş demektir. Francis Fukuyama, “Tarihin sonu”
derken acele etmişti. “Devlet İnşası” derken (2004) kapitalist sistem açısından
isabetli bir öngörüde bulundu. Devletin nerede küçültülüp, nerede büyütü-
leceğinin doğru ayırt edilmesi gerektiğinin altını çizdi.48 “Zayıf ya da başarısız
devletlerin dünyasında, güvenliğe duyulan ihtiyaçla, bu kurumların bu ihtiyacı
karşılama becerisi arasındaki açı”ya dikkat çekti.49 En etkin çözümün “tek bir
hiyerarşik örgütün sınırları içinde toplanması” olduğunun altını çizdi.50 Yeniden
“devlet” dedi.
48 Francis Fukuyama, Devlet İnşası, 21. Yüzyılda Dünya Düzeni ve Yönetişim, Türkçesi: Devrim Çetinkasap, Remzi
Kitabevi, İstanbul, Mart 2005, s. 17
49 Agy. s. 139
50 Agy. s. 61
97
Yaşayan Marksizm
51 Bknz. Ümit Tanışır- Ali İleri “Sermayenin sonsuz birikim sürecinin somut tarihsel ifadesi olarak dünya pazarı”, ….., s.
98
Kriz ve Hegemonya
Kapitalizm, yol açtığı sorunlar evrensel ortak bir aklı zorunlu kıldığı ölçüde, on-
ları denetim altına alamayan bir düzendir.
İnsanlığın evrensel yoksulluğu ve yoksunluğu kapitalizmin tarihsel sınırlarının
en özlü ifadesidir. Merkezinde sonsuz kâr güdüsünün bulunduğu, toplumsal ge-
reksinim kavramından boşanmış doğrusal üretim mantığının dünyayı içine sü-
rüklediği yaşamsal sorunların üstesinden ancak evrensel ortak bir aklı harekete
geçirme yetisine sahip başka bir uygarlık gelebilir. Bu uygarlık komünizmdir. 31
Temmuz 2009
99
Sermaye Çağının Sınırları
Kenan Kalyon
Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl adlı çalışmasının sonunda, kendisinin “kriz on
yılları” dediği geçen yüzyılın sonlarının sayısız belirsizliği ve hercümerci içinde,
bir tarihçi gözüyle, bazı eğilimleri saptamaya ve böylece gelecek hakkında kesti-
rimlerde bulunmaya çalışır. Saptadığı bazı eğilimleri sıraladıktan sonra, konuyu
şöyle bağlar:
Cehaletimizin ve ayrıntılı sonuçların belirsizliğinin oluşturduğu kesif
bulutun altında, yüzyılı biçimlendiren tarihsel güçlerin işlemeye devam
ettiğini biliyoruz. Geçmiş iki ya da üç yüzyıla hakim olan kapitalizmin
kaydettiği gelişmenin devasa ekonomik ve teknik sürecinin ele geçirdiği,
kökünden söktüğü ve dönüştürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bunun ad in-
finitum (sonsuza kadar-ç.n.) süremeyeceğini biliyoruz ya da en azından
böyle bir tahminde bulunmak akla uygundur. Gelecek, geçmişin bir deva-
mı olamaz ve gerek dışsal, gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına
ulaştığımızı gösteren belirtiler var. (...) Dünyamız hem dışa hem de içe
doğru infilak etme tehlikesiyle karşı karşıyadır.1
Besbelli, Hobsbawm her hangi bir krizden değil, bir tarihsel krizden söz ediyor
ve kapitalizmin sınırları -kendisinin hem içsel hem de dışsal olduğunu sezinlet-
tiği sınırları- sorununa anıştırmada bulunuyor.
Aslında, Hobsbawm’ın Marksist bir tarihçi sezgisi ve içgörüsüyle ulaştığı var-
gıya, Ernest Mandel, Marx’tan beri ihmal edile geldiğini düşündüğü bir görevi;
kapitalizmin hareket yasalarının ve çelişkilerinin serencamını sınıf mücadeleleri
bağlamında izleme görevini sırtlandığı Geç Kapitalizm’de zaten ulaşmıştı:
Kapitalist üretim ilişkilerinin bunalımı genel bir toplumsal bunalım ola-
1 E. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991, çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1995, s. 666
101
Yaşayan Marksizm
rak görülmelidir – yani tüm geç kapitalizm çağı boyunca işleyen tüm bir
toplumsal sistem ve üretim tarzının tarihsel gerilemesi olarak. Bu klasik
aşırı-üretim bunalımları ile ne özdeştir ne de onları dışlar.2
Sermayenin yüzleşmeye başladığı ekolojik kısıtlara sıkça dikkat çekmekle bir-
likte, esas olarak onun içsel sınırlarına odaklanan Mandel ile hem içsel hem de
dışsal sınırlar imasında bulunan Hobsbawm istisnai örnekler değil. Daha ya-
kın zamanlarda, Paul Burkett, bu içsel ve dışsal sınırlar ayrımını, kendisinin de
Mandel’e hak vererek var kabul ettiği “kapitalist ilişkilerin tarihsel krizi”ni daha
geniş ve görece farklı bir çerçevede yorumlayarak aşmaya çalıştı:
Bu tarihsel sınırlar, Marx’ın işaret etmiş olduğu aşırı birikim ve serma-
yenin karlılığının azalması yönündeki eğilimlerden daha fazlasını içerir.
Bu sınırlar, kapitalist ilişkilerin, kar için üretim ile insan ihtiyaçları için
üretim arasındaki yapısal çelişkisinin tarihsel olgunlaşması olan genel bir
krizini de kapsar. Söz konusu çelişki bir çok biçim alır, bu biçimler biri-
kim krizlerini de içerir, ama, sadece bu krizlerden ibaret değildir. Çevre
krizlerini kapitalist ilişkilerin bu tarihsel krizinin bir parçası olarak incele-
mekle kapitalizmden komünizme geçişte ekolojik çatışmaların oynayaca-
ğı potansiyel rol görülebilir.3
Vurguyu içsel ve dışsal sınırları tek bir çerçeve içinde kaynaştırmaya kaydır-
makla birlikte, Burkett’in yaklaşımının temelde Mandel’inki ile örtüştüğü açık:
Bir öngörü ve projeksiyon olarak değil, somut ve karşı karşıya kalınan bir sorun
olarak kapitalizmin sınırlarından, bu sistem tarihsel bir kriz evresine girmişse
söz edilebilir. Bu tarihsel krizin pek çok dışavurumu ve tezahürü olabilir ama
o bunlardan her hangi birine indirgenemez. Kapitalizm böyle bir evreye girmiş
durumdadır. Bu yazıda paylaştığımız ve çeşitli yönleriyle irdeleyip açımlamayı
deneyeceğimiz yaklaşım da budur.
İçsel ve dışsal sınırlar bahsinde, farklı düşünenler de yok değil. Örneğin, Gilles
Deleuze ve Felix Guattari, genelleşmiş meta üretiminin mantığının içinden ba-
kıldığında, yayılması ve derinleşmesi boyunca kapitalizmin karşılaştığı her sınırı
ve engeli yerinden etmeye muktedir olduğu, ama eninde sonunda doğal veya
dışsal bir sınıra toslayacağı görüşündedirler.
Hakeza, kapitalizmin sınırları etrafındaki tartışmanın kendisine değilse bile, içe-
riğine ve sürdürülüş biçimine, kantarın topuzu sermayenin hareket yasalarına ve
diyalektiğine kaydığı, böylece iktisadi belirlenimci veya kıyametçi bir geçiş bek-
lentisine davetiye çıkarıldığı ve bunun uzantısı olarak kapitalizmden komünizme
geçişin gerçek süreçleri, dinamikleri, öncülleri ve hepsinden önemlisi de kurucu
pratikleri gölgelendiği iddiasıyla soğuk bakanlar ya da itiraz edenler de var. Son
zamanlarda pek çok çalışması Türkçe’ye çevrilen Antonio Negri bunlar arasında:
2 E. Mandel, Geç Kapitalizm, çev. Candan Badem,Versus Kitap, İstanbul, 2008, s. 751-52
3 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, çev. Ecüment Özkaya, Epos Yayınları, Ankara, 2004, s.215
102
Sermaye Çağının Sınırları
4 A. Negri, Marx Ötesi Marx, çev. Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.238
103
Yaşayan Marksizm
104
Sermaye Çağının Sınırları
105
Yaşayan Marksizm
şey olup bittikten sonra ve dolaşım alanın dolayımından geçmiş biçimde hük-
münü icra etmesi nedeniyle çeşitli sektör, işkolu ve kesimlerin eşitsiz gelişiminin
sermaye düzeninin tipik bir özelliği olduğunu unutmak, ister istemez kapitaliz-
min dengeleyici dinamiklerinin abartılması sonucunu doğurur.
Ancak, günümüzde tartışmanın odağının yeniden üretim şemalarından kâr oran-
larında eğilimsel düşüş yasasına doğru kaymış olmasının, bütün ihtilafları ortadan
kaldırmaya yetmediğini de belirtmek gerekiyor. Zira hem yasa çok farklı yorum-
lara konu olmaktadır hem de bütün önemine rağmen, uygun bir bağlama yerleşti-
rilmediği taktirde, bu yasaya tanınan öncelik, yine kolaylıkla kapitalizmin tarihsel
bunalımının tek nedenli ve dolayısıyla eksikli bir açıklamasına kapı aralayabilir.
Genel Bağlam
Bu girizgahtan sonra, şimdi içinden geçmekte olduğumuz “buhran” vesilesiyle,
kapitalizmin sınırları sorununu çeşitli açılardan irdelemeye, tarihsel maddeci-
liğin Marx tarafından Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de formüle
edilen en önemli ve iyi bilinen “yasa”sı ile başlayabiliriz:
Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o
zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da
bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine
ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, on-
ların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.9
Bu pasajın, üzerinde çok tartışılan ve özellikle Ekim Devriminin bir “erken do-
ğum” olduğu iddialarına dayanak oluştursun diye sıkça başvurulan bir devamı
da var:
(...) İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal olu-
şum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin
maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip
yerlerini almazlar.10
Ekim Devriminin bir “erken doğum” olduğu iddiaları, aslında konumuzla dolay-
lı biçimde ilgili. O yüzden, bir parantezi hak ediyorlar.
Bugünden ve sonuçlardan bakıldığında iddia sahipleri haklı gözüküyor. Ama
çoğu kez olduğu gibi, birçok nedenle bu görünüş aldatıcı.
İlkin, bizzat Lenin ve Bolşevikler Rusya’nın geriliğinin altını bir çok kez çizdiler;
gerçekleşmesi halinde, bir Alman Devriminin Rusya’yı her açıdan ikinci plana
düşüreceğini defaatle belirttiler.
İkinci olarak, iddia sahipleri, kapitalizmin sosyalizme geçiş için olgunlaşması
tespitinin, Lenin dahil, dönemin Marksistleri tarafından tek bir ülkeye bakarak
9 K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar I. Cilt içinde, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s.609
10 Age, s.610
106
Sermaye Çağının Sınırları
107
Yaşayan Marksizm
şiddetlenir. Hakeza, “yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri”, onların (ve buraya
dikkat) hiç yoksa “maddi varlık koşulları” eski toplumun bağrında veya yarıkla-
rında peydahlanmadan eskiye galebe çalamazlar. Öyle ya, daha üstün toplumsal
oluşum tamamen iradi, ihtiyari ve keyfi tercihlerle kurulacak veya gökten zem-
bille inecek değil.
Bütün üretim tarzları, tarihsel gelişmenin ve toplumsal evrimin çeşitli fazları-
nın arkada bırakılan bütün tipik evreleri bakımından geçerli bir genelleme veya
soyutlama olmakla birlikte, bu veciz ve özet ifadelerin en iyi feodalizmden kapi-
talizme geçiş için açıklayıcı bir çerçeve sunduğu tartışma götürmez. Bu da gayet
doğal. Zira, geçmiş söz konusu olduğunda, “yasa” kendi evrensel doğrulamasına,
tarihin ilk kez gerçekten tümleşik bir insanlık tarihi haline gelmeye başladığı ve
önceki görece durgun çağlarla kıyaslandığında görülmemiş bir ivme kazandığı
bu geçişin laboratuvarında kavuştu. Ayrıca, bu geçiş, “eski toplumun bağrında
çiçek açma”nın da ideal örneğini oluşturur. Komünist Manifesto bu durumu şöy-
le betimler:
O nedenle şunları görüyoruz: Burjuvazinin üzerinde yükseldiği temel olan
üretim ve mübadele araçları, feodal toplumda yaratıldılar. Bu üretim ve
mübadele araçlarının gelişiminin belli bir aşamasında, feodal toplumun
üretimde ve mübadelede bulunduğu koşullar, tarımın ve manüfaktür sa-
nayinin feodal örgütlenmesi, tek kelimeyle feodal mülkiyet ilişkileri, zaten
gelişmiş olan üretken güçlerle artık bağdaşmaz duruma geldiler; bir o kadar
ayak bağı oldular. Bunların parçalanmaları gerekiyordu; parçalandılar.12
Haddizatında, “tarihin yasalar”ı fiziğin yasalarına benzemezler. Özünde onlar
hep “eğilimsel yasalar”dır; bir dizi gelgitin, bir dizi saptırıcı ve çelici etkenin,
bir dizi farklı olasılığın içinden veya arasından geçerek, bazen adeta yeraltından
kendilerine yol açarak “son tahlilde” hükümlerini icra etmeleri ve böylece tarihe
belirli bir tutarlılık kazandırmaları “yasa” olmalarının yeterli koşuludur. Marx’ın
formüle ettiği yasanın, yalnızca feodalizmden kapitalizme geçişte değil, bu ko-
şulla genel geçerliliğinden emin olmak için, onu bir zamanlar iç eğitimimizin
değişmez konusu olan ardışık “toplumlar” dizisindeki her bir geçişin tartısına
vurmamız gerekmiyor. Zira gerçekte tarihin bu kadar düzenli bir akışı olmadı-
ğı gibi, Marx’ın kendisi de gerek serpiştirilmiş biçimde başka yerlerde, gerekse
Grundrisse’in “Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler” bölümünde bize bambaşka,
daha çok fazlı, daha renkli, daha karmaşık ve aslında yer yer bütün bir kapita-
lizm öncesi ile kapitalizm arasındaki karşıtlıklara ya da farklara daha çok vurgu
yapan bir tarihsel gelişme tablosunun eskizlerini miras bıraktı. Engels, aynı şeyi
Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’inde yaptı.
Bu fazlasıyla düzenli ve ardışık “toplumlar” dizisi, her şeyden önce, tarihin uzunca
bir dönemine damgasını vurmuş, kapitalist çağda olanlarla rahatlıkla aşık atabilir
12 Age., s.28
108
Sermaye Çağının Sınırları
109
Yaşayan Marksizm
Kapitalizmin Özgüllüğü
Gelgelelim, tarihsel maddeciliğin hareket noktası olarak aldığımız bu yasasının
yardımıyla kapitalizmin sınırlarını saptamaya kalkıştığımızda, daha ilk adımda
birden çok güçlük beliriverir. Bunlardan ilki, sermayenin dinamizmi, burjuva
çağın daha önceki bütün çağlarla karşıtlık oluşturan aralıksız değişim içtepisi,
bir bakıma hareket-bereket (ya da yıkıcı yaratım) üzerine kurulu olması ve adeta
sınır tanımaz tatminsizliğidir:
Burjuvazi, üretim araçlarını ve dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla
birlikte toplumun bütün ilişkilerini devrimci bir şekilde sürekli değiştir-
meden var olamaz. Daha önceki bütün sınai sınıfların ilk varlık koşulu ise
aksine, eski üretim tarzlarının değişmez biçimde korunmasıydı. Üretimin
sürekli devrimci bir şekilde değiştirilmesi, bütün toplumsal koşulların
kesintisiz bozulması, sonu gelmez belirsizlik ve ajitasyon, burjuva çağını
bütün önceki çağlardan ayırt eder.13
İkinci güçlük, eski toplumun bağrında çiçek açma koşulundan -Marx’ın “asla”
vurgusu ile olmazsa olmaz derecesinde kayda bağladığı koşuldan- kaynaklanır.
Doğrudur, burjuvazinin üzerinde yükseldiği üretim ve mübadele araçları feodal
toplumda geliştiler; ama o kadar da bu toplumun “bağrında” değil. Zira aynı
zamanda, kendi kuluçka dönemlerini tamamlamalarını sağlayacak uygun me-
13 Age., s.26
110
Sermaye Çağının Sınırları
111
Yaşayan Marksizm
eder. Bunu üretimin maddi gelişmesi ile, toplumsal biçimi arasındaki bir
çatışma izler.14
Çelişkiyi böyle adlandırmanın, Marx’ın düşüncesinin ruhuna, onun insanın öz-
gürleşim serüvenine yaklaşımına, doğayı paranteze almayan bir tarihsel madde-
cilik anlayışına, sermaye çağına siyasal iktisadın insan-insan ve insan-doğa iliş-
kilerini gizemlileştiren ya da bunları ayrıklaştıran mantığının ötesinden bakışına
ve komünist gelecek tasavvuruna çok daha uygun olduğu rahatlıkla ileri sürü-
lebilir. Öte yandan, “maddi içerik” kavramının “üretici güçler” teriminden çok
daha geniş bir kaplama haiz olduğu, ikincisinin olası -sadece olası değil, aynıyla
vaki- salt nesnelci kavrayışlarının önünü kestiği, bu nedenle şu “çiçeklenme”nin
kapitalizm koşullarına özgü tezahürlerini bilince çıkarmaya daha fazla izin ver-
diği de tartışma götürmez.
Saflarımızda, Marx’ın Kapital’ini, bazen fazlasıyla “nesnelci”, bazen de hem
nesnelci hem de yöntemi bakımından fazlasıyla “Hegelci” bulanlar olmuştur.
Grundrisse’e sarılan A. Negri ilk grubun, Kapital’de kendi yapısalcı Marksizmine
dayanaklar bulan Althusser’e kızgınlığını bir ölçüde Marx’ın kendisine de yansı-
tan E. P. Thompson ise ikinci grubun iddialı temsilcileridir.
Negri’nin Grundrisse ile Kapital’i karşı karşıya getirmesinin nedeni, Marx’ın
bilhassa altını çizdiği, araştırma yöntemi -araştırıcının kendi düşünüş süreçle-
rinin okuyucudan görece bağımsız işlediği, hele de söz konusu olan Marx ise,
onun kanatlanıp çoğumuzun menzilinin dışındaki ufuklarda serbestçe gezindiği
yöntem- ile odakta okuyucunun; yazarın düşünüş süreçlerine dahil olup onları
kısıtlayan ve disipline eden okuyucunun bulunduğu sunuş yöntemi arasındaki
farkı pek önemsememesidir. Negri’nin eserlerinin bir çoğunun, bu iki yöntemin,
karışık ve biraz keyfekeder bir kırmasının timsali olması bundandır.
İngiliz Marksizminin tarihçi okulunun en seçkin ve “sınıfçı” simalarından biri
olan Thompson ise, aşırı tarihsel bir örgüye ve anlatım tarzına dayansaydı, yani
çubuğu yer yer mantıksaldan yana bükmeseydi, Marx’ın sermayenin işleyiş ve
hareket yasalarını asla bu netlikte açığa çıkaramayacağını unutuyor.
Ama bu, Kapital’de okuyucuyu bekleyen bir sorun olmadığı anlamına gelmez.
Eser, siyasal iktisadın içkin eleştirisi olduğu, çoğunlukla onun kategorilerinin
içinde gezinerek onları tersyüz ettiği, bazı bölümlerinde mantıksal çözümleme
kaçınılmaz olarak ağır bastığı ve bu beraberinde “toplumsal biçim”in bazen aşı-
rı soyutlanmasına yol açtığı için, kendisini bu akışa kaptıran okuyucunun bü-
tünselliği gözden kaçırması tehlikesi her zaman vardır. Galiba, Marx bu tehli-
kenin farkında olduğu için, sık sık adeta Brecht’inkini andırır “yabancılaştırma
efektleri”ne başvurarak ya tarihsel anlatıma döner ya da maddi içerikle ilgili ha-
tırlatmalarda bulunur.
Örneğin, I. cildin “Mutlak Artı-Değerin Üretimi” başlıklı bölümünde birdenbire
14 K. Marx, Kapital 3. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1990, s.774
112
Sermaye Çağının Sınırları
“ilkönce, emek sürecini, belli toplumsal koşullar altında aldığı özel biçimlerden
bağımsız olarak incelemeye”, yani maddi içeriğe bakmaya davet ediliriz:
İş, her şeyden önce, hem insanın hem de doğanın katıldığı ve insanın
kendisi ile doğa arasındaki maddi tepkimeleri dilediği şekilde başlattığı,
düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir. Doğanın ürünlerini kendi gerek-
sinimlerine uygun bir biçimde ele geçirmek için, kollarını, bacaklarını,
kafasını, ellerini ve vücudunun doğal güçlerini harekete geçirerek, doğa
güçlerinden birisi olarak onun karşısına geçer. Dış dünya üzerinde bu
şekilde etki yaparak onu değiştirmekle, aynı zamanda kendi doğasını da
değiştirir. Uyuklamakta olan güçlerini geliştirir ve bunları dilediği gibi ha-
reket etmeye zorlar.15
Bu alıntıyı izleyen birkaç sayfa boyunca, Marx, emek sürecini toplumsal biçim-
den tamamen soyundurulmuş olarak, bir kullanım değerleri üretimi olarak, do-
ğanın hem doğrudan hem de dolayımlı biçimde katıldığı bir süreç olarak, insa-
nın doğa üzerindeki bilinçli ve amaç güder dönüştürücü faaliyeti olarak, emekle
doğa arasına iletici işlevlerle giren nesnelleşmiş geçmiş emeğin ürünlerinin bir
çoğalması olarak, vb., hiçbir gize ve muammaya yer vermeyecek şekilde olanca
yalınlığı ve saydamlığı içinde anlatılır. Sonra, “şimdi, biz, gene, bizim filizlen-
mekte olan kapitalistimize dönelim”16, denir.
Marx’ın anılan bölümde, “bir yanda insan ile emeğini, öte yanda doğa ile onun
sağladığı maddeleri ele almakla yetin”mesi ve “bu nedenle işçimizi, öteki işçilerle
bağıntılı olarak gösterme”miş17 olması, yanılgıya sevk etmemelidir. Bunun sebe-
bi, burada kendisini emek sürecinin en basit ögeleriyle sınırlamış olmasıdır; yok-
sa, bu noktadan itibaren “maddi içerik” sahasından çıkar “toplumsal biçim”in
bölgesine gireriz diye düşünmüş olması değil. Tersine, Marx, üretimin maddi
ve teknik gerekliliklerinden kaynaklanan her türden insanlar arası tertibat, ör-
gütlenme ve düzenlemeyi; yeni üretim, ulaştırma ve iletişim araçlarının kendi-
liklerinden empoze ettiği ilişki ağlarını ve temas kiplerini; çalışmanın belirli bir
teknik temel tarafından talep edilen ve desteklenen kolektif biçimlerini; bunların
belirli bir tasarruf, mülkiyet, yetke ve denetim örüntüsünün içine alınmış veya
kalıbına dökülmüş hallerinden önemle ayırt eder. “Maddi üretim ilişkileri” de-
diği birincilerini “içerik” dahilinde görür. “Maddi üretim ilişkilerinin, bunların
tarihsel ve toplumsal belirlenişleriyle doğrudan birleştirilmesini”; yani, iktisat-
çıların sıkça düştüğü bir hatayı, “kapitalist üretim tarzının tam bir gizem haline
getirilişini”n18 nedenlerinden biri sayar.
Bu ayrımı da yaptıktan sonra, karşımızdaki soru şudur: Neleri maddi içerik kap-
samında sayabiliriz?
15 K. Marx, Kapital 1. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1986, s.193-94
16 Age., s.200
17 Agy.
18 K. Marx, Kapital 3. Cilt, age., s.728
113
Yaşayan Marksizm
114
Sermaye Çağının Sınırları
115
Yaşayan Marksizm
19 K. Marx, Grundrisse, çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979, s.233-34
20 K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar, age., s.140-41
116
Sermaye Çağının Sınırları
Kuşkusuz, her düzen, mevcut toplumsal biçim ile bağdaşmayan, ona aykırı dü-
şen embriyon halindeki bu yeni içeriklere karşı bir dizi tepki geliştirir: Bastır-
mak, sınırlandırmak, soğurmak, tahrif ederek içermek, belirli ölçüde esnemek,
üretim ilişkilerinin temel mantığına halel gelmediği ölçüde genleşmek, vb. Bu
açıdan bakıldığında, kapitalizmin tarihi, aynı zamanda sermayenin işçi sınıfın-
dan öğrenmesinin, soğurma ve bastırma pratiklerinin bir karışımına dayanarak
kendisini teçhiz etmesinin tarihidir de.
117
Yaşayan Marksizm
118
Sermaye Çağının Sınırları
len bu sorun, kullanım değeri odaklı bir zenginlik anlayışına dönüşü empoze
eden bir basınca dönüşür.
Bu en genel ve soyut düzeyin altına indiğimizde ise, çelişkinin daha somut ve
gündelik yaşamla sarmaş dolaş tezahürleri içinde buluruz kendimizi. Bu teza-
hürlerden ilki, somut ve insani gereksinimlere yönelik üretim ile sermayenin dur
durak bilmeyen çoğalma ve değerlenme dürtüsünün koşulladığı üretim arasın-
daki makasın giderek açılmasıdır. Somut gereksinimlere kayıtsızlık ve hatta on-
lardan soyutlanmışlık değişim değerinin özünde bulunduğu için, “üretim için
üretim” ve sermayeye yeni üşüşme alanları bulma koşuşturması, tamamen yarar-
sız ve hatta zararlı iş kollarının ve ürünlerin peydahlanmasına dahi yol açabilir ve
sıkça tanık olduğumuz gibi açmaktadır da.
Günbegün deneyimlediğimiz ikinci tezahür, Marx’ın belirttiği gibi, değişimin
değerinin bir dizgine dönüşerek kullanım değerlerinin üretimini veya onlara
erişimi düpedüz sınırlamasıdır. Mandel bu durumu, “ölçüye gelmeyen kulla-
nım değerleri üretimi ile ahalinin satın alma gücüne bağlı olmaya devam eden
mübadele değerleri realizasyonu arasındaki çelişki”23 olarak ifade eder. Eksik
tüketimcilik anlayışına hiç prim vermeyen Mandel’in bu çelişkinin altını sıkça
çizme gereği duyması nedensiz değil. Ama, burası artık, üretimin ilerleyen top-
lumsallaşması ile özel edinim arasındaki çelişkinin de olanca ağırlığıyla kendisini
hissettirdiği düzlemdir ve bundan dolayı meseleye sadece dolaşım alanından ve
tüketim boyutuyla bakmamız gerekmiyor.
İşte, çelişkinin bu yüzünün iç içe yaşadığımız gündelik ve olağanlaşmış yansı-
maları: Halk kitleleri onlara şiddetle ihtiyaç duyduğu halde, satılamayan malla-
rın dağ gibi birikmesi veya zaman zaman imhası. Kapasite kullanım oranlarının
ahalinin gereksinimlerinin seyrine göre değil, kârlılıktaki iniş çıkışlara bağlı ola-
rak dalgalanması. Üretim araçlarının fiziksel ömürlerini doldurmadan ıskartaya
çıkarılması. Yüz milyonlar açlık çekerken tarımsal üretim fazlası bulunan ülke-
lerde çiftçilerin ürünlerini yollara dökmesi (ülkemizde de zaman zaman görülen
bir vaka). Yine, dünyada açlık ve yetersiz beslenmeye rağmen, bir çok ülkede
hükûmetlerin, değer yasasının serbestçe işleyişine de müdahale anlamına gelecek
şekilde, çiftçilerini ekmeleri ve dikmeleri için değil, tersini yapmaları için des-
teklemesi (ülkemizde de fındık dikim alanlarının sınırlanması ve şeker pancarı
başta olmak üzere çeşitli tarım ürünlerinin kotalara bağlanmış ekimi örneklerin-
de olduğu gibi). Taksitli satışların yerleşik bir uygulama haline gelmesi. Tüketici
kredilerinin toplam kredi hacmi içinde hatırı sayılır bir yer tutmaya ve krizlerin
tetiklenmesinde önemli bir rol oynamaya başlaması (konut kredileri de bir çeşit
tüketici kredisidir aslında). Borç vermenin mal alma şartına bağlanması. Tüke-
ticilerin gelecekteki gelirlerinin ipotek altına alınması (kredi kartı uygulaması ve
bunun yol açtığı bir dizi facia). “Esnek üretim”in bir çok unsurunun (sıfır stok,
tam zamanında teslim, siparişe bağlı üretim, çok amaçlı makineler, vb.) bu duru-
119
Yaşayan Marksizm
ma bir tepkiyi ifade etmesi. Halkın muhtaç kesimlerinin fırsat çıktıkça yağmaya
başvurması, vb.
Söz “yağma”ya gelmişken Arjantin’e değinmemek olmaz. Arjantin, 2002 krizini
takiben, sınıf mücadeleleri bakımından pek çok “ilk”in sahnesi oldu. Bunlardan
biri de yaygın ve kitlesel “yağma” idi. Ama “yağma” sözcüğü Arjantin’de olup
biteni aslına uygun olarak ifade etmiyor. Doğrusu şudur: Halk sözünü ettiğimiz
çelişkiye örgütlü biçimde müdahale etti ve meta biçimi içinde erişemediği ihtiyaç
maddelerine -aslında kendi emeğinin ürünlerine- el koydu. Aslında, muazzam
bir bilinç sıçraması ve farkındalıktır bu. Marx, zamanında bunun önemini şöyle
takdir etmişti:
[Emeğin] ürünleri kendi eseri olarak kavraması ve kendi gerçekleşme ko-
şullarından koparılmışlığını bir sakatlık, bir zor eseri, bir şiddet eylemi
olarak değerlendirmesi muazzam bir bilinçtir ve bizzat sermayeye dayalı
üretim tarzının ürünü olan bu bilinç, tıpkı kölenin bir başkasının mülkü
olamayacağının bilincine, bir Kişi olma bilincine varmasıyla kölelik kuru-
munun salt yapay ve yozlaşmış bir varlık haline gelmesi ve üretimin temeli
olma niteliğini uzun süre sürdürmesinin imkansızlaşması gibi, aynı za-
manda bu üretim tarzının ölüm çanlarının çalmaya başlaması demektir.24
Kısacası, günümüzde yüzümüzü hangi yöne dönersek dönelim, değişim değeri-
nin kullanım değerlerinin üretimini ve tüketimini sınırlaması, bu biçimin top-
lumsal serveti telef etmesi ve atıl durumda tutması ve bolluk üzerinde bir kilit
veya dizgin işlevi görmesi olgusuyla karşılaşırız.
Çelişkinin bu dışavurumu, üretkenlik düzeyi yükseldikçe kaçınılmaz olarak kes-
kinleşir. Hatta, giderek baş edilmez çatışkı veya ikilemlere ve kriz dönemleri hari-
cinde de sermayenin kendi karşısına diktiği tedricen yükselen bir engele; nüfusun
ücretli emekçiler sınıfı haline getirilmiş büyük çoğunluğu yönünden ise yaratılan
ve yaratılabilecek toplumsal zenginliğe erişememekten kaynaklanan bir mahrumi-
yete dönüşmeye başlar. Marx, bir açmazı andıran bu durumu şöyle ifade etmişti:
Sermaye, işçileri zorunlu emeğin ötesine geçip artık-emek harcamaya
zorlar. Değerlenmesinin ve artık-değer yaratmasının tek yolu budur. Öte
yandan, sermaye zorunlu emeği ancak artık-emek varolduğu, ve bu artık-
değer olarak realize edilebildiği taktirde ve ancak o zaman vazeder. De-
mek ki, artık emeği zorunlu emeğin ön varsayımı ve artık-değeri de nesnel-
leşmiş emeğin, yani genel olarak değerin sınırı olarak vazeder. Artık-değer
vazedemediği sürece, demek ki, zorunlu emek de vazetmeyecektir ve verili
temel çerçevesinde bunun başka türlü olması da düşünülemez.25
Bu sözleriyle, karşımızda, “eksik tüketimcilik” okulunu haklı çıkaran bir Marx
yok elbette. Eksik tüketimcilik, artık-değerin gerçekleşmesi sorununa genellikle
120
Sermaye Çağının Sınırları
121
Yaşayan Marksizm
laşım büyük dolaşımı her an sekteye veya kesintiye uğratabilir. Burası artık, çeliş-
kinin bambaşka bir ifadeye büründüğü sınıf mücadelesi alanıdır.
Diğer taraftan, kapitalistin kullanım değerini piyasa yasaları uyarınca satın aldığı
şey, çok özgül ve istisnai bir metadır. O düşünen, eyleyen, yaratan, arzulayan, tut-
kuları olan, yabancılaşmasının bilincine erdikçe isyan eden, kendi gereksinimler
alanını genişletmek isteyen, kendi kabından taşan, sermayenin değerlenmesini
fırsat buldukça baltalayan ve bütün bu yönleriyle ele avuca gelmeyen bilinç ve
irade sahibi canlı emektir:
Fakat eğer kapitalist insanın emek gücünün bu ayırt edici niteliğine ve
potansiyeline yaslanıyorsa, onun karşısına en büyük meydan okumayı ve
sorunu çıkartan da tam da emeğin kendi belirlenimsizliği nedeniyle sahip
olduğu bu niteliktir.26
Marx’ın çok sevdiği eğretilemeyle söylersek, o kendini ifade etmenin ve açığa vur-
manın durmaksızın yeni yollarını keşfeden “köstebek”tir. Ondan değer yasasının
(kendi değerini yeniden üretiminin asgari maliyetiyle belirleyen yasanın) uysal
bir kabullenicisi olmasını beklemek, “eşyanın tabiatına” aykırıdır. Tam tersine,
o en başından itibaren, değer yasasına potansiyel veya fiili bir itirazı -kategorik
bir itirazı- temsil eder. Sermaye ise durmadan köstebeği zaptetmeye, itirazını kır-
maya ve ona değer yasasını dayatmaya çalışır. Sermayenin bu yöndeki hamleleri,
paradoksal biçimde, onu kendi sınırlarına -değer yasasını ilga etmenin yakıcı bir
sorun haline geleceği sınırlara- bir adım daha yaklaştırır.
Burası bir başka parantezin yeridir. Michael Hardt ve Antonio Negri, Marx’ın
aslında iki emek-değer kuramı formüle ettiğini ileri sürerler:
Ancak Marx’ın eserlerinde farklı bir biçimde sunulmuş bir emek değer te-
orisi daha vardır: Burada Marx, kapitalist teorilerden radikal bir kopuşla,
kapitalist değerlenme süreçleri yerine kendi kendini değerlendirme (self-
valorisation: selbstverwertung) süreçleri üzerinde yoğunlaşır. Burada
Marx, emeğin değerini dengeleyici bir figür olarak değil, antagonistik bir
figür olarak, sistemde dinamik bir kırılma yaratan özne olarak görür.27
İki değer kuramı iddiasının kaynağı, Negri’nin Grundrisse’i yorumlama -bu eserin
“Kapital’in nesnelciliği” karşısında proletaryanın öznelliğini temellendirmeye daha
müsait olduğu şeklindeki iddiaya dayalı yorumlama- tarzıdır. Ancak, bu zorlama
bir yorumdur. Grundrisse de dahil, Marx’ın eserlerinden iki değer kuramı çıkmaz.
Ama Marx’ın ücretleri değer yasasının basit bir gölge olgusu olarak görmediği;
bir sınıf mücadelesi alanı olan, göreli güçler dengesinin sonucu tayin ettiği ücret
düzeyi mücadelelerine bu yasanın “tunçtan” mantığının prizmasından bakmadığı
ve ayrıca işçilerin kendi aralarındaki rekabeti sona erdirerek sermayenin değerlen-
me süreçlerine çomak sokma kapasitesine erişmelerini, ücretlere yansımalarından
bağımsız olarak, başlı başına bir olay saydığı sonucu, kesinlikle çıkar.
26 H. Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, çev. Çiğdem Çıdamlı, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2008, s.80
27 M. Hardt - A. Negri, Dionysos’un Emeği, çev. Ertuğrul Başer, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.24-25
122
Sermaye Çağının Sınırları
Parantezi kapatıp devam edersek, ilk bakışta ilintisizmiş gibi gözükse bile, konu
sermayenin tarihsel sınırlarıyla bir bakıma esastan ilgilidir. Çünkü, yalnızca ser-
mayenin soyut hareket yasalarından kalkarak veya bunlara birazcık sınıf mü-
cadelesi sosu bulaştırarak, onun sınırlarına dayanmaya başlamasını açıklamaya
çalışan her girişim, kaçınılmaz olarak bize tarihsel kapitalizmin oldukça soluk,
bir ölçüde insansız, tek yanlı bir tasvirini ve teknik tahlilini sunar. Oysa, emek/
sermaye mücadelelerinin tarihi, emeğin sermaye dinamiğinin bağımlı değişke-
ni olmadığı gerçeğinin mükerrer hatırlatmalarıyla doludur O, öznel varoluşu ile
sermayenin “nesnel” hareket yasalarına sürekli müdahale eder. Bu yüzden, ser-
maye, emek üzerinde ne kadar “mahmuz” işlevi gördüyse, en az o kadar, emek
de sermayeyi mahmuzladı ve onu kendi iç rekabetinin gerektirdiğinden çok daha
yüksek bir hızla tarihsel sınırlarına doğru itekledi.
Alalım, kâr oranlarında eğilimsel düşüşü izah etmek için ilk elden atıfta bulun-
duğumuz “sermayenin organik bileşiminin yükselmesi” konusunu. Bu, neden
yalnızca sermayenin iç rekabetinin, kâr oranlarının eşitlenmesi mekanizmasının,
teknolojik rantlar ve artı kârlar peşinde koşuşturmanın bir türevi olsun ki? Bu-
nun temelinde, aynı zamanda, sermayenin işçiyle mücadelesi; işçiyi hizaya getir-
me, disipline etme, iş ritmini ve yoğunluğunu ona dışsallaştırma, emek sürecinin
bilgisini ondan koparıp alma, onun kendi karşısına diktiği dirençleri, engelleri ve
belirli bir dönemde değeri genişletmeye çektiği sınırları aşma yönündeki dinmek
bilmez girişim ve çabaları yatmıyor mu?
Ta başa gidersek, kapitalizmin tarihinin uzunca bir dönemine, sermayenin zana-
at kökenli emekçiyi tahtından etmek için başlattığı zorlu mücadelelerin ve bir-
birini izleyen “teknolojik ve yönetsel saldırılar”ın damga vurduğunu görürüz.
Marx’ın Kapital’de kendisine sıkça atıfta bulunduğu Ure, bu sürecin en sözünü
sakınmaz anlatıcılarından biridir. Zira bu emekçi iş ritmini bildiği gibi sürdürü-
yor; parmaklarında birikmiş hüneri bir koz olarak kullanıyor, vardiya sistemine
ve gece çalışmasına yanaşmıyor, emek süreci üzerindeki hakimiyetinden kay-
naklanan her türlü serbesti ve özerkliği kullanıyordu. Bu emekçinin yerinden
edilmesi ekonominin bazı dallarında görece erken gerçekleşirken, makine yapım
sınainde 20. yüzyıl başlarına kadar sürdü.
Öte yandan, sermaye nispi artık-değer üretimine (ki bu sermayenin organik bi-
leşiminde bir yükseliş anlamına gelir), ancak işçilerin çalışma koşullarının iyi-
leştirilmesi ve çalışma saatlerinin düşürülmesi doğrultusundaki inatçı mücade-
lelerinin mutlak artık-değer üretimine sınır çekmesiyle öncelik vermeye başladı.
Taylorizmin ön koşullarını ve düşünsel iklimini hazırladığı fordizm de benzer
bir değerlendirmeye tabi tutulabilir: Sermayeyi bu atılıma sevk eden dürtü, hala
bir işkolundan diğerine rahatlıkla aktarılamayan, büyük sendikalara ve kitle par-
tilerine vücut veren, sahip olduğu özerkleşme kapasitesiyle her elverişli konjonk-
türde sovyetleri ve konseyleri ortaya çıkarmaya çok yatkın olan meslekten işçiyi,
parça işçi ile ikame etmekti.
123
Yaşayan Marksizm
28 K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar 3. Cilt ss.115-181 içinde, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, çev. Kolektif,
Sol Yayınları, Ankara, 1979, s. 164-65
124
Sermaye Çağının Sınırları
Emek süreçleri ve bir bütün olarak üretim bambaşka bir karaktere büründüğü
halde, bu öncüllere tutunmaya devam etmenin yol açtığı garabetlerden biri, üre-
timi ne kadar çok taraflı bir işbirliği ve eşgüdümü gerektirirse gerektirsin, ürü-
nün ve dolayısıyla emeğin toplumsallığının sonradan, dolaşım alanında rüşdünü
ispatlaması kaydıyla tanınması; bunun durmaksızın büyük israflara, toplumsal
emeğin çarçur edilmesine yol açmasıdır. Benzer biçimde, toplumsallaşma düzeyi
ne kadar yükselirse, kapitalizmin, sayısız failin eşgüdümsüz ve birbirini çelen
kararlarından ileri gelen anarşik işleyişi o kadar taşınamaz bir yük ve o kadar
tahripkar sonuçlar doğuracak bir aykırılık haline gelmeye başlar:
Toplumsallaştırılmış üretim ile kapitalist mal edinme arasındaki çelişki,
artık bireysel işliklerdeki üretimin örgütlenmişliği ile toplumdaki genel
üretim anarşisi arasında bir uzlaşmaz karşıtlık olarak kendisini gösterir.29
Özetle, kullanım değeri/değişim değeri ve toplumsallaşma/özel edinim çelişkile-
rinin giderek keskinleşmesi; toplumsal ihtiyaçlar için üretim ile kâr için üretim
arasındaki bağdaşmazlığın çok çeşitli biçimlerde şiddetle hissedilmesi, halk yı-
ğınlarının yazgısının kârlılıktaki dalgalanmalara ve sermayenin kaprislerine tabi
kılınmasının maliyetlerinin giderek katlanması, “burjuvazinin modern üretken
güçleri yönetmeye artık yetersiz olduğu”nun30 görülmesi, değer yasasının top-
lumsal zenginliğin üretiminin, hesaplanmasının, bölüşümünün ve üretken güçle-
rin toplumsal tahsisinin uygun mekanizması olmaktan çıkması anlamına gelir.
Bu, aynı zamanda, burjuva özel mülkiyetin, aslında basit meta üretiminin ön-
cüllerinin ters yüz edilmesine dayandığı, onun varlık gerekçesini emeğin yaban-
cılaşmasından, üretimin birbirinden koparılmış nesnel ve öznel unsurlarını bu-
luşturmaktan alan bir tahakküm, bir soyutlama, bir erk ve kırılması gereken bir
kabuk olduğu gerçeği de bir o kadar ayyuka çıkar.
Ama toplumsallaşma/özel edinim çelişkisinin ne ölçüde keskinleştiğini görmek
için, sermayenin toplumsallaşmasına da bakmak gerekir. Çünkü, üretim top-
lumsallaşması ile sermayenin toplumsallaşması, aslında bir ve aynı süreçtir:
Sermaye kolektif bir üründür ve sadece birçok üyenin birleşik eylemiyle
değil, ayrıca son kertede toplumun bütün üyelerinin birleşik eylemiyle ha-
rekete geçirilebilir.
Bu nedenle sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür.31
Üretim gibi, sermayenin toplumsallaşması da, esas itibarıyla üç eksen üzerinden
izlenebilir: İlk eksen, bütün tekil sermayeleri ve sermayenin bütün biçimlerini, bir
an için büyük bir hisseli kumpanya gibi görülmesi gereken toplam sermayenin ke-
sirleri veya “sermaye ailesi”nin mensupları haline getiren kâr oranlarının eşitlen-
mesi mekanizmasıdır. Sonuçları itibarıyla bu eşitlenme, salt sermayeler arası bir
29 Age., s.168
30 Age., s.173
31 K. Marx-F. Engels, Komünist Manifesto; K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar içinde, age., s.40
125
Yaşayan Marksizm
hesap görme olarak kalmaz. Anarşik bir yeniden tahsis mekanizması olarak, emeği
ve toplumunu da şu veya bu oranda kendi girdabına çekip yeniden kalıba döker.
Dolayısıyla, bu olay sermayenin toplumsallaşmasının tezahürlerinden biridir.
İkincisi, bir “sermaye piyasası”nın oluşması eşliğinde, tekil sermayelerin şahıs
veya aile biçiminden sıyrılması, girişimlerin ve yatırım kararlarının bu biçiminin
kısıtlarından kurtarılması, kredinin birikimin güçlü bir kaldıracı haline gelmesi,
toplumun uzanılabilen bütün parasal birikimlerinin sermayeleştirilmesi ve böy-
lece görece daha geniş bir kesimin toplam sermayenin değerlenmesi süreciyle şu
veya bu yolla ilişkilendirilmesidir. Ama bu bahiste iki evrenin birbirinden ayırt
edilmesi gerekir. Başlangıçta, bu eksendeki toplumsallaşma daha ziyadesiyle ser-
maye yetersizliklerinin giderilmesine hizmet ederken, zamanla kantarın topuzu
gittikçe büyüyen toplam artık-değer kitlesi üzerinde hak iddialarının çoğalması,
bunun araçlarının çeşitlenmesi ve Marx’ın “hayali sermaye” dediği şeyin oluşu-
mundan yana kaydı. Lenin’in bu görüngüye “çürüme” dediği biliniyor.
Evet, Lenin’den önce Marx ve Engels’in de vurguladığı gibi, madalyonun bir
yüzünde kesinlikle çürüme var; öteki yüzünde sermayenin kelimenin tam an-
lamıyla bir “toplumsal sermaye” haline gelmesi, daha geniş kesimlerin sermaye
çevriminin akıbetiyle ilişkilendirilmesi, hem toplam artık değer hem de toplam
sermaye stoku üzerinde hak iddia etme yolunun, yozlaştırıcı bir biçim altında ve
tabii ki sermaye sahiplerini güvenceye alan bin bir kayıt kuyutla birlikte görü-
nüşte ve kuramsal olarak “herkese açık” hale getirilmesi duruyor.
Üçüncüsü ve daha önemlisi, sermayenin zamanla tüm toplumu kendi çevrimi
etrafında örgütlemesi, onu kendisine içermesi, toplumsal yaşamın her alanına
nüfuz etmesi, toplumsal bünyenin tamamının içinden geçerek kendini değer-
lendirmesi, üretimin tüm koşullarını ele geçirmesi, bunları artık hazır bulduğu
şekliyle kullanmakla yetinmeyip kendi ihtiyaçları uyarınca yeniden üretmesi;
üretimle tüketim, üretimle yeniden üretim ve çalışma ile boş zaman arasındaki
mesafeyi daraltarak aralarında bir geri besleme ilişkisi kurması; dili, iletişimi ve
simgesel anlam üretimini kendi devri daiminin hizmetine koşması, bir dizi ala-
nın göreli özerkliğini ciddi biçimde budaması ve adeta hiçbir “sermaye harici”
bakiye bırakmamasıdır. Bu, bizi sık sık afallatan uz görüşlülüğüyle Marx’ın ken-
di zamanında henüz ilk belirtileri ortaya çıkmışken adını koyduğu “sermayenin
gerçek boyunduruğu” evresinin, tam tekmil tecessüm etmesidir. Asıl şimdi tam
boy gerçek boyunduruk evresinin içinde olduğumuz söylenebilir.
Gerçek boyunduruk ne kadar ağırlaşırsa, sermaye kendi sınırlarına o kadar çok
yaklaşmış demektir. Öte yandan, bu evrede bir takım yeni olgular da ortaya çıkar.
Bunlardan ilki, sermayeye karşı mücadele cephesinin alabildiğine genişlemesi ve
çok kanatlı hale gelmesidir. Doğrudan doğruya sömürünün gerçekleştiği mekan ve
ilişkilerden taşarak yeniden üretim, kent ve mekansal üretim, doğayla ilişki biçimi,
bilim ve bilimin işlevi, toplam artık-değerin yeniden dağılımı, dil, anlam üretimi
ve iletişim, kültürel üretim ve boş zaman gibi alanlara giderek daha çok yayılma-
126
Sermaye Çağının Sınırları
sıdır. Bu durumun, tabiri caizse, artık bir sathı mücadele veya müdafaa stratejisini
gerekli kılmasıdır. Bazı düşünürlerin (örneğin Alain Touraine’in) hatalı bir çıkar-
samayla “merkezi çatışma” alanın yer değiştirdiği tespitinde bulunmalarının ya
da post-Marksistlerin çelişkinin oynaklığından ve durmadan yer değiştirmesinden
söz etmesinin nedeni bu olgudur. Doğrusu, merkezi çatışmanın alanının çeşitli
dolayımlarla ve yeni bürünümlerle görülmemiş ölçüde genişlediğidir.
İlk bakışta sermayeye “dışsal” imiş gibi gözüken toplumsal koşullar için
verilen mücadeleler, çoğu kez, sermaye ile emek ve bunların karşılıklı ye-
niden üretim ve gelişme koşulları arasındaki uzlaşmaz karşıtlık olarak ser-
mayenin gerçek bütünlüğü açısından bakıldığında içseldir.32
İkinci yeni olgu, doğayı ve işgücünün yeniden üretimini paranteze alan bir “üre-
tim” soyutlamasına dayanan ekonomi politiğe karşı, maddi üretim devresinin
bütünselliğini ve tamamını görünür kılan gelişmeler, dinamikler ve mücadeleler
nedeniyle maddi içerik/toplumsal biçim çelişkisinin daha da şiddetlenmesidir.
Üçüncü yeni olgu, gerçek boyunduruğa karşı bu çoklu mücadelelerin önemli bir
bölümünün ima ve içerimlerinin, ileti ve temsillerinin, arzu ve taleplerinin yal-
nızca sömürüyü sınırlandırmaya değil, aynı zamanda yeniden temellüke dönük
olmasıdır. Bu eğilim kendisini kah yeniden üretimle alakalı hizmetlerin metasız-
laştırılması talebiyle, kah çok uluslu tekellerin gen bankacılığına karşı direnişle,
kah evi içi emeği görünür kılma çabalarıyla, kah sermayenin doğa üzerindeki
istenmeyen tasarruflarına set çeken protestolarla, kah bir ürün, hizmet veya bilgi
üzerindeki tekeli kıran girişimlerle, kah fikri mülkiyetle ilgili uluslararası anlaş-
malara itirazlarla, kah da çeşitli türden korsanlıklarla, “kaçak” ve lisanssız kulla-
nımlarla dışa vurmaktadır.
Slavoj Žižek’in de dahil olduğu “ortak varlıklar” tartışması, aslında bu yeni ol-
guyla doğrudan ilgilidir:
Başta, kültürün ortak varlıkları vardır ve bunlar bilişsel sermayenin hemen
toplumsallaşan biçimlerini oluşturur; bunlar, ilk olarak iletişim ve eğitim
aracımız olan dil olmak üzere toplu taşıma, elektrik, posta, vb. ortaklaşa
altyapıyı sağlar. Eğer Bill Gates’e tekel oluşturması için izin verilseydi özel
bir bireyin bizim temel iletişim ağımızın yazılım dokusuna sahip oldu-
ğu saçma duruma erişmiş olurduk. İkinci olarak, dış doğanın kirlilik ve
sömürü tehdidi altındaki ortak varlıkları vardır -petrolden ormanlara ve
doğal habitatın kendisine değin- ve üçüncüsü, iç doğanın ortak varlıkla-
rı olan insanlığın biyo-genetik mirasıdır. Tüm bu mücadelede ortak olan
şey, bu ortak varlıkları serbest işletmeyle kuşatmasına izin verilen kapita-
list mantığın -insanlığın kendini yok etmesi derecesinde olan- yıkıcı po-
tansiyeline ilişkin bir farkındalıktır.33
127
Yaşayan Marksizm
128
Sermaye Çağının Sınırları
disi peşinen tartışmalı hale gelmeye başlar. Bu yazının buraya kadarki akışı bo-
yunca ima edilen de budur. İma edileni açıklaştırırsak: Ekolojik krizin behemehal
hatırlattığı sınırların “dışsal” gibi gözükmesinin nedeni, sorunun maddi içerikle
toplumsal biçimin çelişkili birliği ışığında ele alınmaması; alındığında ise, maddi
içeriğin doğa ile toplum arasında oylumu ve çeşitliliği giderek artan metabolik
devridaim boyutunun -Marx’ın fırsat çıktıkça hatırlattığı boyutun veya maddi
üretim ve yeniden üretiminin asıl büyük döngüsünün- gözden kaçırılması; top-
lumla doğa arasındaki “tepkimeler”in sermaye çevriminin “dışında kalan” bütün
süreçlerinin ve sermayenin bedavadan yararlandığı bütün dışsallıkların içerik-
ten elenmesi ve toplumsal biçim tarafından koşullanmanın etkisiyle, toplumsal
üretimi, içinde gerçekleştiği büyük döngüden soyutlama tuzağına düşülmesidir.
Oysa, aksi yapılırsa, kendini serimleyişinin en ileri uğrağında, söz konusunu çe-
lişkinin aynı zamanda bir ekolojik kriz biçimine bürünmesinin kaçınılmaz oldu-
ğu rahatlıkla görülebilir. Bu durumda da içsel/dışsal sınırlar ayrımı büyük ölçüde
hükümsüz kalır.
Açıklaştırmaya devam edersek; Marx’a göre, toplumsal zenginlik özünde ve bü-
tün insanlık tarihi boyunca kullanım değerlerinden oluşur ve değer biçimi bu-
nun belirli bir çağa özgü toplumsal ifadesinden başka bir şey değildir:
...yararlı bir nesneyi değer olarak damgalamak, dil gibi toplumsal bir
üründür.35
Yine, Marx’a göre, toplumsal zenginlik emeğin ve doğanın ortaklaşa hasılasıdır
ve bu nedenle emek, onun biricik kaynağı olarak görülemez:
Öyleyse görüyoruz ki, emek, maddi servetin, ürettiği kullanım değerle-
rinin tek kaynağı değildir. William Petty’nin dediği gibi, maddi servetin
babası emek, anası da topraktır.36
Bu, Marx’ın hiç şaşmadığı bir yaklaşımdır ve üstelik, emeğin biricik kaynak ola-
rak görülmesi, Gotha Programının Eleştirisi’nde, burjuva bir çarpıtma olarak
mahkum edilir:
Paragrafın birinci kısmı: “Emek bütün servetin ve bütün kültürün kaynağıdır.”
Emek, bütün servetin kaynağı değildir. Doğa da, sadece doğanın bir gücü-
nün, insan emek gücünün tezahürü olan emek kadar kullanım değerleri
(ve kuşkusuz maddi zenginlik bundan ibarettir) kaynağıdır. (...) Burjuva-
ların emeğe sahte doğaüstü yaratıcı güç atfetmeleri için çok haklı nedenleri
vardır; çünkü tam da emeğin doğaya bağımlılığı olgusundan, kendi emek
gücünden başka hiçbir mülkiyete sahip olmayan insanın bütün toplum ve
kültür koşullarında, kendilerini emeğin maddi koşullarının sahibi haline
getirmiş olan öteki insanların kölesi olması gerektiği sonucu çıkar.37
129
Yaşayan Marksizm
Bu çarpıtmanın Marx’ın burada zikrettiği çok ama çok önemli nedeninin dışın-
da, başka yerlerde değindiği, en az o kadar önemli bir başka nedeni daha var:
Değer biçiminin doğanın maddi zenginliğe katkısına karşı, istisnai hallerin yine
bu biçime tercüme edilmiş istismarı dışında (toprak rantı ve başka doğal koşullar
üzerinde tekel) kör olmasının yanı sıra, bu katkıyı yansıtmak veya takdir etmek
bakımından da tümüyle uygunsuz bir biçim olması. O yalnızca emeğin katkısı-
nın bir göstergesi işlevini görür. O da, tarihsel ve kolektif emeğin fonda yer alan
bütün katkılarının değil. Marx bu uygunsuzluğu, ekolojik duyarlılıklara sahip
günümüz Marksistlerinin bir bölümünün yanlış anlayıp hayıflandığı şu sözlerle
dile getirir:
Değişim-değeri, bir nesne üzerinde harcanan emek miktarının belirli bir
toplumsal ifade şekli olduğuna göre, doğanın bununla ilişkisi, kambiyo
kurlarının saptanmasıyla olan ilişkisinden fazla değildir.38
Değer biçimi onu yansıtmaya elverişli değil diye, doğanın maddi zenginliğe kat-
kısı elbette buharlaşmaz. Emek zamanı veya miktarı konusunda domuzdan kıl
koparma hesapları yapacak kadar hassas olan sermaye, bu katkıyı bedavadan
cebe indirir ya da Marx’ın tabiriyle, ona bir “armağan” muamelesi yapar. Ama
doğa “ekmek elden su gölden” bir cennet diyarı olmadığına göre, doğa körü bir
öz-niteliğe ve kendisini durmaksızın çoğaltmaya dönük bir içtepiye sahip olan
değer biçiminin, gelişmenin belirli bir aşamasında hem bir ekolojik krizi tetik-
lemesi hem de toplumsal zenginliği ölçmenin veya takdir etmenin büsbütün ya-
nıltıcı bir göstergesi haline gelmesi kaçınılmaz. Örneğin büyüme ve yurtiçi hasıla
rakamlarımız toplumsal zenginlikte artışa işaret ederken, buna doğal ve toplum-
sal zenginlik kaynaklarınızın bir bölümünü kurutma, yaşam kalitesini bozma ve
çevresel maliyetler pahasına eriştiğiniz için, gerçek durum tam tersi olabilir. Ko-
nunun bu yönünü Burkett’le bağlayalım:
Başka bir ifadeyle, değişim değeri ile kullanım değeri arasında metada iç-
kin olan çelişki aynı zamanda zenginliğin özgül kapitalist biçimiyle doğal
temeli ve özü arasındaki bir çelişkidir.39
Sermaye veya değer biçimi ile doğa arasında, arızi değil, birincinin özünden kay-
naklanan temelli bir çelişki varsa, içsel/dışsal sınırlar ayrımı ister istemez hü-
kümsüz kalır. Böyle bir çelişkinin varlığı, soruna daha başka düzlemlerden baka-
rak da saptanabilir:
1) Sermayenin hareketi ve mantığı doğanın ontolojik olarak ayrı bir alan oluş-
turduğu gerçeğine tümüyle kayıtsızdır veya hatta bu gerçeğe karşıt yönde işler.
İnsan doğa ilişkileri ne kadar çeşitlenir ve dolayımlı hale gelirse gelsin, insanın
doğaya müdahalesi ve onu dönüştürme kapasitesi ne kadar artarsa artsın ve
toplumsal evrim ne kadar ilerlerse ilerlesin, doğa ve doğal evrim tümüyle tari-
130
Sermaye Çağının Sınırları
40 K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar 3. Cilt ss.80-94 içinde, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, çev. Arif Gelen,
Sol Yayınları, Ankara, 1979, s.90
131
Yaşayan Marksizm
atık sorunu eşlik ettikçe, bu uyuşmazlık kendisini daha keskin biçimde belli
eder. Kapitalist üretimin, üzerinde yükseldiği doğal temelleri, doğanın yeni-
den üretim, onarım ve tazelenme süreçlerini baltaladığı ve onun özümseme
kapasitesini zorladığı daha bariz biçimlerde görünür hale gelir. Zira Marx’ın
tarımla ilgili şu sözleri, aslında kapitalist üretim ile ekosistem arasındaki iliş-
kilerin tamamı bakımından da geçerlidir:
Yeniden-üretimin iktisadi süreci, kendine özgü toplumsal niteliği ne olur-
sa olsun, doğal bir yeniden üretim süreci ile, bu alanla (tarımla) daima iç
içe geçer. Bu sonuncunun açık koşulları birincinin koşullarına ışık tut-
makta ve dolaşımın aldatıcı görüntüsüyle ortaya çıkan bir düşünce karı-
şıklığını önlemektedir.41
3) Değer biçimi sınırsızca çoğalma içtepisinden ötürü doğanın sınırlılığıyla, her
şeyi nicelleştirici ve türdeşleştirici yapısından dolayı da onun indirgenemez ni-
tel çeşitliliğiyle çelişir. John Bellamy Foster’ın aşağıdaki karşılaştırması, değer
biçimine içkin olan yalınlaştırma, standartlaştırma, mono-kültüre yönelme ve
çeşitliliği yok etme eğilimini, temsili bir örnek üzerinden çok iyi özetliyor:
Sanayi ağaçları plantasyonları, doğal ormanların zengin karmaşıklığı ile
karşılaştırıldığında, biyolojik ve genetik çöllerdir. Bu ağaçların arasından
akan derelerde çok az balık yaşar. Bitki, hayvan, böcek ve mantar çeşitliliği
en az düzeydedir. Yaşlı bir ormanın tabanı, bitki örtüsünün oluşturduğu
çok pahalı, gür bir halıdır; bir ağaç plantasyonun dibi ise bununla karşılaş-
tırıldığında hemen hemen kıraç, bitkisiz bir topraktır.42
4) Doğanın milyarlarca yıllık bir evrimin ardından eriştiği yüksek öz-örgütlenme,
enerji tutuklama, enerji akışlarını ve dönüşümlerini düzenleme düzeyi karşı-
sında, sermaye mantığı düzensizliği ve dağıntıyı (entropi) gezegen çapında
sürekli arttırıcı yönde işler ve bugün hakkında çokça konuştuğumuz “küresel
ısınma” bunun biyosfer ölçeğindeki tezahüründen başka bir şey değildir.
Bu izahat tarzıyla sözü getirmek istediğimiz yer bellidir: Kendisine mündemiç
eğilimleri nedeniyle sermayenin yüzleşmeye başladığı hiçbir sınır, aslında ve
son tahlilde ona “dışsal” değildir; dolayısıyla, pekala ekolojik kriz kapitaliz-
min tarihsel krizinin bir veçhesi ve ekolojik eleştiri de “sosyalist programı-
mızın içkin bir boyutu” olarak ele alınabilir. Hem de ayağımızı Marksizm
zeminlerine sağlamca basarak.
41 K. Marx, Kapital 2. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1979, s.381
42 J.B. Foster, Savunmasız Gezegen, çev. Hasan Ünder, Epos Yayınları, Ankara, 2002, s.127
132
Sermaye Çağının Sınırları
133
Yaşayan Marksizm
43 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, age., s.289-90’da yer alan çeviri tercih edildi. Karşılaştırın, K. Marx,
Kapital 3. Cilt, age., s.682
44 E.M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Şahin Artan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.313
134
Sermaye Çağının Sınırları
135
Yaşayan Marksizm
nün (sudan elektroliz yoluyla elde edilen hidrojenin) üretimi için kullanılmasın-
dan geçiyor gibi gözüküyor.
Yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneliş, ilk bakışta sermayeye bir taşla iki vur-
ma imkanı tanıyor gibi. Bir yandan ekolojik krizin en önemli habercisi olan kü-
resel ısınma konusunda ciddi bir adım atmak, öte yandan ise bunu ekonomik
krizden çıkışın bir imkanı olarak değerlendirmeye koyulmak... Ama ilk bakışın
ayartıcılığına kapılmamak gerekiyor. Sermaye/doğa çelişkisinin yapısallığını yu-
karıda ele aldık. Ekonominin ekolojik önceliklere göre yeniden yapılandırılması
sermayenin doğasına aykırı ve atılan veya atılacak olan adımlar da kesinlikle bu
anlama gelmiyor.
Değinilmeden geçilemeyecek ikinci konu esnek üretim veya birikim rejimidir.
Bu konu hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bunları tekrarlamak veya irdelemek ye-
rine, burada, yalnızca ve kısaca esnek üretimin sermayenin sınırları bağlamında
ne anlama geldiğinden söz edeceğiz. Esnek üretimin neredeyse bütün unsurla-
rı, sermayenin sınırları konusunda fikir verici göstergeler olarak ele alınabilir.
Örneğin, esnek üretimle birlikte, sermaye, tümleşik (entegre) işletme ölçeğin-
de otomasyon düzeyini gitgide yükseltmekten çark etmiş ve Mandel’in tezini
doğrularcasına merkezinde organik bileşimi yüksek ana işletmenin, çevrede ise
organik bileşimi düşük yan veya yavru işletmelerin bulunduğu bir ağ düzenine
geçmiştir. Canlı emeği durmaksızın makinelerle ikame edilecek bir rakip gibi
görmekten belirli ölçüde vazgeçmiş, öteden beri sürüp giden bu ikamenin hızını
kesmiş ve tersinden ona zihinsel, bedensel, dilsel ve iletişimsel bütün kapasite ve
yaratıcılıkları soğrulacak bir tür makine ikamecisi, yani, aynı zamanda bir sabit
sermaye ögesi muamelesi yapmaya başlamıştır. Sabit sermayenin ömrünü uzat-
mak ve kullanım alanını genişletmek -yani giderek yakıcı bir sorun haline gelen
erken değersizleşmeyi yavaşlatmak- üzere çok amaçlı makineleri devreye sok-
muştur. Hakeza, organik bileşimi sabit sermayenin döner kısmını azaltarak da
düşürmek ve olası krizlere mümkün olabilen en az “aşırı üretim”le yakalanmak
için, üretim sürecine bir dizi yeni uygulamayı (sıfır stok, sipariş üzerine üretim,
tam zamanında teslim ve bir geri bildirim işlevi yüklenen sürekli piyasa araştır-
maları) sokmaya başlamıştır.
Çoğaltılabilir, ama bu kadarı bile şunu ileri sürmeye cevaz veriyor: Bir başka göz-
le bakıldığında, esnek üretim, sermeyenin ufukta belirmeye başlayan sınırların-
dan kaçışının ifadesi olan manevralar toplamından oluşmaktadır.
Konuyu bu yazının ana fikri ile noktalayalım: Sermayenin sınırları hakkındaki
tartışma özünde bir geçiş tartışmasıdır veya bu hale getirilirse amaçlarımıza daha
iyi hizmet edebilir.
136
Büyük Deprem
Bir Bilanço
Ali İleri
1 Öztin Akgüç, “Mali Tablolar Analizi”, Muhasebe Enstitüsü Eğitim ve Araştırma Vakfı Yayın No:13, (genişletilmiş 8.
bası), İstanbul 1990, s. 10.
2 Öztin Akgüç, age., s. 11-12.
137
Yaşayan Marksizm
158 yıllık mali dev Lehman Brothers’ın Eylül 2008’de batışının ardından işin
vehametinin farkına vararak ağız değiştiren “maestro” Greenspan’ın deyişiyle,
“yüzyılın krizi”nin3 bir bilançosunu çıkararak, kimi öngörü ve kestirimler yap-
mayı amaçlayan bu yazı, başlıca dört nedenle kendisini söz konusu sınırlardan
büyük ölçüde muaf saymaktadır:
1. Bilanço ve sonuçlarının analizi, krizin sermayenin sonsuz büyüme man-
tığının, onun doğasının çelişkili var oluşunun doğal ve kaçınılmaz ürünü
olduğu bilgisi ve kabulü ile yapılmıştır. Kapitalistlerin üzerinde uzlaştıkla-
rı muhasebe kurallarına değil kriz konu olduğunda tarih önünde defalarca
olumlu sınav vermiş bir kılavuza, Marksizme dayalıdır.
2. Burjuva kampta egemen olan popüler kavrayışın tersine, kriz Lehman’ın
iflasıyla başlayan görece kısa bir zaman dilimine sıkıştırılarak ya da daha
teknik bir bakışla 2007 Aralık sonundan başlatılarak değil, kapitalist geliş-
menin dördüncü uzun dalgasının yükseliş evresinin (1940-1970) tüken-
mesiyle başlayan, sünerek bugüne uzayan depresif bir evre olarak irdelen-
miştir. Çoğunlukla kriz olarak algılanan, öyle tartışılan ve Eylül 2008’den
bu yana artarak şiddetlenen süreç, 70’lerin başında girilen bunalımın bir
başka köpükle daha fazla sündürülememesinin sonucu patlak veren, tek
başına ele alındığında ise öznel değerlendirmelere kapı aralaması kaçınıl-
maz olan ertelenmiş finalidir.
3. Bilançoya esas olan dönemin uzun vadeye yayılması, verileri ikincil dalga-
lanmaların etkisinden arındırmış, esasa dair daha nesnel ve güvenilir bir
analiz yapmayı olanaklı kılmıştır.
4. Kriz, tek başına iktisadi bir olgu olarak değil, çok daha geniş kapsamla
irdelenmiş; krizden çıkış ve sonrasına yönelik öngörü ve kestirimlerde
egemen döngüsel yaklaşımın aksine, tarihsel ve doğal sınırlar kerteriz
alınmıştır. Bu farklılık, yaşanan gerçekliği bütün hatlarıyla kavramayı ve
yansıtmayı olanaklı kılmasının yanında, geleceğe yönelik tasavvuru günün
üstesinden gelinmesi zorunlu pratik işi, görevi yapmıştır.
Bilanço analizinin sınırlarına değinirken, yazının üç bölümden oluşacak kapsa-
mı da belli oldu. İlk bölümde, 70’lerden bugüne -zorunlu değinmelerin dışında-
ağırlıkla ABD’nin merkeze alındığı depresif dalganın kronolojik seyri aktarılacak.
İkinci bölümde, mevcut krizin kapitalist gelişmenin dördüncü uzun dalgasının
depresif evresini oluşturması nedeniyle üçüncü bölümde verilere dayalı yapıla-
cak kimi öngörü ve kestirimlere teorik bir çerçeve sunacak uzun dalgalar konu
edinilecek. Üçüncü bölümde, kapitalist gelişmenin krizle birlikte belirginlik ka-
zanan önemli siyasal sonuçlara gebe yeni ve başat eğilimleri ele alınacaktır.
138
Büyük Deprem Bir Bilanço
I
Bilanço
4 “Long Waves,Institutional Changes, and Historical Trends: A Study of The Long-Term Movement of The Profit Rate
in The Capitalist World-Economy”, Minqi Li, Feng Xiao, Andong Zhu, Journal of World-Systems Research, 2007, Cilt
XIII, Sayı: 1, Şekil 2, s.39
139
Yaşayan Marksizm
Düşüş Başlıyor
Düşüş dalgası, 73 petrol krizinin de körüklediği yüksek enflasyon ile birlikte hız
kazandı. Kapitalist sanayinin enerji altyapısı yüzyılın başında şekillenmeye baş-
ladığı biçimiyle tamamen fosil yakıtlara bağımlıydı ve Ekim 73’teki İsrail-Arap
(Yom Kippur) savaşının ardından başlatılan petrol ambargosu ve 79’daki İran
Devrimi’nin ardından yaşanan petrol krizi, başta ABD olmak üzere tüm dün-
yada enflasyonu ateşledi. 80’li yılların başına kadar, yükselen petrol fiyatları, sa-
nayinin fosil yakıt bağımlılığı, genel enerji harcamaları ve enflasyon arasındaki
bağlantının açığa çıktığı bir dönem yaşandı. (Tablo 1)
Tablo 1
PETROL FİYATLARI-ENERJİ HARCAMALARI
VE ENFLASYON ARASINDAKİ İLİŞKİ, ABD (1970-1988)6
5 Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönüşümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, Haziran 2004, İkinci Baskı, s.13
6 TUFE verileri, U.S. Department of Labor Bureau of Labor Statistics (BLS) http://data.bls.gov/cgi-bin/surveymost?cu’den,
http://www.bp.com/productlanding.do?categoryId=6848&contentId=7033471 (BP)adresinden ham petrol fiyat verile-
ri, http://www.eia.doe.gov/emeu/aer/pdf/pages/sec1_12.pdf (DOE/IEA) adresinden enerji harcamaları/GSMH oran-
ları alınmıştır.
140
Büyük Deprem Bir Bilanço
Şekil 27
ALTIN STANDARTININ
TERKİNDEN SONRA MAL PİYASALARINDAKİ YÜKSELİŞ
7 http://www.resourceinvestor.com/pebble.asp?relid=26477
141
Yaşayan Marksizm
8 Kapitalizmin gelişiminde serbest rekabetçi aşamadan tekelci aşamaya sıçramanın gerçekleştiği (1873-1913) döne-
min özellikle 1895’den Birinci Savaşa kadar yaşanan yükseliş ve finansal genişleme dönemi, “altın çağ”. Ayrıca bkz.
Giovanni Arrighi, “Adam Smith Pekin’de”, Yordam Kitap, Ocak 2009, Birinci Basım, s.169-171
9 Paul Davidson, “Reforming the world’s international money”, real-world economics review, 48.sayı, s.296
10 Keynes, J. M. (1941) “Post War Currency Policy”, aktaran P. Davidson, agm.
11 Paul Davidson, agm.
142
Büyük Deprem Bir Bilanço
Bankası işlevi görecek bir uluslararası birliği (IMF) ve onun dünya ticaretinde
esas alacağı, değeri otuz değişik temsili metanın değeriyle belirlenecek bir dün-
ya parasını, “bancor”u önermişti. IMF kurulmuş, ama “bancor” yerine Bretton
Woods’a katılan bütün taraflar ABD heyetine başkanlık eden H. D. White’in
önerisini; -altına bağlı olmak koşuluyla (1 ons altın=35 dolar)- doları rezerv
para olarak kabul etmek zorunda kalmışlardı.
“Altın yükseliş”in sona ermesi, petrol fiyatlarının olağanüstü artışı ve uluslara-
rası rezerv para olan doların altınla bağının kopmasıyla birleşince enflasyon (Şe-
kil 3), işsizlik (Şekil 4) ve ikisinin eşliğinde sınıf mücadelesi sertleşti. ABD’nin
hegemonyasının ona tanıdığı ayrıcalıkla, doların mark karşısında (1971-1973)
arasında %28, yen karşısında (1969-1973) arasında %50 değer kaybetmesine göz
yumarak, imalat sanayinde karlılıkta artış sağlamayı başarması kapitalist siste-
min bütünü açısından sonuç vermeyecekti. Tersine, Alman ve Japon tekelleri-
nin ABD’li tekellerle rekabet edebilmek için karlarından fedakârlık yapmaları
kâr oranlarında düşüşün devam etmesiyle sonuçlandı.12 Geriye yalnızca bir yol
kalıyordu. Kâr hadlerindeki düşüş, işçi sınıfını geriletecek, gerekli emek ile ar-
tık emek arasındaki dengeyi sermayeyi cezbedecek biçimde yeni baştan kuracak
yeni bir programı sermayeye dayatıyordu. İngiltere’de “Thatcherizm” Atlantiğin
öte yakasında “Reaganomics” özgün adlarını alan ve 1980’lerin başında dalga
dalga burjuva kampın geneline yayılan neoliberal saldırı işte bu nesnel zorunlu-
luğun bir ürünüydü.
Şekil 313
ABD TÜKETİCİ FİYAT ENDEKSİ (1913-2009*) (1967=100)
143
Yaşayan Marksizm
Şekil 414
ABD İŞSİZLİK ORANLARI (01 Ocak 1948- 01 Haziran 2009)
Neoliberal Saldırı
Neoliberalizm, sermayenin 80’li yılların başından başlayarak, aşırı sermaye bi-
rikiminin sonucu kâr oranlarındaki gerilemeyle içine düştüğü bunalımdan kur-
tulma çabalarının bir toplamıdır. Burjuva partilerin programlarını aynılaştırıp,
neredeyse bütün ülke devletleri hizmetine koşan ve öz olarak işçi sınıfının kaza-
nılmış haklarını, burjuvazi ile giriştiği ezeli mücadelesinde elde ettiği mevzileri
dağıtmaya yönelik bir saldırı programıdır. Harvey, sermayenin bu kapsamlı sal-
dırısında gerçekleştirdiği keskin manevrayı şöyle özetler:
1970’lerde genel aşırı birikim krizinin iyice belirgin hale gelmesiyle neo-
liberal akım, Keynezyen ve diğer devletçi ekonomi politikalarına alternatif
olarak ciddiye alınmaya başlandı. 1979’da seçildikten sonra döneminin
ekonomik sorunlarını çözmek için yeni politika arayışında olan Margaret
Thatcher, neo-liberal akımı keşfetti ve bu akımın think-tanklarının öne-
rilerine başvurmaya başladı. Reagan’la birlikte Thatcher, devlet faaliyetle-
rinin odağını bütünüyle değiştirerek, refah devleti anlayışından “arz yan-
lı” sermaye birikimi koşullarını destekleyici devlet politikalarına keskin
bir geçiş yaptı. IMF ve Dünya Bankası neredeyse bir gecede tüm siyasi
çerçevesini değiştirdi ve birkaç yıl içinde neoliberal doktrin, önce Anglo-
Amerikan dünyasında, fakat hemen akabinde Avrupa’nın ve dünyanın
birçok belgesinde başat politika haline geldi.15
Burjuva ideolojisinin görsel penceresinden algılandığı biçimiyle, olguların baş
14 “Federal Reserve Bank of St. Louis”in http://research.stlouisfed.org sitesinden alınmıştır. Grafikte ABD Çalışma
Bakanlığı İşgücü İstatistik Ofisi (BLS) verileri baz alınmış olup, taranmış alanlar NBER (National Bureau of Economic
Resarch) tarafından belirlenmiş durgunluk dönemleridir.
15 David Harvey, “Yeni Emperyalizm”, Everest Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2004, s.131
144
Büyük Deprem Bir Bilanço
16 K. Marx-F. Engels, “Seçme Mektuplar”, Engels’ten Berlin’deki C. Schmidt’e (Londra, 27 Ekim 1890), Evrensel Basım
yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996, s.104
17 Ernest Mandel, “Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları”, Yazın Yayıncılık, Birinci Baskı, Ocak 1986, s.88
18 Kenan Kalyon, age., s.62
19 Kenan kalyon, age., s.62
145
Yaşayan Marksizm
sıntı sadece ABD ile sınırlı kalmıyor, belli başlı diğer borsalar da New York bor-
sasını izliyordu.
Arkası 1989’da kitlesel iflasların yaşandığı ABD mortgage piyasasından geldi.
Enflasyonla mücadele başlığında Fed (ABD Merkez Bankası) faiz oranlarını yük-
seltmeye başlamış; bu politika değişikliği öncelikle 1987’de sayıları 3600’ü, toplam
varlıkları 1,5 trilyon doları bulan kredi ve mevduat (Saving & Loan) kuruluşları-
nı vurmuştu.20 Mevduat bankalarında düşük faizle toplanan fonları, yüksek faiz
ama otuz seneye erişen uzun vadeler ile “mortgage” kredisi olarak kullandıran bu
kuruluşlar, kısa vadeli faizler ve maliyetlerdeki artışların, uzun vadeli mortgage
portföylerinin -devir hızlarındaki düşüklük nedeniyle- getirilerini aşmasıyla iflas
ettiler. Bu kuruluşların adı ile anılan “S&L” krizi, 1990 Temmuz’u ile 1991 Mart’ı
arasında gerçekleşecek 8 aylık bir resesyonu da kapsayarak, tüm kalıntılarıyla
birlikte yaklaşık yedi yıl içinde tasfiye edilebildi. 745 kuruluş batmış, bu kuru-
luşların tasfiyesi için kurulan RTC (Resolution Trust Corporation), daha sonra
1996’da FDIC (Federal Deposit Insurance Corporation)’a devredilmişti. Top-
lam zarar 160,2 milyar dolardı. Bunun 132,1 milyar doları vergiler dolayımı ile
doğrudan halkın sırtına yıkılmıştı.21 S&L krizi ileride yaşanacak olan “subprime
mortgage” krizinin mini bir provasıydı. Tabii henüz finansal türev enstrümanla-
rının işin içinde olmadığı, nispeten en basit haldi söz konusu olan.
Bu dönem gerçekleşen ve sonuçlarından ziyade, işaret ettikleriyle önemli olan iki
anlaşma bulunuyor. İlkinde, New York Plaza Hotel’de ABD’nin talebi üzerine, 22
Eylül 1985’te ABD, Federal Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya bir araya gelerek
doların yen ve mark karşısında kontrollü biçimde devalüasyonu üzerinde anlaştı-
lar. Böylece rakiplerinin desteğiyle ABD, GSMH’sının %3,5’ine ulaşan cari açığını
kapatmayı başaracaktı. İkincisiyle, 22 Şubat 1987’de Paris’te G7 ülkelerinden İtalya
hariç diğerlerinin katılımıyla imza altına alınan Louvre anlaşması ile dolardaki güç
kaybı durdurulmak istenmişse de, Plaza anlaşmasını izleyen 10 yıl içinde zayıfla-
yan dolar özellikle Japonya’yı vurdu. Hem aşırı sermaye birikiminin çözülememiş
olması, hem de gerek Alman, gerek Japon rakipleriyle talebin gerilediği bir ortam-
da kızışacak rekabetin dönüp yeniden ABD’yi vurma olasılığı, büyük bir resesyo-
nun içine yuvarlanan Japonya’ya bu defa ABD’nin el uzatmasını zorunlu kıldı. Fed
Başkanı Greenspan, ters Plaza anlaşması önerdi. Başkan Clinton’un güçlü dolar
politikası hem Japonya’yı içine düştüğü derin resesyondan kurtarma hamlesi, hem
de sosyalist kampın dağılmasının ardından ABD’nin geliştirdiği önleyici savaş
stratejisi ile uyumlu, dünya halklarına ve diğer kapitalistlere yönelik önemli bir
mesajdı. Sosyalist kampın çözülmesi ve fethedilecek yeni geniş pazarların açılması,
ABD’nin imparatorluk damarlarını kabartmıştı. Güçlü dolar politikası Japonya’yı
krizden kurtaramamıştı ama, aşırı birikim sorununun çözümsüzlüğünü koruduğu
bir konjonktürde finansallaşmanın önündeki bentleri kaldırmaya yetmişti. Kapi-
talizm tarihinin en hacimli finansallaşma evresine girdi.
20 Alan Greenspan, “Türbülans Çağı”, Boyner yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2008, s.124-126
21 ABD Genel Muhasebe Ofisi, Kongre’ye Rapor, Temmuz 1996, GAO/AIMD-96-123 RTC’s Financial Statements,
sayfa:14, http://www.gao.gov/archive/1996/ai96123.pdf
146
Büyük Deprem Bir Bilanço
Köpük Transferleri
80’lerin başında girilen süreç rutinine kavuşmuş, monetaristlerin önderliğinde kâr
oranlarındaki düşüşü dengeleyecek bir sürek avına, geçici de olsa hiç değilse bir
süreliğine moralleri diri tutacak yeni heyecanlar arayışına dönüşmüştü. Peşine dü-
şülen heyecanlar, hiç bir zaman bir önceki evreye benzer uzun soluklu bir yükselişe
neden olamadıysa da, sistemin “reel sosyalizm”in çökmesi ve “yeni ekonomi” sek-
törü gibi finali geciktiren “köpük transferleri”23 ile oyalanmasına aracı oldu. Köpük
transferlerinin temeli, üretimin altyapısında köklü dönüşümlerle birlikte yeni bir
uzun yükseliş dalgasını başlatacak gerçek bir motivasyonun eksikliğine dayalıdır.
Uzun dalganın aşağı yönlü ikinci etabında, belki de ABD’de, aşırı sermaye bi-
rikimi sorunu ve azalan kâr oranları cenderesinden kurtulmak adına en fazla
heyecan yaratmış sektör “yeni teknoloji”, popüler adıyla “dotcom” sektörüydü.
22 Charles P. Kindleberger, “Cinnet, Panik ve Çöküş. Mali Krizler Tarihi”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
2007
23 J. B. Foster, “Kapitalizmin Malileşmesi ve Kriz”, Kalkedon Yayınları, Eylül 2008, Birinci Basım, s.66
147
Yaşayan Marksizm
1990’lı yılların başından itibaren “yeni teknoloji” sektörü yeni bir heyecana loko-
motiflik yaparken, dışarıda da pazarın genişlemesine en büyük katkıyı, başını 70
yıllık bir aradan sonra “serbest piyasa ekonomisi”ne dönüş yapan Rusya’nın çek-
tiği “sosyalist” ülkeler yapıyordu. Ancak 2000’in başında son bir yılda %100’lük
değer artışıyla işlem gördükleri Nasdaq borsasında “dotcom” hisselerinin gö-
rüntülerinin tersine bir kârlılığa ve varlığa sahip olduklarının muazzam keşfiyle
“yeni ekonomi” balonu da patlayacaktı. Muazzam bir keşifti bu, çünkü “yeni”
ekonomi şirketlerinin çoğu bir masa-bir iskemle şirketlerdi ve bunu on yıl gibi
kısa(!) bir sürede keşfetmek, hakkını teslim etmek gerekiyor, oldukça muazzam
bir işti. Bu durum, elbette gören gözler için, aşağı doğru sünen depresif dalganın
hali pür melalini sergiliyordu. Belli ki bilinçli uzatmalar oynanıyordu.
1990’lı yıllar yukarı bir hamleyi başlatabilmek için ABD’ye en uygun dış konjonk-
türü sunmuştu. Ama sonuç hüsrandı. Dönemin Fed Başkanı Geenspan, -içinde
yaşarken böyle düşünüyor muydu bilinmez- 2007’de kaleme aldığı “Türbülans
Çağı”nda nedeni şöyle açıklayacaktı:
Yeni ürünler ve yeni şirketler 1997 ve 2000 yılları arasındaki yeni hisse
senetleri ihracındaki büyük artışın da nedenleridir. Ve o zamandan beri
yenilikçi yani inovatif uygulamalardaki bariz düşüş, ihraç edilen hisse
senetlerinin miktarında azalma yaratmıştır. Yeniliklerdeki yavaşlama,
özellikle kuruluşların dahili nakit akışlarının (daha önceki yeni tek-
noloji uygulamalarından edinilen kazançların yarattığı nakit akışları)
büyük miktarını sabit yatırımlardan çıkartıp, şirketin hisse senetleri-
nin geri alımına, şirket birleşmelerine, ya da şirket alımları sürecinde
hissedarlara nakit dağıtımına yönlendirmelerinden bariz şekilde an-
laşılmaktadır. Finansal olmayan kuruluşların hissedarlarına yapılan bu
tür nakit iadeleri, 2003 yılında 180 milyar dolar seviyesinde iken, 2006
yılında 700 milyar dolara çıkmıştır. Öte yandan 2003 yılında 748 milyar
dolar olan sabit yatırımlar 2006 yılında sadece 967 milyar dolara çıkmıştır.
Bir kuruluş özsermayesini hissedarlarına, ancak kuruluşun mevcut varlık-
larından elde ettiği getiri oranına göre daha yüksek seviyede riske ayarlı
getiri oranları bulmak için elverişli bir ortam oluşturamadığı zaman iade
eder. Hissedarlara büyük miktarda nakit ödeme yapılması genellikle
şirketin varolan sabit yatırımlarına ilişkin getiri oranlarının azalmış
olduğuna işaret eder ki, bu da büyük olasılıkla gerçekleştirilen yenilik-
lerden kaynaklanan yeni ve kârlı uygulamaların beklenen getiri oran-
larının azalmasının bir sonucudur.24
Mali oligarşinin amiral köşkünde ikamet eden Greenspan gerçeğin farkındaydı
ve özetle şunu söylüyordu: Kâr oranları düşüyor ve hâlihazırda ufukta bu eğilimi
tersine çevirecek gerçek bir heyecan görünmüyor; güdük kalan her hamle ise
sermayenin finansallaşmasını ivmelendiriyor, yaklaşmakta olan büyük depre-
min biriktirdiği enerjiyi artırıyordu.
148
Büyük Deprem Bir Bilanço
Yeni ekonomi düşünün sona ermesi, 1998 Asya krizini ustalıkla savuşturan
ABD’yi, “dotcom” krizi olarak anılan ve bu defa kapitalist emperyalist sistemin
merkezinde baş gösteren bir krize yuvarlamaya yetmişti. Ancak çok büyük bir re-
sesyona ramak kala, ABD’nin imdadına S11 (New York Dünya Ticaret Merkezine
yapılan 11 Eylül saldırısı) yetişiyor; S11 bahanesiyle yapılan Afganistan ve Irak
işgalleri, yurtsever ABD’lilerin başkanlarının çağrısına uyarak tüketmeye devam
etme kararı vermeleri ile son perde yine ileri bir tarihe öteleniyordu. Böylelikle
monetaristlerin verdikleri ilk gazın ve dağılan “reel sosyalizm”in açtığı yeni pa-
zarların kabarttığı iştahın ardından yeni teknoloji köpüğünü de tüketen sermaye,
hiç vakit yitirmeden nöbeti devralacak yeni bir köpüğün peşine düşmüştü bile.
Son köpük transferi, “subprime mortgage” krizi ile patlayacak ve büyük depremi
tetikleyecek konut köpüğü oldu. Kapitalist sistem, finans simyacılarının parlak
buluşları ve Fed Başkanı Greenspan’ın özverili çabalarıyla desteklenen zorlama
ama nispeten sakin bir altı yıl daha kazanacaktı.
1987 yılı Ağustos’unda Başkan Reagan tarafından atanan ve “Reaganomi”yi Fed
Başkanlığında toplam on sekiz yıl “başarıyla” uygulayan, 80 sonrasından günü-
müze uzayan sürecin baş aktörlerinden olan Greenspan, Ocak 2006’da yerini bir
başka monetarist Başkana, Ben Bernanke’ye bıraktı. Greenspan Bernanke’ye Fed
Başkanlık koltuğuyla birlikte, o zamana değin ekonomi tarihinin en büyük ifla-
sını yaşama şansını da veriyordu. 9 milyar dolarlık bir “hedge” fon, Amaranth,
Hurricane ve Katrina’nın ardından yüksek kaldıraç oranlarıyla girdiği doğal gaz
fiyatlarının yükseleceğine dair bir bahsi kaybetmişti. Eylül 2006’da kayıpları 6,5
milyar dolara ulaşan fon iflas etti. Amaranth, ekonomi tarihinin en büyük iflası
olarak tarihe geçerek Citadel ve JP Morgan tarafından devralındı. Konu böylece
kapatıldı. Fonun batışı sonrası “hatalı” bahis kararını alanların “beceriksizliği, so-
rumsuzluğu” vb. tartışılmıştı ama artık sıradan insanın bile gündelik yaşamına
sızmış kredi sisteminin kaldıraçlı kumar mantığı hiç sorgulanmamıştı. Çünkü
maddi üretimden giderek elini eteğini çeken mali sermaye için finansal kaldıraç
nirvanaya ermenin olmazsa olmaz aracıydı. Aşırı şişen sermayeye gerçek üretim
alanı dar geliyor ve o da sanal alanda barbut atarak şansını denemek istiyordu.
Finansal kaldıraç oynanan oyunu her defasında büyütmek; daha heyecan verici
ve çekici kılmak için gerekliydi ve bu yüzden de oyunun tartışılmaz bir kuralıydı.
Ayrıca maddi yaşamda var olan her gerçek değerin karşılığında yedi sanal değer
dolaşıma girmiş, oyun çok büyümüş, oyuncuların hepsi kumdan yükselen aza-
metli bir şatonun içine doluşmuşlardı. Gerçeği konuşmak hepsi için büyük bir fe-
laketi başlatabilir, şatonun üstlerine çökmesine neden olabilirdi. Keyifler tıkırın-
daydı ve münasebetsizliğe de münasebetsizlere de aralarında yer yoktu! Üstelik
hem keyifli hem de rahat bir iş yapıyorlardı, sanal alemin genişlemesi için maddi
üretimde olduğu gibi gerçek lokomotiflere de, baş belası işçilere de gereksinim
yoktu! Karşılığında servet ücretler ödenen ve bütün işi oyuna yeni renk katmak
olan genç finans simyagerlerinin parlak buluşları oyunu sürdürmeye yeterliydi.
2006 Mayıs’ında, Fed’in faiz artırma olasılığının güçlenmesi ve büyük kreditör-
149
Yaşayan Marksizm
ABD Hane Halkları Borç Köpüğü ve Eşik Altı Tut-sat (“Subprime Mortga-
ge”) Krizi
Yeni ekonomi köpüğünün sönmesinin ardından, oyuna üzerinden devam edilecek
alan hazırdı. Bu, neredeyse ABD GSMH’sına eş bir hacmi olan hane halkları borç
kümesiydi. Bu kümenin içinde ağırlığı konut oluşturuyordu. Bir köpük oluşumu
için gerekli olan bütün ögeler hazırdı. Kapitalizm tarihinde hiç olmadığı kadar ma-
lileşmiş; kâr oranlarının düşüklüğü, gelişmiş pazarlardaki doygunluk, maddi üre-
time çoktandır ilgisini yitirmiş büyük bir sermaye fazlası oluşturmuştu. Bütün iş,
köpüğü şişirecek ek talebin yaratılmasına kalmıştı. Bunun için sermaye, sıkça baş-
vurduğu o eski ideolojik cephaneye, “Amerikan rüyası”na başvuracaktı. Burjuvazi-
nin yüzünü daha önce hiç kara çıkartmamıştı, şimdi de işe yarayacaktı, çünkü:
1870-1970 dönemini içeren 100 yıllık dönemde ABD ekonomisi zaman
zaman kısa dönemli aşağı doğru gidişler yaşamış olsa da genelde canlılığı-
nı korumuş ve verimlilik artışları ve reel ücret artışları yaşamıştır. Bu eko-
nomik realite, Amerikan rüyası, tüketim ve Amerikan işçi sınıfının pasi-
fizmi üzerine temelleniyordu (kent dışında bahçeli bir ev ve otomobil).25
Bu defa kent dışındaki bahçeli ev ve otomobil edinme fırsatı, şimdiye değin kapi-
talizmin kredilendirme filtrelerinden geçmesi olanaksız gelir düzeyi düşük geniş
yığınlara açılacaktı. Doğacak riskler, sermaye piyasalarının gelişmiş araçlarıyla
yönetilebilir, yetmediğinde finans simyagerlerinin yeni buluşları devreye soku-
labilirdi. Öyle oldu. 2001’den başlayarak düşük gelirli kesimlere açılan “subp-
rime” ve “Alt-A” kredileri genişledi. 2001’de 150 milyar dolar (%2,4) olan eşik
altı kredilerinin hacmi, 2007 Mart’ında 1,3 trilyon doları (%14) buldu.26 “Alt-A”
kredileri ile birlikte Subprime mortgage kredileri 2007 yılında toplam mortgage
25 Mustafa Durmuş, “Kapitalizmin Krizi”, Tan Kitabevi, Birinci Basım, Mayıs 2009, s. 130
26 Jacques Sapir, “Global finance in crisis”, CRASH, Why it happened and what to do about it vol. 1, real-world econo-
mics review Edited by Edward Fullbrook, Published by Real-world Economics Review, 2009, s.31
150
Büyük Deprem Bir Bilanço
27 Karen E. Dynan ve Donald L. Kohn, “The Rise in U.S. Household Indebtedness: Causes and Consequences”, s.42,
Finance and Economics Discussion Series Divisions of Research & Statistics and Monetary Affairs, Fed, Washington,
D.C. http://www.federalreserve.gov/pubs/feds/2007/200737/200737pap.pdf
28 http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/annuals/a2005-2008.pdf “L.2 Credit Market Debt Owed by Nonfi-
nancial Sectors”
151
Yaşayan Marksizm
larla on katını aşmıştır. ABD’nin 2006 GSMH rakamının 13178,429 milyar dolar
olduğu göz önüne alınırsa bu kredilerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. İki eğrinin
2006’ya doğru artış eğilimlerinin hız kazanması ve konut fiyatlarının mortga-
ge borçlarındaki artışa göre hız kesmesi, Amerika’da S11’den sonra tutunulan
konut köpüğünün de sonuna gelindiğine dair çok kuvvetli bir işaretti. Şekil 6,
kaçınılmaz sonu ve özellikle 2000’den sonra eşik altı kredilerin yaygınlaşmasıyla
birlikte konut köpüğünün nasıl hızla şiştiğini ve köpük patladıktan sonra konut
fiyatlarının çıktığı gibi nasıl hızla gerilediğini gösteriyor.
Şekil 7 ise bütün olan biteni açıklayan belki de en değerli bilgiyi sunuyor. Gerile-
yen kâr oranlarının pençesinden sıyrılamayan burjuvazi, bir yandan işçi sınıfının
gerekli emek karşılığı almış olduğu payı küçültürken, bir yandan da bu hamlesi-
nin doğal sonucu giderek müzminleşen talep sorununu işçi sınıfının gelecekte-
ki gelirlerine el koyarak çözmeye çalışmaktadır. Onları borçlandırmakta, henüz
üretilmemiş değerlerden medet ummakta, geçmişini, bugününü çaldığı insanla-
rın geleceğini de ipotek altına almanın peşine düşmektedir. Şekil 7, burjuvazinin
içine düştüğü biçare durumu, onun toplumsal zenginliğin üretimi ve bağlı olarak
sermayenin yeniden üretimi sorununu ne denli zayıf bir temelde çözmeye çalış-
tığını gözler önüne seriyor. ABD ekonomisi, 2001-2006 arasında gerçekleştirdiği
büyümeyi ağırlıkla emekçilerin gelecekte yaratacağı değerler üzerinden sağlamış
görünüyor. Krizle birlikte GSMH’da baş gösteren yüksek oranlı gerilemeler de bu
tabloyu onaylamaktadır. Burjuvazi kendisi yuvarlanırken toplumu da içine sürük-
lediği bu zavallı durumla egemenliğinin sonuna geldiğini kanıtlıyor. Artık “ege-
menliğini sürdürecek durumda değildir, çünkü kölesine, köleliği çerçevesinde bir
varoluş sağlayacak durumda değildir, çünkü kölesini, onun tarafından beslenece-
ği yerde, onu beslemek zorunda kaldığı bir duruma düşürmeden edemiyor.”30
Şekil 631
152
Büyük Deprem Bir Bilanço
Şekil 732
153
Yaşayan Marksizm
föylerine paylaştırıldı. Bu kâğıtların çok önemli bir ortak özelliği vardı. Hepsi de
az ya da çok “subprime mortgage” virüsü bulaşmış bir sosla tatlandırılmıştı.
“Subprime mortgage” kredileri, daha yukarıda belirtildiği gibi, çoğunlukla abar-
tılı gelir beyanlarıyla ve açılması kolay olduğu için de daha çok değişken faizli,
yani yüksek riskli “ARM”ler olarak açılmıştı. Artan faiz hadlerinin baskısıyla geri
ödemelerde aksama başladı ve bu yolla ev satın alanların evlerine borç veren ku-
ruluşlarca el koymalar başladı. Kriz patlamış, zincirleme reaksiyon başlamıştı:
• Ödeme güçlüğü yüzünden satışa çıkarılan evler, düşmeye başlayan konut fiyat-
larını aşağı çekmeye başladı.
• 2. el ev arzının artması ve düşen fiyatlar, diğer yandan “sütten ağzı yanan” ban-
kaların yeni açtıkları mortgage kredilerinde koşulları sıkılaştırması, konut inşaat
sektöründe yeni ev siparişlerinin düşmesine yol açtı.
• Yeni ev siparişlerinin düşmesiyle, ekonominin lokomotif sektörlerinden yeni
konut inşaatlarında durgunluk başladı. Bu durgunluk özellikle, Ağustos 2007
tarımdışı istihdam verilerinde görüldüğü gibi (2003’ten bu yana ilk kez eksi bir
değer geldi) işsizlik rakamlarına da olumsuz olarak yansımaya başladı.
• Finans simyagerlerinin hüneri ile diğer borç kağıtlarının arasına sarılarak pa-
zarlanan “subprime mortgage” borçları bir anda içine sarılarak ambalajlandığı
diğer kağıtların da likiditesini olumsuz etkileyerek onların da değerlerini düşür-
dü. Sermaye piyasalarında oluşan güvensizlik ortamı, hızla nakde geçme dalgası
yarattı. Borsaları satış furyası kapladı, fiyatlar hızla geriledi.
• Subprime mortgage virüsü bulaşmış menkul değerlerin ticareti neredeyse tama-
mıyla durduğundan, büyük fonlar ve yatırım bankaları içinde bu borç senet-
lerinden bulundurdukları yatırım fonlarının cari değerlerini saptama müşkülü
içinde yükümlülüklerini yerine getiremez duruma düştüler.
• Kimin söz konusu virüsten ne kadar etkilendiği belli olmadığından, mali piyasa
aktörleri arasında birbirlerine karşı güven bunalımı doğdu. Bu bunalıma bağlı
olarak ise bilinen “likidite” krizi patlak verdi.
• Başta “hedge” fonlar olmak üzere, büyük yatırım fonları yükümlülüklerini ye-
rine getirebilmek için “sağlam” kalan diğer kıymetlerini finansal kriz gölgesi
düşmüş piyasalarda değerinin altında satmaya zorlanarak büyük zararlar yaz-
maya başladılar. Özellikle yüksek kaldıraç oranları ile çalışan “hedge” fonların
zararlarının katlanarak büyük miktarlara ulaştığı biliniyor. Ancak, bu fonlar
şeffaf olmadığı için batığın toplam tutarı hakkında gerçekçi rakamlar halen
tam olarak bilinemiyor.
• Başta konut olmak üzere varlık fiyatlarının düşmeye başlaması servet etkisini ve
dolayısıyla buradan kaynaklanan tüketimi olumsuz etkilemiş; gelecek kaygıları
öne geçmiş ve Amerikalılar daha az harcamaya başlamıştır(Tablo 2).
154
Büyük Deprem Bir Bilanço
Tablo 2
ABD HANEHALKLARININ ELİNDE TUTTUĞU HİSSE VE
GAYRİMENKULLERİN PİYASA DEĞERİ
(TRL $ Enf. Arındırılmış)33
Lehman Vakası
Bear Stearns’ın Mart 2008’de JP Morgan Chase’e yamanması operasyonunu Fed
yönetmiş ve JP Morgan’a bu iş için 30 milyar dolar teminat taahhüdünde bu-
155
Yaşayan Marksizm
156
Büyük Deprem Bir Bilanço
157
Yaşayan Marksizm
158
Büyük Deprem Bir Bilanço
35 http://www.ustreas.gov/press/releases/hp1195.htm
159
Yaşayan Marksizm
160
Büyük Deprem Bir Bilanço
Sarkozy, yeni bir küresel ekonomik düzenden yana olduklarını ifade ede-
rek, ‘Yeni bir Bretton Woods Anlaşması’na doğru gidiyoruz. Sistemi
tamire gidiyoruz.’ diye konuştu. Sarkozy, AB Komisyonu Başkanı Jose
Manuel Barroso ile birlikte 18 Ekim’de görüşecekleri ABD Başkanı Geor-
ge W. Bush’a ‘bu mesajı ileteceklerini’ de bildirdi…37
G20 Sao Paulo Toplantısı (8-9 Kasım 2008) ve Washington Zirvesi (15 Kasım
2008)
G20’yi oluşturan ülkeler; (ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Ja-
ponya) G7 ülkelerine ek olarak; AB, Rusya, Çin, Hindistan, Endonezya, Güney
Kore, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Meksika, Türkiye, Suudi Arabistan, Gü-
ney Afrika’dan oluşuyor. Washington liderler zirvesine hazırlık niteliğinde 8-9
Kasım 2008’de Brezilya’nın başkenti Sao Paulo’da gerçekleşen Merkez Banka-
sı Başkanlarının ve ilgili Bakanların bir araya geldiği G20’nin 10. yıllık olağan
toplantısının sonuç bildirisinde38 öncelikle korumacılığa karşı maddeler dikkat
çekiyordu:
...Küresel krizin küresel çözümler gerektirdiğini not ederek, düzenlenecek
zirve uluslararası işbirliğini ilerletecek önemli bir adım olacaktır... (Sao-
Paulo/ Sonuç Bildirisi M.2)
...Bütün ülkelerin, ticaret ya da yatırım amacına bakılmaksızın koruma-
cılık basıncına karşı direnmeleri üzerinde ısrarla duruldu... (Sao-Paulo/
Sonuç Bildirisi M.7)
Dünya pazarındaki son çeyrek yüzyıllık gelişmenin ve küresel işbölümünün öne
çıkardığı yeni güçlerin varlığına dikkat çekiliyor; oluşan yeni güç dengelerine
uyumlu, onu yansıtacak bir değişim gerekliliğinin altı yumuşatılarak çiziliyordu:
...Bretton Woods kurumlarının geniş biçimde reformdan geçirilmesinin
altını çizdik. Böylece, onlar dünya ekonomisindeki değişen dengeleri ye-
terince yansıtabilir ve gelecekteki meydan okumalara daha etkili biçimde
yanıt verebilirler. Yükselen ve gelişmekte olan ekonomiler, bu kurumlar-
da daha fazla söz ve temsil hakkına sahip olmalıdır... (Sao-Paulo/ Sonuç
Bildirisi M.12)
Doların dünya parası olmasının bir sorun olduğu, dünyanın geri kalanında “sür-
dürülebilir bir kalkınma” için yeni yolların keşfedilmesi gerekliliği biçiminde
diplomatik bir dille ifade edilecekti:
Mevcut krizin en sağlıksız görünümlerinden biri özel kredi pazarlarındaki
donma ve sermayenin krizin doğduğu kaynağa gerisin geriye dönme eği-
limidir. Gelişmekte olan ülkelere, sürdürülebilir kalkınma ve devam eden
altyapı yatırımları için kritik öneme sahip olan özel sermaye akışının ve
161
Yaşayan Marksizm
39 http://www.g20.org/Documents/g20_summit_declaration.pdf
162
Büyük Deprem Bir Bilanço
40 http://www.whitehouse.gov/
163
Yaşayan Marksizm
mek gerekiyor. Sao Paulo toplantısı sonuç bildirisi kararları, Washington zirvesi
deklarasyonuna aynıyla içerilmiştir; biri hariç:
Mevcut krizin en sağlıksız görünümlerinden biri özel kredi pazarlarındaki
donma ve sermayenin krizin doğduğu kaynağa gerisin geriye dönme eği-
limidir. Gelişmekte olan ülkelere, sürdürülebilir kalkınma ve devam eden
altyapı yatırımları için kritik öneme sahip olan özel sermaye akışının ve
bu ülkelerin kredi pazarlarına girebilmesinin yeniden sağlanması için yeni
yollar bulunmalıdır. (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.8) (Vurgu bana ait)
Washington zirvesi deklarasyon metniyle Bush’un Beyaz Saray basın açıklaması
arasındaki farksa önemli bir sözcük: Bretton Woods. Bu sözcüğün, reformlar ba-
zında bile olsa, Bush’un basın açıklamasında yer almaması için özen gösterildiği
anlaşılıyor.
Zirve, alttan alta olgunlaşarak gelişen başat eğilimlerin, olgusal ölçekte bile olsa,
kapitalistlerin çoğunluğunu temsil edenlerin kabul görmesiyle sonuçlanmış,
dünya pazarının organik bütünlüğünün zımnen kabulü anlamına gelen, koru-
macı önlemlerin kesin bir dille reddedilmesi ve öne çıkan reform vaatleriyle bu
gerçeklik teyit edilmiştir. Obama’nın zirveye katılmaması ve Bush’un basın açık-
lamasında yukarıda değinilen ayrım, ABD’nin son krizle kredisini iyiden iyiye
tükettiği hegemonyasından, en azından şimdilik, gönül rızası ile vazgeçmeyece-
ğinin işaretini veriyordu.
164
Büyük Deprem Bir Bilanço
165
Yaşayan Marksizm
Şekil 843
43 http://www.chartoftheday.com/20090403.htm?A
44 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/11176400.asp?gid=229 10 Mart 2009.
45 www.milliyet.com.tr 20 Mart 2009.
46 http://www.worldsteel.org/index.php?action=newsdetail&id=262
47 http://stats.world-aluminium.org/iai/stats_new/formServer.asp?form=1
166
Büyük Deprem Bir Bilanço
ton gerçekleşen alüminyum üretimi, geçen yılın aynı ayına göre %11,5’luk bir
gerilemeye işaret etmekteydi.
Sanayi üretiminde gerilemeye, başını Güney Afrika, İspanya, Türkiye ve
Belçika’nın çektiği iki haneye yükselmiş işsizlik rakamları eşlik ediyordu.48
Krizin kalbinin attığı ABD’de, 26 Mart 2009 tarihli verilere göre, 2008 son çey-
rekte GSMH, %6,3 gerileyerek 1982 ilk çeyreğinde yaşanan % 6,4 düşüşün ardın-
dan son çeyrek yüzyılın en hızlı düşüş oranı gerçekleştirmişti. Vergi sonrası şir-
ket karları bir önceki çeyrekteki 1.300,1 milyar$ olan düzeyinden %28,4 düşerek
931,2 milyar dolara gerilemişti.49
Tekellerin kârlarındaki gerileme, mali oligarşinin krizin faturasını küresel ölçek-
te geniş emekçi yığınlara yıkma çabalarına karşın önlenemiyordu. Bu duruma,
Wall Street’de New York borsasında işlem gören önde gelen 500 büyük şirketin
hisse başı kazançlarında son 75 yılın rekorunu kırarak gerçekleşen gerileme, çok
çarpıcı somut bir örnek oluşturuyordu. Tekellerin kârları, yine tekellerin doğayı
amansızca sömürüsünün neden olduğu küresel ısınma sonucu eriyen Himalaya
buzulları ile aynı kaderi paylaşıyor; hızla eriyordu! (Şekil 9)
Şekil 950
167
Yaşayan Marksizm
51 http://www.federalreserve.gov/newsevents/press/monetary/20090318a.htm
52 2001 I. Çeyrek Sonu başlayan “resesyon”dan çıkıldığı resmi olarak henüz kesinleşmediği (NBER 17 Temmuz 2003’de
bittiğini açıklayacaktı) bir dönemde, Kasım 2002’de, yaşanmakta olan durgunluğun neden olacağı düşünülen olası
deflasyon tartışmaları içinde, M. Friedman’ın bir sözüne atfen, “deflasyonun gerekirse para basılıp, helikopterlerle
havadan dağıtılmak suretiyle üstesinden gelinebilecek bir olgu olduğunu” ileri sürdüğü konuşmasının ardından Ben
Bernanke’ye takılan lakap.
53 http://www.federalreserve.gov/releases/h41/ Kriz öncesi dönemde bilanço büyüklüğü 700-900 milyar dolar arasında
salınıyordu.
54 http://www.ustreas.gov/press/releases/tg57.htm
168
Büyük Deprem Bir Bilanço
169
Yaşayan Marksizm
56 http://www.ustreas.gov/press/releases/reports/ppip_fact_sheet.pdf
170
Büyük Deprem Bir Bilanço
57 http://www.nytimes.com/2009/03/29/washington/29global.html?_r=1&hp
171
Yaşayan Marksizm
bir paylaşım için daha “demokratik” bir katılım ve karar alma süreçlerini işlete-
cek reform şartına bağlıyordu.
G20 zirvesi beklentilerin üstünde bir uzlaşma görüntüsü içinde ve bir dizi somut
ekonomik önlemin açıklandığı zirve bildirisinin yayınlanmasıyla son buldu. Zir-
venin görünür sonuçları bildiriye yansırken, kimi önemli uzlaşmalar ikili görüş-
meler trafiği içinde karşılıklı verilen ve zamanın sınamasına bırakılan diplomatik
sözlerin içinde gizlendi. Zirve sonuç bildirisinde bütün taraflar memnun edil-
meye çalışılmış, görünürde ABD-İngiltere tarafı istediği molayı ve finansman
desteğini alarak en kazançlı taraf çıkmıştı:
(...) 2. ... Küresel bir kriz, küresel bir çözüm gerektirir.
3. ... Sürdürülebilir küreselleşmenin ve herkes için yükselen refahın kesin
dayanağı, piyasa prensiplerine, etkili düzenlemeye ve güçlü küresel ku-
rumlara dayalı açık bir dünya ekonomisidir.
4. ... Birlikte hareket ederek… dünya ekonomisini resesyondan çıkaraca-
ğız ve benzer krizlerin gelecekte tekerrür etmesini önleyeceğiz.
5. Bugün ulaştığımız anlaşmalarla, IMF kaynakları üç katına çıkarılarak
750 milyar dolara yükseltilmesi, 250 milyar dolarlık yeni SDR tahsis edil-
mesi, çok taraflı kalkınma bankalarına (MDBs) 100 milyar dolarlık ek
kaynak temin edilmesi, ticaretin finansmanına 250 milyar dolar destek
sağlanması ve yoksul ülkelerin ayrıcalıklı finansmanında kullanılmak üze-
re, IMF’nin altın satmasıyla sağlanacak ek kaynakla, dünya ekonomisinde
kredi, büyüme ve iş imkânlarının restorasyonu kapsamında toplam 1,1
trilyon dolarlık ek program oluşturulmuştur...
6. Üzerinde mutabakat sağlanmış, daha önce eşi benzeri görülmemiş,
mevcut istihdamı koruyacak veya milyonlarca yenisini yaratacak, aksi du-
rumda ise bir o kadarının tahrip olacağı, gelecek yılın sonunda 5 trilyon
dolara baliğ olacak, üretimde %4 artış sağlayacak ve yeşil ekonomiye ge-
çişi hızlandıracak mali bir genişleme yürütüyoruz... (...)
9. ... Bugün dünya ekonomisi için, uluslararası finansal kuruluşlarımız ve
finans ticareti üzerinden ek olarak 1 trilyon dolar ek kaynak üzerinde an-
laştık. (...)
17. ...yükselmekte olan ülkelerle gelişmekte olan ülkeleri desteklemek için
küresel finansal kuruluşlar aracılığıyla kullanılmaya hazır 850 milyar do-
lar ilave kaynak temini üzerinde anlaştık. (...)
20. Krizi yönetmeleri ve gelecekte krizleri önlemelerinde yardımcı olmak
için, finansal kurumlarımızın uzun erimli uygunluğunu, verimliliğini ve
meşruluğunu güçlendirmeliyiz. Böylece, kaynakların önemli oranda artı-
rılmasının yanında, bugün, üyelerine ve ortaklarına yüz yüze kalacakları
yeni meydan okumalarda yardım edebilmeleri için, uluslararası finansal
172
Büyük Deprem Bir Bilanço
Zarlar Hileli!
Burjuvazi kumarı seviyor, ama kumarda hile yapmayı daha çok seviyor. En son
numarası da Fed, ABD Hazinesi ve FDIC’ın birlikte yürüttükleri ve bir süredir
kapitalistleri oyalayan “banka stres testi” adını verdikleri manipülasyon oldu.
Manipülasyon sermaye piyasalarında kapitalistlerin kendi aralarında koydukları
kurallara göre bağışlanmaz bir suçtur. Ama eğer manipülasyon, sistemin egeme-
ni mali oligarşinin tepelerinden yürütülüyorsa suç olmaktan çıkıyor; kapitalistler
için kısa süreli de olsa bir umuda,ama sahte bir umuda dönüşebiliyordu. Sah-
te baharın yaratacağı “öforya” geçici olacaktır, üstelik ardından sisteme yönelik
daha büyük bir güvensizliği tetikleme riski de cabası! Ah O kahrolası altın açlığı
yok mu? Bütün suç onun!
“Stres testi” mali oligarşinin, sistemin en zayıf halkasını tahkim ve dışa dönük
bir “aslında mesele abartılıyor, söylendiği gibi değil, işler yolunda ve kontrol
altında” yanılsaması yaratmak amacıyla yaptığı makyajdan ibarettir. Testin açık-
173
Yaşayan Marksizm
lanan amacı, aktifleri 100 milyar doların üstünde olan bankaların, içinde 2009 ve
2010 yıllarına dair büyüme, konut fiyatlarında değişim ve işsizlik oranları öngö-
rülerinin bulunduğu biri görece “iyi” ve birincil, diğeri ise “kötü” ve ikincil se-
naryo koşulları altında (Tablo 3), sermaye yeterliliklerinin sınanması; böylelikle
aralarında dünyanın en büyük finans devlerinin de bulunduğu 19 bankaya dair
“söylentilerin” yerini “gerçeklerin” almasını sağlamaktı. Asıl umulan ise, testi,
beklentilerin ötesinde “iyi” çıkacak sonuçlarından hareketle, sermayeye göre
krizden çıkışın zorunlu ön koşulu ve şu sıralar paha biçilmez değerde olan bir
güven ortamının yaratılmasına aracı kılmaktı.
Tablo 3
Ana Kötü
Senaryo Senaryo
Büyüme (%)
2009 -2 -3.3
2010 2.1 0.5
Konut fiyatlarında değişim (%)
2009 -14 -22
2010 -4 -7
İşsizlik oranı (%)
2009 8.4 8.9
2010 8.8 10.3
174
Büyük Deprem Bir Bilanço
175
Yaşayan Marksizm
62 http://siteresources.worldbank.org/DATASTATISTICS/Resources/GDP.pdf
63 http://www.kremlin.ru/eng/text/docs/2009/06/217963.shtml
64 http://www.g8italia2009.it/static/G8_Allegato/Chair_Summary,1.pdf , “Chair’s Summary”, G8 L’aquila zirvesi, 8-10
Temmuz 2009
176
Büyük Deprem Bir Bilanço
1. Mevcut kriz bir uzun dalga krizidir ve sermayenin yeniden üretim döngüleri
ancak ortalama kâr hadlerinde radikal bir sıçramanın gerçekleşmesine bağlı.
Her ne kadar “yeşil enerji” imasıyla, mevcut sanayi altyapısında bir değişime
gidileceğinden söz ediliyorsa da bu değişimin ortalama kâr hadlerinde yeni
bir cazibe yaratıp yaratmayacağı henüz belirsiz. Sanayi altyapısında böylesi
bir değişimin kütlesel ölçekte başarılıp başarılamayacağı da konjonktürel ne-
denlerle oldukça şüpheli görünüyor.
2. Kriz ile ABD hegemonyasının çözülüş süreci içiçe geçmekte, hegemonyanın
çözülüşü krize özgün rengini vererek bu çözülüşün bir tezahürü olarak geliş-
mesine neden olmaktadır. Gerek iç kenetlenme düzeyinde yaşanan gelişme
ile ivme kazanan pazardaki yapısal değişime, gerekse de yükselmekte olan
yeni güçlerin “eşit ve daha demokratik” yeniden paylaşım taleplerine yanıt
verecek yeni bir hegemonyanın henüz tarif edilememiş olması, vadesi belir-
siz kaotik bir döneme kapı aralıyor.
3. IMF’nin, Dünya Bankasının ve OECD’nin son tahminlerine göre dünya eko-
nomisi 2009’da küçülecek. Bütün gelişmiş kapitalist merkezlerdeki gerile-
menin dünya ortalamasının çok üstünde gerçekleşmesi bekleniyor. Dünya
ortalamasını yükselten65 Çin’in beklenen büyüme oranı %6,5 ve bilindiği gibi
%8’in altındaki büyümeler mevcut istihdam oranını ancak koruduğu için bu
oran gerçekte bir gerileme anlamını taşıyor. (Tablo 4).
Tablo 4
2009 BÜYÜME TAHMİNLERİ66
4. En Ufak bir pozitif eğilim abartılıyor, arka plandaki kötüye gidiş örtbas edil-
mekte ve sürekli zorlama bir bahar havası yaratılmaya çalışılıyor. ABD’de son
açıklanan Haziran perakende satışlarının bir önceki aya göre %0,6 yükselme-
si de böyle değerlendirildi. “Kâbus bitmiş, yükseliş başlamıştı”. Oysa abartı-
lan verinin yer aldığı raporun itibar edilmediği bölümünde bir yıl öncesine
göre, yani ilan edilmiş resesyonun devam ettiği koşullara göre tüketimin %9
daraldığı belirtiliyordu (Şekil 10). Bu veri, aynı zamanda kriz patladığından
65 Mevcut halde Çin’in %8’lik büyümesinin dünya ekonomisine en fazla +%0.5 etkisi var. Çünkü Çin henüz Dünya
toplam hasılasında %7’lik bir paya sahip.
66 Mahfi Eğilmez, “V Tipi Çıkış Yok”, Radikal, 30 Haziran 2009
177
Yaşayan Marksizm
Şekil 1067
Şekil 1168
5. Çin, G20 ile verilen molayı doların egemenliğini fiilen kırmak için başlattığı
çabaları yoğunlaştırmakta kullanıyor. Çin Merkez Bankası (People’s Bank of
China), G20 Londra liderler zirvesinin hemen arifesinde Arjantin’le, iki ülke
arasındaki ticarette kullanılmak üzere 10 milyar dolarlık bir swap anlaşması
67 U.S. Census Bureau, “Advance Monthly Sales for Retail Trade and Food Services June 2009”,14 Temmuz 2009,
http://www.census.gov/cgi-bin/briefroom/BriefRm
68 “Federal Reserve Bank of St. Louis”in http://research.stlouisfed.org sitesinden alınmıştır. Grafikte taranmış alanlar
NBER (National Bureau of Economic Resarch) tarafından belirlenmiş durgunluk dönemleridir.
178
Büyük Deprem Bir Bilanço
yaptı. Buna göre, Arjantin’in Çin’den satın alacağı mallarda kendisine ta-
nınan bu olanakla yuan kullanacak, halen uluslararası rezerv para olan do-
lar “by-pass” edilmiş olacaktı. Böylece Çin, Rusya’nın da desteğini alarak,
Kasım 2008 G20 Washington zirvesinin hemen ardından başlattığı, dolar-
yuan takası anlamına gelen bir dizi swap anlaşmasına, Latin Amerika’nın
krizden bir hayli etkilenmiş ülkelerinden Arjantin’i de ekledi. Daha önceki
anlaşmalar genellikle Çin’in sınır komşusu ya da Rusya’nın hinterlandın-
daki ülkelerden oluşurken, son anlaşmada Çin’le önemli bir ticaret ilişkisi
olmayan Arjantin’in seçilmiş olması ve anlaşmanın zamanlaması, işlemin
kendisinden çok, Çin’in ABD’nin arka bahçesinden seslendirdiği mesajı öne
çıkarıyordu. Çin Merkez Bankası’nın bu amaçla yapmış olduğu swap anlaş-
malarının toplamı, son anlaşmayla birlikte, 650 milyar yuana (yaklaşık 95
milyar dolar) ulaştı. Kendisi ile anlaşma yapılan ülkeler, anlaşma tarihleri
sırasına göre şöyle: Kore (180 milyar yuan, 12 Aralık 2008), Hong Kong (200
milyar yuan, 20 Ocak 2009), Malezya (80 milyar yuan, 8 Şubat 2009), Be-
yaz Rusya (20 milyar yuan, 11 Mart 2009), Endenozya (100 milyar yuan, 23
Mart 2009) ve Arjantin (70 milyar yuan, 29 Mart 2009).69 Çin Merkez Ban-
kasının web sitesinden, bu politikanın başka ülkelerle yapılacak benzer an-
laşmalarla yaygınlaştırılarak sürdürüleceği anlaşılıyor. Çin, kriz ortamında
haklı gerekçelere (daralan dünya ticaretini canlandırmak, likiditeye katkıda
bulunmak vb.) dayandırarak sürdürdüğü bu eylemiyle doların altını fiilen
oyuyor. Nisan’dan başlayarak son zamanlarda gerek Petrol, gerekse de emtia
piyasalarında hissedilen kıpırdanma, mali sermayenin sözcülerinin yorum-
ladığı gibi bir dipten dönüşün işaretleri değil, daha çok Çin’in bu çabasının
bir başka ürünüdür. Krizin başından bu yana elindeki büyük dolar rezervi-
ni çeşitlendirmeye çalışan Çin, başlangıçta 450 ton olan altın stoğunu 960
tona70 çıkarmakla kalmadı; altın stok hedefinin 5000 ton olduğunu söyledi.
Çin elindeki dolarları sadece altınla değiştirmiyor, hızla petrol ve hammadde
stoklayarak, halen görece yüksek değerini koruyan doları oldukça ucuzlamış
hammadde ve enerji girdileri ile değiştiriyor. Nisan ihracatının %22,4 düş-
mesi, Mart ayında %8,3 büyüyen sanayi üretiminin Nisan’da % 7,3 gerilemiş
olması, Çin’in hammadde talebinin esasının, rezervini hammadde ve enerji
girdi stoğu ile çeşitlendirmek isteğinden kaynaklandığını gösteriyor.
6. ABD’nin açıkladığı kurtarma paketleri ve verdiği güvenceler dolayısıyla
önümüzdeki dönemde borçlanma gereksinimi artıyor. Kaçınılmaz olarak bu
durum bono ve tahvil faizleri üstünde bir basınca neden oluyor. Bunun ilk
işareti ABD Hazinesinin 7 Mayıs Perşembe günü gerçekleştirdiği 14 Milyar
dolarlık borçlanma ihalesinden geldi. ABD 10 yıllık Hazine tahvillerinin faizi
son altı ayın en yüksek seviyesi olan %3,27’ye yükseldi. Sadece ABD Hazinesi
değil, diğer gelişmiş kapitalist ekonomilerin de borçlanma ihtiyacı giderek
69 http://www.pbc.gov.cn/english/detail.asp?col=6400&id=1299
70 http://www.pbc.gov.cn/english/diaochatongji/tongjishuju/gofile.asp?file=2009S09.htm
179
Yaşayan Marksizm
artıyor. Alman bankalarının toksik varlık miktarının 1,1 trilyon doları bul-
duğu öne sürülüyor. IMF tahminlerine göre, 2009 ve 2010’da Avrupa ban-
kaları olası kayıplardan ötürü, 475-950 milyar dolar; İngiltere bankalarıysa
125-250 milyar dolar ek sermayeye ihtiyaç duyacaklar71. Bütün bu ihtiyaçlar,
faizler üzerinde basınç yaratırken dolaylı olarak mortgage faizlerini de yük-
seltecek ve konut fiyatlarında ilave düşüşlere yol açarken, tüketici talebini,
yeni yatırım kararlarını etkileyecek; durgunluğu körükleyecektir.
Veriler önümüzdeki dönemde tapınaklarına doluşmuş, dizleri üstüne çökmüş ve
Tanrıya “L”nin bacağını kısa tutması için yakaran kapitalistler enflasyonu yaşa-
nacağını haber veriyor. Tıpkı şimdilerde tanık olduğumuz sahte bahar havasının
sarhoşluğuyla dans etmeye borsa salonlarına doluşanların yarattığına benzer bir
enflasyona…
II
180
Büyük Deprem Bir Bilanço
181
Yaşayan Marksizm
yok, zira sonunda uzun bir yükseliş onu izleyecektir. Dahası, yapacak
bir şey olmadığından, işçi sınıfının kemerlerini sıkıp edilgen biçimde bir
sonraki “dalga”nın getireceği güzel günleri beklemekten başka seçeneği
yoktur…78
Başlı başına uzun dalgaların eleştirisine ayırdığı uzun makalesinde, çok çeşitli
örneklerle yinelediği “biçimcilik” eleştirisinin hakkı teslim edildiğinde ise geriye
eleştiri hanesine yazılabilecek yalnızca iki iddia kalır:
* Kapitalist gelişmenin tarihini uzun dalgalar halinde özgün gelişme evrelerine
ayırabilmek için eldeki verilerin yetersizliği.
** Uzun dalgaları iddia olmaktan çıkararak teori düzeyine yükseltecek olan bir
dalgayı diğerine bağlayan bir çeşit iç düzenleyici mekanizmanın yokluğu.
Woods’un ilk iddiası bilginin yeterince toplanmadığı ve paylaşılmadığı geçmiş
dönemler için kısmen geçerli olabilirdi. Ancak günümüzde geçersizdir. Bu yazı-
nın girişinde, Şekil 1’de yer alan ve belli başlı kapitalist merkezlerde 1855-2005
yılları arasında kâr oranlarının 10 yıllık hareketli ortalamasının değişimini gös-
teren grafikler Woods’un iddiasını çürütmektedir. Grafikler kapitalizmin genel
kabul görmüş tarihsel evreleriyle çakışmakta, özellikle de Mandel’in ilgili çalış-
masındaki verileri doğrulamaktadır. Söz konusu grafiğin yer aldığı makalede79 ve
makale yazarlarından Minqi Li’nin daha sonra yayınladığı “Yükselen Çin ve Ka-
pitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü” kitabında yer alan kaynakların paylaşıldığı
bölümler80 Woods’un iddiasının aksine, artık günümüzde konuyla ilgili oldukça
zengin bilimsel bir veri tabanının olduğunu gösterir.
İkinci iddiaya Mandel, bir uzun dalganın yükseliş evresinin tükenmesini endo-
jen (içsel), yeni bir yükseliş evresinin başlamasını ise eksojen (dışsal) dinamik-
lerle açıklayarak81 yanıt verir. Her iki dinamik de -birincisi doğrudan, ikincisi
dolaylı- ortalama kâr oranlarına bağlı olduğundan, uzun dalganın iç düzenleyici
mekanizmasının ortalama kâr hadleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü
Mandel’e göre, yeni bir yükselişi başlatan eksojen faktörler de sonrasında kapita-
list hareketin yasalarına tabi olurlar:
Kilit dönüm noktalarına, her ne kadar açıkça, dışsal/eksojen /iktisat dışı
faktörlerin yol açtığını söylediysek de, bunlar bilahare, kapitalist hareket
yasalarının iç mantığıyla açıklanabilen dinamik süreçler yaratırlar.82
Woods’un Kondratiyev’e “biçimcilik” eleştirisini yöneltirken zımnen oluşturdu-
ğu ihtiyaçların yanıtı ise toptan karşılığını Mandel’in uzun dalgalar tanımında
bulur:
78 A.Woods, agm.
79 Minqi Li, Feng Xiao, Andong Zhu, agm., s.16-20
80 Minqi Li, “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü”, Epos Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2009, s.182-
188
81 E. Mandel, age., s.53
82 E. Mandel, age., s.29
182
Büyük Deprem Bir Bilanço
183
Yaşayan Marksizm
Kâr oranları sermayenin risk alma iştahı ve yeni yatırım yapma isteği yönünden
önemlidir. Sermayenin sonsuz büyüme arayışının, kendisini büyütebilmesinin
biricik yolu yeni yatırımlardan geçmektedir. Düşük kâr oranları aynı miktarda
kâr kütlesi elde etmek için daha büyük kaldıraç oranlarını zorunlu kılar. Ha-
len devam eden faaliyetlerinde karlarını elde etmelerinde kullandıkları kaldıraç
oranları (borç/ özkaynak) ise kapitalist işletmelerin mali yapılarının durumunu
belirler. Düşük kâr oranları yüksek kaldıraç oranları kullanmaya, bu zorunluluk
da işletmeleri borçlanmaya iter ve onların mali yapılarını bozarak iflas riskini
arttırır. Son bölümde ayrıntılı olarak ele alınacak olan kapitalizmin malileşme
olgusunun önceki evrelerle kıyaslanamayacak devasa boyutu ve sermayenin söz
konusu açmazı en mahrem yönleriyle son uzun dalganın içinde bulunduğumuz
sünen etabında sergilenmiştir.
Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi kapitalizmi tarihi sınırlarına doğru taşıyan kader
çizgisidir. Bu eğilim, sermayenin organik bileşiminin yükselmesinin sonucunda
ortaya çıkan basıncın ters yönde kuvvetler üreten mekanizmalara baskın çıkması
nedeniyle aşağı yönlüdür. Ters yönde kuvvetler doğuran mekanizmalar85 en ba-
şından mevcuttur ve kapitalizmin evrimiyle mevcutlara yenileri eklenir.
Bu kriz, kapitalizmin döngüsel krizlerinin bilinen bütün genel özellikleri yanında
içinden geçilen evrede olgunlaşarak öne çıkan yeni karakteristiklerini de sergili-
yor. Bir örnek vermek gerekirse, son çeyrek yüzyılda enformasyon teknolojisinin
özellikle dolaşım alanında uygulanmasıyla artı-değer üretimine doğrudan katkı-
sı olmayan üretken olmayan emek yüksek oranda tasfiye edilmekte, bu gelişme
kâr oranlarındaki düşüşe karşı belirgin bir etki yapmaktadır. Ama öte yandan,
emek verimliliğinin düşük olduğu hizmet sektörünün özellikle de kapitalizmin
gelişmiş yörelerinde aynı zaman diliminde hızla büyümesi, bu etkinin gücünü
azaltmaktadır.
Biliyoruz ki uzun dalgalar kapitalizmin evriminde yeni bir evrenin habercisidirler.86
Patlak veren kriz de, son uzun dalganın finansal genişleme döneminin sonuna
denk düşmesiyle sermayenin birikim sürecinde önemli bir evrenin kapanış faslı
olmaya adaydır.
Finansal genişleme süreçlerinde mali sermaye egemenliği tüm ihtişamı ile boy
gösterir:
Her sistemik döngü bir maddi genişleme evresi ve bir finansal genişleme
evresinden oluşur. Maddi genişleme evresinde, dünya kapitalist sistemi-
nin gelişmekte olan hegemonik [hegemonyacı] gücü, maddi üretim ve
ticarette hızlı genişleme ve kâr oranlarında yükselişe yol açacak biçimde
emeğin genişliğine ve derinliğine gelişmesi için gerekli olan bir dizi jeo-
politik ve kurumsal koşulları oluşturur. Ancak, maddi genişleme ilerle-
184
Büyük Deprem Bir Bilanço
dikçe, aşırı sermaye birikimi baş gösterir ve kâr oranları düşme eğilimine
girer. Maddi genişleme sürecindeki krize tepki olarak önde gelen kapita-
list aktörler, maddi üretim sürecine veya ticarete yeniden yatırmak yerine,
sermayelerinin önemli bir bölümünü nakit olarak tutmaya meylederler;
böylece mali sermayenin sanayi ve ticari sermayeye boyunduruk vurduğu
finansal bir genişleme sürecini başlatırlar.87
Son genişleme sürecinin 29’a benzeyen bir finalini yaşıyoruz. Yeni bir dalganın
başlaması, ortalama kâr oranlarında bir süreliğine de olsa yeniden kalıcı bir yük-
selişle mümkün. Değişik olasılıkların irdelenmesi sonuç bölümüne bırakılırsa,
geriye Şekil 1’in işaret ettiği iki olguya değinmek kalıyor:
* Ampirik veriler, son 150 yıl içinde kâr hadlerindeki gerilemenin kuramsal tar-
tışmaların konusu bir eğilim olmaktan çıkarak, kapitalizmi tarihsel sınırlarına
taşıyan olgusal bir gerçeklik kazandığını gösteriyor.
** Sermayenin tarihsel hareketinin bir sonucu artan iç kenetlenmeyle dünya pa-
zarını belirleyen değişik kapitalist anakaralar arasındaki eşitsizliğin -gerek farklı
kâr hadlerinin oluşumu, gerekse uzun dalgaların bir faz farkı ile gerçekleşmesi
bağlamında- törpülendiği anlaşılıyor. Veriler ortalama kâr haddinin belirlendiği
düzlemdeki kaymayı açıkça ortaya koyuyor. Kâr oranları evrensel ölçekte %12-
15 bandına yakınsamış, ülkeler arasındaki faz farkı kalkmış; dalgalanmalar daha
eşzamanlı gerçekleşmeye başlamıştır.
Her iki sonuç da organik bir dünya piyasasının anakaralardan başlayan oluşu-
muna işaret ederken, aynı olgu kapitalistler yönünden mevcut krizden çıkışı,
öncekilere kıyasla zorlaştırıyor. Kendisini rekabetle var edebilen sermaye, varo-
luşuna karşı adım atmaya zorlanıyor.
Zorluk yalnızca gelişmenin diyalektiğiyle sınırlı değil. Tarihsel misyonunu ta-
mamlamış sermaye, özgürlük arayışının haklı isyanı karşısında kendi varoluşu-
nu hiçbir gerekçeyle savunamaz durumda. Aksine, ekolojik sorunlarda olduğu
gibi varlığının giderek tüm canlı yaşamı tehdit ettiğini zımnen kabul etmek zo-
runda kalıyor. Kriz koşulları, işçi sınıfının tarihsel misyonunun önemini, sorum-
luluğunu bu yüzden her zamankinden fazla arttırıyor. Çünkü sermayenin vadesi
dolmuş gayrimeşru varlığını bir süre daha devam ettirebilmesinin vizesi işçi sını-
fının ellerinde ve genişleyici yeni bir dalganın kaderini, daha öncekilerde olduğu
gibi yine sınıf mücadelesi tayin edecektir:
...genişleyici yeni bir uzun dalganın ortaya çıkışı, buna öngelen depresif
uzun dalganın -bu dalganın süresi ve vahameti /şiddeti/ne olursa olsun-
içsel (yani aşağı yukarı kendiliğinden, mekanik, otonom) bir sonucu olarak
görülemez. Bu dönüm noktasını tayin eden, kapitalizmin hareket yasaları
değil, bütün bir tarihsel dönemin sınıf mücadelesinin sonuçlarıdır.88
185
Yaşayan Marksizm
Kapitalizm, bütün krizlerde zorunlu olarak başvurduğu yollarla; onun hiç değiş-
meyen varlık temeli “yabancı emek süresi hırsızlığı”89 kadar eski ve değişmeyen
yöntemler aracılığıyla krizden çıkmaya çalışmaktadır. Kapitalistler aşırı sermaye
birikimi sorununu maddi üretimin zorunlu tahribiyle aşmaya çalışırken, serma-
yeyi cezbedecek bir kâr haddi ile yeniden üretmenin tercihe bağlı bir başka yo-
lunu henüz keşfedemediler. Bu yol, zorunlu olarak ve iki tarafın iradesinden ba-
ğımsız, sınıflar mücadelesi arenasından geçmektedir. Hem de tam ortasından!
III
Sonuç
Başat Eğilimler
Marx, Kapital’in hazırlığını yaparken kendisi için tuttuğu notlarda sermayenin
“içsel ve zorunlu sınırları”nın bir özetini yapar. Sermayenin hareketinin ancak
bu sınırları unutmasıyla mümkün olduğuna işaret eder ve aynı unutkanlığın
ürünü olan kapitalist krizleri anlayabilmenin anahtarını verir. Sınırların zorunlu
olarak hatırlandığı her durumda krizler kaçınılmazdır:
Her şeyden önce, genel olarak üretimin değil, ama sermayeye dayalı
üretimin bir sınırı vardır… Bu içsel ve zorunlu sınırların bizzat serma-
yenin özüyle, sermayeyi tanımlayan belirlemelerle çakışması gerekir. Sı-
nırlar şunlardır:
1) Canlı emek kapasitesinin mübadele değerinin, ya da sınai nüfusun har-
cayacağı paranın sınırı olarak, zorunlu emek;
2) Artık-emek süresinin sınırı, ya da nispi artık-emek süresi olarak bakıl-
dığında, üretici güçlerin gelişiminin sınırı olarak, artık-değer;
3) Bununla aynı şey demek olan, üretimin sınırı olarak paraya çevrilme
sorunu, ya da genelde mübadele değeri; ya da üretimin sınırı olarak,
değer temeline dayalı mübadele, ya da mübadele temeline dayalı değer.
Bu da yine,
4) kullanım değerleri üretiminin mübadele değeri tarafından sınırlan-
mış olması, ya da gerçek zenginliklerin üretim nesnesi haline gelebil-
mek için belirli, kendisinden farklı ve kendisiyle mutlak özdeşlik içinde
olmayan bir biçime girmek zorunda olması ile aynı şeydir.
Öte yandan sermayenin genel dinamiği, 1) zorunlu emeğin canlı emek-
gücünün mübadele değerine; 2) artık-değerin artık-emeğe ve üretici
güçlerin gelişmesine; 3) paranın üretime; mübadele değerinin kullanım
89 Karl Marx, “Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.652
186
Büyük Deprem Bir Bilanço
187
Yaşayan Marksizm
belli olan kimi yeni olgusal özelliklerine değinilerek devam edilecektir. Gerek
hegemonya sorununa, gerekse doğal sınırlar bahsine, gereksinim doğarsa bu ol-
gular bağlamında sınırlı olarak girilecektir.
Sermaye ancak hareket olarak anlaşılabilir.95 Bu hareket, sermayenin sonsuz ara-
yışında kendi tarihsel sınırına doğru gelişiminin değişik yüzleri olarak bu geli-
şimin birbirinden ayırt edilebilir evrelerini tarif eden başat eğilimler biçiminde
dışa yansır. Sermayenin hareketini anlayabilmek, gelişme düzeyini ve alacağı
muhtemel yönü kestirebilmek, bu başat eğilimleri algılamak ve soyutlamakla
mümkündür. Son uzun dalganın aşağı doğru etabında özellikle finansal genişle-
meyle birlikte öne çıkan başat eğilimler şöyle sıralanabilir:
1. Organik bir dünya pazarının uç vermesi. Diğer başat eğilimler ancak bu eğili-
min ışığında sermayenin hareketinde bütünsel bir değişimin farklı görünüm-
leri olarak anlaşılabilir. (Bu eğilim Ümit Tanışır ve Ali İleri’nin “Sermayenin
Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı”96 baş-
lıklı ortak yazısında ele alındığı için burada girilmeyecektir.)
2. Bütün toplum sermayenin yeniden üretildiği bir fabrikaya, bu toplumun üye-
leri de küçük bir azınlığın dışında toplumsal proletaryaya dönüşüyor.97 (Bu
konu başlı başına ayrı bir yazı konusu olacak kapsama sahip olduğundan bu-
rada girilmemiş, yalnızca konuyla ilgili bir teze referansla yetinilmiştir.)
3. Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi belirginlik kazanırken tersine çalışan meka-
nizmaların etki gücü azalıyor.
4. Malileşme kangrenleşiyor.
5. Yeni küresel işbölümü ürettiği sonuçlarıyla hem mevcut hegemonyanın işle-
yişini hem de doğal sınırları zorluyor.
6. Değer Yasası İşlevini Yitiriyor.
7. Kapitalist devlet mali oligarşinin doğrudan uzantısına dönüşüyor.
8. İşsizlik kangrenleşirken, emekli nüfus artıyor.
95 Karl Marx, “Kapital II”, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Haziran 1979, s.115
96 Bu sayıda Ümit Tanışır ve Ali İleri, “Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Paza-
rı” adlı yazısına bknz.
97 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ayhan Matbaası, Ağustos 2008, 35. Tez, s.30
188
Büyük Deprem Bir Bilanço
* İşçi sınıfı hareketi, sosyal refah devleti uzlaşması ile içine çekildiği düzen sınırla-
rının yarattığı atalet ile neoliberal saldırıya karşı mevcut mevzilerini savunabilecek
yeterlilikte direniş gösterememiş; burjuvazinin emek süreçlerindeki esnekleştirme
manevralarına yeni örgütlerle karşılık veremediği gibi giderek var olan örgütlen-
me düzeyi de etkisizleşerek gerileme sürecine girmişti. Üstüne “reel sosyalist” de-
nemelerin düş kırıklığının sosyo-psikolojik travması eklenmiş; umudun tükenme-
si örgütsüzleşme ile birleşince işçi sınıfının geniş kesimleri deklase olmuştu.
* Deng’in reformları ile Çin’in kapitalist sisteme entegrasyon süreci hızlanmış;
Gorbaçov’u reformları SSCB’de sistem üzerinde çoktandır eğreti duran “sosya-
lizm” esvabını çıkarıp atmış; her iki ülke birlikte, düşen kâr oranlarının cende-
resinde kıvranan kapitalistlere ucuz işgücü, enerji ve hammadde kaynağı, aşırı
sermaye birikimini hafifletecek yeni ve geniş bir pazar imkânı sunmuşlardı.
* Enformasyon teknolojisinin üretim sürecine uygulanması ile emek üretkenliği
ve sermayenin devir hızı bir önceki evreye oranla oldukça artmıştı.
Bütün bu olumlu konjonktüre rağmen, sonuç ancak köpük transferleri ile mev-
cut aşağı dalganın sünmesine yetmiş ve nihayet 2007/2008 krizi patlak vermişti.
Peki, neden böyle olmuştu? Kâr oranlarında yeni bir yukarı dalgayı başlatacak
değişim oldukça uygun görünen koşullara rağmen neden gerçekleşmemişti?
Tersine mekanizmaları işlemekten alıkoyan nedenler nelerdi? Çok geniş ve titiz
bir incelemeyi hak eden sorulardır bunlar. Bu kayıtla, burada kendisini çabucak
ele veren, ilk ağızda sıralanabilecek yanıtlarla yetinilecektir:
1. Sermaye malları ucuzlamış, ama özellikle Çin’i dünyanın atölyesi yapan kü-
resel işbölümü önce hammaddelerin ardından da petrol fiyatlarının yüksel-
mesine neden olmuştur. Sermaye mallarının ucuzlamasının organik bileşime
yaptığı etki nötrleşmiştir.
2. Artık-değer oranı pazara giren ucuz işgücü ordusu ile mutlak, üretim sürecine
uygulanan enformasyon teknolojisi ile de nispi olarak artmış; ancak kızışan
rekabet, özellikle de yeni teknolojinin üretildiği ve uygulandığı sektörlerde
sabit sermaye yatırımlarını çok kısa sürede demode yaptığı için98, özsermaye-
lerin buharlaşması bu iki kaynaktan gelen etkiyi nötrleştirmiştir. Greenspan,
Fed başkanlığı döneminde bu olguyu yakından gözlemlemiştir:
Beni kuşkulandıran olaylardan birisi, Qwest, Global Crossing, MCI, Level
3 ve diğer telekom şirketlerini içeren milyarlarca dolar tutarındaki efsane-
vi rekabet olmuştu. On dokuzuncu yüzyıldaki tren yolu girişimcilerinin
yaptığı gibi, interneti genişletmek için birbirleriyle yarışıyor, binlerce mil
uzunluğunda fiber optik kablo döşüyorlardı. (Buradaki tren yolu benzet-
mesi sadece metaforik bir anlam taşımıyor. Mesela Qwest, fiber optik ağları
gerçekten de eski tren yollarının güzergâhını kullanarak döşemişti.) Bunda
yanlış bir şey yoktu, bant genişliğine talep katlanarak artıyordu, ancak ra-
189
Yaşayan Marksizm
kip şirketlerin her biri ileriye dönük genel talebin yüzde 100’ünü karşıla-
maya yetecek miktarda kablo döşüyordu. Dolayısıyla bir yandan muazzam
değerde bir şey inşa ediliyor, diğer yandan da rekabetçilerin çoğunun enin-
de sonunda batacağı, özvarlıklarının değerini kaybedeceği ve milyarlarca
dolarlık özsermayenin buhar olup uçacağı açıkça görülüyordu.99
3. Yeni pazarların yarattığı tersine etki de iki nedenle işe yaramıyordu. Birinci
neden aynı pazarlardaki işgücüne ödenen ücretlerin düşüklüğü, buralarda ya-
şayanların tüketim alışkanlıklarında yakın tarihlerinin ve geleneksel kültürle-
rinin henüz devam eden etkisi, yeterli tüketici talebinin oluşumunu önlüyor,
toplam talep gelişmiş yörelerin doymuş, yorgun tüketicisi tarafından belirleni-
yordu. Bir sonraki başlıkta ele alınacağı gibi neoliberal saldırı sonucu gelişmiş
yörelerin işçi sınıfının ücretleri de gerilemiş; kapitalizmin malileşmesindeki
ivmelenmeye paralel, dünya talebini belirleyen tüketim, sanal bir temel üze-
rinde şekillenmişti. Bu talebin bir anda gerilemesine yol açacak üç temel zaafı
bulunuyordu. Ağırlıkla henüz kazanılmamış gelecekteki gelirler üzerine inşa
edilmişti, hisse senetleri ve konut fiyatlarındaki yükselişe endeksli servet etkisi
ile diri tutulabiliyordu ve toplam talep içinde daha çok orta-üst gelir grubunun
bir kriz anında kolaylıkla vazgeçebileceği ihtiyaç olmayan ihtiyaçlar, lüks tüke-
tim malları önemli bir yer işgal ediyordu.
4. Sermaye devir hızının yükselmesi, maddi üretim sürecini değil, daha çok
malileşen ve hızla üretim süreci dışına kaçarak sanal bir sahtekârlık ve ku-
mar âlemine dalan sermayeyi ve devasa ölçekte şişmiş finansal alanı etkile-
miştir. Finansal alanda sadece maddi üretim sürecinde yaratılan artı-değer
paylaşıldığından, kâr oranlarının olumlu yönde etkilenmesi bir yana, dev
sermaye grupları arasında kızışan rekabet, kaldıraç oranlarının yükselme-
sine yol açmış; gözü kara alınan risklerin sigortalandığı, ama patlayarak
mevcut krizi bizzat tetikleyen ucu bucağı belirsiz büyük bir risk yumağı
peydahlanmıştı.
Bütün tersine mekanizmaları etkisizleştiren ana etken ise, olgunlaştıkça tarihsel
sınırlarına yaklaşan kapitalist gelişmenin bizzat kendisidir. Çünkü kapitalizm
olgunlaştıkça üretici güçlerin büyümesinin sermayenin ilgi alanı dışına çıkması
kaçınılmazdır:
...sermaye verili bir anda ne kadar çok gelişmişse, ne kadar çok artık-emek
yaratmışsa, yeniden -ve giderek küçülen bir oranda- artık-değer elde et-
mek için üretici gücü çok daha muazzam ölçülerde geliştirmesi gerekir.
Gelişimin sınırı, işgününün bütünü ile bunun zorunlu emeği ifade eden
kısmı arasındaki orandır: sermaye bu sınırlar içerisinde hareket edebilir.
Zorunlu emeği ifade eden kesir ne kadar küçük ve artık-emeği ifade eden
kesir ne kadar büyükse, üretici güçteki bir artışın zorunlu emeği ciddi bir
190
Büyük Deprem Bir Bilanço
ölçüde azaltması o kadar zor olur; çünkü kesir payı çok büyümüştür. Ser-
maye değerlendiği oranda, daha fazla değerlenmesi zorlaşır. Üretici güçle-
rin büyümesi, hatta bizzat değerlenme süreci sermayeyi ilgilendirmemeye
başlar, çünkü artık-değerin artış oranı son derece küçülmüştür; sermaye
sermaye olmaktan çıkar. Zorunlu emek 1/1000 iken üretici güç üç katına
çıkarsa, zorunlu emek 1/3000’e düşmüş ya da artık-emek 2/3000 oranında
artmış olacaktır. Bunun nedeni ücretin ya da emeğin üründen aldığı payın
çok yükselmiş olması değil, tersine emeğin ürününe ya da işgününe oran-
la son derece küçülmüş olmasıdır…100
Malileşme Kangrenleşiyor
Arrighi, malileşmeyi kapitalizmin kârlılık ve hegemonya krizine verdiği baskın
tepki olarak yorumlar.101 İlk kısmı doğrudur, malileşme kapitalizmin kendi der-
mansız çelişkisine kâr oranlarındaki düşüş eğilimine karşı verdiği tepkidir. Bu
tepki kâr oranlarındaki düşüş belirginlik kazandıkça (Şekil 1) ters orantılı olarak
devasa boyut kazanmış; tarihsel sınırların gölgesinde kangrenleşmiştir. Onu he-
gemonya krizine bağlamak ise yanlıştır. Çünkü malileşme, tarihsel bir kategori
değil, kâr oranlarındaki düşme eğilimine bağlı, sermayeyi rant alanlarına iten,
kapitalist gelişmeye paralel ivme kazanan yapısal bir olgudur:
Kâr oranıyla organik bileşim arasındaki ilişki, uzun vadede bir ters oran-
tı ilişkisidir. Emeği maruz bıraktığı şey, yani zorunlu emek zamanını bir
limit durum olarak sıfıra doğru zorlama, kâr oranı açısından sermayenin
kendi başına da gelir. Gözüpek, atılgan ve girişimci sermayenin yerini kılı
kırk yaran, nazlı, istifçi, bütün piyasa belagatine ve devletin ekonomiden
el etek çekmesi gerektiğine dair söylevlere rağmen ikide bir kurtarsın diye
devlete sığınan, rant alanlarına üşüşen ve getirisi uzun vadeli olan yatırım-
lardan kaçınan bir sermaye almaya başlar.102
Finansallaşma, kredi sisteminin maddi üretim sürecine hizmet etmesi gerekir-
ken, bu ilişkinin tersine çevrilerek uç noktalara taşındığı bir olgudur. Gerçekte
kredi sistemi kapitalist gelişme için zorunlu bir araçtır:
…sermayeye dayalı üretim için, üretimin zorunlu koşulunun gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği, yani kendi bütünsel sürecini oluşturan farklı süreçleri-
nin birbirini kesintisiz olarak izleyip izlemeyeceği, bir rastlantı sorunudur.
Kredi, bu rastlantısallığın bizzat sermaye tarafından alt edilişidir. (Kredi
olgusunun başka yönleri de vardır; ama bu yönü doğrudan doğruya üre-
tim sürecinin karakterinden ileri gelir ve dolayısıyla gerekliliğinin teme-
lidir.) Dolayısıyla daha önceki hiçbir üretim tarzında, gelişkin biçimiyle
krediye rastlanmaz.103
100 K. Marx,” Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.424
101 G. Arrighi, age., s.169
102 Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, Haziran 2004, İkinci Baskı, s.19
103 K. Marx, age., s.596
191
Yaşayan Marksizm
Ancak, kâr oranlarının düşüşüyle birlikte kredi sistemi, aşırı şişmiş sermayenin
son sığınağı olur. Artık kredi sisteminin zıvanadan çıkması, devasa bir kumar ve
sahtekârlık sistemine dönüşmesi kaçınılmazdır:
Kredi sisteminin, aşırı-üretimin ve ticarette aşırı-spekülasyonun ana
manivelaları gibi görünmesinin biricik nedeni, doğası gereği esnek olan
yeniden-üretim sürecinin burada son sınırlarına kadar zorlanmasıdır;
ve bu zorlanmaya da, toplumsal sermayenin büyük bir kısmının, bunun
sahibi olmayan ve dolayısıyla işleri, bizzat kendi işini yürüttüğü zaman
kendi malı olan sermayesinin sınırlarını dikkatle ölçüp biçtiği halde şimdi
bambaşka bir biçimde ele alan kimseler tarafından kullanılması yol açar.
Bu yalnızca şu olguyu gözler önüne serer ki, kapitalist üretimin çelişkili
niteliğine dayanan sermayenin kendi kendisini genişletmesi, ancak belli
bir noktaya kadar gerçek serbest bir gelişmeye izin verir ve böylece, as-
lında, sürekli olarak kredi sistemi ile yıkılması ve kopartılması gereken
kaçınılmaz engeller ve bağlar yaratır. Dolayısıyla, kredi sistemi, üretken
güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya-piyasası kurulmasını hız-
landırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir
yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel gö-
revidir. Aynı zamanda, kredi, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını -bu-
nalımları- hızlandırır ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak
ögeleri oluşturur.
Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üre-
timin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zengin-
leşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekarlık
sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek ve toplumsal serveti sömüren
azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de, yeni bir üretim tarzına geçiş
biçimini oluşturmaktır.104
Malileşme, uzun dalgaların finansal genişleme dönemleri olan ikinci etaplarında
belirginlik kazanır. Bu bağlamda kronik bir arazdır. Son uzun dalganın aşağı doğ-
ru etabında ise bu olgu kangrenleşmiştir. Kangrenleşmenin nedenleri Foster’in
sıraladığı yeni ve kârlı yatırım mahreçlerinin tükeniş nedenleri ile aynıdır:
Kapitalist bir ekonomi, büyümeyi sürdürmek için, ürettiği büyüyen artık
açısından sürekli yeni talep kaynakları bulmak zorundadır. Ancak, eko-
nominin tarihsel evrimi içinde sistemin devasa ve artan üretkenliğinin
yarattığı yatırım arayan artığın önemli bir kısmının yeterli yeni kârlı ya-
tırım mahreçleri bulamadığı bir dönem gelip çatar. Bunun nedenleri (1)
ekonominin temel sınai yapısının, sıfırdan oluşturulmasının artık gerekli
olmayıp basit bir biçimde yeniden üretildiği (ve bu nedenle de normal
olarak yıpranma yatırımlarıyla fonlanabildiği) bir biçimde olgunlaşması;
104 K. Marx, “Kapital III”, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara, Ekim 1997, s.390 (Vurgu bana ait)
192
Büyük Deprem Bir Bilanço
(2) otomobilin devreye girmesinde olduğu gibi ekonomide çağ açıcı uya-
ranlar ve dönüşümler yaratabilen yeni teknolojilerin uzun dönemler bo-
yunca mevcut olmayışı (bilgisayarların ve internetin yayılması bile ekono-
mi üzerinde önceki dönüştürücü teknolojilerinki kadar uyarıcı bir etkide
bulunmadı); (3) ekonominin tabanındaki tüketim talebini sınırlandıran
ve kullanılmayan üretken kapasite çoğalır ve zenginler ellerindeki fonlarla
“gerçek” ekonomiye; mal ve hizmet üreten sektörlere yatırım yapmak ye-
rine spekülasyona yönelirken, yatırımları azaltma eğilimi gösteren artan
gelir ve servet eşitsizliği; (4) ve genellikle sistemin esnekliği ve dinamizmi-
nin arkasındaki temel güç olarak kabul edilen fiyat rekabetinin zayıflama-
sıyla sonuçlanan tekelleşme (oligopolleşme) süreci.105
Bu kangrenleşme, en iyi ABD’nin yakın tarihinde yapılacak kısa bir gezintiyle
tüm çıplaklığıyla sergilenebilir. Gelir ve servet eşitsizliği iyi bir başlangıç nokta-
sıdır. Çünkü bozulan gelir dağılımıyla hızlanan servet yoğunlaşması bir yandan
spekülasyonu körüklerken, diğer yandan krediye olan talebi genel olarak yük-
seltir, aynı zamanda kredilerin ödenmeme riski artar. Servet yoğunlaşması riskli
kredilerin ağırlığının giderek arttığı genişleyen bir kredi hacminin yaratılmasına
neden olur. Artan kredi hacmi ve spekülasyon birbirini besleyen bir sarmal oluş-
tururlar. Demek ki gelir dağılımındaki eşitsizlik, artan malileşmenin ve berabe-
rindeki muhtemel bir depresyonun önemli bir işaretidir. Gerek 1929 bunalımı,
gerekse mevcut bunalım öncesinde gelir dağılımındaki benzerlik, bu saptamayı
doğrular niteliktedir (Şekil 12).
Şekil 12106
105 J.B. Foster, “Sermayenin Malileşmesi ve Kriz”, Monthly Review, Haziran 2008, s.39-40
106 Thomas Piketty ve Emmanuel Saez, “Income Inequality in The United States, 1913-1998”, Quarterly Journal of Eco-
nomics, 118(1), 2003, 2006’da yeniden gözden geçirilmiş hali, http://emlab.berkeley.edu/users/saez
193
Yaşayan Marksizm
Şekil 13109
107 Ravi Batra, “Kriz 1990”, Altın Kitaplar, Birinci Baskı, Haziran 1988, s.153
108 Ekonomik Politika Enstitüsü (EPI), “The State of Working America 2006/2007”, Tablo 5.1, Wolff (2006). http://www.
stateofworkingamerica.org/tabfig/05/SWA06_Tab5.1.jpg
109 Mishel, Lawrence, Jared Berstein ve Slyvia Allegretto, “The State of Working America 2006/2007”, Tablo 3.3, Ekono-
mik Politika Enstitüsü (EPI), http://www.stateofworkingamerica.org/tabfig/03/SWA06_Table3.3.jpg veriler 2005 dolar
değeri esas alınarak düzenlenmiştir.
194
Büyük Deprem Bir Bilanço
Şekil 14110
Tablo 5
YILLARA GÖRE HANE HALKI TÜKETİMİ (1995-2005) ($)112
YIL 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Tüketim
32264 33797 34819 35535 36995 38045 39518 40677 40817 43395 46409
$
195
Yaşayan Marksizm
Tablo 6
HARCANABİLİR GELİRİN YÜZDESİ OLARAK TÜKETİCİ BORÇLARI
(1946-2008) (MİLYAR $)115
Tüketici
YILLAR Harcanabilir Gelir Borç/Gelir %
Borcu
1946 28.0 161.1 17.4
1950 72.9 210.1 34,7
1955 138.0 283.3 48.7
1960 215.6 365.4 59.0
1965 338.7 498.1 68.0
1970 457.1 735.7 62.1
1975 734.3 1187.4 61.8
1980 1396.0 2009.0 69.5
1985 2276.5 3209.3 70.9
1990 3595.9 4285.8 83.9
1995 4862.9 5408.2 89.9
113 V.İ.Lenin, “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Sol Yayınları, 7. Basım, Haziran 1979, Ankara, s.38-44
114 Mustafa Durmuş, age., s.81-83
115 Veriler Fed’in http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/data.htm adresinden “Flow of Funds Accounts of
the United States/Historical Data” bölümünden derlenmiştir.
196
Büyük Deprem Bir Bilanço
Şekil 15116
197
Yaşayan Marksizm
Şekil 16117
Şekil 17119
117 http://www.gpoaccess.gov/eop/, “Economic Report for the President 2009” Tablo B-1 ve B-91
118 http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org
119 http://upload.wikimedia.org/wikipedia/en/e/e8/Total_world_wealth_vs_total_world_derivatives_1998-2007.gif , Aralık
2007 ve Haziran 20008 verileri Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) “OTC Derivatives Market Activity in the First Half
of 2008” Kasım 2008 raporundan alınmış ve grafiğe ilave edilmiştir.
198
Büyük Deprem Bir Bilanço
Malileşme kâr oranlarının düşme eğiliminin bir sonucuydu ama ulaştığı boyutla
kangrenleşen, onmaz bir olguya dönüşmüş; yeni küresel işbölümünün sonuçları
ile de birleşince “yüzyılın krizi”nin patlaması kaçınılmaz olmuştu.
Tablo 7
DEĞİŞİK ÜLKE VE BÖLGELERİN CARİ DENGELERİ (MİLYAR $)120
199
Yaşayan Marksizm
200
Büyük Deprem Bir Bilanço
Tablo 8
ABD NET SERMAYE HAREKETLERİ POZİSYONU (1976-2006) (MİLYAR $)121
Sermaye akışının tersine dönmesi olgusu, en çarpıcı örneğini ABD ile Çin ara-
sında vermiştir. Son açıklanan Haziran 2009 verilerine göre, kriz koşullarında
Çin’in döviz rezervleri 2,13 trilyon dolara122 çıkarken, sahip olduğu 801,5 milyar
dolarlık123 hazine tahvili ile Çin, ABD’ye borç veren ülkeler arasındaki ilk sırasını
korumuştur.
Neoliberal saldırının eşliğinde gerçekleştirilen küresel işbölümü, ABD ekonomi-
sinin son çeyrek yüzyılda belirgin bir biçimde güç yitirmesine yol açarken, diğer
uçta Çin sıçramalı bir gelişme ivmesi yakalamıştır(Şekil 18).
201
Yaşayan Marksizm
Şekil 18124
Eşitsiz gelişim sonuçta yeni güçleri tarih sahnesine çıkarmış, bir önceki evrenin
öne çıkardığı güç dengesinin ürünü olan mevcut işleyiş yeni güçlerce sorguya
alınmıştır. Derinleşen kriz sıradan bir sorgulamanın yeterli olmayacağını gös-
teriyor. Cüretkar girişimler var. En tipik örneğini Çin sergiliyor. Doların ege-
menliğinin altını oymaya yönelik fiili saldırılarının yanında kendisi için doğal ve
meşru gördüğü bir başka amacın peşinde olduğunu gizlemiyor. Şimdiye kadar
ekonomisine güç veren kaynağın, ABD’deki varlıklı meranın kurumaya başladı-
ğını görüyor ve elindeki devasa rezervi emperyalizmin tarihini iyi bilenlerce hiç
de sürpriz sayılmayacak bir biçimde kullanmayı hedefliyor. Devletin desteğin-
de “kendi” sermayesine dünyada yeni alanlar açmaya hazırlanıyor. Bunu ilk kez
en yetkili ağızdan, Başbakan Wen Jiabao aracılığıyla çekinmeden ilan ediyordu:
““Dışa açılma” stratejimizi hızlandırmalı, rezervlerimizin kullanımını girişimci-
lerimizin dışa açılma hamlesiyle birleştirmeliyiz.”125
“Dışa açılmak”; PetroChina, Chinalco, China Telecom ve Bank of China gibi dev
devlet tekellerinin dış pazarlarda aktifler edinmesi, özellikle dışarıda zor duru-
124 Uluslararası Para Fonu IMF’in http://www.imf.org/external/datamapper/index.php adresinden “Data Mapper” kullanı-
larak çizilmiştir. Soldaki Y ekseni Çin’e sağdaki Y ekseni ABD’ye aittir.
* 2007’den sonraki veriler IMF tahminleridir.
125 http://www.ft.com/cms/s/0/b576ec86-761e-11de-9e59-00144feabdc0.html?nclick_check=1, Financial Times, 21
Temmuz 2009
202
Büyük Deprem Bir Bilanço
126 G. Arrighi, “Uzun Yirminci Yüzyıl”, İmge Yayınları, Birinci Baskı, Mayıs 2000, s.58
127 http://www.bea.gov/national/index.htm#gdp
128 http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/data.htm
203
Yaşayan Marksizm
129 K. Marx-F. Engels, “Seçme Mektuplar”, Evrensel Basım Yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996, s.53
130 Kenan Kalyon, age., s.21
204
Büyük Deprem Bir Bilanço
piyasalarını, Fed’i de varlıklarının %57’sine sahip dört mali tekel kontrol ediyor:
Bank of America, JP Morgan Chase, Wells Fargo, Citigroup. Şaşkın burjuva ikti-
satçılar, popülist bir söylemle, kurtarma paketlerini, kamulaştırmaları sosyalizm
olarak niteliyor, bilinçleri bulandırırken kendilerince ciddi eleştiri yaptıklarını
sanıyorlar. Oysa yapılanların hepsi bir tek amaç güdüyor; bir işlevi yerine geti-
riyorlar: Burjuvazi zararlarını kamulaştırıyor, işçi sınıfının sırtına yıkılıyor. Bu
yöntemler ise hiç de yeni değil:
... kapitalist toplumdaki devlet tekeli, aslında, şu ya da bu sanayi alanındaki
iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak
için kullanılan bir araçtan başka bir şey ifade etmemektedir.131
Lenin bu saptamayı daha 1915’te yapmıştı. Gerçekte burjuvazi bu yöntemleri o
kadar fütursuzca kullanıyordu ki, kendi iktisatçılarına bile “bu kadarı da olmaz”
dedirtiyordu:
Kapitalizmin en temel kuralı kâr ile zararın ikiz kardeşler olduğu ve bi-
reysel olarak üstlenilmesi gerektiğidir. Hangisi kamuya daha yakın diye
bir soru sorulacak olsa kâr diye yanıtlanması daha makuldür. Çünkü kar-
dan vergi ödenir ve kamu kesimine katkı yapılır. Oysa zarar, zarar edenin
üstünde kalır. Temel kural budur. Piyasa sistemi ne zaman krize girse bu
kural işlemez hale geliyor. 2008 yılındaki krizde kapitalizmin şampiyonu
olan ABD’ de zararlar topluma devrediliyor, bankalar batıyor, zararlarını
vergi mükellefleri ödüyor. Belki bu aşamada vergi mükellefleri işin içinde
görünmüyor ama bir süre sonra fatura mutlaka önlerine konacak. Bu du-
rumda zarar topluma devredilmiş ve ortaklaşa üstlenilmiş olacak.
Kapitalizmin temel sloganını bir kez daha hatırlatalım: “Bırakınız yap-
sınlar, bırakınız geçsinler: Bu sloganın devamının ister istemez, “Yapa-
mayanlar batsın, yenileri çıksın” biçiminde olması gerekir. Ne var ki son
küresel kriz, “Bırakınız yapsınlar ama bırakmayınız batsınlar” biçiminde
yeni bir slogan geliştirmiş görünüyor.132
Sermayenin toplumsal bir ilişki olduğu bilinir ve sıkça söylenir. Ama sermaye en
çok bu krizde nasıl bir toplumsal ilişki olduğunun somut, ampirik örneklerini
verdi. Kapitalist devletin görece özerkliği onun tek tek kapitalistlerle arasındaki
mesafesini anlatır. Kapitalist devlet, kapitalistlerden görece özerk ama genel ola-
rak sermayenin organik bir parçasıdır. Mali sermaye, krizde giriştiği “kamulaş-
tırmalar” ve “kurtarma paketleri” ile geniş yığınlara bu gerçekliğin somut, inkâr
edilemeyecek kanıtlarını sundu. Önümüzdeki günlerde, sınıflar mücadelesinde
işçi sınıfının devrimci siyasal hattı da kendisini tüm diğerlerinden bu nirengi
noktasında ayırt edecektir. Bu bağlamda burjuvazinin kamulaştırmaları yalnızca
onun kendi mevcudiyetinin gereksizliğini kanıtlar, daha fazlasını değil! Unutul-
205
Yaşayan Marksizm
133 F. Engels, “Anti Dühring”, Sol Yayınları, 2. Basım, Mart 1977, Ankara, s.441
206
Büyük Deprem Bir Bilanço
207
Yaşayan Marksizm
137 Minqi Li, “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü”, Epos Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2009, s.233
208
Büyük Deprem Bir Bilanço
209
Yaşayan Marksizm
210
Büyük Deprem Bir Bilanço
141 http://www.bea.gov/newsreleases/national/gdp/2008/pdf/gdp308f.pdf
211
Yaşayan Marksizm
Tablo 9
DÜNYA PETROL TALEP PROJEKSİYONU (Milyon Varil/Gün) (2008-2030)142
Ama hin-i hacette söylenenlerin çoğunun yaşama geçirildiği varsayılsa bile, bu,
kapitalizm yönünden çok uzak olmayan bir gelecekte, çok daha ağır ve yeni bir
krizin tohumlarının atılmasından başka bir anlama gelmeyecektir. Çünkü:143
* Güneş ve rüzgar enerjisi ile yeni baştan kurulacak sanayi altyapısının (yani bü-
yümenin yeni temeli), fosil yakıtlara dayalı sanayi altyapısı kadar işgücü gerek-
tirmemesi;
142 OPEC “World Oil Outlook 2009”, s.53 ABD Enerji Bakanlığı Enerji Enformasyon Birimi (DOE/EIA) tarafından ya-
yınlanmış “International Energy Outlook 2009” daki 1990-2030 projeksiyonuyla uyumludur. İki kurumun beklentileri
arasındaki fark ihmal edilebilir büyüklükte olup, DOE/EIA’nın beklentisi ortalama % 1,5 fazladır.
143 “Geçiş Ekonomileri” kategorisi altında anılan ülkeler “sosyalist sistem” dağılmadan önce Sovyetler Birliği’ne dahil
olanlarla, bütünleşme öncesi diğer Avrupalı “sosyalist” ülkelerden ve ayrıca Malta ve Kıbrıs adalarından oluşuyor.
212
Büyük Deprem Bir Bilanço
* Sınai üretimin atıl kapasite sorununun kronikleşmesi; [Bu sorun, emek üret-
kenliğindeki artışla birlikte toplumsal zenginliğin üretiminin dayandığı temelde-
ki kaymanın bir sonucudur. Kapasitelerin genişliği, mevcut talepteki olası artışı
karşılamada tevzi düzeltmeleri yeterli kılmakta, yeni yatırımların önünü kes-
mektedir. Krizle birlikte ABD’de görülen toplam sanayi kullanım oranları, “kriz
ABD’de başladı, yükseliş de ABD’den başlayacak” beklentisi içinde olanları düş
kırıklığına uğratacak tarihi seviyelere düşmüştür. Son açıklanan 1 Mayıs 2009
verisi son elli yılın en düşük kapasite oranına karşılık geliyor: % 68,3 (Şekil 19).]
Şekil 19144
ABD TOPLAM SANAYİ
KAPASİTE KULLANIM ORANI (Ocak 1967- Mayıs 2009)
213
Yaşayan Marksizm
Hepsi birden, daha fazla canlı emeği üretim sürecinden uzaklaştıracak ve sonuç
olarak, özellikle kapitalizmin anakaralarında sürekli ve giderek ağırlaşan bir ta-
lep sorununa neden olacaktır. Genel üretici güçteki tüm olası gelişmeler, ser-
mayenin ilkel, bu yüzden de “pek zavallı” ama vazgeçemeyeceği biricik varlık
temelini, yani “yabancı emek süresi hırsızlığı” alanını, fiziksel olarak daha da
daraltacak; sermaye, çaresizce, bir illüzyon ve geçici sarhoşluktan başka bir şey
olmadığı devam eden krizle kanıtlanan sanal dünyasına yeniden yelken açmak
zorunda kalacaktır. Ayrıca yukarıda sayılanlara ek olarak çok büyük bir müşkül
daha var. Yeni küresel işbölümü çerçevesinde kurulmuş bulunan sermayenin ev-
rensel ölçekte zayıflayarak da olsa halen devam eden ana akım devresinin öyle
bir iki önlemle ve kısa erimde yeniden düzenlenmesi olanaksız. Dünya ölçeğinde
tüm biriken fonların % 70’ine erişen büyüklüğünün ABD’ye transferi biçiminde
gerçekleşen bu akımın devamı halinde ise, Obama’nın vaatleri onun kişisel pem-
be düşleri olmaktan öteye gidemeyecektir. Nedenini Arrighi şöyle özetliyor:
Eylül 2006’ da Wall Street Journal, Birleşik Devletler’in doksan yıldan beri
ilk defa, yabancı alacaklılara yurt dışındaki yatırımlarından elde ettiği
miktardan daha fazla para ödediğini ve dolayısıyla Avrupa’ya fazlasıyla
borçlandığı on dokuzuncu yüzyıldaki o eski durumuna geri döndüğünü
yazmıştır. Birleşik Devletler’in borçlu bir ülke olarak on dokuzuncu yüz-
yıldaki durumuyla şimdiki durumu arasındaki temel fark, bu büyük mik-
tardaki borcun Avrupa’dan değil artık Asya’dan alınması olgusunun yanı
sıra, şudur: on dokuzuncu yüzyılda alınan borçlar demiryolları ve diğer
altyapı yatırımlarını finanse etmekte kullanılıyordu, bu da ABD ekonomi-
sinin üretkenliğini artırmaktaydı; oysa bugün bu borçlar özel ve kamusal
tüketimi finanse etmektedir ki bunu, Birleşik Devletler’in rekabet edebile-
cek düzeyde üretmesi artık mümkün değildir.145
Sermayenin sonsuz birikim arayışının teorik menzili bir tek dünya tekeli oluş-
turmak ve kendi varlığına kendi eliyle son vermektir. Sermayenin bu hareketinin
dışa vuruş biçimi, yani tekelleşme sürecinin aracı, rekabettir. Oysa rekabet eşitsiz
gelişimin dinamik zemininde işleyen ve sermayeyi sürekli bölen bir ilişkidir. Ce-
bir diliyle söylenirse, sermayenin genel hareketinin menzili, rekabetin ve eşitsiz
gelişimin değişken olarak yer aldığı bir fonksiyonun, değeri sonsuz olan limitine
eşittir. Ancak bu fonksiyon sıradan bir cebir işlemini değil, insanı ve tüm diğer
canlılarla birlikte doğayı içine alarak ezen, insan faaliyetinin ürünü ama gerçekte
insana aykırı ilişkilerin cenderesini, akıp giden gerçek hayatın içinde bir kısır
döngünün trajik öyküsünü anlatır. Bu kısır döngüyü bozacak ve sermayenin
cenderesinden kendisini kurtarırken bütün insanları ve doğayı da kurtarmaya
yetenekli bir tek güç var: toplumsal proletarya! Aynı kısır döngüden bir tek çıkış
var: komünizm!
2 Ağustos 2009
145 G. Arrighi, “Adam Smith Pekin’de”, Yordam Kitap, Ocak 2009, Birinci Basım, 44 No’lu dipnot, s.202
214
İlkel Sermaye Birikimi
Yusuf Zamir
Sermaye Birikimi
E konomi politik, işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçilerin ve işgü-
cü satın alıcısı olan kapitalistlerin varlığını doğanın bir verisiymiş gibi kabul
eder. Ekonomi politik, işgücünün niye metalaştığını asla sorgulamaz, işgücü me-
taı satıcısı ve işgücü metaı alıcısı sınıfların nasıl ortaya çıktığını hiç araştırmaz.
Ekonomi politik, mevcut insana aykırı düzeni akli göstermekle işlevli olduğu
için, mevcut verilerin tartışmasız kabulü temelinde zihinsel işlem yapar.
Ekonomi politiğin zihinleri içeriden kuşatarak zımnen kabul ettirmeye çalıştı-
ğı gibi, işgücü satıcıları ve işgücü alıcılarının varlığı doğanın bir verisi olsaydı,
insanların işçi geni ya da kapitalist geniyle doğmaları gerekirdi. İnsan türünde
doğuştan böyle bir garabet olmadığına göre, yani doğa işçi ve kapitalist yaratma-
dığına göre, acaba bu akıl dışı durum nasıl ortaya çıkmıştır?
Pazarda, bir yanda toprağın, makinelerin, hammaddelerin, geçim araçları-
nın, yani işlenmemiş topraklar hariç hepsi emeğin ürünleri olan bütün bun-
ların (üretimin maddi koşullarının - YZ) sahibi bir dizi alıcının (işgücü metaı
alıcısının, yani kapitalistin - YZ) bulunması, öte yanda ise kendi işgüçlerin-
den, çalışan kol ve beyinlerinden başka satacak bir şeyleri olmayan satıcıla-
rın (işgücü metaı satıcılarının, yani işçilerin - YZ) bulunması olgusunun, bu
tuhaf olgunun nasıl ortaya çıktığını sorabiliriz. Birileri kâr etmek ve zen-
ginleşmek için boyuna (işgücü - YZ) satın alırken ötekilerin geçimini temin
etmek için hep (işgüçlerini - YZ) satması garabeti nasıl ortaya çıkmıştır?
Bu soru, bizi, ekonomistlerin önceki ya da ilksel birikim dedikleri ama ilk-
sel mülksüzleştirme denilmesi gereken şeyin araştırılmasına götürür. Bu
ilksel birikim denen şeyin, emekçi insan ile emek araçlarının başlangıçtaki
birliğinin bozulması sonucuna götüren bir dizi tarihsel süreçten başka bir
anlama gelmediğini buluruz. (K. Marx, “Ücret, Fiyat, Kâr”, Haziran 1865,
MESY, İng., c. 2, s. 55-56.)
215
Yaşayan Marksizm
Ücretli emek - sermaye toplumunda, bir yanda işgücünden başka satacak bir şeyi
olmayan doğrudan üreticiler, yani işçiler yer alır, öte yanda da üretim ve geçim
araçlarına sahip olan kapitalistler vardır. Toplumun bu şekilde yarılmaya baş-
ladığını ilân eden ilk sermaye, “emekçi insan ile emek araçlarının başlangıçtaki
birliğinin bozulması sonucuna götüren”, yani doğrudan üreticiler ile üretimin
maddi koşullarını birbirinden koparagelen “ilksel mülksüzleştirme” sürecinin
ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
İşçi ya da kapitalist olmak, insan türünün doğasında yazılı değildir. Kişiyi işçi
ya da kapitalist yapan, kişinin içinde doğduğu toplumsal koşullardır. Toplum-
sal koşullar, tarih içinde kuşakların birbirlerine eklemlenen faaliyetlerinin ürünü
olarak ortaya çıkar. Yani toplumsal koşullar, olgular, ilişkiler, biçimler, hepsi in-
san yapımıdır.
Marx’a göre, işçi ile kapitalisti tarih sahnesine çıkaran süreç, “emekçi insan ile
emek araçlarını”, yani doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarını birbi-
rinden ayıran süreçtir. Marx, bu sürece, ilksel mülksüzleştirme süreci ya da ilkel
sermaye birikimi süreci der.
Kavramsal olarak bir de “normal” sermaye birikimi süreci vardır. “Normal” ser-
maye birikimi süreci şöyle çalışır: Kapitalist, el koyduğu artı-değerin bir bölü-
münü kişisel geliri olarak alır, geriye kalan bölümünü sermayeye ekler. Sermaye,
artı-değerden kendine katılan bölüm kadar büyüyerek yeniden üretime girer.
Artı-değerin bir bölümünün bu şekilde sermayeye katılarak onu büyütmesine
sermaye birikimi denir.
Artı-değerin bir bölümünün sermayeye katılarak sermaye birikiminin yapıldığı
moment, mantıksal olarak, zaman skalasında daha önce artı-değerin üretildiği
bir momenti varsayar. Yani sermaye birikiminin yapılabilmesi için, daha önce
kapitalist meta üretiminin gerçekleşip artı-değerin üretilmiş olması gerekir. O
halde, ilk kapitalist meta üretimini gerçekleştiren ilk sermayenin nasıl peydah-
landığını açıklamak gerekir.
İlk sermayenin nasıl ortaya çıktığına dair açıklamalar, sermayenin ne olarak an-
laşıldığıyla doğrudan bağlıdır. Örneğin Adam Smith’e göre sermaye, “değerli
varlıklar”dır, yani üretim araçlarıdır, geçim araçlarıdır ya da bunları satın alacak
olan parasal birikimlerdir. Adam Smith, sermayeyi şey olarak anladığı için, ilk
sermayenin ortaya çıkışını, “daha önceki sermaye birikimi” dediği “değerli var-
lıklar” birikiminin oluşmasıyla açıklamaya çalışmıştır.
Marx’a göre şey’ler, yani üretim ve geçim araçları belli toplumsal koşullarda ser-
mayeye dönüşebilirler ama bunlar kendiliklerinden sermaye değildirler. Serma-
ye denince, esas olarak, üretim ve geçim araçları yığını değil, fakat sermaye top-
lumsal ilişkisi anlaşılmalıdır.
Parayı, üretim ve geçim araçlarını sermayeye dönüştüren tarihsel süreci Kapital
şöyle anlatır:
216
İlkel Sermaye Birikimi
217
Yaşayan Marksizm
218
İlkel Sermaye Birikimi
219
Yaşayan Marksizm
devlet, kırdaki doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşulları arasındaki ken-
dine özgü birliğin zorla ortadan kaldırılmasına, yağmalanan alanlar üzerinde
özel mülkiyet kurulmasına açıkça destek vermiş oluyordu.
Düpedüz soyularak mülksüzleştirilen kır emekçileri, bir geçim yolu bulmak
umuduyla şehirlere akın ettiler. Mülksüzlerin şehirlere yığılmasıyla aylaklık,
serserilik, hırsızlık aldı yürüdü. Devlet, şehirlerde asayişi sağlamak, mülksüzleri
kapitalistlerin emrinde çalışma disiplinine sokmak için peş peşe terör yasaları çı-
kardı. Avare dolaşanlar yakalanınca önce kamçılanıyor sonra zorunlu çalışmaya
mahkum edilerek iş yerlerine zimmetleniyordu. İkinci kez “serseri dolaşırken”
yakalananların kamçılandıktan sonra kulağının yarısı kesiliyordu. “Serserilik”ten
üçüncü kez tutuklananlar ölümle cezalandırılıyordu. Sadece Sekizinci Henri
(1491-1547) zamanında, kapitalizmin çalışma disiplinini sağlama uğruna yetmiş
iki bin kişi idam edildi. Böylece devlet, işgücünün metalaşması, yani ücretli emek
ilişkisinin yaratılması sürecine doğrudan müdahil oldu.
Devlet gücü, yani devletin şiddet uygulama ve yasa çıkarma tekeli, geleneksel
ilişkileri ücretli emek - sermaye ilişkisine dönüştüren ilkel sermaye birikimi sü-
recinde can alıcı rol oynadı:
Böylece tarımsal nüfus önce topraklarından zorla koparıldı, evlerinden
atıldı ve işsiz-güçsüz kalabalıklar haline getirildi. Daha sonra kırbaçlana-
rak, damgalanarak, gaddar yasalar yoluyla işkence edilerek, ücret sistemi-
nin gerektirdiği disipline sokuldu.
Emeğin koşullarının (üretimin maddi koşullarının - YZ) toplumun bir
kutbunda sermaye halinde yoğunlaşmış olması, toplumun öteki kutbunda
ise işgüçlerinden başka satacak şeyleri bulunmayan insanların (mülksüz-
leştirilmiş doğrudan üreticilerin - YZ) toplanmış olması yeterli değildir.
Hatta bunların işgüçlerini kendi istekleriyle satmaya zorlanmaları da ye-
terli değildir. Kapitalist üretimin ilerlemesi öyle bir işçi sınıfı ortaya çıka-
rır ki, işçiler eğitim, gelenek ve alışkanlıkları itibarıyla bu üretim tarzının
koşullarını doğanın apaçık yasalarıymış gibi görür hale gelirler.
Kapitalist üretim sürecinin örgütlenmesi, bir kez tamamlandı mı, bütün
direnişleri kırar. Durmaksızın bir nispi artı-nüfus yaratılması, işgücünün
arz ve talep yasasını, dolayısıyla ücretleri sermayenin isteklerine tekabül
eden sınırlarda tutar. Ekonomik ilişkilerin sessiz zorlaması, kapitalistin
emekçiyi tahakküm altına almasını tamamlar. Ekonomi dışı doğrudan
zor, kuşkusuz hâlâ kullanılır ama ancak istisnai olarak kullanılır. İşlerin
olağan gittiği sıralarda, emekçi ‘üretimin doğal yasalarına’ bırakılabilir.
Yani, olağan hallerde işçinin sermayeye olan bağımlılığına bel bağlamak
mümkündür. İşçinin sermayeye olan bağımlılığı, üretimin kendi koşulla-
rından doğan ve üretimin koşullarının sürekliliğiyle güvence altına alınan
bir bağımlılıktır. Oysa kapitalist üretimin tarihsel doğuşu sırasında, du-
rum başka türlüdür. Yükseliş halindeki burjuvazi, ücretleri ‘düzenlemek’,
220
İlkel Sermaye Birikimi
221
Yaşayan Marksizm
222
İlkel Sermaye Birikimi
Küresel sermaye, genişlemesinin önüne çıkan, eski güç dengeleri içinde oluşmuş
ilişkileri ya da göreceli olarak geri kapitalist ilişkileri hem dünya pazarının “sessiz
zorlaması”yla hem de ekonomi dışı zor kullanımıyla yıkmaktadır. Periferideki
ülkesel-yerel ilişkiler içinde oluşmuş yaşam tarzları çökertilmekte, halklar ücretli
emek sistemi dışında ulaştıkları geçim araçlarından yoksunlaştırılmaktadır.
Küresel saldırı, geçmişte geleneklerin zorlaması ve sınıf mücadelesinin dayat-
masıyla pazarın saf işleyişinden belli ölçülerde mesafeli yapılandırılmış bulunan
eğitim, sağlık gibi hizmetleri özelleştirmekte, temel gıda maddelerinin, elektrik,
su, doğalgaz gibi evsel girdilerin fiyatlandırılmasını vahşi pazara açmaktadır. Fi-
nansal dolandırıcılıklarla, borsa manipülasyonlarıyla emekçilerin birikimlerine,
emeklilik fonlarına el konulmaktadır.
Küresel sermayenin devlet borçlarına bindirdiği tefeci faizlerin ödenebilmesi
için ağır vergiler salınmakta, peşin vergi, dolaylı vergi, sabit ödeme, katkı, kesin-
ti adı altında düpedüz haraç alınmakta, bireysel kredi sistemiyle borçlandırılan
emekçiler nefes almaksızın çalışmaya zorlanmakta, katlanarak artan faizler öde-
nemediği için emekçilerin elinde ne kaldıysa onlar da gasp edilmektedir.
223
Yaşayan Marksizm
Ancak, yabancılaşma süreci doğrudan doğruya insana karşı çalıştığı için öylesine
dinamik bir karşı süreç yaratır ki, bu yabancılaşmış, tersine dönmüş, yalan dün-
yada “kendisinin iktidarsızlığını ve gayri insani varoluş gerçeğini” gören prole-
taryanın infiali yükselir. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi, burjuvazi ile
birlikte işçi sınıfını, dolayısıyla sınıf mücadelesini yaratan yabancılaşma sürecini
hepten ortadan kaldırma hedefine açılır:
Mülk sahibi sınıf da proletarya sınıfı da insanın kendisinden yabancı-
laşmasının aynısını sergiler. Fakat mülk sahibi sınıf bu yabancılaşmada
kendisini huzurlu ve güçlenmiş hisseder. Mülk sahibi sınıf yabancılaşmayı
kendi iktidarı olarak görür ve yabancılaşmada insanın varoluşunun dış
görünüşünü bulur. Proletarya sınıfı yabancılaşmada kendisini yok edil-
miş hisseder. Proletarya yabancılaşmada kendisinin iktidarsızlığını ve
gayri insani varoluş gerçeğini görür. Bu, Hegel’in ifadesini kullanırsak,
proletaryanın aşağılanma içinde aşağılanmaya karşı öfkesidir, infialidir.
Proletarya, insani doğası ile insani doğasının kapsamlı, kesinkes ve yekten
inkârı anlamına gelen yaşam koşulları arasındaki çelişki tarafından infiale
doğru zorunlu olarak sürüklenir.
Dolayısıyla, bu antitez içinde, özel mülkiyet sahipleri muhafazakâr yanı,
proleterler de yıkıcı yanı teşkil ederler. Özel mülkiyet sahiplerinden anti-
tezi koruma eylemi, proleterlerden de antitezi yok etme eylemi yükselir.
(K. Marx, “Proudhon - Eleştirel Yorum No:2”, Kutsal Aile, Eylül - Kasım
1844, METY, İng., c. 4, s. 36.)
İnsanı insanlıktan çıkarmakta olan yabancılaşma süreci, aynı zamanda, süreci
geriye döndürmenin, yani “işçinin karşısına bağımsız güçler olarak” çıkan eme-
ğin koşullarını insana geri döndürmenin koşullarını da yaratır. İşçi sınıfı mü-
cadelesinin içsel hedefi, yabancılaşma sürecini geriye sararak emek ile emeğin
koşullarını yeniden birleştirmek, böylece ayrılığın yarattığı tahribatı ortadan kal-
dırmaktır:
İlkel birikim, daha önce gösterdiğim gibi, emek ve işçinin emeğin koşul-
larından ayrılmasından başka bir şey değildir. Öyle ki, emeğin koşulları
işçinin karşısına bağımsız güçler olarak çıkar. Tarihin akışı, bu ayrılığın
toplumsal gelişmede bir faktör olduğunu gösterir. Sermaye bir kez oluş-
tuktan sonra kapitalist üretim tarzı öylesine evrimleşir ki, bu ayrılığı, ta-
rihsel geri döndürme gerçekleşinceye kadar devamlı artan ölçekte yeniden
üretip idame ettirir. (K. Marx, Artı-Değer Teorileri, İng., c. 3, s. 271-272.)
Yukarıdaki “tarihsel geri döndürme” ifadesinin kastettiği, “çitle çevrilen” ortak
yaşam alanlarının geriye alınmasıdır, mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesi-
dir, metalaştırılan insan faaliyetinin sapkınlıktan arındırılıp insana geri döndü-
rülmesidir, yaşamın her alanının adım adım komünalleştirilmesidir, sivil toplu-
mun boğuşa boğuşa komünal topluma dönüştürülmesidir, yani komünist ya da
sosyalist toplumsal devrimdir.
224
İlkel Sermaye Birikimi
225
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin
Somut Tarihsel İfadesi Olarak
Dünya Pazarı
Ümit Tanışır - Ali İleri
Yaşamak…
ne acayip iştir ki
bu ne mene gidiştir ki TARANTA-BABU,
«bu inanılmayacak kadar güzel»
bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
dar
böyle kanlı
bu denlü kepaze...
(Taranta-Babu’ya Beşinci Mektup”tan)
227
Yaşayan Marksizm
1 K. Marx, “Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.337, vurgu bize ait.
2 Harry Clever, “Kapital’i Politik Olarak Okumak”, Otonom Yayıncılık, Birinci Basım, Mayıs 2008, s.216
3 “Sosyalist Cumhriyet İçin Tezler”, 33 No’lu Tez, s.29
4 K. Marx, age., s.421, vurgu bize ait.
5 K. Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”, Sol Yayınları, Dördüncü Basım, Temmuz 1979, s.26
228
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
Sürüklenen Sermaye
Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde var olabilir.7 Sermayenin iç dina-
miği dışsal ifadesini, sonsuz büyümesini diğer sermayelerle rekabet ederek ger-
çekleştirebildiği hareketinde bulur. Bu hareket, yatay ve dikey olarak sürekli ge-
nişletmek zorunda olduğu bir dünya piyasasını gerektirir:
Sermayeye dayalı üretimin koşullarından biri, o halde, sürekli genişleyen
bir dolaşım çerçevesinin üretilmesi olmaktadır: bu, ya doğrudan doğru-
ya çerçevenin genişletilmesi, ya da aynı çerçeve içinde daha çok üretim
odağının yaratılması yoluyla olabilir. İlk başta sabit bir büyüklük olarak
alınan dolaşım, burada bizzat üretim tarafından genişletilen, değişken bir
büyüklük olarak gözükmektedir. Yani bizzat üretim sürecinin bir öğesi-
dir. Demek ki, sermayenin dinamiği, bir yandan sürekli olarak daha çok
artık-emek yaratmaya yönelirken, bir yandan da bunu karşılayıp bütün-
leyen mübadele odaklarını yaratmaktır; sadece mutlak artık-değer dü-
şünüldüğünde, sermayenin dinamiği kendisini bütünleyecek daha çok
229
Yaşayan Marksizm
230
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
231
Yaşayan Marksizm
olarak eşitsiz gelişimin öne çıkardığı yeni güç yoğunluklarının yarattığı gerilim-
lerle birleştiğinde, sermayenin doğrusal hareketinde çözmeden devam edeme-
yeceği bir düğüm oluşur. Düğümün çözümü, bir süreliğine de olsa hane içinde
bozulan huzuru yeniden kuracak; sermayeye görece hızlı yeni bir gelişme evre-
sinin kapısını aralayacak, siyasal bir çözümü şart koşar. Böylece pazarın mevcut
bütünlüğü önce parçalanır, daha sonra yeniden şekillenen siyasi coğrafyanın ve
böylece meşrulaşmış yeni rekabet zemininin üzerinde yeniden kurulur. Pazarın
dönüşümündeki bu nitel sıçrama, kapitalizmin gelişiminde yeni bir evreye kar-
şılık gelir. Serbest rekabetin yerini tekellerin egemenliğindeki rekabete terk ettiği
20. yy. başında gerçekleşen sıçrama için Lenin kesin konuşur: “Avrupa için, yeni
kapitalizmin, eskisinin yerini kesinlikle aldığı tarih, oldukça belirgin bir biçimde
gösterilebilir: 20. yüzyılın başıdır bu.” 17
Kapitalizmin tarihinde yeni bir evrenin, emperyalist kapitalizmin mayalandığı bu
dönemin ayırt edici özelliği, rekabetin tekellerin arasında kendi ulus-devletlerinin
dolayımı üzerinden gerçekleştirildiği uluslararası bir zemine kaymış olmasıdır.
Bu değişimi, üretici güçlerdeki gelişmenin olağanüstü hızlandığı 1893-1913 yıl-
ları arasında bozulan güçler dengesinin ardından yaşanan iki büyük “çatışma
raundu”nun sonunda yeniden şekillenen siyasi coğrafya üzerinde yeni bir dünya
pazarının kuruluşu izler. Ulusal ekonomilerin birbirine eklemlenmesiyle kurul-
muş yeni dünya pazarı, yeni üstyapıdaki karşılığını ABD hegemonyası ve onun
uluslararası kurumlarıyla bulmuştur:
...1873-1896 uzun daralma döneminin bitimini izleyen yarım yüzyılda,
kapitalistler arası rekabet giderek politize oldu: Kapitalist girişimler ara-
sındaki fiyat savaşlarından çok, yükselen ve gerileyen kapitalist devletler
arasındaki gerçek savaşlar yatay ve dikey çatışmaların dinamiklerini gü-
dümlemeye başladı. 1890’ların sonundan Birinci Dünya Savaşı’na dek bu
dönüşüm, kârlılığı yeniden canlandırmada işe yaradı. Ne ki bu, en sonun-
da, merkezinde Birleşik Krallık’ın yer aldığı dünya pazarının çökmesine ve
emperyalistler arasında yeni ve daha yıkıcı bir çatışma raundunun başla-
masına sebep oldu. 1930’larla 1940’larda, kendisinden bahsedebileceğimiz
bir dünya pazarı pratik olarak yoktu. Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, dünya
kapitalizmi “kendi ulus-devlet ekonomilerinin ve ilgili imparatorlukları-
nın buzdan kulübelerine” çekilmişti.18
Benzer bir dönemden geçiyoruz. Bir önceki evrenin egemen paradigması ABD
hegemonyası, bütün üstyapı kurumlarıyla birlikte sorguya çekiliyor. Rekabetin
ağırlıkla emperyalist tekellerin kendi ülke-devletleri üzerinden yürüdüğü ülke-
toplumsal ilişkiler düzleminden bir üste; dünya ekonomisine egemen olan çok
ülkeli şirketlerin kendi aralarında ya da tek başına birçok ülke ekonomisini içine
17 V.İ.Lenin, age., s. 27
18 Giovanni Arrighi, “Adam Smith Pekin’de”, Yordam Kitap, Ocak 2009, Birinci Baskı, s. 132
232
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
alacak büyüklüğe erişmiş aynı şirketlerin içinde farklı sermaye grupları arasında
gerçekleştiği dünya-toplumsal ilişkiler düzlemine doğru kaydığına tanık oluyo-
ruz. Bu kayma, halen devam eden dördüncü uzun dalganın19 depresif evresinde
ortaya çıkan ve mevcut güç dengesini sarsarak yükselen yeni güç odaklarının
yarattığı gerilimle de birleşerek, kapitalistleri yeni bir “çatışma raundu”na doğru
sürüklüyor. Farklı sınıf ve toplumsal kesimlerin sözcüleri -elbette farklı amaçlar-
la- tüm bu değişimi anlamak ve anlatmak için sıklıkla aynı kavramı, “küreselleş-
me” kavramını kullanıyor.
19 Ernest Mandel, “Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları”, Yazın Yayıncılık, Birinci Baskı, Ocak 1986
20 K. Marx-F. Engels, “Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri”, Sol Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 2002, s. 120-121
21 Lenin’in 5 Eylül 1913’te kaleme aldığı “Diller Sorununda Liberaller ve Demokratlar” başlıklı makalesi. Sol yayınlarınca
Ağustos 1998’te dokuzuncu baskısı yapılmış “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” derlemesi içinde 16-19. sayfalar
arasında yer alıyor. Gerek bu makalenin, gerekse Lenin’in Liebmann’a yanıtının, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nın
günümüz koşullarına uygun olarak yeniden yorumlanmasına başlangıçta önemli katkı yapacağını düşünüyoruz.
22 V.İ. Lenin, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”, Sol Yayınları, Dokuzuncu Baskı, Ankara 1998, s. 24-25
233
Yaşayan Marksizm
234
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
Tablo 129
Dünya İhracatının Dünya GSYİH’sı İçindeki Payı, (%), (1870-2005)
Yıllar 1870 1913 1950 1998 2005
İhracat/GSYİH(%) 4.6 7.9 5.5 17.2 19.4
Özetle, Mandel’in dünya pazarının 20. yy başlarındaki durumu için ileri sürdüğü
görüş, 1980’lere kadar geçerli olan eklemli yapıyı karakterize ederken, dünya pa-
zarına egemen ilişki biçimini de doğru saptamaktadır:
235
Yaşayan Marksizm
Son tahlilde, bir yanda metropol ülkeleri ile öte yanda sömürgeler ve yarı
sömürgeler arasındaki gelişme düzeyi farkı, kapitalist dünya pazarının,
kapitalist meta üretimini değil, kapitalist meta dolaşımını evrenselleştirdi-
ği gerçeği ile açıklanmalıdır. Daha da soyutlarsak: Son tahlilde emperya-
lizmin dışavurumları kapitalist dünya ekonomisinde türdeşliğin yokluğu
ile açıklanmalıdır.30
ABD hegemonyası altında, dünya ticareti 1940’lı yılların sonundan başlayarak
daha önceki evreleriyle kıyaslanamayacak bir büyüme gösterdi (Tablo 1). Bu,
rekabet düzleminde yeni bir kaymayı teşvik edecek ölçekte bir gelişmeydi. Bu
gelişmeye 80’li yıllardan başlayarak aynı yönde daha önemli sonuçlar doğuracak
başka bir olgu eşlik etti.
Kapitalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası birikim alanının daraldığı (Rusya, Doğu
Avrupa, Çin) ve yıkımdan çıkmış haliyle, yeni bir genişleme evresine girdi. Bu
dönemi kapitalizmin derinliğine geliştiği bir dönem olarak tanımlayabiliriz.
Teknolojinin bir sektör haline geldiği, elektroniğin üretim sürecine uygulan-
maya başladığı, ulaşım ve iletişimin gelişip maliyetlerinin düştüğü, sermayenin
hareketlilik potansiyelinin arttığı ve neredeyse kapitalizmin anakaralarında ka-
pitalistleşmemiş bir alanın kalmadığı bir ortamda, kapitalizm, 1966’dan itibaren
bir durgunluğa ve 1975’te de krize girdi. Durum, 19.yy sonlarından, sermaye
fazlasının o dönemdeki gibi yanıbaşında değerlenebileceği alanların (tarım gibi,
makine üretimi gibi) olmayışı yönünden farklıydı.
Değerlenemeyen sermayenin bir yandan malileşirken, diğer yandan kâr oranla-
rının yüksek olduğu coğrafyalara yönelmekten başka çaresi yoktu. 1980’lerden
başlayarak giderek ivmelenen bu gelişme, sermayenin devrevi hareketinde
önemli bir sıçramaya neden olacak yeni bir olgu ile birlikte gerçekleşti.
Mevcut rekabet düzlemini temelden sorgulayarak, rekabeti ağırlıkla bir üst düz-
lemde gerçekleşmeye zorlayacak; kapitalizmin anakaralarında uç vermiş olan
pazarın organik bütünleşme sürecini çepere doğru genişletecek; 90’lardan sonra
pazara yeni açılan geniş coğrafi dilimleri de bu bütünleşmeye tabi kılarak, ona
eklemleyecek bir olguydu bu. Sermayenin devrevi hareketinde, sanayi devrimiyle
birlikte, giderek artan oranda ve evrensel ölçekte dolaşan meta ve para-sermayenin
yanında, üretken sermaye de doğduğu ya da para-sermaye ihracı ile filizlendiği ülke
sınırlarına olan tutsaklığından kurtuluyordu. Kapitalizmin ikinci büyük savaştan
sonra girdiği son uzun dalganın yükseliş evresinin 70’li yılların başında sona erme-
sinin ardından, sermayenin azalan kâr oranlarına verdiği tepki, yarı-iletkenlerin
keşfi ve yonga teknolojisinin gelişmesiyle ivmelenen bilimsel teknolojik devrimin
sunduğu maddi-teknik olanaklarla birleşmiş; neo-liberal politikalar eşliğinde, bilgi
yoğun teknolojilerin31 üretim süreçlerine uygulanmasına yol açmıştı.
236
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
Gerçekte, sermayenin küreselleşme eğilimi yeni bir olgu değildi.32 Kapitalist ge-
lişmenin her evresinde hükmünü icra etmişti. Yeni olan, bu defa pazardaki nitel
değişimin aynı eğilimin üretken sermayeyi mekana bağlayan zincirlerden azat
etmesiyle gerçekleşiyor olmasıydı. Dünya ticaretindeki baş döndürücü gelişme
eşliğinde, üretken sermayenin mekandan bağımsızlaşarak tüm biçimleriyle ser-
mayenin devrevi hareketine küresel bir nitelik kazandırması, küreselleşme eğili-
minin etkilerini gündelik yaşamın en ücra köşelerine taşımıştı. Onu son çeyrek
yüzyılda popüler kılan işte bu olguydu.
Tablo 233
Dolaysız Yabancı Yatırımlara Yönelik
Ulusal Düzenlemelerdeki Değişiklikler (1992-2002)
1992 1994 1996 1998 2000 2002
Yatırım rejimlerinde değişiklik yapan ülke sayısı 43 49 60 65 69 70
Düzenleyici nitelikteki değişikliklerin sayısı 79 110 114 145 150 248
DYY’lar için çok elverişli olan değişiklikler 79 108 98 136 147 236
DYY’lar için fazla elverişli olmayan değişiklikler - 2 16 9 3 12
32 Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönüşümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, Haziran 2004, İkinci Baskı, s. 49-50
33 C.C. Aktan, İ.Y. Vural, “Çokuluslu Şirketler”, Çizgi Kitabevi Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2006, s. 49
34 Gülten Kazgan,“Küreselleşme ve Ulus-Devlet”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Kasım 2000, s.162
35 C.C. Aktan, İ.Y. Vural, age., s.50
36 Kaynak: http://www.unctad.org/en/docs//iteiit33_en.pdf,s.93 , UNCTAD, “Research Note:Product characteritics and
the growth of FDI”
237
Yaşayan Marksizm
Sermaye birikim sürecinde erişilen düzey ve yoğunlaşma; bir üst düzleme doğ-
ru kayan rekabet; üretken sermayenin onu ülke sınırlarına tutsak eden bağları-
nı koparması; bunlara eşlik eden neo-liberal politikalar, hepsi birlikte, küresel
şirketlerin doğması ve bu şirketlerin son çeyrek yüzyılda dünya ekonomisinde
diğerlerinin aleyhine ağırlık kazanmalarıyla sonuçlandı. Arrighi, bu gelişmeyi
şöyle anlatır:
...ABD hegemonyası dünya pazarının yeniden tekleşmesini teşvik ettikten
ve şirket yapılarının sayısı ve çeşitliliği dünya çapında hızla çoğaldıktan
hemen sonra, dikey entegrasyon ile bürokratik yönetim yapısının avan-
tajları sönümlenmeye başladı, buna karşılık -Smith, ve Marshall’ın vur-
guladığı üzere- enformel olarak koordine edilen toplumsal işbölümünün
238
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
239
Yaşayan Marksizm
240
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
241
Yaşayan Marksizm
242
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
leriyle48 yeterince kafa karışıklığına neden olan kimi olguları, iyice karmaşık bir
kisveye büründürüyor ve bu durum, halen devam etmekte olan krize de yansıya-
rak kapitalistlerin klasik yöntemlerle krizden sıyrılmalarını zorlaştırıyor. Kapita-
lizm, devletli bir dünya sistemidir ve hegemonyacı bir işleyişe gereksinim duyar.
Bir önceki evrede kurulan hegemonyacı işleyişin çözülmeye başlamasına karşın,
çözülenin yerini alacak olanın işler hale geçmesi bir yana, tanımında bile henüz
yeterli bir uzlaşmanın sağlanamamış olması, içinden geçilen döneme kaotik bir
karakter kazandırmaktadır. Asıl belirleyici sonuç ve kapitalistler yönünden bü-
yük sorun ise, pazarda organik bütünleşmeye yol açan dönüşümün, hegemon-
ya kavram ve ilişkilerinin içeriğini de değiştiriyor olmasıdır.49 Pazarın giderek
belirginleşen organik karakteri, olası bir yeniden kuruluş öncesi parçalanmanın
“ulusal” ölçeklerde gerçekleşmesine olduğu gibi, yeni bir hegemonyanın yeniden
ulus-devlet ölçeği üzerinden tanımlanmasına, kurulmasına da engeldir.
Şekil 150
Dünyada Her Bin Kişiye Düşen Taşıt Sayısı* (2004)
* Yeni küresel işbölümü, sermayenin sonsuz büyüme doğrultusundaki hareke-
tinde, ona kıymetli bir olanak yaratmıştır. Tamamen fethedildiğinden, genişliği-
ne büyümesinin sınırlarına dayanmış dünya pazarı, bu işbölümü ile, “dünyanın
atölyesi” unvanını kazanmış ve neredeyse dünya nüfusunun yarısını barındıran
geniş coğrafyalarda belki de tarihindeki en büyük derinliğine büyüme fırsatını
yakalamıştır. Kapanmakta olan evrenin sembolü olan otomotiv sanayi yönün-
den örneklendiğinde bile, bu fırsatın büyüklüğü kolayca görülecektir (Şekil 1).
48 K. Marx-F. Engels, a.g.e., Engels’ten Berlin’deki C. Schmidt’e (Londra, 27 Ekim 1890), s. 104
49 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, 81 No’lu Tez, s. 58
50 OPEC, “World Oil Outlook 2007”, Şekil 2.1., s. 36
* Grafikte nüfus ve taşıt sayısı arasındaki ilişkide, nüfus eğrisi üzerindeki herhangi bir noktadan dikey olarak inildiğinde
taşıt sayısını gösteren sütunlu grafikte o nüfusa o noktada ilave olacak her 1000 kişiye düşen taşıt sayısını göster-
mektedir. Örneğin, 2 milyarlık nüfusa ilave her yeni nüfus için sütunlu grafikte 50 rakamını gösteren nokta tekabül
etmektedir, yani 2 milyarlık nüfus aşıldığında her 1000 kişiye 50 taşıt düşmektedir.
243
Yaşayan Marksizm
* Grafikten anlaşılacağı gibi, 4,3 milyarlık nüfus içinde 20 kişiye 1 taşıt bile düş-
müyor. Çin ve Hindistan, mevcut durumda toplam 2,5 milyara ulaşan nüfusu ile
bu kategoriye dahildir. Çin’in yükselişinin kapitalizmin çöküşü ile sonuçlanacağı
tezinin51 sahibi Minqi Li’ye göre, kapitalist dünya ekonomisindeki işbölümünün
sonucu, gerek üretim, gerekse mübadele alanlarında küresel meta zincirlerinin52
kurulmasına ve eşitsiz de olsa çevre ülkelerine artı-değerden düşen pay, onların
güçlenmesine neden oldu. Li, verdiği bir örnekle de aldığı payın oransal küçük-
lüğüne karşın, gerek proletaryanın vahşice sömürüsü, gerekse dünya GSYİH’sı
içindeki payının yükselmesiyle, Çin’in nasıl küresel ekonominin başlıca motor-
larından biri haline gelerek, yüksek döviz rezervleri ile ABD’nin finansmanında
önemli bir rol aldığını göstermiştir.53 Bu olgu, Çin’le birlikte, eski güçler denge-
sine dayalı mevcut hegemonyayı sorgulayan hammadde, enerji ve işgücü zengini
yeni güçlerin yükselişine yol açtı. Kriz, kapitalizmin anakaralarında şiddetli sar-
sıntılara neden olurken, yükselmekte olan güçlerin fazlalarını derinliğine büyü-
me potansiyeline sahip “iç” pazarlarının hizmetine sokmalarıyla, aynı ülkelerin
eşitsiz gelişiminde olumlu rol oynayan bir faktöre dönüşüyor. Kriz derinleştikçe
ve uzadıkça, öyle anlaşılıyor ki güçler dengesi aynı doğrultuda daha da bozulacak
ve hane içinde zaten dağılmaya başlamış huzuru iyiden iyiye bozacak.
* Bu nedenle yukarıda değinilen olanak, gerek doğal sınırlar, gerekse mevcut he-
gemonyacı işleyişi sorgulayan sonuçları nedeniyle, sermayenin birikim sürecine
sunduğu devasa fırsatın yanında, dünyaya yönelik bir tehdit54 ve sisteme yönelik
potansiyel siyasi riskler içermektedir. Yükselen güçlerin yeni oluşan güç denge-
sinin meşruluğuna dayanarak “daha adil” bir işleyişi talep etmeleri, neşter vurul-
madan çözümlenemeyecek bir siyasi gerilime yol açıyor. Bu gerilim, -şimdilik-
çıkar ortaklığı yönünden birbirinden hemen ayırt edilebilen iki ekonomik-siyasi
kamplaşmayı doğurdu. Birincisi, söylenerek de olsa halen ABD hegemonyasına
tabi olan ve kapitalizmin anakaraları üzerinde yükselen ABD-İngiltere, Avrupa ve
Japonya bloğu; ikincisi ise, Çin Rusya ve İran’ın çevresinde yeni şekillenmeye baş-
layan bloktur. İki kamp arasında, ikinci bloğun başını çeken ülkelerin neredeyse
20. yy başlarındakine benzer emperyalist bir gelişme içinde olmaları nedeniyle
göze çarpan bir çeşit anakronizm var. Çin ve Rusya, benzer bir tarihten ve devlet
geleneğinden gelerek kapitalizme entegre oldular. Her iki ülkede de devlet em-
peryalist, yayılmacı ve militarist karakterini gizlemiyor. Çin’de daha belirgin ve
ideolojik olarak gerekçelendirilmiş haliyle, diğerinde otokratik ve sanki eski Rus
çarlığının modern sürümü görünümüyle, yaklaşmakta olan “çatışma raundu”nun
ardından, organik dünya pazarının burgacında parçalanması kaçınılmaz bir tür
devlet kapitalizmi hüküm sürüyor. Rusya, gücünü geniş coğrafyasından, yetişmiş
işgücünden ve zengin enerji kaynaklarından alırken; Çin, sanayi devriminin ilk
dönem İngiltere’sini bile aratacak, amansız bir sömürüye tabi tuttuğu kalabalık
51 Minqi Li, “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü”, Epos Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2009
52 Minqi Li, age., s. 140
53 Minqi Li, age., s. 107-108
54 Minqi Li, age., s. 179-181
244
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
55 Yusuf Zamir, age., s. 102, ayrıca bu sayıda bkz. Ali İleri, “Büyük Deprem Bir Bilanço ” yazısı içinde Şekil 1.
56 http://www.bis.org/statistics/derstats.htm, Uluslarası Ödemeler Bankası (BIS)
245
Anlamak
Gideni ve Gelmekte Olanı
A. Hakan Güvenir
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, ken-
di seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan
koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla,
yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka
biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır görün-
düklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki
ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğre-
ti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını,
sloganlarını, kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi, Luther, havari Paul’ün mas-
kesini takındı, 1789-1814 devrimi ardarda, önce Roma Cumhuriyeti, sonra
Roma İmparatorluğu giysisi içinde kurum sattı ve 1848 Devrimi, kimi 1789’un,
kimi de 1793’ün ve 1795’in devrimci geleneğinin taklidini yapmaktan öte bir
şey yapamadı. İşte böyle, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi
anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili
kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni
dilin özünü, ruhunu özümleyebilir.
Karl Marx1
F inans sektöründe patlak veren, kısa zamanda likidite krizi ve kredi piyasala-
rındaki donuklaşma ile reel sektörü de etkisi altına alan krizin, bütün olası
sonuçlarıyla yaşanıp kapitalizm açısından “normalleşme” sürecine girildiğini
yahut krizle birlikte “eski” kapitalizmin/emperyalizmin hükmünü büsbütün yi-
1 Marx, Karl, Lois Bonaparte’in 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı: Ha-
ziran 1990, s.13-14
247
Yaşayan Marksizm
tirdiği yeni bir dönemin yaşanıyor olduğunu söylemek için henüz çok erken.
Ancak öte yandan bu zeminde, sosyalist hareket açısından söylenmesi ve yapıl-
ması erken olmayan, hatta geç kalınan pek çok şeyin bulunduğunun da altını
çizmek gerekiyor.
Bu geç kalmışlığın bir sebebi; uluslararası kapitalizm zemininde yaşanan kri-
zin emperyalist sistemin kısa dönem döngüsel, aşırı üretim krizlerinden birisi
olarak algılanması, dönemin özelliğinin ise krizin şiddetinden kaynaklandığını
ifade etme çabası ve eğilimi oldu. Meseleye bu eksenden yaklaşanlar, uzun dalga
krizlerinin ve özellikle de krizden çıkış sürecinin, sermaye birikim modelinden
başlayarak sistemin yapısına, işleyişine dönük etkilerine pek ilgi göstermediler.
Böylesi bir ilgisizlik içerisinde sürecin içerisindeki değişim dinamik ve eğilimle-
rinin fark edilebilmesi olanaklı olmuyor.
Krizleri tarifeli tren seferleri misali birbirini neredeyse birebir tekrar eden ve sos-
yalist siyaset açısından bulunmaz fırsatlar sunan şaşmaz bir döngü içerisinde ele
alanlar, kapitalizmin tarihsel sınırlarına ulaşmakta olduğu, doğayı ve insanlığı
tümüyle yıkıma sürüklediği cümlelerini, bu tespitlerin mantıksal sonuçlarından
bağımsız zikredip manasızlaştırıyorlar aynı zamanda. Bu bakışa göre “kriz arala-
rı”, sistemin güçten düşüp dizlerinin üzerine çöktüğü kriz dönemlerinde yeniden
toparlanıp ayakları üstünde dikilmesine fırsat vermeden soluğunu kesmeyi sağ-
layacak hazırlık faaliyetiyle geçirilmeli. Ancak bu hazırlık, krizi ardında bırakan
sistemin ne tür bağışıklık mekanizmaları geliştirdiği yahut emek süreçleri, işçi sı-
nıfı ve toplum yapısında hesaba katılması gereken ne tür değişimlerin tetiklendi-
ği hesaba katılarak geçirilemediği içindir ki ortaya çıkan ihtiyaçlara bağlı olarak
“dönem ve öncelikler” denklemi devrimci tarzda kurulamıyor. Hal böyle olunca,
dönem değişiklikleri tarih değişikliklerinden öte bir anlam kazanmadıkları gibi,
hazırlığın manası da, “güç kazanma” ihtiyacına indirgeniyor. Güç kazanma ça-
basının, doktriner bir çizgide mi yoksa programlardan çıkarsanamayacak günü-
birlik açılım ve kampanyalar çerçevesinde mi somutlanmaya çalışıldığı, ayrı bir
mevzu; bu mevzuya burada girmeyeceğiz.
Elbette ki bu meselenin bir yanı. Geç kalmışlığın diğer sebebi, dönem analizin-
den görece bağımsız, sosyalist hareketin bu güne kadar kendisini var ettiği siya-
set kavrayışı ve zemininin bizzat kendisi. Bu zeminde köklü bir yenileme ve yeni-
den kuruluş ihtiyacı duymayanların, içerisinde olunan dönemin ortaya çıkardığı
sorunlara devrimci çözümler üretebilmelerini beklemek, olmayacak duaya amin
demenin siyasete tercümesi oluyor.
Siyaset zemininde belirleyici bir eksen olarak var olamayan sosyalist hareketin,
önümüzdeki dönemde, kapitalizmin karşıt devrimci kutbu olarak sosyalizmin
yeniden üretileceği bir sürecin kurucu unsuru rolünü oynayabilmesinin bir yolu
da kendi gerçekliğimizle yüzleşebilmemizden geçiyor. Bu noktada, uluslararası
kapitalizmin içerisinden geçtiğimiz krizini ve değişim sürecini anlama ve döne-
min ortaya çıkardığı devrimci ihtiyaçlara yanıt verme uğraşının, sosyalist ha-
248
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
reketin kendi gerçekliği ile yüzleşeceği bir alana adım atmasına vesile olacağını
söylemek, iyimser bir temenniden ibaret değil. Bu ihtiyaca yaklaşım ve yeniden
kuruluş iradesi, sosyalist hareketin önümüzdeki dönemde ayrışacağı temel ek-
senlerden bir tanesi olarak daha da belirginleşecek ve o noktaya kadar yenilen-
me ihtiyacı ve görevi, basıncını bütün ağırlığı ile sosyalist hareketin üzerinde
hissettirecektir.
249
Yaşayan Marksizm
daha derin olacakları, bu derinliğin sistemin yapısı ve yapısal çelişkileri ile ara-
sındaki ilişkisi ve nihayetinde kriz dinamikleri ile değişim dinamikleri arasındaki
ilişkiler ve çelişkiler bütünsel bir bakışla ele alınamaz.
Emperyalizmle birlikte en yüksek aşamasına ulaşmış bulunan kapitalizmi, dev-
rimci fırsatlar sunan krizleri olağan ve rutin bir döngü içerisinde yaşayacak ve
işçi sınıfının devrimci eylemiyle tarihin çöplüğüne atılmadığı sürece değişime
kapalı bir toplumsal formasyon olarak ele alanlar için, sistemin yaşadığı değişimi
görebilmek ve bu değişim ile uyumlu siyasal açılımları üretebilmek için öncelik-
le değişimin olabileceğini kabul etmek gerekiyor. Bu değişimin, sermayenin işçi
sınıfı üzerindeki tahakkümünü pekiştirecek şekillerde emek örgütlenme süreç-
lerinden başlayarak hangi alanlarda, hangi araç ve yöntemlerle yaşandığını orta-
ya koyabilmek, barındırdığı gerilim dinamiklerini açığa çıkartabilmek görevleri
ise bağımsız sosyalist siyasetin toplumsal bir gerçekliğe, kapitalizmin karşısında
sahici ve devrimci bir alternatife dönüşebilmesinin koşulu olarak önümüzde du-
ruyor. Bu noktayı, kriz dönemlerinde ortaya çıkan fırsatları kazanımlara dönüş-
türebilmeye yönelik hazırlığın zemini olarak ele alınmalıyız aynı zamanda.
Mevcut durumda, kapitalizmin krizlerine toplumsal ölçekte devrimci yanıtlar
verme şansından uzak olan sosyalist hareketin durumu da bir kriz halidir. Sos-
yalist hareketin durumu ve “krizi”, bir anlamıyla, öznel alandaki yeniden kuruluş
ihtiyacına yanıt verilememesine bağlı, nesnel süreçlerdeki değişimlerin ortaya çı-
kardığı ihtiyaçlara da yanıt verilememesi şeklinde özetlenebilir. Bu nedenle bu dö-
nemde “değişim” kavramının, biri kapitalizmin bünyesinde yaşanan, gerek ulusal
gerek uluslararası ölçekte emek hareketinin kendini oluşturma sürecinde hesaba
katılması gereken yeni durumları/olguları; diğeri ise sosyalist siyaset zemininde
yeniden kuruluş hedefine bağlı geçmiş ve geleneksel siyaset zemininden devrimci
muhasebe temelinde kopuş ihtiyacını anlatan iki farklı manası bulunuyor.
250
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
2 Yayınımızın ilerleyen sayılarında bu konunun mümkün olan bütün yönleriyle ele alınacağını
hatırlatarak, bu yazı kapsamında konumuz çerçevesinde sonuçlar ve çıkarsamalar üzerinden
değineceğimizi belirtmek gerekiyor.
251
Yaşayan Marksizm
252
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
253
Yaşayan Marksizm
3 Marx, K. - Engels, F. Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, Üçüncü Baskı: Temmuz 1992, s.59
254
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
255
Yaşayan Marksizm
gelir. Bu aynı zamanda, burjuva devleti, asli görevi olan sermayenin emek ile mü-
cadelesinin (ulus ve ülke zeminine bağımlı kalmaksızın) ve sermayenin sermaye
ile rekabetinin aracı olarak değil, ulus/ülke ekonomilerine referansla tanımlanan
rekabetinin özneleri ulus devletler olarak öne çıkartmak ve mutlaklaştırmak an-
lamına da gelecektir.
Kuşkusuz ki ulus devlet ve ulusal ekonomi, bütünüyle ortadan kalkmış gerçeklik-
ler değil. İçerisinde olduğumuz sürecin, çelişkilerden muaf, üzerinde tam muta-
bakat sağlanmış bir senaryonun bütün aktörlerin ve set ekibinin uyumuyla sah-
nelendiği bir nümayiş havasında ilerlemediği, ilerlemesinin ne denli güç olduğu
ortada. Ancak uluslararası kapitalizm zemininde hakim olan eğilim, sermayenin
yeni dönem ihtiyaçlarına bağlı olarak, uluslararası rekabetin yeni araç ve yön-
temlerini, eskilerinin yerlerini alacak şekilde yaratıyor, eski yapı ve ilişkileri de
yeni döneme göre uyarlıyor ve bu yönde şiddetli bir basınç uyguluyor. Dolayı-
sıyla geçmiş dönemin rekabet ilişkilerinin merkezinde yer alan ulus devletten
geriye “devlet” ve ancak o ölçüde varlığından söz edilebilecek ulusal/ülkesel eko-
nomiden öte pek bir şey kalmıyor. Emperyalizmin, dünyanın bir coğrafyası ya da
ülkesine indirgenemeyecek bir gerçeklik olarak, bütün kara ve denizlerinde içsel
bir olgu ve gerçeklik, bir bütünsel sistem olarak kendisini örgütlediği; bütünü
oluşturan birimlerin hem yapı ve zeminlerinin hem de birbirleri ile ilişkilerinin
değiştiği bu koşullarda, sosyalist hareketin anti-emperyalist mücadele ile sosya-
lizm mücadelesi arasındaki geleneksel denklemlerinin yeniden kurulması, kaçı-
nılmaz bir zorunluluk olarak önümüzde dikiliyor.
256
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
257
Yaşayan Marksizm
siyasetini beslemeye son derece uygun bir atmosferin içerisinde buldu. Bu atmos-
feri yaratan, Keynesçi ekonomi politikalar ve sosyal devlet anlayışı idi. Ulusal ge-
lirin “adil” dağıtımı, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi,
dönemin üretim örgütlenmesine ve istihdam politikalarına uygun olarak sendikal
örgütlülükler sayesinde işçi sınıfının geniş kesimlerinin kontrol altında tutulabil-
mesi, sosyal demokrat ve işçi partilerinin aktif katılımlarıyla parlamenter demok-
ratik rejimlerin istikrara kavuşturulması vb… sadece II. Enternasyonal patentli
siyaset anlayışına değil, Keynesçi ekonomi politikalarla kapitalist dünyayı yeni
baştan ve yine hiyerarşik temellerde inşa etmeye soyunan burjuvazinin de zorun-
lu ihtiyaçlarına uygun düşüyordu. İki büyük dünya savaşıyla yerle bir olmuş top-
lumların gözünde SSCB’nin albenisi her geçen gün artarken, dünyanın belirli bir
coğrafyasında yaşam bulan bu tablo, kapitalizm içerisinde kalarak ulaşılabilecek
yeryüzü cennetlerinin kurulabileceğini ilan ediyordu dosta, düşmana.
Elbette ki bu yeryüzü cennetleri, kapitalist dünyanın bütününde yaşam bulma-
dı. Bulmasına imkan da yoktu. Dahası, kapitalizmin, II. Emperyalist Paylaşım
Savaşı’nın ardından 1980’li yıllara uzanan dönemi kapanırken, SSCB’nin çö-
zülmesine de paralel olarak, bu yeryüzü cennetleri hızla sararıp solmaya; mutlu
mesut sakinleri olan “çalışanlar sınıfı” ise kendisini şiddeti her geçen gün artan
yoğun bir saldırı karşısında bulmaya başladı.
Bu dönem, 1980’li yılların sonunda geri dönüşsüz biçimde kapandı kapanması-
na, ancak işçi hareketi ve sosyalist hareket, kendisini o dönem içerisinde var ettiği
araç ve yöntemlerin devrimci eleştirisi temelinde yeni bir kuruluşa taşıyamadı.
Yeniden kuruluş zorunluluğu, dönemin değişmesine bağlı olarak eski döneme
uygun araç ve yöntemlerin yeni döneme uyum sağlayamayacak olmasından
kaynaklanmıyordu tek başına. Çünkü eski dönemin siyasetinin hakim araç ve
yöntemleri de işçi sınıfının, burjuva egemenliği karşısında devrimci bir siyasetin
öznesi olarak ayakları üzerine dikilmesine değil, bu yeryüzü cennetinden payına
düştüğü kadarıyla nasiplenmesine hizmet eden biçim ve içeriklerde idiler. Önce-
ki dönemlerde şekillenen örgütlülük ve mücadele biçimleri, kapitalizmin bu yer-
yüzü cennetlerinin yaratıldığı dönemde ismen yahut şeklen varlıklarını devam
ettirseler dahi başkalaşarak döneme gerici anlamda uyum sağlamışlardı zaten.
Sendikalar, düzen içi ekonomik mücadelenin araçları olarak bu dönemin emek
örgütlenme süreçlerine uygun bir zeminde yeniden şekillenirken, Lenin sonrası
dönemde icat edilen “Leninist Parti” modeli de legal ve illegal versiyonlarıyla
dünya komünist hareketinin bütününü belirleyen siyasal mücadele aracı olarak
yaygınlaşıp kalıcılaştı. Bu formlara sağdan yahut soldan eleştirilerle öne çıkartı-
lan “alternatif” modeller ve araçlar ise aslı ile aynı zeminden beslenen, bütün bir
döneme ve dönemin siyaset yapış tarzına egemen olan ekonomik alan ve siyasal
alan arasındaki yapay ayrımı veri kabul eden bir pozisyondan kurtulamadı.
Bu sürecin bir belirleyeni, Keynesçilik, sosyal devlet ve SSCB’nin varlığının da
üzerinde yükselen Avrupa işçi sınıfının “kazanımları” olurken, diğer belirleyeni
258
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
ise dünya sahnesinde sosyalizmi ulusal bir kalkınma modeli olarak revize ederek,
“ulus-devlet” kimliği ile var olma yolunu seçen “sosyalist blok” ülkelerinin var-
lıkları, ulusal güvenlik politikaları ve diplomatik ihtiyaçları olmuştur.
Günümüzde sosyalist hareketin, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardın-
dan 1980’li yıllara uzanan dönemde kendisini var ettiği araç ve yöntemlerle,
programatik zemin ve örgütlülük biçimleriyle, siyaset zemininde belirleyici bir
rol oynaması olanaklı görünmüyor. Bunun temel sebebi, 20. yy işçi hareke-
tine egemen olan sendikal örgütlülüklere ve parlamenter düzeni istikrara ka-
vuşturacak kitlesel işçi partilerine, burjuvazinin ihtiyacının kalmamasıdır. İşçi
sınıfının geçmiş dönemde de bu tür örgütlülüklere gerçek bir ihtiyacı yoktu
zaten. Esasen bu tarz siyaset anlayışının geçmiş dönemde yanıt verdiği alan,
işçi sınıfının bağımsız varoluş ihtiyaçlarını devrimci temelde karşılama arayışı
değil, burjuvazinin işçi hareketini kontrol etme ve düzenini bu yolla da tahkim
etme arayışları olmuştur.
259
Yaşayan Marksizm
Nereden Başlamalı?
Yeniden kuruluş kavramlaştırması, yaşadığımız sorunları bir çırpıda çözecek
bir sihirli değnek değil, dahası, yaşamın önümüze çıkardığı yakıcı sorunlara sırt
çevirmenin gerekçesi olacak kapalı devre bir atölye çalışması olarak da ele alına-
maz. Bu meseleyi, ideolojik, siyasal, örgütsel alanları kapsayan çok yönlü ancak
her boyutu ve aşaması politik işçi hareketinin yaratılması zemini ve uğraşında ete
kemiğe bürünebilecek bir muhtevada ele almamız gerekiyor.
Kötü bir huyumuzdur; sorunları, güncellik ve aciliyet kazandığı halleriyle gün-
dem edinip çözmeyi düşünüyoruz. Maalesef devrimci siyaset alanında, sorunları
yaşandıkları alan içerisinde sınırlandırarak çözmek, genellikle mümkün olan ve
uygulandığı takdirde kalıcı çözümler sunan bir yöntem olamıyor. 100 yılı bulan
sürede birikmiş, kimi dönemlerde üzerlerine parmak basılmış teorik sorunları-
mız var. Proletarya diktatörlüğünün ve bu yolla ulaşılabilecek sosyalizmin ka-
pitalizm karşısında somut bir seçenek olarak yükselmesine olanak sağlayan bir
devrimin yitirilmesinin ardından, parti, devlet, iktidar, bürokrasi, işçi hareketi ve
örgütleri alanlarında hem teorik hem siyasal hem de örgütsel sorular ve sorunlar
var, pratik alternatiflerini de üreterek yanıtlamamız gereken. İşçi sınıfı ve onun
politik örgütlerinin siyaset zemininde belirleyici aktörler olarak yer aldıkları, işçi
sınıfı hareketinin siyaset zeminini saflaştırıcı biçimde yaran varlığının eksik ol-
madığı uzun 20. yy.’ın ardından, toplumsal siyasal yaşamın neredeyse tümüyle
dışına düşmüş, işçi sınıfı hareketiyle bağlarımızı büsbütün yitirmiş durumdayız.
Dünyanın belki de hiçbir zaman olmadığı kadar sosyalizme ihtiyacı var, sosya-
lizmin ise siyasal bir akım olarak ortaya çıktığı günden bu güne kadar ilk defa
yığınlar nezdinde inandırıcılığı olan somut bir siyasal seçenek olarak yeniden
örgütlenmeye ihtiyacı var...
Önümüzde birikmiş bunca sorun nasıl çözülecek? Daha da önemlisi, bu sorunla-
rın çözümüne somut katkılar sunma yolunda, nereden başlayacağız?
Elbette ki bu sorunların yanıtlarının bütünüyle bu yazı kapsamında verilebilme-
sine olanak yok. Ancak, meselenin gerek elinizdeki yayın bünyesindeki yazılarda
gündem edileceğini, gerekse de bazı sorunların yazarak değil yaparak çözülebi-
leceği gerçeğine uygun olarak buradaki çabaya paralel somutlanmaya çalışılan
siyasal bir faaliyetin varlığını bilerek bazı saptamalar yapabiliriz.
1. Teori, siyaset, örgüt alanlarında yaşadığımız sorunlar, ne tek başına bu sorun-
ları tespit eden ve çözülmesi çabasını kendine iş edinen bir grubun sorunları-
dır ne de kendilerini hissettirdikleri alanlarda sınırlı kalınarak çözülebilirler.
Bu sorunlar, kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömecek gerçek hareketin sorun-
larıdır. Bu nedenle bu sorunların çözüm zeminini, bizzat bu hareketin kendi
zemini, kendisini örgütleyeceği zemin olarak kurgulamak gerekiyor.
2. Bu sorunların çözümünü belirleyen ihtiyaçlar ve kalkış noktası da, bugünkü
duruma son verecek gerçek hareketin ihtiyaçları; güncel olarak ise bu hare-
260
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
ketin kendisini kurması için yanıt verilmesi gereken ihtiyaçlar olmak zorun-
dadır. Dolayısıyla faaliyetimizin gerek teorik, gerek pratik ve örgütsel yöne-
limlerini de bu hareketin ihtiyaçlarının giderilebilmesi hedefine bağlamak
durumundayız.
3. Politik örgüt ile işçi hareketi ve ihtiyaçları arasındaki tabiiyet ilişkisi teori ve
ideoloji düzeyinde kurulan, vekâlet ilişkisini çağrıştıran bir ilişki değildir. Po-
litik örgüt ve politik işçi hareketi ilişkisini, mayalanma ve kuruluş süreçlerin-
den başlayarak iç içe ve sürekli bir karşılıklı etkileşim içinde; her defasında,
örgütün siyasetin somut ve gerçek ihtiyaçlarına tabi kılınarak yeniden kurul-
duğu, elle tutulur, gözle görülür somut bir ilişki olarak anlamak ve yaşama
geçirmek gerekiyor.
4. Tüm bunlara bağlı olarak; sosyalist siyasetin ve örgütsel ifadesinin yeniden
kuruluşu meselesini; sınıflı toplumlar tarihine son verecek politik işçi hareke-
tinin yaratılması zemini ve uğraşı içerisinde tarif etmek, böyle bir hareketin
yaratılması görevini bugün için diğer tüm görevlerin tabii olması gereken ön-
celikli görev olarak örgütlü siyasal faaliyetin önüne koymak durumundayız.
Her ne kadar bugün faaliyetimize yön vermesi gereken sorunlar ve ihtiyaçlar ka-
pitalizmi tarihin çöplüğüne gömecek gerçek hareketin ihtiyaçları olsa ve bu so-
runların çözümüne ve ihtiyaçlara yanıt verilmesine katkı koyacak güçler dar bir
grubun varlığı ve etki alanı ile sınırlı olmasa da, sorun ve ihtiyaçları tarif edenle-
rin sorumluluğu, sadece söylemeyi değil, bu yolda gecikmeden adım atmayı da
zorunlu kılıyor.
Ruhumuzu, sadece söyleyerek değil, aynı zamanda yaparak kurtarabileceğimizi
bilerek atacağımız somut adımlar, kurtulmayı bekleyen ruhlara yapacağımız en
anlamlı eleştiri, vereceğimiz en manalı yanıt olacaktır. Ağustos 2009
261
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm
ve
Sınıflar Mücadelesi
Öznur Ağırbaşlı
Egemen İdeoloji
1 Engels’in Franz Mehring’e yazdığı 14 Temmuz 1893 Tarihli Mektup’tan. Bkz. Marx, K. ve F. Engels, Seçme Yapıtlar
Cilt:3, Sol Yayınları, Aralık 1979, s.601-602
263
Yaşayan Marksizm
264
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
265
Yaşayan Marksizm
266
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
267
Yaşayan Marksizm
18. yüzyılda ıslahat anlayışında köklü bir değişiklik oldu. Artık Avrupa’nın bilim-
sel ve teknik alandaki üstünlüğü kabul edilmeye başlandı. Dolayısıyla Osmanlı
tarihinde “batılılaşma” adı verilen süreç başlamış oldu. Artık ıslahat yapılırken
amaç Avrupa’ya yetişmektir. Bu dönemde de askeri alandaki yenilikler ön plan-
dadır. Çünkü Osmanlılar ordunun düzelmesi durumunda diğer sorunların ken-
diliğinden çözüleceğine inanıyorlardı. Bu nedenle bir yandan Avrupa’dan askeri
uzmanlar getirilirken, diğer yandan modern askeri okullar açıldı.
19. yüzyılda devletin dağılmaya yüz tutması, tek gelir kaynağı halktan toplanan
vergiler olan, topraklar azaldıkça toplanan vergilerin de azaldığını gören asker ve
sivil bürokratları bu gidişatı değiştirecek çareler aramaya başladılar. Genel olarak
Yeni Osmanlılar veya Jön Türkler olarak anılan bu Osmanlı okumuşları (aydın
değil), programlarını Fransızca devrimci literatürden ve pozitivist sosyolojik
kuramlardan ithal edilmiş kavramlar ve hedeflerle (adalet, eşitlik, hürriyet vb.)
süslenmişlerse de özünde otoriter ve seçkincidir. Temel hedefleri ise imparator-
luğun dağılmasını önlemek ve mevcut düzenin devam etmesini sağlamaktır.
Fikirlerini böyle bir kaygıyla savundukları için aldıkları batılı eğitime rağmen
halkı buna ortak etmeyi düşünmediler. Ancak yine aldıkları batılı eğitim saye-
sinde halkın ortak olduğu hareketlerin nasıl denetimden çıktığını bildikleri için
hedeflerine halkın desteği ile değil, bir darbeyle yönetimi ele geçirerek ulaşmayı
düşünüyorlardı. Bu nedenle Türkiye’nin son yüzyıl tarihi biraz da darbeler ve
darbe girişimleri tarihidir.
Jön Türkler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasıyla siyasi bir hareket hali-
ne geldiler. “Siyasi inkılabı toplumsal inkılap ile taçlandırmak” sloganı ile toplu-
ma bilimsel metotlarla bakmak, anlamak ve değiştirmek hedefini önlerine koy-
muşlardı. Durkheimcı sosyolojinin Osmanlılardaki en önemli temsilcisi, İttihat
ve Terakki’nin ideologu ve Kemalist kadroların yol göstericisi olan Ziya Gökalp’e
göre toplumsal bir kriz geçiren bir ülkede birçok şey hastalıklıdır. Gökalp, so-
runların çözümü için inceleme, tanı ve iyileştirme yöntemini önerir. Toplumu
kriz geçiren bir organizma olarak görmek/göstermek ve bunun tedavisi için aday
olmak, pozitivistlerin kendilerini toplum nezdinde meşru kılmasına hizmet edi-
yordu. Gökalp bununla yetinmeyerek çok seslilik ve çok kültürlülüğü de krizin
kaynağı olarak gösterir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1916 kongresine sundu-
ğu bildiride, kitapçı raflarında çok çeşitli kitaplar olmasını ve bunun tüketici kit-
lesi olan aydınlarında Tanzimatçı, sufi ve Levanten gibi üç farklı zihniyete sahip
olmasını “memleketimizin en büyük hastalığı” olarak değerlendirmiş ve bunun
ıslahını önermiştir.4
Bilimsellik ittihatçıların sık kullandığı bir başka kavramdır. Bu kavramı, bir yan-
dan entelektüelleri kendi çalışmalarına katmak, diğer yandan kendi milliyetçi
ideolojilerine “objektiflik” kılıfı geçirmek için kullanmışlardır. Ayrıca bu kavram
4 Dündar, F., Modern Türkiye’nin Şifresi, İletişim Yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 2008
268
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
269
Yaşayan Marksizm
5 Daha sonra İngilizler Irak Devleti’ni, Fransızlar da Suriye Devleti’ni oluşturarak, Kürdistan’ın kendi paylarına düşen
270
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
Devletçi Laiklik
Laiklik Batı Avrupa’da kilisenin siyasal ve kültürel hegemonyasına karşı ortaya
çıktı. Batı Avrupa’da bütün Orta Çağ boyunca egemen olan feodal bölünmüş-
lükten yararlanan Katolik Kilisesi siyasi erkten bağımsız bir güç olarak var oldu.
Kilise toplam olarak en büyük toprak sahibiydi. Buralardan gelen vergiler ve ba-
ğışlar kilise hiyerarşisinin en üstünde yer alan din adamlarının tasarrufundaydı.
Ancak kilisenin siyasi ve kültürel gücü maddi gücünden çok fazladır. Bir defa
tüm eğitim kurumları kiliseye bağlı olduğundan bütün Avrupa devletlerindeki
bürokrasi bunlardan oluşuyordu. Kralların danışmanları, bakanları hep kilise
üyeleri arasından çıkıyordu. Kilisenin kültür ve sanat üzerinde de kesin bir ege-
menliği vardı. Her türlü bilimsel ve sanatsal çalışma kilisenin onayını almak zo-
rundaydı. Onay alamayanlar engizisyon mahkemelerinde işkenceye uğruyordu.
15. yüzyıldan itibaren dünyayı yağmalamaya girişen Avrupalı tüccarlar deni-
zaşırı ticaretin sağladığı büyük kârlar sayesinde hızla büyük sermayelere sahip,
kelimenin bugünkü anlamında burjuvalar olmaya başladılar. Ancak feodal üst
yapı, gelişen kapitalist üretim ilişkilerine engel oluyordu. Burjuvazi ile feodal
senyörler arasında başlayan egemenlik savaşında kendisi de en büyük feodal
egemenlerden olan Katolik Kilisesi, doğal olarak senyörlerin tarafını tuttu. Tari-
he mezhep savaşları şeklinde yansıyan uzun mücadeleler sonunda Hristiyanlığın
kapitalist üretim tarzı önünde engel oluşturan birçok dogması ya kaldırılıyor ya
da törpüleniyor ve bu kez burjuvazinin çıkarlarını temel alan dogmalara yöne-
liyordu. Protestan olan ülkelerde artık din ve devlet işleri kesin biçimde birbi-
rinden ayrılmıştı. Katolik Kilisesi ise ancak kendisinde yeni egemen sınıfların
271
Yaşayan Marksizm
272
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
273
Yaşayan Marksizm
274
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
bir yandan işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesini engellerken diğer yandan iş-
çileri kendi ideolojisi etrafında örgütlemek ve mücadelelerini denetim altında
tutmak istiyordu. Bu amaçla çeşitli iş kollarında dernekler ve işçi birlikleri ku-
ruldu. Bu derneklerin başına CHP’nin yandaşı olan kişiler getirildi. Milletvekili
seçimlerinde “işçi mebusu” adı altında, yukarıdan atanmış kişiler aday gösteri-
lerek meclise sokuldu. Amaçlanan işçi sınıfını Kemalist rejime bağlı onun des-
tekçisi bir kitle haline getirmekti. Yöneticilerin en çok korktukları şey işçilerin
sınıf bilinci kazanmasıydı. İlk örnekleri faşist İtalya’da görülen “tek ve zorunlu
sendikacılık” modelinin değişik bir biçimi olan işçi-esnaf birliklerinin kurulma-
sı, bu korkunun yansımasıydı. Yine bu dönemde fabrikalarda işçilerin her türlü
yayını okuması yasaklandı. 1932’de bütün işçilerin parmak izleri alınarak polis
merkezlerinde arşivlendi.
1929–1933 yılları arasında yaşanan ekonomik bunalım bütün dünyayı olduğu gibi
Türkiye’yi de derinden etkiledi. İşçilerin yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi
sonucu birçok şehirde grevler başladı. Öte yandan bu grevlerin tamamına yakını-
nın yabancı işletmelerde olması ilginçtir. Hükûmet ve yerli işverenlerce de destek-
len bu grevler, ancak devletin bütünlüğünü ve çıkarlarını tehlikeye attığı düşünül-
düğü yani kontrolden çıktığı zaman güvenlik güçlerince bastırılmıştır. Örneğin
1927’de Fransız bir şirketin elinde olan Adana-Nusaybin demiryolu işletmesinde
grev nedeniyle çok sayıda asker ve polis bölgeye gönderildi. Grev kırıcılarının yar-
dımıyla çalışan bir treni durdurmak için rayların üzerine yatan işçilere ve aileleri-
ne ateş açıldı. Böylece Kurtuluş Savaşı’nın ulusalcı ortamında yabancı sermayeye
karşı kurulmuş görülen işçi- yerli burjuvazi ittifakının ömrü uzun sürmedi. Yerli
burjuvazi ve onun çıkarlarını koruyan hükûmet gelişen işçi hareketi karşısında
sınıfsal reflekslerini göstererek yabancı sermaye ile işbirliğine gittiler.
Devlet yabancı işletmeleri satın alıp devletleştirince grevler 1933’te çıkarılan bir
yasayla tamamen yasaklandı. Çünkü onların fikrine göre, sömürü ancak yaban-
cı işletmelerde olurdu. Devlet işletmeleri bütün halkın olduğuna göre sömürü
de söz konusu olamazdı, dolayısıyla grevler gereksizdi. Bu nedenle özellikle
1930’dan sonra greve giden işçiler “düzeni bozan fesatçılar” olarak değerlendi-
rilmeye başladılar.
1934’de tüm işçilerin ve esnafın işçi- esnaf birliklerine üye olmaları gerektiği,
üye olmayanların hiçbir işte çalışamayacakları, birliğin kimlik kartına sahip ol-
mayanları çalıştıran işverenlerin cezalandırılacağı açıklandı. İşçi- işveren anlaş-
mazlıklarını düzenleyen bir iş kanununun yokluğunun yarattığı sıkıntıları aşmak
için 8 Haziran 1936’da İş Kanunu çıkarıldı. Yeni yasaya göre iş günü 8 saat olarak
kabul edildiyse de, özel durumlar için 11 saatlik iş gününün de yasal olduğu-
na karar verildi. Aynı yasaya göre işçiler, hastalık durumunda ücretlerinin belli
bir kısmını alacaklar, kadınlar doğum izni kullanabilecekler, kadın ve çocuklar
yer altında çalıştırılamayacaklardı. Ancak yasada yer alan diğer maddelere göre
10 kişiden az işçi çalışan işletmelerde bu yasa uygulanmayacaktı. Dolayısıyla
275
Yaşayan Marksizm
1937’de 400 bin civarındaki kayıtlı işçiden sadece 180 bini bu yasadan yararlana-
biliyordu. Aynı yasayla grev ve lokavt yasaklanıyordu ve greve giden işçilere ağır
hapis cezası getiriliyordu. Buna karşılık işverenlere yasanın taşıdığı boşluklardan
yararlanarak lokavt yapma imkânı tanınıyordu. 1938’de çıkarılan 3512 sayılı Ce-
miyetler Kanunu da aynı anlayışı egemen kılıyor, derneklerin kuruluşu, etkinlik-
leri ve denetimleri bakımından tek parti iktidarına geniş yetkiler tanıyordu. Bu
yasanın en önemli özelliği, sınıf esasına dayalı derneklerin yasaklanmasıydı.
276
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
277
Yaşayan Marksizm
278
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
279
Yaşayan Marksizm
280
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
Cumhuriyet “Devrim”leri
Kemalist bürokrasi iktidarını sağlama aldıktan sonra Tanzimat dönemiyle başla-
yan “batılılaşma” hareketini bir üst seviyeye çıkardı. Artık yenilikler parça parça
değil bir bütün olarak ele alındı. Cumhuriyet döneminde yapılan bu yenilikler için
kimileri “devrim” sözcüğünü kullanırken, kimileri de Osmanlıca “inkılâp” sözcü-
ğünü tercih ediyorlar. Ancak bu iki kullanımda yanlıştır. Yukarıda da belirtildi-
ği gibi devrim/inkılâp sözcükleri sınıfsal bir alt-üst oluşu anlatırlar. Cumhuriyet
dönemi yeniliklerini en iyi karşılayan sözcük, Osmanlıların devletin aksayan or-
ganlarında yaptıkları değişiklikler için kullandıkları ıslahat(iyileştirme-reform)tır.
Nitekim yapılan işler karşılaştırıldığında bunun nedeni daha iyi anlaşılacaktır.
Örneğin Osmanlılar gerek Lale Devrinde (1718–1730) gerek III. Selim (1789–
1807) ve gerekse II. Mahmut (1808–1839) dönemlerinde askeri alanın dışında
da birçok yenilik yaptılar. Kütüphane kurulması, Tulumbacı Ocağı’nın kurul-
ması, ilk Müslüman matbaasının açılması gibi bu yenilikler çok dar bir çevrenin
bilgisi dâhilinde işlerdi. Bütün bu yenilikçi padişahların saltanatı birer ayaklan-
mayla son buldu. Bu olaylar resmi tarih tarafından gericilerin yeniliklere tepki
duymasıyla açıklanır. Oysa bu ayaklanmaların gericilikle-ilericilikle bir alakası
yoktur. Bu yenilikler halkın yaşamında hiçbir iyileştirme getirmediği halde bü-
tün mali yükü yönetilenlerin sırtına yüklenmiştir. Örneğin İstanbul’un meşhur
yangınlarını söndürmek için kurulan Tulumbacı Ocağı günümüzdeki itfaiye gibi
değildir. Yangın söndürmeye girişmeden önce mal sahibi ile ücret pazarlığı ya-
parlardı. Yoksul insanlar bu nedenle onları yangınlara çağırmazlardı bile. Kendi
olanaklarıyla söndürmeye çalışırlardı. Bu arada özellikle Lale Devrinde yönetici
sınıfın lüks tüketiminin artması da yönetilenlerin tepkisini çekiyordu. Yapılan
yenilikler onların yaşamına değmediği için yönetilenlerin gördüğü şudur; yeni
vergilerle kendileri gittikçe daha fazla yoksullaşırken yönetenler onların parala-
rıyla lüks içinde yaşıyor. Öyle ki Osmanlı halkı artık ıslahat lafından korkar hale
gelmiştir. Çünkü her ıslahat yeni bir vergi demektir.
Cumhuriyet dönemi yenilikleri de nitelik olarak Osmanlı ıslahatlarından farklı
değildir. Yenilik yaparken göz önüne alınan halkın ihtiyaçları değil devleti yöne-
tenlerin ihtiyaçlarıdır.
281
Yaşayan Marksizm
Toplumsal yaşam ile üretim biçimi arasında dolaysız bir ilişki olduğuna göre,
Cumhuriyetin daha ilk yıllarında yönünü kapitalizme çeviren Türkiye’de top-
lumsal yaşamın da buna uydurulması kaçınılmazdı. Batı uygarlığı bütün nitelik-
leri ve görünüşüyle birlikte kapitalizmle özdeşleştirildiğinden Türk burjuvazisi
için batılı yaşam tarzına özenmek bir zorunluluk olmuştu. Hem madem Avru-
palı kapitalistlerin aracısı olan gayrimüslim azınlıklar çoktan beridir batılı kıya-
fetleri benimsemişti, şimdi onların yerini almaya çalışan Türklerin de aynı yolu
izlemesi gerekiyordu. Ancak nasıl ki, kapitalizm kendi iç dinamiğiyle gelişme-
miştir, toplumsal yaşamdaki yeniliklerde kendi iç dinamiğiyle değil yukarıdan
dayatmalarla ve hatta bazen zor kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Fes giyilmesi-
nin yasaklanarak Avrupai tarz giyimin kanunla mecbur tutulması, Arap harf-
lerinin yerine, Latin harfleri getirilmesi, hafta tatilinin Cuma günü yerine Pazar
gününe alınması, eski ölçülerin yerine metre ve gram sistemine geçilmesi, ulus-
lararası saat sisteminin kabul edilmesi, İsviçre Medeni Kanunu’nun ve İtalyan
Ceza Kanunu’nun8 kabul edilmesi, soyadı kanununun kabulü, kadınlara seçme
ve seçilme haklarının verilmesi9 hep bu yönde yapılan yeniliklerdir.
Günümüzde ulusalcı- sol çevrelerde dillerden düşürülmeyen “cumhuriyetin ka-
zanımları” sözü aslında egemen sınıfların çıkarı için yapılmış olan bu yenilikleri
sanki emekçi halk için yapılmış gibi gösterme telaşından kaynaklanıyor. Zaten
bu nedenle yapılan yenilikleri gerçek anlamıyla benimseyenler sadece azınlıkta
kalan bir elit tabaka oldu. Nüfusunun büyük çoğunluğu köylü olan bir toplumda
yukarıdaki yeniliklerin hiçbir getirisi yoktur. Bir kısmına yasal zorunluluklar ne-
deniyle uymak zorunda kalsalar da esasen köylerinde eskisi gibi yaşamaya devam
ettiler. Birbirlerine soyadlarıyla değil lakaplarıyla hitap ettiler, tarlada çalışırken
kravat bağlamadılar, fes giymediler10 ama fötr şapka da takmadılar, zaten çok
azı okuma- yazma bildiği için harf değişikliği de onları etkilemedi, hafta tatili
diye bir kavram köyde olmadığından gününün değiştirilmesi de onları ilgilen-
dirmiyordu. Üstüne üstlük kendilerini ilgilendirmeyen bu yenilikleri benimse-
medikleri için Kemalist elitler tarafından “iyilikten anlamayan, kaba, gerici gü-
ruh” olarak tanımlandılar. Bu tanımlama hala geçerliliğini sürdürüyor. 87 yıllık
cumhuriyet uygulamalarından sonra emekçi kitleler hala her fırsat bulduğunda
siyasi tercihini asker- sivil bürokrasinin işaret ettiği yönün tersinde kullanıyor.
Bu durum güçlü bir sosyalist muhalefetin olmadığı koşullarda bürokrasinin kar-
şısında mağdur rolü oynayan DP-AP-ANAP-DYP-AKP çizgisini her defasında
iktidara taşıyor.
8 O sırada İtalya’da Mussolini’nin Faşist Parti’si iktidardaydı. Ünlü 141 ve 142. maddeler orada da yürürlükteydi.
9 Kadınların daha Osmanlılar zamanından beri bu hakların alınması için mücadele verdikleri bir gerçektir. Ama müca-
delenin boyutu ve yaygınlığı hak kazanmak için yeterli değildi. Dolayısıyla bu yenilik de tıpkı diğerleri gibi tepeden
inme bir biçimde yapılmıştı. Kadınlara siyasal hakların verilmesi bir görüntüden ibaret olduğu için, günümüze kadar bu
hakkın kullanılması yönünde gerekli koşullar oluşturulmamış ve bu nedenle kadınların siyasal alanda temsili sorunu
çözülememiştir.
10 Zaten Osmanlılar zamanında da fesi şehirli elitler kullanıyordu.
282
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
11 Devletleştirmeler devrimci bir biçimde el koyma yoluyla değil, satın alma yoluyla gerçekleştirildi. Halktan toplanan
vergilerle devletleştirilen bu işletmeler daha sonra burjuvaziye peşkeş çekildi.
283
Yaşayan Marksizm
284
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda
Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
Nihat Balkanlı
285
Yaşayan Marksizm
macı bir zihniyetle ulusal iktisadi bir sistem olarak kavranıp öne çıkartılması ile
de dolaysız bir ilgisi bulunuyor.
Uluslararası “sosyalist” merkezlerin çözülmelerine bağlı olarak, program tar-
tışmaları da belli ölçülerde farklılaştı ancak bu farklılaşma, 1928 programında
cisimleşmiş ifadesine kavuşturulan iktisadi determinizmle, ekonomizmle köklü
bir hesaplaşma alanına uzanamadı. Bunun nedenlerinden birisi, program soru-
nunun işçi hareketinin ve sosyalist hareketin somut ihtiyaçları ve yeniden ör-
gütlenme görevi temelinde ele alınamaması; dolayısıyla yenilenme ve yeniden
üretim alanlarından uzaklaşılması. Bir diğeri ise yenilenme ve yeniden üretim
alanına adım atılmaya çalışıldığında dahi ufukları sınırlayan “demokrasi” me-
selesine bakış ve Marksizmin temel referanslarının bulanıklaşması. Sosyalist ha-
reketin, demokratik hak ve özgürlükler meselesine ve demokrasiye bakışı ile bu
alandaki ön kabullerinin, teorik yeniden üretimi olanaksız kılan sınırlayıcı bir
çerçeve çizdiğini söylemek fazlasıyla mümkün. Bu sınırlayıcılık, en iyi durumda
bile program sorununun, program yöntemi meselesi atlanarak eski yöntemler ve
şablonlar üzerinden, doğrudan program maddelerini ve programı yeniden yaz-
mak biçiminde gündem edinilmesini doğuruyor.
İşçi hareketinin ve sosyalist hareketin yeniden kuruluşu ihtiyacına bağlı olarak
devrimci sınıf programının üretilmesi meselesinin gündem edinilememesi, sos-
yalist hareketin ideoloji, teori, siyaset alanlarında yaşadığı sorunların üstesinden
gelinebilmesini daha da güçleştiriyor. Kopulması, mesafenin açılması gereken
ancak “bir sebeple” dünya sosyalist hareketinin bünyesine sirayet etmiş sosya-
lizm ve program anlayışlarının yeniden ve yeniden üretilmesiyle, gerçekten yeni
bir açılımın ortaya konulabilmesi mümkün değil. Bunun yanında, bu yöntemle,
Erfurt Programı ekseninde şekillenen II. Enternasyonal sosyalizm ve program
anlayışı ile 1928 Komintern kongresi sonrasında uluslararası komünist hareke-
tin sosyalizm ve program anlayışı arasındaki akrabalık ilişkisinin ortaya konu-
labilmesi olanaksızlaştığı gibi Lenin ve Bolşevik hareketin, hangi noktalarda II.
Enternasyonal çizgisinden kopuşu temsil ettikleri ve kopuşun hangi sebep ve di-
namiklerle geri dönüşe yenildiği de ıskalanmış oluyor.
Gerek Türkiye gerek dünya sosyalist hareketinde, aşamacı program ve devrim
anlayışlarına (bu aşamacılığın ister demokratik ister sosyalist devrim tarafında
durulsun, fark etmez) 1928 Komintern Kongresi ve program yaklaşımının var-
lık ve meşruluk zemini sunduğunu söylemek mümkün. Ancak öte yandan, aşa-
macılığın beslendiği alan burası ile sınırlı değil. Hatta, 1928 programı (ve buna
kaynaklık eden II. Enternasyonal yaklaşımı, Erfurt Programı) bir teferruat kadar
önemsizleşebilir bu yaklaşımın farklı türlerini benimseyenlerin argümanlarında.
Çünkü, bu eksendeki tartışmaların ve netleşmelerin kendilerine meşruiyet zemi-
ni aradıkları tek zemin burası değil. Lenin’in İki Taktik ve Nisan Tezleri çalışma-
larının önemli bir yer tuttuğu referans alanı, birleşik cephe taktiği ve birleşik halk
cephesi hükûmetleri, anti-faşist mücadele sorunu ve Dimitrov, devlet ve demok-
286
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
287
Yaşayan Marksizm
günlükleriyle de olsa aynı tarihsel yol üzerindeki aynı tarihsel duraklardan zorun-
lu olarak geçtiğini ve geçeceğini (daha da kötüsü geçmeleri gerektiğini) varsayan
çarpıtılmış Marksizm yorumları, dünyanın bütün köşelerindeki küçük-burjuva
sosyalist akımlar tarafından yaygın biçimde benimseniyor. Küçük-burjuva sos-
yalist akımların bünyelerine sirayet etmiş bu bakıştan, toplumların baskıcı rejim-
lerden demokrasiye doğru doğal ve kaçınılmaz bir evrim geçirdiği ve geçirmek
zorunda olduğu gibi bir saçmalık da türetilebiliyor. İşçi hareketi içinde de burju-
va devletin olmasa bile bunun “en demokratik”, “tarihsel olarak en ilerici” biçimi
sayılan parlamenter demokratik sistemin, baskıcı yönetimler ve diktatörlükler
(buna proletarya diktatörlüğü de dâhil) karşısında korunup geliştirilmesi gerek-
tiğini ve sosyalizme burjuva demokrasisinin geliştirilmesi yoluyla ulaşılabilece-
ğini savunan, aynı zeminden türeyen yanılgılar yayılmaya devam ediyor. İkinci
Enternasyonal geleneğine sinmiş bu evrimci, idealist-mekanik bakış açısının,
farklılaşmış ve “devrimci” etiket taşıyan sürümleri, SBKP ve Komintern zemi-
ninde de bir biçimi ile filizlenmiş, dünyadaki birçok akım tarafından benimsen-
miş ve yaygınlaşarak günümüze kadar savunulagelmiştir.
Burjuva demokrasinin gelişmiş kapitalist ülkelerdeki biçiminin her toplumun
gelişiminin zorunlu bir uğrağı olduğunu savunan eğilimlerle, devlet olgusu-
nun Marksist kavranışı arasında kalın ayrım çizgileri var. Sınıf mücadelesinin
Avrupa’daki özgün seyri içinde şekillenmiş olan burjuva demokrasisinin, dünya-
nın farklı coğrafyalarındaki burjuva toplumlar ve devletler açısından sosyalizme
giden yolda mutlak surette ve öncelikle ulaşılması gereken bir hedef olmadığının
altının çizilmesi gerekiyor.
288
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
289
Yaşayan Marksizm
290
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
291
Yaşayan Marksizm
292
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
ilişki, pay alma mücadelesi, ittifak ve mücadeleler, gerek eski gerekse de yeni
egemen sınıflarla sömürülen ve ezilen yığınlar arasındaki ilişki ve çelişkiler, hızlı
ve çatışmalı biçimde değişmiştir ve hala da değişiyor. Kapitalistleşme sürecini
daha öncesinde tamamlamış ülkelerde devrimlerle çözülmüş sorunların ve ya-
şanan değişimlerin, geriden gelen ülkelerde kapitalist gelişme süreci tarafından
baskılanarak başkalaşmaları ve “çözümlerinin” ise daha ziyade dışsal basınçların
etkisiyle gündeme gelmeleri, sadece sömürülen ve ezilen yığınlarla egemen sınıf-
lar arasındaki ilişkinin değil, mülk sahibi sınıflar arasındaki ilişki ve uzlaşmanın
da sorunlu ve yer yer çatışmalı olmasını beraberinde getirmiştir. Bu gerçeklik,
burjuva demokrasisinin sınırlarını belirleyen önemli bir etkendir. Ayrıca bu ülke
egemen sınıflarının, dünya üzerindeki kapitalist sömürüden aldıkları payın gö-
rece olarak küçük olması, onların, emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşulla-
rının iyileştirilmesi yoluyla sınıfsal çatışmaları yumuşatma olanağını fazlasıyla
sınırlar. Ve bu da bu ülkelerde burjuva demokrasisinin istikrarını zora sokan te-
mel bir nedendir. Bu ülkelerde burjuva devlet, parlamenter cumhuriyet biçimin-
de örgütlenmiş olsa dahi, egemen sınıfların demokratik hâkimiyet biçimlerinin
olanakları fazlasıyla sınırlıdır.
Bütün bunların bir sonucu olarak; söz konusu ülkelerin siyasal yapıları, kapitalist
gelişmenin düzeyi ve dinamiklerine, işçi sınıfı hareketinin durumuna bağlı deği-
şen bir çeşitlilik göstermesine karşın, en iyi durumda güdük, polis devleti görü-
nümünde bir burjuva demokrasisi, emperyalist hiyerarşinin alt basamaklarında
yer alan ülkeler için ortak bir özelliktir denilebilir. Bunun bir sonucu olarak da
klasik burjuva demokrasilerinin yaşandığı ülkelerden farklı olarak, “demokratik-
leşme” sorunu ve mücadelesi bu ülkelerin siyasal yapısına ve gündemine damga
vurduğu gibi, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin genel bir “demok-
rasi mücadelesi”ne indirgenmesi de, bu ülkelerin sol hareketlerinin büyük bir
kesiminin paylaştıkları bir yanılsama olmaktadır genellikle.
“Demokrasi Mücadelesi”
Emperyalist hiyerarşinin altlarında yer alan ve “az gelişmiş”, “gelişmekte olan”
gibi kavramlarla tanımlanan ülkeler tarihsel bir geri kalmışlığı yansıtırlar ancak,
böylesi bir geri kalmışlık, mutlak ve her alanda “geri kalmışlık” değildir; en mo-
dern ilişkileri de içerirler. İçerdikleri modern ilişkiler, bu toplumsal oluşumları,
emperyalist hiyerarşinin üstlerindeki burjuva devletlerle ve toplumlarla benzeş-
tirir; üretim tarzı ve ekonomik yapı, devlet, demokrasi, devrim gibi temel mese-
lelerde, barındırdıkları tüm “farklılıklara” rağmen eşitler. Bu durum, emperyalist
hiyerarşinin alt basamaklarındaki ülkelerde, emperyalist metropollerdekine ben-
zer burjuva demokratik rejimlerin yerleşmesini sağlama uğraşında olan küçük-
burjuva akımlarla aramızdaki ayrım çizgilerinin kalınlaştırılması görevini öne
çıkartmaktadır.
293
Yaşayan Marksizm
294
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
295