You are on page 1of 296

Yaşayan Marksizm

Yerel Süreli Yayın

Ortaklaşa Yayıncılık

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü


Erdal Çınar
847. Sk. No:14/201 Kemeraltı İzmir

Yönetim Yeri
Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Tel Sok.
No:28 Kat:3 Beyoğlu / İSTANBUL
Tel: 0 (212) 2936220

Kapak Tasarım
Harman Şaner

Mizanpaj
Mustafa Horuş

Basım Yeri
Ezgi Matbaacılık
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk.
No: 10 - A Blok Yenibosna / İSTANBUL
Tel: 0 (212) 452 23 02
28.10.2009
● İÇİNDEKİLER ●

• Eleştirel Bakış ..................................................................................................... 5


Mustafa Bayram Mısır

• Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi ............................... 21


Ertuğrul Kürkçü

• Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm ..................................................... 41


Muhsin Dalfidan

• Kriz ve Hegemonya ......................................................................................... 67


Haluk Yurtsever

• Sermayenin Çağının Sınırları ........................................................................... 101


Kenan Kalyon

• Büyük Deprem -Bir Bilanço ........................................................................... 137


Ali İleri

• İlkel Sermaye Birikimi ...................................................................................... 215


Yusuf Zamir

• Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin


Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı ............................................ 227
Ümit Tanışır - Ali İleri

• Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı .......................................................... 247


A. Hakan Güvenir

• Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm


ve Sınıflar Mücadelesi ............................................................................... 263
Öznur Ağırbaşlı

• Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda


Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi ......................................... 285
Nihat Balkanlı

3
Eleştirel Bakış

Obama’dan Önce ve Sonra


Görev süresi doldu ve ancak böylece oğul Bush’un Amerika Birleşik Devletleri
(ABD) Başkanlığı sona erdi. Bush’un görev süresi dolarken finansal piyasalar-
daki kriz patlak vermekle kalmamış, giderayak Bush’a mali sermayeyi rahatlata-
cak bir program hazırlama görevini yüklemiş bulunuyordu. ABD’li seçmen bu
programa onay veren Obama’yı yeni Başkan’ları olarak belirledi. Program tartış-
ma konusu olmayınca, seçimin dünya tarafından da izlenen en temel tartışması,
Amerikan birliklerinin Irak’tan çekilip çekilmeyeceğiydi.
Bugünden bakıldığında Obama’nın işgal siyasetini başka biçimlerle -imaja yö-
nelen küçük bazı değişikler eşliğinde uluslararası işbirliği ile- sürdürmeye çalışa-
cağı, buna özellikle Irak’ta işgalci güçlerin kısmi çekilişinin de eşlik edebileceği
görünüyor; ancak seçim sürecinde, aslında bir bedahet olması gereken bu sonuç,
sadece destekçileri arasında değil yoğun bir propaganda sonucu yığınlar arasın-
da da Obama’ya yönelik aşırı hayallerle süslenmişti. Amerikan emperyalizminin
stratejik siyasi-askeri yeniden yayılma politikasını güçlendirmesini, Amerikan
emperyalizminin hegemonyacı gücünü sürdürmekte karşılaştığı nesnel kısıtla-
rın1 sonucu olarak değil de Bush’un tercihleri sonucu olarak okuyan yaklaşım
için bu hayaller, seçim öncesi, gerçeğe yakındı.
Halbuki, Ernest Mandel’in işaret ettiği gibi, zaten yirmi yılı aşan bir süredir ABD,
ekonomisinin gerilemesi, doların düşüş eğilimleri ile ekonomisinde merkezi yer
işgal eden silahlanma tarafından desteklenen siyasi-askeri aygıtının hegemon-
yası arasındaki asimetrinin yarattığı çelişki ile karşı karşıyadır2. Amerikan seçim
kampanyalarının yürütülüş şekli, Amerikan politik sistemindeki çözülmeyi bel-
li bir biçimde açıkça gösteriyor olsa bile bu çok derin eğilimler, Clinton, Bush,
Obama ve hatta seçim mağlubu McCain arasındaki nüansları ya da farkları göre-

1 ABD hegemonyasının geleceği üzerine kapsamlı bir değerlendirme için bu sayıda Haluk Yurtsever’in “Kriz ve Hege-
monya” yazısına bkz.
2 Sabado, François. “IV. Enternasyonal Uluslararası Komite: Uluslararası Durum Üzerine Rapor”, http://sdyeniyol.
org/index.php/doerduencue-enternasyonel/iv-enternasyonel-doekuemanlar/46-iv-enternasyonal-uluslararas-komite-
uluslararas-durum-uezerine-rapor, 14.08.2009 Latin Amerika’ya dair değerlendirmelerimizde de bu rapordan büyük
ölçüde yararlanılmıştır.

5
Yaşayan Marksizm

celileştiriyor. Çünkü temel çıkarlara ve ABD’nin yönetici sınıflarının siyasetine


gelindiğinde, sorun, kesin olan ekonomik zayıflamanın saldırgan askeri politi-
kayla telafi edilmesi, Irak ve Afganistan’ın işgali, İran’la ve daha düşük derecede
de olsa Rusya ve Çin ile cepheleşme oluyor. Bu yönelim, zaten doğal kaynaklar
ya da petrol gibi stratejik hammaddeler üzerinde kontrolün sürdürülmesi hatta
genişletilmesini amaçlayarak belli ülkeleri ‘yeniden sömürgeleştirme’ siyasetini
içeriyor.3

İşgal Siyasetinin Geleceği


ABD’nin hem Irak’ta hem de Afganistan’da savaşı kazanmadığı ya da kazana-
madığı ortada. Keza, İsrail de Lübnanlılara ve Hizbullah’a karşı savaşı kazan-
madı ya da kazanamıyor. İran’da ‘Irak senaryosu’nu tekrar edemeyecekleri 2009
İran Seçimleri ile iyice görünür hale geldi. Rusya ile ABD arasındaki yeniden
silahlanma gerilimi de dünya dengelerini etkiliyor. Pakistan’da, Afganistan’da,
Afrika’nın belli bölgelerinde ve kontrol altında olmayan bölgelerde ortaya çıkan
bütün çatışma alanları, daha önce görülmemiş savaş riskleri ile uluslararası du-
rumda bilinmeyen unsurlar, belirsizlik faktörleri yaratıyor. ABD, askeri alanda
bir numaralı güç olarak kalsa bile, tek kutuplu dünya düzeninden sonra, çok
kutuplu güçler ilişkisinin unsurlarının ortaya çıkışına tanık oluyoruz.
Krizin yeni kapitalist güçleri daha da görünür kıldığı ve çok kutuplu güçler iliş-
kisini ABD aleyhine daha da hızlandırdığı, doların dünya parası olma niteliğinin
açıkça tartışmaya açılması örneğinde olduğu üzere, gazete haberlerinden bile
gözlenebiliyor. ABD’nin işgal siyasetinin geleceğini de sonuçları ile birlikte bu
krizin belirleyeceği öngörüsü, bir kehanet değil: Kapitalizmin her büyük krizi
gibi bu krizinde bir öncesi var ve bir sonrası olacak... Sonrasına ilişkin varsayım-
lar ortada uçuşuyor ve tartışmalar kapitalizmin hem yandaşları hem de karşıtları
içinde hararetle sürüyor.

Kriz: Yorumlar
ABD konut kredileri piyasalarından ikincil ve üçüncül düzeyde malileştirilmiş
(türev) kredi kağıtlarının (tahviller) ve bunlara dayanarak oluşturulan mali araç-
ların (fonlar) piyasada işlem göremez ve yapamaz hale gelmesi ile “patlayan” kri-
zin tarihsel niteliği üzerine bir dizi yorum mevcut.
Kapitalizmin savunucularına göre, bu kriz, öncekiler gibi mali piyasalardaki
(devletler dahil) aktörlerin yanlış tercihlerinden kaynaklanmaktadır ve sorun,
hangi tercihin hangi nedenle yanlış olduğu tespit edilerek, aktör devletlerin
düzeltici müdahaleleri ile çözülebilir.4 Bir kez yöntemsel olarak, yapısallaştırılabilir
bir meseleden değil de “yanlış tercih”ten söz edildiğinde, çözümler arasında

3 Agy.
4 Krizin gün gün seyri ve kapitalizmin sözcülerinin verdiği tepkiler ve çözüm önerileri için bu sayıda Ali İleri’nin “Büyük
Deprem: Bir Bilanço” adlı yazısına bkz.

6
Eleştirel Bakış

neoliberalizmin bazı uygulamalarını aşmak yer alsa bile, yorumlar bolluğu içinde
gerçek gizlenmiş oluyor. Açık ki, gerçeğin gizlenmesinden ve piyasanın körce
savunulmasından ibaret bu yorumların herhangi birini ciddiye alarak, emekçiler
ve ezilenler lehine bir siyasetin zeminlerini döşemek mümkün değil.
Kapitalizmin eleştiricilerine göre ise, bu kriz yapısal ve tarihsel bir nitelik taşıyor.
Ancak orada da tek bir görüşten söz edilemez; çok kabaca, üç ayrı görüşü ayrış-
tırabiliriz: 1) Salt neoliberalizmin eleştirisi temelinde gelişen düzenleyici ya da
teslimiyetçi görüşler, 2) Nihai çöküşçü görüşler, 3) Emekçileri ve tüm ezilenleri
dünya devrimine çağıran görüşler...
Kendisini Marksist bile sansa iktisat disiplinin kör ettiği -ve büyük olasılıkla bi-
rinci kategorideki görüşlerden birine yatkın- bir dimağ için sınıflandırmanın bu
şekilde yapılması en iyi ihtimalle analitik bir zayıflık olarak görülür.

Krizdir Gelip Geçmez!..


Birinci kategorideki görüşler arasında, piyasa savunucularına yaklaşanlar olduğu
gibi, kahinler de vardır. Bu fikirler, burada ele almayacağımız diğer varyantları ile
de, esasen kapitalizmde krizlerin yapısal olduğunu inkâr etmez, sadece krizlerin
kapitalizmin kendi düzenekleri içinde yönetilebilir ve düzenlenebilir olduğunu,
sol siyasetin de bu düzenleme içinde daha eşitlikçi ve özgürlükçü önlemler teklif
ederek gelişebileceğini ima eder.
Bunlar arasında, piyasa savunucularına yaklaşanlar, bu krizin kapitalizmin ne-
oliberal tercihlerinin bir sonucu olduğunu, dolayısıyla neoliberal tercihler terk
edildiğinde bu krizin aşılabileceğini söylemektedir. Bu görüş, çeşitli varyantlarıy-
la hem Türkiye’de hem de dünya solunda son derece yaygındır ve muradı örgüt-
lü kapitalizm dönemine benzer bir sosyal uzlaşma üzerine reformcu/uzlaşmacı
sol siyaseti, majestelerinin “yeni solunu” inşa etmektir.
Bu ne yazık ki, iki nedenle olanaklar arasında değil. Birincisi, (ekonomik, kültü-
rel, siyasal ve ideolojik) bir tercihler ve uygulamalar toplamı olarak küreselleşme
ve neoliberalizm bir neden değil, 1970’lerden itibaren sünerek devam eden krize
verilmiş bir sermaye tepkisidir. Bu tepkinin dünyayı değiştirdiği elbette doğru-
dur ama kapitalizmin açmazlarını ortadan kaldırdığı, başka deyişle tarihsel ve
yapısal kısıtlarını aştığı söylenemez. Derinleşerek devam eden son kriz, aşamadı-
ğını açıkça göstermiştir.
İkincisi, karşı karşıya olduğumuz krizden bir tür yeni Keynesçilikle çıkmanın
güçlüğüdür, üstelik Keynesçilikten anlaşılan sadece ve sadece ders kitaplarında
okunan olunca: Bu majestelerinin “yeni solu” olmaya heves eden reformcuların
teklifinin mantıki tek sonucu, başta Çin’in5 -ve ezilen dünyanın- başta ABD’yi
-ve Batı’yı- finanse etmeye devam etmesiyle alınabilir ki, bunun yegâne anla-

5 Bkz. Husson, Michael. “Çin-ABD: Krizin Kesin Olmayan Sonuçları”, http://www.internationalviewpoint.org/spip.


php?article1710&var_recherche=husson, 01.09.2009

7
Yaşayan Marksizm

mı Çin ve Hindistan başta olmak üzere “Batı-dışı” dünyanın proletaryasını açık


kölelik koşullarında zincirlemeyi, Afganistan ve Afrika gibi bölgelerdeki nüfusu
ise sistem-dışına atarak açlık ya da başka nedenlerle yok etmeyi teklif etmektir.
Elbette, kürsülerinden ahkam kesen bazıları Keyneşçi teklifin dünya piyasasının
tümüne yapıldığını -G20’de konuşulan açlıkla mücadele programı gibi program-
ları örnek vererek- ileri süreceklerdir; ileri sürdüklerinde yaptıklarının söyledik-
lerimizi doğrulamak olduğunu fark etmeden... E. Ahmet Tonak’ın belirttiği gibi,
kısacası, eski zamanlar ileri zamanlardı; bugün, Marksistler Marx’ın, Keynesçiler
Keynes’in gerisine düşmüştür.6

Mutluluk Veren Neoliberal Dönüşüm


Bu kendini solda sanan adam ve kadınların Türkiye şubeleri ise sadece mide kal-
dırırlar; kriz karşısında söyledikleri tek söz, “piyasanın başlı başına kötülük ya
da iyilik içermediği” gibi sade suya tirit önermelerden ibarettir. Gerçi bu önerme
peşinden Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetlerini desteklemek üzere bazı so-
nuçlar çıkarma maharetine sahiptirler. Konudan bihaber olduklarını ileri sür-
mek lüks olacaktır. Yine de bu mahareti küçük görmeyelim, lükse kaçalım, bu
adam ve kadınların aşağıda aktaracağımız kehanetten haberdar olduklarını var-
sayalım; ne de olsa, Türkçe’ye bu kehanet, bazılarının kuruluşunda emeği geçen
bir yayınevi tarafından servis edildi.
Fransız Ulusal Bilimler Akademisi üyesi Gerard Duménil ve Dominique Lévy
Kapitalizmin Marksist İktisadı7 adlı broşürlerinde bu mutluluk verici kehaneti
muştuluyorlar: Neoliberalizm kapitalizmi dönüştürmüştür. Duménil ve Lévy’ye
göre, 70’lerden itibaren süren krizden neoliberal dönüşümle birlikte çıkılmış-
tır, bunun kanıtı kâr oranlarındaki düşüşün aşılması ve kâr oranlarının yeniden
oluşmasıdır. Fakat çıkıldığında karşı karşıya kaldığımız neoliberal dönüşüm ar-
dındaki yeni düzendir. Neoliberal dönüşümün temel hedefi, kapitalist yönetim
kadrolarının içinde sadece işletmeci olanların egemenliğine son vermektir. Çün-
kü bu yeni düzende egemenler arası mücadeleler, kapitalist yönetici sınıf ile ge-
leneksel (mülk sahibi) kapitalistler ve yöneticiler arasında da başta finans olmak
üzere işletmecilere karşı sürmektedir: “Eğer herhangi bir üretim biçimi kapitalist
üretimin yerini alacaksa bunu ilk elden sosyalizme veya sınıfsız bir topluma geç-
me olarak yorumlamamak gerekir. Her kapitalist olmayan düzen halkçı ve emek-
çi olmak zorunda değildir. Büyük olasılıkla, yönetici kadrolar post-kapitalist
toplumda egemen sınıf rolünü üstleneceklerdir.” Kapitalizmin sonrasının illa
sosyalizm olmayacağı açıktır ama yazarların bütün derdi, yeni reformizme alan
açmak için devrimci Marksistleri kendi analitik araçları ile çürütmektir. Yazar-
lara göre, “kapitalizmin krizleri sonucunda ve mücadelesinin gücüyle proletarya

6 Tonak, Ertuğrul Ahmet. “Kriz, Savaş ve Keynes”, http://www.birgun.net/writer_index.php?category_


code=1186603347&news_code=1249731862&year=2009&month=08&day=08, 08.08.2009
7 Duménil, Gerard ve Dominique Lévy. Kapitalizmin Marksist İktisadı, çev. Selin Pelek, İletişim Yayınları, İstanbul,
2009

8
Eleştirel Bakış

(işçi sınıfı)”nın devrimci kalkışma ile “iktidarı ele geçirme”si şeklinde bir süreç
Marx tarafından düşünülmüştür ama, “Kapitalizm kendi değişimi pahasına da
olsa, günümüze kadar gelen yapısal krizlerin ve savaşların üstesinden gelmeyi
başarmıştır. Bu süreç bugün de derece derece devam etmektedir.”8
E o zaman, kapitalizmi aşacak bir sosyalist devrim için mücadeleye gerek yoktur,
kapitalizm kendi krizinden dönüşmek pahasına, hatta finansı -mali oligarşiyi-
terbiye ederek çıkacaktır, zaten bu neoliberal dönüşüm sürecinin sonucudur!9

Nihai Çöküşçüler
Immanuel Wallerstein başta olmak üzere, Giovanni Arrighi, Mingi Li gibi ba-
ğımlılık okulu mensubu sayabileceğimiz kimi yazarlar, Wallerstein’ın Tarihsel
Kapitalizm’de kapitalizm özelinde özetlediği dünya sistemi kuramının yöntem-
sel önermelerine uygun biçimde mevcut krize değil bir tarihsel sistem olarak ka-
pitalizmin sonuna odaklanıyorlar.
Arrighi, daha özel olarak Uzun Yirminci Yüzyıl’da10 formüle ettiği, bir tarihsel sis-
tem olarak kapitalizm içindeki birikim daireleri tezini Adam Smith Pekin’de11 adlı
çalışmasında içinde bulunduğumuz çağ için güncellemekte ve küresel dönüşümün
iki temel aktörü saydığı ABD ve Çin üzerine odaklanan çalışmasının sonunda,
ABD birikim dairesinin ve hegemonyasının sonuna gelindiğini ancak, ABD ve
Çin arasındaki işbirliğinden Adam Smith’in dünyadaki uygarlıklar arasında eşitli-
ğe dayalı bir dünya-pazar toplumunun doğabileceğini ileri sürmektedir.
Arrighi’nin görece iyimser yaklaşımının aksine, Wallerstein’ın daha kahince bir
tutumla, tarihsel sistem olarak kapitalizmin 2025 yılına kadar göreli bir genişle-
me evresine girebileceğini12 ancak önümüzdeki elli yıldan sağ çıkmasının düşük
olasılık olduğunu yazdığı ve güncelleyerek sık sık tekrar ettiği biliniyor.
Bağımlılık okulunun yöntemsel yaklaşımı aslında son derece basittir; kapitalizm,
içinde ticaret, sanayi, keşifler, buluşlar, fetihler, krizler, savaşlar, devrimler vb.
mevcut uygarlığın akla getirdiği her ilişkiyi taşıyan ama temelde sermayenin
sonsuz birikim eğiliminin yön verdiği tarihsel bir sistemdir. Bu tarihsel sistem
içinde gerçekleşen krizler sadece tarihsel sistemin sağıltımına yararlar; sorun, ta-
rihsel sistemin dönüşümüdür.
İşte Wallerstein, içinde bulunduğumuz krizin bir dizi belirsizlikle karakterize
olsa da, diğer -tarihsel sistem olarak kapitalizmi sağaltan, başka bir evreye sıç-
ratan- krizlerden farklı, kendi yöntemsel araçlarına göre de kriz, yani tarihsel

8 Age, s.121
9 Türkiye’de çoğu Taraf Gazetesi’nde yazan ve kendini solcu hatta Marksist zanneden ve öyle lanse eden -liberal solcu
ya da sol liberal, eski TKP’li vb.- ukala dümbeleklerinin çoğu farkında olarak ya da olmayarak Duménil ve Lévy’nin bu
görüşlerinin daha sağ versiyonlarını savunurlar.
10 Arrighi, Giovanni. Uzun Yirminci Yüzyıl, çev. Recep Boztemur, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000
11 Arrighi, Giovanni. Adam Smith Pekin’de, çev. İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, İstanbul, 2009
12 Wallerstein, Immanuel, Liberalizmden Sonra, (çev.Erol Öz) içinde “Barış, İstikrar ve Meşruiyet”, ss.33-51, Metis Ya-
yınları, İstanbul, 1998

9
Yaşayan Marksizm

sistemin sonunu getirebilecek bir süreçler toplamı olduğunu ileri sürüyor. Daha
açık söylersek, tarihsel kapitalizmin ilk (ve son) krizi budur, eğer öyle ise de, 500
yıllık tarihsel kapitalizmin sonuna gelmiş bulunuyoruz.
Bu yaklaşım, kulağa hoş gelse de, hem tarihsel hem de yöntemsel bir dizi sorun-
la maluldür. Bu sorunları bir yana bıraksak bile, tarihsel kapitalizmin sonunda
Arrighi’nin iyimser perspektifi ile kurulacak bir dünya-pazar toplumunun bize
vadettiği şey oldukça meçhuldür ve insanların kendi geleceklerini seçme eylem-
lerini kinik bir kaygısızlıkla ikame eder.
Halbuki, karşı karşı olduğumuz şey, kapitalist üretim tarzının yapısal ve tarihsel
bir krizidir ve ancak proletarya ve bağlaşığı olan tüm insanlık, kapitalizme karşı
devrim cephesinde birleşirse, ve ancak bu devrimci eylemle sosyalist bir toplum
kurulursa karşı karşıya kaldığımız barbarlık aşılabilir.

Kriz ve Devrimci Seçenek


Mali piyasalardaki çöküşle başlayan ve devam eden kapitalizmin krizinin tarihsel
ve yapısal bir analizini tüm veçheleriyle burada gerçekleştirmemiz elbette müm-
kün değil13. Ancak hızlıca ve kabaca, karşı karşıya olduğumuz krizin, kapitalist
gelişmenin son uzun dalgasının yetmişli yıllarda başlayan ve sünerek devam
eden çöküş evresinin sonuna işaret ettiği söylenebilir.
Elbette kapitalizmin krizine bu çerçevede yaklaşan devrimci Marksistler arasında
da, krizin ampirik analizine dair bazı farklılıklar söz konusudur. Buna rağmen,
bu krizin mali kriz olarak açığa çıksa da salt bir mali kriz olmadığı, kapitalizmde
görülen kısa çevrimlerden kaynaklanan bir kriz olmadığı ve -tekrar olacak ama
belirtelim- kâr oranlarındaki düşüş eğilimiyle aşırı birikimden doğarak mevcut
uzun dalganın sünen çöküş evresinin sonunu işaretleyen bir kriz olduğu konu-
sunda görüşler hemen hemen ortaklaşmıştır.
Bu ortaklaşmaya varanlar açısından; kredi krizi, aşırı üretim/birikimden doğan
genel krize onu ağırlaştıracak biçimde denk gelmiştir. Kredi sisteminin parali-
ze olması/işlememesi, ekonomik etkinlikleri büyük oranda küçültmüştür. Ara-
sındaki esaslı farklılıkları, krizin kendine has ve bütünsel karakterini göz ardı
etmemek şartıyla 1929 kriziyle karşılaştırılabilirse de, bu kriz, niteliği itibariyle
son derece kapsamlıdır: Kapitalizmin aynı tarihsel ve yapısal koşullarından bes-
lenmekle birlikte, farklı kriz dinamikleri iç içe geçmiş görünmektedir; ekono-
mik kriz, banka ve mali piyasaların krizi, gıda krizi, enerji krizi, çevresel kriz/
iklim krizi. Ekmek, gül ve hürriyet günleri için yapılan çağrıda belirtildiği üzere,
“sermayeye dayalı üretimin hem tarihsel hem de ekolojik-fiziksel sınırlarının

13 Bunun için başta bu sayımızda yayınlanan yazılar yanında, E. Ahmet Tonak’ın Birgün’de yayınlanan, anılan yazısı
dışındaki ‘Eko Diyalog ve Günümüz Buhranı’- 13 Haziran 2009, ‘Büyük Resesyon? Yarım Depresyon’- 11 Nisan 2009,
‘Krizle Nereye Gidiyoruz?’- 24 Ocak 2009 tarihli yazılarına; İktisat Dergisi’nin 501 nolu “Krizi konuşuyoruz” sayısına ve
özellikle, François Sabado’nun “Taking the measure of the crisis” ve “The crisis overdetermines all of world politics”
[http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1561&var_recherche=crisis ve http://www.internationalviewpo-
int.org/spip.php?article1625&var_recherche=crisis, 01.09.2009] başlıklı makalelerine bakılabilir.

10
Eleştirel Bakış

bulunduğu, günümüzde bu sınırlara hızla yaklaşıldığı, bu durumun insanlığı


aynı zamanda bir uygarlık krizi ile yüz yüze getirdiği”14 bu krizle daha da görü-
nür hale gelmiştir.
Şüphesiz bütün bunlar kapitalizmin sonuna geldiğimizi göstermeye yetmez,
çünkü henüz, ortada bir alternatif şekillenmiş, “sosyalizmi, kapitalist düzenin
karşıt devrimci kutbu olarak yeniden var etme”15 eşiğini işçi hareketi ve sosyalist
hareket aşabilmiş değil. Bu eşik aşılmadıkça, kapitalizmin -dönüşerek de olsa-
yaşayabileceği, krizlerini sağıltabileceği; anti-kapitalist çözümler zorlanmadıkça,
kapitalist sistemin “çıkış yok ki” yalanı eşliğinde yeni manevraları için bin bir
dolap çevirebileceği tarihsel bir sır değildir.
İşte bu nedenle devrimci Marksistler için kriz, ne kapitalizmde gelir geçer bir
olgu, ne salt nihai çöküşün göstergesi ne de kıyametçi fanteziler için basamaktır.
Hiçbiri değil fakat kriz, kapitalizmin sosyalist bir alternatifi olduğunu duyurmak
ve emekçileri ve tüm ezilenleri bu alternatifi seçmeye, dünya devrimine çağırmak
için bir fırsattır.
Karşı karşıya olduğumuz krizin küresel kapitalizm adını verdiğimiz bir öncesi
vardır ve sonrası, sınıf mücadelelerinin seyri ile kurulacaktır. Bunun E. Ahmet
Tonak’ın belirttiği gibi, bugünden görünür hale gelen ucube bir kapitalizm16 mi
olacağı, yoksa onu aşarak sosyalizme mi sıçranacağı, emekçilerin ve tüm dünya
ezilenlerinin mücadelelerine bağlıdır. Bu bağ, programatik yenilenme ve talep-
leri güncelleme görevini önümüze koyar. Neoliberal model tümüyle çökmüştür,
dolayısıyla salt neoliberalizmi aşmaya yönelen reformcu taleplerin bazıları bu-
gün için gericileşme potansiyeli taşırlar. Günümüz reformizmini besleyecek olan
kaynak da budur; mücadeleleri zaten aşılmış bulunan neoliberal tercihlere karşı
çıkmakla sınırlamak.
Kapitalizme karşı devrimci seçenek ise emekçilerin ve tüm dünya ezilenlerinin
sınırlanmayan aynı mücadeleleri içinde yeşerecektir.

Yeşil Devrimci Keynes: Çözüm mü?


Kapitalist merkezlerde, devlet aktörleri piyasaya büyük oranlarda müdahale-
ler eder hale getirerek mevcut krizin aşılmaya çalışıldığı bir sır değil. Fakat bu
başlı başına yeni Keynezyen bir döngüyü olanaklı kılmaya yeterli değil. Dünya
çapında yeni Keynezyen bir döngünün inşa edilebilmesi için özellikle Çin ve
Hindistan’ın üstlenmesi gereken ek maliyetler yanında, başka sınırlar da var-
dır: Yerleşik haliyle neoliberal uygulamaların yarattığı iktisadi davranış alış-
kanlıkları, finans aktörlerin dirençleri ve en önemlisi kapitalizmin rekabete ve
bireyciliğe dayanan anarşik ve kaotik yapısı: Yeşil bir devrimin eşlik edeceği

14 “Ekmek, gül ve hürriyet günleri için çağrımız”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.19
15 Yurtsever, Haluk. “Yeniden kuruluş bilinci”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, s.22
16 Tonak, Ertuğrul Ahmet, “Ucube Kapitalizm” http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186603347
&news_code=1243679771&year=2009&month=05&day=30, 30.05.2009

11
Yaşayan Marksizm

yeni Keynezyen döngü belki egemenlerin bu yöndeki tercihlerini güçlendir-


meleri oranında krize karşı bir alternatif -yeni kapitalist gelişme çevrimine
temel- olabilirdi ama bunun için; yönetici sınıfların, mevcut sosyal ve politik
güç ilişkileri içinde, tercih ve siyasetlerinde köklü değişiklikler olmalıdır. Ama
kapitalizm, bu anlamda rasyonel bir sistem değildir -Türkiye’nin kadim baş-
bakanı Demirel’in deyişiyle plancı değil, pilavcıdır!-; tekil kapitalistler ve her
birinin farklı çıkarları arasında, kendi farklı çıkarları olduğunu varsayan ulus-
lar arasında ve elbette onları temsil eden devletler arasında farklı tercihler ve
rekabet vardır.
Yine de kapitalizmin önündeki yörüngeyi, yeşil bir devrim -yeşil teknolojiler,
yeşil enerji kaynakları, yeşil yeni yaşam kültürü vb.- ve ona eşlik eden Keynez-
yen bir döngüye oynama iradesini, G7 ya da G20 ülkeleriyle yapılan toplantılar,
Dünya Bankası ve -farklı kaygılarla şekillendirilmiş görünse de- BM raporları
ortaya koymaktadır.
Ancak yeşil bir devrimin de önünde “kapitalist” engeller vardır: İlk engel zaman-
lama ile ilgilidir. Kriz, şu anda şimdi gerçekleşmektedir ama ya yeşil devrim?
Mesela, enerjide hemen şimdi yeşil bir enerjiye nasıl geçilecektir? İkinci engel,
kârlılıkla ilgilidir. Birçok sektörde vergi kolaylıklarıyla dahi, yeni eko-teknojilerle
kârlılığı sağlamak mümkün görünmemektedir. Üçüncü engel, yeşil bir büyüme-
nin finansmanı ile ücretlerin artışı arasındaki çelişkidir. Dördüncü engel, yine
kapitalizmin “pilavcı” yapısıdır: Dünya ekonomisinin ekolojik reorganizasyonu
için uluslararası ekonomik tercihleri, normları ve yönelimleri değiştirecek kısa,
orta ve uzun dönemli planlama ve koordinasyon gereklidir. Kapitalizm ise, en
kısa vadede en yüksek kâr güdüsü, sermayenin sınırsız birikimi yasası ile işler.
Son olarak, bu tercihler, ancak dayanıklı bir yeni Keynezyen döngüyü geniş bir
ekolojik büyümeyle bütünleştirebilecek sosyo-politik seçimlere yakından bağlı-
dır ki, bu da ancak ekososyalist dönüşümle mümkündür. Ya da şöyle soralım;
çözümü ekososyalist bir devrime kalan kapitalizm, bu devrime razı olursa, bizim
de ona rıza göstermememiz için ne gerekçemiz kalır ki?
Özcesi, kriz sürecinde kapitalizm kendinden bir ucube yaratma yolunda hızla
ilerlemektedir; sorun bu ucubeye razı olmayanların neyi tercih edecekleridir: Re-
form mu devrim mi?
Bu soruya az ileride yeniden döneceğiz.

Irak İşgali ve Türkiye


Biz kriz üzerine tartışadururken ABD emperyalizminin yarattığı barbarlık man-
zaralarında şimdilik bir eksilme ya da değişiklik görülmedi. Hemen yakınımız-
da, yaşayanlarıyla aynı nehirlerde yüzdüğümüz Irak’ta, emperyalist kapitaliz-
min askeri patronu ABD, kendi yarattığı bataklıkta debelenmeye devam ediyor:
ABD’nin askeri üstünlüğü otomatik olarak askeri zaferi anlamına gelmiyor, daha
önce de gelmemişti. Amerikan medyasının diline pelesenk olan ‘yeni Vietnam’

12
Eleştirel Bakış

deyimi, Amerikan ordusunun bölgedeki durumunu anlatmak için kullanılıyor.


Bush yönetimi hem siyasi hem de askeri olarak gerçekten bataklığa saplandı;
şimdi Obama yönetimi, ABD’nin bu bataklıktan hegemonyasını yitirmeden çık-
ması için atması gereken adımları incelikle örmeye çalışıyor.
Bu adımlar içinde Türkiye’ye biçilen ve Türkiye tarafından da üstlenilen bazı
roller olduğu anlaşılıyor. İslamlaşmayı milli kimliğin kurucu bir unsuru olarak
alan Türkiye’de Osmanlı Saltanatını devirirken oluşan hakim ittifak, askeri ve-
sayet ilişkileri içinde asgari bir ulusal demokratik programı yürütebilmiş; bunun
sonucunda, kırılgan da olsa burjuva hegemonyaya dayanan, emperyalist üretim
ilişkileri aşamasında da hakim ittifak içinde burjuvazi dışı sınıf güçlerini tümüy-
le dışlayan ya da ikincil pozisyona sokan kırılgan hegemonyaya dayalı (görece
kararlı) bir rejim kurulabilmişti. Son Kürt İsyanı ile rejimin değişmek ya da kırıl-
mak seçenekleri arasında gezinmeye mecbur edildiği, ABD’nin bölgesel çıkarları
ve tercihlerinin özgül rolü dışlanmadan kabul edilmelidir.
Fakat tercih sadece ABD’ye ait değildir: Bush yönetimi zamanında, Başbakanı-
nın ağzından “Büyük Ortadoğu’nun Eşbaşkanı” olduğunu açıkladığında Türki-
ye, “... bir yandan ABD’yi tamamlarken bir yandan da onun bıraktığı boşluklara
sızarak bölgesel bir güç haline gelme, kendi özerklik alanını genişletme, çıkarla-
rının küresel kapitalist sistem içinde daha fazla meşru görülmesini sağlama ve
Kürt sorununu büyüyerek çözme hevesi”17ni dışa vurmuş oluyordu. Bu hevesin
tümüyle temelsiz olduğunu ileri sürmek güçtür.
Bu heves, sadece Misak-ı Milli’nin vazgeçilmek zorunda kalınan sınırlarını ye-
niden düşündürttüğü için değil; aynı zamanda ve daha çok, Eşbaşkan Recep
Tayyip Erdoğan’ın partisine ve hükûmetine “...ekonomik politikaları dolayısıyla
yitirmekte olduğu nüfuzu ve hegemonyayı onarma imkânı verdiği... devletin gü-
venlik aygıtları üzerinde kalıcı bir denetime kavuşmasına ve adım adım, İslami
değerlerle de sıvanmış bir ‘tek parti devleti’ni yukarıdan aşağıya adım adım kur-
masına yardımcı olduğu...”18 için de son derece gerçektir.
Türkiye’nin ABD ile ittifak halinde Kürt Sorununu bölgesel bir güvenlik siyaseti
ekseninde çözme iradesi, başta Kürt Hareketi olmak üzere tüm bölge devrimci
hareketlerine öncelikli “açılım” olarak dayatılıyor. Bölgesel niteliği baskın olan
Kürt Sorununun Kürt Halkının talepleri doğrultusunda şu ya da bu şekilde çözü-
münü sağlayacak her türlü mücadelelerin içinde olmak görevi ile güçlerimiz ne
kadar yetersiz olsa da bu emperyalist “güvenlik” dayatmasını yanıtsız bırakma-
mak görevi birbirini diyalektik bir şekilde bütünlüyor: Çözümü yakınlaştırmak,
dayatmaya Kürt Halkının talepleri ile karşı durarak “...barış’ı halk iktidarının bir
uğrağı olarak aşağıdan kurma...”19 mücadelesine bağlanıyor.

17 Kalyon, Kenan. “Bu kez farklı ama...”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.7
18 Kürkçü, Ertuğrul. “Barış sokakta kurulacak!”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.2
19 Agy.

13
Yaşayan Marksizm

İşgal, Direniş ve Program


Irak’ta ve Afganistan’da işgal de İslami Fundamentalizmin başını çektiği direniş
de sürüyor. Irak’ta ABD’nin müttefiki İngiltere ile birlikte işgale derhal son ver-
mesi gerektiğinde bölge halkları neredeyse hem fikir. Direniş kapasitesini ölen
ABD askerleriyle ölçen kerterizsiz işgal karşıtlığı ile işgalin son bulmasını isteyen
anti-emperyalizm arasındaki tartışma ise, “ABD derhal çekilsin!” sloganında or-
taklaşmak dışında, haklı nedenlerle şiddetlenerek sürüyor.
Elbette devrimciler, emperyalist işgale karşı Irak ve Afganistan halkının koşul-
suz olarak yanındadır ve işgalin derhal son bulması, emperyalistlerin bölgeden
derhal kovulması en acil sorundur. Fakat bu, İslami Fundamentalizmleri destek-
lemeyi gerektirmediği gibi, sonuçları ile birlikte krizin şekillendirdiği bu kritik
tarihsel momentte ayrıca ve özellikle tarihsel bir hata olur.
İslami Fundamentalizmin sınıf karakterine vurgu yapmadan bu tartışmada dev-
rimci Marksist bir pozisyon edinmek oldukça güç. İslami Fundamentalizm, sol
içinde yaygın olarak iki şekilde anlaşılmaya çalışılıyor: İlk yaklaşım, pre-kapitalist
sınıfların kendilerini çözerek başkalaştıran modern sınıf ilişkilerine karşı dire-
nişinin doğurduğu siyasal-kültürel bir hareket olarak İslami Fundamentalizmi
çözümlüyor. İkinci yaklaşım ise, İslami Fundamentalizmi modern sınıf mücade-
lelerinin özgül bir sonucu olarak doğan modern bir siyasi hareket olarak analiz
ediyor. Bu ikinci yaklaşım, doğru olsa da, gerek iktisadi-siyasi-kültürel programı
gerekse de sosyal-sınıfsal tabanı bakımından hareketi çözümlemede son derece
anlaşılmaz bir dille konuşmakta; açık açık bu hareketin kitle temeli -kapitaliz-
min Orta Doğu’daki gelişim sürecinin özgüllükleri içinde şekillenmiş- küçük-
burjuvaziye dayanan ve bir kısım “ara sınıfı” ve “lumpen proletaryayı” müttefik
haline dönüştürme becerisini gösterebilen, Poulantzas’ın çözümlediği şekliyle
faşizan karakterli hareketlere benzediğini söylemekten kaçınmaktadır.
Gerek Nasır örneğinde, gerekse de diğer BAAS’çı Arap ulusalcılığında İslam,
milli kimliğin asli kurucu unsuru olarak yer aldı. Orta Doğu ülkelerinin çoğun-
da, bu ulusal hareketler kısa sürede, emperyalizmle işbirliği içinde ideolojik ola-
rak İslam’a dayanarak, başa geçtikleri devletleri yarı askeri gerici diktatörlük-
ler haline dönüştürdüler. Birbirine oldukça benzeyen, metropol sermaye- yerel
burjuvazi ve asker-sivil bir zümre egemen ittifakına ve siyasal İslam temelinde
mobilize edilmiş küçük-burjuvazinin kitle desteğine dayanan bu rejimlerden
-Libya, Mısır gibi- çoğu halen ayaktadır. Kuruluşu itibariyle devrimci bir sürece
dayansa ve ABD’ye karşı açık bir tutum geliştirse de İran’da da bu tür tipik bir
gerici diktatörlük yerleşmiş ve varlığını sürdürmektedir. Bölgedeki diğer Arap
rejimleri ise bağımlı sınıfları daha çok petrol gelirleri ile tarafsızlaştırarak ya da
baskı altına alarak varlığını sürdüren ABD destekli krallıklar ya da şeyhlikler vb.
siyasal biçimlerde örgütlenmiş gerici diktatörlüklerdir.
Gerek Irak’taki gerek Afganistan’taki İslami Fundamentalizmler de, küçük-
burjuvaziye, kısmen işgalle konumları sarsılmış “orta sınıflar”a ve temel olarak

14
Eleştirel Bakış

da dinsel aşiretler şeklinde örgütlenmiş toprağa bağlı sömürücü sınıflara dayan-


maktadır. İşgale karşı olmaları nedeniyle işçi sınıfının ve ezilenlerin bir bölümü-
nü kendilerine karşı tarafsızlaştırmış olsalar bile, mevcut sınıf bileşimi ve prog-
ramıyla bu hareketler, tümüyle gerici hareketlerdir ve “anti-emperyalist ulusal
demokratik bir programa” dayanmazlar. İşgal karşıtlığının bu çevrelerdeki anla-
mı, mevcutlarına benzeyen yeni bir gerici diktatörlük kurmaktan ibarettir. Özel-
likle Orta Doğu’da ve Afganistan-Pakistan havzasında devrimci proletaryanın
emperyalizmden sonra en azılı düşmanı İslami Fundamentalizmlerdir.
Bölgesel bir karakter taşıyan Kürt Sorunu’nun siyasi-demokratik çözümü, ister
iktidarda olsunlar isterse de muhalefette palazlansınlar, İslami Fundamenta-
lizmlerin meşruluk alanlarının geriletilmesinde de özgül bir bölgesel rol edinme
kapasitesine sahiptir. Bu durum, gerici İran rejiminin Kürt Sorunu söz konusu
olduğunda Türkiye ile ittifaklar kurmaktan çekinmemesinde sadece basit bir ka-
nıta kavuşmuş oluyor.

İran Seçimleri ve Devrimci Kitle Seferberliği


12 Haziran 2009’da gerçekleşen seçimlerin hemen akabinde İran, devrimci-
demokratik bir kitle mücadelesine tanıklık etti ve etmeye devam ediyor. Bu mü-
cadele karşısında Batı merkezci, oryantalist sol bir kez daha sınıfta kaldı. Kimi-
leri, Ahmedinejad’ın anti-emperyalist olduğunu keşfettiler ve gelişen devrimci
hareketi, “küçük burjuva maceracıların ve züppelerin lastik yakma hareketi” diye
yaftaladılar. O sırada İran’da mücadele eden komünistler, tüm dünyaya “Yaşasın
Devrim!”20 diye haykırmakta olsalar da, bu erkek ve kadınlar ne İran’lı komü-
nistleri duydular, ne de tutumlarını gözden geçirme ihtiyacı... Aynı “sosyalist”
erkek ve kadınlar, işgal karşıtı hareket içinde de İslami Fundamentalistlerin işçi
ve emekçilere yönelen kör terör eylemlerini suskunlukla geçiştirmekte mahirlik
göstermişlerdi. İlginç bir tesadüftür ki, bu erkek ve kadınların Türkiye şubeleri
de bugünlerde “darbeye karşıyım” bahanesi ile AKP’ye avanelik etmekle meşgul.
Batı merkezci sol, gerek Orta Doğu’da gerekse Türkiye’de gelişen sınıf müca-
delesi süreçlerini anlamaktan uzaktır. İran Komünist İşçi Partisi’nin analizleri
gerçekçi görünmese bile, Saeed Rahnema’nın belirttiği üzere, “İran’da olan, bir
seçim hilesinin başlattığı ancak otuz yılı aşkın süredir gerici ve acımasız bir rejim
altında inleyen halkın gerçek talepleri eksenine oturan, kendiliğinden, yaratıcı
ve bağımsız isyanıdır... (Halk,) İslami rejim ya da kendi potansiyelleri hakkında
illüzyonlara kapılmış değil. Stratejileri, şiddete dayanmadan ve tedricen, İslami
rejimi ve mevcut hegemonyasını, laik ve demokratik bir rejime dönüştürmek.”21

20 http://worker-communistpartyofiran.blogspot.com/2009/06/long-live-revolution-against-islamic_15.html, 15.06.2009,
İran Komünist İşçi Partisi, süreci kısaca değerlendirip görevleri saydıktan sonra, “...Devrimci halkımızı parti bayrağı
altında toplanmaya çağırıyoruz. Partimiz ve halkımız, şimdi, birlikte, bu nefret verici rejime karşı gelişen devrime
yetişerek, İslam Cumhuriyetinin çıkmazını eşitlik ve özgürlük için bir devrime dönüştüreceğiz. Kahrolsun İslam Cum-
huriyeti! Yaşasın Sosyalist Cumhuriyet!” diyordu.
21 Rahnema, Saeed. “Soldaki İran Söyleminin Trajedisi”, http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1694&var_
recherche=iran, 01.09.2009

15
Yaşayan Marksizm

Açık ki, bu süreç, oldukça hassas, uzun süreli ve anlamlı bir mücadeleye işaret
ediyor. Bu mücadelede, İran Halkı’nın demokratik ve sivil yurttaşlık hakları için
mücadelesinde, tüm dünya halklarının dayanışmasına ve özel olarak dünya so-
lunun desteğine duyduğu ihtiyaç da ortada. Bu ihtiyaç ortadayken, bir Yahudi
düşmanı faşist karikatürden, gerici bir diktatörden anti-emperyalist halkçı lider
yaratmak, Batı merkezci sola nasip olabilecek bir miyopluk ve maharet; tıpkı tüm
bölgede alt-emperyalist heveslerle at koşturan Türkiye Cumhuriyeti’nin Başba-
kanı Erdoğan’da demokrat ve özgürlükçü değerler görmek gibi!..
İşte bu nedenle devrimci Marksistler, oryantalist solun İran analizlerine itibar
etmedi ve seçimlerden sonra İran’da başlayan ve hala süren devrimci kitle sefer-
berliğini desteklemekte kararsızlık göstermedi.

Honduras Darbesi ve Latin Amerika


ABD’nin Irak’ta batağa saplanmasının, Latin Amerika başta olmak üzere uluslara-
rası sonuçları oldu. Obama yönetimi İran’da gelişen hareket karşısında destekle-
yici değil ılımlı bir tutum almıştı; Honduras’ta gerçekleşen darbeye karşı bir yaptı-
rımda bulunmadıysa da en azından sözlü açıklamasında hoş görmedi. Kolombiya
Devrimci Silahlı Güçleri (FARC-EP), bu tutumu, “Beyaz Saray, kıtamızdaki ile-
rici güçlerin gelişimini engellemek ve kendi hegemonyasını garanti altına almak
için sağcı darbecilere başvurmakta hiçbir zaman tereddüt etmez. Washington
hükûmetinin darbeyi sönük bir şekilde kınaması, sadece kibirli bir söz sanatından
başka bir şey değildir ve onun şüpheli durumunu ortadan kaldırmaz. Onun ger-
çek kaygısı jeopolitiktir ve gözlerini bölgemizdeki talanını ve sömürgeci alanlarını
sorgulayan ALBA`ya (Latin Amerika için Bolivarcı İttifak) dikmiştir. Devlet yöne-
timinin bugünkü önceliği, Amerika’mızda iki yüzyıl sonra tekrardan bağımsızlık
çığlığı atan yurtsever eğilim ve hissiyatlara karşı koymak üzere aşırı-sağcı piyonla-
rını yeniden organize etmektir.”22 şeklinde değerlendirdi. Bu değerlendirme, Latin
Amerika’daki bütün devrimci ve ilerici güçlerin ortak algısını yansıtıyor.
ABD, Latin Amerika’yı arka bahçesi olarak görüyor ve Kolombiya’nın Vene-
zuela ve Ekvator’a saldırıları ile bu, hafızalarda tazelenmişti. Tüm kıtada halkçı
hükûmetler kısmi başarı sağlasalar ve kıta genel olarak dünya halklarına umut
verse de, mevcut ekonomik krizin Latin Amerika kıtasındaki muhtemel sonuç-
larını, kıtanın pozisyonunun kötüleşmesini özellikle tarım ürünleri ihracatı ve
belirli hammaddeler ilişkileri içinde yeniden düşünmek zorundayız. Kıtanın po-
zisyonundaki böyle bir bozulma, ABD’nin baskısını arttıracaktır.
Sabado’nun belirttiği üzere; “Hatta var olan ekonomik durumda, kıtadaki Ame-
rikan yanlısı sağın özellikle onun ileri kolu Urribe’nin Kolombiya rejimi ile bir-
likte etkin olma kapasitesine de işaret etmek gereklidir. ABD ‘Kolombiya Planı’
ile epey yol aldı; Chavez’in 2 Aralık referandumunda mağlup edilmesi ABD em-

22 http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=2872, 01.09.2009

16
Eleştirel Bakış

peryalizmine yeniden etkinlik olanağı sağladı, Venezuela Petrol Şirketi’nin mal


varlığı donduruldu, tüm bunlar yanında ABD’nin Paraguay’da askeri üsleri de
mevcut. ABD, Bolivya’da ‘golpist’ (darbeci) sağa, Peru ve Meksika’da ‘liberal-
otoriter’ sağa destek veriyor. ABD’nin, Kolombiya’nın ve en gerici sağ güçlerin
lehine olan bu manevralara ve değişimlere rağmen, Amerikan emperyalizmi-
nin kıtaya müdahale etme kapasitesinin zayıfladığının altını çizmeliyiz. Askeri
düzeyde kıtaya müdahale hazırlığında olmak, Irak ve Afganistan müdahaleleri
sonrasında görece zordur; ABD Güney Amerika’ya baskı uygulamaya devam
ediyorsa da, kıtada Amerikan emperyalizmi ile bir dizi Latin Amerika ülkesi ile
yeni güçler ilişkisinin var olduğu reddedilemez.”23
Bu güçler ilişkisi içinde ilk kutbu oluşturan Brezilya, Arjantin, Uruguay ve
Paraguay’da sol eğilimli ve kitleleri mobilize edebilen hükûmetler bir yandan
ABD ile yeni uzlaşma zeminleri yaratırken, içeride de, kendi hesaplarına ve
kendi usulleriyle neoliberal politikaları, ‘sosyal yardım’ unsurlarıyla birleştire-
rek sürdürüyorlar. Küba tarafından desteklenen ve her biri kendi özgünlüğü ile
borçların boğucu hakimiyetini azaltmaya, kendi doğal kaynaklarının sahipliği ve
kontrolünü tekrar ellerine almaya, gıda, sağlık ve eğitim için sosyal programlar
oluşturmaya ve Amerikan ve Avrupa (özellikle İspanyol) baskısına karşı ulusal
egemenliklerini yeniden sağlamaya çalışan ikinci grup içinde Venezuela liderliği
altında birleşmiş görünen Bolivya ve Ekvator var.
Venezuela, kıtadaki gelişmeler bakımından anahtar bir rol oynamayı sürdü-
rüyor. Bolivarcı devrimci süreçte açığa çıkacak bir geri çekilmenin, Bolivya
ve Ekvator’da da ani geri dönüşümlere yol açacağı söylenebilir. Bu nedenle
Venezuela’da Bolivarcı devrimin ileri götürülmesi, hem kıta hem de -özellik-
le mevcut kriz koşullarında sosyalist bir alternatifi görünür kılabildiği oranda-
dünya için oldukça önem taşıyor.
Bunun için devrimin anti-kapitalist nitelikte sıçramalara ihtiyaç duydu-
ğu sır değil. Sadece temelsiz anti-emperyalizm vehmiyle Chavez’in sıklıkla
Ahmedinejad’ın koluna girdiği resimlerde değil, bizzat Venezuela’da gelişen iç-
sel sınıf mücadelelerinde de bu ihtiyaç alenileşiyor. Venezuela’da emekçiler ve
ezilenler sadece kendi kaderlerine değil, kıtanın ve dünyanın kaderine de karar
verme eşiğine her geçen gün, üstelik ABD’nin Obama’yla örttüğü çizmelerini
daha çok hissederek yaklaşıyor.
Onlar bu tercihe yaklaştıkça, tarihin o meşhur sorusu da, işçi hareketinin ve sos-
yalistlerin önüne bir daha düşüyor: Reform mu, devrim mi?

Hak Mücadeleleri
Mandel’in vurguladığı gibi, Ekim Devrimi’nden bu yana, işçi hareketi, aynı za-
manda iki ayrı politik strateji arasında tercih anlamına gelmek üzere iki politik

23 Bkz. (1) nolu dipnot.

17
Yaşayan Marksizm

pratik arasındaki tercihiyle cepheleşti: “Bu tercih, ekonomik ve politik mevcut


nesnelliğe dair mücadelenin ‘tartışmalarıyla’ ilgili değildi. Seçimlerde takınılacak
tutuma ve seçilen meclislere katılmaya dair bir seçenekle, sadece çıkarların pro-
pagandası ile değil bununla birlikte işçilere, toplumun dışlanmış ve baskı altına
alınmış diğer katmanlarına lütufmuş gibi sunulan kimi hak çerçeveleriyle de iliş-
kili değildi, bu tercih.”24
Marx, sistematik olarak, haftalık çalışma saatinin yasal olarak düşürülmesi için
mücadele etti. Kararlı bir şekilde, çocuk emeğine ve kadın emeğinin dışsallaştı-
rılmasına karşı çıktı. Engels, bütün yurttaşlar için, sekiz saatlik iş günü, yalın eşit-
lik ve evrensel oy hakkı mücadelesinin bütün ülkelere yayılmasını önerdi. Keza
Lenin de, Çarlık Rusya’sının özgül koşullarına rağmen, son derece benzer bir
çizgiyi izledi. Bu mücadeleler gerekliydi, baskıcı bir devlet karşısında, proletarya,
yeterli fiziksel ve moral gelişmişliğe ve sınıfsız topluma doğru devrimci bir ham-
le yapma kapasitesine sahip değildi. Bu mücadeleler, proletaryanın fiziksel ve
moral gelişmişliğine hizmet edecek ve devrimci hamle kapasitesini arttıracaktı.
Tarih bu bulguyu doğrulamıştır. Kendi başına ekmek kavgasının, sistematik bir
anti-kapitalist mücadeleye, daha iyi bir dünya mücadelesine önderlik ettiği bir
yer yok. Marx ve Marksistler tarafından izlenen yol, bir taraftan da, milyonlara,
daha iyi bir dünya için anti-kapitalist mücadele gerekliliği bilincinin geliştirilme-
si için önderlik etmektir.25

Reformizm ve Kapitalizmin Geleceği


Mandel’in belirttiği gibi, reformistlerle devrimci Marksistler arasındaki tartışma,
sonuç olarak, bu tercihlere değil, kapitalizmin geleceği ile ilgili farklı fikirlerine
dayanır. Reformizm, gerçekte tedrici gelişmeden yanadır, aşamacıdır. Reformiz-
min gerçek teorisyeni Eduard Bernstein’in meşhur formülüyle; “hareket her şey-
dir, sonuç hiçbir şey.” Bernstein, burjuva toplumunun içsel çelişkilerinin düzenli
olarak azalacağını ileri sürdü. Savaşlar, devletin baskıcı pratikleri, sosyal patla-
maya yol açacak, çelişkiler daha da azalacaktı. Kautsky, Terörizm ve Komünizm
adlı kitabında, buna, burjuvazinin daha çok yardımsever (kâr amacı gütmeyen),
tatlı ve barışsever olacağını ekledi. Rosa Luxemburg ise, Bernstein’in teşhisine
taban tabana zıt bir duruş içerisindeydi, 1871-1900 dönemine nazaran, savaşlar
ve sosyal patlamalar daha da artacaktı.26 20. yy tarihi, Bernstein’ınkinin aksine
-bizzat ölümüne neden olarak- Rosa Luxemburg’un teşhisini doğruladı.
Bu tarihsel deneyimler ışığında: “Devrimci Marksizm tedrici geçiş illüzyonlarını
reddeder. Deneyimler göstermektedir ki, hiçbir yerde, hiçbir ülkede, burjuvazi
ekonomik ve siyasi iktidarını tedrici yoldan kaybetmemiştir. Reformlar bu ikti-
darı zayıflatabilir ama onu yok edemez. İşçi sınıfı, kendi merkezileşmiş iktidarını

24 Mandel, Ernest. “The material foundations of opportunism: The nature of social-democratic reformism” http://www.
internationalviewpoint.org/spip.php?article857, 01.09.2009
25 Daha kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Mandel, agm.
26 Mandel, agm.

18
Eleştirel Bakış

inşada başarılı olamazsa, burjuva devleti varlığını sürdürür ya da kendini yeni-


den inşa eder. Bu, yirminci yüzyıl devrimlerinden çıkan ilkesel bir derstir. Ekim
Devrimi defterlerinin olumlu bilançosu; Alman ve İspanyol Devrimlerinin, pro-
letaryanın iki büyük bozgununun, olumsuz bilançosudur.”27
Venezula’daki devrimci süreç de bu bilançoya, müspet ya da menfi bir şekilde
eklenecek görünmektedir. Fakat sorun sadece Venezuela’ya ait değildir. Bazı ör-
nekleri yukarıda teşhir edilen çeşitli reformizmler, kapitalizm en büyük krizle-
rinden birini yaşarken, Dünya’da ve Türkiye’de sınır tanımaz bir pervasızlıkla
servis edilmektedir. Çünkü, kapitalizmin bir geleceği olacaksa, bu, bu tür bir re-
formizmin işçi hareketi içinde geliştirilmesine de yakından bağlıdır.
Kapitalizmin bir geleceği olmasın diye mücadele edenler açısından, bu sorunda,
geçmişe yeterince soğukkanlı bir şekilde bakmak, onun geleceği aydınlatmasına,
mevcut ve açığa çıkacak her hareketin o ışık altında devrimcileşmesine izin ver-
mek, oldukça önem taşıyor.
Çünkü o ışığın aydınlattığı tercih, reform değil devrimdir!
Ekmek, gül ve hürriyet günleri için çağrı metninde yazıldığı üzere;
“Gün o gündür!”28

Mustafa Bayram MISIR

27 Agy.
28 “Ekmek, gül ve hürriyet günleri için çağrımız”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.21

19
Komünist Manifesto:
Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi (*)
Ertuğrul Kürkçü

K arl Marx, 1848 Devrimleri’nin başarılı bir proleter devrimine dönüşmesi-


ne ilişkin sonuncu umudunun da Fransa’da III. Napoléon’un darbesi ile
yıkılmasının ardından giriştiği bir genel muhasebe olan Louis Bonaparte’ın 18
Brumaire’i’nde şunları yazmıştı:
İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu, kendi keyiflerine göre,
kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten
miras kalan koşullar içinde yaparlar. Ölü kuşakların bütün geleneği, olanca
ağırlığıyla yaşayanların zihinleri üzerine çöker ve onlar kendileriyle birlik-
te kendi dışlarındaki dünyayı bir başka biçime dönüştürmekle,yepyeni bir
şey yaratmakla uğraşır göründükleri zaman bile, özellikle devrimci bunalım
dönemlerinde, korkuyla geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar...1
...Proletarya devrimleri, 19. yüzyıl devrimleri olarak durmaksızın kendi-
lerini eleştirir, ilerleyişleri boyunca kendi gelişmelerini sürekli yarıda ke-
ser, tamamlanmış olana geri dönerek onu tazelemek ve canlandırmak için
ilk girişimlerinin kararsızlık, zaaf ve zavallılığını acımaksızın didik didik
ederler... kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında her türlü geri

* Bu yazıda daha önce Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (İletişim Yayınları 1987-88) için ka-
leme aldığım üç yazı – Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi: Marx, Engels ve 1848 Devrimleri, Komünizm Hâlâ
Mümkün mü? ve Devlet ve Devrim ile bianet.org’da yayımlanan Kolektif Sermaye’nin Zayıf Halkası’nın
yanısıra, SEH kolektifinin, yazarları arasında olduğum bildirgesi Hayat Bizi Sosyalizme Çağırıyor’dan
yeniden yararlandım. [Bu yazı, eklediğimiz dipnotlar dışında, Marx, Karl ve Friedrich Engels, Komünist
Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam Yayınları, İstanbul, 2008, ss.251-270 içinde yer almakta olup,
dergimizin ilk sayısında da önemi nedeni ile, Yordam Yayınlarının verdiği izinle yer almıştır. - Yaşayan
Marksizm Dergisi Yayın Kurulu]
1 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara,
1990, s.13-14]

21
Yaşayan Marksizm

çekilişi artık olanaksız kılıncaya kadar her seferinde yeniden gerilerler ve


sonunda bizzat koşullar kendilerine haykırır: ‘Hic Rhodus, Hic salta!’2
Marx’ın burada yaptığı dökümün yalnızca “1848 Devrimleri”nin bir genel mu-
hasebesiyle ilişkili olmadığını; “kendisini eleştiren devrim” metaforu ile kastedi-
lenin, aslında, Engels’le birlikte kendisinin, “1848 Devrimleri”nin gidişat ve so-
nucuna ilişkin öngörüleriyle, bu devrim süreci içindeki pratiklerinin bir eleştirisi
olduğunu düşünmek mümkün görünüyor.
Örneğin, “ölü kuşakların bütün geleneğinin olanca ağırlığıyla yaşayanların zi-
hinleri üzerine çökmesi”nin, yalnızca, Paris’te, Viyana’da, Berlin’de ayaklanan
kitlelerin 1789 ve 1830’da olduğu gibi, başlarında burjuvazileriyle bir devrim ya-
pabileceklerine dair hayallerinin edebi bir anlatımı olduğunu düşünmekle yeti-
nilebilir mi? Bu gözlemin, en az bu kitlelerin hayalleri kadar, Marx ve Engels’in
1848 Devrimleri’nin gidişatının her evresinde yıkıma uğratılan beklentileri için
de doğru olduğunu, Engels’in kendisi 1895’te yazdığı, Marx’ın Fransa’da Sınıf
Mücadeleleri’ne “Giriş”te şöyle dile getirmişti:
Şubat devrimi patlak verdiği zaman hepimiz, koşulları ve devrimci hare-
ketlerin gidişini kavrama bakımından, geçmiş tarihsel deneyimin, özel-
likle de Fransız deneyiminin büyülü etkisi altındaydık. Genel altüst oluş
işareti bu sefer de, 1789’dan bu yana tüm Avrupa’nın tarihine hükmetmiş
olan Fransa’dan gelmemiş miydi? Bu yüzden Şubat 1848’de Paris’te ilan
edilen ‘toplumsal’ devrimin, proletarya devriminin, nitelik ve gidişatı hak-
kındaki fikirlerimizin, 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını ta-
şıması, aşikar olduğu kadar kaçınılmaz bir şeydi de.3
Aynı şekilde, “kendilerini eleştiren... ilk girişimlerinin kararsızlık zaaf ve zaval-
lılığını acımaksızın didik didik edenler”, herhalde, Engels’in, “henüz, zaferden
sonra izlenecek yol hakkında kesinlikle hiçbir fikirleri bulunma[dığını]”, “kendi
İhtiyaçlarının ne olduğunu idrak edeme[diğini], bunları ancak belirsiz bir duy-
gu halinde hisset[tiğini]” yazdığı (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri) Paris ve Berlin
proletaryası olamazdı. Bu eleştiri pratiğinin öznesinin, Manifesto’da “hareket
hattını, koşulları ve proleter hareketinin nihai genel sonuçlarını açıkça kavrama
üstünlüğüne sahip” olduğunu yazdıkları komünistler, yani en başta Marx ve En-
gels olduğunu düşünmek hem mantığa hem tarihsel gerçeğe uygun düşer.
1848 Devrimleri’nin bir genel bilançosu, Marx ve Engels’in faaliyetlerinin de-
ğerlendirilmesi bakımından paradoksal sonuçlar verir. Kesin olan iki şeyden
söz edilebilir: Marx ve Engels, “proleter hareketinin nihai genel sonuçlarını”
gerçekten de herkesten iyi kavradıklarını, Komünist Manifesto’da kanıtlamışlar-
dı; ancak “1848 Devrimleri”, bunun pratikte doğrulanması için pek fazla kanıt
sunmadı, Manifesto’da öngörülenin tersine, kapitalizmin gelişmesi 1848 den
sonra daha da hızlandı. Manifesto’da sergilenen, kapitalist toplumun yerini bir

2 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Age, s.18]
3 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Fransa’da Sınıf Savaşımları, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara,
1996, ss.7-32 içinde Friedrich Engels, “Giriş”, s.11]

22
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

devrimle komünist topluma bırakmasının diyalektiği, “1848 Devrimleri”nden


sonra da, henüz sadece bir teorik hakikatti. Kapitalizm, yıkılacağına dair hiçbir
pratik işaret vermiş değildi. Almanya ve Polonya’daki devrimin “hareket hattını
ve koşulları”nı ise, doğru tespit edememişlerdi. 1848 Devrimi, Engels’in deyişiyle
“onları ve onlar gibi düşünenleri” haksız çıkardı.

Manifesto’dan, Talepler’e
“Proleter hareketinin nihai genel sonuçları”na ilişkin görüş, Komünist Parti
Manifestosu’nda4 dile getirilmişti. “Avrupa’da bir heyula kol geziyor, komünizm
heyulası”, cümlesiyle başlayan, başlıca dört bölümden oluşan bu metnin “Burjuva-
lar ve Proleterler” başlığını taşıyan Birinci Bölüm’ü, maddeci tarih anlayışının ba-
kış açısından dünya tarihi üzerinde hızla göz gezdirdikten sonra, kapitalizmin ge-
lişmesinin, bugün de parlaklık ve canlılığını koruyan, edebi bakımdan son derece
güzel bir anlatımını verir. Proleterler ve burjuvalar arasındaki sınıf mücadelesinin
doğasını, işçi sınıfını bir devrime götüren “tahammül edilmez” koşulları açıklar.
“Proleterler ve Komünistler” başlığını taşıyan İkinci Bölüm, komünistlerin, dev-
let, toplum, aile, mülkiyet, toplumsal ilişkiler hakkındaki düşüncelerini açıklar
ve devrimle egemen sınıf konumuna sıçrayacak olan proletaryanın burjuvaziyi
mülksüzleştirerek, üretim tarzında bir devrim meydana getirmesinin programı-
nı, bir sosyalist programı ortaya koyar.
“Sosyalist ve Komünist Literatür” başlığını taşıyan Üçüncü Bölüm, Avrupa ülke-
lerinde yaşamakta olan çeşitli sosyalist eğilimlerin karşılıklı ilişkilerini; proleter
sosyalizmi ile, küçük burjuva, burjuva, gerici ve ütopyacı sosyalist hareketler ara-
sındaki karşıtlıkları dile getirir.
“Komünistlerin Varolan Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Durumu” başlıklı
Dördüncü Bölüm’de de, komünistlerin öteki işçi sınıfı partileriyle olan ilişkilerini
ve devrimin arefesinde özü demokratlarla ittifak olan, taktiğini formüle eder.
Marx, 1848 Devrimleri’nden çıkarken, Manifesto’nun Dördüncü Bölümü’nü, as-
keri diktatörlüklerin darbeleriyle çökertilen parlamentoların yıkıntıları altında
bırakacak, ama henüz bir nebula halindeki siyasal kavramlar donanımını da bu
darbeler altında biçimlendirecekti.
Manifesto’nun ilk üç bölümünü yazarken, Marx ve Engels’in zihinlerinin gerisin-
de kapitalizmin en gelişmiş biçimlerini barındıran İngiltere vardı. Sonuncu bölü-
mü yazarlarken de geri, feodal-bürokratik bir rejim altında yaşayan Almanya’yı
bir an olsun akıllarından çıkarmamış oldukları söylenebilir. Bütün ülkeleri bir
devrimci kaynaşma haline sokan Avrupa devrimi içinde, yine de doğrudan eyle-
me girişebilecekleri tek ülkenin Almanya’dan başkası olamayacağı düşünülürse,
Manifesto’nun kurgusundaki bu asimetriyi anlamak kolaylaşır.

4 Komünist Manifesto’dan yazı içinde yapılan tüm alıntılar kendi çevirim olmakla birlikte, Türkçesi için şu edisyona
başvurulabilir: Marx, Karl ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam Yayınları, İstanbul,
2008, ss.19-52 içinde “Komünist Manifesto”, çev. Nail Satlıgan.

23
Yaşayan Marksizm

Komünist Partisi’nin Almanya’daki Talepleri


Komünist Manifesfo’nun taktik planının ayrıntılı bir reprodüksiyonu olan Talep-
ler5 metni, Marx ve Engels’in Almanya’da yaklaşmakta olan devrimin karakteri
hakkındaki görüşlerinin temel belgesidir. Bu taktik plan, bir burjuva devriminde
proletaryanın en uç muhalefet partisi olarak kapitalizm çerçevesindeki talepleri-
nin bir formülasyonunu içerir.
Talepler’in en çarpıcı yönü, Manifesto’da bir burjuva devrimini, proleter dev-
rimine bağlayacak halka olarak kaydedilen “mülkiyet sorunu”nun herhangi bir
biçimde dile gelmemiş olmasıdır. Manifesto’da komünistlerin devrimci demok-
ratik hareketler içinde “o andaki gelişme derecesi ne olursa olsun başlıca sorun
olarak mülkiyet sorununu öne çıkarmaları”nın gerekliliği özellikle vurgulanmış
olduğu halde, Talepler’de hiçbir biçimde bireysel özel mülkiyet ile toplumsal
mülkiyet arasındaki çatışmanın sözünün edilmediği görülür. Öne çıkartılan so-
run, Almanya’nın bir demokratik cumhuriyet altında birleştirilmesi ve feodal
ilişkilere son verilmesidir. Bütün bunlar, Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin
Eleştirisi’ne Katkı. Giriş’te yazdıklarıyla karşılaştırılacak olursa daha da çarpıcı
hale gelir. Marx, bu metninde, Almanya için hiçbir burjuva kurtuluş programı
olamayacağını şöyle kaydetmişti:
Almanya için bir ütopyacı düş olan şey, radikal devrim, insanın genel kur-
tuluşu değil, kısmi, sırf siyasal bir devrim, yapının temellerini ayakta bıra-
kan bir devrimdir. (...) kısmi bir kurtuluş (...) sivil toplumun bir kesiminin
kendisini kurtararak genel egemenliğe ulaşmasıdır. (...) Ama Almanya’da
hiçbir sınıf, onu toplumun yıkıcı temsilcisi yapacak cüret, kararlılık ve
acımasızlığa sahip değildir... Almanya sonuna kadar giden bir devrim
yapmadıkça, devrim yapmış olamaz. Almanya’da Ortaçağ’dan kurtuluş
Ortaçağ üzerindeki kısmi zaferlerden de kurtuluşla mümkündür.6
Oysa Talepler’de kısmi kurtuluş’un, yani burjuva devriminin, nihai kurtuluş’un,
yani proleter devriminin ön şartı halinde ele alındığı görülür.
Bütün bunlara karşılık, çelişik gibi görünen bu belirlemeler arasında bir iç bağ-
lantının bulunduğunu söylemek mümkün. Üzerinde durulması gereken birinci
nokta, tarihsel tecrübeyle ilgili. Bir proleter devriminin imkânları üzerindeki bü-
tün teorik spekülasyonlara rağmen, 1848 Devrimleri patlak verene kadar dünya
tarihinde bağımsız bir proleter devrimi gerçekleşmiş değildi. Engels’in yukarıda
atıfta bulunulan pasajında dile getirildiği gibi, elde bulunan yegane model, bur-
juva devrimlerine ilişkindi.
Bu tecrübeye dayalı varsayım şuydu: Bu azınlık devrimleri, mantıki sonuçları-
na ulaşmak için hamle yaptıklarında bir tutucu ve bir radikal kanada bölünür-

5 Marx, Karl ve Friedrich Engels, “Demands of the Communist Party in Germany”, MECW Cilt 7, s. 3’den, http://www.
marxists.org/archive/marx/works/1848/03/24.htm, 01.09.2009 adresinde aktarılmaktadır.
6 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları,
Ankara, 1997, ss.191-209 içinde Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı. Giriş”, s.204 ve 209.]

24
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

ler; radikal kanat, son bir çırpınışla, yüzünü pleblere döner onların talepleri-
nin sözcüsü haline gelerek yeni güçler derlemeye çalışırdı. İlk tarihsel eylemi,
mutlakiyetçi rejimleri devirmek olan ve bu yüzden burjuvaziyi siyasal sahnenin
merkezine doğru sürüklemesi beklenen 1848 Devrimleri’nde de, devrim me-
kanizması aynı şekilde çalışacak olursa, burjuva kampı eski düzenle çatışması
sırasında bu şekilde bölündüğünde, Almanya’da 17. yüzyıl İngiltere’sine ve 18.
yüzyıl Fransa’sına göre çok daha gelişmiş olan proletarya, “Avrupa uygarlığının
çok daha ileri koşullarında”, küçük burjuvazi ve köylülerin başına geçerek ra-
dikal kanada düşen rolü oynayabilirdi. Sonuç olarak, yeni imkânlar ancak eski
model içinde tasarlanabiliyordu. Yeni bir model, ancak yeni bir tecrübeden
çıkabilirdi. Bunun için ise, proletaryanın bağımsız eylemiyle tarih sahnesinde
yerini alması gerekliydi. Dolayısıyla, modelin zaafının mantıksal değil, tarihsel
olduğu söylenebilir.
İkinci nokta, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinden doğan kendine özgü özelliklerdir.
Almanya, uluslararası ticaretten beslenen bir ticaret burjuvazisi ve mali burjuva-
ziye sahip olmadığı halde, özellikle Ren ve Saksonya bölgelerinde yeni mekani-
ze sanayi teknolojisi temeli üzerinde bir sanayi burjuvazisi gelişmişti. Proletar-
yanın, Marx’ın tabiriyle “doksan dokuz parçaya bölünmüş” olan Almanya’da
merkezî bir güç haline gelebilmesi ve ulusal ölçekte bir nüfuz edinebilmesi için
ihtiyaç duyduğu her şey, bu sanayi burjuvazisinin feodal rejime karşı talepleriyle
bütünüyle örtüşüyordu. Proletaryanın gerçek bir toplumsal güç oluşturabilmesi,
sanayinin gelişmesini, sanayinin gelişmesi ise monarşik rejimin parçalanmasını
gerektiriyordu.
1848 Devrimleri’nin gidişatı, Marx ve Engels’in bu varsayımlara dayalı taktik çiz-
gilerini sonuçsuz bıraktı. Fransa’daki “Haziran Ayaklanması”, Avrupa tarihinde
ilk kez bir proleter devriminin pratik bir imkân haline geldiğini gösterir göster-
mez, Alman burjuvazisinin proletaryadan duyduğu içgüdüsel korku, dolaysız bir
siyasal davranışı geliştirdi. Daha en baştan monarşi ile uzlaşma kapılarını açık
tutmayı benimsemiş olan Alman burjuvazisi, kendisini gericiliğin, militarizmin
ve despotluğun kollarına attı.
Prusya burjuvazisi, eski toplumun temsilcileri olan monarşi ve soylular
karşısında bütün modern toplumu temsil eden 1789’un Fransız burjuva-
zisine benzemiyordu. Bir tür zümre konumuna düşmüş...daha en baştan
halka karşı ihanete meyletmişti...çünkü kendisi zaten eski topluma ait
bulunuyordu.7
Neue Rheinische Zeitung’da Aralık 1848 de yayınlanan Marx’ın bu satırları, eski
taktiğin sonunun geldiğinin de ilanıydı.
Devrimin bundan sonraki hikayesi biliniyor. Önce Fransa’da, ardından Alman-

7 Marx, Karl. “Burjuvazi ve Karşıdevrim – İkinci makale”, Neue Rheinische Zeitung, 11 Aralık 1848. İngilizcesinden
benim çevirim. [Türkçesi, Marx, Karl. Seçme Yapıtlar Cilt 1, Sol Yayınları, Ankara, 1976 içinde ss.169-173, s.172]

25
Yaşayan Marksizm

ya, Avusturya, Macaristan ve her yerde her milletin “paşaları”, kılıçlarını bur-
juvazinin emrine verdiler, bir proleter devrimi korkusuyla titremekten kurtar-
dıkları burjuvalar da “kılıç hakkı” olarak onlara burjuva toplumunun yekpare
siyasal egemenliğini kullanma hakkını bağışladılar. Bütün Avrupa başkentleri
proleterlerin kanıyla yıkandı.

Sürekli devrim ve proletarya diktatörlüğü


Modern toplumun iki sınıfının bütün ulusu iki kampa bölerek birbirlerine karşı
giriştikleri ilk çatışma olan 1848 Devrimleri, yeni bir maddi tecrübe mirası oluş-
turdu. Marx ve Engels’in bu tecrübenin üzerinden daha bir yıl geçmeden Merkez
Komitesi’nin Tebliği’nde8 inanılmaz bir zeka kıvraklığı ile çıkarttıkları sonuçlar,
proleter devrimlerinin daha sonraki gelişme yollarının perspektif ve taktiğini
Manifesto’nun nihai genel sonuçlarına ekledi.
Bu teorik faaliyetin iki ürünü, -sürekli devrim ve proletarya diktatörlüğü- pro-
leter devrimin politik cephaneliğinin başlıca iki kavramı olarak teorinin ve sos-
yalist hareketin gelişimi bakımından büyük önem taşıdılar. Sosyalist hareketin
tarihinde uğradığı her bölünme, bu iki kavram çevresinde bir teorik tartışma
külliyatının birikmesine yol açtı.
Sürekli devrim taktiği, önceki taktik çizgiden, burjuvaziye hiçbir devrimci rol at-
fetmemesiyle, öte yandan, eski rejim karşısında anlık olarak devrimci roller oyna-
yabilecekleri varsayılan sınıflarla kesin bir örgütsel ayrım öngörmesiyle ve “bütün
az ya da çok mülk sahibi olan sınıfların egemenlik mevkisinden uzaklaştırılmala-
rına, proletaryanın devlet iktidarını fethetmesine kadar devrimi sürekli kılmak”
görevini gündeme getirmiş olmasıyla ayırt edilir. Marx, bütün Alman Devrimi
boyunca Komünistler Birliği’nin Talepleri içinde ifade edilmiş olmayan şeyi, Mart
1850 de Merkez Komitesi’nin Tebliği’nde sürekli devrim taktiğinin hedefi kılar:
Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yok edilmesi;
sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil; sınıfların ortadan kaldırıl-
ması; varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması
olabilir ancak.9
Sürekli devrim taktiği, hâlâ, burjuva toplumun genel çerçevesi içinde kalabilecek
bütün devrimci talepler gerçekleşmeksizin proleterlerin gerçek kurtuluş yoluna
giremeyeceklerini öngörmekle birlikte, Alman Devrimi’nin tecrübesinden çıkan
en önemli sonuçlardan biri olarak proletaryanın bu devrimde burjuva kurumla-
rın yanısıra, bir hareket üssü ve ikinci bir iktidar merkezi olarak yerel egemenlik
organları oluşturmalarını öngörür ve modern proleter devrimin örgütlenmesi
için de yepyeni bir gerçekleşme modeli sunar.

8 Marx, Karl ve Friedrich Engels. “Address of the Central Committee to the Communist League” London, Mart 1850,
http://www.marxists.org/archive/marx/works/1847/communist-league/1850-ad1.htm, 01.09.2009
9 Agy.

26
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

Marx, 1848 Devrimleri’nin izini Fransa’da sürerken Fransa’da Sınıf Mücadeleri’nde


sürekli devrim kavramını, yalnızca gecikmiş burjuva devrimlerinin sınıf mevzi-
lendirilmesine ilişkin bir problematik içinde görmediğinin bir açıklamasını da
vermiş olur. Marx, ilk kez 1848 Devrimi’nde kendisini fiilen öteki sosyalizmler-
den ayrıştıran proleter sosyalizminin, tarihsel tecrübenin belirlediği niteliklerini
sıralarken şöyle der:
Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının; bu sınıf farklılıklarının da-
yandıkları bütün üretim ilişkilerinin; bu üretim ilişkilerine tekabül eden
bütün toplumsal münasebetlerin ortadan kaldırılmasına; bu toplumsal
münasebetlerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine varana
kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve zorunlu bir geçiş uğrağı olarak
proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.10
Böylece, Manifesto’da “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” formülas-
yonuyla, henüz bu örgütlenmenin somut biçimlerinin tecrübeye dayalı bilgisi
ortada bulunmaksızın belirlenmiş olan iktidar uğrağı da tarihsel formülüne ka-
vuşur. Sanki bir kere daha 1844’te, Hegel eleştirisi sırasında elde edilmiş olan te-
orik pozisyona geri dönülmüş gibidir; bir kere daha Almanya’da “genel kurtuluş,
herhangi bir kısmi kurtuluşun sine qua non’u”11 ilan edilmektedir. Ancak arada-
ki pratik momentin zengin bilgisinin yarattığı muazzam fark göz önünde tutul-
duğunda, bunun eski saf teorik pozisyonlara çekiliş olmayıp o teorik konumun
sağladığı dayanakla tecrübenin zihinde yeniden üretilmesi ve böylelikle ileriye
doğru atılan bir adım olduğu anlaşılır. Marx’ın, “yerine getirilmiş gibi görünene
geri dönmek”le12 kastettiğinin bu olduğu düşünülebilir.
“Eleştiri silahı”, teorik bir imkân olarak bir proleter devriminin bilgisini sağla-
mıştı, “silahların eleştirisi” ise imkânın gerçeğe dönüşme momentinin bilgisinin
teoriye kazanılmasını mümkün kıldı.13 Böylece modern sosyalizm, maddeci tarih
anlayışıyla geliştirilmiş siyasal donanımının en elemanter unsurlarını tıpkı kendi
bilgisini oluştururken olduğu gibi akıldan değil, tarihten çıkarttı. 1848 Devrim-
leri, teoride spekülatif olan her şeyi toprağa gömerken, dolaysız tecrübeyi teori
katına çıkarmanın tarihsel imkânını sundu.
Marx ve Engels’in 1848 Devrimleri’nin gerçekleşmesine ilişkin yanılgıları bir ba-
kıma teorinin doğruluğunun kanıtları olarak da kabul edilebilir. Marx , “Feuer-
bach Üzerine Tezler”inin 2’ncisinde “...insan, hakikati, yani düşüncesinin gerçek-
liğini ve gücünü, bu yanlılığını (Diesseitigkeit) pratikte kanıtlamalıdır”14, demişti.

10 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Fransa’da Sınıf Savaşımları, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara,
1996, s.130]
11 Bkz. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1997, ss.191-209
içinde Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı. Giriş”, s.207
12 Bkz. Dipnot 2.
13 Bkz. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1997, ss.191-209
içinde Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı. Giriş”, s.201
14 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları,
Ankara, 1999, s.22 ve 26]

27
Yaşayan Marksizm

Ancak bir devrim, Marx’ın devrimin taktik anına ilişkin görüşlerinin, hakikatle
ilgisini kurabilirdi. Marx ve Engels, tutarlı maddeciler olarak, Almanya’da devrim
pratiğinin doğrulamadığı düşüncelerini bir yana bırakmakta duraksamadılar.
Aynı şekilde, “silahların eleştirisi”nin ulaştığı bütün sonuçları da teoriye dahil
ederek 1848’den çıktıklarında, modern sosyalizm, devrimin bilgisi ve kavramsal
araçlarıyla donanmış bulunuyordu. Modern sosyalizmin sonraki bütün tarihi,
bu bilginin bütün ülkelerin işçileri tarafından mülk edinilmesi için her somut
durumda yeniden uygulanmasının tarihi oldu. Her seferinde öğrenilen, teorinin
birçok değişkeni içermekle birlikte bir sabit unsurunun da bulunduğudur- her
devrimin bilgisi ancak o devrimin kendisinden elde edilebilir.

Manifesto’dan Devlet ve Devrim’e: Devrimin bilgisini mülk edinmek


Lenin’in Devlet ve Devrim’i15 Komünist Manifesto’nun ruhunun ve pers-
pektiflerinin 20. Yüzyıla taşınmasının başlıca teorik kaldıracı sayılabilir.
Yazılmasının üzerinden 90’ı aşkın yıl geçmiş olmasına bir devrimci dönemin
ortasında yazılmış olmasının dışarıda bırakılmasına yol açtığı, devletin bir-
çok görünüşüne ilişkin bilgi ve deneyimin eksikliğine rağmen devlet, devrim
ve sosyalizm arasındaki temel bağlantıların daha mükemmeli yazılmış olma-
yan bir açıklanışı olan Devlet ve Devrim’in başlıca amaçlarından biri de geliş-
mekte olan devrim karşısında burjuva devletinin koruyuculuğunu üstlenen
“oportünist”lerin devlet ve devrim bahsinde Marksizm’le bir ilgilerinin kalma-
dığını sergilemek ve önderliğinin Rus proletaryasına düşeceği sezilen devrimin
bilgisinin mülk edinilmesini sağlamaktı.
Devlet ve Devrim’in Birinci Bölüm’ü Marksizmin maddeci tarih anlayışına da-
yanarak geliştirdiği devlete ilişkin görüşlerini bir arkeolojik kazı yapar gibi, kay-
naklarına kadar giderek ortaya çıkartır ve bir araya getirir. Marx ve Engels’in
devletin, toplumun sınıflara bölünmesinin sonucu olarak ortaya çıkan bır bas-
kı aygıtı olduğuna ve sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte “söneceği”ne iliş-
kin düşüncelerini yeniden kurar. Çünkü, Marx ve Engels’in “söneceği”ni öne
sürdükleri, yani ortadan kalkması için bir devrime gerek olmadığını düşün-
dükleri devlet, proleter devriminden doğacak bir işçi devleti olduğu halde, II.
Enternasyonal sosyalizmi, bir devrimle yıkılmasına gerek kalmaksızın burjuva
devletinin de “sönebileceği” düşüncesine gelmişti. Lenin, böyle bir yorumun
eğer “devrimi inkar etmiyorsa bile, onun önünü karartan en kaba bir çarpıtma”
olduğunu ortaya koyar.
İkinci Bölüm, 1848-51 Avrupa devrimlerinin tecrübesinin Marx ve Engels tarafın-
dan çözümlenip yorumlanmasına ayrılmıştır. Lenin, Marksizm’in devlete ilişkin
teorisinin gelişmesini pratik tarihsel tecrübenin kavramlaştırılması süreci olarak

15 Devlet ve Devrim’den yazı içinde yapılan tüm alıntılar kendi çevirim olmakla birlikte, Türkçesi için şu edisyona başvu-
rulabilir: Lenin, V. İ. Devlet ve Devrim, çev. Süheyla Kaya - İsmail Yarkın, İnter Yayınları, İstanbul, 1999. Kitabın Bilim
ve Sosyalizm Yayınları, Agora Yayınları vb. başka yayınevleri tarafından yaptırılmış çevirileri de vardır.

28
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

izlemeye başlar ve 1848’in “devlet olarak örgütlenecek” proletaryasının bulduğu


biçimi, Marx’tan yeniden edinir: Proletarya diktatörlüğü. Ve burada Kautsky’nin
bir kere daha Marksizmi “çarpıttığı”nı belirler. Kautsky, proletarya diktatörlüğü-
nün Marx’ta bir sınıf egemenliği biçimi olduğunu kabule yanaşmaz.
Üçüncü Bölüm, 1871 Paris Komünü tecrübesinden Marx ve Engels’in çıkarttık-
ları sonuçların biraraya getirilmesine, devlet ve devrim arasındaki ilişkinin belir-
lenmesine ayrılmıştır. Birincisi, devrimin varolan “devlet makinesini olduğu gibi
alıp kullanamayacağı, bu bürokratik askeri makineyi parçalaması” gerektiğidir.
Bu ise, zora dayanan bir devrimi şart koşar.
Lenin, burada yalnızca Marx’ı devralmakla yetinmez, militarizm ve bürokra-
sinin her yerde devletin asli karakteri halini aldığı emperyalizm çağında artık
egemen sınıfların barışçı yoldan egemenliklerini devretme imkanlarının son
bulduğunu belirler. İkincisi, bu parçalanmış makinenin yerine ancak “daha
tam bir demokrasi”nin geçebileceğidir: Düzenli ordunun lağvı, görevlile-
rin seçimle gelmesi ve geri çağrılabilir olması. Burada devlet artık, “bir azınlı-
ğın özel baskı aygıtı” olmaktan çıkar, büyük çoğunluğun baskı aygıtına dö-
nüşür. Burada artık özel bir aygıta gerek yoktur. Böylece devlet sönmeye
başlar. Üçüncüsü, bu yeni türden devlette parlamentarizmin son bulmasıdır.
Marksist literatürün başlıca kaynakları arasında yer alan pek az eserin konusu
Devlet ve Devrim’inki kadar içinde yazıldığı koşullarla örtüşmüş olabilir. Lenin ilk
kez 1918’de yayımlanan Devlet ve Devrim’i Ağustos-Eylül 1917’de Finlandiya’da
saklandığı sırada yazmıştı. Kamenev’e Temmuz’da yazdığı bir mektuptan iki satır,
bu şartları kavrayabilmek için başka bir açıklamaya gerek bırakmaz: “Entre nous
(aramızda Fr.): Eğer başıma bir şey gelecek olursa, senden ‘Devlet Konusunda
Marksizm’ defterimi (gelirken Stockholm’de kalmıştı) yayınlamanı istiyorum.”
Kitabın ilk baskısına 30 Kasım’da düştüğü notta ise şunlar yazılıdır: “Yedinci bö-
lüm olan, 1905 ve 1917 Rus Devrimleri’nin Tecrübesi’nin planını çıkartmıştım.
Ancak başlık dışında bölüm için tek bir satır bile yazamadım; bir siyasal bunalım
-1917 Ekim Devrimi’nin arefesi- kesinti’ye yol açtı. Devrim tecrübesinden geç-
mek, devrim hakkında yazmaktan daha hoş ve daha yararlı.”16

Devrim pratiğinin teoriye ettiği kötülük!


Bir devrim sürecinin orta yerinde, burjuva devletinin ölüm tehdidi altındaki bir
devrim önderi olarak başladığı kitabını bitirdiğinde Lenin, bir işçi devletinin
başındaydı. Buna bakarak, kimsenin konusunu kendisinden daha iyi bilemeye-
ceği ileri sürülebilir. Ama Lenin’in yapıtının önemi, dolaysız tecrübenin ürünü
olmasında değildir, hatta belki de bütün bu şartlardan ötürü kitabın, kapsadığı
alan üzerinde yalnızca en temel olanı ele almakla yetinmek zorunda kaldığı söy-
lenebilir: Sınıf egemenliğinin siyasal düzeyi. Devletin ne iktisadi, ne de ideolojik
aygıtları ve bunların işleyiş mekanizmaları; ne burjuva devlet biçimlerinin birin-

16 Lenin, Age., s.145

29
Yaşayan Marksizm

den diğerine geçişin diyalektiği; ne de devletin göreli özerkliği sorunu, Devlet ve


Devrim’in çözümlemeleri arasında önemli bir yer tutar.
Üstelik, Lenin’in kitabını ele aldığı dönemin atmosferi bütün bunlar üzerinde
uğraşılmasını neredeyse gereksiz kılar gibidir: Burjuva egemenliğinin ve kapita-
lizmin sonu gelmiş, savaştan bir dünya devrimiyle çıkışın imkanları doğmuş bu-
lunmaktadır. Bizzat Lenin, Devlet ve Devrim’in “Önsöz”ünde Şubat Devrimi’nin
“emperyalist savaşın yol açtığı sosyalist proleter devrimleri zincirinde bir halka”
olarak kavranabileceğini yazar.17 Bu bakış açısından, artık tükenmiş, kendi zama-
nını doldurmuş olduğunun bütün işaretlerini vermekte olan bir üretim tarzının
üstyapılarının işleyişi ile ilgilenmenin ne bir gereği ne de bir değeri olabilir.
Bugün, Ekim Devrimi’nin üzerinden 90’dan fazla yıl geçtikten sonra bile ka-
pitalizmin dünya ölçeğindeki egemenliğinin hala sürmekte olduğuna baka-
rak Lenin’in bu perspektiflerinin sahiciliğine karşı kuşkular ileri sürülebilir.
Ne var ki, emperyalist savaşın devrimci bir bunalımın içine sürüklediği bütün
Avrupa’da kapitalizmin son bulmamış olmasının, bu devrimin imkan ve şartları-
nın 2. Enternasyonal’e bağlı proleter kitle partilerince idrak edilmemiş olmasıyla
da çok yakın bir ilgisi olduğu göz ardı edilmeksizin böyle bir hükme varılamaz.

Parlamentarizmin sınırları; çalışan bir meclisin gerekliliği


Marx, Paris Komünü’nün sonuçlarını özetlerken, üzerinde en çok durdu-
ğu yönlerinden biri Komün’ün “parlamenter değil, çalışan bir kurul”, hem
yasa yapan hem de yaptığı yasaları yürüten bir kurul olmuş olmasıydı. Bü-
tün Avrupa’da bunun anlamını Lenin’den daha iyi kavrayabilmiş bir başka
Marksist’in bulunabileceğini düşünmek zordur. Çünkü 1905 Devrimi sayesin-
de Lenin, Komün’e yaklaşan bir gelişmeye, 1905-1907 Sovyetlerinin imkanları-
na ve bunların kudretine tanık olabilmişti. Lenin’in, Marx’la birlikte parlamen-
tarizme itirazı, parlamentonun temsili bir kurum olmasından kaynaklanmaz.
Tersine, “temsili kurumlar proletarya diktatörlüğü altında da vazgeçilmez”dir.
İtiraz, parlamentoların yetkilerini hükümetlere devrederek, çıkarttıkları yasa-
ların yürütülmesi üzerindeki bütün denetimlerini fiilen yitirmeleri ve bütün
iktidarın “bürokratik-askeri makine”yi elinde tutan güce aktarılmasınadır. Bu,
en tam burjuva demokrasisinde bile demokrasinin bir hayale dönüşmesinin
başlıca nedenidir. Yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması ve her ikisinin
de toplum karşısında bir imtiyaz kaynağı haline getirilmesinin karşısına Ko-
mün, halk temsilcilerinin ücretlerinin sıradan bir işçinin ücretiyle aynı olacak
şekilde belirlenmesini geçirir.
Böylelikle halka kendi üstünde durmayan, lafta kalmayan bir “hizmetkârlık” ku-
rumu sağlanmış, daha doğrusu halkın gerçekten kendi kendisini yönetmesi ve
yönetenlerle yönetilenler arasındaki farklılaşmanın sona erdirilmesini sağlaya-

17 Lenin, Age., s.8

30
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

cak bir mekanizma kurulmuş olur. Böylesi bir demokrasi, parlamentarizmin bi-
çimsel demokrasisinden çok daha derine giden bir temsil imkânı sağlar. Çünkü
birinci olarak o, işçilerin seçmeleri ve seçilmelerinin önündeki ilk engeli, kapita-
list özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, ezilen sınıfı egemen sınıf haline sokan bir
devrimin ürünüdür. İkincisi, yönetenleri halk, halkı yöneten haline getiren bir il-
keye dayanır: Temsilcilere işçiler kadar ücret vermek, onları her an geri çağırabil-
mek. Bu parlamentarizm eleştirisinin eksenini parlamentonun anti-demokratik
karakterinin eleştirisi oluşturur. Demokrasiyi yönetilenler için bir hayale dönüş-
türen parlamentonun yerine, nüfusun asıl emekçi çoğunluğunun seçilmiş tem-
silcilerine dayalı meclisler işçi devletinin karakteristiğidir Lenin’e göre.
Lenin, Marx ve Engels’ten devraldığı çok daha önemli bir noktanın altını dur-
madan çizer. Geçiş döneminden sonra, proletaryanın diktatörlüğü “sönme”ye
başlar. Özgür emekçilerin birbirleriyle ve bütün toplumla kurdukları ilişki sınıf-
lararası bir dolayımdan kurtulur, her bireyin birbiriyle ilişkisi toplum aracılığıyla
olmaya başlar. Böylece devlet de onun bütün şekilleri de söner gider. Bu çözüm-
leme demokrasinin fetişleştirilmesine de son verir. Özgürce birleşmiş emekçile-
rin özgür toplumunda en demokratik olanı da dahil olmak üzere bütün devlet
biçimleri “tarih müzesine” kaldırılırlar. Ancak, Lenin bu arada önemli bir belir-
leme yapar, sınıfsız toplumun “sosyalizm” olarak adlandırılan alt evresinde, yani
sınıfsız toplumun kapitalizmden çıktığı şekliyle geliştiği evrede, “henüz burjuva
hukukunun dar ufku” içinde kalınır. “Tüketim mallarının dağıtımı bakımından
burjuva hukuku kaçınılmaz olarak burjuva devletini şart koşar, çünkü hukukun
standartlarına uyulmasını gözetecek bir aygıt olmaksızın hukukun da anlamı ol-
maz.” Böylece, “sınıfsız toplumda bir zaman için yalnızca burjuva hukuku değil,
burjuvazisiz burjuva devleti de sürer.”18
Şu halde devlet ne zaman söner?
Toplumun bütün üyeleri, ya da en azından geniş bir çoğunluk devleti ken-
dileri yönetmeyi öğrendiklerinde, bu işi kendi ellerine aldıklarında, sayı-
ları önemsiz kapitalist azınlık üzerinde denetimi örgütlediklerinde, işte bu
andan başlayarak herhangi bir hükümet biçimine duyulan ihtiyaç da orta-
dan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar tam olursa, onu gereksiz kılan
an da o kadar yaklaşır. Zor aygıtı silahlı işçilerden oluşan, artık ‘kelimenin
alelade anlamında devlet olmayan devlet’ daha çok demokratikleştikçe,
her türden devlet biçimi hızla sönmeye başlar.19
Burada Lenin için demokrasinin ölçülebilir, nesnel bir tek temeli vardı: Gittik-
çe daha çok sayıda işçinin, gittikçe daha çok devlete ait alana müdahale ederek
kendilerini yönetmeye başlaması. İşçileri sınıfsız topluma götürecek tek devlet
biçimi buydu.

18 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Lenin, Age., s.110 vd.]


19 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Lenin, Age., s.120-121]

31
Yaşayan Marksizm

Bugünün Manifesto’su?
Proletarya dikatörlüğü “sönmedi”. Yozlaştı ve yıkıldı. Marx ve Engels’in Ocak
1848’de birlikte yazdıkları Komünist Manifesto, “Avrupa’da bir heyula kol gezi-
yor - komünizm heyulası” diye başlıyor ve bir meydan okumayla sürüyordu:
Eski Avrupa’nın tüm güçleri: Papa ve Çar, Metternich ve Guizot, Fransız
Radikalleri ve Alman polis ajanları bu heyulayı kovmak üzere bir kutsal
ittifak kurdular. Komünistlerin, tüm dünyanın yüzüne karşı, kendi görüş-
lerini, amaçlarını, eğilimlerini, açıkça duyurmalarının ve bu Komünizm
Heyulası masalına partinin kendi Manifesto’suyla karşılık vermelerinin
zamanı gelmiş bulunmaktadır.20
Yepyeni bir dünya görüşü olmanın coşkusuyla, bu düşüncelerin varoluşlarının
ifadesi olduğu geleceğin yeni toplumsal güçlerine aidiyetin verdiği cüretkarlıkla,
tarihsel gelişmenin sırrını keşfetmiş olmanın güveniyle dolu bu cümleler, yazıl-
malarının üzerinden daha yüz elli yıl geçmeden sanki tarihin istihzasına uğramış
gibi görünüyor.
Bugün, “Avrupa’nın tüm güçleri” - şimdi buna ABD ve Japonya’yı da eklemek
gerekiyor - “heyulayı kovalamış” olmanın rehavetine kapılmış gibiler. Bush
ve Putin, Sarkozy ve Merkel, İslam fundamentalistleri ve yeni-sağcılar “kutsal
ittifak”ın yeni “masal”ını anlatıyorlar: “Komünizm öldü!” Muhalefetteki hiçbir
parti, artık iktidardaki hasımları tarafından “Komünist” diye damgalanmıyor,
hatta “Komünist Partiler” bile. Çin’de, Rusya’da, Japonya’da, Fransa’da “Komü-
nistler”, “tüm dünyanın yüzüne karşı, kendi görüşlerini amaçlarını, eğilimlerini
değil, hasımlarının amaçlarını dile getiriyorlar: Piyasa, sosyal (!) piyasa...
Oysa, günümüz dünyası, Marx ve Engels’in Manifesto’da tasvir ettiği, modern
komünizmi müjdeleyen dünyayı bugün 1848 de olduğundan çok daha fazla an-
dırmıyor mu? Birkaç pasaja bakmak yeter de artar bile:
Burjuvazi, insanla insan arasında öz-çıkardan, vicdan tanımayan ‘peşin
para’dan başka bağ bırakmadı. Dinsel tutkunun, şövalyece coşkunun,
darkafalı duygusallığın yarattığı ilahi yücelişleri ‘bencil hesab’ın buzlu
sularında boğdu. İnsan kıymetini değişim değerine çevirdi ve sayısız çiğ-
nenemez fermanla kayıt altına alınmış özgürlüğün yerine tek, vicdandan
yoksun özgürlüğü: Serbest ticareti geçirdi. Tek kelimeyle, dinsel ve siyasal
yanılsamalarla örtülü sömürünün yerine çırılçıplak, utanmasız, doğru-
dan, kaba sömürüyü koydu.
Burjuvazi, bugüne kadar şerefli addedilen ve önünde eğilinen ne kadar
meslek varsa, hepsinin üzerindeki haleyi kaldırıp attı. Doktoru, avukatı,
rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçilerine çevirdi. (...)

20 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam
Yayınları, İstanbul, 2008, ss.19-52 içinde “Komünist Manifesto”, çev. Nail Satlıgan, s.21]

32
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

Burjuvazi, ailenin üzerindeki duygusal örtüyü üzerinden çekip aldı ve aile


ilişkisini sırf bir para ilişkisine indirgedi. (...)
Üretimin sürekli devrimcileştirilmesi, tüm toplumsal koşulların kesinti-
siz altüst edilmesi, sonu gelmez bir belirsizlik ve kaynaşma burjuva çağını
tüm önceki çağlardan ayırdeder. Tüm sabit, kaskatı ilişkiler, peşlerinde
sürükledikleri eski ve saygıdeğer önyargı ve görüşlerle birlikte savrulup
gider, yeni ortaya çıkanlar daha yerine yerleşemeden eskir. Katı olan her-
şey eriyip buharlaşır, kutsal olan ne varsa lanetlenir ve nihayet insan aklını
başına toplayıp kendi gerçek yaşam koşulları ve kendi soyuyla olan ilişki-
leriyle yüzleşmeye mecbur kalır.21
Bu “yüzleşme”, modern burjuva toplumunun maddeci tarih görüşüyle eleştirisi,
modern sosyalizmin fikir mirasını oluşturdu. Ancak, bugün Marx’tan yüz elli yıl
sonra dünyanın tüm burjuvalarıyla birlikte tüm “resmî komünistler” de bu eleş-
tirinin nesnesi olan kapitalizmin yaşar kalacağı üzerinde hemfikir görünüyorlar.
Burjuva toplumunun eleştirisi, kapitalist üretim tarzının kendisine değil, onun
bazı görünümlerine hasredilmiş gibi: Emperyalizm, savaş, faşizm, terör, milita-
rizm, “aşırı” sömürü, “aşırı bireysel zenginlik”, adaletsizlik.
Hepsi giderildiğinde bile burjuva toplumun tastamam kendisi olarak kalmaya
devam edeceği bu görünümlerin gerisinde yatan toplumsal ilişkilerin - işbölü-
mü, çalışma, özel mülkiyet, devlet, yabancılaşma- ise, tüm dünyaya ait evrensel
sabitler olarak eleştiri dışı kılındığına tanık oluyoruz.
Komünizm, Marx’ın zamanında ancak felsefi ve teorik bir eleştiriyle karşılaşabi-
lecek kadar soyut bir gelecek tasavvurunu ifade eden bir kavramdı. Hiçbir yerde,
komünizm adına kurulmuş bir toplumsal formasyon yoktu; dolayısıyla bu tasav-
vur, ancak onun gerçekleştirilmesinin öznesi olan işçilerin devrimci eyleminde
cisimleşebilir, yalnızca bir imkân olarak işçilerde umudun, mülk sahiplerinde
korkunun kaynağı olabilir, komünizmle devrim yapmakta olan işçilerin beden-
leri üzerinde savaşılabilirdi. Marksist komünizm teorisiyse, bu imkânın kapita-
lizmin içsel çelişmelerinden doğup çıkışının bilimsel bir açıklanışı olduğu ka-
dar, modern sınıf mücadelelerinin içinde sonuçlanacağı toplumsal formasyonun
muhtemel ilişkilerinin de ilk zihinsel modeliydi.

“Komünizm” komünizm miydi?


1917’den “sosyalist blok” tarih sahnesinden çekilinceye kadarki evredeyse komü-
nizm, Marx’ın tasavvurunu, ancak bir “geçiş devleti”nin varlığı dolayısıyla an-
dırdığı söylenebilecek “sosyalist blok” ülkelerindeki toplumsal ilişkilerin tarihini
adlandırır oldu. Hem dünyanın bütün burjuvaları, özel mülkiyetin olmadığı ya
da sınırlandığı tüm rejimlerde komünizmden başka birşey göremeyecek kadar
özel mülkiyet hırsıyla belirlenmiş olduklarından, hem de bu devletlerin yöneti-

21 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Age, s.24 ve 25]

33
Yaşayan Marksizm

cileri için komünizm, Marx ve Lenin’den sonra ulus-devlet çerçevesine hapsola-


cak ölçüde daraldığından, dostları da düşmanları da bu ülkelerden “komünist”
olarak söz etmekte bir sakınca görmediler. Burada öncelikle halledilmesi gereken
bir tanım sorunu var gibi görünmektedir: Hâlâ Marksist teorinin çerçevesinde
kalınarak bu toplumlar komünist olarak adlandırılabilirler mi?
Öncelikle, komünizm Marx’ın teorisinde onu mümkün kılan koşullardan ba-
ğımsız keyfi bir tasavvur olarak değil, kapitalist toplumun bir devrimle dönüştü-
ğü tarihsel bir süreç olarak tanımlanır. Komünist Manifesto’nun felsefi ve tarihsel
arka planını oluşturan en temel metinlerden Alman İdeolojisi’nde Marx ve En-
gels muazzam teorik öneme sahip şu saptamalardan yola çıkarlar:
Kapitalist toplumun ‘katlanılamaz’, yani kendisine karşı devrim yapılan
bir güç haline gelmesi için yabancılaşmanın insanlığın büyük kitlesini
“mülksüz” kılması ve bunu üstelik varolan bir zenginlik ve kültür dünya-
sına karşı yapması gerekir; her iki öncül de üretici güçte büyük bir artışı,
üretici güçte yüksek derecede bir gelişmeyi şart koşar. Ve öte yandan, üre-
tici güçlerin (daha bugünden yerel değil dünya tarihsel varlıkları içindeki
insanların gerçek tecrübede varoluşlarını gerektiren) bu gelişmesi mutlak
olarak gerekli bir öncüldür, çünkü bu olmazsa yalnızca yoksulluk ve kıt-
lığın genelleştirilmesinden başka birşey yapılmış olmaz ve kıtlıkla birlikte
ihtiyaçlar uğruna mücadele yeniden başlar ve tüm ‘eski pislik’ canlandı-
rılmış olur; ve çünkü, insanlar arasında evrensel bir ilişki ancak üretici
güçlerin bir evrensel gelişmesiyle kurulmuş olur. Bu evrensel ilişki, bir
yandan bütün ülkelerde eş zamanlı olarak ‘mülksüz’ kitleyi (evrensel re-
kabeti) doğurarak, her ülkeyi ötekilerin devrimlerine bağımlı hale getirir
ve sonunda yerel bireylerin yerine dünya-tarihsel, tecrübede evrensel bi-
reyleri geçirir. Bu olmaksızın 1) Komünizm ancak yerel bir fenomen ola-
bilir; 2) İlişki güçlerinin kendileri evrensel, dolayısıyla katlanılmaz güçler
olarak gelişmez; boş inançlarla kuşatılmış güdük koşullar olarak kalır ve
3) ilişkilerin her genişleyişi yerel komünizmi ortadan kaldırır. Ampirik
olarak komünizm ancak hakim halkların “hep birlikte” ve eş zamanlı ey-
lemi olarak mümkündür, bu da üretici güçlerin evrensel bir gelişmesini ve
bunların kuşattığı dünya ilişkilerini şart koşar.22
Kapitalizmi bu koşullar altında yıkan komünizmin gelişme süreci ve bir üretim
tarzı olarak temel özellikleri de Marx ve Engels tarafından şöyle belirlenmişti:
Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birinden ötekine devrim-
ci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder
ki, devlet burada, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka birşey
olamaz.23 (Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi)

22 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları,
Ankara, 1999, s.61 ve 62]
23 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M.
Kabagil, Sol Yayınları, Ankara, 1989, s.41]

34
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve öncelikle üretim araçlarını devlet


mülkiyetine devreder. Ama böylelikle proletarya olarak kendisini orta-
dan kaldırır, bütün sınıfları ve sınıf ayrımlarını ortadan kaldırır ve devlet
olarak devleti ortadan kaldırır...Devletin onun aracılığıyla hakikaten tüm
toplumun temsilcisi olarak öne çıktığı ilk eylemi - toplum adına üretim
araçlarının mülkiyetine el koymak - aynı zamanda onun devlet olarak son
eylemidir de.24 (Engels, Anti-Dühring)
Buradan komünist toplumun ilk evresine, daha çok, sosyalizm olarak adlandı-
rılan evresine, “uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp
geldiği şekli ile” komünizme geçilir; bu evrede, “işçi topluma sunmuş olduğu
aynı emek miktarını ondan başka bir biçimde geri alır”, “eşit hak burada hâlâ
- ilke olarak - burjuva haktır”, “komünist toplumun ikinci evresinde, bireyle-
rin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte kafa ve kol emeği
arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra, emek yalnızca yaşama ara-
cı değil, yaşamanın birincil ihtiyacı haline gelmesinden sonra, ancak o zaman
burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum bayrakları-
nın üzerine şunu yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyacına
göre!’”25(Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi)
Kapitalizmin tahlili ve eleştirisi üzerine kurulu bu tanımdan yola çıkılıp “reel
sosyalizm”lerin incelenmesinin ulaştırabileceği tek yargı, bunların komünist
toplumlar olmadıklarıdır. Çünkü birinci olarak, bu toplumların hiçbirinde, birer
devrimle işçi devletleri kurulduğunda “evrensel olarak gelişmiş” bir üretici güç-
ler kitlesi bulunmuyordu. İkincisi, bu ülkelerin hiçbirinde proletarya “sönen bir
devlet”i yönetmedi. Üçüncüsü, bu ülkelerin hiçbirinde, üreticiler kendi emekle-
rinin koşullarına egemen olmadılar. Nihayet dördüncüsü bu ülkelerin tümünde
de kurulduğu kadarıyla komünizmin ilk evresi kısmi kaldı.
Toplumun üzerinde durmaksızın büyüyen bürokratik aygıtlarıyla gelişme-
nin kösteği halini alarak bunalıma giren bu devletlerin kendi kurdukları “milli
komünizm”lerinin içsel çelişmelerinin altında kalarak çökerken, hem egemen-
liklerini ve onun aygıtlarını ellerinde tutmak, hem de ekonomik çöküntüden
kurtulmak gibi imkansız bir hedefe yönelmiş olan bürokrasilerin, “her ne paha-
sına olursa olsun” üretim artışı sağlayarak, işçi kitlelerinin huzursuzluklarını ya-
tıştırma istekleri, onları tekeli burjuvazilere bırakılmış özgürlükleri savunmaya,
beri yandan da kapitalist çalışma ve üretim yöntemlerini sisteme eklemlemeye
yöneltince, “kutsal ittifak” komünizmin sona erdiğini söylemekte haklı olabilir-
di- tek bir koşulla, bu rejimlerin eskiden komünist olmuş olmaları koşuluyla.
Tarihsel tecrübenin gösterdiği, yeryüzünde kurulmuş, bütün “kısmi ko-

24 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Engels, Friedrich. Anti-Dühring, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1995,
s.400]
25 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M.
Kabagil, Sol Yayınları, Ankara, 1989, s.30 ve 31]

35
Yaşayan Marksizm

münizm”lerin bir dünya sistemi haline gelmedikçe “eski pisliği” yeniden üret-
tikleridir. Böylelikle 20. yüzyıl sona ererken Marksist komünizm teorisi iki
bakımdan da doğrulanmış görünüyor. Birinci olarak, kapitalizmin “büyük ço-
ğunluğu kendisine karşı bir devrim yapmaya sürükleyen” sömürüsü ve yaban-
cılaştırıcı tabiatı kendisini olduğu gibi korumaya devam ediyor ve bir komünist
devrimin imkânını teşkil ediyor. İkinci olarak yerel ve kısmi bir komünizm,
komünizm olmuyor.
Bugün komünizm Marksist teoride öngörüldüğü muhtevasıyla çok daha müm-
kün görünüyor: Üretim kapitalist küreselleşmenin bağrında hiç bir zaman ol-
muş olmadığı ölçüde bir dünya üretimi halini aldı, bütün ülkelerin işçileri şimdi,
kapitalist özel mülkiyeti yıkmanın toplumsal gelişme için sağladığı imkânların
daha çok farkında ve nihayet bürokratik rejimlerin komünist gelişmenin engeli
olduğu daha çok aydınlandı.
Bu üretici güçler ve bu tarihsel tecrübe üzerinde komünizmin hâlâ değil, ar-
tık mümkün olduğu söylenebilir. Çünkü dünya hiç bir zaman Kapital’de ve
Manifesfo’daki tanımına bu kadar çok yaklaşmamıştı.

Kapitalizmin doğal sınırları


Kapitalizmin bugünkü küresel yayılışı koşullarında insanlık, üstelik dünya üze-
rindeki etkinliğini anlamlandırmak bakımından yalnızca felsefi/teorik değil varo-
luşsal bir sorunla da yüz yüze. Bütün göstergelerin işaret ettiği gibi, varlığına dün-
ya çapında bir devrimle son verilmediği takdirde kapitalist üretim tarzı, insanlığı
ve yerküreyi kendiyle birlikte yok oluşa sürüklemekle tehdit ediyor. Tarihsel bir
atılımla kaderine sahip çıkamazsa, insanlığın önümüzdeki yüzyılda sermaye bo-
yunduruğu altında yaşamayı sürdürmesi bile iyimser bir öngörü sayılabilir.
Doğayı, kendini yeniden üretme gücünden daha büyük bir güçle bozunma-
ya götüren kapitalist üretim yordamlarının bugünkü işleyişi, yeryüzünde canlı
yaşamın sürekliliğini ve varlığını tehdit ediyor. Bütün yerküreyi kasıp kavuran,
seller, yangınlar, kuraklıklar; dondurucu soğuklar, kavurucu sıcaklar, susuzluk,
toprağın, havanın, suyun zehirlenmesi ve türlerin yok oluşu ile bütün kıtalarda
yaşayan bütün insanlara kendisini bir felaketler silsilesi olarak her gün daha çok
duyuran ekolojik kriz, uygarlıktan kaçışı değil onu dönüştürmeyi, yeni ve daha
ileri bir uygarlığa sıçramak için, insan-insan ve insan-doğa ilişkilerini bir ve aynı
anda değiştirmeyi zorunlu kılıyor. Kapitalizm, emek gücüne ya da canlı emeğe
karşı nasıl davranıyorsa doğaya da öyle davranıyor: Daha çok kâr için iliğine ka-
dar sömürmek! Ekolojik dengenin süre gitmesi dahi üretim tarzında bir devrimi
şart koşuyor: Yaşamak için devrim gerekiyor!

Kapitalizm uygarlığı tehdit ediyor


“Kalkınma”, “gelişme”, “büyüme”, “refah” ve “ilerleme” gibi “daha iyi bir ge-

36
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

lecek” vaat eden kavramlar sermaye dinamiği ve birikimiyle bağlantılı anlam-


larından sıyrılıp insanlığın kurtuluşunun gerçek ve maddi imkanlarıyla ilişki-
lendirilmedikçe hepsinin başına bir “sürdürülebilirlik” eklemek yaklaşan felaketi
durdurmak açısından “post modern” bir duadan fazla bir anlam taşımıyor.
Kapitalist miyopluk insanı, doğa karşısında dediğim dedik ve başına buyruk bir
efendi gibi konumlandırıyor. Kapitalizm, bilim insanlarının bütün uyarılarına
kulaklarını tıkıyor, on yıllardır “geliyorum” diyen felaketin aslında artık gelmiş
olduğunu gösteren bütün işaretlere gözlerini yumuyor. Doğanın milyarlarca yıl
alan kimyasal ve biyolojik evrimle oluşmuş karmaşık bir üretim örüntüsü gibi
işlediğini, bunun her türden toplumsal üretim sisteminin verili önkoşulu oldu-
ğunu yok sayıyor: Onun nobranlığı despotların binlerce yıldır değişmeyen ilke-
sinde özetlenebilir: “Benden sonra tufan!”
Uzağı görmek, insanı doğanın bilinci, doğanın kendisi üzerine düşünme kapa-
sitesi, doğanın evriminin doruğu ve tarih sahnesinde yer aldığı andan bu yana
bu evrime bilinciyle de dahil olan bir öğesi olarak algılamak tarih boyunca hep
ola geldiği gibi bu kez de ezilenlerin ve sömürülenlerin düşünürlerinin omuz-
larına yüklenen bir görev. Artık bir ikilemin kapısındayız: Uygarlığın doğa ile
barışarak ilerlemesi ya da kendisiyle birlikte biyolojik evrimi de geriye sürükle-
yerek yozlaşıp çözünmesi! Toplumsal tarihimizi doğanın tarihinin bir bileşeni
olarak gören daha derin bir tarih bilinci insanlığa egemen olmadıkça yok oluş
bir matematik denkleminin sonucu kadar kaçınılmaz ve kesin bir akıbet. Kapi-
talizm doğal sınırlara gelip dayanıyor, sürdürülemez! Uygarlığı sürdürmek için
devrim gerekiyor.
Sermaye sahipleri ve devlet adamları daha düne kadar, özellikle ulus-devlet ölçe-
ğinde işlerin iyi gitmediği, krizlerin patlak verdiği ve emekçileri kemer sıkmaya
ikna etmenin büyük önem kazandığı zamanlarda “hepimiz aynı gemideyiz” der-
lerdi. Şimdiyse, kapitalist küreselleşmenin tellalları yeni bir terane uydurdular:
“Dünya artık büyük bir köy!”
Gerçekten de ilişki, iletişim ve bağlantı şebekelerinin çeşitlenip güçlenmesine,
zaman ve mekan algısının bir kez daha köklü biçimde farklılaşmasına, enformas-
yonun dolaşımında mekana bağımlılıktan büyük ölçüde kurtulmuş olunmasına
bakarak, herkesin birbirini tanıdığı, derdiyle dertlendiği, sevincini paylaştığı yeni
bir toplumsal ilişki biçiminin imkanlarının belirdiğini söyleyebilirdik. Tek bir
koşulla: Bütün bunlar yalnızca sermayenin akışkanlığına hizmet eden olanaklar
olarak kalmasaydı.
Milyarların ulusal çitler içine hapsedildiği, bir tür küresel sıkıyönetim altında ha-
nesinden çıkıp serbestçe komşusuna gidemediği, buna yeltenmesinin suç olarak
tanımlandığı bir dünyada bu “köy” mecazı somut gerçekliği karartıp çarpıtan
koca bir yalan! Servet ve kudret sahipleri yeryüzünün değneksiz gezdikleri bir
“köy” olmasını ne kadar özleseler de, hemen yanı başımızda Schengen anlaşma-

37
Yaşayan Marksizm

sıyla takviye edilmiş bir Avrupa kalesi dikilir, bir utanç duvarı Filistin’i boydan
boya kat eder, emeğin yeryüzünde serbest dolaşımı dikenli teller, köpekler, de-
tektörler, sonsuz sayıda kırtasiye, vize ve diktatör gücüyle donatılmış sınır mu-
hafızlarıyla sıkı sıkıya engellenir ve pek çok ülkede milyonlarca göçmen “illegal”
olarak anılırken bu dünyanın “bizim [de] köyümüz” olduğuna, hepimizin aynı
“küresel köy”ün sakinleri olduğumuza nasıl inanabiliriz.
“İnsanlık” kavramını sözlüklerimize sokan aydınlanma ve Fransız Devrimi’ydi.
Devrimin henüz gürbüzce geliştiği; kendi ilkelerini gerçeklemek için çocuksu
bir heyecanla çırpındığı dönemin yurttaşlık anlayışında “yabancı” kavramına
yer yoktu. Aydınlanmanın soyut ve türdeşleştirici evrenselliği, sömürge fetih-
leriyle kendi coğrafyasının dışına çıktığında Batı merkezci düşünüşün ve sö-
mürgeciliği meşrulaştırmanın dayanağı haline geldi. Evrensel insanlık ve dün-
ya yurttaşlığı ideali, Sovyet Devrimi’yle birlikte yeniden ihya oldu. Bir dünya
devrimiyle sonuçlanmadıkça tamamlanmış olamayacağının bilgisiyle devrim,
evrenselliğe ve yurttaşlığa her düzeydeki somut eşitsizlikleri aşmayı hedefleyen
yeni bir içerik kattı.
Maddi ve teknolojik olanaklar, üretimin her yerde bir dünya üretimi halini almış
olması, tarih içinde 1917 Devrimi’yle gelinen bu en ileri düzeyin ötesine geçme-
yi gerçekten de mümkün kılıyor. İnsan, evet, yerküreyi kendi yurdu olarak de-
neyimleyebilir, toplumsallığını türsel varlığıyla örtüşen bir kapsama eriştirerek
“evrensel insan”ın doğuşunu müjdeleyebilir. Yeryüzü, ırkların, ulusların, kültür-
lerin, dillerin, uygarlığın farklı birikimlerinin, yepyeni kaynaşma ve çaprazlama-
larla serpildiği rengarenk bir bahçeye, yaşamak bir şenliğe dönüşebilir.
Bununla birlikte içine girdiğimiz yeni çığırın Manifesto’su henüz ortada yok.
Gene de küreselleşme ile birlikte güç kazanan, beliren ya da zuhur eden ve bir
önceki dönemin başka koşullarda tekrarıymışçasına basitleştirilemeyecek kadar
özgün olan yeni üretim, birikim ve dolaşım biçimlerinin varlığı ve bunların ima
ettiği yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerinin üzerinde düşünmenin sunduğu
bir çok ipucundan, Latin Amerika deneyimlerinden doğan bir dizi yeni pratiğin
sağladığı esin kaynaklarından söz edebiliriz.
Bu çağ dönümünün Manifesto’sunun dünya kapitalizminin “yenilmiş
devrimler”in ardından edindiği daha önce görülmedik tümleşiklik düzeyi ve çok
daha yüksek bir teknolojik temel üzerinde kendisini yeniden kurmuş olmasına,
bununla birlikte edindiği yüksek denetim kapasitesi ve bunu meşrulaştıran kü-
resel mekanizmalara, bunlar üzerinde yükselen toplumsal ilişkilere, bunlardan
doğan yeni sınıf mücadelesi dinamiklerine ve bu dinamiklerin uyardığı yeni ör-
gütlenme olanaklarına ışık tutmasını umabiliriz.
Bunlar yokmuşçasına ve hiç olmamışçasına XX. yüzyıl başlarının iklimi ve sos-
yal coğrafyası üzerine bina edilmiş varsayımları tekrarlamaktansa, küreselleş-
me karşıtı muhalefetin deneyimlerinin içinden yeni devrimin ipuçlarını ara-

38
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

maya girişmek bugünün Marksistine daha çok yakışır, Manifesto’nun ruhuna


daha çok uyardı.
Tarihin gösterdiği gibi, devrim hiçbir zaman mantıklı bir yol izlemez, çoğu kez,
en önce tarihsel olarak onu gerçekleştirmekle yükümlü gücün bilincinde par-
lamaz. Kendiliğindenliğin teorizasyonu her zaman bilinçli ve örgütlü faaliyeti
önceler. Küreselleşme karşıtlığının reflekslerini aşan bir derinlik ve kapsamda
bir kitle hareketi ve ancak onunla bağlantıları içinde dillendirildiğinde gerçeklik
kazanabilecek bilinçli devrimci bir faaliyet teorisi bu görevi üstlenecek aklı, ken-
di Marx’ını bekliyor henüz. Eğer kehanet iddiasında bulunmak sayılmayacaksa,
denebilir ki, küreselleşme çağında Marx, bir kişi değil bir kolektif olabilir ancak.

39
Bunalım Düzeni:
Emperyalist Kapitalizm
Muhsin Dalfidan

E mperyalist kapitalizmin bunalımını anlamak için sistemi karakterize eden


dinamikleri incelemek gereklidir. Değer teorisi ve artı değer üretimi, sermaye
birikimi sürecindeki aşırı üretim/aşırı birikim, üretimdeki rekabet ve anarşi, kâr
oranlarının düşme eğilimi kapitalizmi karakterize eden temel dinamiklerdir. Bu
çalışma, kapitalizmin temel karakteristiklerini, kapitalizmin bunalımı ekseninde
ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bunu, Marx’ın tek başlık altında incelemediği
ama değişik dolayımlar ile ayrıntılı incelediği kapitalizmin bunalımına ilişkin gö-
rüşlerini referans alarak ve bir yazı içinde özetleyerek yapmaya çalışacağım. Bu
anlamıyla yazı, yeni teori üretimi olarak değil Marx’ın bunalım teorisinin özet-
lenmesi ve bundan ilk sonuçların çıkarılması çabası olarak görülmelidir. Bunu
yapmadaki muradım: Bir yönüyle Marx’ın bunalım teorisi üzerindeki yanılsama
ve yanlış yorumlarla tartışmanın önünü açmaktır. Diğer yönüyle, kapitalizmin
bunalımını tekil olgularla ya da anın fotoğrafı/görünen yüzü1 üzerinden açık-
lama çabalarının eksikliğini vurgulamaktır. Kapitalizmin krizinin ne basit bir
finans sorunu, ne salt eksik tüketim, ne yönetici hataları olmadığını gösterme
çabasıdır. Bunalımın bir bütün olarak kapitalizmin hareket yasalarının ürünü ve
kapitalizmin esas olarak bunalım düzeni olduğunu göstermektir.
Konuya girerken sonraki bölümlere açıklayıcı olması için öncelikle, kapitaliz-
min, iki türden krizi olduğu notunu düşeyim. Birbirinden ayırt edilmesi gerekli
olan bu iki tür krizin birincisi, esas olarak üretim ile tüketim arasındaki göreceli

1 Görünen yüzüyle ifadesini kullanmamızdaki muradımız kapitalizmin bunalımlarının yazı boyunca çeşitli yönleriyle
anlattığımız kapitalist üretimin yapısından kaynaklandığıdır. Ancak bundan tüm bunalımların birbirinin aynı olguları
içeren tekrardan ibaret olduğu sonucu çıkmamalıdır. Her bunalımın genel özellikleri yanında farklılıkları da olacaktır.
Yine örneğin, son bunalımın görünen yüzü, ABD’deki konut üretimi ve kredi sistemidir. Bir başka durumda bir başka
meta üretimi ve finansal araç öne çıkabilir. Ama her durumda işin özü kapitalist üretimin yapısı/birikim sürecinin çeliş-
kili yapısıdır.

41
Yaşayan Marksizm

dengesizlikten kaynaklanan devrevi (periyodik) olarak belirli aralıklarla (kapita-


lizmin ilk dönemlerinde 10-12 bu gün ise 2-4 yıl gibi aralıklarla) gerçekleşen kısa
süreli krizlerdir. İkincisi ise, uzun süreli aşırı birikim krizleridir. Bu gün yaşadı-
ğımız bunalım ile daha önceleri 1873-93 arası ve 1929-40 arası yaşanan büyük
buhran diye nitelenmesi uygun olan krizler yapısal birikim krizleridir.
Gerçekte, kapitalizmin iki tür krizi de yapısaldır. Sermayenin ideologlarının ve
liberallerin öne sürdüğü gibi geçici, arızi veya sisteme dışsal olgular değildir. Dev-
revi olması arızi olduğu anlamına gelmemektedir. Bu yazıda yukarıda belirttiğim
Kapitalist üretim tarzının hareket yasalarını (her biri ayrı yazı konusu olması ge-
rekecek konuları burada belirli bir soyutlukta ve sınırlılıkla ele almak durumun-
dayım) bunalımların yapısallığını ortaya koyma ile sınırlı olarak inceleyeceğim.
Açıktır ki bütün bunları kapitalistlere akıl vermek için değil bunalıma neden olan
dinamikleri tespit etmek ve bu dinamiklerin kapitalizmi alaşağı edecek konumla-
rını sınıf mücadelesinin/işçi sınıfının hizmetine sunmaya katkı için yapacağım.

Kapitalist Üretimin Tek Amacı Sermaye Birikimi Sürecinin Hareket Ettirici


Yasaları, Çelişkileri ve Bunalım
Sermaye birikmiş emektir. Artı-değer yaratan emek ile artı değer yaratmayan/bi-
rikmiş emekten ibarettir. Kapitalist üretim ise, sermaye birikimi sürecinden iba-
rettir. Kapitalizmin ayırt edici karakteri birikim zorunluluğu, yani genişletilmiş
yeniden üretimdir. Sermaye birikimi zenginliğin değer biçiminde- meta biçimin-
de birikimidir. Sermaye birikimi kârın maksimizasyonunu hedefleyen kapitalist
genişletilmiş yeniden üretim olduğundan maliyetlerin düşürülmesi için üretim
süreci sürekli olarak yeniden yeniden örgütlenir. Bu nedenle, sermaye birikim
süreci olan kapitalist üretim sürecinde işçi; kişiliği, hakları, ihtiyaçları ve onuruyla
bir birey/insan olarak görülmez. Kapitalist üretimde işçi sadece bir maliyet unsu-
rudur. Dolayısıyla sermaye birikiminden ibaret olan kapitalist üretim sürecinin
örgütlenmesinde insanlar birikimin araçlarına dönüştürülmektedirler. Sermaye
birikiminin bu çelişkili süreci bunalımları yaratırken, sınıf çelişkilerini de daha
çıplak hale getirir. Yine, emek-gücünün değeri işçinin verili bir düzeydeki üretim
kapasitesini/iş gücünü, yeniden üretmek için (eski haline getirmek için) gerekli
olan verili miktardaki tüketim mallarının değerinin eşdeğeri olduğu içindir ki,
emek-gücünün üretkenliğindeki artış sonucu tüketim mallarının değeri azalır.
Bu ise eşdeğer durumundan dolayı emek-gücünün değerinin azalmasını doğu-
rur. Dolayısıyla, sermaye birikimi sürecinin bir başka deyişle üretim araçlarının/
makinelerin vb. donanımın gelişmesi sürecinin, emek-gücü değerini azaltan bir
süreç olarak yaşanması sermaye birikimi sürecinin bir başka çelişkisidir.
Toplumun toplam ürünü ve dolayısıyla toplam üretimi, üretim araçları ve tüke-
tim malları olmak üzere iki ana kesime ayrılır. Birincisi sermaye tarafından tüke-
tilen üretim araçlarının üretimi; ikincisi, tüketim mallarının üretimidir. Yeniden
üretim ve üretim artışı iki kesim arasındaki değişimi gerektirir ve iki kesim ara-

42
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

sındaki karşılıklı ilişkiyi, her kesimin kendi içindeki devinimi olmaktan çıkarır.
Her iki kesim açısından da, toplumsal ürünün tümünün tekrar yerine konulması
iki şekilde olur. Basit yeniden üretim ve genişletilmiş yeniden üretim.
Basit yeniden üretim: Burada artık-değer biriktirilmeyip harcanmaktadır ve
birinci kesimin değişen sermayesi ve artık-değer toplamı ikinci kesimin değiş-
meyen sermayesine eşit olmalıdır. Bu üretimin aynı ölçekte gerçekleşmesi için
gereklidir. Üretim araçları üreten birinci kesim, tüketim araçları üreten ikinci
kesime üretim araçları ve üretim girdileri sağlar. Bunun çıktılarının ikinci ke-
sim tarafından emilmesi için değişen sermaye ve artık-değerinin, ikinci kesimde
değişmeyen sermaye haline gelmesi gerekir. Basit yeniden üretim aynı zamanda
sermayenin ilk oluşumunun koşullarını da yaratır. Dolayısıyla,
Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini,
iş araçlarını, hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve
zaten insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koyma-
sıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk
oluşumu, salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim
tarzının tarihsel çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel ko-
şullarını satın alabilme, bir yandan da özgürleşen işçilerden para karşılığı
canlı emek mübadelesine girebilme imkanına kavuşmasından ibarettir.2
Sermaye birikimi esas olarak kapitalist genişletilmiş yeniden üretimle olur. Ge-
nişletilmiş yeniden meta üretimini yine iki kesim üzerinden ifade edecek olur-
sak: Birinci kesimdeki artı-değerin bir bölümü, diyelim ki yarısı sermaye olarak
üretimin genişlemesine ayrılır. Bu genişletilmiş kapitalist meta üretiminin gere-
ğidir. Birinci kesimdeki değişen sermaye ile artı-değer toplamı, ikinci kesimdeki
değişmeyen sermayeden daha büyük olmasıyla sermaye birikimi gerçekleşir.
İki kesim arası ilişkiye daha yakından baktığımızda; birinci kesimin değişen ser-
maye ve artık-değer tutarı ile ikinci kesimin değişmeyen sermayesi arasında, tüm
toplumsal ürünün yeniden nasıl üretildiği ile ilgili bir oran olduğu görülecek-
tir. Birinci kesimin değişmeyen sermayesi ile ikinci kesimin değişen sermayesi
ve artık-değeri arasında bir gerçekleşme ilişkisi olmadığı halde, birinci kesimin
değişen sermayesi ve artık-değeri tüketim nesneleriyle, ikinci kesimin değişme-
yen sermayesi, üretim araçlarıyla değişmeksizin yerine konulamaz. Bu nedenle,
birinci kesimin değişen sermayesi ve artık-değeri ile ikinci kesimin değişmeyen
sermayesi arasındaki değişim, yeniden üretim için zorunludur. Tüketim için
üretilen metaların toplam değerlerindeki artış hızının bu iki kesimdeki değişen
sermaye toplamındaki artış hızından daha fazla olduğu görülür. Bunun içindir
ki, tüketim metalarının toplam değerleri, iki kesimin değişen sermaye toplam-
larından daha büyüktür. Yine, ikinci kesimin değişmeyen sermayesi, birinci ke-
simin değişen sermayesi ile artı değerinin toplamından küçüktür. Bu nedenle

2 Marx, K. Grundrisse, çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979, s. 575

43
Yaşayan Marksizm

emek üretkenliği artırılmalı, emek-gücüne (canlı emek) duyulan gereksinim sı-


nırlandırılmalı ve işsizlik artırılmalıdır. Bu da emek-gücünün yeniden üretimi
için gerekli mal ve hizmetlerin ucuzlamasına, emek-gücünün değerinin düşme-
sine ve bütün bunlar kısır döngüye yol açar. Görüleceği gibi, iki kesim arası ilişki
ve dengesizlikler krizin tek başına açıklaması olmasa da sermaye birikimi süreci
olarak bunalımın oluşum çerçevesini gözler önüne serer.
Sermaye birikimi olarak genişletilmiş meta üretiminin iki kesim ilişkisi üzerinden
gerçekleşme sürecini özetledikten sonra bu sürecin diğer çelişkilerini incelemeye
devam edelim. Tekrar belirtelim: Sermaye birikimi, kapitalist üretim sürecinin
temel karakteridir. Sermaye düzeninde toplumsal zenginliğin ifadesi para, top-
lumsal yaşamın ifadesi ise piyasadan ibarettir. Toplumsal/genel zenginlik tekil
kapitalistlerin çıkar çatışmaları üzerinden olur. Dolayısıyla genel zenginlik özel
zenginliklerin birikmesi şeklinde olduğundan sürekli bir çelişki hali mevcuttur.
Birikim sürecindeki,
sermaye, toplumu üretir, ama kendi fiili üretimi özel bir üretim, yani özel
bir çıkarı karşılamak uğruna tikel bir nesnenin üretimidir; toplumun fii-
len toplum tarafından üretimi değildir... piyasa tanımı gereği, birbirinden
karşılıklı bağımsız ve bu ilişki çerçevesinde karşıt olan mübadelecilerden
oluşur. Sermayenin piyasa koşullarına kendisine uydurması, karşıtlık-
lar içinde ve sayesinde oluşan, karşıtlığı yeniden üreten bir birlik olmak;
uyumsuzluktan doğan bir uyum, rekabet ve mücadeleden doğan bir dü-
zen olmak zorundadır. Piyasa koşullarını oluşturmak, sermaye için içsel
bir zorunluluktur; oysa bu koşullar, sermayenin kontrolü dışında, dışsal
koşullardır. Bu çelişki, dönemsel krizlere yol açar.3
Ayrıca, sermayenin ilkel birikimden emek gücü dahil her şeyin meta haline gel-
diği kapitalist birikime geçişiyle sermayeyi sınırsız bir üretkenlik içine sokan yeni
bir uygarlık olarak kapitalizm tarih sahnesine çıkar. Bu uygarlığın bir bedeli/aç-
mazı vardır. Kapitalizmde toplumsal sermaye birikim süreci emeğin sömürüsü-
nü ve artı-değer genel zenginliğinin artışını sağlarken diğer yandan geniş kesim-
lerin sınırsız yoksullaşmasını yaratır. Bu ise sermayenin bir başka çelişkisinden
başka bir şey değildir.
Şöyle ki: Sermayenin artık-değer üretme çabası, üretilen ürünün değeri-
nin, başlangıçta sermaye tarafından piyasaya sürülen paraya (özellikle işçi
ücretlerine) oranla artmasını gerektirir. Artık-değer dinamiği uyarınca,
bir yandan piyasanın toplam alım gücü görece azalırken, bir yandan pi-
yasaya satılmak üzere sunulan toplam ürün değeri artacaktır. Bu nedenle,
artık-değer sömürüsünü giderek artırdığı her ‘istikrar’ döneminin sonun-
da, sermaye, kendi eliyle daralttığı piyasa tarafından boğulmak ve aşırı
üretim krizine düşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır.4

3 Age, s. 433
4 Age, s. 433-4

44
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

Sermaye birikimi sürecinin, “Bu başkalaşım biçiminin (metaların başkalaşımı)


içinde yer alan genel bunalım olasılığı –alım ve satımın birbirinden ayrı düşme-
si– demek ki, sermayenin de meta olması ve metadan başka bir şey olmaması
koşuluyla, sermayenin içinde mevcuttur”5 ve “...tıpkı paranın –hem metaların
doğal biçimlerinden bütün bütün farklı bir biçimi temsil edişi ölçüsünde, hem
ödeme aracı biçimiyle– incelenmesi, nasıl ki, bunalım olasılığını içinde taşıdığını
gösterdiyse, sermayenin genel yapısının –hatta gerçek üretim sürecinin önkoşul-
ları olan fiili ilişkilere bile dalmaksızın– incelenmesi, bunu daha da açıklıkla or-
taya koyar.”6 Ancak “...potansiyel bunalımın gelişme adımları –gerçek bunalım,
ancak kapitalist üretimin gerçek hareketinden, rekabet ve krediden çıkarılabilir–
bunalımlar sermayenin, sermayeye özgü özel yönlerinden çıktığı ölçüde o yönle-
re geri giderek izlenmelidir, yalnızca meta ve para olarak varlığında değil.”7
Bu anlatılanlardan çıkarılacak sonuç, sermaye/sermaye birikimi kavramını, kriz
tartışmasının eksenine almak gerekliliğidir. Bu perspektifle sermaye birikiminin/
kapitalist üretimin teorisi emek değer teorisiyle devam edelim.

Emek Değer Teorisi ve Bunalım


Kapitalizmin bunalımlarının nedenini sermaye birikim sürecinin çelişkilerinde,
diğer bir deyişle birikim sürecinin hareket ettirici dinamiklerinde aramak gere-
kir demiştik. Bunun için Marx’ın emek değer teorisini kavramak kapitalizmi ve
kapitalizmin bunalımlarını kavramak için olmazsa olmazlardan biridir. Çünkü
değer teorisi esas olarak sermaye birikim sürecinin teorisidir. Sermaye birikim
sürecinin eşitsizliklerini ve çelişkilerini ortaya koyan teoridir. Kapitalist üretim
tarzının temel bileşenleri olan meta, para ve emek arasındaki bağın ve çelişkile-
rin teorisidir. Sermaye birikimi demek artık-değer üretimi demektir. Artık-değer
üretimi olmadan sermaye birikiminden söz etmek mümkün değildir. Çünkü,
“artı değerin sermaye olarak kullanılmasına ve tekrar sermayeye dönüştürülme-
sine, sermaye birikimi denir.”8
Bu nedenle, sermaye birikim sürecinin kapitalist toplumsal ilişkilerin kendisi ol-
duğunu ve bu toplumsal ilişkinin uzlaşmaz/antagonist yapısının görülmesi gere-
kiyor. Bunun görülmesi için toplumsal ilişki olarak sermayenin/sermaye birikim
sürecinin görülür kılınmasını sağlayacak değer teorisini kapitalizmin bunalım-
larını anlamaya katkısı düzeyinde inceleyip bundan sınıf mücadelesine çıkan so-
nuç üzerine bir not düşeceğim.
Öncelikle okuyucunun heterojen yapısını gözeterek Kapitalist üretim sürecinin
temel kavramlarını özetlemek yerinde olacaktır.
Meta: Karşılığında başka maddi ürün ya da hizmetler (veya para) elde etmek

5 Marx, K. Artı-Değer Teorileri – İkinci Kitap, çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, Ekim 1998, s. 490
6 Age, s. 474
7 Age, s. 492
8 Marx, K. Kapital – I. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı: Mart 1978, s.595

45
Yaşayan Marksizm

için üretilen maddi ürün ya da hizmetlerin genel adıdır. Her meta üründür
ama her ürün meta değildir. Sadece kullanmak için değil esas olarak satmak
için üretilen maddi ürün ve hizmet metadır. Ürün, kullanım değeri üzerinden
üretilebilir. Köle, köle sahibine, serf, feodal beye kullanım değeri üzerinden ser-
vet üretebilir. Fakat bu meta değildir. Ürünün meta olabilmesi için kullanım
değerini tüketecek olan sahibin belli olmadığı bir başkası için değişim yoluy-
la devredilecek toplumsal kullanım değeri özelliği taşıması gerekir. Bu özellik
kapitalizmde belirleyici olur. “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu top-
lumların zenginliği, ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir.”9
Görüldüğü gibi her metanın bir kullanım değeri ve bir değişim değeri vardır. Me-
tanın kullanım değeri, o metanın yararlılığıyla, somut işlevleriyle ilgilidir. De-
ğişim değeri ise, metanın diğer metalarla ilişkisini anlatır. Emek-değer teorisine
göre, bir metanın değişim değeri, o metanın üretilmesi için gerekli (toplumsal)
emek zamanıyla belirlenir. Yani bir metayı üretmek için ne kadar uzun bir süre
boyunca emek harcamamız gerekiyorsa, o metanın değişim değeri de o oranda
yüksek olacaktır. Kısaca değeri oluşturan şey, meta içinde kristalleşmiş gerekli
emek miktarıdır. “Metanın değişim değerini hesaplarken en son kullanılan emek
miktarına, metanın hammaddesi içinde daha önce katılmış emek miktarını da,
onun gibi,bu emeğe yardımcı olan aletlere, avadanlıklara, makinelere ve binalara
katılmış emek miktarını da eklemek gerekir.”10
Değer: Meta içinde maddeleşen toplumsal emektir.
Sermaye: Birikmiş emektir.
...sermaye, bir nesne değil, toplumun belli bir tarihsel oluşumuna ait bu-
lunan belli bir toplumsal üretim ilişkisidir ve bir nesnede kendisini ortaya
koyarak bu şeye belirli bir toplumsal nitelik kazandırır. Sermaye, maddi ve
üretilmiş üretim araçları toplamı değildir. Sermaye daha çok, sermayeye
dönüştürülmüş üretim araçlarıdır ve tıpkı altın ya da gümüşün bizatihi
para olmaması gibi, bunlar da bizatihi sermaye değillerdir. Sermaye top-
lumun belli bir kesiminin tekeline aldığı üretim araçlarıdır ve canlı-emek
gücünün karşısına, bu emek- gücünden soyutlanmış ve sermayedeki bu
zıtlık yoluyla kişileşmiş ürünler ve iş koşulları olarak çıkar.11
Sermaye, yeni hammaddeler, yeni iş aletleri ve geçim araçları üretmede kullanılan
her çeşit hammaddelerden, iş aletlerinden ve geçim araçlarından oluşur. Sermayeyi
oluşturan bütün bu parçalar, emeğin yarattığı şeylerdir, emeğin ürünleridir, birik-
miş emektir. Yeni bir üretimin aracı olarak iş gören birikmiş emek, sermayedir.
Değişmeyen sermaye: “Bu, üretken amaçlar için bu yolda kullanılan bütün üre-
tim araçlarının değeridir. Bu da gene, makineler, emek aletleri, binalar, iş hay-

9 Age, s.49
10 Marx, K. Ücret, Fiyat ve Kâr, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar Cilt:2, Ankara, Temmuz
1977 içinde, s.61
11 Marx, K. Kapital – III. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı: Şubat 1990, s.715-716

46
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

vanları vb. gibi sabit sermaye ile ham ve yardımcı malzemeler, yarı-mamul ürün-
ler vb. gibi üretim malzemeleri olarak döner değişmeyen sermayeye ayrılır.”12
Sermayenin üretim araçları, hammadde, yardımcı malzeme, çeşitli iş aletleri ve
makineler tarafından temsil edilen kısmıdır. Değişmeyen sermaye üretim süre-
cinde nicel olarak herhangi bir değer değişimine uğramaz.
Değişen sermaye: “Bu sermaye, değeri bakımından, bu üretim kolunda kullanı-
lan toplumsal emek-gücünün değerine eşittir; bir başka deyişle, bu emek-gücü
için ödenen ücretlerin toplamına eşittir. Bu sermaye, özü bakımından ise, ey-
lem halindeki emek-gücünden, yani bu sermaye-değerin harekete geçirdiği canlı
emekten ibarettir.”13
Sermayenin emek-gücü tarafından temsil edilen kısmıdır. Değişen sermaye üre-
tim sürecinde değer değişimine uğrar. Kendi değerinin eşdeğerini yeniden ürettiği
gibi, bir fazlalığı da, değişen koşullara göre az ya da çok bir artı-değeri de üretir.
Emek: Maddi ya da hizmet olarak yapılan üretimde, insanın üretilen nesne ya da
hizmette kristalize olan yararlı çabasıdır.
Gerekli-emek ve artı-emek: İşçinin kapitaliste sattığı emeği değil emek-gücüdür.
İşçi emek- gücünü harcayarak üretimde bulunur. Üretim sonucunda ücret alır.
Ancak, işçi sadece ücreti karşılığı kadar değer üretmez. Daha fazla bir değer üre-
tir. Gerekli-emek zamanı ve gerekli emek, işçinin, emek-gücünün değerini, yani
gerekli geçim araçlarının değerini, yeniden üretmek için gereksinme duyduğu
kısımdır. Gerekli emek zamanı, kapitalist tarafından ücret şeklinde ödenir. Artı-
emek zamanı ve artı-emek, artı-ürünün üretimi için harcanır. Kapitalist üretim
tarzında, artı-ürün, kapitalistler tarafından mülk edinilen artı-değer biçimini
alır. Artı-emeğin ya da ek-emek zamanının emeğe ya da gerekli-emek zamanına
oranı, işçinin sömürü derecesini (artı-değer oranını) gösterir
Soyut emek ve somut emek: Her türlü emek bir yandan fizyolojik anlamda, in-
san emek gücünün harcanmasıdır ve bu, özdeş soyut insan emeği özelliğinde
oluşu ile metaların değerini/değişim değerini yaratır ve ona biçim verir. Öte yan-
dan her türlü emek, insan emek-gücünün, özel bir biçimde ve belirli bir amaca
dönük olarak harcanmasıdır ve bu somut yararlı emeğin özelliği ise kullanım-
değerlerini üretmesidir.
Canlı emek: Meta üreten işçinin ona kattığı emektir. Artı-değeri üreten canlı
emektir.
Ölü emek: Üretim araçlarında cisimleşmiş olarak bulunan, üretim araçlarının
daha önceki üretiminde onlara katılan/onlarda kristalize olan emektir.
Toplumsal gerekli emek-zaman: Bir metayı, normal üretim koşulları altında,
o sıradaki ortalama beceri düzeyi ve yoğunluğu ile elde edebilmek için gerekli
zamandır.

12 Marx, K. Kapital – II. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Üçüncü Baskı: Kasım 1992, s.353
13 Age, s.353

47
Yaşayan Marksizm

Gerekli emek-zamanı emeğin üretkenliğindeki değişime göre değişir. Emeğin


üretkenliği ise toplumsal koşullara bağlıdır. Bunların neler olduğuna ilişkin
öteki şeyler yanında, isçilerin ortalama beceri düzeyi, bilimin durumu ve onun
pratikte uygulama derecesi, üretimin toplumsal örgütlenmesi, üretim araçları-
nın boyutları ve etkinliği ve fiziksel koşullar sayılabilir.
Emek-gücü: Kapitalizmin oluşumunun temel koşullarından biri, “özgür”, üre-
tim ve yaşam araçlarından yoksun insanların var olmasıdır. Bu durum, bu insan-
ların (işçilerin) yaşamak için emek-güçlerini sermayeye satmak zorunluluğunu
doğurmaktadır. Görüldüğü gibi, işçi kapitaliste doğrudan doğruya emeğini değil
kullanım hakkını geçici olarak kapitaliste bıraktığı emek-gücünü satar. Dola-
yısıyla, insanın düşünsel ve fiziki çalışma yeteneği-gücü olarak tanımlanan
emek-gücü alınıp satılan bir metaya dönüşmüştür. Artık alınıp satılan köle ya
da toprağa bağlı serflerde olduğu gibi insanın kendisi değil onun emek-gücüdür.
“Emek-gücü değeri, emek-gücünün üretimi, geliştirilmesi, bakımı ve sürdürül-
mesi için gerekli birincil nesnelerin değeri tarafından belirlenir.” 14
Ücret: Ücret, iş gücünün para ile ifade edilen değeridir, iş gücünün fiyatıdır.
Emeğin karşılığı değildir. Emek-gücü alınıp satılan bir metadır. Dolayısıyla her
meta gibi emek-gücünün de değişim değeri ve kullanım değeri olarak iki değe-
ri vardır. Emek-gücünün değişim değerinin parasal karşılığı ücrettir. Burjuvazi,
ücreti sömürü düzenini gizlemek olarak kullanır. Ücretin, işçinin emeğinin kar-
şılığı, fiyatı olduğunu öne sürer. Bu tamamen bir aldatmacadır. Üstelik işçinin
aldığı ücret kendi ürettiği metada sahip olduğu bir pay değildir. Kapitalist işçiye
ücretini ürettiği malın satılmasıyla elde ettiği paradan değil daha önce üretilmiş
metaların satışından elde ettiği paradan öder.
Ücretin, para olarak ödeme şekli nominal ücret olarak adlandırılır. Bu her za-
man iş gücünün gerçek karşılığı olmaz. Nominal olarak ücretler artarken ya da
sabit kalırken işçi yoksullaşabilir. Bunu gerçek ücretlerle açıklayabiliriz. Gerçek
ücret, işçinin ücretiyle alabildiği geçim araçlarının miktarıyla belirlenir. Bunun
dışında, işçinin nominal ve gerçek ücreti sabit kaldığını varsaydığımız durumda
bile göreli ücreti düşmektedir. Göreli ücret, kapitalistin kârı, kazancı ile karşılaş-
tırmalı ücrettir. Emeğin yarattığı yeni bir değer olan metadaki kapitalistin payına
oranla, emeğin payına düşen orandır. Kapitalist ücretlerin yüksekliğini sömü-
rüyü gizlemek için kullanır. Ücretlerin yaratılan değer olan metanın kapitaliste
kazandırdığı artı değerden bağımsız değerlendirilmesi mümkün değildir. Eme-
ğin üretkenliği arttıkça işçinin mutlak yaşam düzeyi aynı kaldığı durumda bile
göreli ücreti dolayısıyla sermaye sınıfına oranla göreli toplumsal yaşam düzeyi
düşmektedir.
Mutlak artı-değer, nispi artı-değer ve ek artı-değer: Kapitalist üretim tarzında
bir iş günü emek-gücünün kullanılması yönüyle ikiye bölünür. Bunlar yukarıda

14 Marx, K. Ücret, Fiyat ve Kâr, s.69

48
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

tanımladığımız, gerekli-emek zamanı ve artı-emek zamanıdır. İşçi tarafından artı-


emek zamanında üretilen ve kapitalist tarafından el konulan değer artı-değerdir.
İş gününün, artı-emek zamanının uzatılmasıyla elde edilen artı-değere mutlak
artı-değer denir. İş günü zamanı aynı kaldığı halde, emek üretkenliğinin artması
sonucu gerekli-emek zamanının azalması ve artı-emek zamanının artmasından
doğan artı-değere, nispi artı-değer denir. Ek artı-değer nispi artı-değerin bir tü-
rüdür. Metaların değişim değeri toplumsal emek zamanı tarafından belirlendiği
için emek-gücünün üretkenliğini sektörün diğer işletmelerine göre daha fazla
artırmış olan tekil kapitalist fazladan ek bir artı-değer elde eder.
Değer teorisini anlamamıza kaynaklık edecek özetlediğimiz temel kavramlar
ışığında üretim sürecini dolayısıyla artı değer üretimini Marx’ın ifadeleriyle
anlatalım:
Kapitalistin kendisine malettiği ürün, örneğin, iplik ya da kundura gibi bir
kullanım değeridir. Ama, her ne kadar kundura bir bakıma bütün toplum-
sal ilerlemenin temeli ve kapitalistimiz de kesin bir ‘ilerici’ olmakla birlik-
te, yine de kundurayı, sırf kunduralara olan aşkından yapmaz. Kullanım-
değeri meta üretiminde qu’on aime pour lui meme (kendisi için sevilen-ç.)
bir şey değildir. Kullanım-değerlerini, kapitalistler, salt değişim-değerinin
maddi özü ve taşıyıcısı oldukları için ve sürece üretirler. Kapitalistimizin
gözünde iki amaç vardır: önce, değişim-değeri olan bir kullanım-değeri
üretmek ister, yani satılacak bir mal, bir meta üretmek ister; sonra, değe-
ri, üretiminde kullanılan metaların toplam değerlerinden daha fazla olan
bir meta üretmek ister; yani ürettiği şeyin değeri, serbest piyasadan satın
aldığı üretim araçları ve emek-gücünden fazla olmalıdır. Amacı, yalnız
kullanım-değeri değil, onunla birlikte meta üretmektir; yalnız kullanım-
değeri değil, değer üretmektir; yalnız değer değil, aynı zamanda artı-değer
üretmektir.15
Görüyoruz ki kapitalist üretimde her şey sermaye birikimi/artı-değer, daha fazla
sömürü ve daha fazla kâr içindir. Bunun için kapitalist emek-gücünü satın alır.
Amacı kişisel gereksinmelerini karşılayacak ürünleri ürettirmek değildir. Kapi-
talistin emek-gücünü satın almadaki “amacı, sermayesini çoğaltmak, karşılığını
ödediği emekten fazla emek içeren ve böylece kendisine hiçbir şeye mal olmayan
ve ancak metaın satışı ile gerçekleşen, bir değeri de içinde taşıyan metaları üret-
mektir. Artı-değer üretimi, bu üretim tarzının mutlak yasasıdır.” 16
Kapitalist birikimin diğer bir yasası ve çelişkisi, bir başka ifade ile “birikimin
özünde saklı niteliği, emeğin sömürülme derecesindeki her türlü azalması ve
kapitalist ilişkinin gittikçe büyüyen boyutlarda olmak üzere devamlı yeniden-
üretimini ciddi şekilde tehlikeye sokacak her türlü ücret artışını daima dıştalar.”17

15 Marx, K. Kapital – I. Cilt, s.202


16 Age, s.634
17 Age, s.638

49
Yaşayan Marksizm

olmasıdır. Kapitalistlerin ücret mücadelesinde kullandıkları en önemli araçların-


dan biri yedek sanayi ordusu/nispi artı-nüfustur.
Yoksulluk, faal emek ordusunun hastanesi, yedek sanayi ordusunun saf-
rasıdır. Sefalet, nispi artı-nüfusla birlikte ürer ve biri diğerinin zorunlu
koşuludur; artı-nüfusun yanı sıra yoksulluk, kapitalist üretimin ve zengin-
lik artışının bir koşulunu oluşturur. … En sonu, işçi sınıfının düşkünler
tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk
da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.18
Bunlardan çıkaracağımız sonuç: Kapitalist üretim, sermaye birikim sürecidir ve
sermaye birikim süreci artı-değer üretimidir. Bu süreç emek ile sermaye arasın-
daki antagonist çelişkinin sürekli bir savaşımı sürecidir ve değer teorisi emek ile
sermaye arasındaki çelişkiyi ortaya koyar. Dahası, tekil kapitalistler/burjuva sınıfı
arasındaki çelişkilerin ve mücadelenin üretim sürecinde işçi tarafından yaratılan
artı-değeri el koyma mücadelesi olduğunu gösterir. Gerekli-emek zamanı ve artı-
emek zamanı işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki mücadelelerle belirlenir. Ka-
pitalistin tüm amacı el koyduğu artı-değeri sürekli çoğaltmaktır. Kapitalist için
artı değeri çoğaltmanın anlamı kârını çoğaltmaktır. Kapitalistlerin hep daha fazla
kâr için mücadele etmeleri sınıflarının doğası gereğidir. “Kapitalistin iradesi, el-
bette ki, olanaklı olanın en fazlasını almak yolundadır. Bizim yapacağımız şey,
onun iradesi üzerinde derin incelemeler yapmak değil, onun gücünü, bu gücün
sınırlarını ve bu sınırların niteliğini incelemek”19 ve sınıf mücadelesi için sonuçlar
çıkarmak olacaktır. Kapitalist üretimde elde edilen ve kapitalist tarafından el ko-
nulan artı-değer esas olarak sermayeye eklenerek (kapitalistlerin lüks tüketimleri
tali kalır) sermaye büyür. Ancak değer teorisinin gösterdiği emek-sermaye arası
çelişkiler, meta, emek ve para olarak ortaya çıkan üretim sürecinin dinamikle-
rinin çelişkileri sürekli büyüme eğiliminde/ihtiyacında olan sermaye birikimini/
artı-değer üretimini kesintiye uğratır. Kapitalizm bir kez daha bunalıma girer.
Emek/sermaye arası mücadelenin görünen bir yüzü de ücretlerdir. Ücretlerde ge-
nel bir yükselme, kâr oranında genel bir düşmeye yol açar. “Demek ki, kârın aza-
misi, ücretin fiziksel asgarisi ve iş gününün fiziksel azamisi ile sınırlıdır. Açıktır ki,
azami kâr oranının bu iki sınırı arasında, değişebilen sınırsız bir ıskala vardır. Kâr
oranının fiili ölçüsü sermaye ile emek arasındaki kesintisiz savaşımla belirlenir”20
Bunalım dönemlerinde bu savaşım keskinleşir. Çünkü, kâr oranları düşen kapi-
talist önce ücretleri düşürme ve el koyduğu artı-değer miktarını koruma yoluna
gider. Bu dönemde yapılması gereken, işçinin işini koruması için daha düşük üc-
retlere razı olmak, ya da savaşımı sadece ücret mücadelesiyle sınırlamak olmama-
lıdır. Marx’ın değer teorisinin hakkını vermek; kapitalist üretim tarzının işçi
tarafından üretilen değerin artı-değer olarak kapitalistlerce el konmasından

18 Age, s.661
19 Marx, K. Ücret, Fiyat ve Kâr, s.40
20 Age, s.87

50
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

başka bir şey olmadığını bunalım koşullarının da avantajıyla ortaya koymak


ve “adil bir iş günü karşılığında adil bir ücret” sloganını, “ücret sisteminin
kaldırılması” sloganına dönüştürmek olmalıdır. O gün, bu gündür.

Üretimde Anarşi ve Rekabet, Kapitalizmin Hareket Ettirici Yasası ve Bunalım


Sermaye düzeni kapitalizm özel mülkiyet üzerinde yükselmektedir. Kapitalist-
lerin tek hedefi, daha çok kâr elde etmek, daha çok sermaye sahibi olmaktır. Bu
hedefle her tekil kapitalist, daha çok üretmeye ve daha çok satmaya odaklanır.
Kapitalizm budur. Dolayısıyla toplumun ihtiyaçlarının neler olduğunu, bu ihti-
yaçlar ve satış olanakları vb. etkenler doğrultusunda hangi kapitalistin ne ürete-
ceğini ve ne kadar üreteceğini planlayan ortak bir kurum yoktur/olamaz. Böylesi
bir uyumlulaştırma kapitalizmin doğasına aykırıdır. Dolayısıyla,
... eğer alım ve satım batağa saplanmazsa, dolayısıyla zor yoluyla çekidü-
zene sokulması gerekmezse -ve öte yandan, para ödeme aracı olarak, hak
istemlerinin karşılıklı yerine getirildiği ve böylece, ödeme aracı olarak pa-
ranın özünde var olan çelişkinin ortaya çıkmadığı bir doğrultuda işlerse-
ve dolayısıyla bunalımın bu iki soyut biçiminden hiç biri gerçek olmazsa,
bunalım ortaya çıkmaz. Alım ve satımlar birbirinden ayrılmadığı ve birbi-
riyle çatışmaya düşmediği ya da ödeme aracı olarak paranın yapısında yer
alan çelişkiler fiilen işlevsel hale gelmediği sürece hiçbir bunalım olmaz;
demek ki, bunalım, kendisini kendi basit formu içinde, yani alımla satı-
mın çelişkisi ve ödeme aracı olarak paranın taşıdığı çelişki biçiminde ifade
etmedikçe, söz konusu olamaz. Ama bunlar yalnızca biçimlerdir, genel
olasılıklardır. ... Ancak potansiyel bunalımın gelişme adımları -gerçek bu-
nalım, ancak kapitalist üretimin gerçek hareketinden, rekabet ve krediden
çıkarılabilir.21
Öyleyse, kapitalizmde meta üretimin insan gereksinmeleri yerine “kâr” mantığına
dayanması, kâr merkezli kapitalist üretimin rekabet içinde olmak zorunluluğu üre-
tim ile tüketim arasındaki dengenin bir türlü kurulamaması sonucunu doğurur.
Bu nedenledir ki, genişletilmiş meta üretimi/kapitalist meta üretimi tam bir
anarşi süreci içinde gerçekleşir. Tekil kapitalistlerin daha fazla kâr elde etme
hırsı, aralarındaki rekabeti artırır artan rekabet üretimin anarşik karakterinin
şiddetini/yoğunluğunu artırır. Yine, kapitalizmin temel çelişkilerinden biri olan,
üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çeliş-
ki kapitalist üretimin anarşik karakterini şiddetlendiren diğer bir nedendir.
Kısaca özetlediğimiz bu durum, kapitalist üretimin hareket ettirici yasalarından
biri olan anarşi ve rekabettir. Bu anarşi ve rekabet kapitalizmin bunalımlarının
da maddi ortamını/koşullarını oluşturur. Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası
da, aşırı meta üretimi de, aşırı sermaye birikimi de esas olarak kapitalist üretimin

21 Marx, K. Artı-Değer Teorileri, s.491-492

51
Yaşayan Marksizm

temel hareket ettirici yasası olan anarşi ve rekabet ortamında oluşmaktadırlar.


Kapitalist üretimin temel karakteri olan bu durum pazarın “doygunluğa” ulaş-
masına, meta üretiminin başta işçi ve emekçiler olmak üzere kitlelerin alım gücü
sınırlarını aşmasına ve dolayısıyla genişletilmiş kapitalist meta yeniden üretimi
için sürekli satılması gereken metaların satılamaması sonucunu doğurur ve bu-
nalımlar patlar. Bunalım sürecinde, üretim sınırlanır kapasiteler boşa çıkar, üre-
timin paralelinde meta ticareti de sınırlanır, kredi sistemi çöker, krediler geri
ödenemez duruma gelir, borsalar tepe taklak gider, hisse senedi, bono, tahvil ve
türev ürünleri piyasası bozulur ve değerleri alt üst olur. Bütün bunlar başta küçük
işletmeler olmak üzere iflasların ardı ardına gelmesine yol açar. Genel bir çökün-
tü durumu yaşanır. Çöküntü genelleşir ve yaygınlaşır. Emperyalist kapitalizmin
ve mali sermayenin uluslararası niteliği gereği, bir üretim alanında başlayan kriz,
tüm ülkeye ve tüm üretim alanlarıyla birlikte tüm ülkelere yayılır ve emperyalist
kapitalizm kaçınılmaz olarak genel bunalım içine girer. Bu genel bunalım döne-
minde uluslararası mali sermaye tekelleri arası rekabet daha bir şiddetini artı-
rır. Pazar paylaşım kavgalarının artması, savaşların ve işgallerin baş göstermesi
bunalımın ve çıkış çabalarının ürünü olarak yoğunlaşır.
Kapitalizm, rekabet ve anarşinin yarattığı çelişkiler içinde çevrimini sürdürmeye
çalışır.

Genişletilmiş Kapitalist Meta Üretiminde Aşırı Üretimin Kaçınılmazlığı ve


Bunalım
Kapitalizmin anarşik karakterinin ürünü olarak oluşan aşırı üretim toplumun tüm
ihtiyaçlarının karşılanması ama buna rağmen talep fazlası üretimin varlığı şeklin-
de gerçekleşmez/gerçekleşemez. Bu kapitalist üretimin toplumsallığı ile üretim
araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin gereği olarak ve kapitalist yeniden
üretimde, basit yeniden üretimden farklı olarak iş-gücünün de metalaşmış olması
ve kapitalistin tümüyle satmak için üretimde bulunması gereği de mümkün değil-
dir. Bunalım patlamalarına neden olan aşırı üretim göreli bir aşırı üretimdir. Ki-
şilerin, talep sahiplerinin alım gücüne göre aşırı üretim söz konusudur. Hal böyle
olduğu içindir ki, bunalım dönemlerinde işçi ve emekçi kitleler daha fazla yok-
sullaşırlar ve ihtiyaçlarını her zamankinden daha faza karşılayamaz hale gelirler.
Dolayısıyla, üretken güçlerin hızlı gelişimi ile tüketimin sınırlılıkları arasın-
daki çelişki aşırı üretime yol açar.
Aşırı-üretimi, sermaye üretiminin genel yasası özellikle koşullandırır; bu
yasa, üretici güçlerin belirlediği sınıra kadar üretme, başka deyişle, paza-
rın fiili koşullarını ya da ödeyebilme gücüyle desteklenen gereksinmeleri
dikkate almaksızın, belli bir miktardaki sermayeyle emeği azami ölçüde
sömürme yasasıdır.22

22 Age, s.512

52
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

Ancak, aşırı üretim, salt insan gereksinmelerini dikkate almayan kapitalist meta
üretiminin ve yine sadece “ödeme gücüyle desteklenen gereksinmeleri” dikkate
almayan üretimin sonucu da değildir. Çünkü kapitalist yeniden üretim sadece
tüketim nesnelerinin üretimi değil esas olarak da üretim araçlarının üretimidir.
Değişmeyen sermaye olan üretim araçlarını nihai tüketici satın almaz. Elbette tü-
ketim nesnelerinin aşırı üretiminin de bunalıma etkisi kaçınılmazdır. Fiili tüke-
timi ve fiili alım gücünü artırmakla aşırı üretimi dengelemek mümkün değildir.
Çünkü, pazarda daha çok alıcı bulan meta kapitalistler tarafından daha çok üre-
tilir, her tekil kapitalist bu metanın üretimine yönelir. Dolayısıyla alım gücünün
artması aşırı üretimi azaltmak şöyle dursun artırıcı etki yapar. Kapitalizmin üre-
tim yasalarını görmezden gelerek fiili tüketimi artırmanın koşullarını yaratarak
bunalımı önleyebilme iddiasında olanlara diyeceğimiz odur ki:
Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu
söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir. ... Bir kimse, eğer,
işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha
büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu
kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir ge-
rekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların, daima ücretlerin ge-
nellikle yükseldiği ve işçi sınıfının, yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmın-
dan daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek
yeterli olacaktır.23
Ayrıca, kapitalist üretim sadece tüketim nesnelerinin üretimi değil esas olarak
üretim araçlarının üretimidir. Üretim araçlarını ise işçi ve yoksullar satın almaz.
Aşırı üretim, kapitalist üretim tarzının yapısından kaynaklanan çelişkilerin ürü-
nüdür.
Üretimin (ve dolayısıyla iç pazarın) esas olarak üretim araçlarından do-
layı gelişmesi yanılsamalı görünür ve kuşkusuz bir çelişki teşkil eder. Bu,
‘bizzat kendisi amaç olan’ gerçek ‘üretimdir’ ... tüketimde buna tekabül
eden bir genişleme olmaksızın üretimin genişlemesidir. Ama bu, doktri-
ne ilişkin bir çelişki değil, gerçek hayatın çelişkisidir; tam da kapitalizmin
yapısına ve bu toplumsal ekonomi düzeninin öteki çelişkilerine uygun
düşen türden bir çelişkidir. Tüketimde buna tekabül eden bir genişleme
olmaksızın üretimin genişlemesi, kapitalizmin tarihi misyonuna ve özgül
toplumsal yapısına uygun düşmektedir; birincisi, toplumun üretici güçle-
rinin geliştirilmesinden ibarettir; ikincisi, bu teknik başarılardan nüfusun
çoğunluğunun yararlanmasını engeller.24
Bu engelin yarattığı çelişkiler bunalımları tetiklerken, sınıf mücadelesini de kes-
kinleştirir.

23 Marx, K. Kapital – II. Cilt, s. 366-367


24 Lenin, V.I. Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, çev. Seyhan Erdoğdu, Sol Yayınları, Ankara, Birinci Baskı: Eylül 1975,
s. 41

53
Yaşayan Marksizm

Şimdi de sermaye birikiminin/kapitalist üretimin hareket yasalarından bir baş-


kasına kâr oranlarının eşitlenmesinden düşmesi eğilimine, bu eğilimin nedeni
olarak da kapitalist üretimin gerçekleşme biçimine göz atalım.

Sermayenin Organik Bileşimi, Kâr Oranlarının Eşitlenmesinden Kâr Oranla-


rının Düşme Eğilimi Yasasına ve Bunalım
Kâr oranlarının ortalama eşitlenmesi: Kapitalist üretimin dolayısıyla sermaye
birikiminin temel karakteri, canlı emeğin ölü emekle ikame edilerek; toplam
sermaye harcaması içinde giderek artan bölümün üretim araçlarına (donanım,
makine, hammadde vb.) harcanmasıyla sermayenin organik bileşimindeki artış
üzerinden genişlemenin, büyümenin gerçekleştiği genişletilmiş yeniden üretim-
dir. Bu temel karakter bir yandan kapitalist rekabetten diğer yandan sınıf mü-
cadelesinden kaynaklanır. Artı-değer canlı emek tarafından yani sermayenin iş-
gücü satın aldığı kısmı olan değişen sermaye tarafından üretilir. Dolayısıyla her
tekil kapitalist satın aldığı ücretli emek tarafından üretilen artı-değerin tümüne
doğrudan el koyamaz. Toplam toplumsal sermaye içinde temsil ettiği oran öl-
çüsünde toplam artı-değerden pay alır. Artı-değer toplumsal düzeyde yeniden
bölüşülür ve her sektörde ortalama bir kâr oranı oluşur. Sermayenin organik bi-
leşiminin toplumsal ortalamasının altında bir sermaye organik bileşimine sahip
sektörler ya da tekil kapitalistler, satın aldıkları emek-gücü tarafından üretilen
artı-değerin tümüne el koyamazlar. Bu artı-değerin bir kısmını sermayesinin
organik bileşimi toplumsal ortalamanın üzerinde olan sektörlere ya da tekil ka-
pitalistlere aktarmak zorundadırlar. Bu durum tekil kapitalistler arasında artı-
değerin yeniden bölüşümü nedeniyle rekabet yaratırken esas olarak tüm tekil ka-
pitalistlerin sınıf olarak davranmalarını, dolayısıyla emek sömürüsündeki ortak
sınıf çıkarlarının da maddi temelini oluşturur.
Üretim aşamasında oluşan artı-değer toplumsal olarak dolaşım aşamasında kâr
olarak karşımıza çıkar. (Artı-değer üretim aşamasında, kâr dolaşım aşamasında
oluşur. Yine, tekil -kapitalist ve işçi- ilişkilerde artık-değer görülür. Toplumsal
ilişkilerde ise kâr. Değer-fiyat arasındaki çelişki gibi artık-değer - kâr arası çeliş-
kide özel/tekil olan ile toplumsal olanın çelişkisidir.) Sermayenin organik bile-
şimi yüksek olan sektörlerde daha düşük kâr oranı oluşurken, organik bileşimi
düşük olan alanlarda kâr oranı yüksek olacaktır. Bu durum kâr oranının yüksek
olan sektörlere daha fazla sermaye çekilmesine yol açar. Bu ise üretimi “talebin”
üzerinde artıracak, fiyatlardaki gerileme kâr oranlarındaki gerilemeyi hızlandı-
racaktır. Tersi sektörlerde ise kâr oranı toplumsal ortalamanın altında olduğun-
dan, bu sektörlerden sermaye çekilecek, üretim “talebin” altında kalacak ve fiyat-
lar sektördeki kâr oranı toplumsal ortalamayı yakalayana kadar yükselecektir.
Görüldüğü gibi farklı sektörler arası sermaye akışı ve geriye akışı kâr oranları-
nın toplumsal olarak eşitlenmesinin temel dinamiğini oluşturur. Kâr oranlarının
toplumsal olarak eşitlenmesi, kâr oranlarının düşme eğiliminin de salt tekil sek-
törlerde değil genel olarak toplumsal ölçekte olmasını koşullar.

54
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

Sermaye birikim sürecinin gereği sermayenin organik bileşiminin sürekli artışı


birikim, kriz ve sınıflar mücadelesi arasındaki bağlantının bir başka boyutunu
oluşturur. Bu nedenle sermayenin organik bileşimindeki artışın iç yüzüne bak-
mak gerekecektir. Sermaye hem kendi içindeki rekabet gereği rakiplerine karşı
varlığını korumak hem de sınıf mücadelesini denetim altında tutabilmek zorun-
luluğundadır. Bunun için hem değerlenmek/üretilenlerin tüketilmesi hem de
birikmek/genişletilmiş yeniden üretim zorunludur. Sermayenin artık değeri ger-
çekleştirebilmesi ve artığı çoğaltabilmesi/sömürüyü artırmak ise, maliyetlerden
tasarruf edebilmesine ya da üretkenliği artıracak yöntemleri üretime sokabilme-
sine bağlıdır. Bu amaç doğrultusunda sürekli yeni sömürü yolları ve biçimleri
devreye sokulur.
Alınan tüm tedbirler ve yeni birikim/sömürü yolları, sermayenin organik bile-
şiminin yükselmesiyle sonuçlanır. Yani, değişmeyen sermayenin (ölü emeğin)
değişken sermaye (canlı emeğe) oranı sürekli olarak artar. Bu da, kapitalist üre-
timde aşırı birikimi doğurur. Aşırı birikim sorunu, üretimle tüketim arasındaki
dengeyi tümden altüst ederek, bir yandan eksik tüketim ya da fazla üretim diğer
yandan kâr oranlarının düşme eğiliminin artmasına yol açar. Kâr oranlarında
düşüş eğilimi göreceli yavaşsa yani sistem güçlü ise belirli tedbirlerle kendi içinde
denge tekrar kurulabilir. Kapitalizm krizi periyodik bir krizle aşabilir. Kâr oran-
larının düşme eğilimi sistemin güçsüz olması sonucu şiddetli olduğunda süreç
dengeye getirilemez ve birikim bunalımı kaçınılmaz hale gelir.
Sermayenin organik bileşimi arttıkça artı değer oranı-sömürü oranı artarken kâr
oranları düşer.
Bu durumu formüle edersek; D: Toplam üretim, C: Sabit sermaye.
V: İş gücü değeri, S: Artı değer. Artı değer oranı: S/V, Kâr oranı: S/C+V’dir.
Konunun daha anlaşır olması için durumu bir de sayısal örnekle açıklayalım:
Örneğin, bir ülkede bir yıllık üretimde yaratılan toplam değer 500 birim. Bu 500
birimin 300’ü değişmeyen sermaye (makine ve donanım ve hammadde vb. yatı-
rılan sermaye), 100’ü değişen sermaye (iş gücünün satın alınmasında kullanılan)
ve 100’ü de artı-değer. (İşçilerin emeğinin ödenmeyen, kapitalistler tarafından
el konulan bölümünün karşılığı olan değer.) Bu örnekte artı-değer oranı (artı-
değer/değişen sermaye x 100) 100/100 x 100 = % 100’dür. Kâr oranı ise (kâr/
[değişmeyen sermaye + değişen sermaye] x 100) 100/400 x 100 = %25’dir. Bu ül-
kede diyelim ki, 5 yıl sonra sermayenin organik bileşiminde bir yükselme olsun.
Yeni teknolojik gelişmelerin gereği üretime yeni makine vb. sokulması sonucu,
değişmeyen sermaye bölümünde 100 birimlik bir artış olsun. Diğer verilerde bir
değişiklik olmasın. Yani yaratılan toplam değer 600 birim. Bu 600 birimin 400’ü
değişmeyen sermaye; 100’ü değişen sermaye; 100’ü de artı-değer. Bu durumda
artı-değer oranında bir değişiklik yoktur: 100/100 x 100 = % 100. Fakat kâr ora-
nında bir düşme vardır.100/(400+100) x 100 = % 20. Bir bütün olarak yaratılan

55
Yaşayan Marksizm

değer büyümüştür; sermaye büyümüş, bu büyümede sermayenin organik bile-


şiminde bir yükselme olmuş, fakat buna bağlı olarak kâr oranı düşmüştür. Yani
sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, ortalama kâr oranının düşmesine
yol açmaktadır.
Buna karşılık, düşme eğilimine karşı koyan etkenler de vardır. Emeğin sömürü
yoğunluğundaki artışlar, ücretlerin emek-gücü değerinin altına düşmesi, değiş-
meyen sermaye ögelerinin ucuzlaması, nispi aşırı nüfus artışı, dış ticarete yönelim,
hisse senetli sermaye artışı kâr oranlarındaki düşüş eğilimini azaltan ters yönlü
etkilerdir. Etkilerin işleyişinin ayrıntısına bir başka yazıda değinmek üzere, bu
etkileri yaratmak için kapitalistlerin yaptıklarını sıralayalım: Teknolojik gelişim
ve yenilenme üzerine yoğunlaşmak. Sürekli yeni ve ucuz hammadde kaynaklarına
sahip olma mücadelesi vermek. Emperyalist kapitalist sistemin doğası gereği daha
fazla talep ve yeni pazar ihtiyacı için siyasi, ekonomik ve askeri işgallere ve pazar
paylaşım savaşlarına hız kazandırmak. İş gücünü ucuzlatacak, sömürüyü katmer-
leştirecek yeni üretim teknik ve emek istihdam biçimlerini yaşama geçirmek.
Ancak bu etki ve önlemlerin işlevi düşme eğiliminin sadece geciktirilmesinden
ibaret olup aynı zamanda süreçle daha yıkıcı bir şekilde kâr oranlarının düşme-
sine de yol açarlar.
Yanlış anlamaları önlemek için son olarak belirtmek gerekir ki; sanayi çevrimi
içinde kâr oranlarındaki yükselme ve düşmelerin, üretimdeki yükselme ve düş-
meler ile sıkı bir bağlantı içinde olduğu açıktır. Ancak tek başına kâr oranların-
daki düşme eğilimini krizin nedeni olarak açıklamak da doğru olmayacaktır. Kâr
oranlarındaki düşme eğilimi diğer hareket ettirici yasaların işlerlikleriyle birlikte
ele alınmalıdır. Ancak burada kâr oranlarının düşme eğilimi yasası en etkin di-
namik olarak karşımıza çıkar. Sonuç olarak, kapitalizmin bunalımlarının yapısal
olduğunu vurgulamakla her bunalımın özgün bir sebebin öne çıkmasıyla doğmuş
olabileceğini, ancak tüm bunalımların bir neden sonuç diyalektik ilişkisi içinde
değerlendirilecek olan kapitalizmin hareket yasaları sonucu ve nihayetinde üre-
tici güçleri sürekli olarak kârlılık sınırının ötesinde geliştirmesindeki çelişkiden
doğduğunu görmek gerekir. Bunun içindir ki sermayenin gelişme düzeyi ne ka-
dar yüksekse, üretimin/üretici güçlerin gelişiminin önüne o kadar engel olarak
çıkar. İnişli çıkışlı seyreden ama hep bir öncekine göre azalarak dalgalanan
kâr oranları kârlılığı sınırlarken, üretici güçlerin gelişimi sürekli çıkış çizgi-
sini takip eder. Bu antagonist çelişki kapitalizmi bunalımlara sürüklemekle
kalmaz nihai olarak çöküşünün de nedeni olur.

Bunalımlara Maddi Temel Sağlaması Yönüyle Sanayi Çevrimleri


Devrevi bunalımlar emperyalist kapitalizmin tarihsel ve fiziksel sınırlarına da-
yandığı günümüzde sürekli denilebilecek kadar kısa aralıklarla gerçekleşmekte-
dir. Aslında, kapitalist üretim tarzının karakteri gereği devrevi bunalımlar kapita-
lizmin tarihi boyunca gittikçe sıklaşan sürelerle görülmektedir. Sanayi çevrimleri

56
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

bunalımlara maddi temel oluşturur. Şöyle ki,


Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist
üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi
sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, bir çok yılı, diyelim orta-
lama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yanda
bu ömrü uzattığı halde, öte yandan da bu ömür, kapitalist üretim tarzının
gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki
sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar
fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli
yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayinin temel dallarında
bu yaşam çevriminin ortalama on yıl olduğu varsayılabilir. Ne var ki, biz
burada kesin rakamlar ile ilgili değiliz. Şu kadarı açıktır: bu süre içerisinde
sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsa-
yan birbiriyle bağıntılı devirler çevrimi, devresel bunalımlara maddi bir
temel sağlar. Bu çevrim sırasında, işler, birbirini izleyen durgunluk, orta
derecede faaliyet, hızlanma ve bunalım dönemlerinden geçer. Sermayenin
yatırılmış olduğu dönemlerin birbirlerinden çok farklı olduğu ve zaman
bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir bu-
nalım, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu neden-
le, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine
az çok yeni bir maddi temeli sağlarlar.25
Yine devrevi bunalımların yaklaşık onar yıllık devirlerinin gittikçe kısalacağının
ve sürekli bir hale doğru gideceğinin işaretleri daha serbest rekabetçi kapitalizm
döneminde ortaya çıkmıştır. Daha o yıllarda, Engels’in Kapital’in “İngilizce Bas-
kıya Önsöz”ünde belirttiği üzere,
...Üretici güç, geometrik oranla arttığı halde, pazarlar olsa olsa aritmetik
oranla büyüyor. 1825’ten 1867’ye kadar durmadan yinelene gelen onar
yıllık durgunluk, gönenç, aşırı üretim ve bunalım dönemleri, gerçekten
ömrünü tamamlamış gibi görünüyor; ama yalnızca bizi devamlı ve süre-
ğen bir depresyonun bataklığına bırakmak için. Özlemle beklenen gönenç
dönemi gelmeyecek; bunu haber veren belirtileri görmekle bunların ufuk-
ta kaybolmaları bir oluyor(du).26

Emperyalist Kapitalizmin Son Genel Bunalımına Dair Yanılsama ve Kapita-


lizmin Boşa Çıkan Çabaları
Küresel emperyalist kapitalizm ilk genel bunalımını yaşıyor. ABD’de başlayıp
tüm Dünya’ya yayılan küresel kapitalizmin krizinden sıkça finansal kriz olarak
söz edilmektedir. Bu ifadelendirme esas olarak finansal ve üretim alanlarını ayrı
ele almanın ürünü olarak yapılmaktadır ki, bunun kapitalizmin krizini anlama,

25 Marx, K. Kapital – II. Cilt, s.170


26 Marx, K. Kapital – I. Cilt, s.39

57
Yaşayan Marksizm

işçi sınıfının lehine dünyayı değiştirme ve kapitalizmi yıkma mücadelesinin teo-


rik argümanlarını üretmede yanılsama yarattığı açıktır. Emperyalist kapitalizmde
finansal alan ile üretim alanının birbirinden ayrılması mümkün değildir. Bu iki
alan birlikte değerlendirilmeli ve kapitalizmin salt finansal değil bir bütün olarak
krizinden söz edilmelidir. Kapitalizmdeki sermaye birikimi ve emek-değer teo-
risine baktığımızda finansal alanın kapitalizmin reel sektör denilen (mal üretimi
alanı) kadar reel bir unsuru olduğu görülecektir. Dolayısıyla, bugünkü kriz spe-
külatif finans hareketlerinin ürünü değil kapitalist üretimin doğası gereğidir.
Sermayenin aşırı birikimi sermayenin değersizleşmesi riskini doğurur ve bu-
nalım baş gösterir. Sermaye aşırı birikimi değersizleşme olmadan çözmek için
harekete geçer. Yapabileceği sermayeyi meta ya da para sermaye olarak ihraç et-
mektir. Bu durum aynı zamanda Kapitalizmin yatay ve dikey gelişiminin de ge-
rekliliğidir. Başlangıçta meta sermaye olarak bağımlı ülkelere açılarak aşırı üre-
timi dengelemeye çalışan sermaye, bu sefer para sermaye olarak bağımlı ülkelere
ihraç edilir. Para sermaye bu ülkelerde bir yandan kredi olarak satışa sunulurken
diğer yandan menkul kıymete dönüşerek tam anlamıyla mali sermaye olarak boy
gösterir. Ancak bu çabaların önünde bağımlı ülkelerin kapitalist gelişimindeki
sorunlar vardır. Kapitalist gelişmişlik ve üretken sermaye yatırımları çoğu yer-
de emperyalist kapitalistlerce satışa çıkarılmış kredi biçimindeki para sermayeyi
alacak düzeyde değildir.
Özellikle kriz dönemlerinde kredi alarak üretken sermaye yatırımlarını sürdüre-
cek sermaye kesimi sınırlı kalır. Diğer yandan, kapitalizmin fiziksel sınırları var-
dır. Kapitalizmin pazar paylaşımının tamamlanmadığı yıllarda, sermaye yeniden
üretim maliyetine katlanmadığı yeni kaynaklara ulaşabiliyordu. Yeni topraklara el
konulması bunun en tipik örneklerinden biridir. Artık emperyalist kapitalizmin
bu olanağı tükenmiştir. Son 20-30 yılda ise neo-liberal politikalar doğrultusunda
ulusal devletlerin küçültülmesi adıyla tüm kamu hizmetleri metalaştırılıp serma-
yenin hizmetine sunularak sorun çözülmeye çalışılmaktadır. Ancak bunun da sını-
rına gelinmiştir. Aşırı birikmiş finansal sermaye üretken alanlara akamamaktadır.
Aktığı durumda da kapitalistler arası şiddetlenen rekabet üretken alanın çekiciliği-
ni yok etmektedir. Sonuç olarak kapitalizm, finansal sermayenin aşırı birikiminin
önüne geçememekte, mali sermayede aşırı bir değerlenme baş göstermektedir.
70’li yıllardan bu yana finans piyasalarında yaşanan ürün çeşitlenmesinin nedeni
de sistemin aşırı birikim krizine girmiş olmasıdır. Çoğunlukla sermayenin “reel
sektörden çok finansal alanlardan kâr ettiği, bunun için kolay para kazanılan
alanlar olarak finansal alana kaydığı” söylenir. Bu kapitalizmin hareket yasalarını
göz ardı eden bir açıklama olup gerçeği yansıtmamaktadır. Dolayısıyla finansal
alana yönelimin nedeni, bu alanın daha “kârlı” olması değil yazının bütünü için-
de açıklamaya çalıştığımız sistemin yapısal işleyişinin getirdiği kaçınılmaz bir
zorunluluktur. Ama bütün bu çabalar boşa çıkmış ve kapitalizmin bir dönemini
kapatacağı kesin olan genel bunalım içine girilmiştir.

58
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

Bunalım Sonrası Emperyalizmin Küresel Tek Dünya Tekeline/Barış İçindeki


Ultra Emperyalizme Dönüşmesi Mümkün mü?
Bunalım sonrası, kapitalizm toplumsal formasyonlarındaki değişikliklerle de-
vam etse bile (uzun bir süreyi kapsayacak olan genel bunalım sürecine rağmen
en büyük olasılık bu görünüyor) bu gidiş küreselleşme ideologlarının dediği gibi
tek bir dünya tekeli haline gelen dünya kapitalizmine gidiş olmayacaktır. Serma-
yenin sürekli yoğunlaşması ve merkezileşmesi tekelleşmeyi doğurmuştur. Her
bunalım süreci iflaslar, şirket birleşmeleri, satın almalar vb. olaylar sonucu tekel-
leşmenin/sermayenin merkezileşmesinin daha da artığı dönemler olmaktadır.
Ama bu durumun barış içinde, rekabetin ve tekil sermaye gruplarının olmadığı
kapitalist geleceğin olanaklı olduğu ve gidişin oraya doğru olduğu anlamına gel-
memektedir. Çünkü, “Kavramsal  açıdan rekabet, sermayenin içsel dinamiği-
nin, özünü tanımlayan yapının, çok sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi biçi-
minde belirmesi ve realize edilmesi; iç dinamiğin dışsal bir zorunluluk biçiminde
tezahür etmesidir. (Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde var olabilir ve
dolayısıyla sermayenin kendi kendini yönlendirişi, bu çok sayıda sermayenin
karşılıklı etkileşimi şeklinde gözükür.)” 27 Yine, “...tüm kapitalist gelişme, kapi-
talizmin çelişkilerinin giderek genişleyen bir ölçekte sürekli yeniden üretilmesi
sürecinden başka bir şey değildir. Kapitalist bir ekonomi biçimiyle dünya eko-
nomisi gelecekte içerisindeki gizli uyum eksikliğinin üstesinden gelemeyecektir.
Aksine bu uyum eksikliği giderek genişleyen ölçekte yeniden üretilmeye devam
edecektir.”28 Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması tekeller arası rekabeti
azaltmak değil şiddetlendirmek yönünde etki yapacaktır. Bu kapitalist üretimin
genel karakterinin gereğidir. Sınıflar mücadelesi tarihi ultra-emperyalizmin de-
ğil, mutlak bir gün,
Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en so-
nunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya
ulaşır, böylece kabuk parçalanır, kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır.
Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.29
önermesinin gerçekleşeceğini kanıtlamaktadır. Öyleyse, barış içinde bir süper
emperyalizm çağı düşlemek “kapitalizmi yerinde bırakarak proletaryayı yok et-
menin mümkün olabileceği hayali gibi ciddiye alınamayacak bir rüyadır.”30 Bu-
nalım sonrası olasılıklardan biri emperyalizmin barışçıl çağı değil (böyle bir em-
peryalist çağ asla olmayacaktır) şiddet, baskı, zor ve savaşlarda ifadesini bulan
çelişkileri keskinleşmiş bir emperyalist kapitalizm dönemi olacaktır. Kapitalist
üretim rekabet olmadan yaşayamaz. Kapitalistler arası ‘barışçı uzlaşmalar’ tü-
müyle geçicidir.

27 Marx, K. Grundrisse, s.455-456


28 Buharin, N. Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, çev. G. Akalın ve U. S. Akalın, Spartaküs Yayınları, İstanbul, 1996,
s.132
29 Marx, K. Kapital – I. Cilt, s.782
30 Hilferding’ten aktaran Buharin, N. Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, s.131

59
Yaşayan Marksizm

Diyelim ki, bütün emperyalist devletler bu Asya ülkelerini ‘barışçı’ yoldan


bölüşmek için aralarında birlik kurdular. Bu birlik ‘uluslararası düzeyde
birleşmiş bir mali-sermaye’ birliği olacaktır. ... kapitalist düzenin sürüp
gitmesi koşuluyla (Kautsky tam da bu koşulu varsaymaktadır) bu ittifak-
ların kısa süreli olmayacakları, olanaklı olan her biçimde ortaya çıkacak
sürtüşmeleri, anlaşmazlıkları, savaşımı önleyecekleri düşünülebilir mi?...
kapitalist sistemin gerçeklerine göre hangi biçime bürünürse bürünsün,
ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, isterse bü-
tün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun,
‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifakları, kaçınılmaz olarak,
savaşlar arasındaki dönemlerin ‘mütarekeleri’ olmaktan başka anlam taşı-
mamaktadır. Barışçıl ittifaklar savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; tek
ve aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emper-
yalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve barışçı olmayan
savaşımın almaşık biçimlerini yaratarak, biri ötekini koşullandırır.31
Kaldı ki, bu gün bunalım dönemidir. Bunun anlamı “uzlaşmaların” değil çatış-
maların/şiddetin döneminde olunduğudur. Son otuz yıllık neo-liberal politika-
ların belirlediği ve emperyalist kapitalizm yerine küreselleşme kullanılarak yeni
bir çağa girildiği yalanı ve bununla paralel tekrar dillendirilmeye başlanan ultra-
emperyalizm olasılığının mümkün olmadığı konusundaki parantezden sonra
ne olacağı üzerine durmak gereklidir. Konunun sınıf güçlerini ilgilendiren en
önemli kısmı da burasıdır.

Büyük Buhran Sonrası Emperyalist Kapitalizmin Geleceği


Son genel bunalım sonrası dünya toplumlarını nasıl bir gelecek bekliyor soru-
suna dair ön görülerimize geçmeden önce yaklaşık 30 yıldır emperyalist kapi-
talizmin krizden çıkmak için öne çıkardığı politikaları tasnifleyerek özetlemek
zorunluluk olacaktır. Çünkü emperyalist kapitalizmin bu güne kadar yaptıkları
bundan sonra neleri yapıp yapamayacağınında ipuçlarını verecektir. Dahası ka-
pitalizmin tarihsel ve toplumsal/fiziksel sınırlarının neresinde olduğunu görme-
mizi sağlayacaktır.
Keynesyen politikaların belirleyiciliğindeki ekonomik/toplumsal formların kriz-
leri önleyemediğini yaşayarak gören sermaye sınıfı, ekonomiyi, devleti ve top-
lumu yeniden dizayn etmek üzere son otuz yıldır yoğun bir çaba içine girmiş
bulunmaktadır. Washington Uzlaşması olarak da ifade edilen neo-liberal politik
yönelimle birincisi, kapitalist ekonomik işleyiş yeniden düzenlenmiş, liberalleş-
me adıyla, sermaye hareketini kısıtlayan her türlü engelin kaldırılması, speküla-
tif hareketlerde dahil olmak üzere sermayenin hiçbir kısıtlama olmadan istediği
gibi hareket etmesi, her yere kimseye hesap vermeden girip çıkması için düzen-

31 Lenin, V.I. Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreya, Sol Yayınları, Ankara, Yedinci Baskı:
Haziran 1979, s.143-144

60
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

lemeler yapılmış; özelleştirme, taşeronlaştırma ve çalışmanın esnekleştirilmesi


üzerinden işçiler örgütsüzleştirilmiştir. İkincisi, yeni bir toplum örgütlenmesine
gidilmiş, sınıf mücadelesi dinamikleri parçalanırken, yeni toplumsal çelişkiler ve
farklılıklar birbirinden kopuk ve bağımsız olarak toplumun gündemine sokul-
muştur. “Sivil toplum” ve STK’lar ideolojik birer araç olarak öne çıkarılmış ve
muhalif kesimlerin düzene entegre edilmeleri için kullanılmış/kullanılmaktadır-
lar. Bireycilik geliştirilmiş, toplum değil bireyin (aslında bireycilik) esas olduğu
bir kültürel iklim yaratılmıştır. Üçüncüsü, özelleştirmelerin de bir yan desteği
olarak “hantal devlet”ten kurtulma yalanıyla devletin ekonomik alandan uzak-
laştırılması gerektiği düşüncesi işlenmiş ve ideolojik bir hegemonya kazanmıştır.
Devletin ekonomik alana müdahale etmemesi olarak sunulanın, aslında kapi-
talistlerin tek yanlı çıkarları doğrultusunda yapılan müdahalelerin gizlenmesi
yalanından başka bir şey olmadığı açıktır. Bu yalan rüzgarı sürecinde devletin
yeniden yapılandırılması ve küçültülmesi adıyla yasal düzenlemelere gidilirken
yönetişim uygulamalarıyla ademi merkeziyetçilik ve yerelleşme ile tüm alanlar
sermayenin emrine verilmiştir. Ama bütün bu önlemler ara ara krizi ötelese de
kaçınılmaz bir şekilde kapitalizm bir kez daha genel bunalımın içine düşmüştür.
Böylece neo-liberalizmin iflasıyla 30 yıllık aldatmaca da sona ermiştir.
Şimdi neo-liberalizmin kendi kendine iflasını da açık eden genel bunalımın son
sürecine kısaca bir göz atalım: ABD’de patlak veren emperyalist kapitalizmin
krizinin bir geçmişi vardır. Aşırı üretimin sonucu daha 1997 yılında ABD ima-
lat sektörü, büyümeyi durdurma kararı almış idi. İzleyen yıllarda birçok sanayi
sektörü fazla kapasite sorunuyla boğuşmaya başladı. 2002 yılında durum 1929
bunalımındaki düzeye gelmişti. Sermaye aşırı üretim ve birikimi aşmak üzere fi-
nans sektörüne yöneldi. Son olarak, kitlelerin alım gücüne göre göreli olarak aşı-
rı konut üretiminin yarattığı satım ile alım arası yaşanan dengesizliği aşmak için
kredilendirme yoluyla kitlelerin alım gücünü artırma yoluna gidilmiş (aslında
kredi/borçlanma sistemi sadece göreli aşırı üretimin varlığında değil her durum-
da satma ve satın alma ilişkisindeki denge adına mali sermaye tarafından kulla-
nılmaktadır) mali sermaye bankalar aracılığıyla kredi bolluğu yaratarak insanları
geleceklerini satmalarına yönlendirmiştir. Kâr için yapılan üretimin alım satım
dengesi bozulmuş, kredi bolluğu aşırı üretim ve birikimin çaresi değil yıkımı ol-
muştur. Kredilerin geri ödemelerinin olmaması önce bankaları vurmuş, giderek
sigorta şirketlerine ve borsayı kıskacına alarak, tüm ABD ekonomisini etkisi al-
tına alırken, küresel kapitalizmin doğal sonucu hızla uluslararası bir yayılmayla
dünya kapitalizminin genel bunalımına dönüşmüştür. Bankaların iflası, el değiş-
tirmeler veya devletleştirmeler ardı ardına gelirken nihayet General Motors’un 1
Haziran 2009 tarihi itibariyle iflastan koruma başvurusunda bulunmasıyla, şir-
ketin %60 hissesi devletleştirilmiş oldu. ABD ekonomisindeki daralmaları ayrın-
tılı olarak rakamlara dökebiliriz. Ama gerek yok, her gün gazetelerden okuyoruz.
İflasını ilan eden, üretimi kısan şirketlere her gün bir yenisi ekleniyor. ABD’den
sonra İngiltere, Fransa ve Almanya gibi emperyalist ülkelerde de bunalım derin-

61
Yaşayan Marksizm

leşti. Almanya devleti Opel’e el uzatarak kurtarırken, Arcandor iflasını açıkladı.


Bugün tüm dünyaya yayılan kapitalizmin genel bunalımı sürüyor.
Kapitalizmin genel bunalımlarının birbirinin aynen tekrarı olmamakla birlik-
te ortak olan özelliklerinden biri de, genel bunalım sonrası kapitalizmin gerek
ekonomik gerek siyasal olarak aynen devam edemediği/edemeyeceği gerçekliği-
dir. 1929 Büyük Buhran’ından sonra, uzlaşı ve sınıf işbirlikçiliğine dayanan bir
üretim örgütlenmesi oluşturulmuş, refah toplumu ifadeleriyle ideolojik boyut
kazandırılan toplumsal formasyona geçilmiştir. Siyasal üstyapıda da refah toplu-
munun paralelinde refah devleti/sosyal devlet modeli üzerinden sınıf mücadelesi
Keynes’çi politikaların desteğiyle kontrol altına alınarak yeni sürecin toplumsal
formasyonu tamamlanmıştır.
Emperyalist kapitalizmin son genel bunalımı da, sadece ekonomik sonuçlar üret-
meyecek, siyasal üstyapı kurumlarında da bir krize yol açarak yeni bir döneme
geçilmesini kaçınılmaz kılacaktır. Çünkü kapitalist üretim demek sermaye bi-
rikimi demektir. Sermaye birikimi ise üretimin toplumsallığı ile özel mülki-
yet çelişkisine dayanan, sınıf çelişkilerinin/mücadelesinin, dolayısıyla üretici
güçler ile üretim ilişkileri çelişkisinin mücadele sürecinin ürünüdür. Yeni dö-
nemin nasıl şekilleneceğini sınıflar mücadelesi belirleyecektir. Olasılık muhtelif
değil iki tanedir. Ya emperyalist kapitalizm yeni bir birikim tarzına geçerek ka-
pitalist üretim tarzını bu yeni formasyon içinde sürdürmenin bir yolunu bulacak
ya da üretim tarzının devrim yoluyla değiştirilmesiyle sosyalist üretim tarzı ile
sonuçlanacaktır. Kapitalizm bu yeni formasyona geçmesi öyle kolayca olmaya-
caktır. Örneğin Türkiye’de sermaye sınıfı ve sermayenin ideologlarının yarat-
maya çalıştığı iyimser tablo yaşanmayacaktır. Tüketim kampanyaları düzenleye-
rek, ekonomik büyüme, dış ticaret dengesi, ihracatın artırılması gibi önlemler ile
kalkınma ve refah toplumu haline gelmenin mümkün olduğunu vaaz ediyorlar
ve bu doğrultuda tedbirler alınıyor. Daha önce ifade etmiştik, kapitalist üretim
sermaye birikimi demektir. Öyleyse, ekonomik büyüme, kalkınma laflarıyla ya-
pılmaya çalışılan sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin sağlanması çaba-
sından ibarettir. Kapitalizm ile kalkınma yan yana gelebilecek olgular değildir.
Geçmiş bunalım dönemlerinde olduğu gibi küresel kapitalizmin bu günkü genel
bunalım dönemi de bir yönüyle, kapitalistler arası pazar mücadelesinin şiddet-
lendiği ve şiddet yoluyla süren mücadele sonucu bazı kapitalistler batarken di-
ğerlerinin yeni bir formasyonla sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesini
artırarak devam ettikleri süreçler olurken; diğer yanıyla, burjuvazi ile işçi ve yok-
sul sınıflar arasındaki mücadelenin de keskinleştiği, zora dayalı politika ve yön-
temlerin yoğun bir biçimde yaşam bulacağı bir süreç olacaktır. Bu süreç ikinci
olasılık doğrultusunda gelişip sosyalizm çağı ile tamamlanamaz ise diğer olasılık
yeni bir birikim tarzı ile kapitalizmin devamı ile sürecektir. Kapitalizmin yeni bi-
rikim tarzı ile yola devam edebilmesinin koşullarının yaratılmasındaki zorluklar
sürecin uzunluğunu, şiddetini ve barbarlık düzeyini belirleyecektir. Görünen o

62
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

ki, bunalımdan çıkış süreci dibe vurmuş bir şekilde uzunca bir süreyi kapsaya-
caktır. Bu süreçte “suyun” dibinden uzunca bir süre yol alabilecek araçlara sahip
olanlar ya da başkalaşım geçirerek “solungaç” geliştirenler yaşamda kalacaklar-
dır. Eğer, durum bu ise -ki, budur- dünya ölçeğinde şiddete dayalı politikaların
geliştiği, kapitalistler arası rekabet ve şiddetin arttığı bir süreç yaşanacaktır. Ben-
zer durum işçi sınıfı ve onun örgütleri sendikalar içinde geçerlidir. Yeni koşul-
lara uzunca bir süredir zaten uyum gösteremeyen sendikalar, uzun sürecek bu
dönem içinde yapısal değişime iyice zorlanacaklardır. Yapısal değişimin gerekle-
rini iyi okuyan ve buna göre örgüt ve mücadele dinamiklerini geliştirenler ayakta
kalacaklar, diğerleri tümüyle yok oluşla karşı karşıya kalacaklardır.

Ne Yapmalı?
Bugünden, krizin faturası işçi ve yoksul sınıflara ödettirilmeye çalışılmaktadır.
Bu faturayı ödememek gerekiyor. Biliniyor ki, sınıflı toplumlarda dolayısıyla ka-
pitalist toplumda,
Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, ken-
di iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri,
onların maddi üretici güçlerinin belirli gelişme derecesine tekabül eder.
... Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçle-
ri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da,
bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkileri-
ne ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler,
onların engelleri haline gelir. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.
İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, çok ya da az bir hızla
altüst eder.32
Ancak bu altüst oluşların kendiliğinden toplumsal devrime yol açacağı düşünü-
lemez:
Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, iktisadi üretim koşullarının altüst
oluşu ile ... insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna
kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir33
ve bu gereklilik işçi sınıfına/sosyalistlere görevler yüklemektedir. Bu görevleri
bilince çıkarabilmek için öncelikle kapitalizmin kendiliğinden bunalım yoluyla
çökmeyeceğini görmek gerekiyor. Kapitalizm için bunalım çöküşü ifade ettiği gibi
sistemin kendini yenilemesini de ifade eder. Bugün bu yenileme kolay olmayacak-
tır. Çünkü, yazı içinde anlatılan bir çok etkenin yanında kapitalizm fiziksel ve ta-
rihsel sınırlarına dayanmıştır. Bilindiği üzere kapitalist sistem iki boyutta geliştir.
Bir yandan henüz kapitalist bağımlılık içine girmemiş alanlara doğru yayılır. Bu

32 Marx, K. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, Beşinci Baskı: Eylül 1993, ss.21-
27 içinde “Önsöz”, s.23
33 Agy.

63
Yaşayan Marksizm

“yaygın bir şekilde”34 büyümedir. Diğer yandan ilişkilerin derinliğine gelişmesi söz
konusudur. Bu ise “yoğun bir biçimde” büyümedir. Artık emperyalist kapitalizm
yaygın büyümenin fiziksel sınırlarına dayanmıştır. Bunun içindir ki, gün sınıflar
mücadelesinin olabildiğince keskinleşeceği gündür. Keskinleşen sınıf mücadelesi
bugün için devrimci bir durum oluşturacak gibi görünmüyor. Ancak şu da bir ger-
çek ki, bu dönemin özelliklerinin de etkisiyle işçi sınıfı ve sosyalist hareket yavaş da
olsa nicel bir gelişim ve hareketlilik içine girecektir. Ancak burada, nicel gelişme-
lerin sosyalist hareketin farklı örgütleri tarafından nasıl okunacağı önem kazana-
caktır. Bu nicel gelişim, her örgütlenme tarafından, kendinin sınıf mücadelesinin
öncü gücü olma rolünü kazandığı şeklinde okunur ise devrim mücadelemiz bir
kez daha başarı olanağını yitirir. Nicel gelişim, sosyalizmin yeniden kuruluş im-
kanlarının pratik yaşam içinde de filizlendiği şeklinde okunur ve bunun gereği
teorik ve pratiğin birliğinin gücüyle, yaşam içinde sınana sınana yeniden kuruluş
imkanları kuvveden fiiliyata geçirilebilirse sosyalizm sınıf müttefiklerinin olduğu
gibi sınıf düşmanlarının gözünde de somut bir güç ve seçenek olarak boy verir.
İşte burada işçi sınıfının bilinçli müdahalesi belirleyici rol oynayacaktır. Sosyaliz-
min bittiği, devletin ekonomiye müdahalelerinin tarihe karıştığı, her şeyi piyasa-
ların belirlediği ve küreselleşen kapitalizmin tek ve ezeli seçenek olarak sürdüğü
yalanını yayan neo-liberalizmin ideolojik hegemonyası son bunalımla büyük bir
sarsıntıyla çöktü. Bu koşullarda işçi sınıfı mücadeleyi yükselterek karşı ideolojik
hegemonyayı oluşturabilir/oluşturmalıdır. Kapitalizmin ideolojik hegemonya
yitimi ve genel bunalımı bunun olanaklarını var etmiştir; işçi sınıfı ve sosyalist
hareket bu olanağı fiiliyata geçirmek sorumluluğunu taşımaktadır.
Bunun için 21. yüzyıl sosyalizmini geçen yüzyılın çöken sosyalizminin teorik,
politik ve örgütsel boyutlarıyla kapsamlı bir eleştirisi üzerinden kitleler nezdinde
tekrar ayakları üzerine dikmek göreviyle yüz yüzeyiz. Bu görevin diğer kısmını,
işçi sınıfının tekrar kendi için siyasete müdahil olması merkezindeki yeniden ya-
pılanma çalışmalarının sosyalist hareketin bileşik partisinin inşasıyla tamamla-
mak oluşturmaktadır. Bunlar işçi sınıfının bu günkü temel görevinin bir yanını
oluşturmaktadır. Sosyalist hareketin ve işçi sınıfının bu günkü temel görevinin
diğer yanı, devrimci demokrasi programı etrafında demokrasi cephesi olarak
örülecek açık alanda bir örgütlenme oluşturmaktadır. Bu örgütlenme, Kürt öz-
gürlük mücadelesi ile sosyalist hareketin stratejik ortaklığını sağlayacak şekilde
tüm demokrasi güçlerini bir araya getirmelidir.
Sosyalizmin yeniden kuruluş dinamikleri üzerinde yükselen bileşik bir işçi sınıfı
partisi ve demokratik birlik hareketi örgütlenmesinin birbirini besleyen örgüt-
lenmeler olarak yaşam bulmasıyla işçi sınıfının mücadelenin öncü gücü olarak
tarihsel rolünü yerine getirmesi gerçekleşebilecektir. Böylesi bir örgütlenme ve
mücadele, kapitalizmin bunalımını işçi sınıfı ve ezilen halklarımızdan yana çöz-
menin güvencesini oluşturacaktır.

34 Buharin, N. Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, s.13 vd.

64
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm

Kapitalizmin bunalımını ve geldiği noktayı ezber bozarak tahlil edip bu iki görevi
yerine getiren ve işçi sınıfının bileşimindeki değişimleri gören bir yerden örgüt-
lenme ve mücadele biçimlerini geliştiren sosyalistler; uluslararası enternasyona-
list dayanışma ve örgütlülükle taçlandırdığı mücadeleleriyle sermayenin topye-
kun saldırısına, topyekun karşı saldırıyla karşılık vermelidirler/vereceklerdir.
Bizi bekleyen ya sosyalizm ya da barbarlıktır!

65
Kriz ve Hegemonya
Haluk Yurtsever

Giriş
Tarihin ne denli önemli olduğu tam olarak ancak yaşandıktan sonra anlaşılacak
dönemlerinin birinden geçiyoruz. Bu büyük buhran ve dönüşüm dönemini ya-
şarken kavramak sosyalizm mücadelesi açısından çok büyük önem taşıyor.
Dergimizin bu ilk sayısında, bugünkü dünyayı ve derinleşerek süren kriz süre-
cini, kapitalizm-kriz ilişkisini, tarihsel, toplumsal ve güncel yönleriyle, teorik ve
ampirik boyutlarıyla çözümleyen çeşitli yazılar yer alıyor. Okumakta olduğunuz
yazının konusu ise, emperyalist-kapitalist sistemin kriz koşullarında ağırlaşan
hegemonya sorunsalını değişen içeriği ve yol açmakta olduğu gelişmeler ufkun-
da incelemek.
Burjuva ideologları, medya büyücüleri 1990’larda ideolojik taarruzlarını, “Marx
öldü, Marksizm öldü. Kapitalizm üstün geldi!” üzerinden kuruyorlardı. Şimdi,
“Marx haklı çıktı!” dedikleri duyuluyor. “Marx öldü” derken de “Marx haklı çıktı”
derken de devrimci Marx’ın en önemli çağrısını, dünyanın pratik eleştirel insan
eylemiyle değiştirilmesinin olanaklı ve gerekli olduğu iletisini unutturuyorlar.
Marksistler arasında da krizleri “kapitalizmin sonu” olarak algılayan, en azından
bu önermeye bir propaganda söylemi olarak sıkça başvuranlar var. Bu bakışa
da, krizle kapitalizmin yıkılması arasında otomatik-mekanik bir ilişki kurduğu,
edilginleştirici bir ileti verdiği için mesafeli durmak gerekiyor.
Kapitalizm, doğası gereği krizsiz olamayan, yaşamını krizlerden beslenerek sür-
düren, bugüne dek yaşadığı krizleri ekonomik-siyasal şiddetin eşlik ettiği “ter-
sinden” çözümlerle aşan ama her seferinde krizlere yol açan çelişkileri, dina-
mikleri daha da güçlendiren bir sistemdir. Üretici güçlerin üretim ilişkilerine
isyan ettiği, kapitalizmin çözümsüz çelişkilerinin keskinleştiği, verili sermaye

67
Yaşayan Marksizm

birikim sürecinde tıkanıklığın baş gösterdiği kriz uğrakları, aynı zamanda top-
lumsal altüst oluş dönemleridir. Bir kez böyle bir evreye girildiğinde olayların
eski seyrinde yürümesi olanaklı değildir. Sistem, ilke ve işleyişlerini yenilemek,
yeniden yapılanmak, ya da bir “sistem”e sistem olma niteliği kazandıran kendini
yeniden üretme gücünü yitirmek olasılıklarıyla yüz yüzedir. Kriz dönemlerinin,
buradan bakıldığında kapitalizmin temel sınıfsal çelişkisinin (emek-sermaye),
kapitalizm-sosyalizm arasında tarihsel bir karşılaşmaya (konfrontasyon) doğru
büyüdüğü, düğümün sınıf mücadelesi yöntemleriyle çözüldüğü uğraklar oldu-
ğunu söyleyebiliriz. Kriz ne denli derin ve keskin, sermaye birikimindeki tıka-
nıklık ne ölçüde büyük, hattâ devrimin nesnel koşulları (devrimci durum) ne
düzeyde olgunlaşmış olursa olsun, kapitalizmden kurtulmak, yeni, sömürüsüz-
sınıfsız bir toplum kuruculuğuna yönelmek ancak siyasal ve devrimci bir emek-
çi hareketinin eseri olabilir.
Krizi anlamanın ve kriz koşullarında devrimci bir seçenek oluşturmanın ipuçla-
rını genel olarak kapitalizmin hareket yasalarından, özel olarak da kriz koşulla-
rında sermayenin ve emeğin karşılıklı konumlarından ve ilişkilerinden çıkarma-
mız gerekiyor.

Sermaye
Marx onyılların ötesinden bugüne, sermayenin niteliğini, hareketini, tek dünya
pazarının, sermaye-devlet ilişkilerinin teorik özünü aydınlatan büyük bir ışık tu-
tuyor.
“Sermaye” için yazdıkları şöyle:
Kavramsal açıdan rekabet, sermayenin içsel dinamiğinin, özünü tanımla-
yan yapının, çok sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi biçiminde belir-
mesi ve realize edilmesi, iç dinamiğin, dışsal bir zorunluluk biçiminde te-
zahür etmesidir. (Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde varolabilir
(abç- HY) ve dolayısıyla sermayenin kendi kendini yönlendirişi, bu çok
sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi şeklinde gözükür).1
Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde varolabilir! Bu olağanüstü değerde
bir soyutlamadır. Kapitalizmin gelişme dinamiği ve ölümcül çelişkisi aynı yerde-
dir: Rekabet! Sermaye tanımı gereği, rakipsiz ve tek olamaz. Kapitalizm altında
tek dünya tekeli olamaz. Tüm “ultra”, “süper” emperyalizm, tek dünya tekeli vb.
önermelerinin kapitalizm altında olanaksızlığının teorik kanıtı buradadır. Tek
dünya pazarının varlığına ve devlet örgütlenmesinin ölçeğini pazarın belirleye-
ceği önermesinin genel doğruluğuna rağmen, emperyalist kapitalizmin bugün
tek dünya devletine geçmesinin önündeki en büyük engel de, sermayenin birbi-
riyle rekabet eden birden çok sermayeler olarak var olması ve bununla doğrudan
bağlı eşitsiz gelişme yasasıdır.

1 Karl Marx, Grundrisse, Çeviren Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, Ekim 1979, s. 455

68
Kriz ve Hegemonya

Tüm dünyanın kapitalistleştiği, sermayenin hareketi önündeki ekonomik ve


giderek siyasal engellerin yıkıldığı, tek dünya pazarının tüm dünya ekonomik
etkinliklerini kendisine bağladığı bir tarihsel geçiş çağında dünya toplumları ara-
sındaki tarihsel, ekonomik, toplumsal, kültürel fark ve eşitsizliklerin bu ölçüde
büyüyerek sürüyor olması, eşitsiz gelişen, eşitsizlikleri rekabet dinamiği haline
getiren kapitalizmin doğası gereğidir. Kapitalizmin kendi suretinde yarattığı
dünya kesinlikle türdeş ve “ortak” bir dünya değildir. Bu sistem, tüm geri ve
eşitsiz öğeleri çoğu kez koruyarak ama aynı zamanda sermaye birikiminin gerek-
sinmelerine uygun biçimde dönüştürerek sistemine katmaktadır.
Yaşadığımız dünya, kaba ve yalın bir ayrışma/taraflaşmayla son derece eşitsiz,
eşzamansız, çelişkili ve çatışmalı süreçlerin iç içe olduğu bir dünyadır.
Ne demek istediğimi, birkaç örnekle açmaya çalışacağım.
Kapitalizmin anayurdu Batılı emperyalist ülkelerde sanayi proletaryasının top-
lam proletaryaya oranının azaldığı, hizmet alanındaki emekgücünün ise hem
oran hem mutlak sayı olarak arttığı bir gerçektir. Başat eğilimi anlatan genel bir
doğrudur. Ama aynı doğru bugünkü dünya coğrafyasının büyük bir bölümü için
geçerli değildir: Çin, Hindistan, Brezilya vb… Bu ülkeler, İngiltere’nin, ABD’nin,
Kıta Avrupa’sı ülkelerinin 19. ve 20. yüzyıllarda gerçekleştirdikleri sanayi dev-
rimlerinin bir benzerini, o dönemden çok farklı koşullarda yaşıyorlar. ABD’de
emekgücünün kabaca yüzde 30’u sanayide, yüzde 70’i hizmette istihdam edilir-
ken, Çin’de emekgücünün yüzde 70’i sanayide, yüzde 30’u hizmet sektöründe-
dir. Bu farklılığın bugünkü somut durumda önemsiz olduğunu söyleyemeyiz.
Saydığım üç ülke, dünya nüfusunun neredeyse yarısını oluşturuyor. Bu bir yana,
bu büyüklükte bir coğrafyada “şimdilik” kaydıyla da olsa dünya kapitalist siste-
mindeki egemen eğilimden farklı alan ve ilişkilerin varlığı bizzat sistemin kendi-
sini ilgilendiren, etkileyen bir etmendir.
Burada, yalnızca bir yönüyle resmetmeye çalıştığım eşitsizlik kökenli “işbölümü-
nün” kapitalizmin tarihsel sınırlarıyla ilgili tartışmayı ilgilendiren bir yönü de
var. İki yıl kadar önce şunları yazmıştım:
… üretimin giderek daha az canlı emek kullanılarak yapılması kapitalist
değer yasasına karşı işleyen bir süreçtir. Değer yasası, metaların toplumsal
olarak gerekli emek miktarına göre değiştirilmesi demektir. Emek, zengin-
liğin ana kaynağı olmaktan, emek süresi de bunun ölçüsü olmaktan çıktığı
anda değişim değeri de ölçü olmaktan uzaklaşacaktır. Çok az canlı emekle,
çok fazla kullanım değerinin üretildiği bir durum değer-ötesi topluma ge-
çişin maddi temelini oluşturur. İnsanın kendi emeğiyle yapmak zorunda
olduğu şeyleri, nesnelere yaptırabilmesi sermayenin tarihsel misyonunun
sona ermesi demektir. Kapitalizm hızla bu sınıra yaklaşıyor. 2
ABD, AB, Japonya gibi kapitalist anayurtlar için bu değerlendirmenin geçerli

2 Haluk Yurtsever, Yeni Bir Sol Atılım İçin, Kalkedon Yayınları, İstanbul, Ocak 2008, s.31

69
Yaşayan Marksizm

olduğundan hiçbir kuşkum yok. Ama dünyayı bir bütün olarak ele aldığımız,
işin içine, yoğun canlı emeğin kullanıldığı, dünyanın yeni “atölyeleri” olan Çin,
Hindistan ve benzeri ülkeleri kattığımız zaman durum başkalaşıyor.
İkinci örnek: Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler’de “…devletin ulusal ekonomik
ayağı, organik bir dünya pazarının oluşumuna yol açan nesnel dinamiklerin etki-
siyle aşınmaktadır…” diye yazmıştık. (42. Tez)3 Dünya kapitalist sisteminin başat
eğilimini, üstelik oldukça ihtiyatlı biçimde ortaya koyan bu tezin doğruluğundan
da hiçbir kuşku duymuyorum. Dünya kapitalist pazarı organik bir bütün, tüm
ekonomik birimler bu bütünün parçasıdır. Başat eğilim, ulus devletlerin doğru-
dan ekonomik aktörler olarak eski/geleneksel güç, etkinlik ve ağırlıklarının azal-
ması, aşınması yönündedir vb. Ama, örneğin bugünkü Çin ve Rusya söz konusu
olduğunda, başat eğilimi söyleyip geçmek yeterli ve doğru olmayacaktır. Bu iki
ülkede devlet ekonomik aktör olarak da büyük bir ağırlık ve önem taşıyor ve
bunun emperyalist paylaşım ve dünya siyaseti açısından kimi zaman son derece
kritik sonuçları oluyor.
Tüm dünya için gidiş yönünü son çözümlemede dünya kapitalist sistemine ege-
men eğilimler belirliyor. Egemen eğilimin kendi modelinde bir dünya yaratma
gücü sistemin nesnel mantığından geliyor. Kapitalistler öyle planladıkları için
değil, sömürü ve kâra endeksli sistemin içsel/nesnel mantığı öyle istediği için,
egemen olan kendi modelini tüm dünyaya dayatıyor. Ancak süreç, kapitalist ge-
lişme ve genişlemenin eşitsiz/eşzamansız karakteri nedeniyle dümdüz, pürüzsüz,
çelişkisiz bir yolda, düzenli bir tempoyla ilerlemiyor. Engeller, karşıt eğilimler,
tersinden çözümleri, sürtünme ve çatışmaları tetikliyor; gezegenimizde birikmiş
fiziksel ve toplumsal patlayıcı madde yoğunluğu evrimci süreçleri yolundan çı-
karacak, patlatıp çatlatacak yıkıcı (dünya tümden yok olmazsa, aynı zamanda
devrimci/kurucu) enerjinin birikmekte olduğunu gösteriyor.
Bu kısaca resmetmeye çalıştığım tabloya, bir de ekonomik/toplumsal gelişmeler-
le siyasal oluşumlar arasında işin doğasından gelen gerilimli bir ilişki, bir faz farkı
olduğu gerçeğini eklemek gerekiyor. Olağan durumlarda bile altyapısal ilişkiler,
eşzamanlı olarak, bire bir üst yapıya geçmiyor, ekonomik gelişme ve eğilimler,
anında siyaseti belirlemiyor.

Sermaye kendisinin engelidir


Marx’tan altın değerinde bir soyutlama daha:
Kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin kendisidir. İşte bu sermaye
ve onun kendisini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de so-
nuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim yalnız
sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçla-
rı, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin

3 Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler, İstanbul, Ağustos 2008, s. 36

70
Kriz ve Hegemonya

araçları değillerdir… bu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları


için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir
amaç haline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiçbir koşula
bağlı olmadan gelişmesine doğru yol alan üretim yöntemleri ile sürekli
bir çatışma haline girerler.4
Marx, bilindiği gibi kriz üzerine ayrı bir çalışma yapmamış, başı sonu belli bir
kriz teorisi bırakmamıştır. Daha sonra, Marx’ın yazdıklarından birçok kriz te-
orisi üretilmiştir. Marx’ın sermaye ve kapitalizm analizinin, ekonomi politik
eleştirisinin çeşitli tez ve önermelerini kimi zaman vurgu, kimi zaman kurgu
farkıyla öne çıkaran bu kriz teorileri aynı olgu ve süreçlerin farklı yüzlerini an-
lamakta ve çözümlemekte yararlı olmakla birlikte indirgemeci ve körleştirici de
olabilmektedir.
Özel bir kriz teorisi geliştirmemesi Marx’ın teorisinin güçlü yanıdır.
Marx, çalışmasının odağına kapitalizmin çöküşüne yol açacak, felaket/kıyamet
çizgisinde bir kriz öngörüsünü değil, kapitalist toplumdaki çözümsüz çelişki ve
çatışmaların temelini oluşturan özgün ve sürekli bir eğilimi koymuştur. Üretimin,
doğrudan insan gereksinmelerini karşılamak yerine metaların değer olarak üretim
ve dolaşımının yabancılaşmış etkinliği biçimini alması, emek ürünlerinin meta
olarak dolaşımının ayırt edici özelliği olan alım satım edimlerinin birbirlerinden
uzaklaşması ve ödeme aracı olarak paranın gelişmesiyle birlikte kriz kapitalist üre-
tim tarzının en temel çelişkisinin dışavurumu olarak ortaya çıkmaktadır.
Kapitalizm-kriz ilişkisini anlamanın temel, ayırt edici önermelerini şöyle sırala-
yabiliriz:
• Sermayenin kendisinin engeli haline gelmesi ortalama kâr oranlarının düş-
mesiyle aynı şeydir. Sermayenin organik bileşimi yükselir, yani toplam sermaye
içindeki sabit sermaye oranı artarsa, toplam kâr miktarı artsa bile kâr oranı dü-
şer. Sermayenin organik bileşiminin, cansız emeğin canlı emeğe oranla artması,
kapitalist üretim biçiminin temel eğilimi olduğu için kâr oranlarının düşmesi
eğilimi bir yasadır.
• “Kâr oranı, emek daha az üretken hale geldiği için değil, daha çok üretken hale
geldiği için”5, “ işçi daha az sömürüldüğü için değil, genellikle yatırılan serma-
yeye oranla daha az emek kullanıldığı için”6 düşmektedir. Artı değer oranı aynı
kalsa ya da artsa bile emeğin üretkenliğinin yükselmesiyle birlikte toplam serma-
ye artmakta, dolayısıyla kâr oranı düşmektedir.
• Kriz, esas olarak metaların aşırı üretiminin değil, sermayenin aşırı üretiminin
sonucudur. Çünkü, sorunun kaynağı önceki dönemin ortalama kâr oranıyla iş-
leyemeyen fazla sermayedir. Kâr oranlarının düşmesi eğilimi yasası, sermayenin

4 K. Marx, Kapital, Çeviren Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Ağustos 1978. Cilt. 3, s. 263
5 Agy, s. 252
6 Agy, s. 259

71
Yaşayan Marksizm

sonsuz sermaye birikimi peşinde koşan hareketinin ürünüdür.


• Sermayeler arası rekabet aşırı üretimin hem nedeni, hem sonucudur. Sermaye-
nin karşılaştığı engel piyasa sınırı değil, kârlılık sınırıdır.
• O halde emeğin üretkenliğini artırarak artı değerin kitlesini yükselten gelişim,
aynı zamanda kâr oranındaki düşme eğiliminin de nedenidir.
Sermayedeki malileşme eğiliminin görülmemiş oranlara vardığı son kriz öncesi
durum ve krizin kendisi, Marx’ın kapitalist üretimin gerçek engelinin sermaye-
nin kendisi olduğu biçimindeki soyutlamasının muhteşem gücünü gösteriyor.
Krizle ilgili teorik kavrayışın temeli buradadır. Sermayenin hareket alanını sınır-
layan, daraltan bizzat sermayenin kendisidir.

Sınıf mücadelesi kriz dönemlerinde keskinleşiyor


Sınıf mücadelesi, kapitalist üretimin çekirdeğinde, meta üretiminde başlıyor.
Marx, Kapital’in 3. cildinin, 3. kısmında “Kâr Oranının Düşme Eğilimi Yasası”nı
incelerken ortalama kâr oranlarının düşmesi eğilimine karşı işleyen 5 “zıt yön-
de etkiyi” şöyle sıralıyor: İşgününün uzatılması ya da emeğin yoğunlaştırılması
yoluyla emekgücünün yeniden üretilmesi için gerekli zamanı kısaltarak sömürü
yoğunluğunu artırmak; ücretleri emekgücünün değerinin altına çekmek; değiş-
meyen sermaye öğelerini ucuzlatmak; nispi aşırı nüfus yaratmak; dış ticaret yo-
luyla değişmeyen sermayenin değerini düşürmek için mücadele etmek. 7
Sayılanların tümü, ama özellikle ilk ikisi siyasetin ve sınıf mücadelesinin gerçek-
leştiği alana ilişkindir. Sınıf mücadelesi meta üretimi sürecinde başlamaktadır.
Meta üretimi sürecinden başlayan sınıf mücadelesi yalnız kriz ve devrimci durum
dönemlerinde, burjuvaziyle proletaryanın ülke ve dünya çapında cepheden karşı
karşıya geldikleri durumlarda değil, işlerin olağan seyrinde gittiği durumlarda
da, hattâ taraflardan biri fiilen “mücadele” etmese de sürüyor. Kriz dönemlerin-
de ise zorunlu biçimde keskinleşiyor. Örneğin işgünü süresi, kapitalizmin ilk gü-
nünden bugüne son derece önemli, siyasal içerikli bir sınıf mücadelesi konusu-
dur. Çünkü sermaye işgününün uzatılması ya da emek üretkenliğinin artırılması
yöntemleriyle artıdeğer ve kâr oranlarını yükseltmek, sömürüyü yoğunlaştırmak
için mücadele eder. İşçi sınıfı ise, toplam işgününün kısaltılması, emek üretken-
liğindeki artışın işgünü uzatılmadan, emek yoğunluğu artırılmadan kendisine
dönmesi için savaşır. Kriz dönemlerinde bu savaş keskinleşir; çünkü sermayenin
kriz dönemi stratejisinin temeli sömürünün yoğunlaştırılmasıdır. “Krizin bedeli-
ni ortaklaşa ödeyelim” sermayenin değil, kendilerini ve üyelerini yanıltan uzlaş-
macı sarı sendikacıların elma şekeridir.
İşgününün kısaltılması için mücadelenin önemine ve siyasal karakterine Marx
daha 1871’de işaret etmişti:

7 Agy. s. 245-251

72
Kriz ve Hegemonya

… işçi sınıfının yöneten sınıflara bir sınıf olarak karşı çıktığı ve dışarıdan
basınç yoluyla zorlamaya çalıştığı her hareket siyasal harekettir. Örneğin,
belirli bir fabrikada ya da hatta belirli bir iş kolunda grevler vb. yoluyla
tekil kapitalistleri daha kısa işgününe zorlama girişimi katıksız bir ekono-
mik harekettir. Öte yandan, 8 saatlik işgünü yasasını kabul ettirme hare-
keti bir siyasal harekettir. Ve bu yolla, her yerde işçilerin tek tek ekonomik
hareketlerinden siyasal hareket, yani sınıfın kendi çıkarlarını genel bir bi-
çimde elde etme amacını taşıyan hareketi doğar.8
Emekgücünün kendisini yeniden üretmesi için gerekli, toplumsal olarak belirle-
nen miktar olarak tanımlanan “emekgücünün değeri”nin ne olduğu, nasıl sapta-
nacağı ve nasıl uygulanacağı da sınıf mücadelesinin, üstelik siyasal içerikli bir sı-
nıf mücadelesinin konusudur. Örneğin bugün Türkiye’de dört kişilik bir aile için
“açlık sınırı”nın, “yoksulluk sınırı”nın ne olduğu ve neye göre saptanacağı sendi-
kalar ile TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) arasında bir tartışma konusudur. Bu
tartışmanın kendisi ve asgari ücretin sendikaların hesapladığı açlık sınırının bile
altında belirlenebilmesi ülkemizdeki sınıf mücadelesinin, sendikaların durumu
ve Türkiye işçi sınıfının koşulları ile ilgili somut bir veri oluşturmaktadır.
Emek-sermaye çelişkisi, sınıf mücadelesi uluslararası bir çelişki ve mücadeledir.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, Doğu Avrupa’nın ve Çin’in kapitalist restoras-
yonu dünya çapındaki sınıf ilişkilerini birinci dereceden etkiliyor. Sovyetler Bir-
liği, Doğu Avrupa ülkeleri ve Çin’in kapitalist tek dünya pazarı içinde, dünya
sermaye ve emek “piyasalarında” yer almaya başlamalarıyla birlikte, bu pazara,
çok kısa bir zaman aralığında, çok büyük miktarlarda, üstelik nitelikli emekgücü
arz edilmiştir. IMF’nin 2007 Dünya Ekonomisi Raporu’na göre son 20 yıl içinde
dünya çapında emek arzı 1,2 milyar artmıştır. Artan emek arzının en önemli
sonucu emekçiler arasında rekabetin yoğunlaşmasıdır. Emeğin dünya çapındaki
rekabeti, emekgücünün, özellikle de nitelikli emek gücünün “fiyatı”nı, dünyanın
en ucuz olduğu ülkelerdeki düzeye doğru çekmektedir. Rikardo’nun belirttiği
gibi, emekgücü arzının sınırsız olduğu koşullarda rekabetin ücretleri yaşamda
kalabilme sınırına çekmesi kapitalizmin demir yasalarından biridir. Bu gelişme
bugün en çok emperyalist ülke işçi sınıflarını tehdit ediyor. Emeğin, tüm dünya
ekonomilerinde milli gelirden aldığı pay, reel ücretler geriliyor, işgününün kısal-
tılması yönündeki kazanımlar geri alınıyor. Avrupa’da sosyal devletin tasfiyesi
süreciyle birlikte eğitim, sağlık ve öteki kamusal hizmetlerin özelleştirilmesiyle
“toplumsal ücret” düşürülüyor. Bu sürecin, bu coğrafyalarda sınıf mücadelesini
keskinleştirmesi kaçınılmazdır.
2007 ortasından, özellikle de 2008 sonbaharından sonra Amerika’da ve Avrupa’da
yaşananlar onlarca somut örneğiyle mali oligarşinin krizin bedelini proletaryaya
çıkardığını gösteriyor.

8 Marx’ın Bolte’ye 23 Kasım 1871 tarihli mektubu. K.Marx- F. Engels, Selected Works in three volumes, Progress
Publishers, Dördüncü basım, Moscow 1977, s. 423-424

73
Yaşayan Marksizm

Çin, Hindistan, Brezilya gibi kendilerine özgü dev ölçeklerde sanayi devrimleri
yaşayan coğrafyalarda üretim artışının sağladığı kaynaklar aynı ölçeklerde bir
servet/sefalet kutuplaşması yaratıyor; tıpkı ilk sanayi devriminde olduğu gibi
akıl almaz uzunluktaki çalışma saatleri, açlık sınırındaki ücretler, çalışma kam-
pı özelliği gösteren üretim organizasyonu, sağlıksız/yetersiz yaşam ve beslenme
koşulları sınıflar kazanının altındaki ısıyı artırıyor. Çin ile ilgili ücret, işgünü,
çalışma koşulları verileri; işçi sınıfının iş bırakma ve protesto eylemleriyle ilgili
bilgiler, bu dünyanın en büyük üretim merkezinin emek-sermaye ilişkisi bakı-
mından patlayıcı madde yüklü olduğunu göstermektedir. 9
Bu gelişmeler, tüm olgu ve süreçlere sınıf merceğinden bakan, krizin yarattığı
büyük boşluk ve olanakları yeni bir toplumsal düzen amaçlı sınıf mücadelesi çiz-
gisinden değerlendiren devrimci siyasal inisiyatife büyük bir alan açıyor.

Komünist Manifesto’nun kriz betimlemesi


Marx ve Engels’in 1848’de Komünist Manifesto’da kriz üstüne yazdıkları kapi-
talizmin krizinin aslına uygun ve tüm zamanlar için geçerli bir betimlemesi gibi
duruyor. Şöyle yazmışlardı:
Burjuva üretim ve mübadele ilişkileri, burjuva mülkiyet ilişkileri, o dev
üretim ve mübadele ilişkilerini peyda etmiş olan modern burjuva toplu-
mu, büyüler yaparak çağırdığı cehennem kuvvetlerine artık söz geçireme-
yen büyücünün durumuna düşmüş bulunuyor. On yıllardır sanayinin ve
ticaretin tarihi, modern üretici güçlerin modern üretim ilişkilerine karşı,
burjuvazinin ve onun hâkimiyetinin yaşam koşulları olan mülkiyet ilişki-
lerine karşı isyanın tarihinden başka bir şey değildir.
Dönem dönem tekrarlanarak her seferinde bütün burjuva toplumunun
varoluşunu daha da korkutucu bir biçimde tehdit eden ticari bunalımları
belirtmek yeter. Ticari bunalımlar sırasında yalnızca eldeki ürünlerin bü-
yük bir bölümü değil, daha önce yaratılmış üretici güçlerin büyük bölümü
de yok olur. Bu bunalımlar sırasında daha önceki bütün dönemlerde olsa
olsa bir saçmalık olarak görünebilecek toplumsal bir salgın,- aşırı üretim
salgını- baş gösterir. Toplum ansızın geçici bir barbarlığa döner (italik
benim-HY); sanki bir açlık, genel bir imha savaşı bütün geçim araçlarının
kökünü kurutmuş, sanayi, ticaret yok edilmiştir; peki neden böyle olur?
Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla
ticaret vardır (İtalikler benim-HY). Toplumun emrindeki üretici güçler
artık burjuva mülkiyet ilişkilerinin daha da gelişmesini sağlayamaz ol-
muştur; tam tersine artık kendilerini köstekleyen bu ilişkilere göre çok
fazla güçlenmişlerdir; bu ayak bağlarından kurtulur kurtulmaz bütün bur-
juva toplumunu altüst eder, burjuva mülkiyetinin varoluşunu tehlikeye

9 Daha fazla bilgi için, China Labour Bulletin’in Research Report No.5’deki “The Worker’s Movement in China (2005-
2006)” metnine bakılabilir. http://www.clb.org.hk/en/files/File/research_reports/Worker_Movement_Report_final.pdf

74
Kriz ve Hegemonya

sokarlar. Burjuva ilişkileri bu üretici güçlerin yarattığı zenginliği kucakla-


yamayacak kadar dardır.
Peki, burjuvazi bunalımlarının nasıl üstesinden gelir? Bir yandan yığınla
üretici gücü zorla yok ederek; öte yandan da yeni pazarlar ele geçirerek ve
eski pazarları daha da fazla sömürerek. Yani daha yaygın ve daha şiddetli
bunalımların yolunu açarak ve bu bunalımları önleyebilecek araçları git-
tikçe azaltarak.10
Bu pasajların yoruma gereksinimi yok. Aşırı sermaye üretiminin yol açtığı bolluk
içinde kıtlık, sermayenin nasıl kendisinin engeli olduğunun en açık anlatımların-
dan biridir ve kriz dönemlerinde kapitalizm barbarlaşmaktadır!

Hegemonya: Kavram
Biz Marksistler, hegemonya kavramıyla Lenin ve Gramsci üzerinden tanıştık.
Hegemonya, Lenin’de demokratik devrimde işçi sınıfının önderliğini, en baş-
ta köylülük olmak üzere devrimin bağlaşığı öteki sınıf ve katmanlar üzerindeki
ideolojik-siyasal etki ve sürükleme yeteneğini, olayların gidişini belirleme gücü-
nü, sonuç olarak “ittifak” içindeki bir ilişkiyi anlatan bir sınıf mücadelesi/devrim
stratejisi kavramıdır.
Dil köküne ve tarihsel kullanılış öyküsüne baktığımızda, hegemonyanın herhan-
gi bir sistem, birim, küre ya da birlik içindeki üstün, baskın, sözü geçen gücü
anlattığını görüyoruz.
Hegemonya, Grekçe “otorite”, “lider” anlamındaki “hegemonia” sözcüğünden
geliyor. Antik Yunanda, ötekiler tarafından otoritesine meydan okunamayan site
devleti anlamında kullanılıyor.
Bu kısa anımsatmalar, hegemonyanın farklı anlam ve kullanımlarının, iki
temel çizgisini veriyor. Bir: Hegemonya, yakın kavramlar “egemenlik” ve
“diktatörlük”ten farklı bir ilişkiyi anlatmaktadır. Yoksa bağımsız bir kavram ola-
rak var olmazdı. İki: Her kavram gibi hegemonya kavramı da, veri alınan siste-
me, birime, birliğe, kümeye; o tarihsel dönemin maddi ilişkilerine göre farklı
içerikler kazanıyor.
Bugünkü anlamıyla hegemonya kavramının kullanılmaya başlanması 1970’li yıl-
lardan sonradır. Akademi ve siyaset dünyasında, bu tarihten sonra geriye doğ-
ru, daha önceki dönemlerin güç/iktidar ilişkilerini anlatmak üzere “hegemonya”
kavramına daha çok, daha yaygın başvurulmaya başlandığını biliyoruz.
Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması yazarı Lenin’in kapitalist-

10 K. Marx-F.Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Çeviri: Nail Satlıgan, Tektaş Ağaoğlu, Olcay Göçmen,
Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, Nisan 2008, s. 26-27

75
Yaşayan Marksizm

emperyalist dünya sistemi içindeki ilişkiler bağlamında hegemonya kavramını


hiç kullanmamış olması ilginçtir. Kitap 1916’da yazılmıştır. Tek bir sözcükle ol-
sun hegemonyadan, hegemon devletten söz edilmemiştir.
Lenin ve çağdaşı Marksistler’in hegemonya kavramını emperyalizmin temel
bir kavramı olarak kullanmamaları nedensiz değildi. İlk kapitalistleşen, kapita-
list dünya pazarının oluşturulmasında başrol oynayan, “topraklarında güneşin
hiç batmadığı Birleşik Krallık” bir sömürge imparatorluğuydu. İmparatorluk-
sömürgeleştirilmiş ülke ilişkisi yalnız askeri yönden değil, siyasal olarak da tabi-
iyet (bağımlılık, uyrukluk) ilişkisi biçimindeydi. Bu, hegemonyacı olmayan bir
egemenlik ilişkisiydi.
Burada, bir parantez içi not olarak, emperyalist hegemonyanın 1930’larda, ya da
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Britanya’dan ABD’ye geçtiği biçimindeki bu-
günkü mekanik hegemonya anlayışlarının da kaynağı olan görüşü doğru bul-
madığımı kaydetmek istiyorum. Emperyalist hegemonya tacının Britanya’dan
ABD’ye geçtiği tezi bana, en başta Britanya’nın konumunun “hegemonya” olarak
nitelenemeyeceğini düşündüğüm için yanlış geliyor. “Bir hegemonyacı güç dü-
şerken yenisi çıkar” mekanizminin anlatımı olan “tahterevalli teorisi” kanımca
materyalist ve tarihselci olmayan, “büyük güçlerin yükseliş ve çöküşleri”ni Paul
Kennedy örneğinde olduğu gibi, üretim ilişkilerinden, sermaye birikim süreç-
lerinden, sınıf mücadelelerinden bağımsız biçimde, “ekonomik güç-askeri güç”
ekseninde alan bir bakışın ürünüdür.

II

Britanya İmparatorluğu’ndan devletlerarası düzene geçiş


Tarihin bize öğrettiği, her yeni kapitalist gelişme aşamasının, sermaye birikim
sürecinin yönetilip yönlendirilmesinde de değişiklikleri dayattığıdır. Kapitalizm
içindeki dönem ve evreleri anlamakta bakılacak ilk yer sermaye birikim rejimidir.
Daha önceki hiçbir teritoryal hükümdarlık, İngiltere’nin on dokuzuncu yüzyılda
fethettiği kadar çok toprağı ve nüfusu kendi egemenlik alanı içine katmamış-
tı. Britanya, zamanla, herkesi kendine bağımlı hale getiren bir dünya pazarının,
serbest ticaretin merkezi ve taşıyıcısı oldu. Serbest ticaret uygulamalarını ve
ideolojisini tek yanlı bir biçimde kabul etmesi Britanya’ya dünya kapitalizmi-
nin gelişme, dünya pazarının büyüyüp derinleşme nesnel gereksinimlerine yanıt
veren bir kapasite kazandırdı. Alman korumacılığının engellemelerine rağmen
1879’dan 1931’e dek iç piyasasını tüm dünya ürünlerine tek taraflı olarak açık
tutması Britanya’nın ayırt edici özelliği ve üstünlüğüydü.
On dokuzuncu yüzyılda, kapitalist dünya ekonomisi Britanya imparatorluğu
eliyle oluşturuldu. Bu imparatorluğun en önemli ve yeni özelliklerinden biri,
evrensel olarak kabul edilmiş bir ödeme aracını, İngiliz Sterlinini dünya parası
olarak kullanıma sokmasıydı. Dünya ticareti, kapitalist dünya pazarının geliş-

76
Kriz ve Hegemonya

mesi dünya parası olmadan düşünülemez. Dünya parası “üreticisi” ve “ihracat-


çısı” olmak, dünya egemeni olmanın en önemli göstergelerinden biridir. Deği-
şim ilişkisi, metaların para karşılığında alınıp satılması biçimini alan dolaylı bir
ilişkidir. Meta üretiminin ayırıcı özelliği, nesnelerin para kazanmak üzere satış
için üretilmesidir. Para, “kendisine yabancılaşmış ve dışsallaşmış özel mülkiyetin
kaybolmuş, kendisinden uzaklaşmış özüdür.”11
Birinci dünya savaşı, İngiliz sermayesinin teritoryal bir imparatorluğu taşıyacak
güçten düştüğünü gösterdi. 1931’de Sterlin’in altına çevrilebilirliğinin askıya
alınması Britanya egemenliğinin sonunun ilânı oldu.

ABD’nin yükselişi
1870’lerden itibaren Britanya İmparatorluğu’nun önce Avrupa, sonra da dünya
üzerindeki denetimi zayıfladı. Almanya ve ABD ekonomileri dünya gücü haline
gelmeye başladılar. 1776 devriminden sonra Kuzey Amerika kıtasını hızlı ve kap-
samlı biçimde fethetmeyi, kapitalist ilişkiler içinde yeniden düzenlemeyi başaran
kıta boyutlarında “derinlikli” bir iç pazara, zengin doğal kaynaklara sahip ABD
bu yarışta öne geçti. İç pazarı yabancı ürünlere kapatırken, yabancı sermayeye,
işgücüne ve girişime açık tutan ekonomi siyaseti ABD’yi Britanya egemenliğin-
deki serbest ticaret döneminden en çok yararlanan ülke durumuna getirdi. Ona
emperyalist gereksinmelere yanıt verecek öncü nitelikler kazandırdı.
Britanya’nın ada olmasından gelen, rekabet ve çatışma alanlarından yalıtılmışlık
avantajı, dünyanın “uzak” bir köşesindeki çok daha büyük bir “ada” konumunda
olan ABD için de geçerliydi.
Sömürgecikten emperyalizme, Avrupa siyasal yapısının oluşumu imparatorluk-
lardan ulus devletlere giden bir güzergâhta ilerledi. Bu yol, çok önceden 1648
Westphalia Barışı ile açılmıştı. Bu anlaşma ile, devletlerüstü değil devletlerarası
dengelerle belirlenen uluslararası hukuk ve ilişkiler sisteminin ilk adımı atılmıştı.
Devlet sınırlarını gösteren ilk haritalar bu tarihten sonra çizilmeye başlandı.
Westfalya Barışı ile ortaya çıkan yeni dünya yönetim sistemini aşağıdaki alıntı
iyi özetliyor:
Artık egemen devletler üzerinde bir örgütün veya yetkinin varlığı düşün-
cesi ortadan kalkmıştır. Bunun yerini, bütün devletlerin dünya ölçeğinde
bir siyasal sistem kurduğu veya Batı Avrupa devletlerinin her ne şekilde
olursa olsun tek bir siyasal sistem oluşturduğu düşüncesi almıştır. Bu yeni
sistem devletlerin üzerinde değil, devletlerarasında işleyen bir uluslararası
hukuka ve devletler üstü değil, devletlerarası bir güçle belirlenen güçler
dengesine dayanmaktadır.12

11 K. Marx ve F. Engels, Collected Works, Progress, Moscow and Lawrence and Wişshart, London 1975, c. 3, s. 212
12 Leo Gross, “The Peace of Westphalia, 1648-1948” 1968, Aktaran Giovanni Arighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, s. 77

77
Yaşayan Marksizm

Almanya ve İtalya’nın gecikmiş burjuva devrimlerini, siyasal birliklerini gerçek-


leştirmeleri, sanayi devrimi, 1874 dünya krizi on dokuzuncu yüzyılın son çeyre-
ğinde kapitalizmin yeni bir aşamasına gelindiğinin habercileriydi.
1874’den 1914’e, yani Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemin özgünlü-
ğü, gelişmesini hızlanarak sürdüren, tekelcileşen kapitalizm tarafından belirle-
nen dünya ekonomisiyle, Hobsbawm’ın “İmparatorluk Çağı” diye tanımladığı
son demlerindeki bir uluslararası ilişkiler düzeninin bir arada yaşamasıydı. Bu
anlamda bir “ara dönem”, bir geçiş söz konusuydu. Bu geçiş aşamasının kritik
bir dönemecinde sistem Birinci Dünya Savaşı ve 1917 Ekim Devrimiyle iki kez
infilâk etti.
Geçişler sessiz sedasız, çatışmasız, patlamasız yaşanmıyor.
Birinci Savaş emperyalistler arasındaki paylaşım ve nüfuz sorunlarını kesin bir
sonuca kavuşturamadı. İkinci Dünya Savaşı’nda, 1929 buhranından sonraki
“yaratıcı-yapıcı yıkım” gereksinmesiyle birlikte, Birinci Savaş’ta yarım kalan he-
sap görülmüş oldu. İki dünya savaşı, ABD ekonomisine çok büyük üstünlükler
getirdi. İki savaş arasında ABD ekonomisi ortalama yüzde 10’lar civarında büyü-
dü; kısa zamanda dünyanın en güçlü ekonomisi konumunu kazandı.

III

Sınıf mücadelesi boyutu


Kriz ve geçiş dönemleri sınıf mücadelesinin keskinleştiği, şiddetlendiği, geçiş sorun-
larının son çözümlemede sınıf mücadelesi yöntemleriyle çözüldüğü dönemlerdir.
Büyük savaş öncesinde kapitalizmin var olduğu bütün ülkelerde yaşamını emek-
gücünü satarak sürdüren işçilerin sayısı büyük bir hızla artıyordu. On dokuzuncu
yüzyıl sonunda nüfusu 100 binin üzerinde olan kentlerde çalışan insanların yakla-
şık üçte ikisi sanayi işçileriydi.13 Bu dönemde Avrupa’nın her yerinde işçi sınıfına
dayanan kitle partileri oluştu. 1914’e gelindiğinde Almanya ve İskandinavya’da
sosyal demokrat partilerin oy oranları yüzde 35-40’lara yükselmişti. 1911’de
Belçika İşçi Partisi’nin 270 bin, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin bir milyon-
dan fazla üyesi vardı. 1914’de Fransız Sosyalist Partisi, 1.4 milyon oy alarak 103
milletvekili çıkarmıştı. ABD’de bile, sosyalist kitle partisi 1 milyondan fazla oy
alabiliyordu.14 1913’te Orta Almanya’nın Naumburg-Merseburg seçim bölgesin-
de işçilerin yüzde 88’i SPD’ye oy vermişti.15 Emekçi tabanlı sosyalist ve sosyal
demokrat partilerin üyeleri çok büyük bir çoğunlukla işçilerden oluşuyordu. Ör-
neğin, 1911-12’de Hamburg’da 61 bin üyesi bulunan Sosyal Demokrat Parti’de

13 Eric Hobsbawm, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Çeviren Vedat Arslan, Dost Yayınevi, 2.ci baskı, Ankara, Temmuz
2003, s. 131
14 Agy. s.133
15 Agy. s.147

78
Kriz ve Hegemonya

yalnızca 36 “yazar ve gazeteci” ile iki yüksek meslek sahibi üye bulunuyordu.16
Oyları artan partilerle üye sayısı büyüyen sendikalar dönemin tipik özelliğiydi.
Ancak isyan ve ayaklanma gündemde değildi.
İşçi sınıfı hareketi savaşla, özellikle de 1917 Ekim Devrim’iyle birlikte yeniden
devrimcileşti. 1918 başlarında Bolşevikler Almanya ile barış yapmak için çırpı-
nırken, siyasal grev, gösteri ve ayaklanmalar dalgası Viyana’dan Budapeşte’ye,
Çekoslovakya’dan Almanya’ya kısa zamanda tüm Orta Avrupa’ya yayıldı.
1918 Kasım’ında Almanya’da işçi devrimi patladı. 1918 Kasım devrimi gerçek
bir devrimdi. 1918 Kasım’ında, proletarya, burjuvaların herhangi bir direnişe
yeltenemeyeceği caydırıcı bir güce sahipti.
Daha 1917 Nisan’ında Berlin’de silah sanayinde çalışan 200 binden fazla işçinin
ekmek karnesindeki kısıtlamalara karşı greve çıkması, Ekim Devrimi’nin birin-
ci yıldönümüne rastlayan 8 Kasım 1918’de patlayan kitle hareketleri ve grevler,
Berlin’de 500 bin kişinin katıldığı grev, Kiel’deki donanma askerleri isyanı, isyan
ve grev dalgasının Hamburg, Hannover, Köln, Magdeburg, Münih, Stuttgart ve
Almanya’nın öteki önemli işçi bölgelerine yayılması, imparatorun çok güvendiği
Dördüncü Piyade Alayı’nın isyana katılarak Berlin’e girmesi, hükümetin düşme-
si, Berlin İşçi ve Asker Konseyi’nin 3 bin delegesinin üç SPD’li (Alman Sosyal
Demokrat Partisi) üç USPD’li (Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi) geçici
halk komiserini hükümet kurmakla görevlendirmeleri, bütün Almanya’yı işçi ve
asker konseylerinin sarması, ikili iktidar durumunun oluşması...
1918 Kasım Devrimi kısaca buydu. Alman Devrimi aralıklarla 1923’e kadar sür-
dü ama yenildiği tarih esas olarak 1919 başıdır.
İtalya’da 1920 Eylül’ünde 3,5 milyon işçi fabrikaları işgal ederek kendi komitele-
rini ve silahlı muhafızlarını oluşturdular. Hükümet ve işverenler güçsüzdü. Özel
faşist kuvvetler zayıftı. Kritik karar 11 Eylül’de Sosyalist Parti ve Emek Konfede-
rasyonu tarafından alındı. 409 bine karşı 591 bin oyla kontrol Konfederasyona
ve onun reformist önderlerine geçti. Başbakan Gioletti ile görüşmeler başladı. 19
Eylül’de, bir anlaşmaya varıldı; buna göre fabrikalar boşaltılacak, işçilere yüzde
20 ücret zammı ve işçi kontrolü hakkı verilecekti. Anlaşmanın özü fabrikaların
boşaltılmasıydı. İşverenlerin, hükümetin, polisin, silahlı kuvvetlerin yapamaya-
cağını sosyal demokrat reformist liderler yapmıştı.
Almanya’daki 1918 yükselişi, İtalya ve Avusturya’daki savaşkan ve kitlesel işçi ta-
arruzu dünya devrimi yönündeki umutları tazeledi. Tazeledi ama ne Almanya’da
ne de Avrupa’nın başka bir yerinde Ekim Devrimi’ni tamamlayacak, dünya dev-
riminin yolunu açacak yeni bir kopuş gerçekleşmedi.
Dünya devriminin tıkanması, buna karşılık devlet iktidarının sosyalistlerin eline
geçtiği, kapitalist gelişmişlik açısından geri ama toprakları, doğal kaynakları ve

16 Agy

79
Yaşayan Marksizm

insan gücüyle büyük tek bir ülkede bu iktidarı sürdürme çabaları uzun bir dö-
nem dünyadaki bütün ilişkileri birinci dereceden etkiledi.
Kapitalizmin anayurtlarında varolan düzeni tehdit eden sosyalist işçi hareketi
ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın üçte birini denetimine alan Sovyet
bloğu ABD hegemonyasını gerekli kılan dışsal koşullardı. Bu koşullar anlaşılma-
dan ABD hegemonyası anlaşılamaz.
Öte yandan, Birinci Dünya Savaşı’nın kendisi dünya ekonomisinin 1900’lerden
beri içine girdiği düşüşün sonucuydu. Savaşın sonunda, var olan dünya düzenine
meydan okuyan Almanya pençeleri sökülmeden durduruldu. Ama bu çatışma
nedenlerini daha da güçlendirdi. Artık, Avrupa’nın ve dünyanın bir siyasal siteme
sahip olduğunu söylemek bile güçtü. “Bu korkunç durumun tek alternatifi, ulusal
egemenliğin ötesinde, örgütlü güce sahip bir uluslararası düzen kurulmasıydı.”17

IV

İkinci Dünya Savaşı ve ABD hegemonyası


1929 büyük buhranı, Nazizm’in yükselişi, İkinci Dünya Savaşı, dünya piyasala-
rının çözülmesini, onunla birlikte devletlerarası hukuku düzenleyen Westphalia
sisteminin ilke, kural ve normlarının daha önce hiç görülmemiş bir biçimde ihlal
edilmesini getirdi. Dünya kapitalist sisteminde büyük bir dağınıklık, eşgüdüm-
süzlük, kaos baş gösterdi.
Sovyetler Birliği savaştan güç ve prestij kazanarak, Doğu Avrupa’daki “halk
demokrasileri”lerini kendi bloğuna katarak çıkmıştı. “Reel sosyalizm”, kapitalist
dünya, özellikle de Batı Avrupa için hem içerden, hem dışardan; sınıfsal, jeopo-
litik, gerçek, büyük bir tehlike oluşturmakla kalmıyor, bu güç ilişkileri içinde
sistem de “reel kapitalist” denebilecek bir yola giriyordu. 18
ABD hegemonyası özetlemeye çalıştığım sürecin, ortaya çıkan yeni durumun,
yeni koşulların ürünüydü:
Bir: Dönemin temel ve nesnel ekonomi politik gereksinimi üretken sermaye ha-
reketinin ulus-devlet sınırları içinde tamamlandığı bir sermaye birikim rejiminin
oluşturulmasıydı.
Yirminci yüzyılın başlarında, emperyalist/tekelci aşamaya gelindiğinde sermaye-
nin nesnel gereksinimi ulus devletlere dayanan bir dünya ekonomisi, ona uygun
devletlerarası ilişkiler düzeniydi.
Siyasal olarak bağımsız ulus devletlerarasındaki ilişkileri düzenleyen ilke, kural ve
normları yeniden kurmak için devletlerarası sisteme önderlik edecek, bu sistemi
yeni koşullara göre yeniden yapılandırıp yönetecek bir üstün güç gerekiyordu.

17 Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, Çeviren Ayşe Buğra, İletişim Yayınları,3.
Baskı, İstanbul, 2003, s. 59
18 Haluk Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, İstanbul, 2006, s.225-227

80
Kriz ve Hegemonya

Kendi toprakları dışındaki ülkelerle ilişkisi doğrudan denetime dayalı sömür-


ge tipi yöntemlere değil, uydu ya da itaatkâr devletler sistemine dayanan ABD
yeni duruma, yeni düzene önderlik edecek en uygun adaydı. Amerikan Başkanı
Wilson’un ilan ettiği 18 ilkeden biri olan self-determinasyon, yani ulusların ken-
di kaderlerini tayin etme hakkı, yeni sermaye birikim modelinin öne çıkan ilkesi
oldu. Dünya’daki bağımsız devletlerin sayısı 1913’ten 1990’a dört misli arttı.
ABD’nin, ona emperyalist sistemin yeniden düzenlenmesine öncülük yeteneği
kazandıran başka özellikleri de vardı: İkinci savaş öncesinde dünya sanayi üreti-
minin neredeyse üçte birini gerçekleştirmiş, dünya çapında endüstriyel üretken-
lik üstünlüğünü ele geçirmişti.
İngiltere’den ve kıta Avrupası ülkelerinden farklı olarak merkezi hükümet yetki
ve otoritesinin eyalet ve daha alt yerelliklere doğru yayıldığı, güçler ayrılığı ilke-
sine dayanan pragmatik ve dinamik iç yönetim sistemi, ABD’ye köhne Avrupa
karşısında daha “devrimci” ve “iş bitirici” bir varlık kazandırıyordu. Bunlara ek
olarak, ABD sürekli göç alan büyük toprakları, sürekli büyüyen nüfusuyla “de-
rinliği” olan bir kıta ülkesiydi.
İki: Savaş ve devrimlerin ardından gelen kaosa karşı tek güvence yeni bir dünya
düzeniydi. ABD hegemonyasının siyasal örgütleyici ilkesi Sovyetler Birliği’nin
sınırlandırılmasıydı. Bu sınırlandırmayı dünya pazarını yeniden kurup işleterek
gerçekleştirmenin iki ana aracı ise dünya parası ve askeri güçtü.
Üç: Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki “halk demokrasileri”nin varlığı, ka-
pitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketi, çoğu eski sömürge azgelişmiş ülkelerin
ulusal kurtuluş hareketleri birbirleriyle ilişki halinde, emperyalist kapitalizm için
reel bir tehdit oluşturuyordu. Dünyanın iki karşıt kampa bölündüğü koşullarda
emperyalist kampın bu yeni ve ortak düşmana karşı çok yönlü mücadelesinin
yönlendirilmesi, yönetilmesi, koordine edilmesi, çok daha öncelikli görünen
bir hedef olarak askeri güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. ABD iki savaştan
ekonomik ve askeri açıdan büyük ölçüde güçlenerek çıkmış, bu işlevleri yerine
getirebilecek tek güçtü.
Amerika hegemonyasına doğrudan ve birinci dereceden hizmet eden bir doktrin
olarak “Soğuk Savaş” bulundu. Soğuk Savaş, dünyanın barış zamanlarında gördü-
ğü en büyük silahlanma projesini olanaklı kıldı. Amerikan ekonomisinin büyük
sorunlarına çözümler getirdi. Dünya ekonomisine, genişlemesi için gereksindiği
olanakları yarattı. ABD’nin yurtdışına doğrudan asker gönderen, dünyanın bir-
çok yerinde üsler kuran büyük bir askeri güç olmasının koşullarını oluşturdu.
Dört: Dünyanın ilk proleter devletine, onun temsil ettiği “komünizm” tehlike-
sine karşı savaşta yalnız ekonomik ve askeri önderlik değil aynı zamanda ideo-
lojik/siyasal öncülük gerekiyordu. Yukarıda sayılan özelliklerine ek olarak ABD
kendisini dünyaya, büyük ve özgün bir devrimin mirasçısı, “üstün toplum”un
“ideal/evrensel uygarlık modeli”nin temsilcisi ve taşıyıcısı olarak sundu. ABD,
girişimci, cesur, “birey insan”ın doğayla mücadelesinde kendi yazgısını değiş-

81
Yaşayan Marksizm

tirmede dev adımlar attığı “fırsatlar ülkesi” bir “yeni dünya”ydı; tüm dünyanın
örnek alacağı bir gelişme ve zenginlik “modeli”ydi.
Doların dünya parası konumu kazanması, askeri nükleer ve teknolojik üstünlük,
ABD kökenli tekellerin dünya ekonomisinde artan ağırlığı ABD hegemonyası-
nın köşe taşlarını oluşturdu.
ABD’nin 1945’ten sonra dünya sistemi içinde kazandığı konum tam da “hege-
monya” kavramıyla, bu kavramın kök anlamıyla tutarlı olarak adlandırılacak
özellikteydi. Emperyalist sistem, emperyalist ve bağımlı ülkeleriyle hiyerarşik bir
diziliş içinde, ama siyasal açıdan özerk öğelerden oluşuyordu. Bu yeni tipten hi-
yerarşik ilişki, sömürge tipi ilişkilerden farklıydı. İkincisi, emperyalist/kapitalist
sistemin karşısında bir rakip, bir alternatif olarak Sovyet blokunun varlığı, “or-
tak düşman” karşısında Lenin’in sınıf mücadelesi/devrim stratejisi bağlamında
geliştirdiği hegemonya kavramını anıştıran bir taraflaşma, saflaşma yaratıyordu.
Hegemonyanın sömürge tipi egemenlikten, ya da bir ülke içindeki sınıf diktatör-
lüğünden farkı, yalnızca birincinin ikna ve rızaya, ötekilerin çıplak zor ve şiddete
dayanması değildir. Hiçbir erk, hiçbir önderlik, hiçbir yönetim geçici durumlar
dışında yalnızca zor ve şiddetle ayakta duramaz. Hepsi, dönemlere, durumlara,
sınıf mücadelesinin düzeylerine göre değişen ölçülerde rıza ve ikna yöntemlerini
kullanırlar. Hükmedilenlerin hükmedenler karşısındaki pasifikasyonu, sömür-
geci ya da sömürücü boyunduruğa sessizce boyun eğmeleri sömürgecilikten gü-
nümüze tüm egemenlik ilişkilerinde vardır.
Hegemonyanın öteki egemenlik ilişkilerinden farkı, birliği, birimi oluşturan öğe-
lerin hukuksal-siyasal özerkliği ve birliğin bir arada durmasında çimento işlevi gö-
ren ortak çıkarların varlığıdır. Hegemonyacı, sistem ya da birliği oluşturan öteki
öğelerden üstün, baskın olandır. Güç burada da, son çözümlemede belirleyici ol-
makla birlikte bu gücün öteki öğelere her durumda, açık zor ve şiddet olarak uygu-
lanması gerekmemektedir. Çünkü hegemonyacının gücü, iç dengeler korunduğu
sürece ağırlıklı olarak içe değil, dışa dönüktür. Hegemonyacı güç, sistemin sürek-
liliğini ve ortak çıkarlara uygun işleyişini sağlayarak, hegemonyayı kabul edenlere
de hizmet etmektedir. Öyleyse, hegemonyanın devamı, bir bütün olarak sistemin
ve bileşenlerinin ortak çıkarlarının devamına bağlıdır. Hegemonyacı-hegemonya
altına alınan ilişkisi sembiyotik bir ilişkidir. Hegemonyacı olan bu ilişkiden arslan
payını, senyoraj hakkını, daha fazlasını alacaktır; ancak ilişkinin sürmesi bu payın
sistemin işleyişini aksatacak, öteki öğelerin kaldırma (tolere etme) kapasitelerini
aşacak noktaya gelmemesini gerektirmektedir. Gelirse, ilişki şu ya da bu biçimde,
şu ya da bu yöntemle sorgulanacak, er ya da geç başkalaşacaktır.

ABD hegemonyasının çözülüşü


1945’te kurulan, dünyanın 45 yılına tartışmasız damgasını vuran ve halen bir bi-
çimde sürmekte olan ABD hegemonyası, 1970’den sonra zayıflamaya başlamış,

82
Kriz ve Hegemonya

1991’den sonra bu süreç iyiden iyiye hızlanmış, 2008 buhranıyla birlikte varlığı-
nın sorgulandığı kritik bir evreye girmiştir.
Bu süreçle ilgili olarak, daha önce birçok Marksist yazar tarafından ortaya ko-
yulan saptamaları uzun uzun yinelemeyeceğim. Terminolojik tercihler ve önü-
müzdeki sürecin yönü ve hızı ile ilgili öngörü farklılıkları bir yana, ABD hege-
monyasının ekonomik ve ideolojik temellerinin çözüldüğünde, siyasal-askeri
üstünlüğünün ise devam ettiğinde görüş birliği var.

ABD ekonomisi
ABD, hâlâ dünyanın en büyük ekonomisi. Ama belirgin biçimde güç yitiriyor;
üretim artış oranları düşerken, tüketim artış oranları yükseliyor. 1929’dan önce
dünya sanayi üretiminin yüzde 44.5’ini ABD, yüzde 11.6’sını Almanya, yüzde
9.3’ünü İngiltere, yüzde 7’sini Fransa, yüzde 4.6’sını Sovyetler Birliği, yüzde
3.2’sini İtalya ve yüzde 2.4’ünü Japonya gerçekleştiriyordu.19
Günümüzde, ABD hâlâ en çok üreten ülke, ancak payı yüzde 45’ten yüzde 28’lere
düşmüş durumda. ABD giderek daha az üretiyor, ama daha çok tüketiyor. Üreti-
mi artırmadan tüketimi artırmanın tek yolu üretenden almak, dışarıdan kaynak
aktarmaktır! ABD ekonomisi bugün çok büyük ölçüde dışarıdan aktarılan kay-
naklara bağımlıdır. İç tüketimle büyüyor; bu tüketim dünyanın başka yerlerin-
deki üretimin sürekliliğini sağlıyor ve oralarda üretilen ekonomik kaynak ya da
fazla ABD ekonomisini çeviriyor.
Ekonominin siyasetten bağımsızlığını, piyasanın kendi kendine mükemmel bi-
çimde işlediğini vazeden tezlerin gerçek dışı ve geçersiz olduğunun en iyi kanıtı,
ABD ekonomisinin salt ekonomik olmayan düzeneklerle sürdürülüyor olmasıdır.
Sermayenin tek dünya pazarındaki hareketi, kâr oranlarının düşmesi, dünya ça-
pında “sermayenin malileşmesi” yönünde nesnel bir dürtü yarattı. Üretimdeki
tartışılmaz egemenliğini yitiren ABD, sermayenin bu nesnel eğilimine stratejik
bir yönelişle yanıt vermeye çalıştı. Bu, aynı zamanda derinleşen hegemonya kri-
zine verilen bir tepkiydi. 1980’den bu yana, sermayeyi malileştirme ABD Hazi-
nesi, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) ve diğer mali kurumlar
aracılığıyla ABD hegemonyasının rehabilite edilmesini amaçlayan bir strateji
haline geldi. ABD bu stratejide geçici bir başarı sağladı. Ancak finans alanı en
sonunda üretime bağlı olduğu için, bu başarının sürekli kılınması olanaksızdı.
Böylece yakın zamanlara kadar Almanya ve Japonya’nın fazlalarıyla kapatılan
ABD açıklarını dış ticaretleri fazla veren Çin başta olmak üzere Asya’nın “yükse-
len” ekonomileri karşılamaya başladılar.
2000’den sonra ABD ekonomisinin en belirgin özelliği, iç ve dış dengelerin, yani
kamu ve ödemeler dengesinin birlikte bozulması ve ABD’nin tarihindeki en
büyük kamu ve dış ticaret açıklarıyla yüz yüze kalmasıdır. Bu soruna bulunan

19 Emmanuel Todd, The Breakdown of the American Order/AFTER EMPİRE, Translated by C. Jon Delogu,Columbia
University Press, New York, 2003, s.64

83
Yaşayan Marksizm

çözüm ise son derece yalındır: Dış açıkları, çoğu zaman ekonomik olmayan araç-
larla dünyaya finanse ettirmek!
1950’den bu yana ABD’nin uluslararası güçlü paralar ve altın cinsinden rezerv-
leri sürekli olarak düşüyor.
Dolar bu koşullarda ekonomik olmaktan çok siyasal bir araç kimliği kazandı.
Toparlamak gerekirse, 2007 başlarında ABD ekonomisi son derece kırılgan, gi-
derek daha az oranlarda üreten, tüketimini borçlanarak sürdüren, dünyanın en
borçlu, en yüksek cari açıklara sahip, kredi köpüklerinin büyüklüğü nedeniyle
kriz ve durgunluğa en açık ekonomisiydi.
Türkiye’deki Bağımsız Sosyal Bilimcilerin daha 2005 yılında belirttikleri gibi, sü-
reç “ABD için bu kadar borcun, Asya için ise bu kadar alacağın fazla geleceği” bir
kırılma noktasına doğru yol alıyordu.20 Dolar değer yitiriyor, düşen iç talep ABD
ekonomisini durgunluğa ve küçülmeye sürüklüyor; zincirleme etkiyle ihracatçı
ülke ekonomileri bu durumdan olumsuz etkileniyordu. Bütün bunlar ABD ve
onun üzerinden dünya ekonomisinin son derece kırılgan ve krizlere gebe du-
rumda olduğunun belirtileriydi.
2007-2008 krizi ABD ve dünya kapitalist ekonomisinin kırılganlığının pratik
doğrulanmasıdır. Büyük buhranın merkez üssü, sistemin de merkezi olan ABD
oldu. Kriz, ekonomik dinamizmi aşınmış, kâr oranları düşmekte olan, mali ser-
maye köpüğünün akıl almaz boyutlar aldığı hegemonyacı ülkede patlak verdi.
Buhranın dünyasal ve aynı zamanda bir hegemonya krizi içeriğinde seyretme-
sinin önemli nedeni budur. ABD ekonomisiyle ilgili son ekonomik veriler eli-
nizdeki derginin başka yazılarında var. Bunlara girmiyorum. Özetin özeti birkaç
sonuç: ABD bugün ülke ve hane halkı olarak dünyanın en borçlu, ekonomisi
devasa cari açıklar veren, giderek daha az ürettiği gibi, giderek daha az tasarruf
eden, halkı giderek daha az kazandığı halde kazandığından fazla tüketime prog-
ramlanmış bir ülkedir.
ABD ekonomisiyle dünya buhranı arasında, kâr oranlarının düşmesi ile ABD
hegemonyasının çözülmesi arasında bire bir ilişki var. Bu ikili krize tepki ola-
rak ABD’de sermayenin bugüne dek görülmemiş ölçeklerde malileşmesi ise krizi
tetikleyen esas nedendir. Özetle yazmak gerekirse, sermaye grupları arasındaki
rekabetin şiddetlenmesi ve sermayenin malileşmesindeki devasa büyüme, ikisi bir-
den son krizin ateşleyicileri oldular.
ABD hegemonyasının yalnız ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik, siyasal ve
kültürel temelleri de çöküyor. ABD’nin “demokrasi”nin, zenginliğin, gelişme-
nin, fırsat eşitliğinin evrensel temsilcisi bir yeni dünya olduğu imajı dünya halk-
larının gözünde çok ciddi biçimde sarsılmıştır.

20 Bağımsız Sosyal Bilimciler, “2005 başında Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yaşamı üzerine değerlendirmeler/Kapitalist
dünyanın hegemon gücü olarak ABD ekonomisindeki gelişmeler”, Mart 2005, (http://www.bagimsizsosyalbilimciler.
org/Yazilar_BSB/BSB2005Mart.pdf)

84
Kriz ve Hegemonya

ABD’nin, formasyonunu soğuk savaş döneminde kazanmış en bilinçli antiko-


münistlerinden, eski başkan Carter’in güvenlik danışmanı, son ABD seçimlerin-
de Obama’nın aktif destekçilerinden ve aynı zamanda dışişleri danışmanların-
dan olan Zbigniew Brzezinski ABD toplumunu şöyle resmediyor:
Borçluluk, dış ticaret açığı, düşük tasarruf ve yatırım, endüstriyel rekabet-
te gerileme, verimlilik artış oranlarında düşme, yetersiz sağlık hizmetleri,
düşük düzeyli orta eğitim, bozulan toplumsal altyapı ve kent hizmetle-
ri, açgözlü bir zengin sınıf, giderek derinleşen ırk ve yoksulluk sorunu,
yaygın suç ve şiddet, kitleselleşen uyuşturucu kültürü, toplumsal umut-
suzluğun yaygınlaşması, cinselliğin yozlaşması, görsel medyanın kitlesel
propagandasının yarattığı ahlaki çürüme, yurttaşlık bilincindeki geri-
lemenin sonucu olarak ulusal devlet yararına herhangi bir hizmet ya da
fedâkarlığın anlamsız hale gelmesi, ayrılıkçı bir çokluk kültürünün orta-
ya çıkması, politik sistemin kilitlenme belirtileri, giderek yaygınlaşan bir
boşluk duygusu… 21
ABD toplumunun örnek olma gücünü giderek yitirmesi bir yana, bu emperyalist
süper güç bugün insanlık için yeni ve ileri herhangi bir düşünceyi temsil etmiyor.
Brzezinski 1989’dan 2008’e kadar olan dönemde ABD’nin kötü yönetildiğini be-
lirterek, ABD aleyhine işleyen önemli jeopolitik eğilimleri şöyle sıralıyor:
İslam dünyasını baştan başa kaplayan Batı’ya karşı düşmanlığın yoğunlaşma-
sı; patlamaya hazır Ortadoğu; Basra Körfezi’nde ağır basan İran; kararsız, nük-
leer silahlı Pakistan; bağlılığını yitirmiş Avrupa; içerlemiş Rusya; Uzak Doğu
birliğini kuran Çin; Asya’da daha da yalıtılan Japonya; Latin Amerika’daki
popülist Amerikan karşıtı dalga; silahsızlanma rejiminin bozulması.22
Brzezinski, son 20 yıllık dönemde Amerika’nın bağlaşıklarını bölerken, düşman-
larını birleştiren bir siyaset izlediğini, “korkuyu suistimal“ ettiğini, stratejik sa-
bırsızlık göstererek ve kendini soyutlayarak diplomatik opsiyonlarını daralttığını
ekliyor23 ve tüm bunların sonucu olarak “… tarihi olarak emperyalizm karşıtı, si-
yasi olarak Batı-karşıtı ve duygusal olarak giderek Amerikan karşıtı” bir “küresel
uyanış”tan söz ediyor. 24 Brzezinski, egemenlere özgü bir serinkanlılıkla birçok
solcu geçinenin görmediği gerçekleri görüyor.
Geriye, hegemonyanın, hemen herkesin ABD’nin kesin ve tartışılmaz üstünlü-
ğünü kabul ettiği askeri cephesi kalıyor. Silahlanmaya ayırdığı dev bütçeyle, 154
ülkeye yayılmış 850 civarındaki askeri üssüyle, elektronik teknolojisinin son bu-
luşlarıyla donanmış silah kapasitesiyle ABD’nin bugün için askeri açıdan rakip-
siz bir güç olduğu bir gerçek.

21 Z. Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, Çeviren Haluk Menemencioğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,
Aralık 1994, s. 114-119
22 Z. Brzezinski, İkinci Şans, Çeviren Yelda Türesi, Inkılap Kitap, İstanbul 2008, s.187
23 Agy, s.200
24 Agy. s.211

85
Yaşayan Marksizm

Strateji uzmanları kağıt üzerinde çeşitli denklemler kuruyorlar. Rusya-Avrupa-


Japonya ya da Çin-Rusya-Avrupa askeri bağlaşıklık ve güç birliklerinin ABD’ye
denk bir askeri güç ağırlığı oluşturabileceği öne sürülüyor.
Askeri uzmanlar, ABD’nin deniz ve hava kuvvetleri bakımından üstünlüğü-
nün tartışılmaz olduğunu ancak kara kuvvetlerinin görece zayıf ve güçlendiril-
mesinin zor olduğunu öne sürüyorlar. ABD’nin, dünya egemenliği için ihtiyaç
duyduğu kuvvet gösterisini Afganistan, Irak gibi askeri bakımdan zayıf güçlere
karşı yapması, kısacası “kolay” hedefler seçmesi gücünün değil, zayıflığının be-
lirtisi sayılıyor. “İmparatorluktan Sonra”sı üzerine akıl yürüten burjuva yazar-
lar, Rusya-Avrupa-Japonya yakınlaşmasının ABD’yi dengeleyecek bir askeri güç
oluşturabileceğinden söz ediyorlar.25
ABD’nin ileri teknolojiyle donatılmış askeri gücü, dikkatlerden kaçan çok önemli
bir zaaf taşıyor. Amerikan silahlı kuvvetlerinin teknik kapasitesi değil ama Ame-
rikan toplumunun kapasitesi, “sınırsız”ı bir yana, Irak benzeri birkaç cephede
birden savaşmayı kaldıracak durumda değil. Hegemonyayı sınırsız askeri güç
kullanarak sürdürmenin en önemli sınırı, Amerikan toplumunun kendisidir. Dev-
letinden yurttaşına borçlu ekonomisiyle, içindeki akıldışı eşitsizlik ve yoksullukla,
evrensellik iddia ve inandırıcılığını yitirmiş ideolojisiyle, hedonist (hazcı) tüketim
kültürü ve insanıyla bu toplum çok büyük sorun ve çelişkiler barındırıyor. Brze-
zinski, “vatandaşlık bilincinde gerileme sonucu, ulus-devlet yararına herhangi bir
hizmet ya da fedâkarlık anlamsız hale gelmiştir” diyor.26 Bugün ABD’deki tek zo-
runlu yurttaşlık hizmeti, büyük tekellerin ve zengin Amerikalıların ciddi biçimde
kollandığı vergi yükümlülüğüdür. Askerlik bir yurttaşlık görevi değildir. “Gönül-
lü” asker, maddi ve sosyal “özendirici”lerle, yani düpedüz rüşvetle toplumun en alt
kesimlerinden devşirilmektedir. Irak işgalinden bu yana ABD işgal ordusu içinde
ve ABD toplumunda olup bitenler burada giremeyeceğimiz ayrıntılı bilgilerle “Vi-
etnam sendromu”nu anıştırır toplumsal travmalar yaşandığını göstermektedir.
ABD Irak’ta, İran’da, Afganistan’da ve Pakistan’da yalnız ideolojik siyasal yön-
den değil, askeri bakımdan da zorlanıyor.
Bu notlar, ABD askeri gücünün de mutlak ve sınırsız olmadığını görmek bakı-
mından önemlidir. Ancak bugünkü gerçek değişmiyor: ABD silahlı kuvvetleri-
nin tek tek, hatta toplu olarak olası rakip ve hasımları karşısında tartışmasız bir
üstünlüğe ve caydırıcılığa sahiptir!
Son olarak, bu tür çözümlemelerde nedense pek az değinilen bir duruma dikkat
çekmek istiyorum. ABD toplumunun çelişkisiz, uyuşuk, edilgen bir yığın olarak
algılanması; çözümlemelerin büyük buhrana rağmen işçi sınıfının, yoksulların
giderek kötüleşen koşullara hep sessizce boyun eğeceklerinin varsayımına da-
yandırılması verili durumu mutlaklaştıran yanıltıcı bir yaklaşımdır. Bunun ye-

25 Emmanuel Todd, The Breakdown of the American Order/AFTER EMPİRE, Translated by, C. Jon Delogu, Columbia
University Press, New York, 2003, s.195
26 Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, s. 118

86
Kriz ve Hegemonya

rine, krizin ve hegemonya savaşlarının gidişine bağlı bir öngörü olarak, ABD’de
de sınıf mücadelesinin kendine özgü biçimler alarak yükseleceğini, keskinleşe-
ceğini, ABD içindeki sınıf mücadelesinin ABD hegemonyasının çözülüşüne etki
yapacağını düşünmek, bu etkeni de çözümlemelere katmak gerekiyor.

VI

Hiyerarşi ve hegemonya ilişkilerinin içeriği değişiyor


Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nin bir yerinde şöyle yazıyorlar:
Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içerisinde, bireyle-
rin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. Sivil toplum, bir aşamanın
ticari ve sınai yaşamının tümünü birden kucaklar ve bu bakımdan da, her
ne kadar dışarıda ulus-topluluğu olarak kendini olurlamak ve içeride dev-
let olarak örgütlenmek zorundaysa da, devleti ve ulusu aşar… Sivil top-
lum, sivil toplum olarak ancak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla birlikte,
üretimin ve karşılıklı ilişkinin doğrudan sonucu olan ve her zaman devle-
tin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme
de her zaman aynı adla belirtilmiştir.27
Marx ve Engels’in başka metinlerde “sivil toplum”u buradakinden farklı bir içe-
rikte kullandıklarını biliyoruz. Burada, “sivil toplum”la kapitalist üretim ilişkile-
ri, kapitalist toplumsal formasyon kastediliyor. “Devletin ve üstyapının temelini
oluşturan toplumsal örgütlenme” kapitalist üretim ilişkilerinin, burjuva toplu-
munun örgütlenmesidir.
Yukarıdaki pasajda, Marx ve Engels kapitalist ilişkilerin “ulus devlet”i aşacağını
öngörüyorlar. “Devlet” derken de “ulus devlet”i kastediyorlar.
Aynı metnin birkaç sayfa sonrasında devletle ilgili ilginç bir formülasyon daha var:
Şu halde, devlet egemen bir sınıfın bireylerinin onun aracılığıyla kendi
ortak çıkarlarını üstün kıldıkları bir biçim, içinde bir çağın bütün sivil top-
lumunun özetlendiği bir biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, bütün
kamusal kurumlar, devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar.28
(İtalikler benim-HY)
Devlet bir çağın üretim ilişkilerinin özetlendiği bir biçimse, bu ilişkilerin içeri-
ğindeki değişiklikler bu biçimi, yani devleti de değişime uğratacak demektir.
Sınırsız ve sonsuz sermaye birikimine dayanan kapitalist üretim ilişkilerinin ege-
men olma sürecinde burjuvazi devleti ele geçirmiş, süreç içinde dünya pazarının
oluşup güçlenmesiyle birlikte, en başından içinde taşıdığı “ulus devlet”i aşma
yönündeki eğilim kuvveden fiile çıkmaya başlamıştır.

27 K. Marx-F. Engels, “Alman İdeolojisi Feuerbach”, Sol Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 2004, s.114
28 Agy. s. 116

87
Yaşayan Marksizm

Bugün içinden geçmekte olduğumuz “geçiş dönemi”, “ara dönem”in temel eği-
limlerinden biri, sermayenin ulus devleti aşan hareketi ve bunun çeşitli düzeyler-
de yol açtığı yeni çelişki ve gerilimlerdir.
Devletsiz bir kapitalizm ve emperyalizm konu dışıdır.
On dokuzuncu yüzyılın ulus-devlet dalgası, mantığı gereği “ulusal pazar”ın in-
şasına, iç siyasal yapının güçlendirilmesine öncelik veriyordu. Adındaki “ulus”,
“ulusal” sözcüğüne rağmen ulus-devlet esas olarak ülkesel (teritoryal) ve siyasal
bir varlıktı ve bu durumuyla emperyalist gereksinmelere uygun bir temel ya da
araç oluşturmuyordu. Ulusal sermayeler, ulusçuluk ve ırkçılık aşısıyla kendile-
rini emperyalist yayılmanın gereklerine uygun aktörler durumuna getirdiler.
Böylece, ulus ve ulus-devlet temelli burjuva emperyalizmleri ortaya çıktı: İngiliz,
Fransız, Hollanda, Alman, İtalyan emperyalizmleri...29 Emperyalistler arası reka-
bet ve çatışma iki büyük dünya savaşına yol açtı.
Şimdi bu geleneksel ulus-devlet emperyalizmleri ve genel olarak da devletlerarası
ilişkiler temelinde kurulmuş uluslararası düzen değişiyor. Bu son derece çelişkili
ve sürüngen bir süreçtir. Çünkü değişikliğin temel aktörü ulus/ülke-devletlerdir
ve olumlusundan çözüme gitmeyen her süreç gibi bu da sancılı, engelli bir yolda
zikzaklarla ilerlemektedir.
En başta, kapitalist üretimin, sermayenin hareketinin, artı-değerin gerçekleş-
mesinin, işgücü sömürüsünün dünya ölçeğinde, devlet örgütlenmesinin ise esas
olarak hâlâ ülkeler ölçeğinde olması, bu durumun kendisi yeni çelişkilerin kay-
nağıdır: Sınıf ve iktidar mücadelesinin optimum siyasal birimi ulus ya da ülke
devlettir. Öte yandan dünya tekelci sermayesi bugün ülke devletleri ekonomik/
siyasal egemenliği sınırlanmış alt birimler olarak yeniden yapılandırmak istiyor.
Tekelci sermayenin çıkarı ile “ülke çıkarı” birbirinden ayrılıyor. Emperyalist
devlet, dünyanın paylaşımının ve giderek daha da artan eşitsizlikleri dayatma-
nın en önemli aracı olmaya devam ediyor. Ancak artık esas olarak teritoryal bir
yayılmanın değil, sermayenin zaman ve mekân olarak sınırsız hareketinin, de-
rinliğine nüfuz etme etkinliğinin aracıdır. Dünyanın neresinde, hangi ülkesinde
olursa olsun tekelci sermaye grupları arasında, ülke-devletlerle bağlı ve sınırlı
olmayan, tümüyle kendi dinamik ve inisiyatiflerine bağlı organik bir bütünleşme
gerçekleşiyor. Emperyalizmin bağımlı ülke devletlerini kendi teritoryal alanın-
da iktidarsızlaştırma, etkisizleştirme, bu ülkeleri sömürgeci yöntemlerle çekip
çevirme uygulamaları ile birlikte düşünüldüğünde ise bu bütünleşme, öncelikli
amacı kendi ulusal pazarını elinde tutmak olan “ulusal burjuvazi” vb. katego-
rilerin tarihe karışması anlamına geliyor. Öte yandan, ülke-devletleri yeniden
sömürgeleştirmek de kendi iç çelişkisini doğuruyor.
Devlet hâlâ ama giderek azalan oranlarda, sermaye için kârlı olmayan ekonomik
alanlarda etkinlik gösteriyor; kapitalist devlet her zaman güçlük içindeki tekelci

29 David Harwey, Yeni Emperyalizm, Çeviren Hür Güldü, Everest Yayınları, İstanbul, Kasım 2004, s. 39

88
Kriz ve Hegemonya

işletmeleri destekliyor; kamu varlıkları bir tür ilkel birikim yöntemi sayılacak el
koyma uygulamalarıyla tekellere peşkeş çekiliyor; su gibi doğal kaynaklar dev-
let eliyle meta haline getiriliyor; tekelci devlet kendisine ait varlık ve işletmele-
ri, kamu hizmeti kavramına giren işlevleri özelleştirirken, kapitalist işletmelerin
zararlarını yalnız içinden geçmekte olduğumuz büyük krizde değil her zaman
topluma yüklemek üzere kamulaştırıyor vb.
Devlet, sermaye birikiminin sürekliliğini güvence altına alan, sermaye grupları
arasındaki rekabette taraf olan, tüm bu süreçlerin yönetilmesinde önemli roller
oynayan siyasal örgütlenme olmaya devam ediyor.
Yaşanmakta olan asla bir devletsizleşme süreci değildir.
Yaşanmakta olan sermayenin ülke devletleri aşan hareketinin sonucu olarak
devletlerarası düzenin, hiyerarşi ve hegemonya ilişkilerinin içsel yapısının de-
ğişmesidir.
Tüm devletler, tekelci sermayenin, dünya mali oligarşisinin istek ve çıkarlarına
bağlı olarak yeniden yapılanıyor. Bu değişimin itici gücü, kapitalin ve kapitaliz-
min nesnel gelişiminin olgunlaştırdığı iki başat eğilimdir.
Bir: Artık üretken sermayenin hareketi ulus ya da ülke devlet mekânına bağımlı
olmaktan çıkmıştır. Yeni bir sermaye birikim sürecine geçişin, önceki birikim
süreci ile kimi zaman uzlaşarak, kimi zaman çatışarak ilerlemesi, geçmişten kalan
ilişkilerin yeni uluslararası işbölümüyle yeni biçimlere bürünmesi başat eğilimin
egemen olma hızını etkiliyor, ancak yönünü ve uzun erimde sonuç yaratması
kaçınılmaz nesnelliğini ortadan kaldırmıyor.
İki: Kapitalizm, rekabetin ağırlıkla ülke devletler üzerinden yürütüldüğü bir
sermaye birikim sürecinden, ülke devletlerin yalnızca “ülke” menşeli tekellerin
değil, genel olarak sermayenin, çokuluslu tekellerin rekabet koşullarının, çıkar-
larının gözetildiği bir zemine dönüştüğü bir evreye ilerliyor.
Evet, sermayenin hareketi ulus/ülke devletleri aşıyor. Artık tekelci sermaye grup-
ları asla “bir ülke ekonomisine ait”, ona bağımlı, o ülkeyle kaim değiller. Tersi-
ne, artık yalnızca bu sermaye gruplarının sicil kaydı bakımından bağlı oldukları
ülkeler değil, bütün ülkeler, bu büyük, çokuluslu, ulusötesi sermaye gruplarına
aittir. Sermaye ülkelere değil, ülkeler sermayeye aittir! Dolayısıyla yalnızca dünya
pazarının varlığı değil, sermayenin büyüklüğü ve hareketinin vardığı düzey de
mevcut ülkelerarası/ devletlerarası ilişkiler zeminini aşıyor.
Tekrarlayalım, “tek”,“süper”, “ultra” sermaye ve bu kavramlarla anlatılacak, içinde-
ki çelişkileri söndürmüş bir kapitalizmden söz etmiyoruz. Birden çok sermayenin
olmadığı, bunlar arasında rekabetin yaşanmadığı bir durum kapitalizm değildir.
Sonuç olarak, emperyalizmin yeni evresindeki yeni ve önemli çelişkilerden biri,
sermayenin ulus/devlet sınırlarını aşan hareketi ile mevcut ulus/ülke devletler
gerçekliği arasındadır.

89
Yaşayan Marksizm

Yol açacağı siyasal sonuçlar ve sınıf mücadelesi açısından bizi doğrudan ilgilen-
diren en kritik saptama budur. Ulus devlet modelini aşan yeni bir burjuva devlet
modeli oluşturulana dek bu gerçek değişmeyecek, ulus ya da ülke devlet sınıf ve
iktidar mücadelesinin optimum siyasal birimi olmaya devam edecektir. Bu nok-
tada herhangi bir belirsizlik yoktur. Çelişki ise duruyor.
Yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenler bu çelişkinin uzun, hattâ orta erimde
ABD’nin hegemonyacı konumunu onarıp güçlendirmesiyle ya da ABD’nin bu-
güne dek yerine getirdiği işlevi üstlenecek yeni bir gücün hegemonyacı konu-
ma yükselmesiyle çözülmesini olanaklı kılmıyor. İçerik değişmiştir; ilişkilerin
“hukuk”u ve biçimi de değişecektir. Emperyalist kapitalizmin başat eğilimi budur.
Bugünkü dünya durumunun ortaya koyduğu gerçek öz olarak şudur: ABD’nin
ya da bir başka ulus devletin hegemonyası, ABD’nin ve düşünülecek herhangi bir
hegemonya adayının gücünden de bir ölçüde bağımsız olarak, dünya kapitalist
sisteminin bugünkü gereksinmelerine yanıt verecek bir model olmaktan çıkmak-
tadır. Dünya sisteminin nesnel isteği bugün yalnız mevcut ülke-devletlerarası
ilişkiyi değil bu ilişkinin bir ürünü olan “hegemonyacı” devlet kavramını da aşan,
uluslararası/uluslarüstü siyasal biçimler, örgütlenmeler istiyor.
Başat eğilimleri seçmek, önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak kimi zaman pa-
radoksal olgu ve adımları büyük fotoğraf içindeki yerlerine yerleştirmek, geçici
ve arızi etmenlerle, gelişmelere yön veren daha kalıcı dinamikleri ayırt etmek,
mücadele yolunu aydınlatmak için gereklidir.
Başat eğilimlerin, karşıt etki ve eğilimler içinde kendini hangi hızla, hangi biçim-
lerde, nasıl bir süreç içinde gerçekleştireceğini bugünden bilemeyiz.
Bu kayıtla, maddi ilişkilerin içeriğindeki değişikliklerin, önümüzdeki orta ve
uzun dönem için kabaca iki seçeneği sivrilttiğini öngörebiliriz: Bir; ABD’nin, bu
iş için gerekli ve yeterli bir “dünya” savaşı ile tek devletli dünya diktatörlüğünü
kurması. İki; Dünya tekelci sermayesinin gereksinmelerine yanıt verecek, somut
biçim ve ilkelerini bugünden bilemeyeceğimiz dünya çapında kolektif, anonim
bir yönetim sisteminin oluşturulması. Bu ikinci seçeneğinde, sermaye grupları ve
ülke devletlerin yarın masa başına oturup uzlaşmalarıyla yaşam bulması olanak-
lı değil. Bu seçenekte, sermaye grupları ve emperyalist güçler arasındaki savaş-
reform, entegrasyon-rekabet-çatışma eksenlerindeki çelişki ve çatışmaların bir
tür bileşkesi olarak biçimlenebilecektir.
Brzezinski “küresel istikrarın birinci şartının Amerikan gücüne daha fazla da-
yanmak” olduğunu kaydettikten sonra, dayatmacı değil, bağlaşıkların ortak-
lığı ve uzlaşmasıyla yürütülen bir liderliğin “iki seçenekli” bir hegemonyaya
dönüşmesi gerektiğini, bunun için de kendi ulusal çıkarlarının yanı sıra ahlâki
bir adalet duygusundan da türeyen uzun vadeli bir anlaşmaya ihtiyaç olduğunu
yazıyor.30 Ne var ki, bu sözler, ne yazarın ne de önemli ölçüde sözcülüğünü yap-

30 Z. Brzezinski, Tercih, Çeviren Cem Küçük, Inkılâp Kitabevi, İstanbul 2005, s. 263

90
Kriz ve Hegemonya

tığı ABD’nin dünyanın öteki “ortak”larla birlikte yönetileceği bir uzlaşmaya razı
olduğu anlamına hiç gelmiyor. Brzezinski şöyle devam ediyor:
Ortak çıkarlardan oluşan küresel topluluk dünya yönetimi ile karıştırıl-
mamalıdır. Dünya yönetimi tarihin bu evresinde geçerli bir amaç değildir.
Amerika bağımsızlığını, ortak bir hükümet için gerekli anlaşmadan yok-
sun bir dünyada, ulusal üzeri bir otoriteye vermeyecektir, vermemelidir.
Şu anda, ancak uzaktan idare ile mümkün olabilecek ‘tek dünya yönetimi’
Amerikan diktatörlüğü olabilir ve bu da dengesiz ve son derece kendini
yok edecek bir girişim olacaktır. Dünya yönetimi ya boş bir hayal ya da
kâbustur. Ancak gelecek nesiller için ciddi beklenti değildir.31
ABD’nin savaşmadan geri çekilmesi düşünülemez. ABD hegemonyasının çatış-
masız, savaşsız bir biçimde masa başında yenilenmesi, ya da sona ermesi olanak-
sızdır.
ABD hegemonyasının çözülmesi emperyalistler arası çatışma ve mücadeleleri kı-
zıştırıyor. Bölgesel, bir tarafında emperyalist güçlerin yer aldığı emperyalist savaş
olasılıklarını güçlendiriyor.
Bütün bunlar, büyük buhranın ve hegemonya krizinin entegrasyonla çatışma-
nın, savaş ve reform yöntemlerinin iç içe yürüyeceğini haber veriyor.

VII

Boşluğu kim dolduracak?


Emperyalist-kapitalist dünya bir yandan buhranla uğraşırken bir yandan da ön-
derlik ve yönetim boşluğunu bir biçimde doldurmanın yollarını arıyor. Kimileri,
bu krizden de ABD önderliğinde çıkılacağını, ABD hegemonyasının bir biçimde
restore edileceğini iddia ederken, birçok yazar ve akademisyen, bu yazıda “tah-
terevalli teorisi” dediğim bir yaklaşımla boşluğun, yeni bir ulus/ülke devletin/
devletler topluluğunun hegemonya kurmasıyla doldurulacağını savunuyorlar.
Bu yeni bir tartışma değil. Burada bir parantez açıp önce tartışmanın geçmişine
ilişkin kimi notlar düşmek istiyorum.
1970’lerde ABD hegemonyasının krizde ve inişte olduğu, Japonya ve Almanya’nın
ekonomik alanda güçlenerek bu hegemonyaya meydan okumaya başladıkları
çokça dile getiriliyordu.
Giovanni Arrighi, 1994’te yazdığı, Türkçe’ye 2000 yılında çevirilen, değerli bilgi
ve çözümlemelerle dolu kitabı Uzun Yirminci Yüzyıl ile hegemonya sorunsalına
tarihsel ve teorik bir bakış getirdi. Arrighi, bu kitapta kapitalizmin doğuş zamanı
sayılan on beşinci yüzyıldan bu yana evrim ve birikim modellerini inceleyerek,
kendi deyimiyle “sistemik birikim dairelerinin karşılaştırmalı bir çözümlemesini”

31 Agy. s.263-264

91
Yaşayan Marksizm

yaptı. “Her biri dünya ölçeğindeki sermaye birikim süreçlerinin başlıca kurumla-
rı ile yapısının” birliğiyle nitelenen dört sistemik birikim dairesi tanımladı:
On beşinci yüzyıldan on yedinci yüzyılın başlarına kadar bir Ceneviz da-
iresi; on altıncı yüzyılın sonlarından yaklaşık olarak on sekizinci yüzyılın
sonuna kadar bir Hollanda dairesi; on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından
yirminci yüzyılın başlarına kadar bir İngiliz dairesi; on dokuzuncu yüzyı-
lın sonlarında başlayan ve günümüzdeki mali genişleme aşamasına değin
süren bir Amerikan dairesi.32
Bu birikim dairelerine sırasıyla Venedik, Hollanda Birleşik Eyaletleri, Birleşik
Krallık ve Birleşik Devletler önderlik etmişlerdi. 33 Öncekiler için daha çok “ön-
derlik” terimini uygun bulan Arrighi Britanya ve ABD için “hegemonya” kavra-
mını kullandı. Arrighi beş yüz yıllık kapitalist yayılmanın aynı zamanda, “dünya
ölçeğinde sermaye birikiminin toplumsal ve siyasal ortamını denetim altına al-
mak için daha büyük ve karmaşık örgütsel güçlerle donanmış siyasal yapıların
kuruluşu ile” ilişkili olduğunu yazdı. 34
Arrighi, 1994’te Pirenne ve Braudel’e atıfla “yeni bir kapitalist gelişme aşaması-
na her geçiş(in), dünya ölçeğinde sermaye birikimi süreçlerinin önderliğinde de
bir değişiklik” gerektirdiğini, “kapitalist dünya-ekonomisinin hâkim tepelerinde
meydana gelen her nöbet değişimi(nin), ‘yeni’ bir bölgenin ‘eski’ bölge üzerinde
‘zaferini’ “yansıttığını”, “ … bir nöbet değişikliği ve yeni bir kapitalist gelişme
aşamasına gelip gelmediğimizin henüz açık olmadığını”, ancak ABD’nin temsil
ettiği ‘eski’ bir bölgenin yerini, ‘dünya ölçekli sermaye birikim süreçlerinin en
dinamik merkezi olan “yeni” bir bölgeye (Doğu Asya) terk etmiş olması(nın)
çoktan bir gerçeklik halini” aldığını yazdı.35 Japonya, Çin, Güney Kore, Tayvan,
Hong Kong, Singapur’dan oluşan Doğu Asya ülkelerini ve ilişkilerini genel ola-
rak, Japonya’nın durumunu daha yakından inceledikten sonra şu sonuca vardı:
Japonya’nın dünya gelir ve nakit toplamından giderek daha büyük bir payı
elde etme hızının ve kapsamının çağdaş dünya ekonomisinde bir eşi daha
yoktur. Bu hız ve kapsam, Japon kapitalist sınıfını, her biri sistemik ser-
maye birikimi süreçlerinin yeni önderleri olarak kendi büyük sıçrama dö-
nemlerinde bulunan Cenevizli, Hollandalı, İngiliz ve Amerikalı kapitalist
sınıfların gerçek mirasçısı biçiminde kendi kategorisi içine yerleştirdi.36
“… Japonya önderliğinin gerçekten beşinci bir sistemik birikim dairesine dönü-
şüp dönüşmeyeceği”37nin kesin olmadığını belirterek ihtiyatlı bir dil kullanmış
olsa da Arrighi 1994’te yeni hegemon güç adayı olarak Japonya’yı gösteriyordu.
Arrighi, “Amerikan birikim rejiminin krizinin”, üç olası sonucundan söz edi-

32 Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, Çeviren. Recep Boztemur, İmge Kitabevi, Ankara, Mayıs 2000, s. 23
33 Agy. s. 33
34 Agy
35 Agy. s. 489-490
36 Agy. s. 494
37 Agy.

92
Kriz ve Hegemonya

yordu: Bir: “… eski merkezlerin tarihin gidişatını durdurması”, yani ABD he-
gemonyasının bir biçimde devam etmesi. İki: “eski nöbetçinin kapitalist tarihin
gidişatını durdurmada başarılı olamaması”, yani Japonya önderliğindeki Doğu
Asya sermayesinin “sistemik sermaye birikim süreçlerinde hâkim bir konumu”
işgal etme durumuna gelmesi.38
Arrighi, Türkçesi bu yıl yayımlanan Adam Smith Pekin’de kitabında, Doğu
Asya’nın yeni birikim dairesinin merkezi olacağı görüşünü korumakla birlikte
Japonya ile ilgili görüşlerinde revizyona gitti.
Burada parantezi kapatıp bu yazının temel tezini bir kez daha anımsatarak devam
edebiliriz: Dünya sisteminin bugünkü önderlik ve siyasal örgütlenme sorunu bir
hegemonyacı güç düşerken, yenisinin onun yerini alması yalınlığında değildir.
Öte yandan, büyük buhran ve onunla birlikte daha da ağırlaşan hegemonya krizi
sürerken, dünya ekonomi ve siyasetinin yükselen gücü Çin’in hegemonyanın el de-
ğiştirmesi biçiminde olmasa bile bir yeni dünya düzeninin oluşmasındaki olası rolü
hakkında kimi kısa saptama ve tezler öne sürmeden bu yazıyı sonuçlandıramayız.
Çin, bu ülkenin nüfus ve coğrafya ölçekleri gibi büyük ve boyutlu bir konu. Bu
yazıda kısa ve genel saptamalar yapmakla, kimi tezler öne sürmekle yetineceğim.
Önce, bir parantez daha açıp Çin toplumunun ve devletinin niteliğiyle ilgili not-
lar düşmem gerekiyor.
Çin, belki de tarihin tanıdığı, en hızlı ve özgün restorasyon süreçlerinin birinden
geçerek kapitalist dünya sisteminin en önemli ülkelerinden biri durumuna geldi.
Çin’in kapitalistleşmesinin bugün vardığı yer, bu ülkenin ekonomik ve toplumsal
bakımdan kapitalizm ve sosyalizm dışında bir “üçüncü yol”u temsil ettiği, hızlı
kapitalist dönüşümün 1920’lerde Lenin’in Rusya’da sosyalizm yolunda “sıçramak
üzere gerilmek” metaforuyla özetlediği Yeni Ekonomi Politika’nın (NEP) bugün-
kü koşullara uygun bir benzeri olduğu biçimindeki tezleri geçersiz kılıyor.
Arrighi, Brenner’e dayanarak, Çin’de İngiltere’nin aksine, “pazara dayalı kal-
kınmanın sınırsız bir karakter kazanmayışının” nedeni olarak, Çin’de doğrudan
üreticilerin üretim araçlarından kopmamasını, Marx’ın deyimiyle “ilkel birikim”
koşulunun gerçekleşmemesini gösteriyor. 39 Bu kuşkusuz tarihsel olarak tartışı-
labilir bir yaklaşımdır. Ancak, Arrighi burada durmuyor ve bugünkü Çin için
özgün ama kanımca yanlış bir saptama yapıyor:
Pazara dayalı kalkınmanın kapitalist karakterini belirleyen şey kapitalist
kurumlarla eğilimlerin varlığı değil, fakat devlet erkinin sermayeyle olan
ilişkisidir. Pazar ekonomisine istediğiniz kadar kapitalist ekleyin; devlet,
kapitalistlerin sınıfsal çıkarlarına tabi kılınmadığı sürece pazar ekonomisi
kapitalist olmayan bir nitelik arz eder.40

38 Agy.s.25
39 Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de, İngilizceden çeviren: İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, İstanbul, Ocak 2009, s. 82
40 Agy. s. 334-335

93
Yaşayan Marksizm

Çin’de devlet, bir seferde değil ama adım adım kapitalist pazarın, dünya kapi-
talist sınıfının ve giderek Çin kapitalistlerinin çıkarına tâbi kılınmıştır. Devlet,
kapitalistlerin devleti olmadan önce kapitalizmin devleti olabilmekte, kapitalist
birikimin koşullarını oluşturabilmekte, birikim sürecinin etkin öğesi rolünü oy-
nayabilmektedir. Gerekli koşul, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya çapında ege-
men olmasıdır. Bugün bu koşul fazlasıyla var. Organik dünya pazarı var.
Çin Komünist Partisi, 1979 yılında toplanan 3. Plenum’da “sosyalist piyasa
ekonomisi”ne geçme kararı aldı. 2001’de Çin Dünya Ticaret Örgütü’ne girdi.
2004 Kasım ayında yapılan Çin Komünist Partisi (ÇKP) 16. Kongresi’nde kapita-
list restorasyon yolunda önemli bir adım daha atıldı. Bu kongrede, kapitalistlerin
de partiye üye olabilmesi için gerekli tüzük değişikliği kabul edildi.
Böylece, Çin’de büyük bir hızla, kendine özgü bir ilkel birikim süreci ilerledi;
toprak ve emekgücü metalaştırıldı; yoksul Çin’in devrim sonrası gurur kaynağı
komünler tasfiye edildi; aile işletmeciliğine dayanan tarım yeniden yoksul köylü
üretmeye başladı; sanayide kamu sektörü, devlet işletmelerinin batırılması, özel-
leştirilmesi, yerli ve yabancı özel sermaye ile ortak girişimler (joint venture) ku-
rulması yoluyla yok edilmeye başlandı vb.
Richar Walker ve Daniel Buck’un belirttikleri gibi, “Kapitalizm evrensel öğelere
sahip bir sistemdir ama kapitalizme giden yol, tarihe, coğrafi ve siyasal durum-
lara göre farklı rotalar izleyebilir. Tıpkı bir virüs gibi, kapitalizm de bir yaşama
alanı (living host) olmadan var olamaz…” O halde, Çin karakteristiğinde bir ka-
pitalizmden söz edebiliriz. 41 Çin kapitalist sınıfı bu gelişme ve ilişkiler içinde
kendine özgü biçimde oluştu. Bu yeni burjuvazi, yolsuzluklar ve kamu işletme-
lerinin yöneticiliğinden kaynaklanan gücün kullanılması yoluyla oluşturulan ilk
sermaye birikimi yöntemleriyle aynı zamanda ülke dışındaki Çin burjuvazisiyle
yakın ilişkiler içinde gelişti. Hong Kong, Tayvan ve Makao’nun Çinli burjuvazi-
leri, Çin’de kapitalizmin gelişmesinde çok önemli roller oynadılar.
Üretim ilişkilerinin kapitalist bir karakter kazanması ile adı hâlâ “komünist”
olan bir partinin iktidar tekelindeki devletin sürmekte olması Çin’deki kapitalist
restorasyonun özgün ve çelişkili yönüdür. Kapitalist ilişkilerin egemen olduğu,
toplumun tepesinde ise bürokratik merkezi bir devletin bulunduğu bu özgün
durumun hangi gerilim ve gelişmelere yol açacağı önümüzdeki dönemde daha
açık görülecektir.
Parantezi kapatıp kapitalist Çin’in durumunu, konumuz açısından kısaca ince-
lemeye geçebiliriz.
Son yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti, dünya ekonomik tarihinin bir dizi rekorunu
üst üste kıran bir gelişme kaydetti. 1989-2006 arasında, ulusal geliri ortalama yüz-
de 9.5 oranında büyüdü. 2003-2006 arasında hiçbir yıl yüzde 10’un altına düşme-
di. Aynı dönemde Çin, ulusal gelirinin yüzde ellisini tasarrufa, yüzde 45-46’sını

41 Richar Walker ve Daniel Buck, “Çin Yolu”, New Left Review, 46, July/Aug 2007

94
Kriz ve Hegemonya

yatırıma ayırdı. Amerika’nın büyüyen dış açıkları ile Çin’in sürekli artan dış fazla-
sı bugünkü dünya ekonomisinin biri ötekini var eden, sürekli kılan bir özelliği ha-
line geldi. Çin, artık, ABD’nin en büyük dış alacaklısıdır. Çin’in 2.1 trilyon dolar-
lık resmi rezervlerinin tahminen dörtte üçü dolara bağlıdır. 800 milyar dolardan
fazlası doğrudan doğruya ABD Hazine bono ve tahvillerinden oluşmaktadır.42
Korkut Boratav, Çin’in son krizine kadar olan dönemde dünya kapitalist sistemi-
ne sunduğu yaşam öpücüğünü şöyle özetliyor:
1998-2007 arasında Çin ekonomisi, başta ABD olmak üzere emperyalist
sisteme ve dış dünyaya toplam 1.1 trilyon dolar dolayında net kaynak ak-
tarmıştır. Bu, Çin’in bu sürede yarattığı millî gelir toplamının yüzde 6’sını
oluşturuyor. Çin halkından “esirgenen” bir kaynak, ABD devletinin em-
peryalist yayılmacılığının ve Amerikalıların aşırı-israfçı tüketiminin sür-
dürülmesini sağlamıştır.43
Şu görüşü de yabana atmamak gerekiyor:
Çin ile Hindistan’ın dünyaya açılması ve ekonomik yükselişleri gerçekleş-
memiş olsaydı, sadece işçiler için değil, kapitalistler için de neolieralizmin
bedelinin çok yüksek olduğu görülebilir ve belki çok kısa bir uygulamadan
sonra bitmiş olabilirdi.44
Çin, kapitalist dünya ekonomisine yedek emekgücü ordusunu artırıp ucuzlata-
rak, Çinli işçilerin ürettiği artıdeğerin bir bölümünü emperyalist metropollere
aktararak, bu yolla oralarda kâr oranlarının düşmesini geçici olarak yavaşlatarak,
dünya ekonomisinin “üretim” motoru işlevi üstlenerek, biriktirdiği döviz rezerv-
leriyle ABD cari açıklarını finanse ederek paha biçilmez katkılar yapmıştır. Aynı
süreç, doğal ve kaçınılmaz olarak Çin’in dünya kapitalizmi tarafından asimile ve
bundan sonraki yaşamını kendine bağımlı hale getirme anlamında, deyim uy-
gunsa sembiyotize edilmesi süreci olarak işlemiştir.
Eşitsiz gelişmenin, arkadan gelene kazandırdığı hız ve avantajlara, ABD, Japon-
ya, Almanya’nın arkasından gelen dünyanın dördüncü büyük ekonomisi olma-
sına rağmen45 Çin, bugün ekonomik, siyasal ve askeri yönden dünya liderliğini
kaldıracak bir güce sahip değil.
Çin’in dev ve hâlâ bakir iç pazarının varlığını, Çin’in kriz koşullarında da büyüme-
sinin, aynı zamanda dünya krizinden çıkışın dinamiği olarak görenler var. Bunun
dünya sistemi için bir olanak olduğu teorik olarak kabul edilebilir. Ancak bu olana-
ğın zamansal, mekansal/ fiziksel ve sınıfsal bakımdan son derece kesin sınırları var.
Örneğin, bugün için ABD ile AB’nin iç pazarı verili rakamlarla Çin iç pazarının on
katı büyüklüğünde. Dünya ölçeğinde düşünürsek, bu büyük iç pazarın tıkanmasını

42 http://www.treas.gov/tic/mfh.txt
43 Korkut Boratav, “Kapitalizmin Krizi ve Çin”, soL, 22.02.2009
44 Minqi Li, Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü, Çevirenler: Aytül Kantarcı, Ercüment Özkaya, Epos
Yayınları, Ankara, 2009, s. 105
45 2008 verilerine göre, Japonya’dan sonra üçüncü. 2009’da öteki ekonomiler küçülürken Çin büyümeye devam ediyor.

95
Yaşayan Marksizm

Çin’deki büyümenin dengelemesi olanaksızdır. İkincisi, Çin’in ekonomik büyüme-


sini bu tempoyla sürdürmesinin, dünya enerji ve hammadde kaynaklarının büyük
bir hızla tüketilmesine, dünyanın zaten sınırlarına dayanmış olan ekolojik, fiziksel
olanaklarının geri alınamaz biçimde yok edilmesine yol açacağı kesindir. Üçüncü-
sü, Çin’in dünya pazarındaki rekabet gücü en başta ucuz işgücü avantajına bağlıdır
ama bunun da daha şimdiden kendini gösteren sınırları var. Bir yandan, dünya ka-
pitalistleri kâr oranlarını yükseltmek, birikiminin önünü açmak için sermayelerini
başta Çin olmak üzere ücret ve vergilerini düşük olduğu coğrafyalara kaydırırken
(gelişmiş kapitalist ülkelerle Çin arasındaki ücret aralığı kabaca 20’ye 1’dir)46, öte
yandan Çin’in bu ücret ve sosyal haklar rejimini sürdürmesinin önünde de esaslı
engeller daha şimdiden uç veren işçi direnişleri vb. bulunmaktadır.
Öte yandan, elinde büyük bir ekonomik gücün biriktiğini ve Çin’in bu gücü usta
biçimde kullandığını görmek gerekiyor. Çin, ekonomi ve ticaretin dünya siyasal
güç ilişkilerinde oynamakta olduğu rolün, “şirket satın almanın ülke işgal etmek-
ten daha ucuz” olduğunun farkındadır. Kriz koşullarında, hâlâ büyük üretim ka-
pasitesine dayanan ekonomik gücünü kullanarak konumlarını güçlendirmeye
çalışıyor. Çin’in bugünkü stratejisi iki sütun üzerine oturuyor. Birincisi, sembi-
yotik ilişki, “aynı gemide” olma gerçeğidir. Çin’in elinde bu kadar çok dolar re-
zervi varken bu paranın pul olmasından zarara uğrayacağı açıktır. Bu yüzden do-
ları batıracak bir harekete girişmiyor. Kimi zaman tersine destekleyici tutumlar
alıyor. İkincisi, Çin, koşulları iyi değerlendirerek, hem zamanı geldiğinde gemiyi
kaptan köşkünden başlayarak batıracak ama aynı zamanda önceden hazırladığı
araç ve olanaklarla bu kazadan en güçlü çıkacak manevra olanaklarını da elinde
tutmaya çalışıyor. Altın stoklarını artırması, uluslararası düzlemlerde “yeni bir
para”ya geçmenin gerekli olduğundan söz etmesi bu yöndeki işaretlerdir.
Sonuç olarak, Çin’in ABD’nin yerini alması ya da dünya kapitalist sisteminin
kurtarıcı önderi olması, bugünkü koşul ve veriler altında olanaklı değil. Dünyayı
tükenmenin, barbarlığın eşiğine getiren kapitalist sistemin her şeyiyle dev Çin’in
yükünü taşıyıp taşımayacağı, nereye kadar taşıyacağı ise yanıtını şimdiden vere-
meyeceğimiz bir soru.

VIII

Kaotik ve kritik bir ara dönem


ABD hegemonyasının çözülmekte olduğunu ve yerini başka bir emperyalist he-
gemonyaya bırakacağını ısrarla savunanlardan biri olan Immanuel Wallerste-
in bile, dünyanın “anarşik ve çok kutuplu bir belirsizlik dönemine” girmesinin
ABD’nin son bir çabayla hegemonyasını devam ettirmesi ve Çin’in ABD’nin ye-
rini alması seçeneklerine göre daha güçlü bir olasılık olduğunu yazdı.47

46 Agy. s. 151
47 Immanuel Wallerstein, “Whose Century is the 21st Century?”, Commentary No. 186, 1 Haziran 2006

96
Kriz ve Hegemonya

Kaotik bir dönemden geçiyoruz. Dünya çapında bir hegemonya, önderlik, dene-
tim boşluğu oluşuyor. Sistemin kendisini kısa zamanda onaramayacağı bir çöküş
yaşaması, ya da bir toplumsal devrimle kapitalizmin yıkılması dışındaki olasılık,
kapitalizmin eski ilke, norm, ilişki ve yöntemleriyle kalınan yerden yola devam
etmesi değildir. Egemen sınıf eskisi gibi yönetemiyor; yönetemeyecektir.
Yaşam ise boşluk tanımıyor. ABD hegemonyasının dağılmasıyla oluşacak boşluk
yakın erimde, ABD’nin yerini bir başka süper gücün almasıyla doldurulacak gibi
görünmüyor. Çok daha büyük olasılık, boşluğun irili ufaklı birçok güç tarafın-
dan doldurulmaya çalışılacağı, küçük ama etkili/silahlı güçlerin yaşam ve geliş-
me alanı bulabileceği tam anlamıyla “kontrolden çıkmış bir dünya”dır. Böyle bir
dünyada, var olan, ancak kendi toprakları üzerinde egemenliği ciddi biçimde aşı-
nan ülke devlet ordularının ne olacağı, ne yapacağı üzerinde durulması gereken
ciddi bir sorundur. Bu, kendisini şimdilik en somut biçimde çözülmekte olan
Pakistan devleti ve onun nükleer silahlara sahip ordusu örneğinde gösteren ama
önümüzdeki dönemde başka coğrafyalarda da olabilecek bir gelişmedir. Ulus/
ülke devlete aidiyet bağı zayıflayan özerk silahlı kuvvetler kaotik dönemin olası
manzaralarından biri olacak gibi görünüyor.
Dönem aynı zamanda kritiktir. Çünkü bu evrede sorunun tarafı olan öğelerin
atacağı her adım, girişeceği her eylem yol açacağı sonuçlar bakımından olağan
zamanlardakinden daha farklı, kimi zaman yaşamsal sonuçlar doğuracaktır.
Teorik olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceği, nesnellikle ilişkileri içinde çok
farklı sonuçlara yol açabilecek bu adım ve eylemlere bağlıdır. Kaotik bir evrede,
doğru bir durum çözümlemesi yaparak, gerçek eğilim ve ilişkileri seçmek, geliş-
menin yönünü kavramak, güçleri buna göre seferber etmek devrimci amaç ve
eylemlilik açısından kritik önemdedir.
En başta, buhran koşullarında çözümün sınıf mücadelesi yöntemlerinde arana-
cağını söylemek, bugün sınıf mücadelesinin hâlâ geçerli birimi olan ülke devlet-
ler içinde, ABD’den Çin’e iç çatışma ve sürtüşmelerin yoğunlaşacağı anlamına
geliyor. Bugünkü güç dengeleri içinde, bu, emperyalist metropoller başta olmak
üzere, tüm dünyada ekonomik şiddetle, siyasal şiddetin iç içe geçeceği, milliyetçi,
otoriter/faşizan rejimlere yöneliş demektir. Francis Fukuyama, “Tarihin sonu”
derken acele etmişti. “Devlet İnşası” derken (2004) kapitalist sistem açısından
isabetli bir öngörüde bulundu. Devletin nerede küçültülüp, nerede büyütü-
leceğinin doğru ayırt edilmesi gerektiğinin altını çizdi.48 “Zayıf ya da başarısız
devletlerin dünyasında, güvenliğe duyulan ihtiyaçla, bu kurumların bu ihtiyacı
karşılama becerisi arasındaki açı”ya dikkat çekti.49 En etkin çözümün “tek bir
hiyerarşik örgütün sınırları içinde toplanması” olduğunun altını çizdi.50 Yeniden
“devlet” dedi.

48 Francis Fukuyama, Devlet İnşası, 21. Yüzyılda Dünya Düzeni ve Yönetişim, Türkçesi: Devrim Çetinkasap, Remzi
Kitabevi, İstanbul, Mart 2005, s. 17
49 Agy. s. 139
50 Agy. s. 61

97
Yaşayan Marksizm

Ekonomik çöküşün önlenemediği, toplumsal yaşamın yalnız şiddetle değil, yü-


rüyen/işleyen bir ekonomik/toplumsal rutinle denetim altına alınamadığı koşul-
larda neler olacağını önceden kimse kestiremez.
Ekonomik, ideolojik siyasal temelleri çözülen, ancak şimdilik dengelenemez as-
keri üstünlüğü süren ABD, bu gücü kullanarak konumlarını korumak içinden
elinden gelen her şeyi yapacaktır.
ABD, “önleyici vuruş” doktrinin en önemli ve ilk uygulama alanı olan Irak ve
Afganistan’da istediği sonuçlara ulaşamadı. Bugün hâlâ dünyanın birçok yerine
askeri açıdan egemen olma, o ülkelerdeki rejimleri devirme gücü var. Ancak,
birçok ABD ideolog ve stratejistinin ortaklaştığı üzere, başta Irak ve Afganistan
olmak üzere bu ülkelerde yandaş ve istikrarlı düzenler kuracak ideolojik-siyasal
güç ve prestije sahip değil.
Kaotik dönemin yarattığı boşluğun en açık göründüğü yer 160 milyonluk nü-
fusuyla, nükleer silah gücüyle ABD, Taliban ve Hindistan arasında sıkışmış
Pakistan’dır. Obama’nın Irak’tan Afganistan’a güç kaydırmasının altında da Pa-
kistan sorunu var.
ABD’nin Irak’tan çekilmesi nasıl olursa olsun yeni boşluklar yaratacaktır.
ABD stratejistlerinin kendi aralarında yaptığı, metinlerine ulaştığımız tartışma-
lar, ABD’nin genel olarak Ortadoğu, özel olarak İsrail siyasetlerinde temel bir
yön ve ittifak değişikliği anlamına gelmese de kimi revizyonlara gideceğinin işa-
retlerini veriyor.
Tüm bunlar yeni dönemdeki emperyalist paylaşım ve öbekleşmelerin de farklı ola-
cağını gösteriyor. Bu bakışla, önümüzdeki dönem emperyalist güçlerin “ABD hege-
monyasına tabi olan ve kapitalizmin anakaraları üzerinde yükselen ABD-İngiltere,
Avrupa ve Japonya bloğu ile Çin, Rusya ve İran’ın çevresinde yeni şekillenmeye
başlayan blok”51 biçiminde saflaşacağı öngörüsünü fazla kategorik buluyorum. Son
krizle birlikte dünya sisteminin eski matriksleri yerinden oynamış, sistem zeminin-
deki yarılmalar, geleneksel saflaşma eksenlerini de yataklarından çıkarmıştır.
Büyük buhranın derinleşerek sürdüğü, tek ve organik dünya pazarının bileşen-
leri olarak aynı gemide olan, ancak tarihsel/ekonomik (eşitsiz) gelişmişlik dü-
zeyleri, varoluş biçimleri, buhrandan etkilenme dereceleri, “çözüm” ve “çıkış”
perspektifleri farklılaşan büyük güçler arasındaki ilişkilerin entegrasyon-çatışma
gelgitinde seyrettiği koşullarda, paylaşım kavgası ile “küresel reform” arayışları
aynı sürecin iç içe devinen farklı yüzleri olarak yeni biçimler alıyor.
Bize düşen, ne kadar süreceğini şimdiden kestiremeyeceğimiz bu kaotik ara dö-
nemin, egemenler arasında yarattığı çatlaklardan ve yarattığı fiili iktidar boşluk-
larından yararlanarak kriz koşullarında tutuşması kaçınılmaz antikapitalist isyan
ateşlerini, insanlığın kapitalizmden kurtulacağı bir yangına büyütmektir.

51 Bknz. Ümit Tanışır- Ali İleri “Sermayenin sonsuz birikim sürecinin somut tarihsel ifadesi olarak dünya pazarı”, ….., s.

98
Kriz ve Hegemonya

Kapitalizm, yol açtığı sorunlar evrensel ortak bir aklı zorunlu kıldığı ölçüde, on-
ları denetim altına alamayan bir düzendir.
İnsanlığın evrensel yoksulluğu ve yoksunluğu kapitalizmin tarihsel sınırlarının
en özlü ifadesidir. Merkezinde sonsuz kâr güdüsünün bulunduğu, toplumsal ge-
reksinim kavramından boşanmış doğrusal üretim mantığının dünyayı içine sü-
rüklediği yaşamsal sorunların üstesinden ancak evrensel ortak bir aklı harekete
geçirme yetisine sahip başka bir uygarlık gelebilir. Bu uygarlık komünizmdir. 31
Temmuz 2009

99
Sermaye Çağının Sınırları
Kenan Kalyon

Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl adlı çalışmasının sonunda, kendisinin “kriz on
yılları” dediği geçen yüzyılın sonlarının sayısız belirsizliği ve hercümerci içinde,
bir tarihçi gözüyle, bazı eğilimleri saptamaya ve böylece gelecek hakkında kesti-
rimlerde bulunmaya çalışır. Saptadığı bazı eğilimleri sıraladıktan sonra, konuyu
şöyle bağlar:
Cehaletimizin ve ayrıntılı sonuçların belirsizliğinin oluşturduğu kesif
bulutun altında, yüzyılı biçimlendiren tarihsel güçlerin işlemeye devam
ettiğini biliyoruz. Geçmiş iki ya da üç yüzyıla hakim olan kapitalizmin
kaydettiği gelişmenin devasa ekonomik ve teknik sürecinin ele geçirdiği,
kökünden söktüğü ve dönüştürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bunun ad in-
finitum (sonsuza kadar-ç.n.) süremeyeceğini biliyoruz ya da en azından
böyle bir tahminde bulunmak akla uygundur. Gelecek, geçmişin bir deva-
mı olamaz ve gerek dışsal, gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına
ulaştığımızı gösteren belirtiler var. (...) Dünyamız hem dışa hem de içe
doğru infilak etme tehlikesiyle karşı karşıyadır.1
Besbelli, Hobsbawm her hangi bir krizden değil, bir tarihsel krizden söz ediyor
ve kapitalizmin sınırları -kendisinin hem içsel hem de dışsal olduğunu sezinlet-
tiği sınırları- sorununa anıştırmada bulunuyor.
Aslında, Hobsbawm’ın Marksist bir tarihçi sezgisi ve içgörüsüyle ulaştığı var-
gıya, Ernest Mandel, Marx’tan beri ihmal edile geldiğini düşündüğü bir görevi;
kapitalizmin hareket yasalarının ve çelişkilerinin serencamını sınıf mücadeleleri
bağlamında izleme görevini sırtlandığı Geç Kapitalizm’de zaten ulaşmıştı:
Kapitalist üretim ilişkilerinin bunalımı genel bir toplumsal bunalım ola-

1 E. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991, çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1995, s. 666

101
Yaşayan Marksizm

rak görülmelidir – yani tüm geç kapitalizm çağı boyunca işleyen tüm bir
toplumsal sistem ve üretim tarzının tarihsel gerilemesi olarak. Bu klasik
aşırı-üretim bunalımları ile ne özdeştir ne de onları dışlar.2
Sermayenin yüzleşmeye başladığı ekolojik kısıtlara sıkça dikkat çekmekle bir-
likte, esas olarak onun içsel sınırlarına odaklanan Mandel ile hem içsel hem de
dışsal sınırlar imasında bulunan Hobsbawm istisnai örnekler değil. Daha ya-
kın zamanlarda, Paul Burkett, bu içsel ve dışsal sınırlar ayrımını, kendisinin de
Mandel’e hak vererek var kabul ettiği “kapitalist ilişkilerin tarihsel krizi”ni daha
geniş ve görece farklı bir çerçevede yorumlayarak aşmaya çalıştı:
Bu tarihsel sınırlar, Marx’ın işaret etmiş olduğu aşırı birikim ve serma-
yenin karlılığının azalması yönündeki eğilimlerden daha fazlasını içerir.
Bu sınırlar, kapitalist ilişkilerin, kar için üretim ile insan ihtiyaçları için
üretim arasındaki yapısal çelişkisinin tarihsel olgunlaşması olan genel bir
krizini de kapsar. Söz konusu çelişki bir çok biçim alır, bu biçimler biri-
kim krizlerini de içerir, ama, sadece bu krizlerden ibaret değildir. Çevre
krizlerini kapitalist ilişkilerin bu tarihsel krizinin bir parçası olarak incele-
mekle kapitalizmden komünizme geçişte ekolojik çatışmaların oynayaca-
ğı potansiyel rol görülebilir.3
Vurguyu içsel ve dışsal sınırları tek bir çerçeve içinde kaynaştırmaya kaydır-
makla birlikte, Burkett’in yaklaşımının temelde Mandel’inki ile örtüştüğü açık:
Bir öngörü ve projeksiyon olarak değil, somut ve karşı karşıya kalınan bir sorun
olarak kapitalizmin sınırlarından, bu sistem tarihsel bir kriz evresine girmişse
söz edilebilir. Bu tarihsel krizin pek çok dışavurumu ve tezahürü olabilir ama
o bunlardan her hangi birine indirgenemez. Kapitalizm böyle bir evreye girmiş
durumdadır. Bu yazıda paylaştığımız ve çeşitli yönleriyle irdeleyip açımlamayı
deneyeceğimiz yaklaşım da budur.
İçsel ve dışsal sınırlar bahsinde, farklı düşünenler de yok değil. Örneğin, Gilles
Deleuze ve Felix Guattari, genelleşmiş meta üretiminin mantığının içinden ba-
kıldığında, yayılması ve derinleşmesi boyunca kapitalizmin karşılaştığı her sınırı
ve engeli yerinden etmeye muktedir olduğu, ama eninde sonunda doğal veya
dışsal bir sınıra toslayacağı görüşündedirler.
Hakeza, kapitalizmin sınırları etrafındaki tartışmanın kendisine değilse bile, içe-
riğine ve sürdürülüş biçimine, kantarın topuzu sermayenin hareket yasalarına ve
diyalektiğine kaydığı, böylece iktisadi belirlenimci veya kıyametçi bir geçiş bek-
lentisine davetiye çıkarıldığı ve bunun uzantısı olarak kapitalizmden komünizme
geçişin gerçek süreçleri, dinamikleri, öncülleri ve hepsinden önemlisi de kurucu
pratikleri gölgelendiği iddiasıyla soğuk bakanlar ya da itiraz edenler de var. Son
zamanlarda pek çok çalışması Türkçe’ye çevrilen Antonio Negri bunlar arasında:

2 E. Mandel, Geç Kapitalizm, çev. Candan Badem,Versus Kitap, İstanbul, 2008, s. 751-52
3 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, çev. Ecüment Özkaya, Epos Yayınları, Ankara, 2004, s.215

102
Sermaye Çağının Sınırları

Peki komünizm nedir? Komünizm diye adlandırdığımız “bu en üst üre-


tim tarzına” geçiş nasıl olacaktır? Bu soruna verilen geleneksel yanıt, ko-
münizmin sermayenin diyalektiğine içsel, biricik bir süreç olduğudur.
Komünizm, sermayenin antagonist gelişmesi tarafından yaratılan bir
felaketin, bir sıçramanın ötesi olarak algılanır. Geçiş sorunu, bu tür bir
komünizm tanımının arkasında yok olmuş ve komünizm tanımı da kapi-
talist gelişmenin karşısında bir aşkınlık olarak sunulmuştur.4
Ama öyle anlaşılıyor ki, Negri, sınır tartışmalarına kategorik olarak karşı değil. Aksi
halde, İmparatorluk’ta Rosa Luxemburg’un bu konuyla ve emperyalizmle ilgili gö-
rüşlerinden, onları kendisinin “ya dünya komünist devrimi ya da imparatorluk”
tezine soğurmaya çalışarak cömertçe yararlanmazdı. O, sınır tartışmalarının çoğu-
nun aşırı nesnelci olduğu, proletaryanın sermayeye sınır dayatma veya sermayenin
sınırlarını yakına çekme kapasitesini es geçtiği ve “geçiş” sorununu merkezine al-
madığı kanaatindedir. Sorunun bu yanına aşağıda yeri geldikçe döneceğiz.

Tartışmanın Dünü Bugünü


Aslında, Marksist hareket saflarında, kapitalizmin sınırları hakkındaki tartış-
manın neredeyse yüzyıllık bir tarihçesi var. Ama daha eski tarihli olanları yakın
geçmişin ve günümüzün tartışmaları ile karşılaştırdığımızda bazı farklılıklar ve
vurgu kaymaları hemen göze çarpar.
Geçmişte esas itibarıyla sermayenin içsel sınırları üzerinde durulurken, günü-
müze doğru yaklaştıkça dışsal sınırlar konusunun da giderek daha belirgin bi-
çimde ilgiye mazhar olduğunu gözlüyoruz. Daha eski tarihli tartışmalar, daha
ziyadesiyle kapitalizmin geleceği ve ömrü ile ilgili birer projeksiyon mahiyeti
taşırken, günümüzde kapitalizmin kendi sınırlarına yaklaşmakta veya bunlarla
yüzleşmekte olduğu tespiti giderek yaygınlaşan bir kabule dönüşmektedir. Geç-
mişte sermayenin içsel sınırları daha çok Marx’ın yeniden üretim şemalarından
hareketle, dolayısıyla üretkenlik arttıkça daha yakıcı bir sorun haline gelen eksik
tüketim eğilimi ve kapitalizmin oransızlıklarla baş edebilme kabiliyeti boyutla-
rıyla irdelenirken, günümüzde “kâr oranlarında eğilimsel düşüş yasası” ve bunu
telafi eden karşı etkenler sorunsalı tartışmaların odağına yerleşmiş durumdadır.
Daha erken tartışmaların bir bölümüne, tekelci aşamaya geçişle birlikte kapitaliz-
min bir durgunluk evresinde girdiği ve dolayısıyla üretici güçlerde bundan böyle
anlamlı bir gelişme sağlayamayacağı varsayımı damgasını vururken, sonrasında,
kısmen gelişmelerin tersini kanıtlaması, kısmen de bu muhakeme tarzının karşıt
görüşte olanlarca çürütülmesi nedeniyle bu varsayım hemen hemen terk edildi.
Aralarındaki bu farklılıklara rağmen, başka bir bakış açısıyla ve benzerliklerine
göre, dünden bugüne süregelen sınır tartışmalarını başka bir şekilde tasnif et-
mek de mümkün: Sorunu, hareket halinde bir çelişki olarak, sermayenin aştığı

4 A. Negri, Marx Ötesi Marx, çev. Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.238

103
Yaşayan Marksizm

her engelden sonra durmaksızın daha büyüklerini kendi karşısına dikmesi ve


böylece kapitalist üretim ilişkilerinin bütün çelişkilerinin giderek şiddetlenmesi
minvalinde ortaya koyanlar ile bununla yetinmeyip bazı elle tutulur ve somut
sınır ya da eşiklerden de söz edenler. Örneğin, Mandel somut ve hatta “mutlak”
bir sınırdan söz edenler arasındadır:
Burada kapitalist üretim tarzının mutlak iç limitine ulaşmış bulunuyoruz.
Bu mutlak limit, ne Rosa Luxemburg’un inandığı gibi, dünya pazarına
tam kapitalist nüfuzda (yani kapitalist olmayan üretim alanlarının tasfi-
yesi) yatar ne de Henryk Grossmann’ın inandığı gibi, yükselen bir artı-
değer kitlesiyle bile olsa birikmiş sermayeye değer kazandırmanın nihai
olanaksızlığında yatar. O artı-değer kitlesinin kendisinin mekanizasyon-
otomasyonun nihai aşamasında canlı emeğin üretim sürecinden silinme-
sinin bir sonucu olarak zorunlu olarak azalması olgusunda yatar. Kapita-
lizm sanayi ve tarımın bütününde tam otomasyonlu üretimle uyuşmaz,
çünkü bu, artı-değer yaratımına ve sermayenin değer kazanmasına izin
vermez artık.5
Marx’ın konuya yaklaşımı, ilkin, sermayenin hareket yasalarının henüz tam ola-
rak keşfedilmediği dönemde, örneğin, Komünist Manifesto’da, birincisine denk
düşer:
Peki burjuvazi bu krizleri nasıl atlatır? Bir yanda bir üretken güçler kitlesi-
ni zorla yok ederek, diğer yanda yeni pazarlar fethederek ve eski pazarları
daha fazla sömürerek. Yani, daha yaygın ve daha yıkıcı krizlerin yolunu
açarak ve krizleri önleme araçlarını azaltarak.6
Ama daha sonraları, çok farklı soyutlama düzeylerinde, değişik pencerelerden
bakarak ve bazen de Negri’nin çok üzerinde durduğu düpedüz “geçişsel” bir
perspektifle bize bir dizi eşikten söz eder ve bir ufuk turu yaptırır: Eşik, kah ser-
mayenin kuşaklar boyu süren disiplini nedeniyle evrensel çalışkanlığın artık “ser-
mayenin mahmuzu”na ihtiyaç duymayacak genel bir alışkanlığa dönüşmesidir;
kah bilimin, doğa güçlerinin ve birikmiş ölü emeğin görülmemiş ve muazzam
bir bileşiminin üretimin hizmetine koşulması nedeniyle canlı emek hırsızlığının
pek sefil bir temele dönüşmesidir; kah katlanılmaz hale gelen bir yabancılaşma
sürecine karşı bir isyan ve yeniden temellük hareketinin saatinin gelmesidir; kah
değerin ve değişim değerinin gittikçe büyüyen toplumsal serveti ifade etmek açı-
sında tamamen kullanışsız araçları haline gelmesidir; kah sermayenin kendi ev-
rensellik iddialarının altında kalmasıdır; kah özgür ve belirlenimsiz faaliyeti bir
azınlık için değil, bütün insanlık için mümkün kılan büyük bir toplumsal boş
zamanın açığa çıkmasıdır; kah sermayenin uygarlaştırıcı ve tarihsel misyonları-
nın tersine dönmesidir; vb.

5 E. Mandel, Geç Kapitalizm, age., s.278-79


6 K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar içinde, çev. Ahmet Fethi, Hil Yayınları, İstanbul, 2004, s. 29-30

104
Sermaye Çağının Sınırları

Yeri geldiği için değinmeden geçmeyelim. Kapitalizmin işleyişi, gelişimi, evrimi


ve sermayenin içsel sınırlarıyla ilgili geçmişteki inceleme ve tartışmaların önemli
bir bölümü, Mandel’in de ısrarla üzerinde durduğu gibi, Marx’ın yeniden üretim
şemalarının yanlış ve tek yanlı kullanımı ve bunların aslında ne için tasarlandığı-
nın anlaşılamaması nedeniyle hatalı çıkarsamalarla sonuçlanmıştır:
Marx’ın yeniden üretim şemaları onun kapitalizm analizinde yakından
tanımlanmış ve özgül bir rol oynarlar ve onlar yalnızca tek bir sorunu
çözmek için tasarlanmışlardır, o kadar. Onların işlevi, ekonomik yaşamın
milyonlarca ilgisiz alış satış kararınca belirlendiği “saf” bir piyasa anarşi-
sine dayanan bir ekonomik sistemin neden ve nasıl sürekli kaosa ve top-
lumsal ve ekonomik yeniden üretim sürecindeki kesintilere yol açmadığı,
fakat bunun yerine genelde “normal” –yani (Marx’ın zamanında) yedi ya
da on yılda bir patlak veren bir ekonomik bunalım şeklindeki bir büyük
çarpışma ile- işlediğini açıklamaktır.7
Mandel haklı. Marx’ın yeniden üretim şemaları, çok sayıda sermayenin çeliş-
kilerle yüklü, eşitsiz ve dolayısıyla orantısız hareketinin, geçici olarak ve zorla
erişilmiş denge uğrağının bir soyutlamasıdırlar aslında:
Ayrıca, tüm dengelemeler raslansaldır ve ayrı ayrı alanlarda kullanılan
sermaye oranları sürüp giden bir süreçte her ne kadar eşitlenirse de bu sü-
recin bir türlü sona ermeyen varlığı, aynı biçimde, sürekli bir oransızlığın
varolduğunu gösterir, ki bu oransızlık sürekli olarak ve sık sık da şiddetle
düzeltilir.8
Evet, bu şemalar bize, saf kapitalist bir uzamda -ki bu bir idealizasyondur- dahi,
bütün çelişkilerine rağmen sermaye çevriminin tamamlanmasının, sermayenin
gerçekleştirilmesinin, yani değerlenmesinin ve de genişletilmiş yeniden üreti-
minin mümkün olduğunu söylerler. Ama bundan Rosa Luxemburg’un ortaya
attığı sorunun -kapitalizm dışı ve öncesi bir çevrenin varlığı veya yokluğu soru-
nunun- önemsiz olduğu sonucu, hiçbir şekilde çıkarılamaz. Zira bu çevre, tarih
boyunca kapitalizme çelişkilerini yumuşatma veya ihraç etme, bir takım dışsal-
lıklardan azami ölçüde yararlanma, sıkışmalarını ilkel birikim süreçlerini yeni-
den ve yeniden, ama artık asli değil de tamamlayıcı bir işlevle devreye sokarak
aşma, büyük toplumsal gerilimleri göçlerle hafifletme ve mekansal kaçışın daha
başka olanaklarını sundu.
Diğer yandan, bu şemalara sanki kullanım değerlerinin mübadelesine dayalı bir
takas ekonomisinde yaşıyormuşuz gibi muamele etmek, bağımsız bir değişken
olarak paranın, hem genel eşdeğer hem de ödeme aracı vasfıyla barındırdığı çe-
lişkileri tahlile dahil etmemek, kredinin rolünü -krizleri hem öteleyip sündüren
ama hem de ağırlaştıran rolünü- layıkıyla takdir edememek, değer yasasının her

7 E. Mandel, Geç Kapitalizm, age., s.49


8 K. Marx, Artık-Değer Teorileri İkinci Kitap, çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, 1998, s.473

105
Yaşayan Marksizm

şey olup bittikten sonra ve dolaşım alanın dolayımından geçmiş biçimde hük-
münü icra etmesi nedeniyle çeşitli sektör, işkolu ve kesimlerin eşitsiz gelişiminin
sermaye düzeninin tipik bir özelliği olduğunu unutmak, ister istemez kapitaliz-
min dengeleyici dinamiklerinin abartılması sonucunu doğurur.
Ancak, günümüzde tartışmanın odağının yeniden üretim şemalarından kâr oran-
larında eğilimsel düşüş yasasına doğru kaymış olmasının, bütün ihtilafları ortadan
kaldırmaya yetmediğini de belirtmek gerekiyor. Zira hem yasa çok farklı yorum-
lara konu olmaktadır hem de bütün önemine rağmen, uygun bir bağlama yerleşti-
rilmediği taktirde, bu yasaya tanınan öncelik, yine kolaylıkla kapitalizmin tarihsel
bunalımının tek nedenli ve dolayısıyla eksikli bir açıklamasına kapı aralayabilir.

Genel Bağlam
Bu girizgahtan sonra, şimdi içinden geçmekte olduğumuz “buhran” vesilesiyle,
kapitalizmin sınırları sorununu çeşitli açılardan irdelemeye, tarihsel maddeci-
liğin Marx tarafından Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de formüle
edilen en önemli ve iyi bilinen “yasa”sı ile başlayabiliriz:
Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o
zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da
bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine
ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, on-
ların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.9
Bu pasajın, üzerinde çok tartışılan ve özellikle Ekim Devriminin bir “erken do-
ğum” olduğu iddialarına dayanak oluştursun diye sıkça başvurulan bir devamı
da var:
(...) İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal olu-
şum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin
maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip
yerlerini almazlar.10
Ekim Devriminin bir “erken doğum” olduğu iddiaları, aslında konumuzla dolay-
lı biçimde ilgili. O yüzden, bir parantezi hak ediyorlar.
Bugünden ve sonuçlardan bakıldığında iddia sahipleri haklı gözüküyor. Ama
çoğu kez olduğu gibi, birçok nedenle bu görünüş aldatıcı.
İlkin, bizzat Lenin ve Bolşevikler Rusya’nın geriliğinin altını bir çok kez çizdiler;
gerçekleşmesi halinde, bir Alman Devriminin Rusya’yı her açıdan ikinci plana
düşüreceğini defaatle belirttiler.
İkinci olarak, iddia sahipleri, kapitalizmin sosyalizme geçiş için olgunlaşması
tespitinin, Lenin dahil, dönemin Marksistleri tarafından tek bir ülkeye bakarak

9 K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar I. Cilt içinde, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s.609
10 Age, s.610

106
Sermaye Çağının Sınırları

değil, dünya-tarihsel bir değerlendirmeye dayanarak yapıldığı gerçeğini göz ardı


ediyorlar.
Üçüncüsü, Lenin ve Bolşevikler, aynı nedenle Rus Devrimine dünya devriminin
ateşleyicisi gözüyle baktılar. Ekim Devrimini izleyen büyük devrimci dalga, in-
sanlığın şu ana kadar bir dünya devrimine en çok yaklaştığı dönemi imler. Dola-
yısıyla, Lenin’in beklentisi temelsiz bir fantezi değildi.
Dördüncüsü, bu dönem, aynı zamanda dünya proletaryasının sermayeden ko-
parak veya yerine ve ülkesine göre ondan derece derece özerkleşerek bir tarihsel
özne olma potansiyellerini, şu ana kadar en yaygın ve zengin biçimde sergile-
diği dönemdi de. Kapitalizmin sonraki tarihi bu dönemin damgasını silinmez
biçimde yedi.
Beşincisi, tarihsel maddeciliğin Marx tarafından keşfedilen yasaları, devraldık-
ları koşullar içinde kendi tarihlerini kendileri yapan insanları daima ve peşinen
varsayar; bu yasalar, onların bilgisine sahip insanlar atalet içinde kendi eşref sa-
atlerinin gelmesini beklesinler diye formüle edilmedi. Aksi halde, sadece Ekim
Devrimine değil, Paris proletaryasının 1848 Haziran kalkışmasına ve Komün’e
de rahatlıkla “erken doğum” denilip çıkılabilir. Oysa Marx, yenilmiş bile olsalar,
bu devrimlere tamamen farklı bir gözle bakıyordu. Çünkü, burjuva devrimler-
den farklı olarak, proleter devrimler:
...durmadan kendilerini eleştirir; sürekli kendi seyirleri içinde kendilerini
kesintiye uğratır; yeniden başlamak için görünüşte bitmişe geri döner; ilk
girişimlerinin yetersizliklerini, zayıflıklarını ve önemsizliklerini acımasız-
ca yerer; hasımlarını sırf topraktan yeni bir güç alıp karşılarına daha de-
vasa çıkabilsin diye yere sermiş gibi görünür; zaman zaman kendi amaç-
larının belli belirsiz büyüklüğünden irkilirler; ta ki her türlü geri dönüşü
olanaksızlaştıran durum yaratılıncaya ve bizzat koşullar şunu haykırınca-
ya kadar:
Hic Rhodus, hic salta!11
Altıncısı, olayların sonraki seyri “ya sosyalizm ya barbarlık” tespitinin abartılı
bir felaket tellallığı olmadığını ziyadesiyle kanıtladı. Evet, kapitalizm gelişmesini
ve atılımlarını sürdürdü, ama insanlığa çok yüksek bir fatura ödetmek pahasına.
Yani vakitsizlik iddiasını evirtip tersine çevirmek de mümkün: Ekim Devrimi mi
“erken doğum”du, yoksa dünya devrimi mi gecikti?
Parantezi kapatıp devam edersek, alıntının ikinci bölümü, birincisinin bir başka
dille, vurgunun bu kez üretici güçlerden toplumsal oluşumlara ve üretim ilişki-
lerine kaydırılmasıyla açımlanmasıdır aslında. Aralarında bir tutarsızlık yok. Bir
toplumsal oluşum, içerebileceği üretici güçler bakımından kendi kaplamına eriş-
tiği oranda, üretici güçlerin mülkiyet ilişkilerince ketlenmesi de aynı derecede

11 K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar, age., s.85

107
Yaşayan Marksizm

şiddetlenir. Hakeza, “yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri”, onların (ve buraya
dikkat) hiç yoksa “maddi varlık koşulları” eski toplumun bağrında veya yarıkla-
rında peydahlanmadan eskiye galebe çalamazlar. Öyle ya, daha üstün toplumsal
oluşum tamamen iradi, ihtiyari ve keyfi tercihlerle kurulacak veya gökten zem-
bille inecek değil.
Bütün üretim tarzları, tarihsel gelişmenin ve toplumsal evrimin çeşitli fazları-
nın arkada bırakılan bütün tipik evreleri bakımından geçerli bir genelleme veya
soyutlama olmakla birlikte, bu veciz ve özet ifadelerin en iyi feodalizmden kapi-
talizme geçiş için açıklayıcı bir çerçeve sunduğu tartışma götürmez. Bu da gayet
doğal. Zira, geçmiş söz konusu olduğunda, “yasa” kendi evrensel doğrulamasına,
tarihin ilk kez gerçekten tümleşik bir insanlık tarihi haline gelmeye başladığı ve
önceki görece durgun çağlarla kıyaslandığında görülmemiş bir ivme kazandığı
bu geçişin laboratuvarında kavuştu. Ayrıca, bu geçiş, “eski toplumun bağrında
çiçek açma”nın da ideal örneğini oluşturur. Komünist Manifesto bu durumu şöy-
le betimler:
O nedenle şunları görüyoruz: Burjuvazinin üzerinde yükseldiği temel olan
üretim ve mübadele araçları, feodal toplumda yaratıldılar. Bu üretim ve
mübadele araçlarının gelişiminin belli bir aşamasında, feodal toplumun
üretimde ve mübadelede bulunduğu koşullar, tarımın ve manüfaktür sa-
nayinin feodal örgütlenmesi, tek kelimeyle feodal mülkiyet ilişkileri, zaten
gelişmiş olan üretken güçlerle artık bağdaşmaz duruma geldiler; bir o kadar
ayak bağı oldular. Bunların parçalanmaları gerekiyordu; parçalandılar.12
Haddizatında, “tarihin yasalar”ı fiziğin yasalarına benzemezler. Özünde onlar
hep “eğilimsel yasalar”dır; bir dizi gelgitin, bir dizi saptırıcı ve çelici etkenin,
bir dizi farklı olasılığın içinden veya arasından geçerek, bazen adeta yeraltından
kendilerine yol açarak “son tahlilde” hükümlerini icra etmeleri ve böylece tarihe
belirli bir tutarlılık kazandırmaları “yasa” olmalarının yeterli koşuludur. Marx’ın
formüle ettiği yasanın, yalnızca feodalizmden kapitalizme geçişte değil, bu ko-
şulla genel geçerliliğinden emin olmak için, onu bir zamanlar iç eğitimimizin
değişmez konusu olan ardışık “toplumlar” dizisindeki her bir geçişin tartısına
vurmamız gerekmiyor. Zira gerçekte tarihin bu kadar düzenli bir akışı olmadı-
ğı gibi, Marx’ın kendisi de gerek serpiştirilmiş biçimde başka yerlerde, gerekse
Grundrisse’in “Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler” bölümünde bize bambaşka,
daha çok fazlı, daha renkli, daha karmaşık ve aslında yer yer bütün bir kapita-
lizm öncesi ile kapitalizm arasındaki karşıtlıklara ya da farklara daha çok vurgu
yapan bir tarihsel gelişme tablosunun eskizlerini miras bıraktı. Engels, aynı şeyi
Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’inde yaptı.
Bu fazlasıyla düzenli ve ardışık “toplumlar” dizisi, her şeyden önce, tarihin uzunca
bir dönemine damgasını vurmuş, kapitalist çağda olanlarla rahatlıkla aşık atabilir

12 Age., s.28

108
Sermaye Çağının Sınırları

büyük göçlere ve yeniden yurtlanmalara yol açmış uygarlık/barbarlık karşılaşma-


larını (tarımcı toplumlar/göçebe toplumlar karşılaşmalarını), söz uygunsa buhar-
laştırdığı için yanlıştır. Bu karşılaşmaların sonuçları son derece dramatik oldu
ve tarihin sonraki seyrini derinden koşullandırdı: Evet, evvel ahirde “fethedenler
fethedildiler”, öncesinde yeryüzünün çok sınırlı bir alanını kaplayan uygarlık cid-
di bir yayılım kazandı. Ama bu bazen barbarlığın istilasına uğrayan bir uygarlığın,
o zamana kadar eriştiği yoğunlaşmayı seyreltmesi, bu anlamda daha ileri atılmak
için geri mevzilere çekilmesi ve kısmi al baştan durumlarına mahkum olması pa-
hasına oldu. Bunun tersine, bazen de yenişemeyen sınıfsal güçlerin birbirlerini
karşılıklı olarak tüketmesi, dayandığı kaynakların kuruması veya bunların bir bi-
leşimi (aslında, bugün artık barbarların olmadığı koşullarda bir varoluş/yok oluş
çatallanmasının mecazi ifadesi olan ya sosyalizm/ya barbarlık ikilemini andırır
bir durum) nedeniyle zaten çökmekte olan bir uygarlığın, bedeli ne olursa olsun,
bir barbar aşısı ile belirli bir vadede kendini toparlamasının yolunu açtı.
Öte yandan, daha karmaşık bir tarihsel evrimin haddinden fazla sadeleştirilmesi
ve indirgenmesi anlamına gelen bu “toplumlar” dizisi, Marx, farklı bir bakış açı-
sıyla gözümüze başka bir gerçeği çakmak istediği için de yanlıştır: Grundrisse’in
anılan bölümünün muhakeme tarzına göre, insanlığın komünal geçmişine, bu
geçmişin şaşırtıcı bir direnç sergileyen, çeşitli sömürü veya haraç biçimleri al-
tında var kalmaya devam eden kalıntılarına, mirasına ve cemaat formunun fark-
lı biçimlerine nihai ve öldürücü darbeyi kapitalizm (başka bir ifadeyle sermaye
ilişkisi) indirdi. Bunu, emekçiyi kendi varoluşunun ve emeğinin nesnel koşulla-
rından, yurtluğundan, onun “doğal laboratuvarı olan” topraktan, lonca düzeni
içinde geliştiği kadarıyla diğer üretim araçlarından kopararak, bu demektir ki,
geçim araçlarına erişmekten de yoksun bırakarak ve bu arada komünal geçmi-
şin yaşayan bütün maddi ve manevi bağlarını çözerek yaptı. Özgür emekçi veya
Engels’in tabiriyle “kuş gibi özgür emekçi” böylece zuhur etti. Şöyle de denebilir:
O, sermayenin disiplini altına girmeye mecbur edilmek üzere çırılçıplak bırakıl-
mış emek-gücü kapasitesidir. Madalyonun öbür yüzünde ise doğanın her tür-
lü manadan arındırılarak, salt bir yararlanma nesnesine ve edilgen bir sahneye
indirgenmesi vardı. Birbirinden koparılanların (emek ve üretim araçlarının en
geniş anlamında doğa) ortak bir yazgıyı paylaşmak üzere sermayenin ögelerine
dönüştürülmesi yepyeni bir çağın açılışı demekti.
Son olarak şu eklenebilir: “Tarihin yasaları”, en başından, insan salt doğa için-
de bir varlık olmaktan çıkmanın ilk adımlarını attığı ve bu anlamda kendisini
doğadan ayırmaya veya özerkleştirmeye başladığı andan itibaren bilcümle verili
değildirler. Bunun için toplumsal evrimin, tersinme olasılıklarını bertaraf ede ede
belirli bir doğrultu ve kararlılık kazanması gerekirdi. Aslında, çok daha geniş bir
bakış açısıyla ve karşılaştırma kabul etmez ölçüde daha uzun bir zaman aralığında
aynısının doğal evrim için de geçerli olduğu söylenebilir. Doğa, kendi kimyasal ve
biyolojik evrimini, başlangıçta önünde bulduğu neredeyse sınırsız bir olasılıklar
kümesinin içinden birbirini izleyen seçici daraltmalar yaparak ilerletti.

109
Yaşayan Marksizm

“Tarihin yasaları” hakkındaki bu genel belirlemelerden sonra, sıra geldi Marx’ın


formüle ettiği yasayla ilgili kısa bir şerhe. Marx, her toplumsal oluşumun sey-
rüseferini kabaca iki evreye ayırıyor: Üretim ilişkilerinin üretici güçlere uygun
düştüğü, gelişmeleri için onlara mecralar açtığı ve gelişmelerinin koşulu olarak
işlev gördüğü evre (aslında, Komünist Menifesto’da, burjuvazinin katı olan her
şeyi buharlaştırarak, kendi suretinden bir dünya yaratarak ve insanlık tarihinin
görece kısa bir kesitine çok şey sığdırarak elde ettiği başarımlar, bu kapsamda
ve onun devrimciliğinin göstergeleri olarak takdir edilir) ve tersine, uyumun
bağdaşmazlığa dönüştüğü, bu ilişkilerin üretici güçleri gemlemeye, onlara dar
gelmeye başladığı, bütün bu açılardan belirli bir doygunluk ve dolgunluğun göz-
lendiği ikinci evre.
Ama bundan, hiçbir şekilde ilk evreden ikincisine geçildiği uğraktan itibaren
üretici güçlerin gelişiminin aniden ve mutlak anlamda durduğu sonucu çıkmaz.
Bir kere, üretim ilişkilerinden kaynaklanan engellemeler etkilerini, bir anda ve
toptan değil, süreç içinde ve yığılmalı biçimde gösterirler. Daha önemlisi, ikinci
evrede de gelişme şöyle ya da böyle sürer, ama bağdaşmazlığı ve gerilimi giderek
artıracak şekilde. Üretici güçler, geldikleri yeni gelişme düzeyinin tanınması için
üretim ilişkilerini zorlar, esnetir ve hatta yer yer onların bağrında gedikler açar-
lar. İlgili sistemin bütün çelişkilerini giderek keskinleştiren de budur.

Kapitalizmin Özgüllüğü
Gelgelelim, tarihsel maddeciliğin hareket noktası olarak aldığımız bu yasasının
yardımıyla kapitalizmin sınırlarını saptamaya kalkıştığımızda, daha ilk adımda
birden çok güçlük beliriverir. Bunlardan ilki, sermayenin dinamizmi, burjuva
çağın daha önceki bütün çağlarla karşıtlık oluşturan aralıksız değişim içtepisi,
bir bakıma hareket-bereket (ya da yıkıcı yaratım) üzerine kurulu olması ve adeta
sınır tanımaz tatminsizliğidir:
Burjuvazi, üretim araçlarını ve dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla
birlikte toplumun bütün ilişkilerini devrimci bir şekilde sürekli değiştir-
meden var olamaz. Daha önceki bütün sınai sınıfların ilk varlık koşulu ise
aksine, eski üretim tarzlarının değişmez biçimde korunmasıydı. Üretimin
sürekli devrimci bir şekilde değiştirilmesi, bütün toplumsal koşulların
kesintisiz bozulması, sonu gelmez belirsizlik ve ajitasyon, burjuva çağını
bütün önceki çağlardan ayırt eder.13
İkinci güçlük, eski toplumun bağrında çiçek açma koşulundan -Marx’ın “asla”
vurgusu ile olmazsa olmaz derecesinde kayda bağladığı koşuldan- kaynaklanır.
Doğrudur, burjuvazinin üzerinde yükseldiği üretim ve mübadele araçları feodal
toplumda geliştiler; ama o kadar da bu toplumun “bağrında” değil. Zira aynı
zamanda, kendi kuluçka dönemlerini tamamlamalarını sağlayacak uygun me-

13 Age., s.26

110
Sermaye Çağının Sınırları

kansal ve toplumsal boşluklar ya da çatlaklar bularak gelişmelerinin belirli bir


aşamasında, bu topluma has ilişkilerle bir bakıma “yan yana” da var olabildi-
ler. Bizzat Marx, sermayenin ilksel biçimlerinin (tefeci ve tüccar sermayesinin)
eski toplumun çatlaklarında kendisine hayat alanı bulduğunu söylemez mi? Ve
yine bizzat Marx, kendi zamanındaki ütopyacı girişim ve denemeleri kararlılık-
la reddettiğine, örneğin İkaryenleri Amerika’da ütopyacı ve komünist koloniler
kurma girişiminden caydırmaya ve onları serpilip gelişmekte olan kapitalizmi
kendisine kalkış noktası olarak seçen bir sosyalizm çığırına davet ettiğine, bunu
sermaye tahakkümünün henüz “biçimsel” olduğu ve dolayısıyla ondan “kaçış”
imkanlarının henüz tükenmediği bir dönemde yaptığına, sermayenin emek ve
doğa üzerinde giderek ağırlaşan “gerçek boyunduruğu” artık çatlak veya delik-
lerin neredeyse tamamını kapattığına göre, komünizmin, kapitalizmin bağrında
çiçeklenen öncüllerinden ne anlamalıyız?
Üçüncüsü, nispeten durgun ve esas itibarıyla mevcudun muhafazası üzerine ku-
rulu toplumsal oluşumların içerebileceği üretici güçler marjının darlığının, on-
ların sınırları hakkında kesine yakın konuşmayı -örneğin, Marx’ın yaptığı gibi,
“el değirmeni, size feodal beyli toplumu, buharlı değirmen ise sınai kapitalisti
toplumunu verir”, diyecek şekilde- kolaylaştırmasının aksine, kapitalizmin de-
vingenliğinin ve insanların gündelik deneyiminin ayrılmaz bir unsuru haline
gelmiş yenilikçiliğinin bunu alabildiğine zorlaştırmasıdır.
Doğrudan doğruya bu güçlüklere uğraşmak yerine, başka bir yoldan ilerleyerek
konuyu aydınlatmayı deneyelim.

Yasayı Çelişkiye Tercüme Etmek


Tarihsel ilerlemenin yukarıdaki ünlü yasasını çelişkiye tercüme ettiğimizde ba-
sitçe şöyle diyoruz: Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyumun veya bir-
birine tekabül etme durumunun, bunlar arasında bir çelişkiye dönüşmesi ... Alı-
şılagelmiş, yerleşik ve yaygın kullanım budur. Oysa, Marx formüle ettiği yasayı,
bazen açıkça bazen zımnen başka terimlerle de çelişkiye tercüme etti: Toplumsal
oluşumların maddi içeriği ile toplumsal biçimi arasındaki birlik ve çelişki... Ör-
neğin, Kapital’in III. cildinde sorunu şöyle ortaya koydu:
Emek süreci, sırf insanla doğa arasında bir süreç olduğu ölçüde, bu süre-
cin yalın ögeleri, bütün toplumsal gelişme biçimlerinde ortak olarak bulu-
nur. Ama, bu sürecin bir özgül tarihsel biçimi, kendi maddi temellerini ve
toplumsal biçimlerini geliştirmeye devam eder. Belli bir olgunluk aşama-
sına ulaştıktan sonra, bu özgül tarihsel biçim ortadan kalkar ve daha yük-
sek düzeyde bir biçime yerini bırakır. Bu tür bir bunalımın gelip çattığı
an, bölüşüm ilişkileri ve dolayısıyla, bir yandan, bunların tekabül ettikleri
üretim ilişkilerinin özgül tarihsel biçimi ve öte yandan, üretici güçler, üre-
tim kuvvetleri ve bunları yerine getirenlerin gelişmesi arasındaki çelişkiler
ile uzlaşmaz karşıtlıkların ulaştıkları derinlik ve genişlik ile kendisini belli

111
Yaşayan Marksizm

eder. Bunu üretimin maddi gelişmesi ile, toplumsal biçimi arasındaki bir
çatışma izler.14
Çelişkiyi böyle adlandırmanın, Marx’ın düşüncesinin ruhuna, onun insanın öz-
gürleşim serüvenine yaklaşımına, doğayı paranteze almayan bir tarihsel madde-
cilik anlayışına, sermaye çağına siyasal iktisadın insan-insan ve insan-doğa iliş-
kilerini gizemlileştiren ya da bunları ayrıklaştıran mantığının ötesinden bakışına
ve komünist gelecek tasavvuruna çok daha uygun olduğu rahatlıkla ileri sürü-
lebilir. Öte yandan, “maddi içerik” kavramının “üretici güçler” teriminden çok
daha geniş bir kaplama haiz olduğu, ikincisinin olası -sadece olası değil, aynıyla
vaki- salt nesnelci kavrayışlarının önünü kestiği, bu nedenle şu “çiçeklenme”nin
kapitalizm koşullarına özgü tezahürlerini bilince çıkarmaya daha fazla izin ver-
diği de tartışma götürmez.
Saflarımızda, Marx’ın Kapital’ini, bazen fazlasıyla “nesnelci”, bazen de hem
nesnelci hem de yöntemi bakımından fazlasıyla “Hegelci” bulanlar olmuştur.
Grundrisse’e sarılan A. Negri ilk grubun, Kapital’de kendi yapısalcı Marksizmine
dayanaklar bulan Althusser’e kızgınlığını bir ölçüde Marx’ın kendisine de yansı-
tan E. P. Thompson ise ikinci grubun iddialı temsilcileridir.
Negri’nin Grundrisse ile Kapital’i karşı karşıya getirmesinin nedeni, Marx’ın
bilhassa altını çizdiği, araştırma yöntemi -araştırıcının kendi düşünüş süreçle-
rinin okuyucudan görece bağımsız işlediği, hele de söz konusu olan Marx ise,
onun kanatlanıp çoğumuzun menzilinin dışındaki ufuklarda serbestçe gezindiği
yöntem- ile odakta okuyucunun; yazarın düşünüş süreçlerine dahil olup onları
kısıtlayan ve disipline eden okuyucunun bulunduğu sunuş yöntemi arasındaki
farkı pek önemsememesidir. Negri’nin eserlerinin bir çoğunun, bu iki yöntemin,
karışık ve biraz keyfekeder bir kırmasının timsali olması bundandır.
İngiliz Marksizminin tarihçi okulunun en seçkin ve “sınıfçı” simalarından biri
olan Thompson ise, aşırı tarihsel bir örgüye ve anlatım tarzına dayansaydı, yani
çubuğu yer yer mantıksaldan yana bükmeseydi, Marx’ın sermayenin işleyiş ve
hareket yasalarını asla bu netlikte açığa çıkaramayacağını unutuyor.
Ama bu, Kapital’de okuyucuyu bekleyen bir sorun olmadığı anlamına gelmez.
Eser, siyasal iktisadın içkin eleştirisi olduğu, çoğunlukla onun kategorilerinin
içinde gezinerek onları tersyüz ettiği, bazı bölümlerinde mantıksal çözümleme
kaçınılmaz olarak ağır bastığı ve bu beraberinde “toplumsal biçim”in bazen aşı-
rı soyutlanmasına yol açtığı için, kendisini bu akışa kaptıran okuyucunun bü-
tünselliği gözden kaçırması tehlikesi her zaman vardır. Galiba, Marx bu tehli-
kenin farkında olduğu için, sık sık adeta Brecht’inkini andırır “yabancılaştırma
efektleri”ne başvurarak ya tarihsel anlatıma döner ya da maddi içerikle ilgili ha-
tırlatmalarda bulunur.
Örneğin, I. cildin “Mutlak Artı-Değerin Üretimi” başlıklı bölümünde birdenbire

14 K. Marx, Kapital 3. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1990, s.774

112
Sermaye Çağının Sınırları

“ilkönce, emek sürecini, belli toplumsal koşullar altında aldığı özel biçimlerden
bağımsız olarak incelemeye”, yani maddi içeriğe bakmaya davet ediliriz:
İş, her şeyden önce, hem insanın hem de doğanın katıldığı ve insanın
kendisi ile doğa arasındaki maddi tepkimeleri dilediği şekilde başlattığı,
düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir. Doğanın ürünlerini kendi gerek-
sinimlerine uygun bir biçimde ele geçirmek için, kollarını, bacaklarını,
kafasını, ellerini ve vücudunun doğal güçlerini harekete geçirerek, doğa
güçlerinden birisi olarak onun karşısına geçer. Dış dünya üzerinde bu
şekilde etki yaparak onu değiştirmekle, aynı zamanda kendi doğasını da
değiştirir. Uyuklamakta olan güçlerini geliştirir ve bunları dilediği gibi ha-
reket etmeye zorlar.15
Bu alıntıyı izleyen birkaç sayfa boyunca, Marx, emek sürecini toplumsal biçim-
den tamamen soyundurulmuş olarak, bir kullanım değerleri üretimi olarak, do-
ğanın hem doğrudan hem de dolayımlı biçimde katıldığı bir süreç olarak, insa-
nın doğa üzerindeki bilinçli ve amaç güder dönüştürücü faaliyeti olarak, emekle
doğa arasına iletici işlevlerle giren nesnelleşmiş geçmiş emeğin ürünlerinin bir
çoğalması olarak, vb., hiçbir gize ve muammaya yer vermeyecek şekilde olanca
yalınlığı ve saydamlığı içinde anlatılır. Sonra, “şimdi, biz, gene, bizim filizlen-
mekte olan kapitalistimize dönelim”16, denir.
Marx’ın anılan bölümde, “bir yanda insan ile emeğini, öte yanda doğa ile onun
sağladığı maddeleri ele almakla yetin”mesi ve “bu nedenle işçimizi, öteki işçilerle
bağıntılı olarak gösterme”miş17 olması, yanılgıya sevk etmemelidir. Bunun sebe-
bi, burada kendisini emek sürecinin en basit ögeleriyle sınırlamış olmasıdır; yok-
sa, bu noktadan itibaren “maddi içerik” sahasından çıkar “toplumsal biçim”in
bölgesine gireriz diye düşünmüş olması değil. Tersine, Marx, üretimin maddi
ve teknik gerekliliklerinden kaynaklanan her türden insanlar arası tertibat, ör-
gütlenme ve düzenlemeyi; yeni üretim, ulaştırma ve iletişim araçlarının kendi-
liklerinden empoze ettiği ilişki ağlarını ve temas kiplerini; çalışmanın belirli bir
teknik temel tarafından talep edilen ve desteklenen kolektif biçimlerini; bunların
belirli bir tasarruf, mülkiyet, yetke ve denetim örüntüsünün içine alınmış veya
kalıbına dökülmüş hallerinden önemle ayırt eder. “Maddi üretim ilişkileri” de-
diği birincilerini “içerik” dahilinde görür. “Maddi üretim ilişkilerinin, bunların
tarihsel ve toplumsal belirlenişleriyle doğrudan birleştirilmesini”; yani, iktisat-
çıların sıkça düştüğü bir hatayı, “kapitalist üretim tarzının tam bir gizem haline
getirilişini”n18 nedenlerinden biri sayar.
Bu ayrımı da yaptıktan sonra, karşımızdaki soru şudur: Neleri maddi içerik kap-
samında sayabiliriz?

15 K. Marx, Kapital 1. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1986, s.193-94
16 Age., s.200
17 Agy.
18 K. Marx, Kapital 3. Cilt, age., s.728

113
Yaşayan Marksizm

Marx’ın 1844 El Yazmaları’ndan başlayarak yaptığı izahat ve tahlillerden hare-


ketle şunlar söylenebilir: Emeğin o zamana kadarki nesnelleşmesinin devralınan
bütün ürün ve sonuçları; mevcut toplumsal üretim biçimi altında gelişmiş bü-
tün üretken güç ve kapasiteler; teknoloji; hem doğrudan veya dolaylı biçimde
üretimin hizmetine koşulan tarafıyla hem de kendimize ve evrene bakışımızı,
düşünüş ve algı biçimlerimizi değiştiren bir etkinlik olarak bilim ve bilimin geliş-
me derecesi; düzenlenerek yararlanılan doğal kuvvetler, doğayla metabolik alış-
verişin ve doğanın toplumsallaştırılmasının ulaştığı boyutlar; üretken faaliyetin
farklı kollar halinde ayrımlaşma düzeyi; insanların tarih boyunca geliştirdikleri
bilgi, beceri, yeti, duyum, vasıf, haz, zevk, arzu, beğeni ve gereksinimlerdeki çe-
şitlenme ve incelme; emek verimliliğini arttırıcı çalışma biçimlerindeki gelişme;
insan ilişkilerinin zenginleşme ve çok yönlüleşme düzeyi; haberleşme ve iletişim
araçlarındaki gelişme; insanın kendini açımlamak ve “uyuklayan güçlerini” açığa
çıkarmak bakımından geldiği aşama; bütün bunlara koşut olarak ortaya çıkan
yeni bilinç içerikleri; yine bütün bunlara koşut olarak insanların içinde faaliyetle-
rini konuşlandırdıkları ve anlamlandırdıkları zaman ve mekan koordinatlarında
yaşanan başkalaşımlar; insanın sadece dış doğaya değil kendi doğasına da vakıf
olma yolunda kat ettiği mesafe; bireysellikte meydana gelen ilerleyici değişimler;
vb., maddi içerik kapsamına girer.
Münhasıran kapitalizmden komünizme geçiş söz konusu olduğunda, ekle-
necekler var: Bireylerin dünya-tarihsel bireyler haline gelme doğrultusunda
aldıkları yol; bir bütün olarak doğayı kendi “organik olmayan” bedeni kılmak
ve böylece emeğini evrensel ölçüde toplumsallaştırmak suretiyle insanın türsel
bir varlık olmaya yönelmesi; burjuva çağın soyut evrenselliğini çeşitli yönleriy-
le somut, yararlanılabilir, dahil olunabilir ve deneyimlenebilir bir evrensellik
olarak yaşama olumsallıkları; zorunluluk aleminin damgasını taşımayan bi-
reysel öz-etkinliklerin ve yeni toplumsal ilişki kiplerinin uç vermesi; insanlık
fikrinin, bir soyutlama olmaktan çıkarak, gittikçe zenginleşen evrensel ilişki
ve iletişim ağları, ırklar, kültürler ve farklı uygarlık birikimleri arasında git-
gide artan çaprazlaşma ve etkileşimler ve çok çeşitli türden nüfus hareketleri
(yasal ve “yasadışı” emek göçleri, turizm, yerleşme amaçlı olmayan daha başka
insan trafikleri, vb.) eşliğinde ete kemiğe bürünmeye başlaması; emeğin üret-
kenliğinde meydana gelen ve hala değer yasasına dayanıyor olmayı bir saç-
malığa dönüştüren çarpıcı artışlar; çoğunluğun artık-emeğinin insan zihninin
bir azınlıktaki temsili gelişiminin koşulu olmaktan çıkması; kolektif emeğin
sermayeyi ve kapitalist komutayı gereksizleştiren tecellilerinin, kurucu pratik-
lerinin ve çeşitli türden öz-örgütlenmelerinin birikimi; üretimin eriştiği top-
lumsallaşma düzeyinin ve buna koşut olarak serpilen çeşitli ortaklaşma, daya-
nışma, paylaşma, elbirliği, işbirliği, imece, eşgüdüm, kooperatif davranış ve ağ
oluşturma biçimlerinin burjuva özel mülkiyet kabuğunu zorlaması; doğayla
artan metabolik alış verişin ekolojik gereklerinin değer yasasına bir başka yön-
den sınır çekmeye başlaması; vb.

114
Sermaye Çağının Sınırları

Maddi içerik/toplumsal biçim çelişkisine bu kapsamda bakış, kapitalizmin ta-


rihsel bunalımını yalnızca iktisadi çerçevede ve iktisadi terimlerle anlamlandır-
manın niçin çok yetersiz olacağı konusunda da bize bir dizi ipucu verir. Onun
aynı zamanda, çekirdek ailenin, bir değerler dizgesinin, alışılagelmiş cinsiyet
rollerinin, okulun, dolayısıyla kapitalizmin yeniden üretim kurumlarının, ulus
devletin, temsili demokrasinin, özgül bir insan-doğa ilişkisinin, sermayenin
kıskacına alınmış bilimsel etkinliğin, burjuva çağın başat mantığının, kamusal
alanın, bizatihi “ücretli emek” biçiminin, kapitalist işletme modelinin, kapi-
talist komuta, denetim ve disiplin biçimlerinin ve kapitalist kentleşmenin de
bunalımı olduğuna işaret eden ipuçlarıdır bunlar. Kapitalizmin tarihsel buna-
lımı, sermayenin kendini haklılaştırdığı “mazeret”lerin neredeyse tamamının
ortadan kalkması anlamında, bir “meşruiyet bunalımı”dır da. Habermas ken-
di “iletişimsel eylem kuramı”nı gerekçelendirirken bu “meşruiyet bunalımı”nı
saptar; ama onun kaynaklarını yanlış yerlerde -araçsal aklın “yaşam dünyası”nı
sömürgeleştirmesinde- arar.
Öte yandan, maddi içeriğin bu çerçevede ele alınması, bizi Negri’nin haklı oldu-
ğu soruna yollar: Komünizm kapitalist gelişmenin karşısına “bir aşkınlık olarak”
konulamaz... Tersine, içkin düzlemdeki bir geçişin gerçek süreçlerine ve dina-
miklerine, kapitalizmin bağrında tomurcuklanan maddi öncüllere, toplumsal
biçimin cenderesini zorlayan içeriklere ve komünist uygarlığın haberci gösterge-
lerine dayandırılmalıdır. Dolayısıyla, kapitalizmin sınırları tartışması özünde bir
geçiş ve geçiş stratejisi tartışmasıdır.
Geçişi maddi içerik/toplumsal biçim çelişkisi bağlamına yerleştirmenin daha
başka yararları da var. Örneğin, geçişe niçin aynı zamanda bir zihniyet devri-
minin eşlik etmesi gerektiğine ve tarihte de böyle olageldiğine ışık tutmak gibi.
Ya da geçişin tamamının niçin aslında bir toplumsal devrim süreci ve siyasal
devrimlerin de niçin bu sürecin özel ve sıçramalı uğrakları olduğunu anlamayı
kolaylaştırmak gibi. Nitekim, Marx da “o zaman bir toplumsal devrim çağı baş-
lar” demektedir.
Yine, bu bağlam, Marx’ın komünizm perspektifinin daha doğru biçimde anla-
şılmasını da kolaylaştırır. Marx’a göre insanlığın şimdiye kadarki tarihi, gittik-
çe zenginleşen bir içeriğin farklı toplumsal biçimlerle eşleşip durmasının, belirli
aralıklarla kabuk değiştirmesinin ve bu kovalamacanın henüz nihayete ermeme-
sinin tarihi ve bu anlamda gerçek ve evrensel bir insanlık tarihinin öncesidir de.
Komünizm, bu çağı kapatacak, en aşırı ve “katlanılmaz” tezahürleri sermaye hü-
kümranlığı döneminde görülen koca bir yabancılaşma dönemini sona erdirirken
içeriği de özgürleştirecektir. Bundan böyle içerik biçimi kendisine tabi kılacak
veya daha yerinde bir ifadeyle önceden verili ya da saptanmış olmayan biçimi,
kendi kısıtsız gelişiminin hep oynak ve ötelenen sınırlarında bulacaktır. Alman
İdeolojisi’nin bir bölüm başlığının “Komünizm: Bizzat İlişki Biçiminin Üretimi”
olması bundandır.

115
Yaşayan Marksizm

Buraya kadar söylenenlerin, yukarıda, kapitalizmin özgüllüğünden hareketle var


saydığımız güçlüklerden birini (komünizmin, kapitalizm altındaki öncüllerin-
den ve maddi varlık koşullarından ne anlaşılması gerektiği sorununu) önemli öl-
çüde giderdiği; maddi içeriğin “maddi üretim ilişkileri”ni de kapsayacak şekilde
yorumlanmasının, bununla kastedileni daha anlaşılır hale getirdiği söylenebilir.
Unutmayalım, Marx yeni ve daha üstün üretim ilişkilerinin bizatihi kendilerinin
değil, maddi varlık koşullarının, yani çeşitli ilişki, işbirliği ve bilinç biçimlerini
kapsayacak şekilde içeriklerinin “eski toplumun bağrında” çiçeklenmesini veya
fiilileşmesini, bir geçiş çağının başlamasının olmazsa olmaz koşulu sayar. Bu an-
lamda, daha ileri düzene geçiş, içeriğin kendisine dar gelen kabuğu üzerinden
atmasıdır. Onun şu sözleri, bu yaklaşımına bir başka örnek teşkil eder:
Buna karşılık burjuva toplumunun, yani mübadele değerine dayalı top-
lumun içinde, her biri bu toplumu paramparça edebilecek birer mayın
gücünde birtakım işbirliği ve üretim ilişkileri doğar (Toplumsal birliğin
birbiriyle çelişen ve çelişkilerinin sessiz bir reformla uzlaştırılmasına im-
kan olmayan bir dizi tezahür biçimi. Öte yandan, varolan toplum için-
de, sınıfsız bir toplumun ortaya çıkabilmesi için gerekli maddi üretim
koşullarıyla, onlara tekabül eden işbirliği ilişkilerinin gizli varlığını keş-
fedemiyorsak, tüm mayınlama teşebbüsleri de Donkişotça olmaktan ileri
gidemeyecektir.)19
Demek ki, Marx’ın “eski toplumun bağrında çiçek açma”yı bütün geçişlerin
bir önkoşulu saydığı, kapitalizmden sosyalizme geçişi bundan muaf tutmadığı
ve bu izleğe hep bağlı kaldığı gerçeğini hasır altı edemeyiz. Nitekim, aynı yak-
laşım, farklı bir kelimelendirme ile olsa bile, bu kez felsefi bir metinde veya
bir kapitalizm tahlilinde değil, Paris Komünü hakkındaki değerlendirmede de
karşımıza çıkar:
İşçi sınıfı Komün’den mucizeler beklemedi. Halkın Kararnamesi ile uygu-
lanacak hazır ütopyaları yoktu. İşçi sınıfı kendi kurtuluşuna ve bununla
birlikte bugünkü toplumun kendi ekonomik araçlarıyla karşı konulmaz
biçimde yöneldiği daha yüksek biçime ulaşmak için, koşulları ve insanları
dönüştüren bir dizi tarihsel süreçten geçmek zorunda olduğunu bilir. Ger-
çekleştirebilecekleri idealleri yoktur; çökmekte olan eski burjuva toplumun
gebe olduğu yeni toplumun ögelerini özgürleştirme düşüncesindedir.20
Bu satırlar, Marx’ın Komün’e “erken doğum” demeyi niçin aklından bile geçir-
mediğini, “geçiş”e nasıl baktığını, işçi sınıfının kurucu pratiklerinin ve öznelliği-
nin çok çeşitli dışavurumlarla kendisini sergilemesini neden geçişin olmazsa ol-
maz bir veçhesi saydığını ve geçişin tamamını neden bir toplumsal devrim süreci
olarak ele aldığını da gayet iyi özetliyor.

19 K. Marx, Grundrisse, çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979, s.233-34
20 K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar, age., s.140-41

116
Sermaye Çağının Sınırları

Kuşkusuz, her düzen, mevcut toplumsal biçim ile bağdaşmayan, ona aykırı dü-
şen embriyon halindeki bu yeni içeriklere karşı bir dizi tepki geliştirir: Bastır-
mak, sınırlandırmak, soğurmak, tahrif ederek içermek, belirli ölçüde esnemek,
üretim ilişkilerinin temel mantığına halel gelmediği ölçüde genleşmek, vb. Bu
açıdan bakıldığında, kapitalizmin tarihi, aynı zamanda sermayenin işçi sınıfın-
dan öğrenmesinin, soğurma ve bastırma pratiklerinin bir karışımına dayanarak
kendisini teçhiz etmesinin tarihidir de.

Çelişkinin Kapitalizme Özgülenmesi


Maddi içerik/toplumsal biçim çelişkisi, bütün toplumsal oluşumlar için geçerli
bir üst genellemedir. Bu çelişkinin her bir üretim tarzındaki somut ve özgül beli-
rişleri farklıdır. Kapitalizmde çelişkinin içerik tarafında kullanım değeri ve bütün
tezahürleriyle üretimin (elbette yeniden üretimin ve doğanın da) gittikçe artan
toplumsallaşması, biçim tarafında ise değişim değeri ve özel edinim ya da burju-
va özel mülkiyet durur. Kapitalizmin tarihsel bunalımının ne kadar ağırlaştığı ve
sermayenin kendi sınırlarına ne kadar yaklaştığı hakkında, sırasıyla eşleştirilmek
üzere, bu iki çelişkinin keskinleşme derecesine bakarak hüküm verilebilir.
Kullanım değeri/değişim değeri çelişkisinin kapitalist toplumun hücresi olan me-
tada yuvalandığını biliyoruz. Ama besbelli, hücrede yuvalanan şey yapının veya
bedenin tamamında kök salmış demektir ve meta durağan bir şey olmadığına, ser-
maye değerlenirken hep ve döne döne meta biçiminden geçtiğine göre, söz konusu
olan, kendini çok çeşitli biçimlerde dışa vuran hareket halindeki bir çelişkidir.
Değişim değerini bir melanet ve bütün zamanların en büyük talihsizliği saymak
için her hangi bir neden yok. Marx, asla böyle bakmadı; değişim değerinin kul-
lanım değerini kendine tabi kılmasının, belirli bir kerteye kadar oynadığı ile-
rici, geliştirici ve ittirici rolü çekincesiz teslim etti. Zenginlik, tek tek kullanım
değerlerine ve somut emeklere kayıtsız genel ve soyut bir ifade biçimine (yani
genel eşdeğer veya para biçimine) bürünmeden, ilkin hazır bulduğu kullanım
değerlerine “görülmüştür” damgasını vuran ama giderek kendi kuramsal sınır-
sızlığını ispatlamak için onların durmaksızın çoğaltılan ve çeşitlendirilen bir kit-
lesini taşıyıcı olarak kullanacak bir dürtü kazanmadan, insanlık nispeten sınırlı
gereksinimler ve ilişkilerce belirlenen evrelerde çakılır kalırdı. Tarih boyunca
insan-insan ve insan-doğa ilişkilerinde meydana gelen sıçrama ve serpilmelerin
en büyüğü gerçekleşmezdi.
Ama değişim değeri, üretici güçlerin gelişimi üzerinde bu “mahmuz” rolünü
bir yere kadar oynar. Bir yerden sonra, metada içkin olan kullanım değeri/deği-
şim değeri karşıtlığı kendisini önce belli aralıklarla, daha sonra ise giderek daha
müzminleşmiş bir biçimde açığa vurmaya başlar. Kapitalizmin her şeye rağmen
gürbüzce gelişmeye devam ettiği dönemlerde, söz konusu karşıtlık esas itibarıyla
kriz uğraklarında kendisini açığa vururken, günümüzde giderek daha süreğen
bir hal almaktadır. Marx, bu duruma mahmuzun dizgine dönüşmesi ve “kulla-

117
Yaşayan Marksizm

nım değerleri üretiminin mübadele değeri tarafından sınırlanmış olması”21 der


ve bunu “genel olarak üretimin değil, ama sermayeye dayalı üretimin bir sınırı
vardır”22 önermesini temellendirirken söyler.
Bu çelişki, en genel ve soyut düzeyde kendisini zenginliğin iki ifade biçimi arasın-
daki bir gerilim olarak gösterir. İlkin emekten tasarruf ve zorunlu emek zamanın
azaltılması yönünde amansız bir baskı kurarak üretkenliği arttıran, gereksinim-
leri alabildiğine çeşitlendiren, doğanın yararlanılacak yeni yönlerinin ve nesnele-
rin yeni niteliklerinin keşfedilmesini sağlayarak kullanım değerlerini durmadan
farklılaştıran değişim değeri, zamanla sahip olunan doğal ve toplumsal zengin-
lik birikimine ve kaynaklarına kıymet biçmenin, bunların üretimini, tüketimini,
muhafazasını, bölüşümünü ve toplumsal tahsisini belirlemenin uygun bir ölçütü
olmaktan çıkar.
Bu tersine dönüşün kaynağında esas itibarıyla üç neden yatar:
1) Yaratılan toplam zenginlikte üretimin hizmetine koşulmuş bilimin, bu saye-
de düzenlenerek yararlanılan doğa kuvvetlerinin ve durmadan yetkinleştiri-
len makine sistemlerinin payı ve katkısı giderek yükseldikçe, canlı emeğinki
bununla ters orantılı olarak küçülen bir cüze iner. Üretim sürecine nezaret,
üretim araçlarının bakımı ve muhafazası, üründe gerekli kalite ve standart-
ların tutturulmasına yönelik kontrol ve izleme canlı emeğin asıl işlevi haline
gelmeye başlar. Bu durum, değer yasasının özünü ve itici gücünü oluşturan
“toplumsal olarak gerekli ortalama emek zamanı” ölçütünü ya da artı-emeği
gitgide önemsizleştirir.
2) Sermayenin fiili üretim sürecinde dayandığı, bir vasat gibi yararlandığı ya da
önceden verili “dışsallıklar” olarak değerlendirdiği bedava edinimler zamanla
artar. Bilim, bilgi, “genel zihin”, yararlanılan doğal kuvvetler, doğadan önceki
bir emeğin ürünü olmaksızın çekilip alınan her şey, işgücünün yeniden üre-
timi, kolektif emeğin yeni kapasiteler yaratan işbirliği ve tertibat biçimleri,
değerleriyle kıyaslanmayacak bir etkililik ve işlevselliği sahip makine sistem-
leri, vb. bunların ilk akla gelenleri. Bu kadar çok bedava edinime dayanan bir
üretim tarzına hala değer yasası tarafından yön verilmesi giderek bir saçmalık
haline gelmeye başlar.
3) Doğayla toplum arasındaki metabolizmanın ve dev ölçeklere varan madde
alışverişinin düzenlenmesi, kıt kaynakların tutumlu ve ikame koşullarını ha-
zırlayıcı kullanımı, yenilebilir kaynaklardan yenilenme hızlarını aşmayacak
şekilde istifade edilmesi ve çevresel etkilerin hesaba katılması yakıcı bir sorun
haline geldikçe, kullanım değerinden ve zenginliğin doğal özünden bir soyut-
lamayı temsil eden değişim değerinin, doğası gereği kullanışız olduğu yepyeni
bir sorun alanı ortaya çıkar. Genellikle “sürdürülebilirlik” olarak ifade edi-

21 K. Marx, Grundrisse, s.459


22 Age., s.458

118
Sermaye Çağının Sınırları

len bu sorun, kullanım değeri odaklı bir zenginlik anlayışına dönüşü empoze
eden bir basınca dönüşür.
Bu en genel ve soyut düzeyin altına indiğimizde ise, çelişkinin daha somut ve
gündelik yaşamla sarmaş dolaş tezahürleri içinde buluruz kendimizi. Bu teza-
hürlerden ilki, somut ve insani gereksinimlere yönelik üretim ile sermayenin dur
durak bilmeyen çoğalma ve değerlenme dürtüsünün koşulladığı üretim arasın-
daki makasın giderek açılmasıdır. Somut gereksinimlere kayıtsızlık ve hatta on-
lardan soyutlanmışlık değişim değerinin özünde bulunduğu için, “üretim için
üretim” ve sermayeye yeni üşüşme alanları bulma koşuşturması, tamamen yarar-
sız ve hatta zararlı iş kollarının ve ürünlerin peydahlanmasına dahi yol açabilir ve
sıkça tanık olduğumuz gibi açmaktadır da.
Günbegün deneyimlediğimiz ikinci tezahür, Marx’ın belirttiği gibi, değişimin
değerinin bir dizgine dönüşerek kullanım değerlerinin üretimini veya onlara
erişimi düpedüz sınırlamasıdır. Mandel bu durumu, “ölçüye gelmeyen kulla-
nım değerleri üretimi ile ahalinin satın alma gücüne bağlı olmaya devam eden
mübadele değerleri realizasyonu arasındaki çelişki”23 olarak ifade eder. Eksik
tüketimcilik anlayışına hiç prim vermeyen Mandel’in bu çelişkinin altını sıkça
çizme gereği duyması nedensiz değil. Ama, burası artık, üretimin ilerleyen top-
lumsallaşması ile özel edinim arasındaki çelişkinin de olanca ağırlığıyla kendisini
hissettirdiği düzlemdir ve bundan dolayı meseleye sadece dolaşım alanından ve
tüketim boyutuyla bakmamız gerekmiyor.
İşte, çelişkinin bu yüzünün iç içe yaşadığımız gündelik ve olağanlaşmış yansı-
maları: Halk kitleleri onlara şiddetle ihtiyaç duyduğu halde, satılamayan malla-
rın dağ gibi birikmesi veya zaman zaman imhası. Kapasite kullanım oranlarının
ahalinin gereksinimlerinin seyrine göre değil, kârlılıktaki iniş çıkışlara bağlı ola-
rak dalgalanması. Üretim araçlarının fiziksel ömürlerini doldurmadan ıskartaya
çıkarılması. Yüz milyonlar açlık çekerken tarımsal üretim fazlası bulunan ülke-
lerde çiftçilerin ürünlerini yollara dökmesi (ülkemizde de zaman zaman görülen
bir vaka). Yine, dünyada açlık ve yetersiz beslenmeye rağmen, bir çok ülkede
hükûmetlerin, değer yasasının serbestçe işleyişine de müdahale anlamına gelecek
şekilde, çiftçilerini ekmeleri ve dikmeleri için değil, tersini yapmaları için des-
teklemesi (ülkemizde de fındık dikim alanlarının sınırlanması ve şeker pancarı
başta olmak üzere çeşitli tarım ürünlerinin kotalara bağlanmış ekimi örneklerin-
de olduğu gibi). Taksitli satışların yerleşik bir uygulama haline gelmesi. Tüketici
kredilerinin toplam kredi hacmi içinde hatırı sayılır bir yer tutmaya ve krizlerin
tetiklenmesinde önemli bir rol oynamaya başlaması (konut kredileri de bir çeşit
tüketici kredisidir aslında). Borç vermenin mal alma şartına bağlanması. Tüke-
ticilerin gelecekteki gelirlerinin ipotek altına alınması (kredi kartı uygulaması ve
bunun yol açtığı bir dizi facia). “Esnek üretim”in bir çok unsurunun (sıfır stok,
tam zamanında teslim, siparişe bağlı üretim, çok amaçlı makineler, vb.) bu duru-

23 E. Mandel, Geç Kapitalizm, age., s.266

119
Yaşayan Marksizm

ma bir tepkiyi ifade etmesi. Halkın muhtaç kesimlerinin fırsat çıktıkça yağmaya
başvurması, vb.
Söz “yağma”ya gelmişken Arjantin’e değinmemek olmaz. Arjantin, 2002 krizini
takiben, sınıf mücadeleleri bakımından pek çok “ilk”in sahnesi oldu. Bunlardan
biri de yaygın ve kitlesel “yağma” idi. Ama “yağma” sözcüğü Arjantin’de olup
biteni aslına uygun olarak ifade etmiyor. Doğrusu şudur: Halk sözünü ettiğimiz
çelişkiye örgütlü biçimde müdahale etti ve meta biçimi içinde erişemediği ihtiyaç
maddelerine -aslında kendi emeğinin ürünlerine- el koydu. Aslında, muazzam
bir bilinç sıçraması ve farkındalıktır bu. Marx, zamanında bunun önemini şöyle
takdir etmişti:
[Emeğin] ürünleri kendi eseri olarak kavraması ve kendi gerçekleşme ko-
şullarından koparılmışlığını bir sakatlık, bir zor eseri, bir şiddet eylemi
olarak değerlendirmesi muazzam bir bilinçtir ve bizzat sermayeye dayalı
üretim tarzının ürünü olan bu bilinç, tıpkı kölenin bir başkasının mülkü
olamayacağının bilincine, bir Kişi olma bilincine varmasıyla kölelik kuru-
munun salt yapay ve yozlaşmış bir varlık haline gelmesi ve üretimin temeli
olma niteliğini uzun süre sürdürmesinin imkansızlaşması gibi, aynı za-
manda bu üretim tarzının ölüm çanlarının çalmaya başlaması demektir.24
Kısacası, günümüzde yüzümüzü hangi yöne dönersek dönelim, değişim değeri-
nin kullanım değerlerinin üretimini ve tüketimini sınırlaması, bu biçimin top-
lumsal serveti telef etmesi ve atıl durumda tutması ve bolluk üzerinde bir kilit
veya dizgin işlevi görmesi olgusuyla karşılaşırız.
Çelişkinin bu dışavurumu, üretkenlik düzeyi yükseldikçe kaçınılmaz olarak kes-
kinleşir. Hatta, giderek baş edilmez çatışkı veya ikilemlere ve kriz dönemleri hari-
cinde de sermayenin kendi karşısına diktiği tedricen yükselen bir engele; nüfusun
ücretli emekçiler sınıfı haline getirilmiş büyük çoğunluğu yönünden ise yaratılan
ve yaratılabilecek toplumsal zenginliğe erişememekten kaynaklanan bir mahrumi-
yete dönüşmeye başlar. Marx, bir açmazı andıran bu durumu şöyle ifade etmişti:
Sermaye, işçileri zorunlu emeğin ötesine geçip artık-emek harcamaya
zorlar. Değerlenmesinin ve artık-değer yaratmasının tek yolu budur. Öte
yandan, sermaye zorunlu emeği ancak artık-emek varolduğu, ve bu artık-
değer olarak realize edilebildiği taktirde ve ancak o zaman vazeder. De-
mek ki, artık emeği zorunlu emeğin ön varsayımı ve artık-değeri de nesnel-
leşmiş emeğin, yani genel olarak değerin sınırı olarak vazeder. Artık-değer
vazedemediği sürece, demek ki, zorunlu emek de vazetmeyecektir ve verili
temel çerçevesinde bunun başka türlü olması da düşünülemez.25
Bu sözleriyle, karşımızda, “eksik tüketimcilik” okulunu haklı çıkaran bir Marx
yok elbette. Eksik tüketimcilik, artık-değerin gerçekleşmesi sorununa genellikle

24 K. Marx, Grundrisse, age., s.502-3


25 Age., s.465

120
Sermaye Çağının Sınırları

sadece tüketim ürünleri cephesinden baktığı, ücretli emekten ve ilaveten halkın


diğer tabakalarından kaynaklanan fiili talebin yetersizliğini aşırı üretimin biri-
cik nedeni saydığı halde, Marx burada sermaye dolaşımının evrelerinden birinde
karşılaşılan bir kısıtın nasıl geri bildirimli ve zincirleme biçimde onun diğer ev-
relerine de yansıdığını anlatmaktadır. Ama bu sözlerin Grundrisse’in “İşçi Sını-
fının Talep Kapasitesi”ni konu edinen bir bölümünde; kendi işçileriyle onların
ücretlerini fiziksel asgariye indirmeyi amaçlayan bir emek-sermaye ilişkisi kuran
tek tek kapitalistlerin, geri kalan tüm işçilere birer dolaşım odağı ve talep sahibi
tüketici muamelesi yapmasının doğurduğu sorunların işlendiği bir bölümünde
söylendiğini de unutmayalım. Dolayısıyla, söylenenler değişim değerinin kulla-
nım değerlerinin üretimini ve onlara erişimi sınırlamasıyla doğrudan ilgilidir.
Öte yandan, eksik tüketimciliğe prim vermeme kaygısı, nispeten yeni bazı olgu-
ların gözden kaçırılmasına yol açmamalıdır. Emek gücünün yeniden üretimi-
nin ve hane halkının tüketiminin konusu olan ürün yelpazesinin günümüzde
oldukça genişlemesi, bu olgulardan ilkidir. Pek çok ülkede artık nüfusun ezici
çoğunluğunu oluşturan ücretli emekçiler sınıfından kaynaklanan talebin artan
bir önem kazanması bir diğeridir. Günümüzde tüketim araçları ile üretim araç-
ları arasındaki kategorik ayrımı kısmen bulandıran bir kesişim bölgesinin oluş-
ması; sanayide veya hizmetlerde donanım olarak kullanılan bir dizi ürünün hane
halkı tüketiminin -veya bireysel tüketimin- de konusu olabilmesi bir üçüncüsü-
dür. Sermayenin gittikçe hızlanan fiziksel ve mekansal devrinin halk kitlelerinin
sınırlı alım gücü engeline aynı oranda daha fazla çarpması bir dördüncüsü.
Kullanım değeri/değişim değeri karşıtlığının, üzerinde genellikle fazla durulma-
yan ve kurcalanmayan bir başka veçhesi daha vardır. Bu veçhede, bir yandan işçi
sınıfı öznelliğinin en derin çekirdeği, öte yandan ise emek ve sermayenin taban
tabana zıt saiklerle emek süreciyle ilişkilenmeleri ve bu süreç içinde devamlı ola-
rak birbirini çelen tarzda konumlanmaları gerçeği duruyor. Bunların her ikisi de
kullanım değeri/değişim değeri karşıtlığına ya da onun emek/sermaye karşıtlığı
biçimine bürünüşüne göndermede bulunurlar.
İşçi, yoksun bırakıldığı ve koparıldığı geçim araçlarına, yani kullanım değerle-
rine erişmek için emek-gücünü satar. Amaç insani ihtiyaçlardır veya bizde iş-
çilerin sıkça kullandığı tabirle “çoluk çocuğa ekmek götürmek”tir. Bu yüzden,
Marx, onun içinde yer aldığı ve “küçük dolaşım” dediği devreyi meta-para-meta
(M-P-M) ile gösterdi. Buna karşılık sermayenin büyük dolaşım devresi, içindeki
her tekil evrenin yalıtık görünüşünü bütünsel bir sürece uladığımızda, son tah-
lilde hep para-meta-paradır (P-M-P’). Diğer bir deyişle, sermaye işçinin emek-
gücünün kullanım değerini değişim değeri veya zenginlik üretmek ve kendisini
çoğaltmak için satın alırken, işçi ihtiyaç duyduğu kullanım değerlerine kavuş-
mak için onu satar. Birinin amacı değişim değeri, diğerininki kullanım değeridir.
Temeldeki bu amaç uyuşmazlığı kendisini ilk fırsatta “zorunlu emek zamanı”
üstündeki çekişmede belli eder ve bu çekişmenin seyrine bağlı olarak küçük do-

121
Yaşayan Marksizm

laşım büyük dolaşımı her an sekteye veya kesintiye uğratabilir. Burası artık, çeliş-
kinin bambaşka bir ifadeye büründüğü sınıf mücadelesi alanıdır.
Diğer taraftan, kapitalistin kullanım değerini piyasa yasaları uyarınca satın aldığı
şey, çok özgül ve istisnai bir metadır. O düşünen, eyleyen, yaratan, arzulayan, tut-
kuları olan, yabancılaşmasının bilincine erdikçe isyan eden, kendi gereksinimler
alanını genişletmek isteyen, kendi kabından taşan, sermayenin değerlenmesini
fırsat buldukça baltalayan ve bütün bu yönleriyle ele avuca gelmeyen bilinç ve
irade sahibi canlı emektir:
Fakat eğer kapitalist insanın emek gücünün bu ayırt edici niteliğine ve
potansiyeline yaslanıyorsa, onun karşısına en büyük meydan okumayı ve
sorunu çıkartan da tam da emeğin kendi belirlenimsizliği nedeniyle sahip
olduğu bu niteliktir.26
Marx’ın çok sevdiği eğretilemeyle söylersek, o kendini ifade etmenin ve açığa vur-
manın durmaksızın yeni yollarını keşfeden “köstebek”tir. Ondan değer yasasının
(kendi değerini yeniden üretiminin asgari maliyetiyle belirleyen yasanın) uysal
bir kabullenicisi olmasını beklemek, “eşyanın tabiatına” aykırıdır. Tam tersine,
o en başından itibaren, değer yasasına potansiyel veya fiili bir itirazı -kategorik
bir itirazı- temsil eder. Sermaye ise durmadan köstebeği zaptetmeye, itirazını kır-
maya ve ona değer yasasını dayatmaya çalışır. Sermayenin bu yöndeki hamleleri,
paradoksal biçimde, onu kendi sınırlarına -değer yasasını ilga etmenin yakıcı bir
sorun haline geleceği sınırlara- bir adım daha yaklaştırır.
Burası bir başka parantezin yeridir. Michael Hardt ve Antonio Negri, Marx’ın
aslında iki emek-değer kuramı formüle ettiğini ileri sürerler:
Ancak Marx’ın eserlerinde farklı bir biçimde sunulmuş bir emek değer te-
orisi daha vardır: Burada Marx, kapitalist teorilerden radikal bir kopuşla,
kapitalist değerlenme süreçleri yerine kendi kendini değerlendirme (self-
valorisation: selbstverwertung) süreçleri üzerinde yoğunlaşır. Burada
Marx, emeğin değerini dengeleyici bir figür olarak değil, antagonistik bir
figür olarak, sistemde dinamik bir kırılma yaratan özne olarak görür.27
İki değer kuramı iddiasının kaynağı, Negri’nin Grundrisse’i yorumlama -bu eserin
“Kapital’in nesnelciliği” karşısında proletaryanın öznelliğini temellendirmeye daha
müsait olduğu şeklindeki iddiaya dayalı yorumlama- tarzıdır. Ancak, bu zorlama
bir yorumdur. Grundrisse de dahil, Marx’ın eserlerinden iki değer kuramı çıkmaz.
Ama Marx’ın ücretleri değer yasasının basit bir gölge olgusu olarak görmediği;
bir sınıf mücadelesi alanı olan, göreli güçler dengesinin sonucu tayin ettiği ücret
düzeyi mücadelelerine bu yasanın “tunçtan” mantığının prizmasından bakmadığı
ve ayrıca işçilerin kendi aralarındaki rekabeti sona erdirerek sermayenin değerlen-
me süreçlerine çomak sokma kapasitesine erişmelerini, ücretlere yansımalarından
bağımsız olarak, başlı başına bir olay saydığı sonucu, kesinlikle çıkar.

26 H. Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, çev. Çiğdem Çıdamlı, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2008, s.80
27 M. Hardt - A. Negri, Dionysos’un Emeği, çev. Ertuğrul Başer, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.24-25

122
Sermaye Çağının Sınırları

Parantezi kapatıp devam edersek, ilk bakışta ilintisizmiş gibi gözükse bile, konu
sermayenin tarihsel sınırlarıyla bir bakıma esastan ilgilidir. Çünkü, yalnızca ser-
mayenin soyut hareket yasalarından kalkarak veya bunlara birazcık sınıf mü-
cadelesi sosu bulaştırarak, onun sınırlarına dayanmaya başlamasını açıklamaya
çalışan her girişim, kaçınılmaz olarak bize tarihsel kapitalizmin oldukça soluk,
bir ölçüde insansız, tek yanlı bir tasvirini ve teknik tahlilini sunar. Oysa, emek/
sermaye mücadelelerinin tarihi, emeğin sermaye dinamiğinin bağımlı değişke-
ni olmadığı gerçeğinin mükerrer hatırlatmalarıyla doludur O, öznel varoluşu ile
sermayenin “nesnel” hareket yasalarına sürekli müdahale eder. Bu yüzden, ser-
maye, emek üzerinde ne kadar “mahmuz” işlevi gördüyse, en az o kadar, emek
de sermayeyi mahmuzladı ve onu kendi iç rekabetinin gerektirdiğinden çok daha
yüksek bir hızla tarihsel sınırlarına doğru itekledi.
Alalım, kâr oranlarında eğilimsel düşüşü izah etmek için ilk elden atıfta bulun-
duğumuz “sermayenin organik bileşiminin yükselmesi” konusunu. Bu, neden
yalnızca sermayenin iç rekabetinin, kâr oranlarının eşitlenmesi mekanizmasının,
teknolojik rantlar ve artı kârlar peşinde koşuşturmanın bir türevi olsun ki? Bu-
nun temelinde, aynı zamanda, sermayenin işçiyle mücadelesi; işçiyi hizaya getir-
me, disipline etme, iş ritmini ve yoğunluğunu ona dışsallaştırma, emek sürecinin
bilgisini ondan koparıp alma, onun kendi karşısına diktiği dirençleri, engelleri ve
belirli bir dönemde değeri genişletmeye çektiği sınırları aşma yönündeki dinmek
bilmez girişim ve çabaları yatmıyor mu?
Ta başa gidersek, kapitalizmin tarihinin uzunca bir dönemine, sermayenin zana-
at kökenli emekçiyi tahtından etmek için başlattığı zorlu mücadelelerin ve bir-
birini izleyen “teknolojik ve yönetsel saldırılar”ın damga vurduğunu görürüz.
Marx’ın Kapital’de kendisine sıkça atıfta bulunduğu Ure, bu sürecin en sözünü
sakınmaz anlatıcılarından biridir. Zira bu emekçi iş ritmini bildiği gibi sürdürü-
yor; parmaklarında birikmiş hüneri bir koz olarak kullanıyor, vardiya sistemine
ve gece çalışmasına yanaşmıyor, emek süreci üzerindeki hakimiyetinden kay-
naklanan her türlü serbesti ve özerkliği kullanıyordu. Bu emekçinin yerinden
edilmesi ekonominin bazı dallarında görece erken gerçekleşirken, makine yapım
sınainde 20. yüzyıl başlarına kadar sürdü.
Öte yandan, sermaye nispi artık-değer üretimine (ki bu sermayenin organik bi-
leşiminde bir yükseliş anlamına gelir), ancak işçilerin çalışma koşullarının iyi-
leştirilmesi ve çalışma saatlerinin düşürülmesi doğrultusundaki inatçı mücade-
lelerinin mutlak artık-değer üretimine sınır çekmesiyle öncelik vermeye başladı.
Taylorizmin ön koşullarını ve düşünsel iklimini hazırladığı fordizm de benzer
bir değerlendirmeye tabi tutulabilir: Sermayeyi bu atılıma sevk eden dürtü, hala
bir işkolundan diğerine rahatlıkla aktarılamayan, büyük sendikalara ve kitle par-
tilerine vücut veren, sahip olduğu özerkleşme kapasitesiyle her elverişli konjonk-
türde sovyetleri ve konseyleri ortaya çıkarmaya çok yatkın olan meslekten işçiyi,
parça işçi ile ikame etmekti.

123
Yaşayan Marksizm

Toparlarsak, sermayenin iç rekabeti, aslında onun emekle mücadelesinin üst-


belirlenimi altında gerçekleşir. Özellikle de üretimin teknik temelinin ciddi
biçimde yenilendiği ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminde çarpıcı bir
yükselişin vuku bulduğu bütün dönemler, aynı zamanda sert sınıf mücadeleleri
dönemleridir. Sermayenin böyle dönemlerdeki güdücü dürtüsü, emeğin bileğini
bükmek, onun kendi karşısına diktiği engelleri ve değerlenme süreçleri üzerinde
kurduğu baskıyı bertaraf etmek, emek sürecini artık-değer oranını arttıracak şe-
kilde yeniden örgütleyerek yeni bir birikim tarzını yürürlüğe koymaktır. “Esnek
üretim” ve “esnek birikim”, bunun günümüzdeki örneğidirler. Bunların serma-
yenin sınırları bağlamında ne anlam ifade ettiğine aşağıda döneceğiz.

Toplumsal Üretim/Özel Edinim Çelişkisi


Üretimin toplumsallaşmasından, her şeyden önce, toplumsal zenginliği oluşturan
ürünlerde bireysel emekçinin izinin ve damgasının silinmesi, ürünün niteliğine,
üretim birimlerinin ölçeğine ve bu birimler arasındaki ağlara göre, bunların de-
ğişen sayıda kişinin kolektif emeğinin ve farklı emek kategorilerinin (kafa ve kol,
tasarım ve uygulama) birleşik çabasının cisimleşmeleri olmaları anlaşılmalıdır.
Toplumsallaşma, aynı zamanda, üretimin bütün kolları ve sektörleri arasında
karşılıklı bağımlılık, birbirini gerektirme, eklemlenme, bütünleşme ve iç kenet-
lenme düzeyinin sürekli yükselmesi, teknik ve toplumsal işbölümünün durma-
dan derinleşmesi anlamına gelir.
Diğer taraftan, toplumsallaşma, sermayenin bu yollarla üretilmiş büyüyen bir
ölü emek stokuna zamanla daha çok yaslanması; bilimin, iletişimin, dilin, bilgi-
nin, sanatın ve eğitimin kolektif olarak hasıl edilmiş birey-üstü bileşkesinin, yani
“genel zihnin” üretimin, sermayenin değerlenmesinin ve hatta emeğin vasıfları-
nın bedava edinilen genel vasatı haline gelmesi demektir.
Toplumsallaşma düzeyi bu eksenler üzerinden ne kadar yükselirse, kapitalist
üretimin basit meta üretiminden devralınan bütün ön varsayımlarını; yani, özel
emeği, özel üretim aracını, özel hüneri ve özerk üretimi de o kadar olumsuzlar
veya özel edinimin bu öncülleriyle o kadar şiddetli biçimde çatışmaya başlar.
Engels’i yardıma çağırırsak, durum şudur:
Üretim araçları ve ürünün kendisi aslında toplumsallaşmıştı; ama birey-
lerin özel üretimini ve, bundan dolayı, herkesin kendi öz ürününe sahip
olmasını ve pazara götürmesine önkoşul sayan eski mal edinme biçimine
bağımlı kılınmıştı. Üretim tarzı, ikincinin dayandığı koşulu ortadan kal-
dırmakla birlikte, mal edinmenin eski biçimine bağımlı kılınıyordu.
Yeni üretim tarzına kapitalist niteliğini veren bu çelişki, bugünkü toplum-
sal uzlaşmaz karşıtlıkların hepsinin çekirdeğini içermektedir.28

28 K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar 3. Cilt ss.115-181 içinde, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, çev. Kolektif,
Sol Yayınları, Ankara, 1979, s. 164-65

124
Sermaye Çağının Sınırları

Emek süreçleri ve bir bütün olarak üretim bambaşka bir karaktere büründüğü
halde, bu öncüllere tutunmaya devam etmenin yol açtığı garabetlerden biri, üre-
timi ne kadar çok taraflı bir işbirliği ve eşgüdümü gerektirirse gerektirsin, ürü-
nün ve dolayısıyla emeğin toplumsallığının sonradan, dolaşım alanında rüşdünü
ispatlaması kaydıyla tanınması; bunun durmaksızın büyük israflara, toplumsal
emeğin çarçur edilmesine yol açmasıdır. Benzer biçimde, toplumsallaşma düzeyi
ne kadar yükselirse, kapitalizmin, sayısız failin eşgüdümsüz ve birbirini çelen
kararlarından ileri gelen anarşik işleyişi o kadar taşınamaz bir yük ve o kadar
tahripkar sonuçlar doğuracak bir aykırılık haline gelmeye başlar:
Toplumsallaştırılmış üretim ile kapitalist mal edinme arasındaki çelişki,
artık bireysel işliklerdeki üretimin örgütlenmişliği ile toplumdaki genel
üretim anarşisi arasında bir uzlaşmaz karşıtlık olarak kendisini gösterir.29
Özetle, kullanım değeri/değişim değeri ve toplumsallaşma/özel edinim çelişkile-
rinin giderek keskinleşmesi; toplumsal ihtiyaçlar için üretim ile kâr için üretim
arasındaki bağdaşmazlığın çok çeşitli biçimlerde şiddetle hissedilmesi, halk yı-
ğınlarının yazgısının kârlılıktaki dalgalanmalara ve sermayenin kaprislerine tabi
kılınmasının maliyetlerinin giderek katlanması, “burjuvazinin modern üretken
güçleri yönetmeye artık yetersiz olduğu”nun30 görülmesi, değer yasasının top-
lumsal zenginliğin üretiminin, hesaplanmasının, bölüşümünün ve üretken güçle-
rin toplumsal tahsisinin uygun mekanizması olmaktan çıkması anlamına gelir.
Bu, aynı zamanda, burjuva özel mülkiyetin, aslında basit meta üretiminin ön-
cüllerinin ters yüz edilmesine dayandığı, onun varlık gerekçesini emeğin yaban-
cılaşmasından, üretimin birbirinden koparılmış nesnel ve öznel unsurlarını bu-
luşturmaktan alan bir tahakküm, bir soyutlama, bir erk ve kırılması gereken bir
kabuk olduğu gerçeği de bir o kadar ayyuka çıkar.
Ama toplumsallaşma/özel edinim çelişkisinin ne ölçüde keskinleştiğini görmek
için, sermayenin toplumsallaşmasına da bakmak gerekir. Çünkü, üretim top-
lumsallaşması ile sermayenin toplumsallaşması, aslında bir ve aynı süreçtir:
Sermaye kolektif bir üründür ve sadece birçok üyenin birleşik eylemiyle
değil, ayrıca son kertede toplumun bütün üyelerinin birleşik eylemiyle ha-
rekete geçirilebilir.
Bu nedenle sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür.31
Üretim gibi, sermayenin toplumsallaşması da, esas itibarıyla üç eksen üzerinden
izlenebilir: İlk eksen, bütün tekil sermayeleri ve sermayenin bütün biçimlerini, bir
an için büyük bir hisseli kumpanya gibi görülmesi gereken toplam sermayenin ke-
sirleri veya “sermaye ailesi”nin mensupları haline getiren kâr oranlarının eşitlen-
mesi mekanizmasıdır. Sonuçları itibarıyla bu eşitlenme, salt sermayeler arası bir

29 Age., s.168
30 Age., s.173
31 K. Marx-F. Engels, Komünist Manifesto; K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar içinde, age., s.40

125
Yaşayan Marksizm

hesap görme olarak kalmaz. Anarşik bir yeniden tahsis mekanizması olarak, emeği
ve toplumunu da şu veya bu oranda kendi girdabına çekip yeniden kalıba döker.
Dolayısıyla, bu olay sermayenin toplumsallaşmasının tezahürlerinden biridir.
İkincisi, bir “sermaye piyasası”nın oluşması eşliğinde, tekil sermayelerin şahıs
veya aile biçiminden sıyrılması, girişimlerin ve yatırım kararlarının bu biçiminin
kısıtlarından kurtarılması, kredinin birikimin güçlü bir kaldıracı haline gelmesi,
toplumun uzanılabilen bütün parasal birikimlerinin sermayeleştirilmesi ve böy-
lece görece daha geniş bir kesimin toplam sermayenin değerlenmesi süreciyle şu
veya bu yolla ilişkilendirilmesidir. Ama bu bahiste iki evrenin birbirinden ayırt
edilmesi gerekir. Başlangıçta, bu eksendeki toplumsallaşma daha ziyadesiyle ser-
maye yetersizliklerinin giderilmesine hizmet ederken, zamanla kantarın topuzu
gittikçe büyüyen toplam artık-değer kitlesi üzerinde hak iddialarının çoğalması,
bunun araçlarının çeşitlenmesi ve Marx’ın “hayali sermaye” dediği şeyin oluşu-
mundan yana kaydı. Lenin’in bu görüngüye “çürüme” dediği biliniyor.
Evet, Lenin’den önce Marx ve Engels’in de vurguladığı gibi, madalyonun bir
yüzünde kesinlikle çürüme var; öteki yüzünde sermayenin kelimenin tam an-
lamıyla bir “toplumsal sermaye” haline gelmesi, daha geniş kesimlerin sermaye
çevriminin akıbetiyle ilişkilendirilmesi, hem toplam artık değer hem de toplam
sermaye stoku üzerinde hak iddia etme yolunun, yozlaştırıcı bir biçim altında ve
tabii ki sermaye sahiplerini güvenceye alan bin bir kayıt kuyutla birlikte görü-
nüşte ve kuramsal olarak “herkese açık” hale getirilmesi duruyor.
Üçüncüsü ve daha önemlisi, sermayenin zamanla tüm toplumu kendi çevrimi
etrafında örgütlemesi, onu kendisine içermesi, toplumsal yaşamın her alanına
nüfuz etmesi, toplumsal bünyenin tamamının içinden geçerek kendini değer-
lendirmesi, üretimin tüm koşullarını ele geçirmesi, bunları artık hazır bulduğu
şekliyle kullanmakla yetinmeyip kendi ihtiyaçları uyarınca yeniden üretmesi;
üretimle tüketim, üretimle yeniden üretim ve çalışma ile boş zaman arasındaki
mesafeyi daraltarak aralarında bir geri besleme ilişkisi kurması; dili, iletişimi ve
simgesel anlam üretimini kendi devri daiminin hizmetine koşması, bir dizi ala-
nın göreli özerkliğini ciddi biçimde budaması ve adeta hiçbir “sermaye harici”
bakiye bırakmamasıdır. Bu, bizi sık sık afallatan uz görüşlülüğüyle Marx’ın ken-
di zamanında henüz ilk belirtileri ortaya çıkmışken adını koyduğu “sermayenin
gerçek boyunduruğu” evresinin, tam tekmil tecessüm etmesidir. Asıl şimdi tam
boy gerçek boyunduruk evresinin içinde olduğumuz söylenebilir.
Gerçek boyunduruk ne kadar ağırlaşırsa, sermaye kendi sınırlarına o kadar çok
yaklaşmış demektir. Öte yandan, bu evrede bir takım yeni olgular da ortaya çıkar.
Bunlardan ilki, sermayeye karşı mücadele cephesinin alabildiğine genişlemesi ve
çok kanatlı hale gelmesidir. Doğrudan doğruya sömürünün gerçekleştiği mekan ve
ilişkilerden taşarak yeniden üretim, kent ve mekansal üretim, doğayla ilişki biçimi,
bilim ve bilimin işlevi, toplam artık-değerin yeniden dağılımı, dil, anlam üretimi
ve iletişim, kültürel üretim ve boş zaman gibi alanlara giderek daha çok yayılma-

126
Sermaye Çağının Sınırları

sıdır. Bu durumun, tabiri caizse, artık bir sathı mücadele veya müdafaa stratejisini
gerekli kılmasıdır. Bazı düşünürlerin (örneğin Alain Touraine’in) hatalı bir çıkar-
samayla “merkezi çatışma” alanın yer değiştirdiği tespitinde bulunmalarının ya
da post-Marksistlerin çelişkinin oynaklığından ve durmadan yer değiştirmesinden
söz etmesinin nedeni bu olgudur. Doğrusu, merkezi çatışmanın alanının çeşitli
dolayımlarla ve yeni bürünümlerle görülmemiş ölçüde genişlediğidir.
İlk bakışta sermayeye “dışsal” imiş gibi gözüken toplumsal koşullar için
verilen mücadeleler, çoğu kez, sermaye ile emek ve bunların karşılıklı ye-
niden üretim ve gelişme koşulları arasındaki uzlaşmaz karşıtlık olarak ser-
mayenin gerçek bütünlüğü açısından bakıldığında içseldir.32
İkinci yeni olgu, doğayı ve işgücünün yeniden üretimini paranteze alan bir “üre-
tim” soyutlamasına dayanan ekonomi politiğe karşı, maddi üretim devresinin
bütünselliğini ve tamamını görünür kılan gelişmeler, dinamikler ve mücadeleler
nedeniyle maddi içerik/toplumsal biçim çelişkisinin daha da şiddetlenmesidir.
Üçüncü yeni olgu, gerçek boyunduruğa karşı bu çoklu mücadelelerin önemli bir
bölümünün ima ve içerimlerinin, ileti ve temsillerinin, arzu ve taleplerinin yal-
nızca sömürüyü sınırlandırmaya değil, aynı zamanda yeniden temellüke dönük
olmasıdır. Bu eğilim kendisini kah yeniden üretimle alakalı hizmetlerin metasız-
laştırılması talebiyle, kah çok uluslu tekellerin gen bankacılığına karşı direnişle,
kah evi içi emeği görünür kılma çabalarıyla, kah sermayenin doğa üzerindeki
istenmeyen tasarruflarına set çeken protestolarla, kah bir ürün, hizmet veya bilgi
üzerindeki tekeli kıran girişimlerle, kah fikri mülkiyetle ilgili uluslararası anlaş-
malara itirazlarla, kah da çeşitli türden korsanlıklarla, “kaçak” ve lisanssız kulla-
nımlarla dışa vurmaktadır.
Slavoj Žižek’in de dahil olduğu “ortak varlıklar” tartışması, aslında bu yeni ol-
guyla doğrudan ilgilidir:
Başta, kültürün ortak varlıkları vardır ve bunlar bilişsel sermayenin hemen
toplumsallaşan biçimlerini oluşturur; bunlar, ilk olarak iletişim ve eğitim
aracımız olan dil olmak üzere toplu taşıma, elektrik, posta, vb. ortaklaşa
altyapıyı sağlar. Eğer Bill Gates’e tekel oluşturması için izin verilseydi özel
bir bireyin bizim temel iletişim ağımızın yazılım dokusuna sahip oldu-
ğu saçma duruma erişmiş olurduk. İkinci olarak, dış doğanın kirlilik ve
sömürü tehdidi altındaki ortak varlıkları vardır -petrolden ormanlara ve
doğal habitatın kendisine değin- ve üçüncüsü, iç doğanın ortak varlıkla-
rı olan insanlığın biyo-genetik mirasıdır. Tüm bu mücadelede ortak olan
şey, bu ortak varlıkları serbest işletmeyle kuşatmasına izin verilen kapita-
list mantığın -insanlığın kendini yok etmesi derecesinde olan- yıkıcı po-
tansiyeline ilişkin bir farkındalıktır.33

32 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, age., s.257


33 S. Žižek,“Başka Bir Yol”, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=25128, indirilme tarihi: 02 Temmuz 2009.

127
Yaşayan Marksizm

Dördüncü yeni olgu, sermayenin gerçek boyunduruğu doğaya doğru da uzatması;


hazır bulduğu verili haliyle doğadan yararlanmakla kalmayıp, onu kendi birikim
mantığının gereklerine uygun olarak yeniden üretmeye, sadeleştirmeye, her açı-
dan nicelikleştirmeye tekdüzeleştirmeye ve doğal sınırları böylece ötelemeye ko-
yulmasıdır. Genetiği değiştirilmiş ürünleri, endüstriyel tarım ve hayvancılığın bir-
birinden ayrılmasını, polimerleri, seramikleri, biyo malzemeleri, üstün iletkenleri,
nano teknolojiyi ve bir bütün olarak yeni malzeme teknolojilerini, doğal ritmlere
ve “eko-düzenleyici” süreçlere bağımlılık nedeniyle sermaye çevriminin yavaş ol-
duğu üretim dallarında (tarım, hayvancılık, ormancılık, mayalanma işlemleri ba-
rındıran sınailer) üretim zamanını kısaltmaya yönelik çeşitli türden müdahaleleri,
vb. bizatihi doğanın yeniden üretimi kapsamında telakki edebiliriz.
Beşinci yeni olgu, sermayenin tüm toplumu kendisine içerme evresinin, para-
doksal olarak, aynı zamanda sistematik bir dışlama, öteleme ve marjinalleştirme
evresi olduğu, onun toplumu kendi etrafında işlevsel, simgesel ve toplumsal ba-
kımdan bütünleştirmeye muktedir ve ehliyetli olmadığı gerçeğinin ayan beyan
açığa çıkmasıdır. Sermayeyi “mazeretsiz” bırakan bu durum, için için kızışan bir
meşruiyet bunalımının da temel nedenlerinden biridir.
Bu yeni olguların, aynı zamanda yeni imkanlara da işaret ettiğini belirtmeden
geçmeyelim. Zira saflarımızda dikkatlerini proletaryanın yeni bileşimine, kös-
tebeğin yerin altında ve üstündeki ısınma hareketlerine yöneltmek yerine, işçi
hareketinin kolektif görünürlüğünün geri gelmeyecek olan eski biçimlerinin ar-
dından yazıklananlar, gerçek boyunduruk evresine öncelikle imkanlar yönünden
bakmayı genellikle savsaklamaktadırlar.

“Dışsal Sınırlar” Ne Kadar Dışsal?


Ekmek&Özgürlük’ün birinci sayasında yayınlanan “Ekmek, Gül ve Hürriyet
Günleri İçin Çağrımız” başlıklı metinde şöyle deniyor:
Emeğin kurtuluşu mücadelesi ile kapitalizme yönelik ekolojik eleştirinin
çelişmek bir yana, birbirini bütünlediğini ve güçlendirdiğini, yeni bir uy-
garlığa sıçramanın aynı anda hem insan-insan hem de insan-doğa ilişki-
lerini dönüştürmekten geçtiğini, Marksist zeminlerden kalkış yapan bir
ekolojik eleştirinin sosyalist programımızın içkin bir boyutu haline getiri-
lebileceğini iddia ediyoruz.34
Burada ve izleyen alt başlıkta bu savı gerekçelendirmeye çalışacağız. Kestirme-
den gidersek, atılacak ilk adım, Paul Burkett’in uslamlama çizgisini izleyerek, ne
kadar önemli olursa olsun, ekolojik krizi, kapitalizmin tarihsel krizinin bir veç-
hesi veya görünümü olarak kabul etmektir. Tabii ki, el çabukluğuyla değil, ikna
edici bir tanıtlamayla birlikte.
Açıktır ki, bu güzergahtan devam edersek, “dışsal sınırlar” adlandırmasının ken-

34 Ekmek&Özgürlük, Sayı 1, Eylül 2009.

128
Sermaye Çağının Sınırları

disi peşinen tartışmalı hale gelmeye başlar. Bu yazının buraya kadarki akışı bo-
yunca ima edilen de budur. İma edileni açıklaştırırsak: Ekolojik krizin behemehal
hatırlattığı sınırların “dışsal” gibi gözükmesinin nedeni, sorunun maddi içerikle
toplumsal biçimin çelişkili birliği ışığında ele alınmaması; alındığında ise, maddi
içeriğin doğa ile toplum arasında oylumu ve çeşitliliği giderek artan metabolik
devridaim boyutunun -Marx’ın fırsat çıktıkça hatırlattığı boyutun veya maddi
üretim ve yeniden üretiminin asıl büyük döngüsünün- gözden kaçırılması; top-
lumla doğa arasındaki “tepkimeler”in sermaye çevriminin “dışında kalan” bütün
süreçlerinin ve sermayenin bedavadan yararlandığı bütün dışsallıkların içerik-
ten elenmesi ve toplumsal biçim tarafından koşullanmanın etkisiyle, toplumsal
üretimi, içinde gerçekleştiği büyük döngüden soyutlama tuzağına düşülmesidir.
Oysa, aksi yapılırsa, kendini serimleyişinin en ileri uğrağında, söz konusunu çe-
lişkinin aynı zamanda bir ekolojik kriz biçimine bürünmesinin kaçınılmaz oldu-
ğu rahatlıkla görülebilir. Bu durumda da içsel/dışsal sınırlar ayrımı büyük ölçüde
hükümsüz kalır.
Açıklaştırmaya devam edersek; Marx’a göre, toplumsal zenginlik özünde ve bü-
tün insanlık tarihi boyunca kullanım değerlerinden oluşur ve değer biçimi bu-
nun belirli bir çağa özgü toplumsal ifadesinden başka bir şey değildir:
...yararlı bir nesneyi değer olarak damgalamak, dil gibi toplumsal bir
üründür.35
Yine, Marx’a göre, toplumsal zenginlik emeğin ve doğanın ortaklaşa hasılasıdır
ve bu nedenle emek, onun biricik kaynağı olarak görülemez:
Öyleyse görüyoruz ki, emek, maddi servetin, ürettiği kullanım değerle-
rinin tek kaynağı değildir. William Petty’nin dediği gibi, maddi servetin
babası emek, anası da topraktır.36
Bu, Marx’ın hiç şaşmadığı bir yaklaşımdır ve üstelik, emeğin biricik kaynak ola-
rak görülmesi, Gotha Programının Eleştirisi’nde, burjuva bir çarpıtma olarak
mahkum edilir:
Paragrafın birinci kısmı: “Emek bütün servetin ve bütün kültürün kaynağıdır.”
Emek, bütün servetin kaynağı değildir. Doğa da, sadece doğanın bir gücü-
nün, insan emek gücünün tezahürü olan emek kadar kullanım değerleri
(ve kuşkusuz maddi zenginlik bundan ibarettir) kaynağıdır. (...) Burjuva-
ların emeğe sahte doğaüstü yaratıcı güç atfetmeleri için çok haklı nedenleri
vardır; çünkü tam da emeğin doğaya bağımlılığı olgusundan, kendi emek
gücünden başka hiçbir mülkiyete sahip olmayan insanın bütün toplum ve
kültür koşullarında, kendilerini emeğin maddi koşullarının sahibi haline
getirmiş olan öteki insanların kölesi olması gerektiği sonucu çıkar.37

35 K. Marx, Kapital 1. Cilt, age., s.89


36 Age., s.58
37 K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar içinde, age., s.168

129
Yaşayan Marksizm

Bu çarpıtmanın Marx’ın burada zikrettiği çok ama çok önemli nedeninin dışın-
da, başka yerlerde değindiği, en az o kadar önemli bir başka nedeni daha var:
Değer biçiminin doğanın maddi zenginliğe katkısına karşı, istisnai hallerin yine
bu biçime tercüme edilmiş istismarı dışında (toprak rantı ve başka doğal koşullar
üzerinde tekel) kör olmasının yanı sıra, bu katkıyı yansıtmak veya takdir etmek
bakımından da tümüyle uygunsuz bir biçim olması. O yalnızca emeğin katkısı-
nın bir göstergesi işlevini görür. O da, tarihsel ve kolektif emeğin fonda yer alan
bütün katkılarının değil. Marx bu uygunsuzluğu, ekolojik duyarlılıklara sahip
günümüz Marksistlerinin bir bölümünün yanlış anlayıp hayıflandığı şu sözlerle
dile getirir:
Değişim-değeri, bir nesne üzerinde harcanan emek miktarının belirli bir
toplumsal ifade şekli olduğuna göre, doğanın bununla ilişkisi, kambiyo
kurlarının saptanmasıyla olan ilişkisinden fazla değildir.38
Değer biçimi onu yansıtmaya elverişli değil diye, doğanın maddi zenginliğe kat-
kısı elbette buharlaşmaz. Emek zamanı veya miktarı konusunda domuzdan kıl
koparma hesapları yapacak kadar hassas olan sermaye, bu katkıyı bedavadan
cebe indirir ya da Marx’ın tabiriyle, ona bir “armağan” muamelesi yapar. Ama
doğa “ekmek elden su gölden” bir cennet diyarı olmadığına göre, doğa körü bir
öz-niteliğe ve kendisini durmaksızın çoğaltmaya dönük bir içtepiye sahip olan
değer biçiminin, gelişmenin belirli bir aşamasında hem bir ekolojik krizi tetik-
lemesi hem de toplumsal zenginliği ölçmenin veya takdir etmenin büsbütün ya-
nıltıcı bir göstergesi haline gelmesi kaçınılmaz. Örneğin büyüme ve yurtiçi hasıla
rakamlarımız toplumsal zenginlikte artışa işaret ederken, buna doğal ve toplum-
sal zenginlik kaynaklarınızın bir bölümünü kurutma, yaşam kalitesini bozma ve
çevresel maliyetler pahasına eriştiğiniz için, gerçek durum tam tersi olabilir. Ko-
nunun bu yönünü Burkett’le bağlayalım:
Başka bir ifadeyle, değişim değeri ile kullanım değeri arasında metada iç-
kin olan çelişki aynı zamanda zenginliğin özgül kapitalist biçimiyle doğal
temeli ve özü arasındaki bir çelişkidir.39
Sermaye veya değer biçimi ile doğa arasında, arızi değil, birincinin özünden kay-
naklanan temelli bir çelişki varsa, içsel/dışsal sınırlar ayrımı ister istemez hü-
kümsüz kalır. Böyle bir çelişkinin varlığı, soruna daha başka düzlemlerden baka-
rak da saptanabilir:
1) Sermayenin hareketi ve mantığı doğanın ontolojik olarak ayrı bir alan oluş-
turduğu gerçeğine tümüyle kayıtsızdır veya hatta bu gerçeğe karşıt yönde işler.
İnsan doğa ilişkileri ne kadar çeşitlenir ve dolayımlı hale gelirse gelsin, insanın
doğaya müdahalesi ve onu dönüştürme kapasitesi ne kadar artarsa artsın ve
toplumsal evrim ne kadar ilerlerse ilerlesin, doğa ve doğal evrim tümüyle tari-

38 K. Marx, Kapital 1. Cilt, age., s.97


39 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, age., s.106

130
Sermaye Çağının Sınırları

he içerilemez ve tabi kılınamaz. Onun yoğrulabilirliğinin sınırları vardır. Aksi


olsaydı, gittikçe artan ve çeşitlenen dolayımlı ilişkilerden söz etmeye de gerek
kalmazdı zaten. Dolayısıyla, varıp varacağımız yer; doğanın yasalarının, işleyi-
şinin ve evriminin olabildiğince yüksek bir bilgisiyle donanmış olarak, insan ile
doğanın ortaklaşa, birbirini destekleyen, geliştirici, denetlenebilir ve sürdürü-
lebilir bir evriminin ve üretiminin gerektirdiği ilişkileri akılcı ve müdahaleleri-
mizin uzun vadeli etkilerini hesaba katacak biçimde düzenlemektir (ki bu, aynı
zamanda, Marx’ın komünizm perspektifinin önemli bir boyutudur).
Doğanın ontolojik olarak ayrı bir alan oluşturmaya devam etmesi ile kaste-
dilen budur ve şimdiye kadar hiç kimse bunu Engels’ten daha özlü ve çarpıcı
biçimde ifade etmedi:
Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendi-
mizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her
zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve
üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bam-
başka, önceden görülmeyen sonuçları vardır. (...) İşte böylece her adımda
anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka bir topluluğa egemen olan bir fatih,
doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz,
kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun
üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce
onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip
olmamızdan öteye gitmez.40
Marx ve Engels, sermayenin doğa ve ekoloji karşıtı mantığının, kendi zaman-
larında ortaya çıkan sonuçlarını saptamakta gecikmediler. Örneğin, kapitalist
sistemin akılcı bir tarımla bağdaşmadığını söylediler. Sermayenin çok denge-
siz bir nüfus dağılımına yol açarak kent-kır çelişkisini doruğuna vardırdığı-
nı belirlediler. Kapitalizmin doğa ile toplum arasındaki madde alışverişinin
döngüsünü bozarak büyük bir metabolik çatlağa yol açtığını teşhis ettiler.
Doğayla emeği birbirinden koparıp her birini ayrı ayrı kendi ögesi haline ge-
tiren sermayenin, bu ayrılıktan güç alarak her ikisine de benzer bir muamele
yaptığını ve onların sınırlarını zorladığını yazdılar. Çoğaltılabilir ama daha ne
olsun. Onlardan kapitalizmin hayatta kalma süresini ve günümüzün ekolojik
krizini açıkça öngörmelerin beklemek, kehanetle öngörüyü birbirine karıştır-
mak ve kendi tembelliğimize mazeret aramaktan başka bir anlama gelmez.
2) Sermayenin zamanı doğanın zamanı ile uyuşmaz. Her ne kadar o bunun etra-
fından dolanmanın ve doğaya kısa devre yaptırmanın bin bir yolunu bulursa
da, sermayenin durmadan hızlanan devri, üretimin gittikçe büyüyen ölçeği
ve işkollarının artan çeşitliği doğadan gittikçe daha fazla hammadde ve enerji
çekilmesini, daha dev boyutlarda bir ikmali gerektirdikçe, buna büyüyen bir

40 K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar 3. Cilt ss.80-94 içinde, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, çev. Arif Gelen,
Sol Yayınları, Ankara, 1979, s.90

131
Yaşayan Marksizm

atık sorunu eşlik ettikçe, bu uyuşmazlık kendisini daha keskin biçimde belli
eder. Kapitalist üretimin, üzerinde yükseldiği doğal temelleri, doğanın yeni-
den üretim, onarım ve tazelenme süreçlerini baltaladığı ve onun özümseme
kapasitesini zorladığı daha bariz biçimlerde görünür hale gelir. Zira Marx’ın
tarımla ilgili şu sözleri, aslında kapitalist üretim ile ekosistem arasındaki iliş-
kilerin tamamı bakımından da geçerlidir:
Yeniden-üretimin iktisadi süreci, kendine özgü toplumsal niteliği ne olur-
sa olsun, doğal bir yeniden üretim süreci ile, bu alanla (tarımla) daima iç
içe geçer. Bu sonuncunun açık koşulları birincinin koşullarına ışık tut-
makta ve dolaşımın aldatıcı görüntüsüyle ortaya çıkan bir düşünce karı-
şıklığını önlemektedir.41
3) Değer biçimi sınırsızca çoğalma içtepisinden ötürü doğanın sınırlılığıyla, her
şeyi nicelleştirici ve türdeşleştirici yapısından dolayı da onun indirgenemez ni-
tel çeşitliliğiyle çelişir. John Bellamy Foster’ın aşağıdaki karşılaştırması, değer
biçimine içkin olan yalınlaştırma, standartlaştırma, mono-kültüre yönelme ve
çeşitliliği yok etme eğilimini, temsili bir örnek üzerinden çok iyi özetliyor:
Sanayi ağaçları plantasyonları, doğal ormanların zengin karmaşıklığı ile
karşılaştırıldığında, biyolojik ve genetik çöllerdir. Bu ağaçların arasından
akan derelerde çok az balık yaşar. Bitki, hayvan, böcek ve mantar çeşitliliği
en az düzeydedir. Yaşlı bir ormanın tabanı, bitki örtüsünün oluşturduğu
çok pahalı, gür bir halıdır; bir ağaç plantasyonun dibi ise bununla karşılaş-
tırıldığında hemen hemen kıraç, bitkisiz bir topraktır.42
4) Doğanın milyarlarca yıllık bir evrimin ardından eriştiği yüksek öz-örgütlenme,
enerji tutuklama, enerji akışlarını ve dönüşümlerini düzenleme düzeyi karşı-
sında, sermaye mantığı düzensizliği ve dağıntıyı (entropi) gezegen çapında
sürekli arttırıcı yönde işler ve bugün hakkında çokça konuştuğumuz “küresel
ısınma” bunun biyosfer ölçeğindeki tezahüründen başka bir şey değildir.
Bu izahat tarzıyla sözü getirmek istediğimiz yer bellidir: Kendisine mündemiç
eğilimleri nedeniyle sermayenin yüzleşmeye başladığı hiçbir sınır, aslında ve
son tahlilde ona “dışsal” değildir; dolayısıyla, pekala ekolojik kriz kapitaliz-
min tarihsel krizinin bir veçhesi ve ekolojik eleştiri de “sosyalist programı-
mızın içkin bir boyutu” olarak ele alınabilir. Hem de ayağımızı Marksizm
zeminlerine sağlamca basarak.

Kapitalizmin Tarihsel Bunalımı ve Yeniden Temellük


Üretimin öznel ve nesnel koşullarının birbirinden koparılarak sermayeleştiril-
mesine dayanan kapitalizm var olalı beri, inişli çıkışlı seyreden bir karşı hareket;
yani, açıkça veya örtük biçimde bu kopukluğu sona erdirmeye yönelen bir hare-

41 K. Marx, Kapital 2. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1979, s.381
42 J.B. Foster, Savunmasız Gezegen, çev. Hasan Ünder, Epos Yayınları, Ankara, 2002, s.127

132
Sermaye Çağının Sınırları

ket de hep var olageldi. Toplumsal oluşumlara Marx’ın maddi içerik/toplumsal


biçim ayrımı ışığında yaklaşmayan, sahip olduğu özselci ekonomi tanımı nede-
niyle emek, toprak ve paranın metalaştırılmasını insan soyunun maruz kaldığı
en büyük anomali sayan Karl Polanyi, bunu “ekonomiyi topluma tabi kılma”
hareketi olarak adlandırdı. Biz ise yeniden temellük hareketi diyebiliriz.
Bu bakımdan, günümüzün geçmişten farkı, her şeyden önce sermaye hakimiye-
tinin ulaştığı yaygınlık ve derinliğin bir gereği olarak, ama aynı zamanda kapi-
talizmin kendi sınırlarına dayanmaya başlamasının yeni çıkış noktaları sunması
nedeniyle de, bu hareketin daha çok ögeli ve daha çok cepheli hale gelmiş olması-
dır. Kapitalizmin başlangıç döneminde, bu hareket çıkış noktasını esas itibarıyla
fabrika ve işyerlerinden ve muharrik gücünü ise neredeyse yalnızca ücretli emek
konumundan alırken, günümüzde, burası esaslı bir cephe olarak önemini koru-
makla birlikte, bizatihi ücretli emekçi de, aynı zamanda farklı konumlardan -bir
yurttaş, bir kentin sakini, bir tüketici veya bir kadın konumundan- kalkarak bu
harekete dahil olabilmektedir.
Marx ve Engels bu hareketin hedefini ve şiarını “mülksüzleştirenlerin mülksüz-
leştirilmesi” olarak belirlediler. Ama onların komünizm perspektifinden hare-
ketle biliyoruz ki, bu, mülkiyetin herhangi bir el değiştirmesinin ve herhangi bir
zoralımın çok ötesinde imaları olan tarihsel bir olaydır. Bu tarihsel hamlenin
birbiriyle yakından bağıntılı üç yüklemi olacaktı: 1) Yeniden temellükü özel mül-
kiyetin olumlu bir aşılması olarak vaaz etmek; 2) Üretimin öznel ve nesnel koşul-
ları (dar anlamıyla emekle üretim araçları, en geniş anlamıyla ise emekle emeğin
evrensel aracı, konusu, işliği ve laboratuvarı olan yeryüzü veya doğa) arasındaki
tarihsel kopukluğu gidermek, onları bir üst düzeyde ve bir ilişki olarak sermayeyi
ortadan kaldıracak tarzda yeniden buluşturmak; 3) Doğa ile insanlık arasındaki
metabolizmayı akılcı ve sürdürülebilir bir biçimde düzenleyerek üreticilerin or-
taklaşa denetimine tabi kılmak.
Olumlu bir aşmadan söz edebilmemiz için, bir durumun basit bir yasaklama ve
bastırma yoluyla değil, Hegel’e özgü bir dille söylersek, “içererek aşma” işlemiyle
ortadan kaldırılması gerekir. Özel mülkiyet bahsinde bunu mümkün kılan, her
şeyden önce, erişilen yüksek toplumsallaşma düzeyinin, toplumsal emeğin yarat-
tığı muazzam zenginliğin ve üretici güçler toplamının arı özel mülkiyeti gereksiz
ve adeta arkaik hale getirmesi; ilganın bir zorlamaya veya kısıtlamaya değil de,
esas itibarıyla ileri derecede toplumsallaşmış bir içeriğin biçimi kendisine tabi
kılmasına dayanmasıdır. Ama öte yandan, bu temel üzerinde yükselen toplum-
sal mülkiyet, aslında, bireyleri toplumsal zenginliğin geneli üzerinde hak ve pay
sahibi kılmak, bu birikimin çok çeşitli olanaklarından yararlandırmak suretiyle,
onlara özel mülkiyetin ilgası nedeniyle yoksun kalmış gibi gözüktüklerinden çok
daha fazlasını geri verir. Böylece, yabancılaşmanın kaynaklarından birini; nes-
nelere tek yanlı bir biçimde, sadece sahiplik saiki ile yaklaşmanın neden olduğu
duyu, duyum ve yeti körelmesini gidermenin yolu da açılmış olur.

133
Yaşayan Marksizm

Üretimin öznel ve nesnel koşullarının yeniden buluşturulması da basit bir “vus-


lat” olarak görülemez. Bu buluşmadan beklenen sonuçlar, kendi yaratımlarının
ve faaliyetinin ürünlerinin emeğin karşısına bağımsız ve nesnel bir güç olarak
dikilmesine son vermesidir. Bunun eşliğinde, yabancılaşmanın dört temel biçi-
mini (ürününe, faaliyetine, türsel varlık olarak kendine ve doğaya yabancılaşma)
gidermesidir. Doğayı veya yeryüzünü temellük etme anlayışını köklü biçimde
dönüştürmesidir. Bu son hususu, Marx şöyle ifade eder:
Toplumun daha yüksek bir ekonomik biçiminin bakış açısından, dünya-
nın tek tek kişiler tarafından sahiplenilmesi bir insanın bir başka insanın
malı olması kadar saçma gözükecektir. Bütün bir toplum, bir ulus, hatta
belli bir anda var olan toplumların hepsi birlikte düşünülse bile, dünyanın
sahipleri değildirler. Onlar, sadece dünyanın zilyetlerinden ya da kiracı-
larından ibarettirler ve iyi aile babaları gibi, onu daha iyi bir durumda
gelecek kuşaklara devretmek zorundadırlar.43
Benzer biçimde, doğayla insanlık arasındaki metabolizmayı akılcı biçimde dü-
zenlenmenin de birçok içerimi var: Üretici güçler kapitalizmden devralınmış
halleriyle aynen korunup geliştirilemez. Doğrusal bir süreklilik yerine, bir tür
makas değişikliği, kapitalizm koşullarında gelişmiş üretim kollarının ve yordam-
larının seçici bir ayıklaması, tercihlerde bulunurken uygarlığın bütün birikimle-
rinin hesaba katılması kaçınılmazdır. Kır/kent çelişkisinin giderilmesi, tarımın
ve toprak kullanımının uzun vadeli bir bakışla planlanması başta olmak üzere,
üretimin ekolojik hassasiyetlere göre yeniden yapılandırılması, doğal bilimlerle
beşeri bilimler arasında bir senteze yönelme, bilimi yeni disiplinlerle zenginleş-
tirme, vb. de öyle.
O halde, komünizm perspektifinden ve yeniden temellükün gereklerinden
yaklaştığımızda da, ekolojik eleştiri “sosyalist programımızın içkin bir bo-
yutu” olarak ele alınabilir. Bu eleştiri gücünü aynı zamanda doğanın “nes-
nel kamusallığı”ndan ve komünizmin onsuz düşünülemeyeceği bir “gezegen
bilinci”nden almaktadır. Böyle düşünmeyenler yok değil. Örneğin, Ellen Meik-
sins Wood aksini düşünenlerdendir:
Şunu da eklemeliyim ki, barış ve ekoloji konuları kapitalizm karşıtı duy-
gular uyandırmak için çok uygun değildir. Sorun bir anlamda bu konula-
rın evrenselliğidir aslında. Bunlar toplumsal birer güç oluşturmaz çünkü
toplumsal kimlikleri yoktur – en azından işyerinde işçilerin zehirlenmesi
ya da atıkların ve kirliliğin zengin banliyölerde değil de işçi mahallelerinde
yoğunlaşması gibi sınıf ilişkileriyle kesiştiği yerler haricinde.44
Wood, dar sınıfçı yaklaşımı nedeniyle ekolojiyi “iktisat dışı” -veya sermayeye
dışsal- alanlar arasında saymakta, ekolojik hareketin gitgide daha halkçı bir ka-

43 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, age., s.289-90’da yer alan çeviri tercih edildi. Karşılaştırın, K. Marx,
Kapital 3. Cilt, age., s.682
44 E.M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Şahin Artan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.313

134
Sermaye Çağının Sınırları

rakter kazandığını görememekte ve üretimin evrensel koşulları üzerinde dönen


bir mücadeleyi komünizme geçiş olanakları bakımından hafife almaktadır.

“Yeşil Devrim” ve Esnek Üretim


Sermaye çağının sınırlarına ilişkin bir yazıyı, kısaca iki konuya daha değinme-
den bitirmek, ister istemez bir eksiklik hissi doğuracaktır. Bunların en güncel
olanı, halen içinde olduğumuz bunalımla birlikte daha fazla tedavüle giren “yeşil
devrim” veya “yeşil dönüşüm” konusudur. Eskiden tarımın sanayileşmesinin,
tarımdaki verimlilik artışının ve bunun ücret mallarının fiyatlarında yol açtığı
düşüşün kod adı olarak kullanılan “yeşil devrim” kavramının, yine genetikteki
ilerlemelerin tarıma uygulanmasına da göndermede bulunsa bile, şimdi belirli
bir anlam kaymasına uğradığına tanık oluyoruz. Şimdi bu kavramla kastedilen,
kapitalizmin kendi enerji tabanını veya altyapısını ciddi biçimde değiştirmeye
yönelerek fosil yakıtları yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ikame etme ve aynı za-
manda enerjiden tasarruf yolunda önemli bir sıçramaya imza atmasıdır.
Ekolojik hareket ve sol bu konuyu on yıllardır ısrarla gündemde tuttuğu için
şaşırtıcı gelse bile, birden çok nedenle böyle bir gelişme mümkündür. Bu ne-
denlerden ilki, böyle bir yönelişin, ciddi bir altyapı yenilenmesini de kapsayacak
şekilde sermayeye değerlenebileceği, bunalımdan çıkış için kaldıraç olarak kul-
lanabileceği yeni işkolları ve mahreçler sunacak olmasıdır. İkincisi, başta küresel
ısınma olmak üzere alametleri gittikçe çoğalan ekolojik krizin, kapitalizmin ken-
di varoluş koşullarını da tehdit etmesi ve kâr oranlarında düşüş eğilimini güçlen-
dirmesidir. Üçüncüsü, gittikçe artan talebe karşın azalan fosil yakıt rezervlerinin,
kapitalizmi enerji kaynaklarını çeşitlendirmeye ve belli ikamelere başvurarak
karşılaştığı doğal sınırları ötelemeye mecbur bırakmasıdır. Dördüncüsü, fosil
yakıtların birim fiyatlarındaki artışların ve kaynakları elde tutan ülkelere aşırı
bağımlılığın bir dizi ülkede yenilebilir kaynaklara yönelmeyi daha tercihe şayan
hale getirmesidir. Almanya, ABD, İspanya, Avusturya, Danimarka, Çin, Hindis-
tan ve bu kervana görece yakın zamanlarda katılan Güney Kore bu bakımdan
başı çeken ülkeler arasındadırlar. Yani, yenilebilir kaynaklara yönelim afaki bir
hedef olmaktan giderek çıkmakta, toplam enerji tüketimi içinde yavaş ama is-
tikrarlı bir artışa işaret etmektedir. Beşincisi, sermayenin büyük bunalımlardan
çıkış stratejilerinin, daima şu veya bu oran karşılaşılan muhalefet ya da dirençler
tarafından da biçimlendirilmesidir.
Kuşkusuz, yenilenebilir ve “temiz” enerji kullanımında çarpıcı bir yükseliş için,
uygulamada hala aşılması gereken bir dizi teknik güçlük var. Bunların başında,
yenilebilir kaynakların mevsim ve iklim koşullarında bağlı dalgalı ve istikrarsız
doğasından kaynaklanan engellerin, enerji depolamaya imkan tanıyacak yollarla
aşılması geliyor. Aksi halde, yenilenebilir enerji kullanımı belirli eşiklerin ötesine
geçemeyebilir. Bunun aşmanın olası biricik yolu, yenilebilir enerji kaynaklarının
amiral gemisi olan güneş enerjisinin, aynı zamanda depolanabilir bir enerji türü-

135
Yaşayan Marksizm

nün (sudan elektroliz yoluyla elde edilen hidrojenin) üretimi için kullanılmasın-
dan geçiyor gibi gözüküyor.
Yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneliş, ilk bakışta sermayeye bir taşla iki vur-
ma imkanı tanıyor gibi. Bir yandan ekolojik krizin en önemli habercisi olan kü-
resel ısınma konusunda ciddi bir adım atmak, öte yandan ise bunu ekonomik
krizden çıkışın bir imkanı olarak değerlendirmeye koyulmak... Ama ilk bakışın
ayartıcılığına kapılmamak gerekiyor. Sermaye/doğa çelişkisinin yapısallığını yu-
karıda ele aldık. Ekonominin ekolojik önceliklere göre yeniden yapılandırılması
sermayenin doğasına aykırı ve atılan veya atılacak olan adımlar da kesinlikle bu
anlama gelmiyor.
Değinilmeden geçilemeyecek ikinci konu esnek üretim veya birikim rejimidir.
Bu konu hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bunları tekrarlamak veya irdelemek ye-
rine, burada, yalnızca ve kısaca esnek üretimin sermayenin sınırları bağlamında
ne anlama geldiğinden söz edeceğiz. Esnek üretimin neredeyse bütün unsurla-
rı, sermayenin sınırları konusunda fikir verici göstergeler olarak ele alınabilir.
Örneğin, esnek üretimle birlikte, sermaye, tümleşik (entegre) işletme ölçeğin-
de otomasyon düzeyini gitgide yükseltmekten çark etmiş ve Mandel’in tezini
doğrularcasına merkezinde organik bileşimi yüksek ana işletmenin, çevrede ise
organik bileşimi düşük yan veya yavru işletmelerin bulunduğu bir ağ düzenine
geçmiştir. Canlı emeği durmaksızın makinelerle ikame edilecek bir rakip gibi
görmekten belirli ölçüde vazgeçmiş, öteden beri sürüp giden bu ikamenin hızını
kesmiş ve tersinden ona zihinsel, bedensel, dilsel ve iletişimsel bütün kapasite ve
yaratıcılıkları soğrulacak bir tür makine ikamecisi, yani, aynı zamanda bir sabit
sermaye ögesi muamelesi yapmaya başlamıştır. Sabit sermayenin ömrünü uzat-
mak ve kullanım alanını genişletmek -yani giderek yakıcı bir sorun haline gelen
erken değersizleşmeyi yavaşlatmak- üzere çok amaçlı makineleri devreye sok-
muştur. Hakeza, organik bileşimi sabit sermayenin döner kısmını azaltarak da
düşürmek ve olası krizlere mümkün olabilen en az “aşırı üretim”le yakalanmak
için, üretim sürecine bir dizi yeni uygulamayı (sıfır stok, sipariş üzerine üretim,
tam zamanında teslim ve bir geri bildirim işlevi yüklenen sürekli piyasa araştır-
maları) sokmaya başlamıştır.
Çoğaltılabilir, ama bu kadarı bile şunu ileri sürmeye cevaz veriyor: Bir başka göz-
le bakıldığında, esnek üretim, sermeyenin ufukta belirmeye başlayan sınırların-
dan kaçışının ifadesi olan manevralar toplamından oluşmaktadır.
Konuyu bu yazının ana fikri ile noktalayalım: Sermayenin sınırları hakkındaki
tartışma özünde bir geçiş tartışmasıdır veya bu hale getirilirse amaçlarımıza daha
iyi hizmet edebilir.

136
Büyük Deprem
Bir Bilanço
Ali İleri

A BD Yeminli Mali Muhasipler Enstitüsü Terminoloji Komitesi, bilançoyu


“muhasebe ilkelerine göre tutulan defterlerdeki hesapların belirli bir tarihte
fiilen veya kuramsal olarak kapatılmasıyla saptanan ve gelecek döneme devro-
lunan borç ve alacak bakiyelerinin bir listesi veya özeti”1 şeklinde tanımlar. Bu
tanıma göre kapitalistler, kendi işletmelerinin mali durumunu, üzerinde ortak-
laştıkları genel kurallar çerçevesinde birbirlerine, devlete ve topluma aktarmak
konusunda uzlaşmışlardır. Mübadele alanında karşı karşıya gelen sermayelerin
birbirleriyle girdikleri rekabet ilişkisi, -aynı ilişkilerin sonucu sürekli tecavüze
uğrasa da- asgari bir güven ortamını zorunlu kılar. Bilançonun karşı karşıya ge-
len sermayeleri az çok görünür kılmanın bir aracı olarak bu güven ortamının
oluşumuna katkıda bulunması beklenir. Ancak, sermaye tüm parçalarıyla hare-
ket halinde anlaşılabileceği için zorunlu olarak belli bir zaman diliminin ya da
anın katılaştırılmasından ibaret olan bilançolar bu hareketin her zaman eksik bir
görüntüsünü yansıtacaklardır. Üzerinde uzlaşılmış muhasebe kurallarının aynı
verilerden farklı tabloların üretilmesine olanak tanıyan esnekliği, tablolarda yer
alan rakamların mutlak doğru ve kesin olmaması, muhasebe kurallarının mali
durumu etkileyebilecek çok sayıda özel koşulun tümünü kapsayamaması, oluş-
turulan mali tabloları ve buradan hareketle yapılacak analiz ve durum saptama-
larını ayrıca sınırlar.2

1 Öztin Akgüç, “Mali Tablolar Analizi”, Muhasebe Enstitüsü Eğitim ve Araştırma Vakfı Yayın No:13, (genişletilmiş 8.
bası), İstanbul 1990, s. 10.
2 Öztin Akgüç, age., s. 11-12.

137
Yaşayan Marksizm

158 yıllık mali dev Lehman Brothers’ın Eylül 2008’de batışının ardından işin
vehametinin farkına vararak ağız değiştiren “maestro” Greenspan’ın deyişiyle,
“yüzyılın krizi”nin3 bir bilançosunu çıkararak, kimi öngörü ve kestirimler yap-
mayı amaçlayan bu yazı, başlıca dört nedenle kendisini söz konusu sınırlardan
büyük ölçüde muaf saymaktadır:
1. Bilanço ve sonuçlarının analizi, krizin sermayenin sonsuz büyüme man-
tığının, onun doğasının çelişkili var oluşunun doğal ve kaçınılmaz ürünü
olduğu bilgisi ve kabulü ile yapılmıştır. Kapitalistlerin üzerinde uzlaştıkla-
rı muhasebe kurallarına değil kriz konu olduğunda tarih önünde defalarca
olumlu sınav vermiş bir kılavuza, Marksizme dayalıdır.
2. Burjuva kampta egemen olan popüler kavrayışın tersine, kriz Lehman’ın
iflasıyla başlayan görece kısa bir zaman dilimine sıkıştırılarak ya da daha
teknik bir bakışla 2007 Aralık sonundan başlatılarak değil, kapitalist geliş-
menin dördüncü uzun dalgasının yükseliş evresinin (1940-1970) tüken-
mesiyle başlayan, sünerek bugüne uzayan depresif bir evre olarak irdelen-
miştir. Çoğunlukla kriz olarak algılanan, öyle tartışılan ve Eylül 2008’den
bu yana artarak şiddetlenen süreç, 70’lerin başında girilen bunalımın bir
başka köpükle daha fazla sündürülememesinin sonucu patlak veren, tek
başına ele alındığında ise öznel değerlendirmelere kapı aralaması kaçınıl-
maz olan ertelenmiş finalidir.
3. Bilançoya esas olan dönemin uzun vadeye yayılması, verileri ikincil dalga-
lanmaların etkisinden arındırmış, esasa dair daha nesnel ve güvenilir bir
analiz yapmayı olanaklı kılmıştır.
4. Kriz, tek başına iktisadi bir olgu olarak değil, çok daha geniş kapsamla
irdelenmiş; krizden çıkış ve sonrasına yönelik öngörü ve kestirimlerde
egemen döngüsel yaklaşımın aksine, tarihsel ve doğal sınırlar kerteriz
alınmıştır. Bu farklılık, yaşanan gerçekliği bütün hatlarıyla kavramayı ve
yansıtmayı olanaklı kılmasının yanında, geleceğe yönelik tasavvuru günün
üstesinden gelinmesi zorunlu pratik işi, görevi yapmıştır.
Bilanço analizinin sınırlarına değinirken, yazının üç bölümden oluşacak kapsa-
mı da belli oldu. İlk bölümde, 70’lerden bugüne -zorunlu değinmelerin dışında-
ağırlıkla ABD’nin merkeze alındığı depresif dalganın kronolojik seyri aktarılacak.
İkinci bölümde, mevcut krizin kapitalist gelişmenin dördüncü uzun dalgasının
depresif evresini oluşturması nedeniyle üçüncü bölümde verilere dayalı yapıla-
cak kimi öngörü ve kestirimlere teorik bir çerçeve sunacak uzun dalgalar konu
edinilecek. Üçüncü bölümde, kapitalist gelişmenin krizle birlikte belirginlik ka-
zanan önemli siyasal sonuçlara gebe yeni ve başat eğilimleri ele alınacaktır.

3 http://blogs.abcnews.com/politicalradar/2008/09/greenspan-to-st.html, Alan Grenspan’ın ABC televizyonuna verdiği


röportaj, 14 Eylül 2008.

138
Büyük Deprem Bir Bilanço

I
Bilanço

Altın Yükseliş (1940-1968)


Şekil 14

1 Temmuz 1944’te toplanan Bretton Woods Konferansı’nda İngiltere’yi John


Maynard Keynes, ABD’yi Harry Dexter White temsil etmişti. Keynes, serbest
ticaret, esnek kur rejimi ve sermayenin uluslararası serbest hareketinin, tam
istihdam ve hızlı kalkınma hedefleriyle uyumlu olamayacağı tezinin sahibiydi.
Bretton Woods’ta bu teze bağlı olarak şu temel teklifte bulundu: Ana kredi sağ-
layıcı aynı zamanda dış ticaret açıklarından kaynaklanan dengesizliklerin gide-
rilmesinden de sorumlu olmalı; bu, yatırım iklimini belirsizlikten ve büyük kur
dengesizliklerinden koruyacak sabit ama ayarlanabilir bir kur sistemiyle birlikte
bir Dünya Merkez Bankasının kurulmasıyla sağlanmalıydı. Keynes’in teklifine,
White, ileride her ikisi de ABD hegemonyasının aracı olacak, altın standardına
bağlanmış dolar ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ile karşılık verdi. ABD’nin, iki
büyük savaşı neredeyse hiç hasarsız atlatmış; mevcut halde dünya hâsılasının ne-
redeyse yarısını üreten; savaş sonrası tahrip olmuş Avrupa’nın imarı için gerekli
mal ve sermaye stoğunu elinde bulunduran ve hepsinden önemlisi, Avrupa’lı
kapitalistlerin enselerinde hissettikleri komünizm tehlikesine karşı koyacak tek
büyük güç olması, başka bir çözümü imkânsız kılıyordu. Keynes’in tüm karşı
uyarılarına rağmen, White’in teklifi çaresiz bütün taraflarca kabul görecek ve
ABD hegemonyası Bretton Woods anlaşmasıyla tescil edilecekti.

4 “Long Waves,Institutional Changes, and Historical Trends: A Study of The Long-Term Movement of The Profit Rate
in The Capitalist World-Economy”, Minqi Li, Feng Xiao, Andong Zhu, Journal of World-Systems Research, 2007, Cilt
XIII, Sayı: 1, Şekil 2, s.39

139
Yaşayan Marksizm

İkinci savaşla birlikte başlayan, ABD hegemonyasının tescilinin ardından savaşın


ön ayak olduğu teknolojik gelişme ve yatırım açlığının verdiği ivme ile beslenen
kapitalizmin “altın yükselişi”, 1960’ların sonunda kâr oranlarındaki gerilemenin
eşliğinde tükendi. (Şekil 1) Yönünü düşüşe çevirdi. Emperyalist kapitalist sistem,
bugüne değin tüm çabalarına karşın içinden çıkamadığı “tarihte görülmüş em-
sallerinin en uzunu, en müzmini”5 olan bir bunalıma girdi. Köpük transferleriyle
sünerek uzayan bunalım, nihayet 2008’in son çeyreğinde aldığı ve halen devam
ettiği biçimiyle 1929 benzeri şiddette, kapitalizmin tarihinde daha önce hiç gö-
rülmediği kadar eşzamanlı-evrensel bir çöküşe dönüştü.

Düşüş Başlıyor
Düşüş dalgası, 73 petrol krizinin de körüklediği yüksek enflasyon ile birlikte hız
kazandı. Kapitalist sanayinin enerji altyapısı yüzyılın başında şekillenmeye baş-
ladığı biçimiyle tamamen fosil yakıtlara bağımlıydı ve Ekim 73’teki İsrail-Arap
(Yom Kippur) savaşının ardından başlatılan petrol ambargosu ve 79’daki İran
Devrimi’nin ardından yaşanan petrol krizi, başta ABD olmak üzere tüm dün-
yada enflasyonu ateşledi. 80’li yılların başına kadar, yükselen petrol fiyatları, sa-
nayinin fosil yakıt bağımlılığı, genel enerji harcamaları ve enflasyon arasındaki
bağlantının açığa çıktığı bir dönem yaşandı. (Tablo 1)

Tablo 1
PETROL FİYATLARI-ENERJİ HARCAMALARI
VE ENFLASYON ARASINDAKİ İLİŞKİ, ABD (1970-1988)6

Ham Petrol E. Harç./GSMH Enflasyon


YILLAR
Fiyatı $/Varil (%) (%)
1970 1,80 8,0 5,90
1971 2,24 8,0 4,30
1972 2,48 7,9 3,30
1973 3,29 8,1 6,20
1974 11,58 10,2 11,00
1975 11,53 10,5 9,10
1976 12,80 10,6 5,80
1977 13,92 10,9 6,50
1978 14,02 10,4 7,70
1979 31,61 11,6 11,30
1980 36,83 13,4 13,50
1981 35,93 13,7 10,40
1982 32,97 13,1 6,10

5 Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönüşümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, Haziran 2004, İkinci Baskı, s.13
6 TUFE verileri, U.S. Department of Labor Bureau of Labor Statistics (BLS) http://data.bls.gov/cgi-bin/surveymost?cu’den,
http://www.bp.com/productlanding.do?categoryId=6848&contentId=7033471 (BP)adresinden ham petrol fiyat verile-
ri, http://www.eia.doe.gov/emeu/aer/pdf/pages/sec1_12.pdf (DOE/IEA) adresinden enerji harcamaları/GSMH oran-
ları alınmıştır.

140
Büyük Deprem Bir Bilanço

1983 29,55 11,8 3,20


1984 28,78 11,1 4,30
1985 27,56 10,4 3,60
1986 14,43 8,6 1,90
1987 18,44 8,4 3,70
1988 14,92 8,0 4,10
Yükselen enflasyona onu körükleyen bir başka olgu eşlik etti. 1944 Bretton Wo-
ods antlaşması ile en büyük savaş ganimetinin üstüne konan ABD, parasını dün-
ya parası yapmış, ancak dolar uluslararası rezerv para olarak yaygın kullanım
alışkanlığı kazandıktan sonra, karşılığında altın bulundurma taahhüdüne tek
yanlı olarak 1971’de fiilen son vermişti. Böylelikle önemli bir ayak bağından kur-
tulan ABD, yalnızca işçilik, kâğıt ve mürekkep karşılığında dolar basma ayrıcalı-
ğını kazanmış; 1944’e eksikli olarak kazandığı senyoraj hakkını şimdi tam olarak
elde etmişti. Karşılıksız basılan her dolar, öncelikle en yoksullardan başlayarak
tüm dünya halklarına, sonra da diğer emperyalist kapitalist güçlere salınan vergi
anlamına geliyordu. ABD Vietnam savaşının ve soğuk savaş dönemine özgü si-
lahlanma yarışının tüm askeri harcamalarının finansmanını çoğunlukla banknot
matbaası aracılığıyla yapmış, hegemonyasının bedelini dışındakilere ödetmişti.
Emtia fiyatlarındaki baş döndürücü yükseliş karşılıksız basılan dolarları ele ve-
ren en açık göstergeydi. (Şekil 2)

Şekil 27
ALTIN STANDARTININ
TERKİNDEN SONRA MAL PİYASALARINDAKİ YÜKSELİŞ

7 http://www.resourceinvestor.com/pebble.asp?relid=26477

141
Yaşayan Marksizm

Bu dönemden belleklerde Nixon’un Hazine Bakanı John Connolly’nin, “do-


lardaki dalgalanmalar ve rezerv para olması dolayısıyla ABD’nin kendi enf-
lasyonunu diğer ülkelere ihraç ettiği” yakınmalarıyla karşısına gelen Avrupalı
delegasyona mütebessim bir ifadeyle verdiği o yanıt kaldı: “Dolar bizim para-
mızdır, ama sizin sorununuzdur”. Oysa doların ipini koparması ve ABD’nin
senyoraj hakkına sınırsız sahip olmasıyla birlikte, Keynes’in 1944’te yapmış ol-
duğu uyarılar birer birer gerçekleşiyordu. Uluslararası ödemeler dengesi bozu-
luyor, daha sonra seksenli ve doksanlı yıllarda “çeperlerde” ardı ardına patlaya-
rak dış borç krizlerine yol açacak bir sarmal oluşuyordu. ABD hegemonyasının
“belle époque”u8 başlamış; emperyalist hegemonyanın çözülüşünün ve kapita-
list sistemde şimdilerde yaşanan depremin temeli o zamandan atılmıştı. İkin-
ci Savaş sonrası yükseliş evresinde, Avrupa’nın ve Japonya’nın hızla ihracatçı
ülkeler arasında yerini alması, ABD’yi daha çok para basmaya teşvik eden bir
dış açık sorunuyla yüz yüze bıraktı. Doların maddi üretimle bağının kopması,
kapitalist gelişmenin eşitsiz karakterini daha da körüklüyor, ABD ürettiğinden
çok tüketen en büyük tüketim merkezine dönüşüyordu. Sermaye, azalan kâr
hadlerinin teşvikiyle bir yandan hızla malileşirken, bir yandan da azalan kâr
hadlerine karşı geliştirdiği küresel işbölümüyle doların egemenliğini sorgula-
yacak yeni güçlerin tohumunu atıyordu. Belli ki, bundan böyle dolar öncelikle
ABD’nin sorunu olacaktı.
Keynes haklı çıkmıştı. Ona göre, -ister esnek, ister sabit kur sistemine dayalı
olsun- geleneksel uluslararası ödemeler sistemindeki “başarısızlığın temel nede-
ni”, ticaret yapan taraflar arasında ısrarlı ödemeler dengesi sorunları baş göster-
diğinde, sistemin sürdürülebilir küresel genişlemeyi gözetecek aktif müdahale
yeteneğinin bulunmayışıydı. Keynes, olası başarısızlığın nedenini ayırt edici tek
bir özelliğe indirgerken, seçeneğin ipucunu da verdiğini ileri sürdüğü şu sapta-
mayı yapıyordu:9
Ayarlamanın temel sorumluluğunu uluslararası ödemeler sisteminde
borçlu ülkenin –yani (bu bağlamda) kuramsal olarak zayıf ve hepsinden
önce (bu amaçla) dünyanın geri kalanı olan diğer tarafın ölçeği ile kıyas-
landığında en küçük ülke- üstüne yıkmak, serbest kur sisteminin karakte-
ristik özelliğidir.10
Keynes, herhangi bir uluslararası ödemeler sisteminin tasarımında yapılacak
iyileştirmenin, ayar sorumluluğunun borçludan kredi açana geçirecek bir mü-
dahaleyi gerektirdiği sonucuna varmıştı.11 Bu yüzden, 2. Büyük Savaş sonunda
Bretton Woods’ta bu teziyle tutarlı biçimde herhangi bir ulusal paranın rezerv
para olarak benimsenmesinin sakıncalı olacağını ileri sürmüş; bir tür Merkez

8 Kapitalizmin gelişiminde serbest rekabetçi aşamadan tekelci aşamaya sıçramanın gerçekleştiği (1873-1913) döne-
min özellikle 1895’den Birinci Savaşa kadar yaşanan yükseliş ve finansal genişleme dönemi, “altın çağ”. Ayrıca bkz.
Giovanni Arrighi, “Adam Smith Pekin’de”, Yordam Kitap, Ocak 2009, Birinci Basım, s.169-171
9 Paul Davidson, “Reforming the world’s international money”, real-world economics review, 48.sayı, s.296
10 Keynes, J. M. (1941) “Post War Currency Policy”, aktaran P. Davidson, agm.
11 Paul Davidson, agm.

142
Büyük Deprem Bir Bilanço

Bankası işlevi görecek bir uluslararası birliği (IMF) ve onun dünya ticaretinde
esas alacağı, değeri otuz değişik temsili metanın değeriyle belirlenecek bir dün-
ya parasını, “bancor”u önermişti. IMF kurulmuş, ama “bancor” yerine Bretton
Woods’a katılan bütün taraflar ABD heyetine başkanlık eden H. D. White’in
önerisini; -altına bağlı olmak koşuluyla (1 ons altın=35 dolar)- doları rezerv
para olarak kabul etmek zorunda kalmışlardı.
“Altın yükseliş”in sona ermesi, petrol fiyatlarının olağanüstü artışı ve uluslara-
rası rezerv para olan doların altınla bağının kopmasıyla birleşince enflasyon (Şe-
kil 3), işsizlik (Şekil 4) ve ikisinin eşliğinde sınıf mücadelesi sertleşti. ABD’nin
hegemonyasının ona tanıdığı ayrıcalıkla, doların mark karşısında (1971-1973)
arasında %28, yen karşısında (1969-1973) arasında %50 değer kaybetmesine göz
yumarak, imalat sanayinde karlılıkta artış sağlamayı başarması kapitalist siste-
min bütünü açısından sonuç vermeyecekti. Tersine, Alman ve Japon tekelleri-
nin ABD’li tekellerle rekabet edebilmek için karlarından fedakârlık yapmaları
kâr oranlarında düşüşün devam etmesiyle sonuçlandı.12 Geriye yalnızca bir yol
kalıyordu. Kâr hadlerindeki düşüş, işçi sınıfını geriletecek, gerekli emek ile ar-
tık emek arasındaki dengeyi sermayeyi cezbedecek biçimde yeni baştan kuracak
yeni bir programı sermayeye dayatıyordu. İngiltere’de “Thatcherizm” Atlantiğin
öte yakasında “Reaganomics” özgün adlarını alan ve 1980’lerin başında dalga
dalga burjuva kampın geneline yayılan neoliberal saldırı işte bu nesnel zorunlu-
luğun bir ürünüydü.

Şekil 313
ABD TÜKETİCİ FİYAT ENDEKSİ (1913-2009*) (1967=100)

12 G. Arrighi, age., s.112-113


13 U. S. Department of Labor Bureau of Labor Statistics, http://data.bls.gov/PDQ/servlet/SurveyOutputServlet
*Grafikte aylık enflasyon verileri kullanılmıştır. İlk veri 1913 Ocak ayına, son veri 2009 Haziran’ına aittir.

143
Yaşayan Marksizm

Şekil 414
ABD İŞSİZLİK ORANLARI (01 Ocak 1948- 01 Haziran 2009)

Neoliberal Saldırı
Neoliberalizm, sermayenin 80’li yılların başından başlayarak, aşırı sermaye bi-
rikiminin sonucu kâr oranlarındaki gerilemeyle içine düştüğü bunalımdan kur-
tulma çabalarının bir toplamıdır. Burjuva partilerin programlarını aynılaştırıp,
neredeyse bütün ülke devletleri hizmetine koşan ve öz olarak işçi sınıfının kaza-
nılmış haklarını, burjuvazi ile giriştiği ezeli mücadelesinde elde ettiği mevzileri
dağıtmaya yönelik bir saldırı programıdır. Harvey, sermayenin bu kapsamlı sal-
dırısında gerçekleştirdiği keskin manevrayı şöyle özetler:
1970’lerde genel aşırı birikim krizinin iyice belirgin hale gelmesiyle neo-
liberal akım, Keynezyen ve diğer devletçi ekonomi politikalarına alternatif
olarak ciddiye alınmaya başlandı. 1979’da seçildikten sonra döneminin
ekonomik sorunlarını çözmek için yeni politika arayışında olan Margaret
Thatcher, neo-liberal akımı keşfetti ve bu akımın think-tanklarının öne-
rilerine başvurmaya başladı. Reagan’la birlikte Thatcher, devlet faaliyetle-
rinin odağını bütünüyle değiştirerek, refah devleti anlayışından “arz yan-
lı” sermaye birikimi koşullarını destekleyici devlet politikalarına keskin
bir geçiş yaptı. IMF ve Dünya Bankası neredeyse bir gecede tüm siyasi
çerçevesini değiştirdi ve birkaç yıl içinde neoliberal doktrin, önce Anglo-
Amerikan dünyasında, fakat hemen akabinde Avrupa’nın ve dünyanın
birçok belgesinde başat politika haline geldi.15
Burjuva ideolojisinin görsel penceresinden algılandığı biçimiyle, olguların baş

14 “Federal Reserve Bank of St. Louis”in http://research.stlouisfed.org sitesinden alınmıştır. Grafikte ABD Çalışma
Bakanlığı İşgücü İstatistik Ofisi (BLS) verileri baz alınmış olup, taranmış alanlar NBER (National Bureau of Economic
Resarch) tarafından belirlenmiş durgunluk dönemleridir.
15 David Harvey, “Yeni Emperyalizm”, Everest Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2004, s.131

144
Büyük Deprem Bir Bilanço

aşağı duran görüntüsü, burjuva kampta Engels’in deyişiyle16 sonuçların neden


halini aldığı değerlendirmelere yol açıyordu. Bu değerlendirmelere göre neoli-
beralizm, tükenen yükselişe damgasını vuran Keynesçiliğe karşı popülerleşen bir
tercih olarak burjuva hükûmetlerin programlarına girmişti. Oysa neoliberal sal-
dırı, sermaye yönünden sıradan bir tercih değil, nesnel bir zorunluluktu. Mandel
bu zorunluluğu 1980’de Marksizmin en temel önermesiyle şöyle açıklıyordu:
Keynesçi tam istihdam önceliğinden enflasyonla savaş “monetarist” ön-
celiğine geçişi son tahlilde belirleyen, genişleyici uzun dalgadan depresif
uzun dalgaya geçişti. İktisadi gerçekliği değiştiren şey, egemen iktisadi
öğreti değil, egemen iktisadi öğretiyi değiştiren şey, iktisadi gerçeklikteki
değişmeydi.17
Sermaye neoliberal saldırıyla, faşizmi yenilgiye uğratan işçi sınıfının artan gücünü
hesaba katan18 ve onun devrimci enerjisini “sosyal refah devleti” programıyla so-
ğurmayı başaran Keynesçi uzlaşmaya son veriyordu. Burada ayrıntısına girilme-
yecek başka nedenlerle birlikte kıvama getirilen işçi sınıfı ise, aynı saldırıya karşı
bir önceki evrenin kazanımlarını dahi yeterince güçlü biçimde koruyamayacaktı.
Verimsizliği ileri sürülerek özelleştirilen devlet işletmelerinin yağmalanması gibi,
yığınların tarihsel kazanımı olan kimi yaşamsal kamusal alan uygulamalarının
(parasız sağlık ve eğitim gibi) özelleştirilmesi de bu alanlardaki artı-değere ser-
mayenin doğrudan el koyabilmesinin önünü açıyordu. Vergilendirmede gerçek-
leştirilen değişikliklerle, sermayenin üzerindeki vergi yükü hafifletiliyor; doğan
fark dolaylı vergiler üzerinden nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sını-
fının üzerine yıkılıyordu. Serbest kur, deregülasyon, rekabetin ülke-toplumsal
ilişkiler düzleminden dünya-toplumsal ilişkiler düzlemine kaymasıyla uyumlu
olarak ülke-devletlerin yeniden yapılandırılma girişimleri, emek süreçlerinin
esnekleştirilmesi, işçi sınıfını örgütsüzleştirilmesiyle atbaşı yürütülecekti. Yeni
gelişen küresel işbölümü kapsamında gerçekleştirilen “sanayi taşımacılığı”, “out-
sourcing”, “process trading” vb. üretim süreçleri, üretken sermayenin mekandan
bağımsız deviniminin farklı biçimleri olarak gelişecekti.
Kapitalizmin doğası gereği toplamda irrasyonel ve anarşik sonuçlar üretmeye19
açık olan bu politikalar, ABD hegemonyasının prizmasından geçerek uygula-
maya girerken bir de bu nedenle sakatlanıyor; yapısal kriz hegemonya krizi ile
harmanlanıyor; kapitalist sistem evrensel ölçekte onu sarsacak büyüklükte bir
depremin enerjisini biriktirmeye başlıyordu.
Kapitalist sistemin fay hatlarındaki ilk enerji boşalması, 19 Ekim 1987’de Wall-
Street’de gerçekleşti. Daha sonra “Kara Pazartesi” olarak anılacak günde, ABD
borsası 1914’ten sonra en büyük tek günlük düşüşü (%22) gerçekleştiriyor, sar-

16 K. Marx-F. Engels, “Seçme Mektuplar”, Engels’ten Berlin’deki C. Schmidt’e (Londra, 27 Ekim 1890), Evrensel Basım
yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996, s.104
17 Ernest Mandel, “Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları”, Yazın Yayıncılık, Birinci Baskı, Ocak 1986, s.88
18 Kenan Kalyon, age., s.62
19 Kenan kalyon, age., s.62

145
Yaşayan Marksizm

sıntı sadece ABD ile sınırlı kalmıyor, belli başlı diğer borsalar da New York bor-
sasını izliyordu.
Arkası 1989’da kitlesel iflasların yaşandığı ABD mortgage piyasasından geldi.
Enflasyonla mücadele başlığında Fed (ABD Merkez Bankası) faiz oranlarını yük-
seltmeye başlamış; bu politika değişikliği öncelikle 1987’de sayıları 3600’ü, toplam
varlıkları 1,5 trilyon doları bulan kredi ve mevduat (Saving & Loan) kuruluşları-
nı vurmuştu.20 Mevduat bankalarında düşük faizle toplanan fonları, yüksek faiz
ama otuz seneye erişen uzun vadeler ile “mortgage” kredisi olarak kullandıran bu
kuruluşlar, kısa vadeli faizler ve maliyetlerdeki artışların, uzun vadeli mortgage
portföylerinin -devir hızlarındaki düşüklük nedeniyle- getirilerini aşmasıyla iflas
ettiler. Bu kuruluşların adı ile anılan “S&L” krizi, 1990 Temmuz’u ile 1991 Mart’ı
arasında gerçekleşecek 8 aylık bir resesyonu da kapsayarak, tüm kalıntılarıyla
birlikte yaklaşık yedi yıl içinde tasfiye edilebildi. 745 kuruluş batmış, bu kuru-
luşların tasfiyesi için kurulan RTC (Resolution Trust Corporation), daha sonra
1996’da FDIC (Federal Deposit Insurance Corporation)’a devredilmişti. Top-
lam zarar 160,2 milyar dolardı. Bunun 132,1 milyar doları vergiler dolayımı ile
doğrudan halkın sırtına yıkılmıştı.21 S&L krizi ileride yaşanacak olan “subprime
mortgage” krizinin mini bir provasıydı. Tabii henüz finansal türev enstrümanla-
rının işin içinde olmadığı, nispeten en basit haldi söz konusu olan.
Bu dönem gerçekleşen ve sonuçlarından ziyade, işaret ettikleriyle önemli olan iki
anlaşma bulunuyor. İlkinde, New York Plaza Hotel’de ABD’nin talebi üzerine, 22
Eylül 1985’te ABD, Federal Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya bir araya gelerek
doların yen ve mark karşısında kontrollü biçimde devalüasyonu üzerinde anlaştı-
lar. Böylece rakiplerinin desteğiyle ABD, GSMH’sının %3,5’ine ulaşan cari açığını
kapatmayı başaracaktı. İkincisiyle, 22 Şubat 1987’de Paris’te G7 ülkelerinden İtalya
hariç diğerlerinin katılımıyla imza altına alınan Louvre anlaşması ile dolardaki güç
kaybı durdurulmak istenmişse de, Plaza anlaşmasını izleyen 10 yıl içinde zayıfla-
yan dolar özellikle Japonya’yı vurdu. Hem aşırı sermaye birikiminin çözülememiş
olması, hem de gerek Alman, gerek Japon rakipleriyle talebin gerilediği bir ortam-
da kızışacak rekabetin dönüp yeniden ABD’yi vurma olasılığı, büyük bir resesyo-
nun içine yuvarlanan Japonya’ya bu defa ABD’nin el uzatmasını zorunlu kıldı. Fed
Başkanı Greenspan, ters Plaza anlaşması önerdi. Başkan Clinton’un güçlü dolar
politikası hem Japonya’yı içine düştüğü derin resesyondan kurtarma hamlesi, hem
de sosyalist kampın dağılmasının ardından ABD’nin geliştirdiği önleyici savaş
stratejisi ile uyumlu, dünya halklarına ve diğer kapitalistlere yönelik önemli bir
mesajdı. Sosyalist kampın çözülmesi ve fethedilecek yeni geniş pazarların açılması,
ABD’nin imparatorluk damarlarını kabartmıştı. Güçlü dolar politikası Japonya’yı
krizden kurtaramamıştı ama, aşırı birikim sorununun çözümsüzlüğünü koruduğu
bir konjonktürde finansallaşmanın önündeki bentleri kaldırmaya yetmişti. Kapi-
talizm tarihinin en hacimli finansallaşma evresine girdi.

20 Alan Greenspan, “Türbülans Çağı”, Boyner yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2008, s.124-126
21 ABD Genel Muhasebe Ofisi, Kongre’ye Rapor, Temmuz 1996, GAO/AIMD-96-123 RTC’s Financial Statements,
sayfa:14, http://www.gao.gov/archive/1996/ai96123.pdf

146
Büyük Deprem Bir Bilanço

“Kara Pazartesi”sini 1994’te Meksika “Tekila”, 1997’de “Güneydoğu Asya Kap-


lanları”, 1998’de serbest piyasanın mazoşist hazlarına yeni kucak açmış Rusya
mali krizleri takip etti. 1999’da Brezilya’nın ve 2000’de ellerinde boş tencerele-
riyle kadın yürüyüşçüleri ve “piqueteros”lu kaldırım eylemcileriyle Arjantin’in
ardından, havada uçuşan anayasa kitapçığı ile Türkiye de 2001’de aynı katara
katılacaktı. Çeperde süren fırtınaların yarattığı her tahribat, merkezde yalnızca
fiyatlara yansıtılmakla yetiniliyor, burjuva iktisatçıların çok sevdikleri deyimle,
piyasalar “düzeltme”lerle yoluna devam ediyordu.
Sonuç olarak bir dönemin “kaplanları” bugün halen izlerini silemedikleri çok
büyük maddi kayıplar yaşadılar. Her ne kadar mali fırtınalar ağırlıkla çeperler-
de tahribat yaptıysa da, emperyalist kapitalist sistemin merkezlerinde de bazı
“iş kazaları”na neden oldular. 1998 krizinde Long Term Capital Management
(LTCM), bu kazalara verilebilecek en iyi ve en iri örnektir. LTCM, Rus devlet
tahvillerine yatırım yapan bir “hedge” fondu. 1997 Asya krizinin doğrudan bir
sonucu olarak, Rusya’nın borçlarını ödeyemeyeceğini açıklamasıyla iflasın eşi-
ğine geldi. Dönemin Fed Başkanı Alan Greenspan, diğer yatırımcı kuruluşları
“herkesin daha fazla kaybetme riskini ortadan kaldırmak ve sistemin ortak çıkar-
ları adına” 3,5 milyar USD’lik bir kurtarma planına razı ederek, Kindleberger’in
kapitalizmin erken tarihlerinden günümüze öyküsünü yazdığı22 “son kredi mer-
cii” rolünün fevkalade başarılı bir örneğini vermişti. Greenspan “kutsal görev”
çerçevesinde kurtarma birliğini oluştururken aynı zamanda olası bir likidite kri-
zini önlemek için kısa aralıklarla hem piyasaya para sürmüş, hem de politika
faizini kısa bir zaman aralığında 0,75 puan düşürmüştü. Böylelikle dünyanın bir
ucundan diğer ucuna, birçok ülkeyi yıllarca sürecek maddi yıkıma sürükleyen
bir fırtına, merkezde “bahşişi” ile birlikte 5 milyar doları geçmeyen bir fatura
karşılığında fiyatlara yansıtılmış oluyordu.

Köpük Transferleri
80’lerin başında girilen süreç rutinine kavuşmuş, monetaristlerin önderliğinde kâr
oranlarındaki düşüşü dengeleyecek bir sürek avına, geçici de olsa hiç değilse bir
süreliğine moralleri diri tutacak yeni heyecanlar arayışına dönüşmüştü. Peşine dü-
şülen heyecanlar, hiç bir zaman bir önceki evreye benzer uzun soluklu bir yükselişe
neden olamadıysa da, sistemin “reel sosyalizm”in çökmesi ve “yeni ekonomi” sek-
törü gibi finali geciktiren “köpük transferleri”23 ile oyalanmasına aracı oldu. Köpük
transferlerinin temeli, üretimin altyapısında köklü dönüşümlerle birlikte yeni bir
uzun yükseliş dalgasını başlatacak gerçek bir motivasyonun eksikliğine dayalıdır.
Uzun dalganın aşağı yönlü ikinci etabında, belki de ABD’de, aşırı sermaye bi-
rikimi sorunu ve azalan kâr oranları cenderesinden kurtulmak adına en fazla
heyecan yaratmış sektör “yeni teknoloji”, popüler adıyla “dotcom” sektörüydü.

22 Charles P. Kindleberger, “Cinnet, Panik ve Çöküş. Mali Krizler Tarihi”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
2007
23 J. B. Foster, “Kapitalizmin Malileşmesi ve Kriz”, Kalkedon Yayınları, Eylül 2008, Birinci Basım, s.66

147
Yaşayan Marksizm

1990’lı yılların başından itibaren “yeni teknoloji” sektörü yeni bir heyecana loko-
motiflik yaparken, dışarıda da pazarın genişlemesine en büyük katkıyı, başını 70
yıllık bir aradan sonra “serbest piyasa ekonomisi”ne dönüş yapan Rusya’nın çek-
tiği “sosyalist” ülkeler yapıyordu. Ancak 2000’in başında son bir yılda %100’lük
değer artışıyla işlem gördükleri Nasdaq borsasında “dotcom” hisselerinin gö-
rüntülerinin tersine bir kârlılığa ve varlığa sahip olduklarının muazzam keşfiyle
“yeni ekonomi” balonu da patlayacaktı. Muazzam bir keşifti bu, çünkü “yeni”
ekonomi şirketlerinin çoğu bir masa-bir iskemle şirketlerdi ve bunu on yıl gibi
kısa(!) bir sürede keşfetmek, hakkını teslim etmek gerekiyor, oldukça muazzam
bir işti. Bu durum, elbette gören gözler için, aşağı doğru sünen depresif dalganın
hali pür melalini sergiliyordu. Belli ki bilinçli uzatmalar oynanıyordu.
1990’lı yıllar yukarı bir hamleyi başlatabilmek için ABD’ye en uygun dış konjonk-
türü sunmuştu. Ama sonuç hüsrandı. Dönemin Fed Başkanı Geenspan, -içinde
yaşarken böyle düşünüyor muydu bilinmez- 2007’de kaleme aldığı “Türbülans
Çağı”nda nedeni şöyle açıklayacaktı:
Yeni ürünler ve yeni şirketler 1997 ve 2000 yılları arasındaki yeni hisse
senetleri ihracındaki büyük artışın da nedenleridir. Ve o zamandan beri
yenilikçi yani inovatif uygulamalardaki bariz düşüş, ihraç edilen hisse
senetlerinin miktarında azalma yaratmıştır. Yeniliklerdeki yavaşlama,
özellikle kuruluşların dahili nakit akışlarının (daha önceki yeni tek-
noloji uygulamalarından edinilen kazançların yarattığı nakit akışları)
büyük miktarını sabit yatırımlardan çıkartıp, şirketin hisse senetleri-
nin geri alımına, şirket birleşmelerine, ya da şirket alımları sürecinde
hissedarlara nakit dağıtımına yönlendirmelerinden bariz şekilde an-
laşılmaktadır. Finansal olmayan kuruluşların hissedarlarına yapılan bu
tür nakit iadeleri, 2003 yılında 180 milyar dolar seviyesinde iken, 2006
yılında 700 milyar dolara çıkmıştır. Öte yandan 2003 yılında 748 milyar
dolar olan sabit yatırımlar 2006 yılında sadece 967 milyar dolara çıkmıştır.
Bir kuruluş özsermayesini hissedarlarına, ancak kuruluşun mevcut varlık-
larından elde ettiği getiri oranına göre daha yüksek seviyede riske ayarlı
getiri oranları bulmak için elverişli bir ortam oluşturamadığı zaman iade
eder. Hissedarlara büyük miktarda nakit ödeme yapılması genellikle
şirketin varolan sabit yatırımlarına ilişkin getiri oranlarının azalmış
olduğuna işaret eder ki, bu da büyük olasılıkla gerçekleştirilen yenilik-
lerden kaynaklanan yeni ve kârlı uygulamaların beklenen getiri oran-
larının azalmasının bir sonucudur.24
Mali oligarşinin amiral köşkünde ikamet eden Greenspan gerçeğin farkındaydı
ve özetle şunu söylüyordu: Kâr oranları düşüyor ve hâlihazırda ufukta bu eğilimi
tersine çevirecek gerçek bir heyecan görünmüyor; güdük kalan her hamle ise
sermayenin finansallaşmasını ivmelendiriyor, yaklaşmakta olan büyük depre-
min biriktirdiği enerjiyi artırıyordu.

24 A. Greenspan, age., s.480-481 (Vurgu bana ait)

148
Büyük Deprem Bir Bilanço

Yeni ekonomi düşünün sona ermesi, 1998 Asya krizini ustalıkla savuşturan
ABD’yi, “dotcom” krizi olarak anılan ve bu defa kapitalist emperyalist sistemin
merkezinde baş gösteren bir krize yuvarlamaya yetmişti. Ancak çok büyük bir re-
sesyona ramak kala, ABD’nin imdadına S11 (New York Dünya Ticaret Merkezine
yapılan 11 Eylül saldırısı) yetişiyor; S11 bahanesiyle yapılan Afganistan ve Irak
işgalleri, yurtsever ABD’lilerin başkanlarının çağrısına uyarak tüketmeye devam
etme kararı vermeleri ile son perde yine ileri bir tarihe öteleniyordu. Böylelikle
monetaristlerin verdikleri ilk gazın ve dağılan “reel sosyalizm”in açtığı yeni pa-
zarların kabarttığı iştahın ardından yeni teknoloji köpüğünü de tüketen sermaye,
hiç vakit yitirmeden nöbeti devralacak yeni bir köpüğün peşine düşmüştü bile.
Son köpük transferi, “subprime mortgage” krizi ile patlayacak ve büyük depremi
tetikleyecek konut köpüğü oldu. Kapitalist sistem, finans simyacılarının parlak
buluşları ve Fed Başkanı Greenspan’ın özverili çabalarıyla desteklenen zorlama
ama nispeten sakin bir altı yıl daha kazanacaktı.
1987 yılı Ağustos’unda Başkan Reagan tarafından atanan ve “Reaganomi”yi Fed
Başkanlığında toplam on sekiz yıl “başarıyla” uygulayan, 80 sonrasından günü-
müze uzayan sürecin baş aktörlerinden olan Greenspan, Ocak 2006’da yerini bir
başka monetarist Başkana, Ben Bernanke’ye bıraktı. Greenspan Bernanke’ye Fed
Başkanlık koltuğuyla birlikte, o zamana değin ekonomi tarihinin en büyük ifla-
sını yaşama şansını da veriyordu. 9 milyar dolarlık bir “hedge” fon, Amaranth,
Hurricane ve Katrina’nın ardından yüksek kaldıraç oranlarıyla girdiği doğal gaz
fiyatlarının yükseleceğine dair bir bahsi kaybetmişti. Eylül 2006’da kayıpları 6,5
milyar dolara ulaşan fon iflas etti. Amaranth, ekonomi tarihinin en büyük iflası
olarak tarihe geçerek Citadel ve JP Morgan tarafından devralındı. Konu böylece
kapatıldı. Fonun batışı sonrası “hatalı” bahis kararını alanların “beceriksizliği, so-
rumsuzluğu” vb. tartışılmıştı ama artık sıradan insanın bile gündelik yaşamına
sızmış kredi sisteminin kaldıraçlı kumar mantığı hiç sorgulanmamıştı. Çünkü
maddi üretimden giderek elini eteğini çeken mali sermaye için finansal kaldıraç
nirvanaya ermenin olmazsa olmaz aracıydı. Aşırı şişen sermayeye gerçek üretim
alanı dar geliyor ve o da sanal alanda barbut atarak şansını denemek istiyordu.
Finansal kaldıraç oynanan oyunu her defasında büyütmek; daha heyecan verici
ve çekici kılmak için gerekliydi ve bu yüzden de oyunun tartışılmaz bir kuralıydı.
Ayrıca maddi yaşamda var olan her gerçek değerin karşılığında yedi sanal değer
dolaşıma girmiş, oyun çok büyümüş, oyuncuların hepsi kumdan yükselen aza-
metli bir şatonun içine doluşmuşlardı. Gerçeği konuşmak hepsi için büyük bir fe-
laketi başlatabilir, şatonun üstlerine çökmesine neden olabilirdi. Keyifler tıkırın-
daydı ve münasebetsizliğe de münasebetsizlere de aralarında yer yoktu! Üstelik
hem keyifli hem de rahat bir iş yapıyorlardı, sanal alemin genişlemesi için maddi
üretimde olduğu gibi gerçek lokomotiflere de, baş belası işçilere de gereksinim
yoktu! Karşılığında servet ücretler ödenen ve bütün işi oyuna yeni renk katmak
olan genç finans simyagerlerinin parlak buluşları oyunu sürdürmeye yeterliydi.
2006 Mayıs’ında, Fed’in faiz artırma olasılığının güçlenmesi ve büyük kreditör-

149
Yaşayan Marksizm

lerden Japonya’nın da elini sıkılaştıracağı spekülasyonları üzerine, 2001’den bu


yana zorlama da olsa, sakin ve kesintisiz sürmekte olan “likidite bolluğu” döne-
minin biteceği endişesiyle, uluslararası mali piyasalarda birbirini takip edecek bir
dizi türbülansın ilki yaşanıyordu. İkinci türbülans, rekor üzerine rekor kıran Çin
Borsasında 24 Şubat 2007’de meydana gelen %9’luk düşüşün ve koltuğunu terk
etmesine rağmen hala sözüne yeni Başkan Bernanke’den daha fazla değer verilen
Greenspan’ın ABD ekonomisinde olası bir resesyon tehlikesine işaret etmesinin
hemen ardından gerçekleşti. Üçüncüsü Temmuz 2007’de başladığında en iyim-
ser burjuva iktisatçıları bile “türbülans” ya da “düzeltme” yorumu yaparken zor-
landıkları ve en başta Fed olmak üzere, BOJ (Bank of Japan) ile ECB’nin (Euro-
pean Central Bank) piyasaya bol miktarda para zerk ederek paniği yatıştırmaya
çalıştıkları, “subprime mortgage krizi” adıyla ABD patlayan, kapitalist sistemin
bütününe neredeyse eş zamanlı olarak yayılan, yetmişlerden bu yana sünerek
uzayan aşağı dalganın son perdesiydi.

ABD Hane Halkları Borç Köpüğü ve Eşik Altı Tut-sat (“Subprime Mortga-
ge”) Krizi
Yeni ekonomi köpüğünün sönmesinin ardından, oyuna üzerinden devam edilecek
alan hazırdı. Bu, neredeyse ABD GSMH’sına eş bir hacmi olan hane halkları borç
kümesiydi. Bu kümenin içinde ağırlığı konut oluşturuyordu. Bir köpük oluşumu
için gerekli olan bütün ögeler hazırdı. Kapitalizm tarihinde hiç olmadığı kadar ma-
lileşmiş; kâr oranlarının düşüklüğü, gelişmiş pazarlardaki doygunluk, maddi üre-
time çoktandır ilgisini yitirmiş büyük bir sermaye fazlası oluşturmuştu. Bütün iş,
köpüğü şişirecek ek talebin yaratılmasına kalmıştı. Bunun için sermaye, sıkça baş-
vurduğu o eski ideolojik cephaneye, “Amerikan rüyası”na başvuracaktı. Burjuvazi-
nin yüzünü daha önce hiç kara çıkartmamıştı, şimdi de işe yarayacaktı, çünkü:
1870-1970 dönemini içeren 100 yıllık dönemde ABD ekonomisi zaman
zaman kısa dönemli aşağı doğru gidişler yaşamış olsa da genelde canlılığı-
nı korumuş ve verimlilik artışları ve reel ücret artışları yaşamıştır. Bu eko-
nomik realite, Amerikan rüyası, tüketim ve Amerikan işçi sınıfının pasi-
fizmi üzerine temelleniyordu (kent dışında bahçeli bir ev ve otomobil).25
Bu defa kent dışındaki bahçeli ev ve otomobil edinme fırsatı, şimdiye değin kapi-
talizmin kredilendirme filtrelerinden geçmesi olanaksız gelir düzeyi düşük geniş
yığınlara açılacaktı. Doğacak riskler, sermaye piyasalarının gelişmiş araçlarıyla
yönetilebilir, yetmediğinde finans simyagerlerinin yeni buluşları devreye soku-
labilirdi. Öyle oldu. 2001’den başlayarak düşük gelirli kesimlere açılan “subp-
rime” ve “Alt-A” kredileri genişledi. 2001’de 150 milyar dolar (%2,4) olan eşik
altı kredilerinin hacmi, 2007 Mart’ında 1,3 trilyon doları (%14) buldu.26 “Alt-A”
kredileri ile birlikte Subprime mortgage kredileri 2007 yılında toplam mortgage

25 Mustafa Durmuş, “Kapitalizmin Krizi”, Tan Kitabevi, Birinci Basım, Mayıs 2009, s. 130
26 Jacques Sapir, “Global finance in crisis”, CRASH, Why it happened and what to do about it vol. 1, real-world econo-
mics review Edited by Edward Fullbrook, Published by Real-world Economics Review, 2009, s.31

150
Büyük Deprem Bir Bilanço

kredilerinin üçte birini oluşturuyordu. Subprime kredileri konut köpüğünün di-


namosu, finans simyagerlerinin durmaksızın piyasaya sürdüğü “yapılandırılmış
yatırım araçları” da bu dinamodan yükselen bozuk seslerin kulağa hoş gelen ar-
monilere dönüştürülerek yeniden piyasalara servis edildiği araçlar oldu.
Piyasalar gelişmişti. Bu gelişme, pazarın evrensel ölçekte artan iç kenetlenme-
sinde ifadesini buluyordu. Ancak iç kenetlenme, pazara organik bir karakter ve
sermayenin devinimine hız kazandıran bir özellik olduğu kadar, onun Aşil to-
puğunu da oluşturuyordu. Artık kapitalist sistem, her zamankinden daha fazla
toplamda anarşik ve irrasyonel sonuçlar üretmeye hazırdı. Patladığında dünya
finans piyasasındaki payı %2-3’lerle sınırlı olan “subprime mortgage” kredileri,
yarattığı devasa etkiyi pazarın bu yeni özelliğine borçluydu.
Kredi türevlerinden biri olan “mortgage kredileri” kredi sistemi tarafından, asıl
işlevinin yanında, son çeyrek asır giderek önem kazandığı biçimiyle konut fi-
yatlarının yükselmesinden beslenen servet etkisini tüketime devşirerek özellikle
gelişmiş yörelerde pazarın müzminleşmiş talep sorunuyla baş etmek amaçlı kul-
lanılıyordu. Bu kredilerin ülkelerin GSMH’larında gelişmişlik derecesine göre
%60-70 ağırlığa sahip olan tüketici harcamaları yönünden önemli yerini anla-
mak için emperyalist kapitalist sistemin merkezi ABD verilerinin yer aldığı Şekil
5’e bir göz atmak yetecektir.
Şekil 527
HANE “MORTGAGE” BORÇLARI VE KONUT FİYATLARI (1980-2006)

Şekil 5’ e göre, 1980’de yaklaşık 1 trilyon dolar olan “mortgage” borçlanmaları,


ev fiyatlarından daha ivmeli artarak 2006 sonunda yaklaşık 10444,628 milyar do-

27 Karen E. Dynan ve Donald L. Kohn, “The Rise in U.S. Household Indebtedness: Causes and Consequences”, s.42,
Finance and Economics Discussion Series Divisions of Research & Statistics and Monetary Affairs, Fed, Washington,
D.C. http://www.federalreserve.gov/pubs/feds/2007/200737/200737pap.pdf
28 http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/annuals/a2005-2008.pdf “L.2 Credit Market Debt Owed by Nonfi-
nancial Sectors”

151
Yaşayan Marksizm

larla on katını aşmıştır. ABD’nin 2006 GSMH rakamının 13178,429 milyar dolar
olduğu göz önüne alınırsa bu kredilerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. İki eğrinin
2006’ya doğru artış eğilimlerinin hız kazanması ve konut fiyatlarının mortga-
ge borçlarındaki artışa göre hız kesmesi, Amerika’da S11’den sonra tutunulan
konut köpüğünün de sonuna gelindiğine dair çok kuvvetli bir işaretti. Şekil 6,
kaçınılmaz sonu ve özellikle 2000’den sonra eşik altı kredilerin yaygınlaşmasıyla
birlikte konut köpüğünün nasıl hızla şiştiğini ve köpük patladıktan sonra konut
fiyatlarının çıktığı gibi nasıl hızla gerilediğini gösteriyor.
Şekil 7 ise bütün olan biteni açıklayan belki de en değerli bilgiyi sunuyor. Gerile-
yen kâr oranlarının pençesinden sıyrılamayan burjuvazi, bir yandan işçi sınıfının
gerekli emek karşılığı almış olduğu payı küçültürken, bir yandan da bu hamlesi-
nin doğal sonucu giderek müzminleşen talep sorununu işçi sınıfının gelecekte-
ki gelirlerine el koyarak çözmeye çalışmaktadır. Onları borçlandırmakta, henüz
üretilmemiş değerlerden medet ummakta, geçmişini, bugününü çaldığı insanla-
rın geleceğini de ipotek altına almanın peşine düşmektedir. Şekil 7, burjuvazinin
içine düştüğü biçare durumu, onun toplumsal zenginliğin üretimi ve bağlı olarak
sermayenin yeniden üretimi sorununu ne denli zayıf bir temelde çözmeye çalış-
tığını gözler önüne seriyor. ABD ekonomisi, 2001-2006 arasında gerçekleştirdiği
büyümeyi ağırlıkla emekçilerin gelecekte yaratacağı değerler üzerinden sağlamış
görünüyor. Krizle birlikte GSMH’da baş gösteren yüksek oranlı gerilemeler de bu
tabloyu onaylamaktadır. Burjuvazi kendisi yuvarlanırken toplumu da içine sürük-
lediği bu zavallı durumla egemenliğinin sonuna geldiğini kanıtlıyor. Artık “ege-
menliğini sürdürecek durumda değildir, çünkü kölesine, köleliği çerçevesinde bir
varoluş sağlayacak durumda değildir, çünkü kölesini, onun tarafından beslenece-
ği yerde, onu beslemek zorunda kaldığı bir duruma düşürmeden edemiyor.”30

Şekil 631

29 U.S. Bureau of Economic Analysis (BEA), http://www.bea.gov/


30 K. Marx-F. Engels, “Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri”, Sol Yayınları, Beşinci Basım, Ankara 2002, s.130
31 Robert J. Shiller, “Irrational Exuberance”, 2.Basım, Princeton University Press, 2005, Broadway Books 2006, ve
ayrıca” Subprime Solution”, 2008. Veriler yazar tarafından http://www.econ.yale.edu/~shiller/data.htm adresinde her
çeyrek güncellenmektedir.

152
Büyük Deprem Bir Bilanço

Şekil 732

Görünüşte sorun dünya finans piyasasındaki payı %2-3’lerle sınırlı “subprime”


mortgage kredilerinin geri dönüşü ile ilgili bir tıkanmadan patlak vermişti. Bun-
da da ev almak isteyen Amerika’lıların fazla kredi alabilmek adına gelirlerini fazla
göstererek, risk katsayısı yüksek, değişken faizli mortgage kredilerini (Adjustable
Rate Mortgage - ARM) kullanmak istemeleri kadar, özellikle yükselen petrol fi-
yatlarının açığa çıkardığı serseri paranın ve Japonya kaynaklı likidite fazlasının
kamçıladığı yüksek risk iştahı ile bankaların sadece müşteri beyanlarına daya-
narak onların gerçek ödeme kapasitelerini dikkate almadan kredi açmalarının
payı vardı. 2007 içinde yapılan mortgage sözleşmelerinin yaklaşık %47 si müşteri
beyanına dayalı, finans teknisyenlerinin deyişiyle “liar loan” ya da “no doc loan”
sözleşmelerdi. Buraya kadar anlatılanlar tek başına anlatılanlarla sınırlı kalsay-
dı kapitalizmin normal rutini içinde üstesinden gelemeyeceği sorunların nedeni
olmayacaktı. Subprime krizinin sonuçlarını 1989’da yaşanan S&L krizinin so-
nuçlarından farklı kılan iki temel öge vardı. Birincisi, dünya pazarının 90 sonrası
genişlemesinin yanında, iç kenetlenme düzeyini yükselterek, özellikle gelişmiş
yörelerde organik bir karakter kazanmasıydı. İkincisi, aşırı sermaye birikimi so-
rununun çözülememesi sonucu malileşmenin ivmelenmesi, kontrolsüz büyü-
meye devam eden devasa bir finansal türevler piyasasının doğmasıydı.
Finans simyagerleri mortgage kontratlarından teknik ayrıntılarına burada giril-
meyecek biçim ve çeşitlilikte türev kâğıtlar ürettiler ve yeni kâğıtlar genişlemiş,
gelişmiş pazarda emeklilik fonları da dâhil, sistemin belli başlı aktörlerinin port-

32 http://calculatedrisk.blogspot.com/ Grafikteki verilerin hazırlanmasında, Alan Greenspan ve James Kennedy’nin “Es-


timates of Home Mortgage Originations, Repayments, and Debt On One-to-Four-Family Residences” (Fed working
paper no. 2005-41) başlıklı ortak çalışmasında sunulan sistem esas alınmıştır.

153
Yaşayan Marksizm

föylerine paylaştırıldı. Bu kâğıtların çok önemli bir ortak özelliği vardı. Hepsi de
az ya da çok “subprime mortgage” virüsü bulaşmış bir sosla tatlandırılmıştı.
“Subprime mortgage” kredileri, daha yukarıda belirtildiği gibi, çoğunlukla abar-
tılı gelir beyanlarıyla ve açılması kolay olduğu için de daha çok değişken faizli,
yani yüksek riskli “ARM”ler olarak açılmıştı. Artan faiz hadlerinin baskısıyla geri
ödemelerde aksama başladı ve bu yolla ev satın alanların evlerine borç veren ku-
ruluşlarca el koymalar başladı. Kriz patlamış, zincirleme reaksiyon başlamıştı:
• Ödeme güçlüğü yüzünden satışa çıkarılan evler, düşmeye başlayan konut fiyat-
larını aşağı çekmeye başladı.
• 2. el ev arzının artması ve düşen fiyatlar, diğer yandan “sütten ağzı yanan” ban-
kaların yeni açtıkları mortgage kredilerinde koşulları sıkılaştırması, konut inşaat
sektöründe yeni ev siparişlerinin düşmesine yol açtı.
• Yeni ev siparişlerinin düşmesiyle, ekonominin lokomotif sektörlerinden yeni
konut inşaatlarında durgunluk başladı. Bu durgunluk özellikle, Ağustos 2007
tarımdışı istihdam verilerinde görüldüğü gibi (2003’ten bu yana ilk kez eksi bir
değer geldi) işsizlik rakamlarına da olumsuz olarak yansımaya başladı.
• Finans simyagerlerinin hüneri ile diğer borç kağıtlarının arasına sarılarak pa-
zarlanan “subprime mortgage” borçları bir anda içine sarılarak ambalajlandığı
diğer kağıtların da likiditesini olumsuz etkileyerek onların da değerlerini düşür-
dü. Sermaye piyasalarında oluşan güvensizlik ortamı, hızla nakde geçme dalgası
yarattı. Borsaları satış furyası kapladı, fiyatlar hızla geriledi.
• Subprime mortgage virüsü bulaşmış menkul değerlerin ticareti neredeyse tama-
mıyla durduğundan, büyük fonlar ve yatırım bankaları içinde bu borç senet-
lerinden bulundurdukları yatırım fonlarının cari değerlerini saptama müşkülü
içinde yükümlülüklerini yerine getiremez duruma düştüler.
• Kimin söz konusu virüsten ne kadar etkilendiği belli olmadığından, mali piyasa
aktörleri arasında birbirlerine karşı güven bunalımı doğdu. Bu bunalıma bağlı
olarak ise bilinen “likidite” krizi patlak verdi.
• Başta “hedge” fonlar olmak üzere, büyük yatırım fonları yükümlülüklerini ye-
rine getirebilmek için “sağlam” kalan diğer kıymetlerini finansal kriz gölgesi
düşmüş piyasalarda değerinin altında satmaya zorlanarak büyük zararlar yaz-
maya başladılar. Özellikle yüksek kaldıraç oranları ile çalışan “hedge” fonların
zararlarının katlanarak büyük miktarlara ulaştığı biliniyor. Ancak, bu fonlar
şeffaf olmadığı için batığın toplam tutarı hakkında gerçekçi rakamlar halen
tam olarak bilinemiyor.
• Başta konut olmak üzere varlık fiyatlarının düşmeye başlaması servet etkisini ve
dolayısıyla buradan kaynaklanan tüketimi olumsuz etkilemiş; gelecek kaygıları
öne geçmiş ve Amerikalılar daha az harcamaya başlamıştır(Tablo 2).

154
Büyük Deprem Bir Bilanço

Tablo 2
ABD HANEHALKLARININ ELİNDE TUTTUĞU HİSSE VE
GAYRİMENKULLERİN PİYASA DEĞERİ
(TRL $ Enf. Arındırılmış)33

Yıl Evler Hisseler Toplam


2006 4.Ç 19.0 8.0 27.0
2008 3.Ç 15.5 5.9 21.4
Net Kayıp -3.5 -2.1 -5,6

İlk Fireyi Bankalar Veriyor


Subprime mortgage krizinin patlamasıyla birlikte, burjuvazinin köpük transfer-
leri ile ötelediği büyük deprem başlamıştı. Fay hatlarında nerede duracağı belir-
siz kırıklar, yeni çatlaklar oluşmuştu.
FDIC (Federal Mevduat Sigorta Fonu) 24 Temmuz 2009 verilerine göre34, 2005
ve 2006’da hiç banka iflası yaşanmamış, 2007’de ise bir krizle doğrudan ilgisi
bulunmayan bir iflas kaydı tutulmuşken, krizin patlak verdiği günden bu yana,
92 banka iflas etmiştir. İflas kayıtlarının içine doğal olarak 1 Temmuz 2008’de
Bank of America’ya ve 29 Mayıs 2008’de JP Morgan’a yamanan ABD’nin en iri
mortgage aracılarından Countrywide ve Bear Stearns yok. Yine aynı şekilde 14
Eylül 2008’de fiilen batan ama Bank of America’ya yamanan Merry Lynch ve 613
milyar dolar borcu ile dünya finans tarihinin en büyük iflası olarak kayda geçen
Lehman Brothers da bu listeye dahil değil. ABD’de bir kural var, batamayacak
kadar büyük olan (yani batması halinde sermaye yönünden sistemik tehlike arz
eden) tekeller için “battı” sözcüğünün kullanılması dahi yasak. Bu duruma düşen
tekeller diğerleri tarafından “kurtarılıyor”. Bu kuralı bir kez Lehman vakasında
ihlal eden kapitalistler, bunun bedelini oldukça ağır ödediler.
Son günlerde kapitalistler, oldukça neşeli. Birbirlerine sürekli moral veriyorlar ve
krizin bittiğini müjdeliyorlar. İyimserlik, yaşamakta oldukları yükselişin muhte-
melen gelecekte krizin ortasında oluşan bir köpük olarak anılacağı borsalardan
yayılıyor. Ortada bu yükselişi onaylayacak hiçbir sağlıklı veri yok. Sadece kriz
boyunca FDIC kayıtlarına geçmiş batık banka listesine bakmak yeterli. Listedeki
92 bankanın 28’i son iki ayda, bunun da yarıya yakını 24 Temmuz tarihi itibarıy-
la son bir haftada batmış görünüyor.

Lehman Vakası
Bear Stearns’ın Mart 2008’de JP Morgan Chase’e yamanması operasyonunu Fed
yönetmiş ve JP Morgan’a bu iş için 30 milyar dolar teminat taahhüdünde bu-

33 Fed verileri kullanılarak düzenlenmiştir. http://www.hoisingtonmgt.com


34 http://www.fdic.gov/bank/individual/failed/banklist.html

155
Yaşayan Marksizm

lunmuştu. Ardından 7 Eylül 2008’de 13 trilyon dolarlık mortgage sektörünün


%50 sini fonlayan bu yüzden de “batamayacak kadar büyük” olan, Fannie Mae
ve Freddie Mac’ın 200 milyar dolarlık bir tür gizli “kamulaştırma” operasyonu,
krizi önleme adına daha önce halka dağıtılan 150 milyar dolarlık vergi iadesinin
geçici bir nefes alma dışında etkisiz kalacağı yorumlarına yol açan bardağı taşı-
ran son damla oldu.
200 milyar dolarlık Fannie Mae ve Freddie Mac operasyonunun ardından bir
hafta sonra, 14 Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın iflas haberi ile Merry Lynch’i
kurtarma operasyonuna tanık olundu. İki pazardır art sıralı gerçekleşen bu ope-
rasyonlar gerek büyüklük, gerekse de nitelik yönünden kapitalizmin tarihinin
ilkleridir. Bu yanıyla da yaşanmakta olan kriz, 29’daki büyük buhranı geçmiştir.
Zaten bu gerçeği kapitalistler de görmeye başlamış olacak ki kendi gölgelerinden
bile korkar hale geldiler. Krizin başlangıcında “bir düzeltmedir” “bu da geçer”
türünden açıklamalarda bulunan “maestro” Greenspan, son zamanlarda iyiden
iyiye ağız değiştirip yaşanan krizi son yüzyılın en büyüğü olarak nitelemeye baş-
ladı. Dehşete kapılmakla haklıydılar, çünkü:
1. İlk kez kapitalizmin tarihinde bu denli büyük bir iflasa göz yumuluyordu.
Lehman 158 yıllık bir devdi. Lehman Brothers’in iflasının, içine girilen ser-
mayenin değersizleşme sürecini ivmelendirmesi kaçınılmazdı.
2. Lehman’ın piyasa borçları ABD Avrupa ve Asya’ya dağılmış halde, yaklaşık
613 milyar dolar. 138 milyar dolarla en büyük iki alacaklı sırasıyla Citigroup
ve Bank of New York Mellon. Her ikisi de büyük ve şimdi Lehman’dan ötürü
derin bir yara almışlardı.
3. Lehman’ın ucu açık finans türevi anlaşmaları küresel finans yumağında çok
bilinmeyenli denklemleri hareketlendirecek, şimdiye kadar az çok kontrollü
büyüyen yangın, pazarın hiç beklenmedik yerlerinde umulmadık biçimlerde
kendini gösterecekti.
4. Finansal türevlerin en başında gelen ürünlerinden CDS’leri (Credit Default
Swaps) sigortalayan dünyanın en büyük sigorta devi AIG (American Interna-
tional Group) sallanmaya başladı. Lehman’ın iflasının ardından AIG Fed’in
kapısına dayanarak taahhütlerini yerine getirebilmek için kendisini fonlama-
sını istedi. Fed bu isteği yerine getirmek zorunda kaldı. Çünkü AIG de “bata-
mayacak kadar büyük”tü.
5. ABD’nin en büyük finansal yatırım bankalarının ilk beşi, sırasıyla; Morgan
Stanley, Goldman Sachs, Merrill Lynch, Lehman Brothers, Bear Stearns’di.
Sondan başlayarak batmaya başlamışlardı. İster istemez akıllara sıranın en
büyüklerde olduğu düşüncesi geliyordu.
6. Burjuva iktisatçılar bundan önce yaşananlarda olduğu gibi, en kötünün ya-
şandığı; dibe gelindiğini vb. söylüyorlar; buna delil olarak da 12 Eylül 2008
Cuma günü hisse başına 17.05 $’dan işlem gören Merry Lynch hisselerine

156
Büyük Deprem Bir Bilanço

Bank of America’nın hisse başına 29 $ ödeyerek, toplam 44 milyar dolara


onu satın almasını gösteriyorlardı. Oysa Bank of America, birkaç gün hiç bir
şey yapmadan beklese, muhakkak ki bu ödediği bedelin çok altında bu sa-
tın almayı gerçekleştirebilecekti. Bunun iki açıklaması vardı. Birincisi, Bank
of America’nın dev ABD’li tekeller içinde göreceli olarak daha “ulusal” bir
yapıda olması ve “görev sorumluluğu” dolayımı ile üzerinde kurulan politik
baskıydı. İkincisi ve aslolan ise; Marx’ın Grundrisse’de para mevzunu işlerken
değindiği “zenginlik hırsı”; O’nun yazdığı biçimiyle, “sacra auri fames” yani
“kahrolası altın açlığı”ydı. Kökleri 1700’li yıllara, Massachusetts Bank’a uza-
nan Bank of America (BoA), asırlık Merry Lynch’i satın alarak, rakipsiz ol-
mayı; topladığı mevduat ile ABD’de başı çeken ama yatırım bankacılığı branşı
zayıf olan BoA, böylelikle bu alanı da tahkim ederek büyümeyi hedefliyordu.
Ama..
7. Ama, bilindiği gibi BoA’nın mali yapısı da problemliydi. Hem devam eden
krizin doğrudan hem de 11 Ocak 2008’de ilk problemli mortgage bankası
Countrywide’in 4,1 milyar dolara kendisine yamanmasının dolaylı etkileri,
BoA’yı yeterince örselemiş, zayıf düşürmüştü. Üstelik Merry Lynch’in satı-
şında açıklandığı kadarıyla Fed’in JP Morgan Chase’e verdiği desteğe ben-
zer hiçbir destek BoA’ya verilmemişti. Bu yüzden, yangından mal kaçırır
gibi gerçekleşen bu 44 milyar dolarlık operasyonun, mevcut konjonktür-
de kabul görmeyecek bir kamulaştırmanın örtülü bir realizasyonu olması
kuvvetle muhtemeldi: İleride bu birleşmeden ötürü BoA zor duruma dü-
şerse, batamayacak kadar büyük olduğu için kurtarılması gündeme gele-
cek, kimse itiraz edemeyecek ve dolayısıyla onunla birlikte Merry Lynch de
“kamulaştırılacaktı”.
8. Finansal türev piyasalarını kasıp kavuran kriz artık yönünü bankalardaki
mevduata çevirmiş görünüyordu. İlk sinyaller hızlanan yerel banka iflasların-
dan gelmişti.
Lehman vakası, burjuvazinin parçalı aklının kendi yarattığı dev pazar karşısında
yetersizliğini gösteren çok iyi bir örnektir. Kapitalistler, bu vakada “deveyi yardan
uçuran bir tutam ottur” deyişini haklı çıkaran bir oburluk sergilemiş; oburlukları
köklü ve büyük kuruluşların asla ve kat’a batırılmaması gerekliliği kuralının önü-
ne geçmiştir. Bedelini krizin ivme kazanmasıyla hep birlikte ödediler.
14 Eylül günü, mali oligarşinin baş aktörlerinden Barclays ve Bank of America
(BoA) aslında Lehman’ı kurtarmak için bir araya gelmişlerdi. Ama sürpriz bi-
çimde, oturdukları masadan Lehman’ın iflasına; Merry’nin eder fiyatının iki ka-
tına BoA’ya devredilmesine karar vererek kalktılar. İki gün sonra da, Lehman’ın
batışı ile sarsılan ve kendi imkanları ile gereksinim duyduğu 75 milyar doları
bulamayacağı belli olan AIG’ye bu paranın Fed tarafından verilmesi üzerine an-
laştılar. Bu anlaşmaların büyük bir sahtekarlık olduğunu görmek için, Lehman,

157
Yaşayan Marksizm

Merry, BoA ve AIG’nin kurumsal ortaklık yapısını gösteren 30 Haziran 2008


tarihli mali tablolara göz atmak yeterli olacaktır:
* Kaderine terk edilmiş görünen Lehman’ın büyük ortakları, aynı zamanda
Merry’nin büyük ortaklarıdır. Lehman’ın terk edilmesi karşılığında Merry’nin
eder değerinin iki katına yaklaşan bir değerle BoA’ya devredilmesine karar veri-
lerek, gerçekte büyük ortaklar için, Lehman’ın ve Merry’nin birlikte batmasıyla
vereceği zarar en aza indirilmiştir.
* Lehman ve Merry’nin büyük ortakları aynı zamanda, BoA’nın büyük ortakları-
dır. Lehman ve Merry’nin zararları, Merry BoA’ya ederinin üstünde devredilerek
bu işle ilgisi olmayan ve aslında çoğunluk olan küçük ortakların üstüne yıkılmış,
böylece mali oligarşi bu operasyonu olabilecek en az hasarla atlatmıştır. Lehman
vakası “örtülü kazancın” en sahtekarca düzenlenmiş biçimidir.
* AIG’nin ortaklık yapısına bakıldığında da çoğunluk aynı gruplardan oluşmak-
tadır. Demek ki Fed’den alınan 85 milyar dolar da bu grubun cebine gitmiştir.

TARP (Troubled Asset Relief Program), 700 Milyar Dolarlık RTC


Bush giderayak mali sermayeyi sorunlu varlıklardan arındıracak bir kurtarma
planı hazırlamış Kongre’ye sunmuştu. Mali sermaye plana tüm gücüyle destek
veriyor, koro halinde sözcülerini konuşturuyordu:
* H. Paulson ABD Hazine Bakanı: “Plan acil olarak geçmezse sadece Wall Street
değil, ekonominin bütün alanları çöker.”
* B. Bernanke, Fed Başkanı: “Plan kabul edilmezse ABD’de resesyon kesinleşir.”
* Wall Street oyuncuları da bu düete eşlik ediyorlar; haber kanalları alt yazı ge-
çiyordu: “Kurtarma planının geçmeyeceğine dair endişeler Wall Street’de Dow
endeksinin düşerek psikolojik destek olan 11.000 puanın altına gerilemesine ne-
den oldu..”
Burjuva demokrasisi, belki de tarihinin en parlak örneklerinden birini ABD
Kongresinde sergileyerek, kendisine inananların güvenini boşa çıkarmadı.
Kongre, “öncelikle” çalışanların “refahı ve geleceği” için olduğunu söylediği ve
bu yüzden de halkın büyük çoğunluğunun “kendi geleceği” adına özverisin-
den ibaret olduğunu buyurduğu “büyük kurtarma” planını senatodan sonra, 3
Ekim 2008’de temsilciler meclisinde de kabul ederek yürürlüğe soktu. Goldman
Sachs’ın sabık CEO’su ABD Hazine Bakanı H. Paulson’un hazırladığı 3 sayfalık
plan, önce 110 sayfaya şişirilmiş, en son senato’da 450 sayfa olarak, onların deyi-
miyle “tatlandırılmış” biçimde onaylanmış, temsilciler meclisine ikinci kez oyla-
maya sunulmuştu. Böylece orijinal planın 700 milyar dolarlık olan mali portresi,
“tatlandırıcılarla” birlikte, temsilciler meclisinde onaylanmış haliyle 850 milyar
dolara büyümüştü. Aynı paket içinde mevduat güvencesi de 100,000 dolardan
250,000 dolara yükseltildi.

158
Büyük Deprem Bir Bilanço

Dünya Pazarı 7’şer, 8’er, 15’er, 20’şer Hükmünü İcra Ediyor


Kapitalizmin anakaralarının emperyalist devletleri, uzunca bir dönem sermaye-
ler arası rekabetin aracı olarak işlev gördüler. Kendi özgün tarihleri ve hepsinde
ortak bir özellik olarak görece özerk yapıları var. Bunların hepsi ve altyapının
devinimi ile üstyapınınki arasında oluşan faz farkı, onların başında bulunan bur-
juvazinin sözcülerine eski alışkanlıklarıyla hareket etmelerine değilse de, halen
gevezelik yapmalarına olanak veriyor. Ancak alışkanlıkların biçimlendirdiği katı
söylemler, dünya pazarının kesin hükmü karşısında buharlaşıyor ve “ulusal” çı-
karlarını dillendirenlerin sözlerini ağzına gerisin geriye tıkıyor. Dünya pazarı
7’şer, 20’şer onları yan yana getiriyor ve hepsinin ağzına çiğnemeleri için sadece
bir tek sakız veriyor: “küresel krizi önlemek için üzerimize düşeni yapmaya hazı-
rız ve de yapacağız.” “Ama”lar, “fakat”lar, “bizim ihtiyacımız yok”ları söyleyenler
onlar değilmiş gibi ve de çok büyük işleri başarıyorlarmış edalarında, “birlikte
hareket” ve “koordinasyon” anısına aile fotoğrafları çektiriyorlar. Kendilerine
“ama”ları, “fakat”ları anımsatıldığında ise, tavırları “hem ağlarım, hem giderim”
diyen gelin kızdan çok da farklı olmuyor. Ne de olsa geçerli ve önemli bir de ma-
zeretleri var: “kendi halklarının geleceği”. Uzun lafın kısası, dünya pazarı hük-
münü icra ediyor.
11 Ekim 2008, Bush’un kraker yemeye bile vakti yok. Bir toplantıdan diğerine
“dünyayı kurtarmak için” koşuşturdu durdu. G-7 ülkelerinin maliye bakanları-
nın toplantısı ile G-20 IMF temsilcileri toplantısında Bush sınıf kardeşlerine bol
ajitasyon çekti. Laf kalabalığını, söyledikleri arasında bir cümle özetliyordu: “İçi-
ce geçmiş bir dünyada hiçbir ulus bir başkasının üstüne basıp yükselemeyecek.
Hepimiz aynı gemideyiz ve hep birlikte krizin üstesinden geleceğiz.”
G-7 bu hamaset yüklü toplantıda aslında uzun zamandır nazlanarak da olsa ağız-
larda gevelenenleri ortak bir sonuç bildirisinde toplamaktan başka bir şey yap-
madı. Buna göre:35
* Önemli büyük finansal kuruluşlar desteklenecek ve batmalarına engel oluna-
caktı.
* Donmuş kredi piyasasının yeniden çalıştırılması için tüm önlemler alınacak,
darlık çekmemeleri için bankalar ve diğer finans kuruluşlarına likidite sağlana-
cak yeterince fonlanacaktı.
* Gerek kamu kaynaklarından, gerek özel kaynaklardan temin edilerek banka-
ların yeni sermaye gereksinimi karşılanacak; böylece işlerini sürdürmeleri, hane
halklarına kredi vermeye devam etmeleri sağlanacaktı.
* Mevduat sahiplerine kendilerini güven içinde hissedecekleri her türlü güvence
verilerek mevduat kaçışı önlenecekti.
* Mortgage’a ve diğer varlığa dayalı türevlerin ikinci el pazarının yeniden canlan-

35 http://www.ustreas.gov/press/releases/hp1195.htm

159
Yaşayan Marksizm

ması için gereken tüm önlemler alınacaktı.


G-7 toplantısı piyasa aktörleri arasında, yeni ve somut hiçbir şey söylenmediği
yorumuyla düş kırıklığı yaratırken, piyasaların isteği 12 Ekim 2008 pazar günü
Paris’te E-15 tarafından gerçekleştirilen toplantıda karşılandı. Piyasalar değersiz-
leşen sermayenin önemli bir kısmının çalışan halka fatura edilmesini istiyordu.
Amerikan halkının payına düşen 850 milyar dolar yeterli olmamış; bedel ödeme
sırası kapitalizmin yaşlı anakarasına gelmişti.
Ve Avrupa, kapitalizmin tarihsel anakarası olduğunu bu vesileyle herkese ka-
nıtlarcasına, ABD’ye taş çıkartırcasına kapitalizm tarihinin en büyük kurtarma
paketini (bir kısmı banka borçlarına garanti şeklinde, bir kısmı sermaye enjeksi-
yonu olarak) açıkladı:
Almanya: 500 milyar Euro
Fransa: 360 milyar Euro
İngiltere: 320 milyar Euro
Hollanda: 200 milyar Euro
İspanya: 150 milyar Euro
Avusturya: 100 milyar Euro
Yani, AB’nin kendi halklarına biçtiği bedel, teminat ve yeni sermaye olarak toplam
1 trilyon 630 milyar Euro’yu buluyordu. Bu Türkiye’nin üç yıllık GSMH’sını aşan
bir değerdi. Dünya piyasası hükmünü icra etmiş, nazlanarak da olsa kapitalizmin
anakarasının bütün burjuva fraksiyonları onun önünde selama durmuştu. Hafta
sonu krizin başından bu yana en anlamlı sözleri sarf etmek ise Gordon Brown’a
kısmet olmuştu:36 “Bazen aşikâr ve yıllarca önce yapılması gerekenin daha fazla
ötelenemeyeceğinin kabulü için insanların bir kriz yaşaması gerekir. Ama bizler
şimdi doğruca küresel çağın yeni finansal mimarisini yaratmalıyız.”
Gordon Brown, “küresel çağın yeni finansal mimarisi” için önerilerini 15 Ekim’de
Brüksel’de yapılacak AB toplantısında sunacağını belirtmişti. Avrupa’nın en
“ulusalcı” Devlet Başkanı Sarkozy’nin, toplantıda Brown’ı gölgede bırakan çıkış-
lar yapması, aynı konuda onun da oldukça iddialı olduğunu gösteriyordu:
AB devlet ve hükûmet başkanları, yeni küresel krizlerin engellenmesi için
2. Dünya Savaşı’ndan sonra toplanan Bretton Woods Konferansı’nda bi-
çimlenen ABD merkezli küresel finans düzeninde köklü reform yapılması
konusunda uzlaşma sağladılar. AB dönem başkanı Fransa’nın Cumhur-
başkanı Nicolas Sarkozy, ‘Herkes, bu konuda yakın gelecekte dünya zir-
vesi düzenlenmesi ihtiyacını paylaşıyor’ dedi. Dünya finans zirvesinin
bu yıl içinde toplanması gerektiğini vurgulayan Sarkozy, bunun için en
uygun zamanın kasım ayı olduğunu söyledi. Sarkozy, alınan önlemlerin
küresel mali krizin sonu anlamına gelmediğini kaydederek, AB, ABD ve
diğer büyük ekonomilerin ‘kapitalizmi tamir etmeleri gerektiğini’ anlattı.

36 http://uk.reuters.com/article/domesticNews/idUKTRE49C2HV20081013, (Vurgu bana ait)

160
Büyük Deprem Bir Bilanço

Sarkozy, yeni bir küresel ekonomik düzenden yana olduklarını ifade ede-
rek, ‘Yeni bir Bretton Woods Anlaşması’na doğru gidiyoruz. Sistemi
tamire gidiyoruz.’ diye konuştu. Sarkozy, AB Komisyonu Başkanı Jose
Manuel Barroso ile birlikte 18 Ekim’de görüşecekleri ABD Başkanı Geor-
ge W. Bush’a ‘bu mesajı ileteceklerini’ de bildirdi…37

G20 Sao Paulo Toplantısı (8-9 Kasım 2008) ve Washington Zirvesi (15 Kasım
2008)
G20’yi oluşturan ülkeler; (ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Ja-
ponya) G7 ülkelerine ek olarak; AB, Rusya, Çin, Hindistan, Endonezya, Güney
Kore, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Meksika, Türkiye, Suudi Arabistan, Gü-
ney Afrika’dan oluşuyor. Washington liderler zirvesine hazırlık niteliğinde 8-9
Kasım 2008’de Brezilya’nın başkenti Sao Paulo’da gerçekleşen Merkez Banka-
sı Başkanlarının ve ilgili Bakanların bir araya geldiği G20’nin 10. yıllık olağan
toplantısının sonuç bildirisinde38 öncelikle korumacılığa karşı maddeler dikkat
çekiyordu:
...Küresel krizin küresel çözümler gerektirdiğini not ederek, düzenlenecek
zirve uluslararası işbirliğini ilerletecek önemli bir adım olacaktır... (Sao-
Paulo/ Sonuç Bildirisi M.2)
...Bütün ülkelerin, ticaret ya da yatırım amacına bakılmaksızın koruma-
cılık basıncına karşı direnmeleri üzerinde ısrarla duruldu... (Sao-Paulo/
Sonuç Bildirisi M.7)
Dünya pazarındaki son çeyrek yüzyıllık gelişmenin ve küresel işbölümünün öne
çıkardığı yeni güçlerin varlığına dikkat çekiliyor; oluşan yeni güç dengelerine
uyumlu, onu yansıtacak bir değişim gerekliliğinin altı yumuşatılarak çiziliyordu:
...Bretton Woods kurumlarının geniş biçimde reformdan geçirilmesinin
altını çizdik. Böylece, onlar dünya ekonomisindeki değişen dengeleri ye-
terince yansıtabilir ve gelecekteki meydan okumalara daha etkili biçimde
yanıt verebilirler. Yükselen ve gelişmekte olan ekonomiler, bu kurumlar-
da daha fazla söz ve temsil hakkına sahip olmalıdır... (Sao-Paulo/ Sonuç
Bildirisi M.12)
Doların dünya parası olmasının bir sorun olduğu, dünyanın geri kalanında “sür-
dürülebilir bir kalkınma” için yeni yolların keşfedilmesi gerekliliği biçiminde
diplomatik bir dille ifade edilecekti:
Mevcut krizin en sağlıksız görünümlerinden biri özel kredi pazarlarındaki
donma ve sermayenin krizin doğduğu kaynağa gerisin geriye dönme eği-
limidir. Gelişmekte olan ülkelere, sürdürülebilir kalkınma ve devam eden
altyapı yatırımları için kritik öneme sahip olan özel sermaye akışının ve

37 http://www.referansgazetesi.com, 16 Ekim 2008, (Vurgu bana ait)


38 http://www.g20.org/pub_communiques.aspx

161
Yaşayan Marksizm

bu ülkelerin kredi pazarlarına girebilmesinin yeniden sağlanması için yeni


yollar bulunmalıdır. (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.8)
Elbette sonuçları neden olarak görme, gösterme alışkanlıklarından vazgeçme-
diklerini kanıtlamaktan da geri durmamışlardı:
...mevcut mali krizin nedeni, geniş ölçüde bazı gelişmiş ülkelerin piyasa-
larda aşırı risk alma ve hatalı risk yönetimi pratikleri, mali düzenleme-
de yetersizliklerine olduğu kadar içte ve dışta dengesizliklere neden olan
kararsız makro ekonomik politikalarıdır. (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.3.
Vurgu bana ait)
... bütün ülkeler, aşırı kaldıraç oranlarıyla ilişkili risklere tavır almalı ve
ulusal ve uluslararası sistemik riskleri önceden saptamak ve karşılık ve-
rebilmek için; uluslararası işbirliğini güçlendirmenin yanında, mali ku-
rumları geliştirilmiş risk değerlendirmesine ve yönetimine kavuşturmalı;
finansal piyasalarda şeffaflık ve sorumluluğun gelişmesi için, düzenleyici
ve denetsel rejimlerini iyileştirmelidirler. (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.6.
Vurgu bana ait)
G20 liderler zirvesi de beklendiği gibi sona erdi. Zirve sonrası, zirvede alınan
kararların açıklandığı Beyaz Saray basın açıklamasında, neredeyse 8-9 Kasım’da
Sao-Paulo’da yapılan G20 yıllık olağan toplantısında alınan kararlar, ikisi hariç
yinelendi. Açıklamada yer almayan kararlar, beklendiği gibi dolaylı bir biçimde
de olsa, yaşanan krizden ABD hegemonyasını sorumlu tutan, daha çok Rusya,
Çin ve Hindistan’ın baskısıyla Sao-Paulo sonuç bildirisine giren 8 ve 12 no’lu
kararlardı.
G20 Washington 15 Kasım 2008 liderler zirvesi deklarasyon metni39’nin “ Mev-
cut Krizin Temel Nedenleri” bölümünde;
Güçlü bir küresel gelişme periyodunda, gelişen sermaye akımları ve içinde
bulunduğumuz on yılın başlarında uzun süredir devam eden istikrar or-
tamında, piyasa aktörleri yeterli risk değerlendirmesi yapmadan yüksek
getiri peşine düştüler ve gereken özenli çalışmayı gösteremediler. Aynı za-
manda, zayıf teminat standartları, güvenilir olmayan risk yönetimi pra-
tikleri, artan ölçüde karmaşıklaşan ve şeffaf olmayan finansal ürünler ve
aşırı kaldıraç oranları birleşerek sistemde saldırıya açık noktalar yarattı.
Politika-yapıcılar, kural koyucular ve denetçiler, bazı gelişmiş ülkelerde,
yeni finansal araçlar yaratma yarışını sürdürürken finansal piyasalarda
biriken riskleri yeterince değerlendirmediler veya daha çok yerel düzenle-
melerin yarattığı sistemik saçaklanma ile ilgilendiler. (Vurgu bana ait)
“ Finansal Piyasalar Reformu için Ortak Prensipler” bölümünde de;
Şeffaflığı ve İzlenebilirliği Güçlendirmek: Kompleks finansal ürünlerde

39 http://www.g20.org/Documents/g20_summit_declaration.pdf

162
Büyük Deprem Bir Bilanço

gerekli açıklığın geliştirilerek ve şirketlerin mali durumlarının tam ve ke-


sin dışavurumunu garanti altına alarak mali piyasaların şeffaflığını güç-
lendireceğiz…
Uluslararası Finansal Kuruluşların Reformu: Bretton Woods Kurumla-
rının reformunu ilerletmeyi taahhüt ediyoruz, böylece onlar, kendi meş-
ruluklarını ve verimliliklerini artırmak için, dünya ekonomisinde değişen
dengeleri daha yeterli bir şekilde yansıtabileceklerdir. Bu bağlamda, en
yoksul ülkeler de içinde olmak üzere gelişmekte olan ekonomiler daha
fazla söz ve temsil hakkına sahip olmalıdır… (Vurgu bana ait)
deniliyordu. Kapitalistler, pek doğal olarak, krizlerde onları yaratan yapısal ne-
denler yerine, yüze vurmuş olgularla, sonuçlarla zaman harcarlar. Gerek Sao-
Paulo toplantısında, gerekse de Washington zirvesinde, özellikle türev piyasala-
rının krizden sorumlu tutulmasının ve bu piyasalara karşı, düzenleyici müşterek
önlemler almaktan bahsetmelerinin; risk kontrolünden, kaldıraç oranlarının
düşürülmesinden (deleveraging) dem vurmalarının nedeni budur. Türev piyasa-
larının varlık nedeni ve neden bu piyasaların özellikle son 10 yılda alıp başını git-
tiğinden hiç söz etmez, sorgulayamazlar. Çünkü gerçek derinlerdedir ve mevcut
krizin 29 bunalımı ile karşılaştırılmasına da imkan veren iki yapısal nedenle iç içe
geçmiştir. Birincisi, bütün krizlerde ortak olan, kapitalizmin dermansız çelişkisi,
kâr hadlerindeki düşüştür; diğeri, bir dönem kapitalizmin hızlı gelişmesinin vaz-
geçilmez aracı olan malileşmenin, büyüdükçe bütün bünyeyi saran bir kansere
dönüşmüş olmasıdır. Bu iki neden, aynı zamanda, burjuva iktisatçıların ve kapi-
talistlerin şimdilerde ağızlarından eksik etmedikleri “deleveraging”i neden ger-
çekleştiremeyeceklerini de açıklıyor. Çünkü kapitalist kârın kaynağı maddi üre-
tim sürecinde üretilen artı-değerdir. Mali sermayenin tüm yaptığı, bundan daha
fazla pay almanın çeşitli yollarını icat etmekten ibarettir. Sermayenin şiştiği, kâr
oranlarının gerilediği bir konjonktürde pastadan daha fazla nasiplenmenin yolu
ise yüksek kaldıraç oranlarıyla daha fazla risk almaktan geçiyor.
Beyaz Saray, G20 zirvesi ile ilgili ayrıca bir basın açıklaması yaptı. İlk paragrafın-
daki şu sözler dikkat çekiyordu:
Bu problem bir gecede doğmadı ve bir gecede de çözülmeyecek. Bu kri-
zin üstesinden tek başına gelebilecek bir ulus yoktur, ama işbirliği ve
kararlılığın devamıyla serbest ve açık piyasa koşullarını sürdürürken, fi-
nans sektörünün reformu taahhütlerine sadık kaldığımız sürece kriz alt
edilebilecektir.40
G20 Sao Paulo toplantısı sonuç bildirisi ile G20 Washington liderler zirvesi dek-
larasyon metnini birbirinden ve Bush’un zirvenin ardından yaptığı Beyaz Saray
basın açıklamasını da her iki metinden ayıran önemli bir farkın olduğunu belirt-

40 http://www.whitehouse.gov/

163
Yaşayan Marksizm

mek gerekiyor. Sao Paulo toplantısı sonuç bildirisi kararları, Washington zirvesi
deklarasyonuna aynıyla içerilmiştir; biri hariç:
Mevcut krizin en sağlıksız görünümlerinden biri özel kredi pazarlarındaki
donma ve sermayenin krizin doğduğu kaynağa gerisin geriye dönme eği-
limidir. Gelişmekte olan ülkelere, sürdürülebilir kalkınma ve devam eden
altyapı yatırımları için kritik öneme sahip olan özel sermaye akışının ve
bu ülkelerin kredi pazarlarına girebilmesinin yeniden sağlanması için yeni
yollar bulunmalıdır. (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.8) (Vurgu bana ait)
Washington zirvesi deklarasyon metniyle Bush’un Beyaz Saray basın açıklaması
arasındaki farksa önemli bir sözcük: Bretton Woods. Bu sözcüğün, reformlar ba-
zında bile olsa, Bush’un basın açıklamasında yer almaması için özen gösterildiği
anlaşılıyor.
Zirve, alttan alta olgunlaşarak gelişen başat eğilimlerin, olgusal ölçekte bile olsa,
kapitalistlerin çoğunluğunu temsil edenlerin kabul görmesiyle sonuçlanmış,
dünya pazarının organik bütünlüğünün zımnen kabulü anlamına gelen, koru-
macı önlemlerin kesin bir dille reddedilmesi ve öne çıkan reform vaatleriyle bu
gerçeklik teyit edilmiştir. Obama’nın zirveye katılmaması ve Bush’un basın açık-
lamasında yukarıda değinilen ayrım, ABD’nin son krizle kredisini iyiden iyiye
tükettiği hegemonyasından, en azından şimdilik, gönül rızası ile vazgeçmeyece-
ğinin işaretini veriyordu.

Obama Başkanlık Andını İçti (20 Ocak 2009)


20 Ocak 2009’da, Barack Hussein Obama, Lincoln incili üzerine el koyup baş-
kanlık yemini yapmış, ardından seçim döneminde vaat edilenleri bir kez daha
dinlemeye gelen milyonluk kitleye, onların duymaktan hoşlanacağı sözlerin ya-
nında gerçek temsilcisi olduğu sınıfa ve krize dair gelecekteki olası icraatına ışık
tutacak mesajlar vermeyi de ihmal etmemişti:41
Önümüzdeki soru, piyasanın iyi ya da kötü bir güç mü olduğu da değildir.
Onun zenginlik yaratma ve özgürlüğü genişletme gücü eşsizdir, ama bu
kriz bize, tetikte bekleyen bir gözün denetiminin olmadığı koşullarda,
piyasanın kontrol dışına çıkabileceğini -ve bir ulusun yalnızca zenginliği
hedefleyerek zengin olmaya devam edemeyeceğini; ekonomimizin başa-
rısının her zaman yalnızca ulusal gelirin büyüklüğüne değil, zenginliğe
erişebilmeye; fırsatları istekli olan herkese sunma yeteneğimize dayandı-
ğını- bunun bir sadaka değil, ortak çıkarlarımız için en emin bir rota
olduğunu hatırlatmıştır.
Sermaye yönünden krizlerden çıkışın değişmez iki temel koşulu olmuştur. Bi-
rincisi, sermayenin kendisini yeniden üretebileceği seviyeye erişinceye kadar

41 http://www.reuters.com/article/topNews/idUKTRE50J5PS20090120, (Vurgu bana ait)

164
Büyük Deprem Bir Bilanço

fazlasını değersizleştirmesi; ikincisi ise, kâr oranlarında ve dolayısıyla sömürü


oranında, sermaye lehine onun körelen yatırım iştahını açacak yeni bir den-
genin sağlanmasıdır. Bu, bir metaın üretimi için gerekli olan emek ile aynı
süreçte yaratılan artık-emek arasındaki dengenin, yeniden sermaye lehine
düzenlenmesi demektir. Yeni dengenin sağlanmasında, burjuvazi mutlak ve
nispi artı-değeri artırdığı iki asal yolun yanında, ikisinin birlikte değişik bi-
leşim ve biçimlerini içeren melez seçenekleri de yerine göre kullanır. Hangi
seçeneğin hangi dozda kullanılabileceğine ya da kullanılamayacağına ise son
tahlilde sınıf mücadelesi karar verir. Mutlak artı-değer oranının artırılması,
fazladan sermaye yatırımı gerektirmediğinden burjuvazinin en sevdiği seçe-
nektir. Ancak bilinçli bir işçi sınıfı tarafından kolaylıkla boşa çıkarılabilecek;
hatta içinde sermayenin toplumsal boyunduruğu ve burjuvazinin siyasi erki
aleyhine sonuçlar doğurma olasılığını da barındıran ters tepebilecek bir yol
olduğundan, çoğunlukla uygun konjonktürlerde, emeğin örgütsüz, en çare-
siz olduğu zaman ve mekânlarda kullanılır. Daha sürekli ve sıkça başvurulan
seçenek ise, emek üretkenliğini artıran yatırımlarla artı-değerin nispi olarak
yükseltilmesidir. ABD’nin yeni ve “sempatik” Başkanı Obama yaptığı ilk ko-
nuşmasında bu çetin meseleye de el atmıştı:42
Nereye baksak, yapılacak iş var. Ekonominin içinde bulunduğu durum
acil ve cesur eylem gerektiriyor ve biz yalnızca yeni işler yaratarak değil,
büyümenin yeni temelini oluşturarak hareket edeceğiz. Ticari faaliye-
timizi güçlendirecek ve bizleri birbirimize bağlayacak köprüler, yollar,
elektrik şebekeleri ve dijital hatlar inşa edeceğiz. Bilimi hak ettiği yere ka-
vuşturacağız ve teknolojinin harikalarını, sağlık hizmetlerinin kalitesini
artırmak; maliyetini düşürmek için kullanacağız. Güneşi, rüzgarı ve top-
rağı otomobillerimizin yakıt temininin ve fabrikalarımızın işletilmesi-
nin hizmetine koşacağız. Ve okullarımızı, kolej ve üniversitelerimizi yeni
çağın gereklerini karşılayacak biçimde dönüştüreceğiz. Bunların hepsini
yapabiliriz. Ve bunların hepsini yapacağız.

G20 Londra Zirvesi Öncesi Manzarayı Umumiye


G20 Nisan zirvesi öncesinde mali oligarşi ve temsilcileri, “krizin dibi görüldü”
iddiası ile geniş yığınlarda yaratmaya çalıştıkları iyimserliğin tersine, bütün çaba-
larını krizin sonun başlangıcı anlamına gelebilecek bir depresyona dönüşmesini
engellemek için yoğunlaştırıyorlardı. Kriz ise, büründüğü deflasyonist karakter-
le, şimdiden tüm zamanların ortalama resesyon süresini aşarak (Şekil 8) ken-
di doğal mecrasında derinleşiyordu. İşsizlik, geniş yığınların günlük yaşamında
kalıcı tahribatlara yol açarken, işsiz kalma korkusu onların çoktandır süreklilik
kazanmış olan gelecek kaygılarını daha da pekiştiriyordu.

42 Agy., (Vurgu bana ait)

165
Yaşayan Marksizm

Şekil 843

Sanayi üretiminde Ocak 2009’da en yüksek gerileme Japonya’da gerçekleşmişti:


-%30,8. ABD’deki gerileme -%10 olurken, Rusya ve Çin’de aynı rakam sırayla,
-%16 ve -%12,4 oldu.44 Avrupa’da da durum çok farklı değildi:
AB’de ortak para kullanan 16 ülkenin dahil olduğu Avro Bölgesi’nde
sanayi üretimi Ocak ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 17,3
geriledi. AB istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre, Ocak ayında
sanayi üretimindeki kayıp 27 üyeli AB’de ise yüzde 16,3 düzeyinde ger-
çekleşti. Ocak ayında sanayi üretiminin en hızlı gerilediği AB üyeleri yüz-
de 26,8’le Estonya, yüzde 23,9’la Letonya, yüzde 21,1’le İsveç, yüzde 21’le
Macaristan ve yüzde 20,2’yle İspanya şeklinde sıralandı. Sanayi üretimi,
Avrupa’nın en büyük ekonomileri Almanya’da yüzde 19,1, İtalya’da yüz-
de 16,7, Fransa’da yüzde 14,6 ve İngiltere’de yüzde 11,9 geriledi.45
Sanayi üretiminin temel hammadde girdilerinden olan çelik ve alüminyum üre-
timinde gerçekleşen Şubat ayına ait devasa gerilemeler ise bu durumun halen
sürdüğünü teyit ediyordu. Dünya çelik üretiminin %85’ini gerçekleştiren ve en
büyük 20 çelik üreticisinden 18’inin üye olduğu “Worldsteel Association”, Dünya
Çelik Birliği’nin verilerine46 göre, Şubat ayında ham çelik üretimi 84 milyon ton
gerçekleşerek bir önceki yılın aynı ayına göre %22 gerilemişti. Dünya alümin-
yum üretiminin %80’ini karşılayan “International Aluminum Institute”, Ulusla-
rarası Alüminyum Enstitüsü’nün verilerine47 göre ise, Şubat ayında 1,85 milyon

43 http://www.chartoftheday.com/20090403.htm?A
44 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/11176400.asp?gid=229 10 Mart 2009.
45 www.milliyet.com.tr 20 Mart 2009.
46 http://www.worldsteel.org/index.php?action=newsdetail&id=262
47 http://stats.world-aluminium.org/iai/stats_new/formServer.asp?form=1

166
Büyük Deprem Bir Bilanço

ton gerçekleşen alüminyum üretimi, geçen yılın aynı ayına göre %11,5’luk bir
gerilemeye işaret etmekteydi.
Sanayi üretiminde gerilemeye, başını Güney Afrika, İspanya, Türkiye ve
Belçika’nın çektiği iki haneye yükselmiş işsizlik rakamları eşlik ediyordu.48
Krizin kalbinin attığı ABD’de, 26 Mart 2009 tarihli verilere göre, 2008 son çey-
rekte GSMH, %6,3 gerileyerek 1982 ilk çeyreğinde yaşanan % 6,4 düşüşün ardın-
dan son çeyrek yüzyılın en hızlı düşüş oranı gerçekleştirmişti. Vergi sonrası şir-
ket karları bir önceki çeyrekteki 1.300,1 milyar$ olan düzeyinden %28,4 düşerek
931,2 milyar dolara gerilemişti.49
Tekellerin kârlarındaki gerileme, mali oligarşinin krizin faturasını küresel ölçek-
te geniş emekçi yığınlara yıkma çabalarına karşın önlenemiyordu. Bu duruma,
Wall Street’de New York borsasında işlem gören önde gelen 500 büyük şirketin
hisse başı kazançlarında son 75 yılın rekorunu kırarak gerçekleşen gerileme, çok
çarpıcı somut bir örnek oluşturuyordu. Tekellerin kârları, yine tekellerin doğayı
amansızca sömürüsünün neden olduğu küresel ısınma sonucu eriyen Himalaya
buzulları ile aynı kaderi paylaşıyor; hızla eriyordu! (Şekil 9)

Şekil 950

48 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/11185877.asp?gid=254 11 Mart 2009.


49 http://www.bea.gov/newsreleases/national/gdp/gdpnewsrelease.htm
50 http://www.chartoftheday.com/20090320.htm?A

167
Yaşayan Marksizm

Fed’in 18 Mart 2009 Kararları ve Geithner Planı


Fed’in elindeki mevcut iki silahın birincisinin (politika faizi) mermisi çoktan tü-
kendiğine göre, izleye geldiği kriz politikasında tutarlılığını bundan böyle dolar
basarak sürdüreceğini tahmin etmek zor değildi. Bu politikaların tek dayanağı
ise doların uluslararası rezerv para olma niteliğini koruyacağı varsayımıydı. Bu
doğrultuda 18 Mart 2009 tarihli FOMC (Federal Açık Piyasa Komitesi) toplantı-
sında çok önemli iki karar alındı:51
* Mortgage borçlanma ve konut sektörünü desteklemek amacıyla Fed’in bilan-
çosu genişletilerek (yani para basılarak) daha önceden kararlaştırılmış olan 500
milyar dolarlık varlığa ek olarak, 750 milyar dolarlık varlığa dayalı (mortgage-
backed) menkul kıymet satın alınacak, böylece bu yıl içinde bu varlıklardan top-
lam 1.25 trilyon dolarlık alım gerçekleştirilmiş olacaktı. Ayrıca, borç tahvillerin-
de 100 milyar dolarlık yapılacak ek alımla bu kalemdeki toplam satın alma 200
milyar dolara baliğ olacaktı.
** Piyasa koşullarını iyileştirmek için FOMC altı ay içinde 300 milyar dolara ka-
dar uzun vadeli Hazine tahvili alımı gerçekleştirecekti.
Kararların her ikisi de çok açık biçimde, “helikopter”52 Ben’in doların pimini çek-
mesi anlamına geliyordu. Ancak, alınan kararlarla banknot matbaasına yol veri-
lirken, beraberinde çok önemli bir manevra daha gerçekleştiriliyordu. ABD’nin
en büyük finansörü Çin, bu kararlarla rahatlatılıyor; bir taşla iki kuş vurulmak is-
teniyordu. Böylelikle, bu kararların hemen ardından 23 Mart 2009’ta açıklanacak
Geithner planının bekası yönünden ileride ihtiyaç duyulacak büyük borçlanma-
ların başarısı ve konumu giderek kötüleşen doların rezerv para olma niteliği te-
minat altına alınmaya çalışılıyordu. Epeydir 2 trilyon doların üzerinde gezinen53
Fed bilançosunu daha da şişirerek 4 trilyon dolarlara (ve belki de daha büyük
rakamlara) çıkartmak zorunda kalacak mali oligarşi için açıklanacak Geithner
planı ile birlikte girişilecek büyük hamlenin başarısının tek koşulu, dolar ege-
menliğinin devam etmesinden, bunun da öncelikle ABD’nin en büyük finansörü
olan Çin’le varılacak bir uzlaşmadan geçtiği açıktı. Önlerinde G20 zirvesi vardı
ve ABD zirveyi, Geithner planına makul bir süre tanınması için ikna etmek zo-
rundaydı. Ama artık ABD’nin yek başına esip gürlediği günler de mazi olmuştu.
Taze kaynağa kuvvetle ihtiyacı olduğu sırada, ABD’den tersine fon akışı başla-
mıştı. (ABD Hazine bakanlığı aylık verilerine göre, Ocak 2009’da ABD’den dışarı
148,9 milyar dolar fon çıkışı gerçekleşti54) Yaralarını sarmak ve hızla çözülmekte

51 http://www.federalreserve.gov/newsevents/press/monetary/20090318a.htm
52 2001 I. Çeyrek Sonu başlayan “resesyon”dan çıkıldığı resmi olarak henüz kesinleşmediği (NBER 17 Temmuz 2003’de
bittiğini açıklayacaktı) bir dönemde, Kasım 2002’de, yaşanmakta olan durgunluğun neden olacağı düşünülen olası
deflasyon tartışmaları içinde, M. Friedman’ın bir sözüne atfen, “deflasyonun gerekirse para basılıp, helikopterlerle
havadan dağıtılmak suretiyle üstesinden gelinebilecek bir olgu olduğunu” ileri sürdüğü konuşmasının ardından Ben
Bernanke’ye takılan lakap.
53 http://www.federalreserve.gov/releases/h41/ Kriz öncesi dönemde bilanço büyüklüğü 700-900 milyar dolar arasında
salınıyordu.
54 http://www.ustreas.gov/press/releases/tg57.htm

168
Büyük Deprem Bir Bilanço

olan hegemonyasını onarmak için zaman kazanması gerekiyordu. Uzlaşmak ve


gereksinim duyduğu bu kritik süre için ise belli ki ödün vermek zorundaydı. Bu
yüzden Fed kararları, öncelikle, Çin’in elinde bulunan yaklaşık 1 trilyon dolarlık
mortgage tahvilleri ve ABD Hazine kâğıtlarıyla birlikte 2 trilyon dolara baliğ olan
dolar rezervlerine verilen bir tür teminat niteliği taşıyordu. Çin ise mali oligarşi-
nin krizden çıkmak için Fed’in banknot matbaasını fazla mesaiye sokarak dolar
basmaktan başka çaresi kalmadığını görüyor, ABD hegemonyasına olan itirazı-
nı elindeki dolara endeksli varlıkların eriyeceği endişesi ile güçlendirerek daha
bir yüksek sesle dile getiriyordu. Daha 5 gün önce, Çin Başbakanı Wen Jiabao,
Londra G20 Maliye Bakanları ve Merkez Banka Başkanları toplantısında (13-14
Mart 2009, Londra) yaptığı konuşmada konuyla ilgili olarak şunları söylemişti:
Birleşik Devletlere çok yüksek miktarda borç verdik. Pek tabiidir ki var-
lıklarımızın güvenliği ile ilgiliyiz. Dürüst olmak gerekirse, açıkça bir parça
endişeliyim... ABD sözünü tutmalı, kredibilitesini korumalı ve Çin varlık-
larının güvenliğini teminat altına almalıdır.55
Ve Çin’e verilen teminatın ardından, 23 Mart 2009 Pazartesi günü, mali oligar-
şi ABD’de düğmeye bastı. “Geithner Planı” adıyla bilinen “Kamu-Özel Yatırım
Programı”nı, yüzyılın en utanmaz soygun planını açıkladı. Yakından incelendi-
ğinde krizle birlikte büyük zararlara uğrayan mali oligarşinin zararlarını Ame-
rikan halkı ile birlikte tüm dünya halklarına ödetme planı olduğu açıkça görüle-
cektir. Üstelik mali oligarşi daha da ileri giderek bu operasyon üzerinden ayrıca
kâr sağlamaya çalışmakta, kayda değer hiçbir risk üstlenmeden, bütün riski başta
Amerikan işçi sınıfı olmak üzere, dünya işçi sınıfına ve yoksul halkların üzerine
yıkmak istemektedir. Oligarşinin parlak çocuğu Geithner’in “parlak” planından
kimi satır başları şöyle:
...Hazine –Federal Mevduat Sigorta Fonu (FDIC) ve Fed ile birlikte- iyi-
leşme yönünde bizlere yardımcı olması için, sorunlu varlıklarla mücadele
başlığında, hane halklarına ve büyük-küçük işyerlerine kredi sağlama ve
finansal sistemimizin bilançolarını düzeltme çabasının bir parçası olarak
Kamu-Özel Yatırım Programı’nı açıklıyor.
Üç temel prensip: Özel yatırımcılardan ve Sorunlu Varlıklar Kurtarma
Programı (TARP)tan 75 ile 100 milyar dolar kullanılarak sağlanacak ser-
maye ile oluşacak Kamu-Özel Yatırım Programı, sorunlu varlıkları satın
almak için, zaman içinde 1 trilyon dolara genişleme potansiyeli olan 500
milyar dolar sağlayacaktır. Kamu-Özel Yatırım Fonu Programı şu üç
prensip çerçevesinde tasarlanmıştır:
1. Vergi mükellefinin ödediği her doların etkisini maksimum kılmak...
2. Riski ve karı özel sektörle pay etmek...

55 http://www.nytimes.com 14 Mart 2009

169
Yaşayan Marksizm

3. ...Sorunlu varlıklara hükümetin ederinden fazla ödememesi için özel


sektör yatırımcılarının birbirleriyle rekabetiyle sorunlu varlık fiyatının
oluşması...
... Bu yaklaşım, bankaların muhasebe defterlerinden sorunlu varlıkları za-
man içinde eritmelerini ummak, ya da doğrudan bu varlıkları hüküme-
tin satın alması seçeneklerinden çok daha iyidir. Basitçe, bankaların bu
varlıklardan zaman içinde kurtulacaklarını beklemek, Japon deneyimin-
de olduğu gibi, finansal krizin uzama riskini doğuracaktır. Diğer yandan,
eğer hükümet sorunlu varlıkların satın alımında tek başına hareket ederse
–hükümet temsilcilerinin varlıkların fiyatını belirlediği durumda vergi
mükelleflerinin fazla ödemesi biçiminde oluşacak ilave risk ile birlikte- bu
satın almaların bütün riski, vergi mükelleflerinin üzerine kalacaktır...56
Aynı açıklamada, konunun anlaşılabilmesi için, Geithner sorunlu kredilerin sa-
tın alınmasına bir de örnek verdi. Geithner’in örneği, FDIC’in gözetiminde ya-
pılacak açık artırmada sorunlu krediden muzdarip bir banka, 100 dolarlık bir
sorunlu varlığı satışa çıkardığında buna en yüksek 84 dolarlık teklif geldiği kabu-
lüne dayalı. FDIC bu teklife 1/6 kaldıraç oranıyla garanti verecekti. Böylelikle 12
dolarlık (12+12X6=84) Kamu-Özel Yatırım Programı özkaynağı yeterli olacak.
Teklifi veren “yatırımcı” 6 dolar koyarken, 6 dolar da Hazine verecek. Sonuçta
bankanın kasasına 84 dolar girer ve bankadaki hareketsiz varlık likidite kazanır-
ken, satın alınan kredi (ki öncelikle AAA notu almış olanlar değerlendirilecek)
söz gelimi 6 puan fazlasıyla (90 dolar) bir yıl içinde tasfiye edildiğinde veya elden
çıkarıldığında “yatırımcı” yıllık %50, kamu % 3,85 kazanmış olacak. Bir kayıp
durumunda ise bu örnekte yatırımcının riski 6 dolarken, kamunun riski 78 dolar
olacaktı. Ne kadar parlak ve “adil” bir plandı! Geithner verdiği örnekle şecaat arz
ederken gerçekte sirkatin söylüyordu!
Yinelenirse; mali oligarşi yönünden, Geithner’in bu son derece “adil” ve kendi-
si gibi “parlak” planının yürüyebilmesi, kredi aygıtının dişilileri yeniden dön-
meye başlayıncaya kadar doların en azından şimdiki yerini korumasına bağlı
görünüyor.

G20 Londra Zirvesi (2 Nisan 2009): Mola


Hiçbir resmi yaptırım gücü olmayan G20, 1990’ların sonlarında çeperlerde,
“yükselen piyasalar”dan başlayarak gelişmiş kapitalist merkezlere “teğet geçen”
küresel krizlerin ardından kurulmuştu. İlginçtir, ilk toplantıları haber niteliği
bile taşımaz, sadece ekonomi sayfalarında “adet yerini bulsun” tadında yayın-
lanırken, şimdilerde, alacağı kararlara kapitalistlerce “bat ya da çık” (G. Soros)
mertebesinde bel bağlanan, dünya pazarının vazgeçilmez bir organı haline gel-
miş, burjuva basının manşetlerini işgal etmeye başlamıştı. Krizin kazanmış oldu-

56 http://www.ustreas.gov/press/releases/reports/ppip_fact_sheet.pdf

170
Büyük Deprem Bir Bilanço

ğu küresel karakter, mali oligarşiye ve bütün kapitalistlere ister istemez, toplam


dünya hasılasının %90’ını, dünya ticaretinin % 80’ini gerçekleştiren ve dünya nü-
fusunun üçte ikisini temsil eden G20’nin liderler zirvesinden çıkacak kararlara
bel bağlatıyordu. Kısaca, dünya pazarı hükmünü icra ediyor, geriye kapitalistlere
yapabilecekleri tek şey kalıyordu: Ulûl-emre itaat etmek!
Zirve öncesinde, Harward’lı ekonomistlerden Kenneth Rogoff, mevcut durumu
şöyle özetliyordu: “Bir yandan O’nu (Obama’yı) ve Amerikan modelini eleştiri-
yorlar. Fakat hepsi de O’ndan bir mucizesi olduğunu işitmek istiyorlar.”57 Rogoff,
bu sözleriyle gerçekte mevcut paradigma yıkılırken, yeni paradigmanın henüz
şekillenmemiş olmasının yarattığı kaotik duruma işaret ediyordu. Gitmekte ola-
nın yerini, yeninin henüz alamadığı kaotik ortam, emperyalist hegemonyaya,
yaralarını sararak restorasyon amacıyla kullanabileceği fırsatlar veriyordu. Mali
oligarşinin selama durduğu ve birdenbire finansal piyasalarda bir bahar havasına
neden olan G20 Londra zirvesi kararları bir mucizenin değil deneyimli ev sahibi,
eski kurt İngiltere’nin sıkı bir mutfak çalışmasının eşlik ettiği böylesi kaotik bir
ortamın imkân verdiği geçici bir uzlaşmanın ürünüydü.
Zirve öncesi İngiltere’nin ustalıkla yürüttüğü mutfak çalışmasında, neredeyse
bütün teknik ayrıntılar ince bir diplomasi eşliğinde ilgili taraflara sızdırılmış, tar-
tışılması sağlanmıştı. Olası tüm tartışmalar önceden tüketilerek, zirvede yaşana-
cak ve giderek derinleşen krizle iyice kırılgan hale gelmiş mevcut yapının daha
derin bir komaya girmesine neden olacak türden bir sürprizin önüne geçilmek
istenmiş, bunda büyük ölçüde başarılı olunmuştu. Bu tartışma sürecinde çok
belirgin biçimde, zirveden beklentileri ile ayrışan üç tarafın varlığı öne çıkmış-
tı. Farklı beklentiler, aynı tarafları küresel krizden nasiplenme düzeyiyle tasnif
edebilmeye de olanak sağlıyordu. İlk grupta, krizin başladığı ve en çok hasarın
meydana geldiği ABD ve İngiltere yer alıyor, ikinci derecede tahribatın yaşandığı
alanın liderliğini yapan Fransalmanya ittifakı ikinci tarafı, krizin diğerlerine kı-
yasla “teğet geçtiği” Rusya-Çin ittifakı ise üçüncü tarafı oluşturuyordu. Tarafların
zirveden beklentilerini birer cümle ile özetlemek gerekirse şunlar söylenebilirdi:
• ABD-İngiltere, krizde mola hakkı kullanmak; enkaz temizleme ve yeniden inşa-
restorasyon faaliyetlerinin finansmanını temin etmek; bunun için hem zaman
kazanmak, hem de yeni kaynak yaratmak istiyordu.
• Fransalmanya ittifakı enkazın kaldırılması ve yeniden inşa-restorasyon faaliyeti-
nin finansmanına katkı yapmaya soğuk yaklaşırken, krizin bir daha yinelenme-
mesi adına, mevcut finansal yapının regülasyonu koşulu ile restorasyona olur
veriyordu.
• Rusya-Çin ittifakı, sistem içi yeni taleplerin sözcülüğünü yapıyor; masaya otu-
ranlar arasında şimdiye değin krizden en az hasar almış ve elinde sermaye gücü
en fazla taraf olarak, kendilerinden talep edilen finansman katkısını daha “adil”

57 http://www.nytimes.com/2009/03/29/washington/29global.html?_r=1&hp

171
Yaşayan Marksizm

bir paylaşım için daha “demokratik” bir katılım ve karar alma süreçlerini işlete-
cek reform şartına bağlıyordu.
G20 zirvesi beklentilerin üstünde bir uzlaşma görüntüsü içinde ve bir dizi somut
ekonomik önlemin açıklandığı zirve bildirisinin yayınlanmasıyla son buldu. Zir-
venin görünür sonuçları bildiriye yansırken, kimi önemli uzlaşmalar ikili görüş-
meler trafiği içinde karşılıklı verilen ve zamanın sınamasına bırakılan diplomatik
sözlerin içinde gizlendi. Zirve sonuç bildirisinde bütün taraflar memnun edil-
meye çalışılmış, görünürde ABD-İngiltere tarafı istediği molayı ve finansman
desteğini alarak en kazançlı taraf çıkmıştı:
(...) 2. ... Küresel bir kriz, küresel bir çözüm gerektirir.
3. ... Sürdürülebilir küreselleşmenin ve herkes için yükselen refahın kesin
dayanağı, piyasa prensiplerine, etkili düzenlemeye ve güçlü küresel ku-
rumlara dayalı açık bir dünya ekonomisidir.
4. ... Birlikte hareket ederek… dünya ekonomisini resesyondan çıkaraca-
ğız ve benzer krizlerin gelecekte tekerrür etmesini önleyeceğiz.
5. Bugün ulaştığımız anlaşmalarla, IMF kaynakları üç katına çıkarılarak
750 milyar dolara yükseltilmesi, 250 milyar dolarlık yeni SDR tahsis edil-
mesi, çok taraflı kalkınma bankalarına (MDBs) 100 milyar dolarlık ek
kaynak temin edilmesi, ticaretin finansmanına 250 milyar dolar destek
sağlanması ve yoksul ülkelerin ayrıcalıklı finansmanında kullanılmak üze-
re, IMF’nin altın satmasıyla sağlanacak ek kaynakla, dünya ekonomisinde
kredi, büyüme ve iş imkânlarının restorasyonu kapsamında toplam 1,1
trilyon dolarlık ek program oluşturulmuştur...
6. Üzerinde mutabakat sağlanmış, daha önce eşi benzeri görülmemiş,
mevcut istihdamı koruyacak veya milyonlarca yenisini yaratacak, aksi du-
rumda ise bir o kadarının tahrip olacağı, gelecek yılın sonunda 5 trilyon
dolara baliğ olacak, üretimde %4 artış sağlayacak ve yeşil ekonomiye ge-
çişi hızlandıracak mali bir genişleme yürütüyoruz... (...)
9. ... Bugün dünya ekonomisi için, uluslararası finansal kuruluşlarımız ve
finans ticareti üzerinden ek olarak 1 trilyon dolar ek kaynak üzerinde an-
laştık. (...)
17. ...yükselmekte olan ülkelerle gelişmekte olan ülkeleri desteklemek için
küresel finansal kuruluşlar aracılığıyla kullanılmaya hazır 850 milyar do-
lar ilave kaynak temini üzerinde anlaştık. (...)
20. Krizi yönetmeleri ve gelecekte krizleri önlemelerinde yardımcı olmak
için, finansal kurumlarımızın uzun erimli uygunluğunu, verimliliğini ve
meşruluğunu güçlendirmeliyiz. Böylece, kaynakların önemli oranda artı-
rılmasının yanında, bugün, üyelerine ve ortaklarına yüz yüze kalacakları
yeni meydan okumalarda yardım edebilmeleri için, uluslararası finansal

172
Büyük Deprem Bir Bilanço

kuruluşları modernleştirme ve reform kararı aldık. Onların faaliyet alan-


larında, küreselleşmenin yeni meydan okumalarına ve dünya ekonomisin-
deki değişimlere tepki verecek biçimde yönetimlerinde reform yapacağız
ki böylece, yoksul olanlar da dahil, yükselen ve gelişmekte olan ülkeler
daha fazla temsil ve söz hakkına sahip olsunlar... (...)
22. Dünya ticaretindeki büyüme yarım yüzyıldır refahın yükselişine kat-
kıda bulundu. Fakat şimdi son 25 yıldır ilk kez geriliyor. Ticari kredilerin
gerilemesi ve gelişen korumacılık eğilimleri yüzünden düşen talep daha
da kötüleşiyor. Dünya ticaretini yeniden canlandırmak küresel gelişme-
nin restorasyonu için esası oluşturuyor. Önceki dönemlerin tarihsel ko-
rumacılık yanlışını tekrarlamayacağız... (...)
23. Doha Kalkınma Gündemi’nin acil olarak gereksinim duyulan başarılı
ve dengeli bir sonuca ulaşmasını bekliyoruz. Bu, küresel ekonomiyi yıllık
en az 150 milyar dolar etkileyecektir... (...)
27. Mali destek programlarıyla fonlanan yatırımların esnek, sürdürülebilir
ve yeşil bir iyileşmeyi inşa etmek amacına uygun olarak en iyi şekilde kul-
lanılması kararını aldık. Temiz, yenilikçi, kaynak verimliliğini esas alan,
düşük karbon teknolojilerine ve altyapıya geçiş yapacağız. Çok taraflı
kalkınma bankalarını (MDBs) bu hedeflere ulaşmakta rol almaları için
teşvik edeceğiz...
28. Geri döndürülemez iklim değişikliği tehdidine karşı sorumluluklar-
da farklılığı gözeten bir ortaklık prensibine bağlı olarak dile getirdiğimiz
taahhütlerimizi ve Kopenhag’da Aralık 2009’da toplanacak BM İklim De-
ğişikliği konferansında bir anlaşmaya ulaşmayı yeniden teyit ederiz...58

Zarlar Hileli!
Burjuvazi kumarı seviyor, ama kumarda hile yapmayı daha çok seviyor. En son
numarası da Fed, ABD Hazinesi ve FDIC’ın birlikte yürüttükleri ve bir süredir
kapitalistleri oyalayan “banka stres testi” adını verdikleri manipülasyon oldu.
Manipülasyon sermaye piyasalarında kapitalistlerin kendi aralarında koydukları
kurallara göre bağışlanmaz bir suçtur. Ama eğer manipülasyon, sistemin egeme-
ni mali oligarşinin tepelerinden yürütülüyorsa suç olmaktan çıkıyor; kapitalistler
için kısa süreli de olsa bir umuda,ama sahte bir umuda dönüşebiliyordu. Sah-
te baharın yaratacağı “öforya” geçici olacaktır, üstelik ardından sisteme yönelik
daha büyük bir güvensizliği tetikleme riski de cabası! Ah O kahrolası altın açlığı
yok mu? Bütün suç onun!
“Stres testi” mali oligarşinin, sistemin en zayıf halkasını tahkim ve dışa dönük
bir “aslında mesele abartılıyor, söylendiği gibi değil, işler yolunda ve kontrol
altında” yanılsaması yaratmak amacıyla yaptığı makyajdan ibarettir. Testin açık-

58 http://www.g20.org/Documents/g20_communique_020409.pdf (Vurgu bana ait)

173
Yaşayan Marksizm

lanan amacı, aktifleri 100 milyar doların üstünde olan bankaların, içinde 2009 ve
2010 yıllarına dair büyüme, konut fiyatlarında değişim ve işsizlik oranları öngö-
rülerinin bulunduğu biri görece “iyi” ve birincil, diğeri ise “kötü” ve ikincil se-
naryo koşulları altında (Tablo 3), sermaye yeterliliklerinin sınanması; böylelikle
aralarında dünyanın en büyük finans devlerinin de bulunduğu 19 bankaya dair
“söylentilerin” yerini “gerçeklerin” almasını sağlamaktı. Asıl umulan ise, testi,
beklentilerin ötesinde “iyi” çıkacak sonuçlarından hareketle, sermayeye göre
krizden çıkışın zorunlu ön koşulu ve şu sıralar paha biçilmez değerde olan bir
güven ortamının yaratılmasına aracı kılmaktı.

Tablo 3
Ana Kötü
Senaryo Senaryo
Büyüme (%)
2009 -2 -3.3
2010 2.1 0.5
Konut fiyatlarında değişim (%)
2009 -14 -22
2010 -4 -7
İşsizlik oranı (%)
2009 8.4 8.9
2010 8.8 10.3

Ve 7 Mayıs 2009’da ABD Hazine Bakanı Timothy Geithner, en kötü senaryoda


dahi, beklentilerin ötesinde “iyi” sonuçlar alındığını açıkladı. Buna göre, top-
lam 12,144 trilyon dolar toplam aktifleriyle ABD kredi piyasasının %75’ine sahip
olan 19 bankaya uygulanan stres testi, sadece 10 bankada toplam 74,6 milyar
dolarlık yeni sermaye gereksinimi doğurmuştu. Şimdiye değin yalnızca ABD’de
açılan kurtarma paketleri, verilen güvencelerin 11 trilyon doları aştığı göz önüne
alınacak olursa, 75 milyar dolar devede kulaktı. Sonuçlar öncelikle haberi satın
alan sermaye piyasalarını, borsaları ateşleyerek pazarın dört bir yanına sahte bir
bahar havasının yayılması için yeterli oldu: “Dip görüldü! dönüş başladı; krizden
çıkılıyor!”. Borsaların yanında emtia piyasalarında ve petrol fiyatında yukarıya
doğru başlayan hareketlenme ise dipten dönüldüğüne dair algıyı pekiştiriyordu.
Gerçekten, sadece AIG’nin kurtarılması için 200 milyar dolar para harcanmışken
neredeyse sistemin tamamına yönelik riskin 75 milyar dolar olarak saptanması
iyiden de öte, mükemmel bir sonuçtu. Üstelik bu sonuç, söylentilerin ötesin-
de “gerçek” verilere dayanarak, mali sermayenin lokomotifi üç “saygın” kuru-
luş tarafından yürütülen titiz bir çalışma sonucu elde edilmişti. Yani oldukça
“güvenilir”di.

174
Büyük Deprem Bir Bilanço

Geithner test sonuçlarını açıklarken, ayrıntılara dair şu bilgileri vermişti:


1. “En kötü senaryo”ya göre 19 Bankanın 2009 ve 2010 yılı toplam kayıpları
599,2 milyar dolar olacaktı.
2. Aynı bankaların toplam riskinin % 9,1’ine karşılık gelen bu oranın büyük bu-
nalımın 30’lu yıllarındakini aşıyor olması testlerin ne kadar “titiz”likle yürü-
tüldüğünün bir kanıtıydı.
3. Bu toplam içinde ilk sırayı 185,5 milyar dolarla mortgage kaynaklı risk alır-
ken, ikinci sıra 99,3 milyar dolarlık büyüklükle ticari kredilerin olacaktı. “En
kötü” senaryoya göre iki yıl içinde gerçekleşmesi öngörülen toplam kaybın
%70’ini 322 milyar dolarla mortgage ve tüketici kredileri (kredi kartları dahil)
oluşturuyordu.
Ancak, sıcağı sıcağına, Geithner’in açıklamasının hemen ardından, Wall Street
Journal gazetesi, stres testini yürüten pek “saygın” kuruluşların saygıdeğerliğinin
sorgulanmasına yol açacak bir iddayı ortaya atmıştı bile: “Citigrup’un 50 milyar
dolarlık açığı bir gecede yapılan bir değişiklikle 5,5 milyar dolara düşürüldü”59. Bu
ve benzeri iddialar, stres testi ile yapılmak istenenin “gerçekleri” ortaya çıkarmak
değil, aksine gizlemeye yönelik bir makyaj olduğu kuşkusunu kuvvetlendirdi.
Burjuvazi hile yapmış, gerçekleri makyajla kapatmaya çalışmıştı. Ama gerçekler
direngendi, mızrak çuvala sığmıyordu:
• IMF’nin gelecek senaryosu Geithner’inkinden daha yumuşak olduğu halde IMF,
olası riskler karşısında ABD’li bankaların 275-500 milyar dolar ek sermaye ge-
reksinmesi olacağını öngörüyordu.60
• ABD Bankalarındaki toksik varlıkların tutarı 4 trilyon dolar civarında olduğu
biliniyordu ve bunun önemli bir kısmı mortgage esaslı varlıklardı. Buradan ba-
kıldığında Geithner’in test sonuçlarında yer alan 185,5 milyar dolarlık mortgage
kaynaklı risk hiç de gerçekçi değildi.
• Bankaların varlıkları saptanırken “marked to market”, yani mevcut piyasa koşul-
larını göz önünde bulunduran kurallara göre değil, onun esnetilmiş haline göre
değerlendirme yapılmış olması, bankaların gerçek varlıklarını, dolaylı olarak da
test sonuçlarını kuşkulu kılıyordu.
• Son açıklanan işsizlik verileriyle61 Geithner’in 2009 için “en kötü” senaryo de-
ğerinin (%8,9) daha yılın yarısında aşıldığı (%9,5) anlaşılıyordu. Yıl sonuna ka-
dar en iyimser tahminle, işsizler ordusuna 1-1,5 milyon kişinin daha katılacağı
düşünülürse, işsizlerin sayısının 15 milyonu, işsizlik oranının da %10’u aşacağı
anlaşılır. Bu bile banka stres testinin mali sermayenin kendi stresini dağıtmak
için giriştiği bir oyundan ibaret olduğunu göstermeye yeterlidir.

59 “ U.S. Banks Won Concessions on Tests” WSJ, 9 Mayıs 2009.


60 IMF “World Economic Outlook” Nisan 2009, s.xvii
61 US Bureau of Labor Statistics, http://www.bls.gov/news.release/empsit.nr0.htm, 2 Temmuz 2009

175
Yaşayan Marksizm

BRIC Yekaterinburg Zirvesi (16 Haziran 2009), G8 L’aquila Zirvesi (8-10


Temmuz 2009)
BRIC ülkeleri, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin dört ülke birlikte dünya nü-
fusunun % 40’ını oluşturuyor. Dünya ekonomisindeki payları her geçen yıl ar-
tarak 2008 yılı dünya hasılasının %14,73’üne62 ulaşmış. İlk resmi zirvelerini bu
yıl, Rusya’da gerçekleştirdiler. G20 Londra zirvesinde alınan kararların yerine
getirilmesi çağrısı yaptıkları zirve sonuç bildirisinde en çarpıcı bölüm şöyle:
…yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerin uluslararası finans kurumla-
rında daha çok söz ve temsil hakkı olmalıdır. Bu kuruluşların başkan ve
yöneticileri açık, şeffaf ve liyakat gözeten bir seçim yöntemi ile tayin edil-
melidir. Ayrıca kararlı, öngörülebilir ve temsil yeteneği yüksek bir ulusla-
rarası parasal sisteme güçlü bir gereksinim duyulduğuna inanıyoruz.63
Böylece küresel işbölümünün hammadde enerji ve ucuz işgücü ordusunu oluştu-
ran BRIC ülkeleri bir kere de kendi zirvelerinde dünya kapitalist sisteminin mev-
cut işleyişine şerh koyarak, yeni oluşan güçler dengesi ile uyumlu pay istediler.
G8 Temmuz zirvesi, G20 Londra zirvesinde verilmiş molanın gölgesinde sakin geç-
ti. G20 Washington ve Londra kararlarının savunulduğu zirvede, iklim değişikliği
başlığına ve yoksul ülkelerin sorunlarına karşı gösterilen yakın alaka, mali oligar-
şinin sermaye piyasalarından pompaladığı pembe tablo ile oldukça uyumluydu.
Çok laf üretildi ve bolca havanda su dövüldü. Zirveden geriye akıllarda Birleşmiş
Milletlerin Aralık 2009’da Kopenhag’da düzenleyeceği konferansa taşınmak üzere
öne sürülen oldukça iddialı hedefler ve yoksulluğun, açlığın önüne geçmek için
toplanacağı söylenen 20 milyar dolar kaldı.64 Bunlara bir de Berlusconi’nin ev sahi-
bi sıfatıyla konuklara dağıttığı çeşitli hediyeler arasında geleceğin ABD-AB birliği-
nin simgesi olarak tasarlanmış sembolik para “eurodolar”ı eklemek gerekiyor.

V’mi, U’mu, Yoksa L’mi?


Burjuvazi, hile dâhil her türlü yol ve yöntemi deneyerek, krizin dibinin görüldü-
ğünü ve öncü göstergelerin de gösterdiği gibi(!) bir “V” dönüşünün başladığına
inanmak, inandırmak istiyor. Aslına bakılacak olursa, biraz daha sancılı olan U
dönüşüne bile razılar! Çünkü olası bir L formasyonu burjuvaziye bir kâbus gibi
geliyor. Bu yüzden koşulların krizde dip görülse bile bir dönüşün hemen gerçek-
leşmeyeceğine, ucu belirsiz bir L formasyonunun gerçekleşmesinin giderek daha
büyük bir olasılık olduğuna işaret ediyor olması, mali sermayeyi kendisini aldat-
maktan başka bir işe yaramayacağı en başından belli olan hilelere itiyordu.
Mali sermayeyi bu denli çaresizliğe sürükleyen tabloyu ağırlaştıran nedenler,
ağırlık derecesine göre sıralanırsa:

62 http://siteresources.worldbank.org/DATASTATISTICS/Resources/GDP.pdf
63 http://www.kremlin.ru/eng/text/docs/2009/06/217963.shtml
64 http://www.g8italia2009.it/static/G8_Allegato/Chair_Summary,1.pdf , “Chair’s Summary”, G8 L’aquila zirvesi, 8-10
Temmuz 2009

176
Büyük Deprem Bir Bilanço

1. Mevcut kriz bir uzun dalga krizidir ve sermayenin yeniden üretim döngüleri
ancak ortalama kâr hadlerinde radikal bir sıçramanın gerçekleşmesine bağlı.
Her ne kadar “yeşil enerji” imasıyla, mevcut sanayi altyapısında bir değişime
gidileceğinden söz ediliyorsa da bu değişimin ortalama kâr hadlerinde yeni
bir cazibe yaratıp yaratmayacağı henüz belirsiz. Sanayi altyapısında böylesi
bir değişimin kütlesel ölçekte başarılıp başarılamayacağı da konjonktürel ne-
denlerle oldukça şüpheli görünüyor.
2. Kriz ile ABD hegemonyasının çözülüş süreci içiçe geçmekte, hegemonyanın
çözülüşü krize özgün rengini vererek bu çözülüşün bir tezahürü olarak geliş-
mesine neden olmaktadır. Gerek iç kenetlenme düzeyinde yaşanan gelişme
ile ivme kazanan pazardaki yapısal değişime, gerekse de yükselmekte olan
yeni güçlerin “eşit ve daha demokratik” yeniden paylaşım taleplerine yanıt
verecek yeni bir hegemonyanın henüz tarif edilememiş olması, vadesi belir-
siz kaotik bir döneme kapı aralıyor.
3. IMF’nin, Dünya Bankasının ve OECD’nin son tahminlerine göre dünya eko-
nomisi 2009’da küçülecek. Bütün gelişmiş kapitalist merkezlerdeki gerile-
menin dünya ortalamasının çok üstünde gerçekleşmesi bekleniyor. Dünya
ortalamasını yükselten65 Çin’in beklenen büyüme oranı %6,5 ve bilindiği gibi
%8’in altındaki büyümeler mevcut istihdam oranını ancak koruduğu için bu
oran gerçekte bir gerileme anlamını taşıyor. (Tablo 4).

Tablo 4
2009 BÜYÜME TAHMİNLERİ66

4. En Ufak bir pozitif eğilim abartılıyor, arka plandaki kötüye gidiş örtbas edil-
mekte ve sürekli zorlama bir bahar havası yaratılmaya çalışılıyor. ABD’de son
açıklanan Haziran perakende satışlarının bir önceki aya göre %0,6 yükselme-
si de böyle değerlendirildi. “Kâbus bitmiş, yükseliş başlamıştı”. Oysa abartı-
lan verinin yer aldığı raporun itibar edilmediği bölümünde bir yıl öncesine
göre, yani ilan edilmiş resesyonun devam ettiği koşullara göre tüketimin %9
daraldığı belirtiliyordu (Şekil 10). Bu veri, aynı zamanda kriz patladığından

65 Mevcut halde Çin’in %8’lik büyümesinin dünya ekonomisine en fazla +%0.5 etkisi var. Çünkü Çin henüz Dünya
toplam hasılasında %7’lik bir paya sahip.
66 Mahfi Eğilmez, “V Tipi Çıkış Yok”, Radikal, 30 Haziran 2009

177
Yaşayan Marksizm

bu yana onca pompalanan likiditenin tüketime yönelmediğini, tam tersine


yarın endişesine kapılan yığınların ellerine geçeni biriktirmeye başladığını
gösteriyor. Mayıs 2009’da kişisel tasarruf oranının %6,9’a yükselmiş olması
bu gerçeği doğruluyor (Şekil 11).

Şekil 1067

Şekil 1168

5. Çin, G20 ile verilen molayı doların egemenliğini fiilen kırmak için başlattığı
çabaları yoğunlaştırmakta kullanıyor. Çin Merkez Bankası (People’s Bank of
China), G20 Londra liderler zirvesinin hemen arifesinde Arjantin’le, iki ülke
arasındaki ticarette kullanılmak üzere 10 milyar dolarlık bir swap anlaşması

67 U.S. Census Bureau, “Advance Monthly Sales for Retail Trade and Food Services June 2009”,14 Temmuz 2009,
http://www.census.gov/cgi-bin/briefroom/BriefRm
68 “Federal Reserve Bank of St. Louis”in http://research.stlouisfed.org sitesinden alınmıştır. Grafikte taranmış alanlar
NBER (National Bureau of Economic Resarch) tarafından belirlenmiş durgunluk dönemleridir.

178
Büyük Deprem Bir Bilanço

yaptı. Buna göre, Arjantin’in Çin’den satın alacağı mallarda kendisine ta-
nınan bu olanakla yuan kullanacak, halen uluslararası rezerv para olan do-
lar “by-pass” edilmiş olacaktı. Böylece Çin, Rusya’nın da desteğini alarak,
Kasım 2008 G20 Washington zirvesinin hemen ardından başlattığı, dolar-
yuan takası anlamına gelen bir dizi swap anlaşmasına, Latin Amerika’nın
krizden bir hayli etkilenmiş ülkelerinden Arjantin’i de ekledi. Daha önceki
anlaşmalar genellikle Çin’in sınır komşusu ya da Rusya’nın hinterlandın-
daki ülkelerden oluşurken, son anlaşmada Çin’le önemli bir ticaret ilişkisi
olmayan Arjantin’in seçilmiş olması ve anlaşmanın zamanlaması, işlemin
kendisinden çok, Çin’in ABD’nin arka bahçesinden seslendirdiği mesajı öne
çıkarıyordu. Çin Merkez Bankası’nın bu amaçla yapmış olduğu swap anlaş-
malarının toplamı, son anlaşmayla birlikte, 650 milyar yuana (yaklaşık 95
milyar dolar) ulaştı. Kendisi ile anlaşma yapılan ülkeler, anlaşma tarihleri
sırasına göre şöyle: Kore (180 milyar yuan, 12 Aralık 2008), Hong Kong (200
milyar yuan, 20 Ocak 2009), Malezya (80 milyar yuan, 8 Şubat 2009), Be-
yaz Rusya (20 milyar yuan, 11 Mart 2009), Endenozya (100 milyar yuan, 23
Mart 2009) ve Arjantin (70 milyar yuan, 29 Mart 2009).69 Çin Merkez Ban-
kasının web sitesinden, bu politikanın başka ülkelerle yapılacak benzer an-
laşmalarla yaygınlaştırılarak sürdürüleceği anlaşılıyor. Çin, kriz ortamında
haklı gerekçelere (daralan dünya ticaretini canlandırmak, likiditeye katkıda
bulunmak vb.) dayandırarak sürdürdüğü bu eylemiyle doların altını fiilen
oyuyor. Nisan’dan başlayarak son zamanlarda gerek Petrol, gerekse de emtia
piyasalarında hissedilen kıpırdanma, mali sermayenin sözcülerinin yorum-
ladığı gibi bir dipten dönüşün işaretleri değil, daha çok Çin’in bu çabasının
bir başka ürünüdür. Krizin başından bu yana elindeki büyük dolar rezervi-
ni çeşitlendirmeye çalışan Çin, başlangıçta 450 ton olan altın stoğunu 960
tona70 çıkarmakla kalmadı; altın stok hedefinin 5000 ton olduğunu söyledi.
Çin elindeki dolarları sadece altınla değiştirmiyor, hızla petrol ve hammadde
stoklayarak, halen görece yüksek değerini koruyan doları oldukça ucuzlamış
hammadde ve enerji girdileri ile değiştiriyor. Nisan ihracatının %22,4 düş-
mesi, Mart ayında %8,3 büyüyen sanayi üretiminin Nisan’da % 7,3 gerilemiş
olması, Çin’in hammadde talebinin esasının, rezervini hammadde ve enerji
girdi stoğu ile çeşitlendirmek isteğinden kaynaklandığını gösteriyor.
6. ABD’nin açıkladığı kurtarma paketleri ve verdiği güvenceler dolayısıyla
önümüzdeki dönemde borçlanma gereksinimi artıyor. Kaçınılmaz olarak bu
durum bono ve tahvil faizleri üstünde bir basınca neden oluyor. Bunun ilk
işareti ABD Hazinesinin 7 Mayıs Perşembe günü gerçekleştirdiği 14 Milyar
dolarlık borçlanma ihalesinden geldi. ABD 10 yıllık Hazine tahvillerinin faizi
son altı ayın en yüksek seviyesi olan %3,27’ye yükseldi. Sadece ABD Hazinesi
değil, diğer gelişmiş kapitalist ekonomilerin de borçlanma ihtiyacı giderek

69 http://www.pbc.gov.cn/english/detail.asp?col=6400&id=1299
70 http://www.pbc.gov.cn/english/diaochatongji/tongjishuju/gofile.asp?file=2009S09.htm

179
Yaşayan Marksizm

artıyor. Alman bankalarının toksik varlık miktarının 1,1 trilyon doları bul-
duğu öne sürülüyor. IMF tahminlerine göre, 2009 ve 2010’da Avrupa ban-
kaları olası kayıplardan ötürü, 475-950 milyar dolar; İngiltere bankalarıysa
125-250 milyar dolar ek sermayeye ihtiyaç duyacaklar71. Bütün bu ihtiyaçlar,
faizler üzerinde basınç yaratırken dolaylı olarak mortgage faizlerini de yük-
seltecek ve konut fiyatlarında ilave düşüşlere yol açarken, tüketici talebini,
yeni yatırım kararlarını etkileyecek; durgunluğu körükleyecektir.
Veriler önümüzdeki dönemde tapınaklarına doluşmuş, dizleri üstüne çökmüş ve
Tanrıya “L”nin bacağını kısa tutması için yakaran kapitalistler enflasyonu yaşa-
nacağını haber veriyor. Tıpkı şimdilerde tanık olduğumuz sahte bahar havasının
sarhoşluğuyla dans etmeye borsa salonlarına doluşanların yarattığına benzer bir
enflasyona…

II

Dördüncü Uzun Dalga

Uzun Dalgalar Kuramı Spekülasyondan mı İbarettir?


Kapitalist gelişmenin uzun dalgaları ilk kez 1920’lerin başlarında N. D. Kond-
ratiyev tarafından ileri sürüldüğünden “Kondratiyev Döngüleri” olarak da bi-
linir. Akademik bir iktisatçı olan Kondratiyev geçici hükümette Kerensky’nin
Gıda Bakanıydı. Sonradan “Kızıl Profesör” olarak ünlenmiş olsa da Marksist
değildi.72 Bu faktör, Kondratiyev’in trajik sonu,73 uzun dalgalar bahsinin öncelik-
le Troçki’nin ilgisine mazhar olmakla kalmayıp burjuva iktisatçıların da iştahını
kabartması, hepsi birlikte geleneksel komünist hareketin ana gövdesinin konuya
uzak durmasına neden olmuştur.74 Bu yüzden kuramı geliştiren de ironik olarak
karşı duruş sergileyen de Troçkist eğilim olmuştur.
Kondratiyev’in kapitalizmin evriminde gözlemlediği ve bilinen sanayi çevrimle-
rinden oldukça uzun (ortalama 50 yıl) özgün gelişme evrelerini, yeniden ölçek-
lendirdiği sanayi çevrimlerinden hareketle açıklamaya çalışması75, “biçimcilik”
eleştirilerini76 haklı kılar. Ama aynı eleştiri kapitalizmin evriminde, genel karak-
terini kapsadığı sanayi çevrimlerine yansıtan; birbirinden sadece sermaye biri-
kim sürecinin özgünlüğü bağlamında salt “ekonomik” olarak değil, “siyasal” ve
“kültürel” olarak da kesin olarak ayırt edilebilen tarihsel evrelerin varlığını orta-
dan kaldırmaz. Sınıf savaşımında isabetli öngörülerin yeri ve değeri ortadayken,

71 IMF “World Economic Outlook” Nisan 2009, s. xvii-xviii


72 Alan Woods, “Marksizm ve Uzun Dalgalar”, http://www.marxist.com/languages/turkish/longwaves.html
73 A. Woods, agm.
74 E. Mandel, age., s.11
75 E. Mandel, age., s.32
76 A. Woods, agm.

180
Büyük Deprem Bir Bilanço

söz konusu evrelerin ortak dinamiklerinin soyutlamasının bu bağlamda sunaca-


ğı olanağa sırt çevirerek olgunun yalın saptamasıyla yetinmek anlaşılır değildir.
Alan Woods’un bu olanağı ve ihtiyacı görmediğini söylemek, onun Kondratiyev
eleştirisine verilecek aşırı kolaycı bir yanıt olacaktır. Gariptir ama ne yazık ki onun
eleştirisi daha da basit bir özürle maluldür. Woods’un Kondratiyev eleştirisine,
Mandel’e karşı takındığı ve husumete kadar vardırdığı tutumun gölgesi düşer.
Kondratiyev’in saptadığı olgunun açıklamasını Marksist bir zemine yerleştirerek
uzun dalgalar bahsini ekonomi politiğin egemenliğinden kurtararak kapitalist
gelişmenin dönüm noktalarına yönelik daha isabetli öngörüler yapabilmenin
önünü açan Mandel’in katkısı hazmedilememiştir. Woods gibi yetenekli birini
yerinde bir biçimcilik eleştirisinin ötesine gitmekten alıkoyan, kendisinden önce
bu işin Mandel tarafından yapılmış olmasıdır. Bizzat yaptığı eleştiriler, gerçekte
bu bahiste bir soyutlamanın gereğine zımnen işaret eder ki bu da Woods’un ko-
nuyla kendisi arasında ördüğü duvarın öznel, zayıf temelini ortaya koyar:
…kapitalizmin geniş tarihsel dönemlerinin varlığını güçlü bir biçimde
akla getiren belli göstergeler mevcutsa da, Kondratiyev’in sözünü etti-
ği anlamda “uzun dalgaların” varlığı asla ispatlanmamıştır ve ileri sürül-
dükten üç kuşak sonra bile hâlâ spekülasyon aleminde durmaktadır. (…)
Kapitalist gelişmenin geniş dönemlerinin belirlenmesi, açıkça, yeterince
istatistiksel verinin bulunmasına bağlıdır… Sorun, Kondratiyev’in çok
sınırlı verilerden son derece geniş bir tarihsel genellemeye gitme çaba-
sıdır. (…) Kondratiyev’in kullandığı anlamda uzun çevrimlerin varlığı-
nı kanıtlamaya yetmeyeceği aşikârdır. Aslında bunu yapmanın tek yolu,
bir çevrimin diğerini oluşturduğu kesin mekanizmayı kanıtlamak olurdu.
Burada bir çeşit iç düzenleyici olmalıdır. Bu nokta açıklığa kavuşturul-
mazsa, tüm uzun iktisadi dalgalar fikri bir tarihsel süreç mistifikasyonuna
indirgenmiş olur. (…) Ama başka bir anlamda, Kondratiyev’in yaratıcı
beyni, tarihsel süreci kavramamıza yardımcı oldu. O, kendine has özellik-
lere sahip tarihsel dönemlerin varlığına dikkat çekiyordu. Bu, daha fazla
araştırmayı hak eden her türlü sonuca gebe, zekice bir çıkarsamadır…77
Aynı yerde, Mandel’e yönelttiği pek çok benzer eleştiriden aşağıya aktarılan iki
pasaj Woods’un Kondratiyev eleştirisinde asıl hedefini göstermeye yeterlidir:
Biçimci teorilerin büyük avantajı, insanı düşünme gereğinden kurtarma-
larıdır. Mandel, Kondratiyev’in tezini, kapitalizmin savaş sonrası uzun
yükselişini açıklamak için kullandı. Aynı şekilde 1973-74’te başlayan son-
raki krizi “açıklamak” için de onu kullandı. (…) Mandel şu gerçeği gözden
kaçırdı: pek çok burjuva iktisatçısının Kondratiyev’in “uzun dalgalar”ını
heyecanla kabullenmesinin nedeni, bu teori doğru olduğu takdirde, ka-
pitalizmin bir çevrimden diğerine geçerek sonsuza dek yaşamaması için
hiçbir sebep olmamasıydı. Eğer bir alçalış söz konusuysa, endişeye gerek

77 A. Woods, agm. (Vurgu bana ait)

181
Yaşayan Marksizm

yok, zira sonunda uzun bir yükseliş onu izleyecektir. Dahası, yapacak
bir şey olmadığından, işçi sınıfının kemerlerini sıkıp edilgen biçimde bir
sonraki “dalga”nın getireceği güzel günleri beklemekten başka seçeneği
yoktur…78
Başlı başına uzun dalgaların eleştirisine ayırdığı uzun makalesinde, çok çeşitli
örneklerle yinelediği “biçimcilik” eleştirisinin hakkı teslim edildiğinde ise geriye
eleştiri hanesine yazılabilecek yalnızca iki iddia kalır:
* Kapitalist gelişmenin tarihini uzun dalgalar halinde özgün gelişme evrelerine
ayırabilmek için eldeki verilerin yetersizliği.
** Uzun dalgaları iddia olmaktan çıkararak teori düzeyine yükseltecek olan bir
dalgayı diğerine bağlayan bir çeşit iç düzenleyici mekanizmanın yokluğu.
Woods’un ilk iddiası bilginin yeterince toplanmadığı ve paylaşılmadığı geçmiş
dönemler için kısmen geçerli olabilirdi. Ancak günümüzde geçersizdir. Bu yazı-
nın girişinde, Şekil 1’de yer alan ve belli başlı kapitalist merkezlerde 1855-2005
yılları arasında kâr oranlarının 10 yıllık hareketli ortalamasının değişimini gös-
teren grafikler Woods’un iddiasını çürütmektedir. Grafikler kapitalizmin genel
kabul görmüş tarihsel evreleriyle çakışmakta, özellikle de Mandel’in ilgili çalış-
masındaki verileri doğrulamaktadır. Söz konusu grafiğin yer aldığı makalede79 ve
makale yazarlarından Minqi Li’nin daha sonra yayınladığı “Yükselen Çin ve Ka-
pitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü” kitabında yer alan kaynakların paylaşıldığı
bölümler80 Woods’un iddiasının aksine, artık günümüzde konuyla ilgili oldukça
zengin bilimsel bir veri tabanının olduğunu gösterir.
İkinci iddiaya Mandel, bir uzun dalganın yükseliş evresinin tükenmesini endo-
jen (içsel), yeni bir yükseliş evresinin başlamasını ise eksojen (dışsal) dinamik-
lerle açıklayarak81 yanıt verir. Her iki dinamik de -birincisi doğrudan, ikincisi
dolaylı- ortalama kâr oranlarına bağlı olduğundan, uzun dalganın iç düzenleyici
mekanizmasının ortalama kâr hadleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü
Mandel’e göre, yeni bir yükselişi başlatan eksojen faktörler de sonrasında kapita-
list hareketin yasalarına tabi olurlar:
Kilit dönüm noktalarına, her ne kadar açıkça, dışsal/eksojen /iktisat dışı
faktörlerin yol açtığını söylediysek de, bunlar bilahare, kapitalist hareket
yasalarının iç mantığıyla açıklanabilen dinamik süreçler yaratırlar.82
Woods’un Kondratiyev’e “biçimcilik” eleştirisini yöneltirken zımnen oluşturdu-
ğu ihtiyaçların yanıtı ise toptan karşılığını Mandel’in uzun dalgalar tanımında
bulur:

78 A.Woods, agm.
79 Minqi Li, Feng Xiao, Andong Zhu, agm., s.16-20
80 Minqi Li, “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü”, Epos Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2009, s.182-
188
81 E. Mandel, age., s.53
82 E. Mandel, age., s.29

182
Büyük Deprem Bir Bilanço

Uzun dalgalar, tarihsel gerçeklikleri, kapitalist üretim tarzının topyekûn


tarihinin kesin olarak ayırdedilebilir niteliklere sahip parçalarını temsil
ederler. İşte zaten bu nedenden ötürü süreleri düzensizdir. İçsel iktisadi
faktörleri dışsal /eksojen/ “çevresel” değişiklikleri ve bunların sosyopolitik
gelişmeler (yani topyekun sınıf güçleri dengesinde ve kapitalistler arası
karşılıklı güç ilişkilerinde meydana gelen dönemsel değişiklikler, ciddi sı-
nıf mücadelelerinin ve savaşların getirdikleri) yoluyla dolayımlanmasını
/mediation/ özel biçimde dokuyuşuyla, uzun dalgaların Marksist açıkla-
ması uzun dalganın bu tarihsel gerçekliğine bütünleşik /entegre/ bir “tam”
karakter verir.83

Son Uzun Dalganın Sünen Etabı


Mandel kapitalist gelişimin tarihini, son dalganın ikinci etabının ucunu açık bı-
rakarak dört uzun dalga ile özetler:
1. 1789-1848: Sanayi Devrimi. Büyük burjuva devrimleri. Napolyon savaş-
ları ve sanayi malları için dünya pazarının oluşturulması dönemi: 1789-
1815(25) «yukarı doğru» salınım; 1826-48 «aşağı doğru» salınım.
2. 1848-93: «Serbest rekabetçi» sanayi kapitalizmi dönemi 1848-73 «yukarı
doğru» salınım; 1873-93 «aşağı doğru» salınım (serbest rekabetçi kapi-
talizmin uzun depresyonu).
3. 1893-1913: Klasik emperyalizmin ve finans kapitalin civcivli günleri;
«yukarı doğru» salınım.
4. 1914-40: Kapitalizmin çöküş çağının, emperyalist savaşlar, devrimler ve
karşıdevrimler çağının başlangıcı; «aşağı doğru» salınım.
5. 1940(48)-? : Dünya çapında, kapitalizmin aşılmasının tarihsel gecikme-
sinden ve işçi sınıfının 1930’lar ve 1940’lardaki büyük yenilgilerinden
doğan ama aynı zamanda sistemin daha bir çöküşü ve ayrışması olgula-
rıyla kol kola yürüyen geç kapitalizm: 1940(48)-67 «yukarı doğru» salı-
nım (ama önemli ölçüde azalmış bir coğrafi alanla sınırlı); 1968-? «aşağı
doğru» salınım.84
2008 sonunda şiddetli patlamalarla gelişen kriz, son uzun dalganın genliğine dair
Mandel’in bıraktığı soru işaretine yanıt oldu. Böyle hesaplandığında son uzun
dalganın sünerek 40 yıldır devam eden aşağı doğru etabı, yukarıdaki genel tablo
içinde diğer dalgaların aynı etaplarından uzunluğuyla belirgin biçimde hemen
ayrılıyor. Birinci bölümde bu sünmenin “Köpük Transferleri” başlığında değini-
len tarihsel özgün nedenlerine, sermayenin kriz başlığında biriktirdiği deneyimi
ve mali sermayenin eskiye oranla sahip olduğu çeşitli küresel kontrol araçlarını
ve uluslararası kurumları da katmak gerekiyor.

83 E. Mandel, age., s.87


84 E. Mandel, age., s.93-94

183
Yaşayan Marksizm

Kâr oranları sermayenin risk alma iştahı ve yeni yatırım yapma isteği yönünden
önemlidir. Sermayenin sonsuz büyüme arayışının, kendisini büyütebilmesinin
biricik yolu yeni yatırımlardan geçmektedir. Düşük kâr oranları aynı miktarda
kâr kütlesi elde etmek için daha büyük kaldıraç oranlarını zorunlu kılar. Ha-
len devam eden faaliyetlerinde karlarını elde etmelerinde kullandıkları kaldıraç
oranları (borç/ özkaynak) ise kapitalist işletmelerin mali yapılarının durumunu
belirler. Düşük kâr oranları yüksek kaldıraç oranları kullanmaya, bu zorunluluk
da işletmeleri borçlanmaya iter ve onların mali yapılarını bozarak iflas riskini
arttırır. Son bölümde ayrıntılı olarak ele alınacak olan kapitalizmin malileşme
olgusunun önceki evrelerle kıyaslanamayacak devasa boyutu ve sermayenin söz
konusu açmazı en mahrem yönleriyle son uzun dalganın içinde bulunduğumuz
sünen etabında sergilenmiştir.
Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi kapitalizmi tarihi sınırlarına doğru taşıyan kader
çizgisidir. Bu eğilim, sermayenin organik bileşiminin yükselmesinin sonucunda
ortaya çıkan basıncın ters yönde kuvvetler üreten mekanizmalara baskın çıkması
nedeniyle aşağı yönlüdür. Ters yönde kuvvetler doğuran mekanizmalar85 en ba-
şından mevcuttur ve kapitalizmin evrimiyle mevcutlara yenileri eklenir.
Bu kriz, kapitalizmin döngüsel krizlerinin bilinen bütün genel özellikleri yanında
içinden geçilen evrede olgunlaşarak öne çıkan yeni karakteristiklerini de sergili-
yor. Bir örnek vermek gerekirse, son çeyrek yüzyılda enformasyon teknolojisinin
özellikle dolaşım alanında uygulanmasıyla artı-değer üretimine doğrudan katkı-
sı olmayan üretken olmayan emek yüksek oranda tasfiye edilmekte, bu gelişme
kâr oranlarındaki düşüşe karşı belirgin bir etki yapmaktadır. Ama öte yandan,
emek verimliliğinin düşük olduğu hizmet sektörünün özellikle de kapitalizmin
gelişmiş yörelerinde aynı zaman diliminde hızla büyümesi, bu etkinin gücünü
azaltmaktadır.
Biliyoruz ki uzun dalgalar kapitalizmin evriminde yeni bir evrenin habercisidirler.86
Patlak veren kriz de, son uzun dalganın finansal genişleme döneminin sonuna
denk düşmesiyle sermayenin birikim sürecinde önemli bir evrenin kapanış faslı
olmaya adaydır.
Finansal genişleme süreçlerinde mali sermaye egemenliği tüm ihtişamı ile boy
gösterir:
Her sistemik döngü bir maddi genişleme evresi ve bir finansal genişleme
evresinden oluşur. Maddi genişleme evresinde, dünya kapitalist sistemi-
nin gelişmekte olan hegemonik [hegemonyacı] gücü, maddi üretim ve
ticarette hızlı genişleme ve kâr oranlarında yükselişe yol açacak biçimde
emeğin genişliğine ve derinliğine gelişmesi için gerekli olan bir dizi jeo-
politik ve kurumsal koşulları oluşturur. Ancak, maddi genişleme ilerle-

85 Kenan Kalyon, age., s.15


86 Kenan Kalyon, age., s.13-14

184
Büyük Deprem Bir Bilanço

dikçe, aşırı sermaye birikimi baş gösterir ve kâr oranları düşme eğilimine
girer. Maddi genişleme sürecindeki krize tepki olarak önde gelen kapita-
list aktörler, maddi üretim sürecine veya ticarete yeniden yatırmak yerine,
sermayelerinin önemli bir bölümünü nakit olarak tutmaya meylederler;
böylece mali sermayenin sanayi ve ticari sermayeye boyunduruk vurduğu
finansal bir genişleme sürecini başlatırlar.87
Son genişleme sürecinin 29’a benzeyen bir finalini yaşıyoruz. Yeni bir dalganın
başlaması, ortalama kâr oranlarında bir süreliğine de olsa yeniden kalıcı bir yük-
selişle mümkün. Değişik olasılıkların irdelenmesi sonuç bölümüne bırakılırsa,
geriye Şekil 1’in işaret ettiği iki olguya değinmek kalıyor:
* Ampirik veriler, son 150 yıl içinde kâr hadlerindeki gerilemenin kuramsal tar-
tışmaların konusu bir eğilim olmaktan çıkarak, kapitalizmi tarihsel sınırlarına
taşıyan olgusal bir gerçeklik kazandığını gösteriyor.
** Sermayenin tarihsel hareketinin bir sonucu artan iç kenetlenmeyle dünya pa-
zarını belirleyen değişik kapitalist anakaralar arasındaki eşitsizliğin -gerek farklı
kâr hadlerinin oluşumu, gerekse uzun dalgaların bir faz farkı ile gerçekleşmesi
bağlamında- törpülendiği anlaşılıyor. Veriler ortalama kâr haddinin belirlendiği
düzlemdeki kaymayı açıkça ortaya koyuyor. Kâr oranları evrensel ölçekte %12-
15 bandına yakınsamış, ülkeler arasındaki faz farkı kalkmış; dalgalanmalar daha
eşzamanlı gerçekleşmeye başlamıştır.
Her iki sonuç da organik bir dünya piyasasının anakaralardan başlayan oluşu-
muna işaret ederken, aynı olgu kapitalistler yönünden mevcut krizden çıkışı,
öncekilere kıyasla zorlaştırıyor. Kendisini rekabetle var edebilen sermaye, varo-
luşuna karşı adım atmaya zorlanıyor.
Zorluk yalnızca gelişmenin diyalektiğiyle sınırlı değil. Tarihsel misyonunu ta-
mamlamış sermaye, özgürlük arayışının haklı isyanı karşısında kendi varoluşu-
nu hiçbir gerekçeyle savunamaz durumda. Aksine, ekolojik sorunlarda olduğu
gibi varlığının giderek tüm canlı yaşamı tehdit ettiğini zımnen kabul etmek zo-
runda kalıyor. Kriz koşulları, işçi sınıfının tarihsel misyonunun önemini, sorum-
luluğunu bu yüzden her zamankinden fazla arttırıyor. Çünkü sermayenin vadesi
dolmuş gayrimeşru varlığını bir süre daha devam ettirebilmesinin vizesi işçi sını-
fının ellerinde ve genişleyici yeni bir dalganın kaderini, daha öncekilerde olduğu
gibi yine sınıf mücadelesi tayin edecektir:
...genişleyici yeni bir uzun dalganın ortaya çıkışı, buna öngelen depresif
uzun dalganın -bu dalganın süresi ve vahameti /şiddeti/ne olursa olsun-
içsel (yani aşağı yukarı kendiliğinden, mekanik, otonom) bir sonucu olarak
görülemez. Bu dönüm noktasını tayin eden, kapitalizmin hareket yasaları
değil, bütün bir tarihsel dönemin sınıf mücadelesinin sonuçlarıdır.88

87 Minqi Li, Feng Xiao, Andong Zhu, agm., s.35


88 E. Mandel, age., s. 8.

185
Yaşayan Marksizm

Kapitalizm, bütün krizlerde zorunlu olarak başvurduğu yollarla; onun hiç değiş-
meyen varlık temeli “yabancı emek süresi hırsızlığı”89 kadar eski ve değişmeyen
yöntemler aracılığıyla krizden çıkmaya çalışmaktadır. Kapitalistler aşırı sermaye
birikimi sorununu maddi üretimin zorunlu tahribiyle aşmaya çalışırken, serma-
yeyi cezbedecek bir kâr haddi ile yeniden üretmenin tercihe bağlı bir başka yo-
lunu henüz keşfedemediler. Bu yol, zorunlu olarak ve iki tarafın iradesinden ba-
ğımsız, sınıflar mücadelesi arenasından geçmektedir. Hem de tam ortasından!

III
Sonuç

Başat Eğilimler
Marx, Kapital’in hazırlığını yaparken kendisi için tuttuğu notlarda sermayenin
“içsel ve zorunlu sınırları”nın bir özetini yapar. Sermayenin hareketinin ancak
bu sınırları unutmasıyla mümkün olduğuna işaret eder ve aynı unutkanlığın
ürünü olan kapitalist krizleri anlayabilmenin anahtarını verir. Sınırların zorunlu
olarak hatırlandığı her durumda krizler kaçınılmazdır:
Her şeyden önce, genel olarak üretimin değil, ama sermayeye dayalı
üretimin bir sınırı vardır… Bu içsel ve zorunlu sınırların bizzat serma-
yenin özüyle, sermayeyi tanımlayan belirlemelerle çakışması gerekir. Sı-
nırlar şunlardır:
1) Canlı emek kapasitesinin mübadele değerinin, ya da sınai nüfusun har-
cayacağı paranın sınırı olarak, zorunlu emek;
2) Artık-emek süresinin sınırı, ya da nispi artık-emek süresi olarak bakıl-
dığında, üretici güçlerin gelişiminin sınırı olarak, artık-değer;
3) Bununla aynı şey demek olan, üretimin sınırı olarak paraya çevrilme
sorunu, ya da genelde mübadele değeri; ya da üretimin sınırı olarak,
değer temeline dayalı mübadele, ya da mübadele temeline dayalı değer.
Bu da yine,
4) kullanım değerleri üretiminin mübadele değeri tarafından sınırlan-
mış olması, ya da gerçek zenginliklerin üretim nesnesi haline gelebil-
mek için belirli, kendisinden farklı ve kendisiyle mutlak özdeşlik içinde
olmayan bir biçime girmek zorunda olması ile aynı şeydir.
Öte yandan sermayenin genel dinamiği, 1) zorunlu emeğin canlı emek-
gücünün mübadele değerine; 2) artık-değerin artık-emeğe ve üretici
güçlerin gelişmesine; 3) paranın üretime; mübadele değerinin kullanım

89 Karl Marx, “Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.652

186
Büyük Deprem Bir Bilanço

değerleri üretimine getirdiği sınırları unutmasını, kendini bunlardan so-


yutlamasını gerektirir…
Dolayısıyla aşırı üretim; yani, sermayeye dayalı üretimin bu zorunlu öge-
lerinin aniden hatırlanması; bizzat bu unutkanlığın sonucu olan genel
değerlenmeme durumu. Bu durumla karşı karşıya kalan sermaye, şimdi
üretici güçlerin daha yüksek bir gelişme noktasından vb. çabasına yeni-
den başlamak ve her seferinde sermaye olarak daha büyük bir çöküntüye
uğramak durumundadır. Bu nedenle, sermayeyi üretime ve dolaşıma bir
külfet haline getiren öteki çelişkiler bir yana, sermayenin gelişme düze-
yi ne kadar ileri olursa, üretimin -ve dolayısıyla tüketimin- oluşturduğu
ayakbağları o kadar büyük olacaktır.”90
Soyutlamasında üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi ile krizin gücü ve sermayede
yaratacağı tahribat arasında bağlantı kuran Marx, böylece kapitalizmin daha ileri
evrelerinde yaşanacak krizlerinin kapsamına dair ipucu verir. Kapitalist üretim
tarzının içsel ve zorunlu sınırları, üretici güçlerin gelişmesine paralel, kapitaliz-
min tarihsel sınırının ögelerine dönüşürler. Zorunlu emek, emek üretkenliğinde
sağlanan devasa artışla küçülür, canlı emek maddi üretim sürecinden hızla tas-
fiye olur. Yığınların artık-emeği yerini, toplumsal bilginin dolaysız üretici güce
dönüştüğü oranda “general intellect”e91 bırakarak genel zenginliğin ön koşulu
olmaktan çıkar.92 İhtiyaç olmayan ihtiyaçların üretilmesine kadar varan talep
doygunluğu ve karlılıklarının düşmesine neden olarak kimi ihtiyaçların üretim-
den alı konmasına yol açan pazarın iç kenetlenme düzeyindeki artışla mübadele
değeri kullanım değerlerinin üretimini giderek daha fazla sınırlar.
Mevcut kriz bütün bu gelişmeleri yansıtıyor ve tarihsel sınırlara olan yakınlığın
artan basıncı çıkış için kapitalistlere en iyi olasılıkla sürekli bir bunalım duru-
munu vaat ediyor, daha fazlasını değil! Bu kadarla kalsa iyi, durumu kapitalistler
yönünden iyice kördüğüm yapan başka etkenler de var. Çünkü bu kriz, yalnızca
sermayenin hareketine yön veren yasaların hükmettiği salt ekonomik döngüsel
bir kriz değil, aynı zamanda ABD hegemonyasının sorgulandığı bir uzun dalga
krizi ve burjuva uygarlığın yarattığı ekolojik sorunların canlı yaşamı tehdit ettiği
bir uygarlık krizidir. Bu yüzden devam etmekte olan krizi doğru değerlendirebil-
mek, onu her üç yönüyle birlikte ele almayı şart koşar.
Hegemonya sorunu, dergimizin bu sayısında Haluk Yurtsever’in “Kriz ve
Hegemonya”93 yazısında ele alındığı, ekolojik sorunlar bağlamında kriz sorunu
da Kenan Kalyon’un “Sermaye Çağının Sınırları”94 yazısında ele alındığı için bu
yazıya ağırlıkla krizin üçüncü yönünü, kapitalizmin son uzun dalgasında olgun-
laşan ve önümüzdeki dönemde sermaye hareketinin temel veri olarak alacağı

90 K.Marx, age., s.458-460.


91 K. Marx, age., s.654
92 K. Marx, age., s.652
93 Bu sayıda Haluk Yurtsever’in “Kriz ve Hegemonya” adlı yazısına bknz.
94 Bu sayıda Kenan Kalyon’un “Sermaye Çağının sınırları” adlı yazısına bknz.

187
Yaşayan Marksizm

belli olan kimi yeni olgusal özelliklerine değinilerek devam edilecektir. Gerek
hegemonya sorununa, gerekse doğal sınırlar bahsine, gereksinim doğarsa bu ol-
gular bağlamında sınırlı olarak girilecektir.
Sermaye ancak hareket olarak anlaşılabilir.95 Bu hareket, sermayenin sonsuz ara-
yışında kendi tarihsel sınırına doğru gelişiminin değişik yüzleri olarak bu geli-
şimin birbirinden ayırt edilebilir evrelerini tarif eden başat eğilimler biçiminde
dışa yansır. Sermayenin hareketini anlayabilmek, gelişme düzeyini ve alacağı
muhtemel yönü kestirebilmek, bu başat eğilimleri algılamak ve soyutlamakla
mümkündür. Son uzun dalganın aşağı doğru etabında özellikle finansal genişle-
meyle birlikte öne çıkan başat eğilimler şöyle sıralanabilir:
1. Organik bir dünya pazarının uç vermesi. Diğer başat eğilimler ancak bu eğili-
min ışığında sermayenin hareketinde bütünsel bir değişimin farklı görünüm-
leri olarak anlaşılabilir. (Bu eğilim Ümit Tanışır ve Ali İleri’nin “Sermayenin
Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı”96 baş-
lıklı ortak yazısında ele alındığı için burada girilmeyecektir.)
2. Bütün toplum sermayenin yeniden üretildiği bir fabrikaya, bu toplumun üye-
leri de küçük bir azınlığın dışında toplumsal proletaryaya dönüşüyor.97 (Bu
konu başlı başına ayrı bir yazı konusu olacak kapsama sahip olduğundan bu-
rada girilmemiş, yalnızca konuyla ilgili bir teze referansla yetinilmiştir.)
3. Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi belirginlik kazanırken tersine çalışan meka-
nizmaların etki gücü azalıyor.
4. Malileşme kangrenleşiyor.
5. Yeni küresel işbölümü ürettiği sonuçlarıyla hem mevcut hegemonyanın işle-
yişini hem de doğal sınırları zorluyor.
6. Değer Yasası İşlevini Yitiriyor.
7. Kapitalist devlet mali oligarşinin doğrudan uzantısına dönüşüyor.
8. İşsizlik kangrenleşirken, emekli nüfus artıyor.

Tersine Mekanizmalar Etkisizleşiyor


Yeniden Şekil 1’e dönülürse, neoliberal saldırının başladığı 80’li yılların başında
saldırıyı başlatan merkezler ABD ve İngiltere’de başlangıçta kâr oranlarının yu-
karıya doğru hızla bir tepki verdiği ancak bu tepkinin güdük kaldığı, pazardaki
iç kenetlenmeye rağmen sistemin geneline yayılamadığı görülecektir. Oysa bu
dönemde neoliberal saldırı eşliğinde yukarı yönlü yeni bir dalgayı tetikleyecek
esaslı nedenler bulunuyordu:

95 Karl Marx, “Kapital II”, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Haziran 1979, s.115
96 Bu sayıda Ümit Tanışır ve Ali İleri, “Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Paza-
rı” adlı yazısına bknz.
97 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ayhan Matbaası, Ağustos 2008, 35. Tez, s.30

188
Büyük Deprem Bir Bilanço

* İşçi sınıfı hareketi, sosyal refah devleti uzlaşması ile içine çekildiği düzen sınırla-
rının yarattığı atalet ile neoliberal saldırıya karşı mevcut mevzilerini savunabilecek
yeterlilikte direniş gösterememiş; burjuvazinin emek süreçlerindeki esnekleştirme
manevralarına yeni örgütlerle karşılık veremediği gibi giderek var olan örgütlen-
me düzeyi de etkisizleşerek gerileme sürecine girmişti. Üstüne “reel sosyalist” de-
nemelerin düş kırıklığının sosyo-psikolojik travması eklenmiş; umudun tükenme-
si örgütsüzleşme ile birleşince işçi sınıfının geniş kesimleri deklase olmuştu.
* Deng’in reformları ile Çin’in kapitalist sisteme entegrasyon süreci hızlanmış;
Gorbaçov’u reformları SSCB’de sistem üzerinde çoktandır eğreti duran “sosya-
lizm” esvabını çıkarıp atmış; her iki ülke birlikte, düşen kâr oranlarının cende-
resinde kıvranan kapitalistlere ucuz işgücü, enerji ve hammadde kaynağı, aşırı
sermaye birikimini hafifletecek yeni ve geniş bir pazar imkânı sunmuşlardı.
* Enformasyon teknolojisinin üretim sürecine uygulanması ile emek üretkenliği
ve sermayenin devir hızı bir önceki evreye oranla oldukça artmıştı.
Bütün bu olumlu konjonktüre rağmen, sonuç ancak köpük transferleri ile mev-
cut aşağı dalganın sünmesine yetmiş ve nihayet 2007/2008 krizi patlak vermişti.
Peki, neden böyle olmuştu? Kâr oranlarında yeni bir yukarı dalgayı başlatacak
değişim oldukça uygun görünen koşullara rağmen neden gerçekleşmemişti?
Tersine mekanizmaları işlemekten alıkoyan nedenler nelerdi? Çok geniş ve titiz
bir incelemeyi hak eden sorulardır bunlar. Bu kayıtla, burada kendisini çabucak
ele veren, ilk ağızda sıralanabilecek yanıtlarla yetinilecektir:
1. Sermaye malları ucuzlamış, ama özellikle Çin’i dünyanın atölyesi yapan kü-
resel işbölümü önce hammaddelerin ardından da petrol fiyatlarının yüksel-
mesine neden olmuştur. Sermaye mallarının ucuzlamasının organik bileşime
yaptığı etki nötrleşmiştir.
2. Artık-değer oranı pazara giren ucuz işgücü ordusu ile mutlak, üretim sürecine
uygulanan enformasyon teknolojisi ile de nispi olarak artmış; ancak kızışan
rekabet, özellikle de yeni teknolojinin üretildiği ve uygulandığı sektörlerde
sabit sermaye yatırımlarını çok kısa sürede demode yaptığı için98, özsermaye-
lerin buharlaşması bu iki kaynaktan gelen etkiyi nötrleştirmiştir. Greenspan,
Fed başkanlığı döneminde bu olguyu yakından gözlemlemiştir:
Beni kuşkulandıran olaylardan birisi, Qwest, Global Crossing, MCI, Level
3 ve diğer telekom şirketlerini içeren milyarlarca dolar tutarındaki efsane-
vi rekabet olmuştu. On dokuzuncu yüzyıldaki tren yolu girişimcilerinin
yaptığı gibi, interneti genişletmek için birbirleriyle yarışıyor, binlerce mil
uzunluğunda fiber optik kablo döşüyorlardı. (Buradaki tren yolu benzet-
mesi sadece metaforik bir anlam taşımıyor. Mesela Qwest, fiber optik ağları
gerçekten de eski tren yollarının güzergâhını kullanarak döşemişti.) Bunda
yanlış bir şey yoktu, bant genişliğine talep katlanarak artıyordu, ancak ra-

98 A.Greenspan, age., s.511-512.

189
Yaşayan Marksizm

kip şirketlerin her biri ileriye dönük genel talebin yüzde 100’ünü karşıla-
maya yetecek miktarda kablo döşüyordu. Dolayısıyla bir yandan muazzam
değerde bir şey inşa ediliyor, diğer yandan da rekabetçilerin çoğunun enin-
de sonunda batacağı, özvarlıklarının değerini kaybedeceği ve milyarlarca
dolarlık özsermayenin buhar olup uçacağı açıkça görülüyordu.99
3. Yeni pazarların yarattığı tersine etki de iki nedenle işe yaramıyordu. Birinci
neden aynı pazarlardaki işgücüne ödenen ücretlerin düşüklüğü, buralarda ya-
şayanların tüketim alışkanlıklarında yakın tarihlerinin ve geleneksel kültürle-
rinin henüz devam eden etkisi, yeterli tüketici talebinin oluşumunu önlüyor,
toplam talep gelişmiş yörelerin doymuş, yorgun tüketicisi tarafından belirleni-
yordu. Bir sonraki başlıkta ele alınacağı gibi neoliberal saldırı sonucu gelişmiş
yörelerin işçi sınıfının ücretleri de gerilemiş; kapitalizmin malileşmesindeki
ivmelenmeye paralel, dünya talebini belirleyen tüketim, sanal bir temel üze-
rinde şekillenmişti. Bu talebin bir anda gerilemesine yol açacak üç temel zaafı
bulunuyordu. Ağırlıkla henüz kazanılmamış gelecekteki gelirler üzerine inşa
edilmişti, hisse senetleri ve konut fiyatlarındaki yükselişe endeksli servet etkisi
ile diri tutulabiliyordu ve toplam talep içinde daha çok orta-üst gelir grubunun
bir kriz anında kolaylıkla vazgeçebileceği ihtiyaç olmayan ihtiyaçlar, lüks tüke-
tim malları önemli bir yer işgal ediyordu.
4. Sermaye devir hızının yükselmesi, maddi üretim sürecini değil, daha çok
malileşen ve hızla üretim süreci dışına kaçarak sanal bir sahtekârlık ve ku-
mar âlemine dalan sermayeyi ve devasa ölçekte şişmiş finansal alanı etkile-
miştir. Finansal alanda sadece maddi üretim sürecinde yaratılan artı-değer
paylaşıldığından, kâr oranlarının olumlu yönde etkilenmesi bir yana, dev
sermaye grupları arasında kızışan rekabet, kaldıraç oranlarının yükselme-
sine yol açmış; gözü kara alınan risklerin sigortalandığı, ama patlayarak
mevcut krizi bizzat tetikleyen ucu bucağı belirsiz büyük bir risk yumağı
peydahlanmıştı.
Bütün tersine mekanizmaları etkisizleştiren ana etken ise, olgunlaştıkça tarihsel
sınırlarına yaklaşan kapitalist gelişmenin bizzat kendisidir. Çünkü kapitalizm
olgunlaştıkça üretici güçlerin büyümesinin sermayenin ilgi alanı dışına çıkması
kaçınılmazdır:
...sermaye verili bir anda ne kadar çok gelişmişse, ne kadar çok artık-emek
yaratmışsa, yeniden -ve giderek küçülen bir oranda- artık-değer elde et-
mek için üretici gücü çok daha muazzam ölçülerde geliştirmesi gerekir.
Gelişimin sınırı, işgününün bütünü ile bunun zorunlu emeği ifade eden
kısmı arasındaki orandır: sermaye bu sınırlar içerisinde hareket edebilir.
Zorunlu emeği ifade eden kesir ne kadar küçük ve artık-emeği ifade eden
kesir ne kadar büyükse, üretici güçteki bir artışın zorunlu emeği ciddi bir

99 A. Greenspan, age., s.208

190
Büyük Deprem Bir Bilanço

ölçüde azaltması o kadar zor olur; çünkü kesir payı çok büyümüştür. Ser-
maye değerlendiği oranda, daha fazla değerlenmesi zorlaşır. Üretici güçle-
rin büyümesi, hatta bizzat değerlenme süreci sermayeyi ilgilendirmemeye
başlar, çünkü artık-değerin artış oranı son derece küçülmüştür; sermaye
sermaye olmaktan çıkar. Zorunlu emek 1/1000 iken üretici güç üç katına
çıkarsa, zorunlu emek 1/3000’e düşmüş ya da artık-emek 2/3000 oranında
artmış olacaktır. Bunun nedeni ücretin ya da emeğin üründen aldığı payın
çok yükselmiş olması değil, tersine emeğin ürününe ya da işgününe oran-
la son derece küçülmüş olmasıdır…100

Malileşme Kangrenleşiyor
Arrighi, malileşmeyi kapitalizmin kârlılık ve hegemonya krizine verdiği baskın
tepki olarak yorumlar.101 İlk kısmı doğrudur, malileşme kapitalizmin kendi der-
mansız çelişkisine kâr oranlarındaki düşüş eğilimine karşı verdiği tepkidir. Bu
tepki kâr oranlarındaki düşüş belirginlik kazandıkça (Şekil 1) ters orantılı olarak
devasa boyut kazanmış; tarihsel sınırların gölgesinde kangrenleşmiştir. Onu he-
gemonya krizine bağlamak ise yanlıştır. Çünkü malileşme, tarihsel bir kategori
değil, kâr oranlarındaki düşme eğilimine bağlı, sermayeyi rant alanlarına iten,
kapitalist gelişmeye paralel ivme kazanan yapısal bir olgudur:
Kâr oranıyla organik bileşim arasındaki ilişki, uzun vadede bir ters oran-
tı ilişkisidir. Emeği maruz bıraktığı şey, yani zorunlu emek zamanını bir
limit durum olarak sıfıra doğru zorlama, kâr oranı açısından sermayenin
kendi başına da gelir. Gözüpek, atılgan ve girişimci sermayenin yerini kılı
kırk yaran, nazlı, istifçi, bütün piyasa belagatine ve devletin ekonomiden
el etek çekmesi gerektiğine dair söylevlere rağmen ikide bir kurtarsın diye
devlete sığınan, rant alanlarına üşüşen ve getirisi uzun vadeli olan yatırım-
lardan kaçınan bir sermaye almaya başlar.102
Finansallaşma, kredi sisteminin maddi üretim sürecine hizmet etmesi gerekir-
ken, bu ilişkinin tersine çevrilerek uç noktalara taşındığı bir olgudur. Gerçekte
kredi sistemi kapitalist gelişme için zorunlu bir araçtır:
…sermayeye dayalı üretim için, üretimin zorunlu koşulunun gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği, yani kendi bütünsel sürecini oluşturan farklı süreçleri-
nin birbirini kesintisiz olarak izleyip izlemeyeceği, bir rastlantı sorunudur.
Kredi, bu rastlantısallığın bizzat sermaye tarafından alt edilişidir. (Kredi
olgusunun başka yönleri de vardır; ama bu yönü doğrudan doğruya üre-
tim sürecinin karakterinden ileri gelir ve dolayısıyla gerekliliğinin teme-
lidir.) Dolayısıyla daha önceki hiçbir üretim tarzında, gelişkin biçimiyle
krediye rastlanmaz.103

100 K. Marx,” Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.424
101 G. Arrighi, age., s.169
102 Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, Haziran 2004, İkinci Baskı, s.19
103 K. Marx, age., s.596

191
Yaşayan Marksizm

Ancak, kâr oranlarının düşüşüyle birlikte kredi sistemi, aşırı şişmiş sermayenin
son sığınağı olur. Artık kredi sisteminin zıvanadan çıkması, devasa bir kumar ve
sahtekârlık sistemine dönüşmesi kaçınılmazdır:
Kredi sisteminin, aşırı-üretimin ve ticarette aşırı-spekülasyonun ana
manivelaları gibi görünmesinin biricik nedeni, doğası gereği esnek olan
yeniden-üretim sürecinin burada son sınırlarına kadar zorlanmasıdır;
ve bu zorlanmaya da, toplumsal sermayenin büyük bir kısmının, bunun
sahibi olmayan ve dolayısıyla işleri, bizzat kendi işini yürüttüğü zaman
kendi malı olan sermayesinin sınırlarını dikkatle ölçüp biçtiği halde şimdi
bambaşka bir biçimde ele alan kimseler tarafından kullanılması yol açar.
Bu yalnızca şu olguyu gözler önüne serer ki, kapitalist üretimin çelişkili
niteliğine dayanan sermayenin kendi kendisini genişletmesi, ancak belli
bir noktaya kadar gerçek serbest bir gelişmeye izin verir ve böylece, as-
lında, sürekli olarak kredi sistemi ile yıkılması ve kopartılması gereken
kaçınılmaz engeller ve bağlar yaratır. Dolayısıyla, kredi sistemi, üretken
güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya-piyasası kurulmasını hız-
landırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir
yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel gö-
revidir. Aynı zamanda, kredi, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını -bu-
nalımları- hızlandırır ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak
ögeleri oluşturur.
Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üre-
timin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zengin-
leşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekarlık
sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek ve toplumsal serveti sömüren
azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de, yeni bir üretim tarzına geçiş
biçimini oluşturmaktır.104
Malileşme, uzun dalgaların finansal genişleme dönemleri olan ikinci etaplarında
belirginlik kazanır. Bu bağlamda kronik bir arazdır. Son uzun dalganın aşağı doğ-
ru etabında ise bu olgu kangrenleşmiştir. Kangrenleşmenin nedenleri Foster’in
sıraladığı yeni ve kârlı yatırım mahreçlerinin tükeniş nedenleri ile aynıdır:
Kapitalist bir ekonomi, büyümeyi sürdürmek için, ürettiği büyüyen artık
açısından sürekli yeni talep kaynakları bulmak zorundadır. Ancak, eko-
nominin tarihsel evrimi içinde sistemin devasa ve artan üretkenliğinin
yarattığı yatırım arayan artığın önemli bir kısmının yeterli yeni kârlı ya-
tırım mahreçleri bulamadığı bir dönem gelip çatar. Bunun nedenleri (1)
ekonominin temel sınai yapısının, sıfırdan oluşturulmasının artık gerekli
olmayıp basit bir biçimde yeniden üretildiği (ve bu nedenle de normal
olarak yıpranma yatırımlarıyla fonlanabildiği) bir biçimde olgunlaşması;

104 K. Marx, “Kapital III”, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara, Ekim 1997, s.390 (Vurgu bana ait)

192
Büyük Deprem Bir Bilanço

(2) otomobilin devreye girmesinde olduğu gibi ekonomide çağ açıcı uya-
ranlar ve dönüşümler yaratabilen yeni teknolojilerin uzun dönemler bo-
yunca mevcut olmayışı (bilgisayarların ve internetin yayılması bile ekono-
mi üzerinde önceki dönüştürücü teknolojilerinki kadar uyarıcı bir etkide
bulunmadı); (3) ekonominin tabanındaki tüketim talebini sınırlandıran
ve kullanılmayan üretken kapasite çoğalır ve zenginler ellerindeki fonlarla
“gerçek” ekonomiye; mal ve hizmet üreten sektörlere yatırım yapmak ye-
rine spekülasyona yönelirken, yatırımları azaltma eğilimi gösteren artan
gelir ve servet eşitsizliği; (4) ve genellikle sistemin esnekliği ve dinamizmi-
nin arkasındaki temel güç olarak kabul edilen fiyat rekabetinin zayıflama-
sıyla sonuçlanan tekelleşme (oligopolleşme) süreci.105
Bu kangrenleşme, en iyi ABD’nin yakın tarihinde yapılacak kısa bir gezintiyle
tüm çıplaklığıyla sergilenebilir. Gelir ve servet eşitsizliği iyi bir başlangıç nokta-
sıdır. Çünkü bozulan gelir dağılımıyla hızlanan servet yoğunlaşması bir yandan
spekülasyonu körüklerken, diğer yandan krediye olan talebi genel olarak yük-
seltir, aynı zamanda kredilerin ödenmeme riski artar. Servet yoğunlaşması riskli
kredilerin ağırlığının giderek arttığı genişleyen bir kredi hacminin yaratılmasına
neden olur. Artan kredi hacmi ve spekülasyon birbirini besleyen bir sarmal oluş-
tururlar. Demek ki gelir dağılımındaki eşitsizlik, artan malileşmenin ve berabe-
rindeki muhtemel bir depresyonun önemli bir işaretidir. Gerek 1929 bunalımı,
gerekse mevcut bunalım öncesinde gelir dağılımındaki benzerlik, bu saptamayı
doğrular niteliktedir (Şekil 12).

Şekil 12106

105 J.B. Foster, “Sermayenin Malileşmesi ve Kriz”, Monthly Review, Haziran 2008, s.39-40
106 Thomas Piketty ve Emmanuel Saez, “Income Inequality in The United States, 1913-1998”, Quarterly Journal of Eco-
nomics, 118(1), 2003, 2006’da yeniden gözden geçirilmiş hali, http://emlab.berkeley.edu/users/saez

193
Yaşayan Marksizm

Gelir dağılımındaki eşitsizliğin kaçınılmaz sonucu servet yoğunlaşmasıdır. 1929


büyük bunalımının hemen öncesi ABD’de %36,3 ile zirve yapan en zengin %1’in
ulusal servetteki payı, daha sonra bunalım ve savaşla birlikte bir kısım sermaye-
nin değersizleşmesiyle 1949’da % 20,8 ile dip yapmış; 1949 ile 1980 arasında ise
%25-30 arasında dalgalanmıştır.107 Neoliberal saldırı sonrası ivme kazanan ser-
vet yoğunlaşması, 2004 yılında büyük bunalım öncesi seviyelerine yaklaşmış; en
zengin %1’in ulusal servetteki payı %34,3’e ulaşmıştır.108 Böylece, son kriz öncesi
ABD, 29 bunalımının iki önemli göstergesinden birincisinde kritik eşiği yakala-
mış oluyordu.
Servetteki yoğunlaşmanın en temel kaynağı artı-değer sömürüsü olduğuna göre,
yukarıda özetlenen gelişmenin tam tersini işçi ücretlerinin seyrini gösteren gra-
fikte görmek sürpriz olmayacaktır (Şekil 13).
Şekil 12 ve 13, birlikte ele alındığında son uzun dalganın neredeyse iyi bir öze-
tini verirler. İkinci Savaş sonrasında başlayıp 70’lerin başında tükenen yükseliş
dalgasında, özellikle “reel sosyalizm”in emperyalist kapitalist sistemle giriştiği
rekabetin dünya işçi sınıfının mücadelesine yükselen bir ekonomizm olarak yan-
sıması, burjuvazinin Keynezyen “sosyal refah devleti” uzlaşmasından ne denli
kârlı çıktığını gösteriyor. Kâr oranları ile işçi sınıfının gerçek gelirleri birlikte
artmış; burjuvazi bu uzlaşma karşılığında işçi sınıfının devrimci ruhunu satın
almıştır. Sosyal refah devleti, emperyalist burjuvazinin yükselen işçi sınıfı hare-
ketine verdiği, ders alınması gereken tarihi bir yanıttır.

Şekil 13109

107 Ravi Batra, “Kriz 1990”, Altın Kitaplar, Birinci Baskı, Haziran 1988, s.153
108 Ekonomik Politika Enstitüsü (EPI), “The State of Working America 2006/2007”, Tablo 5.1, Wolff (2006). http://www.
stateofworkingamerica.org/tabfig/05/SWA06_Tab5.1.jpg
109 Mishel, Lawrence, Jared Berstein ve Slyvia Allegretto, “The State of Working America 2006/2007”, Tablo 3.3, Ekono-
mik Politika Enstitüsü (EPI), http://www.stateofworkingamerica.org/tabfig/03/SWA06_Table3.3.jpg veriler 2005 dolar
değeri esas alınarak düzenlenmiştir.

194
Büyük Deprem Bir Bilanço

80’lerle birlikte evrensel ölçekte burjuvazinin giriştiği neoliberal saldırının so-


nuçları yine her iki grafiğin 79 sonrasına damgasını vurur: Artan servet yoğun-
laşması; üretkenliğin yaklaşık %70 arttığı (Şekil 14) ve işsizliğin %8’lerden % 4’lü
rakamlara gerilediği (Şekil 4) koşullara rağmen yatay seyreden ücretler!

Şekil 14110

Haliyle bu tablonun doğal sonucu üretimle tüketim arasındaki dengenin bozulması


olacaktı. Çünkü ücretlerin GSMH içindeki payı 1970’de %53,5’dan 1995’de %45,5’e
ve nihayet 2005 yılında %45’e düşmüştü.111 Toplumun geniş çoğunluğunun gelirleri
gerilerken burjuvazi için bu gerileme sorun oluşturmaz mıydı? Normal olan, geliri
azalan tüketicilerin daha az tüketmesi, toplam talebin düşmesi değil miydi?

Tablo 5
YILLARA GÖRE HANE HALKI TÜKETİMİ (1995-2005) ($)112

YIL 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Tüketim
32264 33797 34819 35535 36995 38045 39518 40677 40817 43395 46409
$

Tablo 5, böyle olmadığını gösteriyor. Mali sermayenin kaptanlığında burjuvazi, ihti-


yaç duyduğu talebi ABD hanehalkının omuzlarına yıkmış, kredi kaldıracı marife-
tiyle ve tamamen tüketime yönelik olarak halkın borçlandırılmasıyla bu sorunu
kurulan saadet zinciri kopuncaya kadar askıya almayı başarmıştır. Çalışanların

110 ABD Çalışma Bakanlığı İşgücü İstatistik Ofisi(BLS)verileri, http://www.bls.gov/lpc/


111 Mustafa Durmuş, age., s.133-134
112 http://data.bls.gov/PDQ/outside.jsp?survey=cx, US Department of Labor, Bureau of Labor Statistics (BLS).

195
Yaşayan Marksizm

yaşam standartları –bu ABD’de özel tüketim harcamalarının GSMH’nin %70’ini


oluşturması nedeniyle aynı zamanda sermayenin yeniden üretiminin koşulu
oluyordu- onların büyüyen pastadan pay almasıyla değil, harcanabilir ve aynı
yükseliş boyunca hiç artmayacak olan gerçek gelirlerinin üstünde borçlanmaya
zorlanmalarıyla sağlanmıştı (Tablo 6).
Lenin, “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” broşüründe, 20. yy. baş-
larında genel olarak sermayenin egemenliğinden mali sermayenin egemenliği-
ne geçiş sürecinde bankaların, hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının
çoğunu, irili ufaklı kapitalistlerin para-sermayelerinin hemen hemen bütününü
emirleri altına alan tekeller haline gelirken, işlerinin gereği tuttukları cari hesap
bilgileri aracılığıyla diğer kapitalistleri denetleyen, onların yazgılarını belirleyen
yeni rollerine dikkat çeker.113 Malileşme sürecinin kangrenleştiği günümüzde
bankalar, bu rollerini ücretler ve diğer bireysel gelirleri de kapsayacak biçimde
genişlettiler. Böylece tüketiciler de bankaların denetim altına aldıkları, yazgıla-
rını belirledikleri, gelirlerine el koyabilmek için “tekdüze bir şekilde işleme tabi
tutabilecekleri standart birimlere” dönüştüler.114

Tablo 6
HARCANABİLİR GELİRİN YÜZDESİ OLARAK TÜKETİCİ BORÇLARI
(1946-2008) (MİLYAR $)115
Tüketici
YILLAR Harcanabilir Gelir Borç/Gelir %
Borcu
1946 28.0 161.1 17.4
1950 72.9 210.1 34,7
1955 138.0 283.3 48.7
1960 215.6 365.4 59.0
1965 338.7 498.1 68.0
1970 457.1 735.7 62.1
1975 734.3 1187.4 61.8
1980 1396.0 2009.0 69.5
1985 2276.5 3209.3 70.9
1990 3595.9 4285.8 83.9
1995 4862.9 5408.2 89.9

113 V.İ.Lenin, “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Sol Yayınları, 7. Basım, Haziran 1979, Ankara, s.38-44
114 Mustafa Durmuş, age., s.81-83
115 Veriler Fed’in http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/data.htm adresinden “Flow of Funds Accounts of
the United States/Historical Data” bölümünden derlenmiştir.

196
Büyük Deprem Bir Bilanço

2000 7008.3 7194.0 97.4


2005 11600.3 9062.0 128.0
2006 12797.5 9640.7 132.7
2007 13637.8 10170.5 134.0
2008 13504.5 10643.3 126.9

“Reel sosyalizmin” çözülmesiyle “karşı” kutbun basıncından da kurtulan mali


sermaye, önceki yükseliş döneminden “sosyal devlet” namına ne kalmışsa hepsi-
ni, küreselleşme adını verdiği, evrensel ölçekte ayrım gözetmeksizin bütün ülke-
devletleri kapsayacak biçimde uyguladığı bir programla budadı. Mali sermaye
hiçbir engele takılmayacak serbestlik, akıcılık ve hız kazandı. Sonuç olarak, kredi
sisteminin yüksek kaldıraç oranlarıyla kontrolsüz şişmeye başlamasıyla, ABD,
1929 büyük bunalımı öncesinin iki önemli göstergesinden diğerinde de tarihi
zirveyi aşıyordu(Şekil 15).

Şekil 15116

Kapitalizmin malileşmesi kangrenleşip bütün toplumu kuşatırken, artı-değer


hızla mali sermayeye doğru yön değiştiriyordu (Şekil 16).
Burada unutulmaması gereken ayrıntı, sınai kârların bu durumda bile bilanço-
larda faaliyet dışı kârlar başlığı altında yer aldığı biçimiyle finansal alanda giriş-
tikleri operasyonların kârlarını içeriyor olmalarıdır.

116 Hoisington Management, http://www.hoisingtonmgt.com/

197
Yaşayan Marksizm

Şekil 16117

Buraya kadar anlatılanları bir cümleyle ve malileşme sürecinde ulaşılan uç nok-


tayı gösteren son bir grafikle özetlemek mümkün. 1990’da 3,5 trilyon dolarla118
toplam dünya hâsılasının %27’sini oluşturan mali piyasalar, Haziran 2008’e ge-
lindiğinde, patlak veren krizin tam ortasında 684 trilyon dolarla toplam dünya
hâsılasının 11 katını aşıyordu. (Şekil 17)

Şekil 17119

117 http://www.gpoaccess.gov/eop/, “Economic Report for the President 2009” Tablo B-1 ve B-91
118 http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org
119 http://upload.wikimedia.org/wikipedia/en/e/e8/Total_world_wealth_vs_total_world_derivatives_1998-2007.gif , Aralık
2007 ve Haziran 20008 verileri Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) “OTC Derivatives Market Activity in the First Half
of 2008” Kasım 2008 raporundan alınmış ve grafiğe ilave edilmiştir.

198
Büyük Deprem Bir Bilanço

Malileşme kâr oranlarının düşme eğiliminin bir sonucuydu ama ulaştığı boyutla
kangrenleşen, onmaz bir olguya dönüşmüş; yeni küresel işbölümünün sonuçları
ile de birleşince “yüzyılın krizi”nin patlaması kaçınılmaz olmuştu.

Küresel İşbölümünün Sonuçları


Kapitalizmin azalan kâr oranları eğiliminin belirleyiciliğinde, pazarın iç kenet-
lenme düzeyinde gerçekleşen artışın ve kapitalizmin malileşmesinin bir sonu-
cu da maddi üretimin önemli bir bölümünün dünya pazarına yeni eklemlenen
pazarlarda ucuz işgücü ile yapılmasıdır. Çin Hindistan ve eski Sovyetler Birliği
ülkeleri bu işbölümünde ucuz enerji, hammadde ve hepsinden önemlisi ucuz
işgücü kaynağı ile işbölümünün maddi üretim ayağını oluşturdular. Gelişmiş
yörelerse dünyanın “varlıklı” kölelerinin tüketim üzerinden sağıldığı meralara
dönüştü. Buralarda yaşayan halkların kişisel tasarruflarını tümüyle yutan ve on-
lara yeni tasarruf olanağı tanımayan burjuvazi, türlü kaldıraçları devreye soka-
rak maddi üretimin gerçekleştiği “atölyelerde” biriken fonları meranın finans-
manına aktarmış; geçmişte gelişmiş ülkelerden diğerlerine doğru olan sermaye
akışını tersine çevirmişti. Tablo 7, istisnalar bulunmakla birlikte, fon akımında
emperyalist kapitalist sistemde tersine gelişen bu yeni eğilimi, ülkelerin cari açık
rakamları ile doğrulamaktadır.

Tablo 7
DEĞİŞİK ÜLKE VE BÖLGELERİN CARİ DENGELERİ (MİLYAR $)120

Ülke ya da Bölge 1996 2000 2004 2005 2006


ENDÜSTRİ 31.1 -304.7 -296.5 -502.5 -607.3
ABD -124.8 -417.4 -640.2 -754.8 -811.5
Japonya 65.7 119.6 172.1 165.7 170.4
Euro Bölgesi (*) 77.3 -37.0 115.0 22.2 -11.1
Fransa 23.4 22.3 10.5 -19.5 -28.3
Almanya -14.0 -32.6 118.0 128.4 146.4
İtalya 36.8 -6.2 -15.5 -28.4 -41.6
İspanya -1.4 -23.1 -54.9 -83.0 -108.0
Diğer 12.9 30.0 56.6 64.4 45.0
Avusturalya -15.4 -14.9 -38.5 -41.2 -40.9
Kanada 3.4 19.7 21.3 26.3 21.5
İsveç 22.0 30.7 50.4 61.4 69.8

120 http://www.federalreserve.gov/newsevents/speech/bernanke20070911a.htm, Fed Başkanı Ben Bernanke’nin 11 Ey-


lül 2007’de Berlin’de yaptığı sunuştan alınmıştır. (*)Euro alanına ait 13 ülkenin cari denge toplamından oluşuyor.

199
Yaşayan Marksizm

İngiltere -10.5 -37.6 -35.4 -53.7 -88.3


ABD Hariç ENDÜSTRİ 155.9 112.7 343.7 252.3 204.2
GELİŞMEKTE OLANLAR -82.8 124.7 296.5 507.9 643.2
Asya -40.2 77.0 172.4 245.1 352.1
Çin 7.2 20.5 68.7 160.8 249.9
Hong Kong -4.0 7.0 15.7 20.3 20.6
Kore -23.1 12.3 28.2 15.0 6.1
Taiwan 10.9 8.9 18.5 16.0 24.7
Tayland -14.4 9.3 2.8 -7.9 3.2
Latin Amerika -39.1 -48.1 20.4 34.6 48.7
Arjantin -6.8 -9.0 3.2 3.5 5.2
Brezilya -23.5 -24.2 11.7 14.2 13.6
Meksika -2.5 -18.7 -6.7 -4.9 -1.5
Orta Doğu 15.1 72.1 99.2 189.0 212.4
Afrika -5.2 7.2 0.6 14.6 19.9
Doğu Avrupa -18.5 -31.8 -58.6 -63.2 -88.9
Eski Sovyetler Birliği 5.2 48.3 62.6 87.7 99.0
Çin Hariç Asya -47.4 56.5 103.7 84.3 102.2
İstatiksel Aykırılık -51.6 -180.0 0.0 5.4 35.9

Almanya ve Japonya özel konumlarından ötürü (Almanya’nın kendi doğusunu


özümseme sürecini tamamlamasıyla ortaya çıkan sinerjinin fazlaya dönüşme-
si ve Japonya’nın kronikleşmiş fazla problemi) ayrı tutulursa, neredeyse geliş-
miş kapitalist ülkelerin tamamı cari açık vermektedir. Bu ülkelerin toplam cari
açıklarının %70’ini de tek başına ABD’nin dış açıkları oluşturmaktadır. Tablo 8,
aynı durumu, bu defa net sermaye hareketleri üzerinden, 1976-2006 zaman di-
limi arasında net sermaye ihraç eder bir konumdan, net sermaye ithalatçısı ko-
numuna düşen ABD örneği üzerinden daha çarpıcı biçimde sergiliyor. Sermaye
hareketlerinin ülke gözetmeksizin (emperyalist ya da bağımlı) değişen yönü ve
yakın zamanlara kadar dış borç ve açık sarmalında kıvranan gelişmekte olan ül-
keler kuşağının hızla fazla veren ve sermaye ihraç eden bir nitelik kazanmaları,
kapitalizmin tarihinde yeni bir olgudur. Bu olgu, elbette ilgili ülke sınırlarında
yaşayan insanların esenliğine değil, ülke etiketleri sıyrılarak bakıldığında, başka
bir temel olguya; ulusal niteliklerden kendisini çoktan arındırmış, mali sermaye
egemenliği üzerinde yükselen bir mali oligarşiye ve ona çalışan devasa bir paza-
ra işaret ediyor.

200
Büyük Deprem Bir Bilanço

Tablo 8
ABD NET SERMAYE HAREKETLERİ POZİSYONU (1976-2006) (MİLYAR $)121

Sermaye akışının tersine dönmesi olgusu, en çarpıcı örneğini ABD ile Çin ara-
sında vermiştir. Son açıklanan Haziran 2009 verilerine göre, kriz koşullarında
Çin’in döviz rezervleri 2,13 trilyon dolara122 çıkarken, sahip olduğu 801,5 milyar
dolarlık123 hazine tahvili ile Çin, ABD’ye borç veren ülkeler arasındaki ilk sırasını
korumuştur.
Neoliberal saldırının eşliğinde gerçekleştirilen küresel işbölümü, ABD ekonomi-
sinin son çeyrek yüzyılda belirgin bir biçimde güç yitirmesine yol açarken, diğer
uçta Çin sıçramalı bir gelişme ivmesi yakalamıştır(Şekil 18).

121 Bureau of Economic Analysis (BEA), http://www.bea.gov/international/index.htm#iip


122 Çin Merkez Bankası, http://www.pbc.gov.cn/english/diaochatongji/tongjishuju/gofile.asp?file=2009S09.htm
123 ABD Hazine Bakanlığı, http://www.treas.gov/tic/mfh.txt

201
Yaşayan Marksizm

Şekil 18124

Eşitsiz gelişim sonuçta yeni güçleri tarih sahnesine çıkarmış, bir önceki evrenin
öne çıkardığı güç dengesinin ürünü olan mevcut işleyiş yeni güçlerce sorguya
alınmıştır. Derinleşen kriz sıradan bir sorgulamanın yeterli olmayacağını gös-
teriyor. Cüretkar girişimler var. En tipik örneğini Çin sergiliyor. Doların ege-
menliğinin altını oymaya yönelik fiili saldırılarının yanında kendisi için doğal ve
meşru gördüğü bir başka amacın peşinde olduğunu gizlemiyor. Şimdiye kadar
ekonomisine güç veren kaynağın, ABD’deki varlıklı meranın kurumaya başladı-
ğını görüyor ve elindeki devasa rezervi emperyalizmin tarihini iyi bilenlerce hiç
de sürpriz sayılmayacak bir biçimde kullanmayı hedefliyor. Devletin desteğin-
de “kendi” sermayesine dünyada yeni alanlar açmaya hazırlanıyor. Bunu ilk kez
en yetkili ağızdan, Başbakan Wen Jiabao aracılığıyla çekinmeden ilan ediyordu:
““Dışa açılma” stratejimizi hızlandırmalı, rezervlerimizin kullanımını girişimci-
lerimizin dışa açılma hamlesiyle birleştirmeliyiz.”125
“Dışa açılmak”; PetroChina, Chinalco, China Telecom ve Bank of China gibi dev
devlet tekellerinin dış pazarlarda aktifler edinmesi, özellikle dışarıda zor duru-

124 Uluslararası Para Fonu IMF’in http://www.imf.org/external/datamapper/index.php adresinden “Data Mapper” kullanı-
larak çizilmiştir. Soldaki Y ekseni Çin’e sağdaki Y ekseni ABD’ye aittir.
* 2007’den sonraki veriler IMF tahminleridir.
125 http://www.ft.com/cms/s/0/b576ec86-761e-11de-9e59-00144feabdc0.html?nclick_check=1, Financial Times, 21
Temmuz 2009

202
Büyük Deprem Bir Bilanço

ma düşmüş diğer tekelleri ele geçirmesiyle pazarda gerçekleştirilecek bir yeniden


paylaşımla içeride süren pazarı derinleştirme çabalarıyla birlikte Çin ekonomi-
sini ABD’ye olan bağımlılığından kurtarma stratejisine verilen ad. Krizde belir-
ginleşen bu strateji ile Çin deyim yerindeyse bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyor:
Ekonomik gelişmeyi daha sağlam bir temele kavuşturmak ve patladığında her iki
tarafa (ABD ve Çin) zarar vermesi kaçınılmaz bir bomba olan büyük dolar rezer-
vinden kurtulmak. Rezervleri bu stratejinin hizmetine koşmak, ilk kez resmi, üst
düzey bir ağız tarafından dillendirildi. Bu gelişme kuşkusuz emperyalist rekabeti
kızıştıracak, emperyalist devletlerin arasındaki gerilimi yükseltecektir.
Ancak Çin’in ve diğerlerinin yükseliyor olması hegemonya sorununu ağırlaştır-
maktan öte, soruna yeni bir çözüm kapısı aralamıyor. Mevcut’un yerine neyin
geçeceği henüz belirsiz. Bunu ne sorgulanan ne de sorguya çekenler söyleyebi-
liyor. Kapitalizm, daha önce böylesi belirsiz bir süreçten geçmedi. Bir yandan
tarihsel sınırların basıncı yükseliyor, bir yandan doğal sınırlar ihlal edilmiş alarm
veriyor öte yandan sistemin uluslararası mevcut işleyiş paradigması, ABD hege-
monyası çözülüyor. Buna karşılık, burjuvazi sahte baharların afyonundan uyan-
dıkça, tüm yaptığı iş, her zaman yaptığı gibi sonuçların neden olarak ele alındığı
ihtişamlı toplantılar düzenlemek oluyor. Toplantılar 7’li, 8’li, 15’li, 20’li devam
ediyor ama sadece sahanda su dövülüyor. Dönemi ise en iyi Arrighi’nin kaos
kavramı anlatıyor:
...“kaos” ve “sistemik kaos”, açıkça ve tümüyle örgütlenmenin telafi olu-
namaz bir şekilde bulunmadığı bir durumu ifade etmektedir. Bu durum,
çatışmanın güçlü bir karşı koyma eğilimi gerektiren bir şekilde ve geri dö-
nülmez bir biçimde artması, veya yeni bir kurallar ve davranış biçimleri
bütününün yer değiştirme amacı gütmeden eski bir kurallar ve değerler
sisteminden kaynaklanması veya zorla onun üzerine gelmesi, ya da bu iki
durumun bir birleşiminin ortaya çıkması nedeniyle meydana gelen bir
durumdur.126
Bu kaotik süreçte çözülmekte olan hegemonyası ile en zor durumda kalacağı için
en saldırgan ve elinde bulundurduğu silah gücü düşünüldüğünde en tehlikeli güç
ABD olacaktır. Çünkü 2008 yılı GSMH’sının 14,2 trilyon dolar127 gerçekleştiği,
toplam borcunun (hanehalkı, finans-finans dışı şirketler, kamu (yerel, merkezi
ve federal) borçları olarak) 50,67 trilyon dolar128 olduğu göz önüne alınırsa, bozu-
larak %357 gibi tarihi yüksek seviyelere tırmanan borçluluk oranının “Amerikan
tarzı yaşam” standartlarına dokunmadan korunabilmesinin ya da nispeten daha
düşük seviyelere çekilebilmesinin ön koşulu Amerikan dolarının egemenliğinin
sürdürülmesidir. Bugünkü konjonktürde bu egemenliğin rızaya dayalı sürdürü-
lebilmesi ise imkansız görünüyor.

126 G. Arrighi, “Uzun Yirminci Yüzyıl”, İmge Yayınları, Birinci Baskı, Mayıs 2000, s.58
127 http://www.bea.gov/national/index.htm#gdp
128 http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/data.htm

203
Yaşayan Marksizm

Değer Yasası İşlevini Yitiriyor


Toplumsal emeğin değişik üretim sektörleri arasında dağılma zorunluluğunun
kapitalist toplumda aldığı biçim, özgün adıyla değişim değeridir:
...farklı gereksinmelere cevap veren ürünlerin kitlesi, toplumun toplam
emeğinin farklı ve nicel olarak belirli bir kitlesini gerektirir. Toplumsal
emeğin belirli oranlarda dağılması yolundaki bu zorunluluğun, toplum-
sal üretimin belirli bir biçimiyle ortadan kaldırılamayacağı, ancak bunun
görünüş biçimini değiştirebileceği apaçık bir gerçektir. Hiçbir doğa yasası
yok edilemez. Farklı tarihsel durumlarda değişebilecek şey, bu yasaların
kendilerini ortaya koydukları biçimdir ancak. Toplumsal emeğin iç bağın-
tısının, emeğin bireysel ürünlerinin özel değişimi içerisinde ortaya çıktığı
toplum düzeninde emeğin bu orantısal dağılımının kendisini gösterdiği
biçim tamamen bu ürünlerin değişim değeridir.129
Üretimin dur durak bilmeyen toplumsallaşma süreci, bilgi teknolojilerinin üre-
time uygulanmasıyla toplumsal zenginliğin temelinin değişmesi, emek süresinin
nicel ve nitel olarak giderek tali konuma düşmesi sonucuna yol açar ve değer
yasasının ayağını kaydırır:
Değer yasası söz konusu olduğunda, kullanım değeri/değişim değeri çe-
lişkisinin akutlaşması madalyonun bir yüzüdür. Öteki yüzü, bizatihi eme-
ğin ya da işgücünün değeri bakımından da değer yasasının işlevselliğini
yitirmeye başlamasıdır. Çalışma zamanı ile çalışma dışı zaman, üretimle
yeniden üretim arasındaki sınırlar bulanıklaşıyorsa, A. Negri’nin yerinde
saptamasıyla bütün yaşam emek sürecine dönüşüyorsa, bu nedenle bileşik
emeği basit emeğe indirgemek gittikçe zorlaşıyorsa, neredeyse her nihai
ürün karmaşık bir teknik ve toplumsal işbölümünün birbirine bağladığı
kolektif emeğin eseriyse değer yasası emeğin değerlenmesinin ölçütü ol-
maktan da çıkmaya başlıyor demektir.130
Değer yasasının işlevini yitirmeye başlamasıyla birlikte, kapitalizmin gerek top-
lumsal sefalete, gerekse doğanın tahribine neden olan çirkin yüzü, tıpkı bugün ol-
duğu gibi öne çıkar, meşruluğunun toplumsal olarak sorgulanmasının önü açılır.

Kapitalist Devlet Mali Oligarşinin Doğrudan Uzantısına Dönüşüyor


Kriz patladığından bu yana türlü çeşit kurtarma paketleri açıklandı; yetmedi şir-
ketlere hisseleri karşılığında sermaye veren kapitalist devlet onlara ortak oldu;
yetmedi bankalar kamulaştırıldı. Bu operasyonlarda merkez bankaları başrolü
aldılar, onların da kaptanlığını Fed üstlendi. Belli başlı Kapitalist merkezlerde
burjuva hükûmetlerin Hazine Bakanları, Merkez Bankası Başkanları doğrudan
mali sermayenin içinden, yönetici elitten atanıyor; hiç yadırganmıyor. Fed finans

129 K. Marx-F. Engels, “Seçme Mektuplar”, Evrensel Basım Yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996, s.53
130 Kenan Kalyon, age., s.21

204
Büyük Deprem Bir Bilanço

piyasalarını, Fed’i de varlıklarının %57’sine sahip dört mali tekel kontrol ediyor:
Bank of America, JP Morgan Chase, Wells Fargo, Citigroup. Şaşkın burjuva ikti-
satçılar, popülist bir söylemle, kurtarma paketlerini, kamulaştırmaları sosyalizm
olarak niteliyor, bilinçleri bulandırırken kendilerince ciddi eleştiri yaptıklarını
sanıyorlar. Oysa yapılanların hepsi bir tek amaç güdüyor; bir işlevi yerine geti-
riyorlar: Burjuvazi zararlarını kamulaştırıyor, işçi sınıfının sırtına yıkılıyor. Bu
yöntemler ise hiç de yeni değil:
... kapitalist toplumdaki devlet tekeli, aslında, şu ya da bu sanayi alanındaki
iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak
için kullanılan bir araçtan başka bir şey ifade etmemektedir.131
Lenin bu saptamayı daha 1915’te yapmıştı. Gerçekte burjuvazi bu yöntemleri o
kadar fütursuzca kullanıyordu ki, kendi iktisatçılarına bile “bu kadarı da olmaz”
dedirtiyordu:
Kapitalizmin en temel kuralı kâr ile zararın ikiz kardeşler olduğu ve bi-
reysel olarak üstlenilmesi gerektiğidir. Hangisi kamuya daha yakın diye
bir soru sorulacak olsa kâr diye yanıtlanması daha makuldür. Çünkü kar-
dan vergi ödenir ve kamu kesimine katkı yapılır. Oysa zarar, zarar edenin
üstünde kalır. Temel kural budur. Piyasa sistemi ne zaman krize girse bu
kural işlemez hale geliyor. 2008 yılındaki krizde kapitalizmin şampiyonu
olan ABD’ de zararlar topluma devrediliyor, bankalar batıyor, zararlarını
vergi mükellefleri ödüyor. Belki bu aşamada vergi mükellefleri işin içinde
görünmüyor ama bir süre sonra fatura mutlaka önlerine konacak. Bu du-
rumda zarar topluma devredilmiş ve ortaklaşa üstlenilmiş olacak.
Kapitalizmin temel sloganını bir kez daha hatırlatalım: “Bırakınız yap-
sınlar, bırakınız geçsinler: Bu sloganın devamının ister istemez, “Yapa-
mayanlar batsın, yenileri çıksın” biçiminde olması gerekir. Ne var ki son
küresel kriz, “Bırakınız yapsınlar ama bırakmayınız batsınlar” biçiminde
yeni bir slogan geliştirmiş görünüyor.132
Sermayenin toplumsal bir ilişki olduğu bilinir ve sıkça söylenir. Ama sermaye en
çok bu krizde nasıl bir toplumsal ilişki olduğunun somut, ampirik örneklerini
verdi. Kapitalist devletin görece özerkliği onun tek tek kapitalistlerle arasındaki
mesafesini anlatır. Kapitalist devlet, kapitalistlerden görece özerk ama genel ola-
rak sermayenin organik bir parçasıdır. Mali sermaye, krizde giriştiği “kamulaş-
tırmalar” ve “kurtarma paketleri” ile geniş yığınlara bu gerçekliğin somut, inkâr
edilemeyecek kanıtlarını sundu. Önümüzdeki günlerde, sınıflar mücadelesinde
işçi sınıfının devrimci siyasal hattı da kendisini tüm diğerlerinden bu nirengi
noktasında ayırt edecektir. Bu bağlamda burjuvazinin kamulaştırmaları yalnızca
onun kendi mevcudiyetinin gereksizliğini kanıtlar, daha fazlasını değil! Unutul-

131 V.İ.Lenin, age., s.47


132 Mahfi Eğilmez, “Küresel Finans Krizi”, Remzi Kitabevi, Aralık 2008, 2. Basım, s.122-123

205
Yaşayan Marksizm

mamalıdır ki devlet mülkiyeti de özel mülkiyetin bir biçimidir ve kapitalizm ko-


şullarında devlet, Engels’in pek yerinde deyişiyle kolektif kapitalisttir:
Eğer, bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki ye-
teneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma
örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri durumuna dö-
nüşümü de, bu erek için burjuvaziden ne denli kolay vazgeçilebileceğini
gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal işlevleri şimdi ücretli görevliler tara-
fından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme
ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı
borsada oynama etkinliği dışında hiçbir toplumsal etkinliği yoktur. İşe iş-
çilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi şim-
di de kapitalistlerin ayağını kaydırır, ve tıpkı işçiler gibi, onları da, daha
şimdiden yedek sanayi ordusuna değilse bile, gereksiz nüfus içine atar.
Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti
durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır.
Hisse senetli şirketler bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlet de,
burjuva toplumunun, kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, iş-
çilerden olduğu kadar tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı ko-
rumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi
ne olursa olsun, esas olarak kapitalist bir makinedir: kapitalistlerin devleti,
düşüncedeki kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mül-
kiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir,
yurttaşları o kadar çok sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış,
tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra, tersine
döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü de-
ğildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar.133

Emekli Nüfusu Artıyor


Bu yeni bir sorun. Burjuvazi kendi yönünden sorunu çözmeye çalışıyor. Emekli-
lik yaşını elinden gelse mezara kadar taşıyacak. Ama insanlar bir ömür boyu ser-
mayenin boyunduruğunda çalıştıktan sonra, günlerle sayılsa bile yaşamlarının
geriye kalan kısmına sahip çıkmakta kararlılar. Burjuvazi ise, uzayan ortalama
insan ömrü, insanların mezarda emekliliğe karşı direnişleri ve iç ettiği emeklilik
fonlarının yeni emeklilere ödeme yapmayı olanaksız kılacağı gerçeğinin yakında
ortaya çıkacak olması karşısında çaresiz, eylemsiz bekliyor. Maestro Greenspan,
sorunun burjuvazi yönünden bir başka boyutuna daha dikkat çekiyor:
Dünyadaki gelişmiş ülkelerin hemen hepsi, daha önce bir eşine daha rast-
lanmamış, dibi görülmeyen bir demografi kuyusunun eşiğine geldi. Mu-
azzam büyüklükteki bir grup insan, yani “bebek patlaması” kuşağı, yakın-

133 F. Engels, “Anti Dühring”, Sol Yayınları, 2. Basım, Mart 1977, Ankara, s.441

206
Büyük Deprem Bir Bilanço

da üretkenlikten emekliliğe geçecek. Onların yerini alacak çok az sayıda


genç çalışan var ve bu eksik nitelikli işçiler arasında daha da büyük boyut-
lara ulaşıyor. Değişimin ilk göstergeleri, özellikle yüksek işsizliğe rağmen
had safhadaki nitelikli işçi açığının, giderek daha da arttığı Almanya’da
kendini belli ediyor. Almanya’da bir insan kaynakları yöneticisi, 28 Kasım
2006 tarihinde Financial Times’a verdiği beyanatta şöyle demişti: “kaliteli
çalışan bulma mücadelesi şimdiden başladı. Almanya ile Avrupa’nın gü-
ney ve doğusundaki demografik trendlere bakılırsa, durum yakında çok
daha kötüye gidecek.”
Bu yapısal değişim aslında yirmi birinci yüzyıla ait bir sorundur. Emek-
lilik, insanlık tarihinde göreceli olarak yeni bir olay sayılır. Bundan yüz
yıl önce, gelişmiş ülkelerin çoğunda ortalama ömür kırk altı yıl olarak
kabul ediliyordu ve emekli olabilecek kadar uzun yaşayan insan sayısı
nispeten azdı.134
Yaşlı kurt gerisini söylemiyor ama yazdıklarından çıkan sonuç, kapitalizmin
dermansız çelişkisinin kapitalistlerin uykusunu kaçıracak ölçüde keskinleşeceği
gerçeğidir.

Ya Ölü Yıldızlara Hayatı Götüreceğiz, Ya Dünyamıza İnecek Ölüm!


Komünizm, tarihsel olarak insanlığın özgürlük arayışının önüne ket vuran
kapitalizmin zorunlu, görünür ve artık elle tutulur tek seçeneğidir. “Ya Sos-
yalizm, Ya Barbarlık!” belgisi, daha önce hiç içinden geçmekte olduğumuz
dönemde olduğu kadar yakıcı, yaşamsal bir gereksinmenin sesi olmamıştı.
Ne var ki; kapitalizm günümüzde barbarlığı bile insanlık için lüks kılacak,
kendi içinde seçeneği olmayan akıldışı bir serüvene dönüşmüştür. Şimdi
tüm insanlığa “Ya Ölü Yıldızlara Hayatı Götüreceğiz, Ya Dünyamıza
İnecek Ölüm!” diye haykırıyoruz.135
Ciltler dolusu bıraktığı eseriyle, bugünün kavranmasına ışık tutan, yapmış oldu-
ğu gelecek tasavvuru ile yeni bir uygarlığın bir ütopya değil, uğruna mücadele
edildiğinde erişilebilir somut bir hedef olduğunu anlatan Marx’a göre, anlamak
ve değiştirmek aynı eylemin iki değişik görünümüdür: “…varolan toplum için-
de, sınıfsız bir toplumun ortaya çıkabilmesi için gerekli maddi üretim koşullarıy-
la, onlara tekabül eden işbirliği ilişkilerinin gizli varlığını keşfedemiyorsak, tüm
mayınlama teşebbüsleri de Donkişot’ça olmaktan ileriye gidemeyecektir.”136
Bu yüzden, devrimci eylem onu geleceğe taşıyacak gerçekliğin üzerindeki giz
perdesinin sıyrılıp atılmasıyla hedefine ulaşacaktır. Ancak gerçekliği kavramak
ona değiştirme bilinciyle yaklaşmayı öngerektirir.
Buraya kadar kapitalizmin içine yuvarlandığı bunalımdan hareketle, onun bugü-

134 A.Greenspan, age., s.416


135 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ayhan Matbaası, Ağustos 2008, 15. Tez, s.19
136 K. Marx, “Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.234

207
Yaşayan Marksizm

nüne dair, sermayenin egemenliğine karşı yürütülecek siyasi mücadelede ipucu


olma özelliği taşıyan başat eğilimlerine dikkat çekilmiş; dengesini yitiren kapita-
lizmi devrimci durumlara gebe kaotik bir dönemin beklediğine işaret edilmiştir.
Burjuva kampın sonuçları neden olarak algılamakla malul yaklaşımı ileride baş-
ka bir bağlamda ele alınmak üzere bir yana bırakılırsa, bizim tarafta duran ve
krizin analizinde ulaştıkları sonuçlarla birbirine karşı konumlanan iki yaklaşıma
değinmek gerekiyor.
Birincisi “kapitalizm doğası gereği kriz üreten bir sistemdir, krizlerle kendisini ye-
niler ve işçi sınıfı tarafından alt edilemediği koşullarda krizlerden güçlenerek çıkar”
anlayışıdır. Bu yaklaşıma geçmişin gölgesi düşmüştür. Biraz da, döngüselliğin isabet
avantajını kriz sonrası en sağlam öngörü sahipliğine tahvil etme gayreti bulunuyor.
Kapitalizmin tarihi sınırları ve doğal sınırların ihlali, bu yaklaşımın görüş alanına
bütünlüklü siyasal bir bakışın arka planı olarak henüz girmiş değil. Bu görüşün
mensuplarının sermayeyi bir hareket olarak kavrayamadıkları için, kapitalizmin
başat eğilimlerini, yeni olguları algılayabilmeleri ve devrimci bir karşılık üretebil-
meleri zor görünüyor. Daha çok direniş çizgisinde, kapitalizmin kendi evriminde
yıktığı setlerin savunusuna dönüşen eklektik bir programa esin kaynağı olabilirler.
Diğer uçta, krizi kapitalizmin sonu olarak açıkça ilan eden, bu yüzden ilk bakışta
radikal bir görüntü sergileyen eğilim var. Albenisi yüksek, bu nedenle düzene
karşı cepheden bakanların kulağını okşuyor. Bu yaklaşım, soruna her ne kadar
yakın gelecekten, kapitalizmin başat eğilimlerini de dikkate alan bir perspektifle
bakıyorsa da, kendi “radikal” sonucuna daha çok sistemin tarih sahnesini terk
etmekte olan mevcut hegemonik dizilişini esas alarak ulaşıyor:
Dünya sisteminin çoklu ve birbiriyle rekabet eden politik yapılardan
oluşması bu maliyetlerin düşük kalması için zorunlu bir politik koşuldur.
Yani, kapitalizm bir devletlerarası sistem ya da bir dünya ekonomisi ol-
mak zorundadır. Kapitalist dünya ekonomisi üç katlı bir yapı içinde ör-
gütlenmiştir: Merkez, çevre ve yarı çevre. Dünyanın sömürülen çoğunlu-
ğunu birbirinden farklı iki bloğa ayırıp sömürücü merkeze karşı birleşik
bir isyana girişmelerini önlemek için yarı çevre devletlerinden oluşan bir
orta tabakanın varlığı zorunludur.
Düzenden ve denetimden yoksun devletlerarası rekabet kısa sürede dün-
ya sisteminin dağılmasına yol açardı. Bu yüzden devletlerarası rekabet,
bu rekabeti düzenlemeye ve sistemin uzun vadeli, ortak çıkarlarını gözet-
meye gücü yeten bir hegemonik [hegemonyacı] gücün düzenli aralıklarla
yükselişiyle dengeye kavuşturulmalıdır. Öte yandan bu hegemonik [hege-
monyacı] güç devletlerarası rekabeti bastıracak kadar da güçlü olmamalı-
dır. Öyle olsaydı, kapitalist dünya ekonomisi bir dünya imparatorluğuna
dönüşecek biçimde yozlaşır ve artık sonsuz sermaye birikimince yönetili-
yor olmaktan çıkardı.137

137 Minqi Li, “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü”, Epos Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2009, s.233

208
Büyük Deprem Bir Bilanço

Bu temel, hegemonya sorununa ilişkin mutlak bir yaklaşımla birleşiyor:


Kapitalist dünya ekonomisinin işleyişi ve genişlemesi, düşük ücret mali-
yetleri, düşük vergilendirme ve düşük çevresel maliyetlerin garanti edil-
mesine yardım eden bir dizi tarihsel koşula bağlıdır. Bu da, devletlera-
rası rekabet ve egemen güç arasında dinamik bir dengenin korunmasına
bağlıdır. Kapitalist dünya ekonomisinin hacmi ve karmaşıklığı arttıkça,
dünya sistemini düzenlemek için giderek daha büyük hegemonik [hege-
monyacı] güçlere ihtiyaç duyulmuştur. Ancak, ABD hegemonyasının dü-
şüşe geçmesiyle (Çin de dahil), diğer büyük güçlerin hiçbirinin, ABD’nin
yerini alma ve bir sonraki egemen güç olma şansı bulunmamaktadır. Öyle
ki, mevcut dünya sistemi, yeni bir egemen gücü ortaya çıkarmak suretiyle
kendini yenileme ve yeniden yapılandırma yeteneğini tüketmiştir, sistem
kendi tarihsel sınırlarına dayanmıştır.138
Böylece Çin’in hâlihazır gelişme potansiyelinin, zaten ihlal edilmiş doğal sınırlar
üzerinde yaratacağı ilave basınçla birlikte kapitalizmin sonunu ilan etmek kolay-
laşır. Bu yaklaşım, radikal bir görüntü ve söylemle çok farklı olasılıkların kapıyı
çalacağı kaotik bir dönem boyunca içerdiği rehavet dolayısıyla siyasi olarak pasi-
fizm tehlikesi taşıyor. Doğal sınırların ihlalinin ve biyosferde süregelen olumsuz
değişimin ortalama 80 yıl gibi görece kısa bir yaşam süresine sahip insanların
bilincinde doğrudan siyasal sonuçlar doğuracağını beklemek aşırı iyimserliktir.
Bu iyimserliğin önce atalete, ardından da pasifizme yol açmaması ise neredeyse
kaçınılmazdır.
Mandel, 1980’de yazdığı “Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları” kitabında işa-
ret ettiği “uzun temizlik döneminin” tamamlandığı bu günlerde yanıt verilmesi
mutlak siyasi bir göreve dönüşen şu soruyu sormuştu:
Kapitalist sistemin tarihsel çöküşüne karşın, sistem hala 1940(48)’deki
“mucize”sini tekrarlayabilir mi ve 1970’ler ve 1980’ler boyunca süren uzun
“temizlik” döneminden sonra, 1948-68 dönemiyle değilse bile 1893-1913
dönemiyle kıyaslanır yeni bir hızlanmış genişleme dönemi açabilir mi?139
Bu yazıyı Mandel’in sorusuna, zihinleri hiçbir yeni soruyla meşgul etmeyecek öl-
çüde tatmin edecek bir yanıt vererek tamamlamayı kim istemez ki? Ancak, “uzun
temizlik günlerinin” finalini yaşadığımız bugün, bu o kadar kolay değil. Çünkü
sorunun otuz yıl öncesinden farklı olarak kazandığı mahiyet, kolayca bir araya
getirilebilen ekonomik verilerin alt alta sıralanarak az çok tatminkâr bir yanıtın
üretilebileceği sadeliği aşmış durumda. Bu yüzden burada en fazla, krizin do-
ğurduğu fırsatları devrimci bir seçeneğin olanaklarına dönüştürmek isteyenlere
kolaylaştırıcı bir tartışma zemini sunulabilir.
Sorunun yanıtı salt ekonomik cephede üretilemez. Şu üç cephede birden yanıt

138 Minqi Li, age., s.50-51


139 E. Mandel, age., s.94

209
Yaşayan Marksizm

aramak gerekiyor: Çözülmekte olan ABD hegemonyası ve yeni hegemonya so-


runsalı; yeni bir kapitalist yükseliş evresinin doğal sınırlar yönünden irdelenmesi;
nihayet, kapitalizmin ortalama kâr hadlerinde söz konusu yükselişi destekleye-
cek nitelikte uzun soluklu, radikal bir değişimi başarma şansının olup olmadığı-
nın maddi verilerle araştırılması.
İlk cephede, H. Yurtsever’in “Kriz ve Hegemonya” yazısı, ikincisinde de Minqi
Li’nin “Yükselen Çin ve kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü” kitabındaki ilgili
bölüm140 oldukça yeterli bir tartışma zemini sunduğundan, yazıya üçüncü cephe-
ye dair bir giriş yapılarak devam edilecektir.
Zorunlu emek ile artık emek arasında bozulmuş olan dengenin sermaye lehine
yeniden kurulacağı ortalama kâr hadlerinde gerçekleşecek radikal bir değişimin
öncelikle çözmesi gereken, aşırı sermaye birikimi sorunudur.
Marx’ın deyimiyle “susuzluktan haykıran bir tay gibi” inleyerek bir kenara çe-
kilen sermaye fazlası, daha önceki krizlerle kıyaslanmayacak biçimde susuzlu-
ğunu giderecek yeni vahalar; yeni yatırım alanları bulmak zorundadır. Bunun
için öncelikle pazarın genişlemesi yeni yatırım alanlarının açılması şart. İki yolu
var: pazarın genişliğine ve derinliğine büyütülmesi. Dünya pazarının sermayeyi
tatmin edebilecek ölçekte enine genişleme gerçekleştirebileceği fethedilmemiş
yeni bir alan kalmadı. Oldukça çeşitlenmiş insan ihtiyaçlarının üstüne, ihtiyaç
olmayan ihtiyaçlar yaratarak tüm olası potansiyeli tüketmiş görünen kapitaliz-
min ana karalarında pazarın derinliğine büyüme şansı da oldukça kısıtlı. Derin-
liğine büyümenin adresi olarak geriye yeni yükselen güçlerin pazarları kalıyor.
Orada oldukça büyük bir potansiyel olduğu muhakkak. Ancak mevcut sanayi
altyapısı, kullanılan enerji kaynakları düşünüldüğünde derinliğine büyüme so-
runu doğrudan doğal sınırlar başlığında ele alınıp yanıtlanması gereken bir so-
runa dönüşüyor. Geriye burjuvazi yönünden iki seçenek kalıyor. Birincisi, var
olan pazarın birbirlerine karşı zorunlu güç kullanarak kapitalistlerce yeniden
paylaşılması; yani büyük bir savaş. Böylelikle sermaye kendisine yönelik “yara-
tıcı bir yıkım” gerçekleştirirken, talep sorununu da en azından yeni bir yükseliş
evresine yetecek bir süre ertelemiş olacak. Mevcut hegemonyanın yükselen yeni
güçlerce sorguya alınıyor olması, bu güçlü olasılığın hegemonya başlığında ele
alınmasını gerektiriyor.
Burjuvazinin zorlayacağı ikinci kapı, sanayi altyapısında ve emek üretkenliğinde
en az büyük bir paylaşım savaşı kadar etki yaratacak bir değişim girişimini baş-
latmak olacaktır. Bu bağlamda, aşırı birikmiş sermayeyi büyük oranda yeniden
maddi üretim alanına çekecek büyüklükteki biricik somut potansiyel, tüken-
mekte olan ve bu yüzden de aşırı fiyat hareketleri ile sistemin genelini istikrarsız
ve güvensiz bir konuma sürükleyen fosil yakıtların yerine, yeni ve yenilenebilir
enerji kaynaklarının geniş ölçekli kullanıma sokulması ve bu yeni kaynaklara

140 Minqi Li, age., s.189-231

210
Büyük Deprem Bir Bilanço

bağlı olarak kapitalist üretimin altyapısının tepeden tırnağa yenilenmesinde yat-


maktadır. Bu değişim, oldukça geniş ve uzun vadeli yatırım alanlarının sermaye-
nin önüne açılması anlamına gelecektir.
Aynı değişimi tetikleyecek kıvılcım ise, bir dönem kapitalizmin üretim organi-
zasyonunun temel paradigmasını oluşturmuş Ford, GM ve Chrysler gibi oto-
motiv tekellerinin çekmecesinde yatıyor: Yenilenebilir enerji ile çalışan yeni
nesil bir otomobil. Kriz bu değişim için gerekli konjonktürü oluşturmuştur. Kı-
vılcım için, iflası konuşulan otomotiv devlerinin gerçekten iflas etmesi ve yeni
tasarımlar için yeniden yapılandırılması gerekiyordu ki, bilindiği gibi bu doğ-
rultuda önemli adımlar atıldı. Chrysler, % 20’si FIAT’a, % 8’i ABD ve % 2’si Ka-
nada hükûmetlerine, % 55’i de sendikaya devredilerek; GM, 1 Haziran 2009’da
Obama’nın özel çabasıyla iflas korumasına alınarak, hisselerinin %60’ı ABD
Hükûmetine, %12’si Kanada Hükûmetine ve elbette %17,5’i sendikaya devredi-
lerek yeniden yapılandırıldı. Burjuvazinin işi buraya kadar hiç zor olmadı.
23 Aralık 2008’de ABD Ticaret Bakanlığınca açıklanan verilere göre motorlu
araçlar ve parçaları üretimi 2007’de toplam 440,4 milyar$ olup; GSMH’sının
%3,2’sini oluşturmuştu. 2008 üçüncü çeyrekte üretim 370,7 milyar$’a düşmüş
olup, bu oran %2,6’ya gerilemişti.141 Yani ABD bu üç devin iflasından batan Leh-
man Brothers kadar bile etkilenmeyecekti. Buradaki sorun, bu üç dev otomotiv
şirketinde çalışanların şirketlerin iflası halinde uğrayacakları hak kayıplarıydı.
Bu da şimdilik, işçi sınıfının da suça iştirak edilmesiyle halledilmiş görünüyor.
20 Ocak’ta Başkanlığı devir aldıktan sonra, Obama’nın açıklayacağı hükûmeti
oluştururken küresel iklim değişikliği başlığında radikal bir politika değişikliğine
gideceği belli olmuştu. Önce Nobel ödüllü Fizikçi Steven Chu’yu Enerji Bakanlı-
ğına atadı. Daha sonra, tanınmış iklim değişikliği uzmanlarından John Holdren’i
bilim başdanışmanlığına getirdi. Her iki isim de görüşleri ve eylemleriyle küresel
iklim değişikliği ve Kyoto başlığında geçmişten bu yana izlenen geleneksel poli-
tikaya karşı isimlerdi. Bu politika değişimi, otomotiv devlerinde başlatılan yeni-
den yapılandırma girişimleri ile birlikte düşünüldüğünde önem kazanıyordu.
“Bilimi hak ettiği yere kavuşturmak”; “okulları yeniçağın gereklerine uyacak bi-
çimde dönüştürmek”; “güneşi, rüzgarı ve toprağı, otomobillerin ve fabrikaların
hizmetine, teknoloji harikalarını da sağlığın hizmetine koşmak”; “büyümenin
yeni temelini oluşturmak”; Obama’nın başkanlık konuşmasında yer alan bu söz-
ler, özünde burjuvazi yönünden artı-değerin nispi olarak artırılması ile eşanlam-
lı, emek üretkenliğini bulunduğu düzeyin daha ötesine taşımayı hedefleyen bir
arayışın ifadesidir. Aynı arayışın izini daha sonra gerçekleştirilen G20 Nisan ve
G8 Temmuz zirvelerinde de sürmek mümkün. Ancak gerek hegemonyanın çö-
zülmekte oluşunun doğuracağı olası ve kaçınılmaz politik sonuçlar, gerekse ge-
niş emekçi sınıflara dayatılan kriz faturasının onların yaşam tarzlarında doğura-

141 http://www.bea.gov/newsreleases/national/gdp/2008/pdf/gdp308f.pdf

211
Yaşayan Marksizm

cağı yıkıcı ekonomik sonuçlar ve buna verecekleri tepki, sermayenin Obama’nın


sözünü ettiği türden bir hamleyi başarma şansını azaltıyor. Ayrıca burjuvazinin
yeni yaptığı gelecek projeksiyonlarında fosil yakıtların halen geleneksel ağırlığını
koruyor olması, bu hamlenin büyüklüğünün gerektirdiği köklü bir hazırlığın ve
seferberliğin henüz olmadığını gösteriyor. (Tablo 9).

Tablo 9
DÜNYA PETROL TALEP PROJEKSİYONU (Milyon Varil/Gün) (2008-2030)142

BÖLGELER 2008 2010 2015 2020 2025 2030


KUZEY AMERİKA 24.3 23.4 23.6 23.4 23.1 22.8
BATI AVRUPA 15.2 14.6 14.5 14.3 14.1 13.8
OECD PASİFİK 8.0 7.5 7.4 7.2 7.0 6.8
OECD 47.5 45.5 45.5 45.0 44.3 43.4
LATİN AMERİKA 4.8 4.8 5.2 5.6 5.9 6.2
ORTA DOĞU&AFRİKA 3.2 3.3 3.7 4.2 4.7 5.2
GÜNEY ASYA 3.5 3.5 4.4 5.5 6.7 8.2
GÜNEY-DOĞU ASYA 5.8 5.9 6.6 7.4 8.2 9.0
ÇİN 8.0 8.3 10.4 12.3 14.1 15.9
OPEC 7.7 8.2 9.0 9.8 10.6 11.5
GELİŞMEKTE OLAN
33.0 34.0 39.3 44.8 50.2 56.1
ÜLKELER
ESKİ SSCB ÜLKELERİ 3.1 3.2 3.3 3.5 3.6 3.7
DİĞER GEÇİŞ
2.0 1.9 2.1 2.2 2.3 2.4
EKONOMİLERİ
GEÇİŞ EKONOMİLERİ142 5.1 5.1 5.4 5.7 5.9 6.1
DÜNYA 85.6 84.6 90.2 95.4 100.4 105.6

Ama hin-i hacette söylenenlerin çoğunun yaşama geçirildiği varsayılsa bile, bu,
kapitalizm yönünden çok uzak olmayan bir gelecekte, çok daha ağır ve yeni bir
krizin tohumlarının atılmasından başka bir anlama gelmeyecektir. Çünkü:143
* Güneş ve rüzgar enerjisi ile yeni baştan kurulacak sanayi altyapısının (yani bü-
yümenin yeni temeli), fosil yakıtlara dayalı sanayi altyapısı kadar işgücü gerek-
tirmemesi;

142 OPEC “World Oil Outlook 2009”, s.53 ABD Enerji Bakanlığı Enerji Enformasyon Birimi (DOE/EIA) tarafından ya-
yınlanmış “International Energy Outlook 2009” daki 1990-2030 projeksiyonuyla uyumludur. İki kurumun beklentileri
arasındaki fark ihmal edilebilir büyüklükte olup, DOE/EIA’nın beklentisi ortalama % 1,5 fazladır.
143 “Geçiş Ekonomileri” kategorisi altında anılan ülkeler “sosyalist sistem” dağılmadan önce Sovyetler Birliği’ne dahil
olanlarla, bütünleşme öncesi diğer Avrupalı “sosyalist” ülkelerden ve ayrıca Malta ve Kıbrıs adalarından oluşuyor.

212
Büyük Deprem Bir Bilanço

* Sınai üretimin atıl kapasite sorununun kronikleşmesi; [Bu sorun, emek üret-
kenliğindeki artışla birlikte toplumsal zenginliğin üretiminin dayandığı temelde-
ki kaymanın bir sonucudur. Kapasitelerin genişliği, mevcut talepteki olası artışı
karşılamada tevzi düzeltmeleri yeterli kılmakta, yeni yatırımların önünü kes-
mektedir. Krizle birlikte ABD’de görülen toplam sanayi kullanım oranları, “kriz
ABD’de başladı, yükseliş de ABD’den başlayacak” beklentisi içinde olanları düş
kırıklığına uğratacak tarihi seviyelere düşmüştür. Son açıklanan 1 Mayıs 2009
verisi son elli yılın en düşük kapasite oranına karşılık geliyor: % 68,3 (Şekil 19).]

Şekil 19144
ABD TOPLAM SANAYİ
KAPASİTE KULLANIM ORANI (Ocak 1967- Mayıs 2009)

• Özellikle kapitalizmin anakaralarında, insan ihtiyaçlarının çeşitliliğinde erişilen


doygunluğun, pazarın derinliğine büyümesine ve yeni sanayi ürünlerinin tüke-
timine ket vuracak olması;
• 1980’lerin ikinci yarısı ve 90’ların başında sosyalizmin geniş emekçi yığınların
indinde somut bir kurtuluş yolu olarak itibarını yitirmesiyle, dünya işçi sınıfı-
nın, sınıf mücadelesinin bütün mevzilerinde oldukça geri bir konuma düşmesi,
kazanılmış haklarının gasp edilmesi ve sonuç olarak geniş yığınların gerçek alım
gücünde net bir düşüşün gerçekleşmiş olması;
• Ağırlıkla yine gelişmiş kapitalist ülkelerde, bir önceki evrede tüketime pozitif
yansıyan “servet etkisi”nin yaşanmakta olan krizin doğrudan bir sonucu olarak
negatife dönmüş olması;
• Yaşanan tüm değersizleşme sürecine karşın, mali oligarşinin sermaye üzerin-
deki egemenliğiyle birlikte, kâr hadlerindeki düşüş eğiliminin bir fonksiyonu
olarak gelişen malileşmenin, kapitalizmin arızi değil, kangrenleşmiş kronik
bir sorununa dönüşmüş olması;

144 http://research.stlouisfed.org/fred2/series/TCU?rid=13 Fed, ABD Merkez Bankası

213
Yaşayan Marksizm

Hepsi birden, daha fazla canlı emeği üretim sürecinden uzaklaştıracak ve sonuç
olarak, özellikle kapitalizmin anakaralarında sürekli ve giderek ağırlaşan bir ta-
lep sorununa neden olacaktır. Genel üretici güçteki tüm olası gelişmeler, ser-
mayenin ilkel, bu yüzden de “pek zavallı” ama vazgeçemeyeceği biricik varlık
temelini, yani “yabancı emek süresi hırsızlığı” alanını, fiziksel olarak daha da
daraltacak; sermaye, çaresizce, bir illüzyon ve geçici sarhoşluktan başka bir şey
olmadığı devam eden krizle kanıtlanan sanal dünyasına yeniden yelken açmak
zorunda kalacaktır. Ayrıca yukarıda sayılanlara ek olarak çok büyük bir müşkül
daha var. Yeni küresel işbölümü çerçevesinde kurulmuş bulunan sermayenin ev-
rensel ölçekte zayıflayarak da olsa halen devam eden ana akım devresinin öyle
bir iki önlemle ve kısa erimde yeniden düzenlenmesi olanaksız. Dünya ölçeğinde
tüm biriken fonların % 70’ine erişen büyüklüğünün ABD’ye transferi biçiminde
gerçekleşen bu akımın devamı halinde ise, Obama’nın vaatleri onun kişisel pem-
be düşleri olmaktan öteye gidemeyecektir. Nedenini Arrighi şöyle özetliyor:
Eylül 2006’ da Wall Street Journal, Birleşik Devletler’in doksan yıldan beri
ilk defa, yabancı alacaklılara yurt dışındaki yatırımlarından elde ettiği
miktardan daha fazla para ödediğini ve dolayısıyla Avrupa’ya fazlasıyla
borçlandığı on dokuzuncu yüzyıldaki o eski durumuna geri döndüğünü
yazmıştır. Birleşik Devletler’in borçlu bir ülke olarak on dokuzuncu yüz-
yıldaki durumuyla şimdiki durumu arasındaki temel fark, bu büyük mik-
tardaki borcun Avrupa’dan değil artık Asya’dan alınması olgusunun yanı
sıra, şudur: on dokuzuncu yüzyılda alınan borçlar demiryolları ve diğer
altyapı yatırımlarını finanse etmekte kullanılıyordu, bu da ABD ekonomi-
sinin üretkenliğini artırmaktaydı; oysa bugün bu borçlar özel ve kamusal
tüketimi finanse etmektedir ki bunu, Birleşik Devletler’in rekabet edebile-
cek düzeyde üretmesi artık mümkün değildir.145
Sermayenin sonsuz birikim arayışının teorik menzili bir tek dünya tekeli oluş-
turmak ve kendi varlığına kendi eliyle son vermektir. Sermayenin bu hareketinin
dışa vuruş biçimi, yani tekelleşme sürecinin aracı, rekabettir. Oysa rekabet eşitsiz
gelişimin dinamik zemininde işleyen ve sermayeyi sürekli bölen bir ilişkidir. Ce-
bir diliyle söylenirse, sermayenin genel hareketinin menzili, rekabetin ve eşitsiz
gelişimin değişken olarak yer aldığı bir fonksiyonun, değeri sonsuz olan limitine
eşittir. Ancak bu fonksiyon sıradan bir cebir işlemini değil, insanı ve tüm diğer
canlılarla birlikte doğayı içine alarak ezen, insan faaliyetinin ürünü ama gerçekte
insana aykırı ilişkilerin cenderesini, akıp giden gerçek hayatın içinde bir kısır
döngünün trajik öyküsünü anlatır. Bu kısır döngüyü bozacak ve sermayenin
cenderesinden kendisini kurtarırken bütün insanları ve doğayı da kurtarmaya
yetenekli bir tek güç var: toplumsal proletarya! Aynı kısır döngüden bir tek çıkış
var: komünizm!
2 Ağustos 2009

145 G. Arrighi, “Adam Smith Pekin’de”, Yordam Kitap, Ocak 2009, Birinci Basım, 44 No’lu dipnot, s.202

214
İlkel Sermaye Birikimi
Yusuf Zamir

Sermaye Birikimi

E konomi politik, işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçilerin ve işgü-
cü satın alıcısı olan kapitalistlerin varlığını doğanın bir verisiymiş gibi kabul
eder. Ekonomi politik, işgücünün niye metalaştığını asla sorgulamaz, işgücü me-
taı satıcısı ve işgücü metaı alıcısı sınıfların nasıl ortaya çıktığını hiç araştırmaz.
Ekonomi politik, mevcut insana aykırı düzeni akli göstermekle işlevli olduğu
için, mevcut verilerin tartışmasız kabulü temelinde zihinsel işlem yapar.
Ekonomi politiğin zihinleri içeriden kuşatarak zımnen kabul ettirmeye çalıştı-
ğı gibi, işgücü satıcıları ve işgücü alıcılarının varlığı doğanın bir verisi olsaydı,
insanların işçi geni ya da kapitalist geniyle doğmaları gerekirdi. İnsan türünde
doğuştan böyle bir garabet olmadığına göre, yani doğa işçi ve kapitalist yaratma-
dığına göre, acaba bu akıl dışı durum nasıl ortaya çıkmıştır?
Pazarda, bir yanda toprağın, makinelerin, hammaddelerin, geçim araçları-
nın, yani işlenmemiş topraklar hariç hepsi emeğin ürünleri olan bütün bun-
ların (üretimin maddi koşullarının - YZ) sahibi bir dizi alıcının (işgücü metaı
alıcısının, yani kapitalistin - YZ) bulunması, öte yanda ise kendi işgüçlerin-
den, çalışan kol ve beyinlerinden başka satacak bir şeyleri olmayan satıcıla-
rın (işgücü metaı satıcılarının, yani işçilerin - YZ) bulunması olgusunun, bu
tuhaf olgunun nasıl ortaya çıktığını sorabiliriz. Birileri kâr etmek ve zen-
ginleşmek için boyuna (işgücü - YZ) satın alırken ötekilerin geçimini temin
etmek için hep (işgüçlerini - YZ) satması garabeti nasıl ortaya çıkmıştır?
Bu soru, bizi, ekonomistlerin önceki ya da ilksel birikim dedikleri ama ilk-
sel mülksüzleştirme denilmesi gereken şeyin araştırılmasına götürür. Bu
ilksel birikim denen şeyin, emekçi insan ile emek araçlarının başlangıçtaki
birliğinin bozulması sonucuna götüren bir dizi tarihsel süreçten başka bir
anlama gelmediğini buluruz. (K. Marx, “Ücret, Fiyat, Kâr”, Haziran 1865,
MESY, İng., c. 2, s. 55-56.)

215
Yaşayan Marksizm

Ücretli emek - sermaye toplumunda, bir yanda işgücünden başka satacak bir şeyi
olmayan doğrudan üreticiler, yani işçiler yer alır, öte yanda da üretim ve geçim
araçlarına sahip olan kapitalistler vardır. Toplumun bu şekilde yarılmaya baş-
ladığını ilân eden ilk sermaye, “emekçi insan ile emek araçlarının başlangıçtaki
birliğinin bozulması sonucuna götüren”, yani doğrudan üreticiler ile üretimin
maddi koşullarını birbirinden koparagelen “ilksel mülksüzleştirme” sürecinin
ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
İşçi ya da kapitalist olmak, insan türünün doğasında yazılı değildir. Kişiyi işçi
ya da kapitalist yapan, kişinin içinde doğduğu toplumsal koşullardır. Toplum-
sal koşullar, tarih içinde kuşakların birbirlerine eklemlenen faaliyetlerinin ürünü
olarak ortaya çıkar. Yani toplumsal koşullar, olgular, ilişkiler, biçimler, hepsi in-
san yapımıdır.
Marx’a göre, işçi ile kapitalisti tarih sahnesine çıkaran süreç, “emekçi insan ile
emek araçlarını”, yani doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarını birbi-
rinden ayıran süreçtir. Marx, bu sürece, ilksel mülksüzleştirme süreci ya da ilkel
sermaye birikimi süreci der.
Kavramsal olarak bir de “normal” sermaye birikimi süreci vardır. “Normal” ser-
maye birikimi süreci şöyle çalışır: Kapitalist, el koyduğu artı-değerin bir bölü-
münü kişisel geliri olarak alır, geriye kalan bölümünü sermayeye ekler. Sermaye,
artı-değerden kendine katılan bölüm kadar büyüyerek yeniden üretime girer.
Artı-değerin bir bölümünün bu şekilde sermayeye katılarak onu büyütmesine
sermaye birikimi denir.
Artı-değerin bir bölümünün sermayeye katılarak sermaye birikiminin yapıldığı
moment, mantıksal olarak, zaman skalasında daha önce artı-değerin üretildiği
bir momenti varsayar. Yani sermaye birikiminin yapılabilmesi için, daha önce
kapitalist meta üretiminin gerçekleşip artı-değerin üretilmiş olması gerekir. O
halde, ilk kapitalist meta üretimini gerçekleştiren ilk sermayenin nasıl peydah-
landığını açıklamak gerekir.
İlk sermayenin nasıl ortaya çıktığına dair açıklamalar, sermayenin ne olarak an-
laşıldığıyla doğrudan bağlıdır. Örneğin Adam Smith’e göre sermaye, “değerli
varlıklar”dır, yani üretim araçlarıdır, geçim araçlarıdır ya da bunları satın alacak
olan parasal birikimlerdir. Adam Smith, sermayeyi şey olarak anladığı için, ilk
sermayenin ortaya çıkışını, “daha önceki sermaye birikimi” dediği “değerli var-
lıklar” birikiminin oluşmasıyla açıklamaya çalışmıştır.
Marx’a göre şey’ler, yani üretim ve geçim araçları belli toplumsal koşullarda ser-
mayeye dönüşebilirler ama bunlar kendiliklerinden sermaye değildirler. Serma-
ye denince, esas olarak, üretim ve geçim araçları yığını değil, fakat sermaye top-
lumsal ilişkisi anlaşılmalıdır.
Parayı, üretim ve geçim araçlarını sermayeye dönüştüren tarihsel süreci Kapital
şöyle anlatır:

216
İlkel Sermaye Birikimi

Üretim ve geçim araçları nasıl kendiliklerinden sermaye değillerse, para


ve metalar da kendiliklerinden sermaye değildirler. Bunların sermayeye
dönüşmeleri gerekir. Ama bu dönüşümün kendisi, ancak belli koşullar
altında olabilir. Yani birbirinden çok farklı türden iki meta sahibinin yüz-
yüze ve temas haline gelmesi gerekir:
Bir yanda, başkalarının işgücünü satın alarak ellerindeki değerler toplamını
artırmak için tutuşan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri. Öte yanda,
kendi işgüçlerini ve dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. Bunlar iki
anlamda özgür emekçilerdir: Ne köleler, serfler vb. gibi üretim araçlarının
ayrılmaz parçasıdırlar ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim araçlarına sa-
hiptirler. Bu nedenle, özgür emekçiler, kendilerine ait herhangi bir üretim
aracının engellemesinden kurtulup özgürleşmiş emekçilerdir.
Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları
sağlanmış olur. Kapitalist sistem, emekçilerin emeklerini gerçekleştirebi-
lecekleri araçlar üzerindeki her türlü mülkiyetten tamamen ayrılmış ol-
malarını öngörür. Kapitalist üretim kendi ayakları üstünde doğrulur doğ-
rulmaz, yalnızca bu ayrılığı sürdürmekle kalmaz, aynı zamanda bu ayrılığı
sürekli genişleyen ölçekte yeniden üretir.
Bu nedenle, kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üre-
tim araçları sahipliğini alan süreçten başkası olamaz. Bu süreç, bir yandan,
toplumsal üretim ve geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan,
doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür. İlkel birikim denilen
şey, bu nedenle, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten baş-
ka bir şey değildir. İlkel olarak görünür, çünkü sermayenin ve buna uygun
düşen üretim tarzının tarih öncesi aşamasını oluşturur. (K. Marx, Kapital,
1867, İng., c. 1, s. 668.)
Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birbirlerinden ayrılması, hem
ilkel sermaye birikimi sürecinin hem de artı-değere el koyma yoluyla gerçekleşen
olağan sermaye birikimi sürecinin ortak karakteristiğidir. Her ikisinin de temeli,
emekçiyi emek koşullarından ayırmakta olan aynı yabancılaşma sürecidir.
Emekçi ile emek koşullarının spontane birliğini inkâr edegelen yabancılaşma
süreci, ilkel sermaye birikimi momentiyle tarihsel bir sıçrama yapmıştır. Yaban-
cılaşma süreci, bu niteliksel sıçramayla kapitalist üretim ilişkilerini örmeye baş-
lamıştır. İlkel sermaye birikimi momenti, bu anlamda, kapitalizmin kurucu mo-
mentidir. Sermayenin bir toplumsal ilişki olarak kendisini egemen kılmak için
verdiği sınıf mücadelesi momentidir.
İlkel sermaye birikimi ile yeni toplumsal ilişkilerin ilk kurucu adımı atıldıktan
sonra, yani ücretli emek ile sermaye ilişkisi bir kez yaratıldıktan sonra, kapitalist
üretimin durmadan kendisini yeniden üretmesinden ötürü, doğrudan üreticiler
ile üretimin maddi koşullarının birbirinden ayrılığı süreğenleşir:

217
Yaşayan Marksizm

Paranın sermayeye dönüştürülmesi için metaların üretimi ve dolaşımın-


dan başka bir şey daha olması gerektiğini gördük. Bir yanda para ya da
değere sahip olan kimsenin (kapitalistin - YZ), öte yanda değer yaratı-
cı cevhere sahip olan kimsenin (işçinin - YZ), bir yanda üretim ve geçim
araçlarına sahip olan kimsenin, öte yanda işgücünden başka bir şeyi ol-
mayan kimsenin alıcı ve satıcı olarak karşı karşıya gelmeleri gerektiğini
gördük. Emeğin kendi ürününden, öznel işgücünün emeğin nesnel koşul-
larından ayrılması (doğrudan üreticilerin üretimin maddi koşullarından
ayrılması - YZ), böylece kapitalist üretimin gerçek temeli ve başlangıç
noktası oluyordu.
Ama başta yalnızca başlangıç noktası olan bu durum, sırf sürecin sürekli-
liği yüzünden, basit yeniden üretim yüzünden kapitalist üretimin durma-
dan yenilenen ve süreğenleşen, kendine özgü bir sonucu haline gelir. (K.
Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 535.)
Ücretli emek, sermayenin olmazsa olmazıdır. Ücretli emek, sermaye üreten emek
demektir. Bunlar birbirinin ikiz kardeşidir. Onun için, sermaye ilişkisi denince,
aslında kastedilen, ücretli emek - sermaye ilişkisidir.
“İlkel” ya da değil, sermaye birikimi süreci içinde biriken, ücretli emek - sermaye
toplumsal ilişkisidir. Sermaye birikimi süreci ilerledikçe, ücretli emek - sermaye
ilişkisi giderek genişleyen ölçekte yeniden üretilir. Kapitalist üretim ilişkilerinin
giderek genişleyen ölçekte yeniden üretilmesi, toplumun işçi sınıfı ve burjuvazi
olarak giderek daha derinden yarılması demektir:
Kapitalist üretim, bu yüzden, işgücü ile emek araçları arasındaki ayrı-
lığı bizzat yeniden üretir. Kapitalist üretim, böylece emekçinin sömü-
rülmesinin koşullarını yeniden üretmekte ve sürdürmektedir. Emekçiyi
yaşamını sürdürmek için durmadan işgücünü satmaya zorlamakta ve
kapitaliste daha da zenginleşmesi için bu işgücünü satın alma olanağını
hazırlamaktadır. Kapitalist ile emekçinin alıcı ve satıcı olarak pazarda
karşı karşıya gelmeleri artık rastlantı olmaktan çıkmıştır. Emekçiyi ken-
di işgücünün satıcısı olarak habire pazara gerisin geriye fırlatan şey bu
sürecin kendisidir. Bu sürecin kendisi, emekçinin kendi ürettiği ürün-
leri, habire, başkasının emekçiyi satın almasını sağlayan araçlar haline
dönüştürür. Gerçekte emekçi, daha kendisini sermayeye satmadan önce,
sermayeye aittir. (İşçi geçimini temin etmek için daha baştan kapitaliste
muhtaçtır. - YZ) ...
Demek oluyor ki, kapitalist üretim sürekli bir bağlantılı süreç, yani bir
yeniden üretim süreci olması nedeniyle yalnızca meta ve artı-değer üret-
mekle kalmıyor, aynı zamanda, bir yanda kapitalist öte yanda ücretli
emekçi olmak üzere kapitalist ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor. (K.
Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 541-542.)

218
İlkel Sermaye Birikimi

İlkel sermaye birikimi süreci, geleneksel doğrudan üreticileri üretimin maddi


koşullarından kopararak ücretli emek ilişkisi içine sokar, yani işçileştirir. İlkel
sermaye birikimi süreci, doğrudan üreticilerden kopardığı üretim ve geçim araç-
ları üstünde özel mülkiyeti tesis eder. İlkel sermaye birikimini “ekonomi dışı”
yapan odur ki, üretim ve geçim araçları özel mülk haline getirilirken, mübadele
ilişkisine başvurulmaz, yani karşılığında “ekonomik” bir bedel ödenmez. Öde-
nen bütün bedel, şiddet araçlarına ve şiddetin örgütlenmesine harcanandır.
Doğrudan üreticiler ile üretim ve geçim araçları arasına özel mülkiyet sapkınlığı
bir kez girdikten sonra, mülksüzlerin yaşamlarını sürdürebilmek için işgüçlerini
kapitalistlere meta olarak satmaktan başka çareleri kalmaz.
İlkel sermaye birikimiyle mülksüzleştirilmiş emekçi kapitaliste boyun eğip işgü-
cünü ücret karşılığı satma sözleşmesi yaptığı anda, yani işgücünü metalaştırdığı
anda kendi kendisini yeniden üreterek süreklilik kazanacak olan yabancılaşma
girdabına girmiş olur. Çünkü işçinin işgücünü ücretle mübadele etmesi, gele-
cekteki geçim araçlarını kapitalistin mülkü olarak üretmeyi peşinen kabul etmesi
demektir. İşçinin işgücünü ücretle mübadele ettiği an, aynı zamanda, kendisini
gelecekte de geçim araçlarından ayrı kılacak olan toplumsal koşulları yeniden
üretmeye başladığı andır. İşçi bir kez bu girdabın içine düştükten sonra, “eko-
nomik ilişkilerin sessiz zorlaması” gereği, yaşayabilmek için işgücünü ücretle,
ücreti de kapitalistin mülkü olarak ürettiği geçim araçlarıyla mübadele etmeye
devam edecektir:
Emekçiyi kendi işgücünün satıcısı olarak habire pazara gerisin geriye fır-
latan şey bu sürecin (emekçiyi emeğin maddi koşullarından ayıran ve bu
ayrılığı sürekli yeniden üreten yabancılaşma sürecinin - YZ) kendisidir. Bu
sürecin kendisi, emekçinin kendi ürettiği ürünleri (kapitalistin özel mülkü
olarak ürettiği için - YZ), habire, başkasının (kapitalistin - YZ) emekçiyi
satın almasını sağlayan araçlar haline dönüştürür. Gerçekte emekçi, daha
kendisini sermayeye satmadan önce, sermayeye aittir. (İşçi geçimini temin
etmek için daha baştan kapitaliste muhtaçtır. - YZ) (Agy.)

Çıplak zor kullanımı - “sessiz zorlama”


İlkel sermaye birikiminin klâsik biçimi, on beşinci yüzyıl sonundan on sekizin-
ci yüzyıl ortalarına kadar İngiltere’de yaşandı. İngiltere kırsalındaki emekçiler,
bazı arazileri, meraları, ormanları, akarsuları, doğal kaynakları kuşaklar boyunca
yerleşmiş gelenekler uyarınca ortaklaşa kullanıyorlardı. Ancak şehirlerden taşıp
gelen pazar ilişkileri, kırdaki ortak yaşam alanlarının geleneksel toplumdan ko-
parılıp özel mülkiyete alınması yönündeki basıncını giderek artırıyordu.
Yerel egemenler, zamanla, geleneksel toplumun ortak malı olan alanların etrafını
çitle çevirip ortak kullanıma kapatmaya başladılar. Yerel egemenlerin kır emek-
çilerini ortak üretim ve yaşam alanlarından zorla söküp atarak yarattıkları fiili
özel mülkiyet, çok geçmeden kral fermanlarıyla yasal hale getiriliyordu. Böylece

219
Yaşayan Marksizm

devlet, kırdaki doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşulları arasındaki ken-
dine özgü birliğin zorla ortadan kaldırılmasına, yağmalanan alanlar üzerinde
özel mülkiyet kurulmasına açıkça destek vermiş oluyordu.
Düpedüz soyularak mülksüzleştirilen kır emekçileri, bir geçim yolu bulmak
umuduyla şehirlere akın ettiler. Mülksüzlerin şehirlere yığılmasıyla aylaklık,
serserilik, hırsızlık aldı yürüdü. Devlet, şehirlerde asayişi sağlamak, mülksüzleri
kapitalistlerin emrinde çalışma disiplinine sokmak için peş peşe terör yasaları çı-
kardı. Avare dolaşanlar yakalanınca önce kamçılanıyor sonra zorunlu çalışmaya
mahkum edilerek iş yerlerine zimmetleniyordu. İkinci kez “serseri dolaşırken”
yakalananların kamçılandıktan sonra kulağının yarısı kesiliyordu. “Serserilik”ten
üçüncü kez tutuklananlar ölümle cezalandırılıyordu. Sadece Sekizinci Henri
(1491-1547) zamanında, kapitalizmin çalışma disiplinini sağlama uğruna yetmiş
iki bin kişi idam edildi. Böylece devlet, işgücünün metalaşması, yani ücretli emek
ilişkisinin yaratılması sürecine doğrudan müdahil oldu.
Devlet gücü, yani devletin şiddet uygulama ve yasa çıkarma tekeli, geleneksel
ilişkileri ücretli emek - sermaye ilişkisine dönüştüren ilkel sermaye birikimi sü-
recinde can alıcı rol oynadı:
Böylece tarımsal nüfus önce topraklarından zorla koparıldı, evlerinden
atıldı ve işsiz-güçsüz kalabalıklar haline getirildi. Daha sonra kırbaçlana-
rak, damgalanarak, gaddar yasalar yoluyla işkence edilerek, ücret sistemi-
nin gerektirdiği disipline sokuldu.
Emeğin koşullarının (üretimin maddi koşullarının - YZ) toplumun bir
kutbunda sermaye halinde yoğunlaşmış olması, toplumun öteki kutbunda
ise işgüçlerinden başka satacak şeyleri bulunmayan insanların (mülksüz-
leştirilmiş doğrudan üreticilerin - YZ) toplanmış olması yeterli değildir.
Hatta bunların işgüçlerini kendi istekleriyle satmaya zorlanmaları da ye-
terli değildir. Kapitalist üretimin ilerlemesi öyle bir işçi sınıfı ortaya çıka-
rır ki, işçiler eğitim, gelenek ve alışkanlıkları itibarıyla bu üretim tarzının
koşullarını doğanın apaçık yasalarıymış gibi görür hale gelirler.
Kapitalist üretim sürecinin örgütlenmesi, bir kez tamamlandı mı, bütün
direnişleri kırar. Durmaksızın bir nispi artı-nüfus yaratılması, işgücünün
arz ve talep yasasını, dolayısıyla ücretleri sermayenin isteklerine tekabül
eden sınırlarda tutar. Ekonomik ilişkilerin sessiz zorlaması, kapitalistin
emekçiyi tahakküm altına almasını tamamlar. Ekonomi dışı doğrudan
zor, kuşkusuz hâlâ kullanılır ama ancak istisnai olarak kullanılır. İşlerin
olağan gittiği sıralarda, emekçi ‘üretimin doğal yasalarına’ bırakılabilir.
Yani, olağan hallerde işçinin sermayeye olan bağımlılığına bel bağlamak
mümkündür. İşçinin sermayeye olan bağımlılığı, üretimin kendi koşulla-
rından doğan ve üretimin koşullarının sürekliliğiyle güvence altına alınan
bir bağımlılıktır. Oysa kapitalist üretimin tarihsel doğuşu sırasında, du-
rum başka türlüdür. Yükseliş halindeki burjuvazi, ücretleri ‘düzenlemek’,

220
İlkel Sermaye Birikimi

yani ücretleri artı-değer üretimine uygun sınırlar içine girmeye zorlamak,


işgününü uzatmak, emekçinin kendisini normal bir bağımlılık durumun-
da tutmak için devletin gücüne ihtiyaç duyar ve devlet gücünü kullanır.
Bu, ilkel birikim denilen şeyin esas ögelerinden biridir. (K. Marx, Kapital,
1867, İng., c. 1, s. 688-689.)
Kapitalizmin ilk egemen olduğu ülke İngiltere’dir. Onun için ilkel sermaye bi-
rikimine örnekler hep İngiltere’den verilir. Ancak, sermayenin İngiltere’deki ilk
yükselişi, sadece İngiltere içinde değil, fakat bütün dünyada yaşanan ilkel birikim
süreçlerinin sonuçlarını devşirmiştir:
Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli nüfusun kökünün kazın-
ması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adaları’nın ele
geçirilmeye ve yağmalanmaya başlaması, Afrika’nın siyahilerin satılmak
üzere avlandığı bir alan haline gelmesi, kapitalist üretim çağı şafağının
işaretleriydi. Bu sesiz gelişmeler, ilkel birikimin belli başlı adımlarıydı. Bu
adımları, bütün yeryüzünü savaş alanına çeviren Avrupalı ulusların tica-
ret savaşı izler. Bu savaş, Hollanda’nın İspanya’ya isyan etmesiyle başlar,
İngiltere’nin jakobenlere karşı savaşıyla dev boyutlara ulaşır ve Çin’e karşı
afyon savaşı ile hâlâ sürer gider.
İlkel birikimin farklı önemli anlarının özellikle İspanya, Portekiz, Hollan-
da, Fransa ve İngiltere’de hemen hemen kronolojik bir sırayla yaşandığını
görüyoruz. Bu farklı momentler, on yedinci yüzyılın sonunda, İngiltere’de,
sömürgeleri, kamu borçlarını, modern vergi ve korumacılık sistemlerini
kapsayan sistematik bir bileşime varır. Bu yöntemler, bazen, örneğin sö-
mürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanır. Ama hepsi de, feodal
üretim tarzının kapitalist tarza dönüşüm sürecini sera içine almışçasına
hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, toplumun yoğunlaşmış ve ör-
gütlenmiş gücü olan devlet iktidarını kullanır. Zor, yeni bir topluma gebe
olan her eski toplumun ebesidir. Zorun kendisi bir ekonomik güçtür. (K.
Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 703.)
Marx, ilkel sermaye birikiminde uygulanan zor için şöyle dedi:
Tarihte, ele geçirmenin, köleleştirmenin, soymanın, öldürmenin, kısacası
zorun büyük rol oynadığını herkes bilir. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c.
1, s. 668.)
Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, acımasız bir vahşetle ve en
bayağı, en rezil, en küçültücü, en çirkin tutkuların dürtüsü altında gerçek-
leştirilmiştir. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 714.)
Vaktiyle İngiltere’de yaşananlar, ilkel sermaye birikimi sürecinin klâsik biçimi-
dir. Marx, Kapital’de, ilkel sermaye birikiminin devlet iç borçlanma tahvilleri,
uluslararası krediler ve aşırı vergilendirmeye dayalı öteki biçimlerini de anlatır:
Ulusal borçlar, yani -ister despotik ister anayasal ya da cumhuriyetçi ol-

221
Yaşayan Marksizm

sun- devletin yabancılaşması, kapitalist çağa damgasını vurdu. Güya ulu-


sal denen zenginlikten modern halkların ortak mülkiyetine düşen tek pay,
zenginliğin ulusal borçlarıydı. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 706.)
Ulusal borçların yıllık faiz vb. ödemeleri kamu gelirleriyle karşılandığı
için modern vergilendirme sistemi ulusal borçlanma sisteminin zorunlu
tamamlayıcısıydı... Aşırı vergilendirme bir kaza değil, daha ziyade bir il-
kedir. İşte bundan ötürü, bu sistemin ilk uygulandığı Hollanda’da, büyük
yurtsever De Witt, Özdeyişler’inde, ücretli emekçiyi uysal, tutumlu, çalış-
kan ve aşırı işle yüklü hale getirmenin en iyi yolu diye aşırı vergilendirme-
yi göklere çıkarmıştı. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 707-708.)
İlkel sermaye birikimi, geleneksel üreticileri üretimin maddi koşularından eko-
nomi dışı zor kullanımıyla, yani çıplak zor kullanımıyla kopararak ücretli emek -
sermaye ilişkisini kuran süreçtir. Sermaye başlarda henüz kendisini kurarken esas
olarak “ekonomik ilişkilerin gücü”ne değil, fakat devletin gücüne yaslanmıştır:
Embriyon halindeki sermaye, gelişmeye başladığı sıralarda, artı emeğin ye-
terli bir miktarını emme hakkını sırf ekonomik ilişkilerin gücüyle değil, fakat
devletin yardımıyla sağlama alır. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 258.)
Ücretli emek - sermaye ilişkisi kurulduktan sonra, zamanla “işçiler eğitim, ge-
lenek ve alışkanlıkları itibarıyla bu üretim tarzının koşullarını doğanın apaçık
yasalarıymış gibi görür hale” getirildikten sonra ekonomi dışı zor kullanımı geri
plâna çekilir. Ücretli emek - sermaye ilişkisinin yerleşmesiyle derinleşen yaban-
cılaşma süreci, mülksüzlerin etkili bir saldırısı olmadıkça, daha ziyade “ekono-
mik ilişkilerin sessiz zorlaması” ile yoluna devam eder.
Ekonomi dışı zor kullanımının geri plâna çekilmesi için, yani işçilerin “ekono-
mik ilişkilerin sessiz zorlaması” ile işgüçlerinin metalaşmasına rıza göstermeleri
için yüzyılların geçmesi gerekmiştir:
‘Özgür’ emekçinin yaşam gereksinimleri karşılığında bütün aktif yaşamı-
nı, çalışma kapasitesinin ta kendisini satmaya, bir tas çorba için doğuştan
gelen haklarından vazgeçmeye razı olması, yani kapitalist üretimin geliş-
mesi yüzünden toplumsal koşullarca buna zorlanması yüzyıllar almıştır.
(K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 258.)
İlkel sermaye birikimi momenti, ekonomi dışı zor kullanımıyla, yani çıplak zor
kullanımıyla bağlıdır. Sermayenin kendisine artı-değer katarak büyüdüğü ola-
ğan sermaye birikimi momenti ise ekonomi içi süreçlerle, yani “ekonomik ilişki-
lerin sessiz zorlaması” ile bağlıdır. Sonuçta her ikisi de aynı sürecin birbirlerini
destekleyen farklı momentleridir.
İlkel sermaye birikimi momenti, pozitivist yorumun ima ettiği gibi, kapitalizmin
ilk doğuşunda yaşanıp bitmiş değildir. İlkel sermaye birikimi momenti, kapitalist
üretim tarzının kurucu momenti olarak, ücretli emek - sermaye ilişkisinin günü-
müzdeki her genişlemesinde kendisini yeniden göstermektedir.

222
İlkel Sermaye Birikimi

Küresel sermaye, genişlemesinin önüne çıkan, eski güç dengeleri içinde oluşmuş
ilişkileri ya da göreceli olarak geri kapitalist ilişkileri hem dünya pazarının “sessiz
zorlaması”yla hem de ekonomi dışı zor kullanımıyla yıkmaktadır. Periferideki
ülkesel-yerel ilişkiler içinde oluşmuş yaşam tarzları çökertilmekte, halklar ücretli
emek sistemi dışında ulaştıkları geçim araçlarından yoksunlaştırılmaktadır.
Küresel saldırı, geçmişte geleneklerin zorlaması ve sınıf mücadelesinin dayat-
masıyla pazarın saf işleyişinden belli ölçülerde mesafeli yapılandırılmış bulunan
eğitim, sağlık gibi hizmetleri özelleştirmekte, temel gıda maddelerinin, elektrik,
su, doğalgaz gibi evsel girdilerin fiyatlandırılmasını vahşi pazara açmaktadır. Fi-
nansal dolandırıcılıklarla, borsa manipülasyonlarıyla emekçilerin birikimlerine,
emeklilik fonlarına el konulmaktadır.
Küresel sermayenin devlet borçlarına bindirdiği tefeci faizlerin ödenebilmesi
için ağır vergiler salınmakta, peşin vergi, dolaylı vergi, sabit ödeme, katkı, kesin-
ti adı altında düpedüz haraç alınmakta, bireysel kredi sistemiyle borçlandırılan
emekçiler nefes almaksızın çalışmaya zorlanmakta, katlanarak artan faizler öde-
nemediği için emekçilerin elinde ne kaldıysa onlar da gasp edilmektedir.

Yabancılaşma sürecini geriye sarmak


Marx’ın yabancılaşma teorisindeki merkezi kavram, doğrudan üreticiler ile üre-
timin maddi koşullarının birbirinden ayrılmasıdır. Yabancılaşmış faaliyetten
kurtuluş teorisinin merkezi kavramı ise doğrudan üreticiler ile üretimin maddi
koşullarının “yeni bir tarihsel biçim içinde” yeniden birliğinin sağlanmasıdır.
Doğrudan üreticileri üretimin maddi koşullarından koparagelmekte olan yaban-
cılaşma süreci, ilkel komünal toplumları çözerek işlemeye başlamıştır. Yabancı-
laşma süreci, insanlar arasındaki doğrudan toplumsal ilişkileri kemirerek yerine
metalar arasındaki toplumsal ilişkileri koymaktadır. Bu süreç ilerledikçe, hepsi
de aynı sürecin çeşitli tezahürleri olan meta, mübadele değeri, para, pazar, ücretli
emek, sermaye ilişkileri gelişerek hayatın her alanını ele geçirmekte, böylece ya-
ratılan sahte dünyada insan giderek daha da insanlıktan çıkmaktadır.
Sermaye, kendisine mütemadiyen yeni mübadele değerleri katarak büyüyemezse
yaşayamaz. Sermaye, onun için, yeni mübadele değerlerinin üretilebileceği her
faaliyet momentine, ortak yaşam alanlarına, geçmiş kuşaklardan kalan tarihsel
mirasa, insanın inorganik bedeni olan doğaya azgınca saldırmaktadır. Sermaye,
yaşamdan koparılıp gayri insanileştirilebilecek ne kaldıysa etrafını “çitle çevirip”
metalaştırmaktadır. Böylece insanlar, kendi yabancılaşmış faaliyetleriyle yarat-
tıkları insan yiyen canavarın gittikçe daha çok esiri olmaktadırlar.
Yabancılaşma süreci, bilincin, sınıf mücadelesinin dışında gelişen “nesnel” bir
süreç değildir. Burjuvazi, yabancılaşma süreci içinde kendi iktidarını ürettiği
için, emekçileri emeğin koşullarından koparma sürecini an be an öznel müda-
hale ile içeriden itekler. Yabancılaşmış faaliyetin girdabına kapılarak kendisini
kaybetmiş emekçiler de edindikleri fetişist bilinçle sürece katkıda bulunurlar.

223
Yaşayan Marksizm

Ancak, yabancılaşma süreci doğrudan doğruya insana karşı çalıştığı için öylesine
dinamik bir karşı süreç yaratır ki, bu yabancılaşmış, tersine dönmüş, yalan dün-
yada “kendisinin iktidarsızlığını ve gayri insani varoluş gerçeğini” gören prole-
taryanın infiali yükselir. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi, burjuvazi ile
birlikte işçi sınıfını, dolayısıyla sınıf mücadelesini yaratan yabancılaşma sürecini
hepten ortadan kaldırma hedefine açılır:
Mülk sahibi sınıf da proletarya sınıfı da insanın kendisinden yabancı-
laşmasının aynısını sergiler. Fakat mülk sahibi sınıf bu yabancılaşmada
kendisini huzurlu ve güçlenmiş hisseder. Mülk sahibi sınıf yabancılaşmayı
kendi iktidarı olarak görür ve yabancılaşmada insanın varoluşunun dış
görünüşünü bulur. Proletarya sınıfı yabancılaşmada kendisini yok edil-
miş hisseder. Proletarya yabancılaşmada kendisinin iktidarsızlığını ve
gayri insani varoluş gerçeğini görür. Bu, Hegel’in ifadesini kullanırsak,
proletaryanın aşağılanma içinde aşağılanmaya karşı öfkesidir, infialidir.
Proletarya, insani doğası ile insani doğasının kapsamlı, kesinkes ve yekten
inkârı anlamına gelen yaşam koşulları arasındaki çelişki tarafından infiale
doğru zorunlu olarak sürüklenir.
Dolayısıyla, bu antitez içinde, özel mülkiyet sahipleri muhafazakâr yanı,
proleterler de yıkıcı yanı teşkil ederler. Özel mülkiyet sahiplerinden anti-
tezi koruma eylemi, proleterlerden de antitezi yok etme eylemi yükselir.
(K. Marx, “Proudhon - Eleştirel Yorum No:2”, Kutsal Aile, Eylül - Kasım
1844, METY, İng., c. 4, s. 36.)
İnsanı insanlıktan çıkarmakta olan yabancılaşma süreci, aynı zamanda, süreci
geriye döndürmenin, yani “işçinin karşısına bağımsız güçler olarak” çıkan eme-
ğin koşullarını insana geri döndürmenin koşullarını da yaratır. İşçi sınıfı mü-
cadelesinin içsel hedefi, yabancılaşma sürecini geriye sararak emek ile emeğin
koşullarını yeniden birleştirmek, böylece ayrılığın yarattığı tahribatı ortadan kal-
dırmaktır:
İlkel birikim, daha önce gösterdiğim gibi, emek ve işçinin emeğin koşul-
larından ayrılmasından başka bir şey değildir. Öyle ki, emeğin koşulları
işçinin karşısına bağımsız güçler olarak çıkar. Tarihin akışı, bu ayrılığın
toplumsal gelişmede bir faktör olduğunu gösterir. Sermaye bir kez oluş-
tuktan sonra kapitalist üretim tarzı öylesine evrimleşir ki, bu ayrılığı, ta-
rihsel geri döndürme gerçekleşinceye kadar devamlı artan ölçekte yeniden
üretip idame ettirir. (K. Marx, Artı-Değer Teorileri, İng., c. 3, s. 271-272.)
Yukarıdaki “tarihsel geri döndürme” ifadesinin kastettiği, “çitle çevrilen” ortak
yaşam alanlarının geriye alınmasıdır, mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesi-
dir, metalaştırılan insan faaliyetinin sapkınlıktan arındırılıp insana geri döndü-
rülmesidir, yaşamın her alanının adım adım komünalleştirilmesidir, sivil toplu-
mun boğuşa boğuşa komünal topluma dönüştürülmesidir, yani komünist ya da
sosyalist toplumsal devrimdir.

224
İlkel Sermaye Birikimi

Çağımızın toplumsal devrimi, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşulları-


nın birliğini inkâr sürecini geriye sarma, yani inkârı adım adım inkâr etme süre-
cidir. Komünist ya da sosyalist toplumsal devrim, insana yabancılaşmış faaliyetin
kitlesel olarak pratik eleştirisinin yapıldığı, böylece sahici insan faaliyetinin adım
adım yaratıldığı, insan ile insanın inorganik bedeni olan doğanın uyumlu birliği-
ne doğru ilerlendiği dünya-tarihsel geçiş dönemidir.
Komünist ya da sosyalist toplumsal devrimin hedefi, doğrudan üreticiler ile üre-
timin maddi koşullarının ilkel komünal toplumlardaki spontane birliğini “yeni
bir tarihsel biçim içinde yeniden” kurmaktır, yani evrensel komünal insanlığı
yaratmaktır:
Emek adamı ile emek araçları arasında bir kere ayrılma olduktan sonra,
bu durum, yeni ve köklü bir devrim (komünist ya da sosyalist toplumsal
devrim - YZ) üretim tarzını altüst edip başlangıçtaki birliği (ilkel komünal
toplumlardaki birliği - YZ) yeni bir tarihsel biçim içinde yeniden kurun-
caya kadar varlığını sürdürecek ve devamlı artan ölçekte kendini yeniden
üretecektir. (K. Marx, “Ücret, Fiyat, Kâr”, Haziran 1865, MESY, İng., c. 2,
s. 56.)

225
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin
Somut Tarihsel İfadesi Olarak
Dünya Pazarı
Ümit Tanışır - Ali İleri

Yaşamak…
ne acayip iştir ki
bu ne mene gidiştir ki TARANTA-BABU,
«bu inanılmayacak kadar güzel»
bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
dar
böyle kanlı
bu denlü kepaze...
(Taranta-Babu’ya Beşinci Mektup”tan)

B ugün Taranta-Babu’ya bir mektup daha yazsaydık, herhalde, sermayenin


kendi suretinde bir dünya yaratmış olduğunu, yaşamın o günden bugüne
çok daha zor ve kepaze bir hal aldığını yazmak zorunda kalırdık. Yaşamı bu denli
çekilmez kılan kapitalist üretim tarzı, bir süredir teklemeye başlamış, kendine
olan güvenini yitirmiş ve öncekilere göre oldukça derin bir buhrana sürüklen-
miştir. Acaba, bu buhrandan yükselen sesler, tıpkı kendisinden öncekiler gibi
tarihsel bir dizge olan kapitalizmin ölüm çanları olabilir mi? Yoksa, yitirdiği öz-
gürlüğünün peşindeki insan için, binlerce yıldır taşıdığı ve her geçen gün artarak
katlanılmaz olan bu kaybın acısına son vereceği o nihai özgürlük savaşının vakti

227
Yaşayan Marksizm

mi yaklaştı? Bu sorulara anlamlı yanıtlar verebilmek; içinden geçmekte olduğu-


muz buhranın niteliğini anlamak ve olası sonuçlarına dair isabetli öngörülerde
bulunabilmek için, öncelikle sermaye kavramını ve onun hareketinin en kap-
samlı varoluş biçimi olan dünya pazarında geride bıraktığımız asırda meydana
gelen değişimi ele almak gerekiyor.

Sermayenin Tarihsel Mazereti, Özgürlük Arayışının Kefaretidir


Marx, sermaye ile ürün arasında toplum açısından bir fark olmadığını ileri süren
Proudhon’u yanıtlarken sermayenin geniş kapsamlı bir tanımını yapar: “Serma-
ye ile ürün arasındaki tek fark, sermayenin ürünün tarihi bir toplum biçimine
özgü belirli bir toplumsal ilişkisini ifade etmesinden ibarettir.”1
Sermaye, bu ilişkiyi metalaştırdığı insan ihtiyaçlarının dolayımı üzerinden kurar
ve onu kendi sınırsız büyümesinden ibaret olan sonsuzluk arayışına tabi kılarak
sürekli yeniden üretir:
Sermaye, gittikçe daha çok insanı, malzemeyi ve üretimi kendi kontro-
lü altına alarak sürekli olarak kendini genişletme arayışında ve eğilimin-
dedir ve bu, tek amacı genişletilmiş toplumsal kontrol olan sonsuz bir
büyümedir.2
Bu amaçtan ötürü de, boyunduruğu altına aldığı toplumun üyeleri ile arasında,
egemenliğini genişlettiği ölçüde büyüyen bir karşıtlık oluşur. Çünkü insan, ser-
mayeninki de dahil, bütün tahakküm biçimlerine karşıt ve en başından onun
türsel varoluş çabasının3 ifadesi olarak gelişen başka bir arayışın, özgürlük arayı-
şının sahibidir. Bu iki uzlaşmaz karşıt arayışın bir araya gelişinin sırrı, sermaye-
nin sonsuz birikim sürecinin yapı taşında, artı-değerde gizlidir:
Sermaye açısından artık-değer olarak beliren şey, işçi açısından, kendi bir
işçi olarak ihtiyacının, dolayısıyla yaşamını sürdürmek için dolaysız ola-
rak gerekenin ötesinde kalan artık-emektir. Sermayenin büyük tarihi rolü,
işte bu artık emeği, salt kullanım değerinin, çıplak geçimlik üretimin bakış
açısından fazlalık olan bu emeği yaratmaktır.4
Bu fazlalığın yaratılması, bir yönüyle sermayenin tarihsel mazeretiyse, diğer yö-
nüyle özgürlük yürüyüşünün tarihsel kefaretidir. Marx, bu kefaret karşılığında, öz-
gürlük arayışına kendi menziline doğru önemli bir sıçrama sağlayacak; ona “insan
toplumunun tarih öncesi”ne5 son verecek ivmeyi kazandıracak koşulları sıralarken,
sermayenin tarihi misyonunun ömrünü de aynı koşulların oluşumuyla sınırlar:
Ne zaman ki ihtiyaçlar tüm yönleriyle gelişerek, zorunlu olanın ötesin-
de artık-emeği, bizzat bireysel ihtiyaçlardan doğan genel toplumsal bir

1 K. Marx, “Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.337, vurgu bize ait.
2 Harry Clever, “Kapital’i Politik Olarak Okumak”, Otonom Yayıncılık, Birinci Basım, Mayıs 2008, s.216
3 “Sosyalist Cumhriyet İçin Tezler”, 33 No’lu Tez, s.29
4 K. Marx, age., s.421, vurgu bize ait.
5 K. Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”, Sol Yayınları, Dördüncü Basım, Temmuz 1979, s.26

228
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı

ihtiyaç haline getirirler; ne zaman ki sermayenin katı disiplini, kuşaklar


boyu etkisini sürdürerek, genel çalışkanlık ve üretkenliği yeni kuşakların
ortak karakteri haline getirir; ne zaman ki sermayenin sınırsız zengin-
lik hırsıyla sürekli kamçıladığı emeğin üretici güçleri, bir yandan genel
zenginliğin toplumun bütünü tarafından sahiplik ve muhafazasının çok
daha az emek süresini gerektireceği, bir yandan da çalışan toplumun ken-
di genişleyen yeniden-üretim sürecine, sürekli daha geniş alanlarda ger-
çekleşen yeniden-üretimine bilimsel olarak hakim olabileceği aşamaya
varırlar; dolayısıyla nesnelere yaptırabileceği şeyleri insanın kendi eme-
ğiyle yapma zorunluluğu sona erer; o zaman sermayenin tarihi misyonu
da tamamlanmış olur.6
Özgürlük arayışının önceki tarihsel dönemlerde karşıtlarıyla gerçekleştirdiği öz-
deş buluşmalarda olduğu gibi, bu buluşma da kesintisiz bir kavgaya sahne oldu/
oluyor. Özgürlük arayışı, kapitalist toplumdaki gerçek taşıyıcısı proletaryaya
kavuştuğu andan başlayarak, sermayenin tarihi misyonunun doğal ömrünü ta-
mamlamasını beklemeden, onun boyunduruğuna her fırsatta son vermek üze-
re isyan etmiş; bunun için siyasal olarak örgütlenmiş ve her aracı kullanmıştır.
Burjuvazi ile proletarya arasında süregelen sınıf mücadelesinde geçen zaman
içinde, sermaye yalnızca tarihsel sınırlarına yaklaşmakla kalmamış; sonsuz biri-
kim mantığının kaçınılmaz sonucu dünyanın doğal sınırlarını da çiğnemiş; canlı
yaşamın bütününe yönelik bir tehdide dönüşmüştür. Bu yüzden bugün sermaye
egemenliğine son vermek, onun tarihsel varoluşunun hiçbir evresinde olmadığı
kadar meşru ve bir o kadar da zorunludur.

Sürüklenen Sermaye
Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde var olabilir.7 Sermayenin iç dina-
miği dışsal ifadesini, sonsuz büyümesini diğer sermayelerle rekabet ederek ger-
çekleştirebildiği hareketinde bulur. Bu hareket, yatay ve dikey olarak sürekli ge-
nişletmek zorunda olduğu bir dünya piyasasını gerektirir:
Sermayeye dayalı üretimin koşullarından biri, o halde, sürekli genişleyen
bir dolaşım çerçevesinin üretilmesi olmaktadır: bu, ya doğrudan doğru-
ya çerçevenin genişletilmesi, ya da aynı çerçeve içinde daha çok üretim
odağının yaratılması yoluyla olabilir. İlk başta sabit bir büyüklük olarak
alınan dolaşım, burada bizzat üretim tarafından genişletilen, değişken bir
büyüklük olarak gözükmektedir. Yani bizzat üretim sürecinin bir öğesi-
dir. Demek ki, sermayenin dinamiği, bir yandan sürekli olarak daha çok
artık-emek yaratmaya yönelirken, bir yandan da bunu karşılayıp bütün-
leyen mübadele odaklarını yaratmaktır; sadece mutlak artık-değer dü-
şünüldüğünde, sermayenin dinamiği kendisini bütünleyecek daha çok

6 K. Marx, “Grundrisse”, s.421-422


7 K. Marx, age., s.455

229
Yaşayan Marksizm

artık-emeği yaratmaktır; son tahlilde sermayeye dayalı üretimi, ya da ser-


mayeye tekabül eden üretim tarzını yaymaktır. Dünya piyasası yaratma
eğilimi doğrudan doğruya sermayenin kavramında verilidir.8
Sermaye, artı-değeri gerçekleştireceği mübadele alanını yaratırken, gerçekte
kendi iç dinamiğini dışsal koşulların etkisine açar. Bundan böyle, sermayenin
hareketine dışsal koşulları kontrol çabası eşlik etmek zorundadır. Koşulların
kontrolünden salt piyasa koşullarının kontrolü anlaşılmamalı, iki zıt arayışın zo-
runlu buluşmasının doğurduğu ve sürekli yeniden üreteceği kaçınılmaz çatışma-
nın sermaye yönünden sürekli kontrol altında tutulma gereği de aynı kapsamda
değerlendirilmelidir. Örneğin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sor-
gulanmasının -zorun her biçiminin kullanılması da dahil- her yolla önlenmesi,
kapitalist üretim ilişkilerinin sürekliliğinin vazgeçilmez koşuludur. Burjuvazi,
devletin -tekil kapitalistlerden özerkliğini korurken- birleşik kapitalist güç ola-
rak kendi hizmetine koşulmasında belirleyici ağırlığı olan bu koşulun her dönem
ayırdında olmuş, hakkını vermiştir. Aşağıdaki sözler, hatırı sayılır bir süre -1987
Ağustos’undan, 2006 Ocak sonuna- dünya mali oligarşisinin kaptan köşkünde
ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanlığı yapmış A. Greenspan’a aittir:
Deneyimlerim bana büyümenin artmasını sağlayan en temel unsurun,
devlet güvencesindeki mülkiyet hakları olduğunu düşündürüyor. Eğer bu
haklar devlet güvencesinde olmasaydı, serbest ticaret sekteye uğrar, reka-
betin ve mukayeseli üstünlüğün sağladığı muazzam faydalar ciddi şekilde
engellenirdi.9
Toplumsal kontrol, meşru siyasal güç odağının yani devletin ele geçirilmesini
zorunlu kılar. Sermayenin devleti ele geçirmesi, onu rekabetin nesnesi ve aracı
yaparak, kendi sonsuz hareketinde daha ileri hedeflere erişebilmesinin de siyasi
önkoşuludur. Bu yüzden, sermayeye dayalı üretim ilişkileri tarih içinde devletten
bağımsız gelişmiş olsa da, sonradan devleti ele geçirmiş ve sonsuz birikim arayı-
şının mantıksal sonucu olarak da onu aşmıştır:
Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içerisinde, birey-
lerin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. Sivil toplum, bir aşama-
nın ticari ve sınai yaşamının tümünü birden kucaklar ve bu bakımdan
da, her ne kadar dışarda ulus-topluluğu olarak kendini olurlamak ve içeri-
de devlet olarak örgütlenmek zorundaysa da, devleti ve ulusu aşar.10
Farklı sermayeler arasındaki rekabet biçiminde gerçekleşen bu hareket, aynı za-
manda endüstri sermayesinin para, meta ve üretken-sermaye olarak, birinden
öbürüne sürgit dönüşerek tamamlamak zorunda olduğu devrevi bir harekettir.
Sermaye sonsuz birikim sürecindeki genişlemesini devrevi hareketiyle gerçek-
leştirir. Ancak, bu hareketi boyunca sadece özgürlük arayışının isyanlarıyla ba-

8 K. Marx, age., s.445


9 A. Greenspan, “Türbülans Çağı”, Boyner Yayınları, Birinci Baskı, Mayıs 2008, s. 258-259
10 K. Marx-F. Engels, “Alman İdeolojisi Feuerbach”, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Kasım 1987, s.123, vurgu bize ait.

230
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı

şetmek zorunda kalmaz, ayrıca kendi doğasının çelişkili varoluşunun düzenli


biçimde yeniden ürettiği krizlerle de boğuşur:
Sermayenin piyasa koşullarını kendisine uydurması, karşıtlıklar içinde
ve sayesinde oluşan, karşıtlığı yeniden-üreten bir birlik olmak; uyumsuz-
luktan doğan bir uyum, rekabet ve mücadeleden doğan bir düzen olmak
zorundadır. Piyasa koşullarını oluşturmak, sermaye için içsel bir zorunlu-
luktur; oysa bu koşullar, sermayenin kontrolü dışında, dışsal koşullardır.
Bu çelişki dönemsel krizlere yol açar. Sermaye, üretim ile toplum arasın-
daki uçurumun varlığında, kendi gelişim sürecinin ayakbağlarını üretir,
ve kendi ürettiği ayakbağlarına takılarak tökezler.11
Sermaye yarattığı ayakbağlarını sulh içinde değil, doğası gereği, kendisine ve do-
layısıyla topluma yönelik bir “yaratıcı yıkım” etkinliğiyle12 çözmeye çalışır. “Ya-
ratıcı yıkım”, bir faz farkıyla da olsa, üstyapıda karşılığını bulur. Ancak bir başka
yanıyla aynı etkinlik, giderek yığınların artık-emeğini genel zenginliğin önkoşu-
lu olmaktan çıkarır13; Lenin’in işaret ettiği gibi kapitalistlerin irade ve bilinçlerin-
den bağımsız, kapitalizmi tarihsel sınırlarına doğru sürükler:
Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına
doğru gitmektedir, iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri,
tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen
yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklenmektedir.14
Daha yakın bir tarihte, sermayenin “uzgörülü” soğukkanlılığıyla nam almış bir
sözcüsü bu sürüklenmeyi, biraz panik, biraz çaresizlik sinmiş sözleriyle şöyle iti-
raf edecektir:
Hepimiz geleceğe doğru bir yarış içindeyiz ama geleceği biçimleyen bizim
arzularımız değil, giderek artmakta olan değişimlerin hızıdır. Dünya sanki
otomatik pilota bağlanmış ve hızı gittikçe artan ama hangi yöne gidece-
ği belli olmayan bir uçağa benziyor.15
Sermayenin pazarı büyütmeye yönelik yaptığı her hamle, kontrol edilmesi ge-
reken yeni koşullar olarak gerisin geri ona döner. Koşulları sürekli kontrol ça-
bası, bunalımları giderek daha sürekli ve daha yaygın kılacak bir olguyu besler,
büyütür; iç kenetlenme düzeyi artan dünya pazarı giderek organik bir karakter
kazanır.16 Bu dönüşüm sürecinin -raylarını sınıf mücadelesinin döşediği- loko-
motifi rekabettir. Rekabet, üretici güçlerin gelişmesine koşut, ağırlıkla vücut bul-
duğu zeminden, zamanın hızlandığı, pürüz ve dolayımların sadeleşmesi bağla-
mında mekanın daraldığı bir üst zemine doğru sürekli kayar. Bu kayma, tarihsel

11 K. Marx, “Grundrisse”, age., s.433


12 David Harvey, “Yeni Emperyalizm”, Everest Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2004, s.85-86
13 K. Marx, “Grundrisse”, age., s.651-652
14 V.İ.Lenin, “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Sol Yayınları, Yedinci Baskı, Haziran 1979 Ankara, s.32
15 Z. Brzezinski, “Kontroldan Çıkmış Dünya”, Türkiye İş Bankası Yayınları, İkinci Baskı, Şubat 1996, s: XII, vurgu bize ait.
16 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, 42 No’lu Tez, s.36

231
Yaşayan Marksizm

olarak eşitsiz gelişimin öne çıkardığı yeni güç yoğunluklarının yarattığı gerilim-
lerle birleştiğinde, sermayenin doğrusal hareketinde çözmeden devam edeme-
yeceği bir düğüm oluşur. Düğümün çözümü, bir süreliğine de olsa hane içinde
bozulan huzuru yeniden kuracak; sermayeye görece hızlı yeni bir gelişme evre-
sinin kapısını aralayacak, siyasal bir çözümü şart koşar. Böylece pazarın mevcut
bütünlüğü önce parçalanır, daha sonra yeniden şekillenen siyasi coğrafyanın ve
böylece meşrulaşmış yeni rekabet zemininin üzerinde yeniden kurulur. Pazarın
dönüşümündeki bu nitel sıçrama, kapitalizmin gelişiminde yeni bir evreye kar-
şılık gelir. Serbest rekabetin yerini tekellerin egemenliğindeki rekabete terk ettiği
20. yy. başında gerçekleşen sıçrama için Lenin kesin konuşur: “Avrupa için, yeni
kapitalizmin, eskisinin yerini kesinlikle aldığı tarih, oldukça belirgin bir biçimde
gösterilebilir: 20. yüzyılın başıdır bu.” 17
Kapitalizmin tarihinde yeni bir evrenin, emperyalist kapitalizmin mayalandığı bu
dönemin ayırt edici özelliği, rekabetin tekellerin arasında kendi ulus-devletlerinin
dolayımı üzerinden gerçekleştirildiği uluslararası bir zemine kaymış olmasıdır.
Bu değişimi, üretici güçlerdeki gelişmenin olağanüstü hızlandığı 1893-1913 yıl-
ları arasında bozulan güçler dengesinin ardından yaşanan iki büyük “çatışma
raundu”nun sonunda yeniden şekillenen siyasi coğrafya üzerinde yeni bir dünya
pazarının kuruluşu izler. Ulusal ekonomilerin birbirine eklemlenmesiyle kurul-
muş yeni dünya pazarı, yeni üstyapıdaki karşılığını ABD hegemonyası ve onun
uluslararası kurumlarıyla bulmuştur:
...1873-1896 uzun daralma döneminin bitimini izleyen yarım yüzyılda,
kapitalistler arası rekabet giderek politize oldu: Kapitalist girişimler ara-
sındaki fiyat savaşlarından çok, yükselen ve gerileyen kapitalist devletler
arasındaki gerçek savaşlar yatay ve dikey çatışmaların dinamiklerini gü-
dümlemeye başladı. 1890’ların sonundan Birinci Dünya Savaşı’na dek bu
dönüşüm, kârlılığı yeniden canlandırmada işe yaradı. Ne ki bu, en sonun-
da, merkezinde Birleşik Krallık’ın yer aldığı dünya pazarının çökmesine ve
emperyalistler arasında yeni ve daha yıkıcı bir çatışma raundunun başla-
masına sebep oldu. 1930’larla 1940’larda, kendisinden bahsedebileceğimiz
bir dünya pazarı pratik olarak yoktu. Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, dünya
kapitalizmi “kendi ulus-devlet ekonomilerinin ve ilgili imparatorlukları-
nın buzdan kulübelerine” çekilmişti.18
Benzer bir dönemden geçiyoruz. Bir önceki evrenin egemen paradigması ABD
hegemonyası, bütün üstyapı kurumlarıyla birlikte sorguya çekiliyor. Rekabetin
ağırlıkla emperyalist tekellerin kendi ülke-devletleri üzerinden yürüdüğü ülke-
toplumsal ilişkiler düzleminden bir üste; dünya ekonomisine egemen olan çok
ülkeli şirketlerin kendi aralarında ya da tek başına birçok ülke ekonomisini içine

17 V.İ.Lenin, age., s. 27
18 Giovanni Arrighi, “Adam Smith Pekin’de”, Yordam Kitap, Ocak 2009, Birinci Baskı, s. 132

232
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı

alacak büyüklüğe erişmiş aynı şirketlerin içinde farklı sermaye grupları arasında
gerçekleştiği dünya-toplumsal ilişkiler düzlemine doğru kaydığına tanık oluyo-
ruz. Bu kayma, halen devam eden dördüncü uzun dalganın19 depresif evresinde
ortaya çıkan ve mevcut güç dengesini sarsarak yükselen yeni güç odaklarının
yarattığı gerilimle de birleşerek, kapitalistleri yeni bir “çatışma raundu”na doğru
sürüklüyor. Farklı sınıf ve toplumsal kesimlerin sözcüleri -elbette farklı amaçlar-
la- tüm bu değişimi anlamak ve anlatmak için sıklıkla aynı kavramı, “küreselleş-
me” kavramını kullanıyor.

Küreselleşme, Sermaye Kavramında Doğrudan Doğruya Verilidir


Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesinin itmesiyle, bur-
juvazi, yeryüzünün dörtbir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yer-
de yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.
...Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hala da her gün
yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım
sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddele-
ri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen ve ürünleri
yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler
tarafından yerlerinden ediliyorlar. Ülkenin üretimiyle karşılanan eski ge-
reksinimlerinin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünle-
rini gerektiren yeni gereksinimler alıyor. Eski yerel ve ulusal yalıtımın ve
kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü karşılıklı-ilişkileri, evrensel
karşılıklı-bağımlılığı alıyor. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde
de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratıları, ortak mülk haline geliyor.
Ulusal tek yanlılık ve darkafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal
ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.20
Marx’ın Manifesto’da yaptığı sıkça başvurulan bu muhteşem betimlemesinin
ardından, Lenin 1913’te, Severnaya Pravda Gazetesinde yazdığı bir makalesin-
de21 dile getirdiği “belli bir devlet içerisinde bütün ulusal-topluluklardan gelme
işçilerin tek bir işçi örgütünde birleşmeleri ve kaynaşmaları istemini” eleştiren
Bundçu F. Liebmann’a verdiği yanıtta, sermayenin küreselleşme eğilimine, “ol-
gunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yolalan kapitalizmin
niteliği” olarak değinmiş; içeriğini de “ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin,
genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin ya-
ratılması” olarak özetlemişti.22

19 Ernest Mandel, “Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları”, Yazın Yayıncılık, Birinci Baskı, Ocak 1986
20 K. Marx-F. Engels, “Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri”, Sol Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 2002, s. 120-121
21 Lenin’in 5 Eylül 1913’te kaleme aldığı “Diller Sorununda Liberaller ve Demokratlar” başlıklı makalesi. Sol yayınlarınca
Ağustos 1998’te dokuzuncu baskısı yapılmış “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” derlemesi içinde 16-19. sayfalar
arasında yer alıyor. Gerek bu makalenin, gerekse Lenin’in Liebmann’a yanıtının, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nın
günümüz koşullarına uygun olarak yeniden yorumlanmasına başlangıçta önemli katkı yapacağını düşünüyoruz.
22 V.İ. Lenin, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”, Sol Yayınları, Dokuzuncu Baskı, Ankara 1998, s. 24-25

233
Yaşayan Marksizm

Küreselleşme eğilimi, sermaye kavramında daha en başından doğrudan doğru-


ya verilidir. Her aşamasında sınıf mücadelesinin belirleyici rol oynadığı sonsuz
birikim sürecinde sermayenin “dışsal” koşulları kontrol etme refleksi, sürekli
büyütmek zorunda olduğu pazara, giderek daha belirginleşen çizgilerle organik
bütünlük kazandıran bir etkinlik biçiminde yansır. Küreselleşme eğilimi, zamanı
ve mekanı daraltan bu etkinlikte vücut bulur. Harvey’e göre, “kapitalist faaliyetin
coğrafi evriminin itici gücü” olan aynı etkinlik, o çok tartışılan gücün ülkesel ve
kapitalist mantığı arasındaki dinamik ilişkiyi de koşullar:
...kuramsal olarak kapitalizmin tarihsel-coğrafi geçmişinden şu sonuca va-
rılabilir: sermayenin geri dönüşünü hızlandırmanın yanı sıra mekansal en-
gelleri ortadan kaldırmaya ya da en azından azaltmaya yönelik sürekli bir
dürtü bulunmaktadır. Dolaşım maliyeti ve süresindeki düşüş, kapitalist üre-
tim biçiminin zorlayıcı koşulu olarak ortaya çıkmıştır. Küreselleşme eğilimi
de bu koşulun sonucudur. Aşama aşama gerçekleşen zaman-mekan daral-
ması ise, kapitalist faaliyetin coğrafi evriminin itici gücüdür. Bu sürecin bir
diğer sonucu da, kapitalist faaliyeti belirleyen coğrafi ölçeğin dönüşümüne
yönelik sürekli dürtüdür. 19. yüzyılda demiryollarının ve telgrafın gelişi
bölgesel uzmanlaşmanın ölçeğini ve türünü kökünden nasıl değiştirdiyse,
son zamanlardaki yenilikler de (jet ulaşımı ve internet) ekonomik etkinliğin
ölçeğini o denli değiştirmiştir. Bu dürtüler olmaksızın, hegemonyacı gücün
değişen ölçeği hem maddi açıdan imkansız olurdu hem de kuramsal olarak
anlaşılmaz. Avrupa Birliği (Aydınlanmacıların ve 19. yüzyılın başlarında
Saint-Simon gibi ütopyacıların düşüydü) gibi siyasi yeniden ülkeselleştir-
meler (re-territorializations) sadece daha gerçekleştirilebilir hale gelmedi-
ler, aynı zamanda ekonomik bir gereklilik halini aldılar. Elbette bu, siyasi
değişimlerin mekansal ilişkilerdeki üstte bahsedilen maddi dönüşümlerin
bir fonksiyonu olduğu anlamına gelmez; nedenler çok daha karmaşıktır.
Fakat değişen mekansal ilişkiler, çevremizde gördüğümüz siyasi yeniden
düzenlemeleri şekillendiren gerekli koşullar olarak işlevde bulunmaktadır.
Bu noktada gücün ülkesel ve kapitalist mantıkları kesişmektedir.23

Küreselleşmeyi Popüler Kılan Nedir?


Sermayenin hareketine en başından verili olduğuna göre, geçmişten farklı olarak,
küreselleşme kavramının günümüzde yaygın kullanımına yol açan; onu popüler
yapan nedir? Bu soruya kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde, sermayenin devrevi
hareketindeki değişim irdelenerek yanıt verilebilir.
Kapitalist üretim tarzının kökenleri, ticari kapitalizm dönemini de içerecek şekilde
16.yy’dan veya İngiliz serbest ticaret kapitalizminden başlatılabilir. Her iki durum-
da da 20.yy ortalarına kadar pazardaki egemen ilişki, meta-sermaye dolaşımıdır.

23 David Harvey, age., s.83-84

234
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı

19. yy sonlarına doğru, meta-sermaye ile beraber, para-sermaye ihracının da ge-


lişmesi, pazardaki baskın ilişkinin niteliğini değiştirmemiştir. Çünkü, Lenin’in
de belirttiği gibi, para-sermaye ihracı, ağırlıkla meta-sermaye ihracını kolaylaş-
tırmak amaçlı yapılıyordu.24 1847’de el yapımı makinelerle çalışan tüketim mal-
ları üreten sektörlerde ortaya çıkan aşırı üretim krizi, 1873 krizi sonrası sektörler
arası kâr oranlarının eşitlenmesine ve sonuçta bir “aşırı kapitalizasyon”a neden
olmuştu.25 Bu durum, meta dolaşımının yaygınlaşmasının önündeki sorunları
çözmeyi kolaylaştıracak para-sermaye ihraçlarını başlattı. Rosa Luxemburg, Ser-
maye Birikimi’nde, “meta ekonomisinin getirilmesi”26 bahsinde meta-sermaye
dolaşımının kapitalistler tarafından demiryolları yapımı, limanlar, kanallar ve
savaşlarla yaygınlaştırılmasını anlatır.
Buharin, 20. yy ilk çeyreğinde dünya ekonomisini “bir üretim ilişkileri ve buna
tekabül eden uluslararası ölçekte mübadele ilişkileri olarak tanımlamıştı”.
Mandel’e göre bu eksik bir tanımdı. Dünya ekonomisi kapitalist, yarı kapitalist
ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin, kapitalist mübadele ile birbirine bağlan-
mış ve kapitalist dünya pazarının egemenliği altında eklemlenmiş bir sistemdi.27
Sermayenin henüz hareketlilik açısından sınırlı olduğu ve kapitalist merkezlerle
dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkinin meta-sermaye dolayımıyla kurulduğu
aşamada, pazarın yapısı Mandel’in bu tanımına uyuyordu.
Dünya ihracatının dünya GSYİH’na oranı 1870’te %4,6 iken, düzenli bir biçimde
genişleyerek 2005’te %19,4’e çıkmıştır (Tablo 1). Toplam üretim içerisinde tica-
retin kapladığı payın düşük ve karşılıklı bağımlılığın bugüne göre hayli sınırlı,
kapitalizmin anakaraları (merkez ülkeler) dışındaki çoğu ülkenin dış ticaretinin
az sayıda metaya bağlı olduğu pazarın bu eklemli yapısı karşısında, 1931’de İn-
giltere örneğinde olduğu gibi28, uluslar göreli bir hareket alanına sahipti.

Tablo 129
Dünya İhracatının Dünya GSYİH’sı İçindeki Payı, (%), (1870-2005)
Yıllar 1870 1913 1950 1998 2005
İhracat/GSYİH(%) 4.6 7.9 5.5 17.2 19.4

Özetle, Mandel’in dünya pazarının 20. yy başlarındaki durumu için ileri sürdüğü
görüş, 1980’lere kadar geçerli olan eklemli yapıyı karakterize ederken, dünya pa-
zarına egemen ilişki biçimini de doğru saptamaktadır:

24 V.İ.Lenin, “Emperyalizm”, age., s.79


25 Ernest Mandel,“Geç Kapitalizm”, Versus Kitap, Şubat 2008, s.253
26 Rosa Luxemburg, “Sermaye Birikimi”, Belge Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, Ekim 2004 , s.294
27 Ernest Mandel, age., s. 79
28 Eric Hobsbawm,“Kısa 20. Yüzyıl, 1914-1991 Aşırılıklar Çağı”, Sarmal Yayınevi, Birinci Baskı, 1996, s.116
29 DTÖ, “World Trade Report 2007”

235
Yaşayan Marksizm

Son tahlilde, bir yanda metropol ülkeleri ile öte yanda sömürgeler ve yarı
sömürgeler arasındaki gelişme düzeyi farkı, kapitalist dünya pazarının,
kapitalist meta üretimini değil, kapitalist meta dolaşımını evrenselleştirdi-
ği gerçeği ile açıklanmalıdır. Daha da soyutlarsak: Son tahlilde emperya-
lizmin dışavurumları kapitalist dünya ekonomisinde türdeşliğin yokluğu
ile açıklanmalıdır.30
ABD hegemonyası altında, dünya ticareti 1940’lı yılların sonundan başlayarak
daha önceki evreleriyle kıyaslanamayacak bir büyüme gösterdi (Tablo 1). Bu,
rekabet düzleminde yeni bir kaymayı teşvik edecek ölçekte bir gelişmeydi. Bu
gelişmeye 80’li yıllardan başlayarak aynı yönde daha önemli sonuçlar doğuracak
başka bir olgu eşlik etti.
Kapitalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası birikim alanının daraldığı (Rusya, Doğu
Avrupa, Çin) ve yıkımdan çıkmış haliyle, yeni bir genişleme evresine girdi. Bu
dönemi kapitalizmin derinliğine geliştiği bir dönem olarak tanımlayabiliriz.
Teknolojinin bir sektör haline geldiği, elektroniğin üretim sürecine uygulan-
maya başladığı, ulaşım ve iletişimin gelişip maliyetlerinin düştüğü, sermayenin
hareketlilik potansiyelinin arttığı ve neredeyse kapitalizmin anakaralarında ka-
pitalistleşmemiş bir alanın kalmadığı bir ortamda, kapitalizm, 1966’dan itibaren
bir durgunluğa ve 1975’te de krize girdi. Durum, 19.yy sonlarından, sermaye
fazlasının o dönemdeki gibi yanıbaşında değerlenebileceği alanların (tarım gibi,
makine üretimi gibi) olmayışı yönünden farklıydı.
Değerlenemeyen sermayenin bir yandan malileşirken, diğer yandan kâr oranla-
rının yüksek olduğu coğrafyalara yönelmekten başka çaresi yoktu. 1980’lerden
başlayarak giderek ivmelenen bu gelişme, sermayenin devrevi hareketinde
önemli bir sıçramaya neden olacak yeni bir olgu ile birlikte gerçekleşti.
Mevcut rekabet düzlemini temelden sorgulayarak, rekabeti ağırlıkla bir üst düz-
lemde gerçekleşmeye zorlayacak; kapitalizmin anakaralarında uç vermiş olan
pazarın organik bütünleşme sürecini çepere doğru genişletecek; 90’lardan sonra
pazara yeni açılan geniş coğrafi dilimleri de bu bütünleşmeye tabi kılarak, ona
eklemleyecek bir olguydu bu. Sermayenin devrevi hareketinde, sanayi devrimiyle
birlikte, giderek artan oranda ve evrensel ölçekte dolaşan meta ve para-sermayenin
yanında, üretken sermaye de doğduğu ya da para-sermaye ihracı ile filizlendiği ülke
sınırlarına olan tutsaklığından kurtuluyordu. Kapitalizmin ikinci büyük savaştan
sonra girdiği son uzun dalganın yükseliş evresinin 70’li yılların başında sona erme-
sinin ardından, sermayenin azalan kâr oranlarına verdiği tepki, yarı-iletkenlerin
keşfi ve yonga teknolojisinin gelişmesiyle ivmelenen bilimsel teknolojik devrimin
sunduğu maddi-teknik olanaklarla birleşmiş; neo-liberal politikalar eşliğinde, bilgi
yoğun teknolojilerin31 üretim süreçlerine uygulanmasına yol açmıştı.

30 Ernest Mandel, age., s. 122


31 Yusuf Zamir, “Marks Gerçekte Ne Dedi”, Alev Yayınları, Gözden Geçirilmiş İkinci Basım, Şubat 2009, s. 91-92

236
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı

Gerçekte, sermayenin küreselleşme eğilimi yeni bir olgu değildi.32 Kapitalist ge-
lişmenin her evresinde hükmünü icra etmişti. Yeni olan, bu defa pazardaki nitel
değişimin aynı eğilimin üretken sermayeyi mekana bağlayan zincirlerden azat
etmesiyle gerçekleşiyor olmasıydı. Dünya ticaretindeki baş döndürücü gelişme
eşliğinde, üretken sermayenin mekandan bağımsızlaşarak tüm biçimleriyle ser-
mayenin devrevi hareketine küresel bir nitelik kazandırması, küreselleşme eğili-
minin etkilerini gündelik yaşamın en ücra köşelerine taşımıştı. Onu son çeyrek
yüzyılda popüler kılan işte bu olguydu.
Tablo 233
Dolaysız Yabancı Yatırımlara Yönelik
Ulusal Düzenlemelerdeki Değişiklikler (1992-2002)
1992 1994 1996 1998 2000 2002
Yatırım rejimlerinde değişiklik yapan ülke sayısı 43 49 60 65 69 70
Düzenleyici nitelikteki değişikliklerin sayısı 79 110 114 145 150 248
DYY’lar için çok elverişli olan değişiklikler 79 108 98 136 147 236
DYY’lar için fazla elverişli olmayan değişiklikler - 2 16 9 3 12

1980’lerle birlikte, aynı olgu, üstyapıda karşılığını neo-liberal “serbestleşme” po-


litikalarında buldu.34 Bu politikalar, kapitalist ülkelerde neredeyse bütün burjuva
partilerin programlarını sadeleştirerek aynılaştırdı. Giderek artan sayıda ülke-
devlet, giderek artan oranda “ulusal” ekonomiyi, pazarda meydana gelen bu köklü
değişime uyarlayan yasal düzenlemeler ve değişiklikler yaptı (Tablo 2). 1991-2002
arasındaki dönemde 165 ülke tarafından DYY (Doğrudan Yabancı Yatırımlar) ile
ilgili mevzuatlarda yapılan 1641 değişikliğin 1551’i (yüzde 95) daha fazla serbest-
leştirme sağlayan değişikliklerden oluştu.35 Ülke-devletler, ulusal ekonomileri kü-
resel sermayeye açabilmek, küresel sermaye birikiminden pay alabilmek için bir-
birleriyle yarışa girdiler. Bu politikalar eşliğinde “doğrudan yabancı yatırım”lar
stoğundaki 80 sonrası olağanüstü artış, üretken sermayenin mekandan bağımsız-
laşmasının hem önemli bir sonucu, hem de önemli bir göstergesi oldu (Tablo 3).
Tablo 336
Ülkelerin dışarı DYY stokları, 1913-1995 (1900 fiyatları ile, milyar dolar)
1913 1929 1938 1950 1960 1971 1980 1990 1995

Dünya(Toplam) 11.5 …… 14.6 ….. 15.7 29.4 41.9 102.9 156.1

32 Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönüşümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, Haziran 2004, İkinci Baskı, s. 49-50
33 C.C. Aktan, İ.Y. Vural, “Çokuluslu Şirketler”, Çizgi Kitabevi Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2006, s. 49
34 Gülten Kazgan,“Küreselleşme ve Ulus-Devlet”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Kasım 2000, s.162
35 C.C. Aktan, İ.Y. Vural, age., s.50
36 Kaynak: http://www.unctad.org/en/docs//iteiit33_en.pdf,s.93 , UNCTAD, “Research Note:Product characteritics and
the growth of FDI”

237
Yaşayan Marksizm

Avustralya …. ….. ….. …. - 0.1 0.2 1.7 2.0


Belçika …. ….. …. ….. 0.3 0.4 0.5 2.3 3.4
Kanada 0.1 0.2 0.4 0.3 0.6 1.1 2.1 4.7 5.7
Fransa 1.4 …. 1.4 … 1.0 1.2 2.1 6.1 18.4
Almanya 1.2 … 0.2 … 0.2 1.2 2.7 7.0 11.2
İtalya … … … ... 0.3 0.5 0.6 3.2 5.3
Japonya 0.2 0.5 0.9 … 0.1 0.8 1.8 11.2 11.6
Hollanda 0.7 … 1.5 … 1.6 2.4 3.7 6.3 9.1
İsveç … … … ... 0.1 0.4 0.5 2.7 3.4
İsviçre … … … … 0.5 1.6 1.8 3.7 7.0
Birleşik Krallık 5.2 … 5.8 1.0 2.5 4.0 7.0 12.9 15.3
ABD 2.1 3.6 4.0 3.6 7.7 14.1 18.9 40.9 63.8
______________________________________________________________________
_____
Kaynak:Michael J: TWOMEY, “A Century Of Foreign Investment in the Third World”,
Routledge, 2000, s.33
1995-2007 yılları arasında doğrudan yabancı yatırımlar akışı katlanarak büyüdü
(Tablo 4).
Tablo 437
Dünya Yıllık Doğrudan Yabancı Yatırım (DYY) Akışı 1995-2007
(Milyar Dolar, Nominal Kur)
YIL 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
DYY 341 390 486 705 1088 1398 824 625 561 718 959 1411 1833

Sermaye birikim sürecinde erişilen düzey ve yoğunlaşma; bir üst düzleme doğ-
ru kayan rekabet; üretken sermayenin onu ülke sınırlarına tutsak eden bağları-
nı koparması; bunlara eşlik eden neo-liberal politikalar, hepsi birlikte, küresel
şirketlerin doğması ve bu şirketlerin son çeyrek yüzyılda dünya ekonomisinde
diğerlerinin aleyhine ağırlık kazanmalarıyla sonuçlandı. Arrighi, bu gelişmeyi
şöyle anlatır:
...ABD hegemonyası dünya pazarının yeniden tekleşmesini teşvik ettikten
ve şirket yapılarının sayısı ve çeşitliliği dünya çapında hızla çoğaldıktan
hemen sonra, dikey entegrasyon ile bürokratik yönetim yapısının avan-
tajları sönümlenmeye başladı, buna karşılık -Smith, ve Marshall’ın vur-
guladığı üzere- enformel olarak koordine edilen toplumsal işbölümünün

37 Kaynak: http://stats.unctad.org/FDI/TableViewer/tableView.aspx?ReportId=1254 , UNCTAD, “Major FDI Indicators


(WIR 2008)”

238
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı

avantajları arttı. Bu durum, on dokuzuncu yüzyılın aile kapitalizmine geri


dönüşe değil, hepsi de yirminci yüzyılın hakim işletme organizasyonun-
dan kökten farklı olan ve oldukça büyük bir çeşitlilik arz eden -şirket ile
şirket dışı yapıların birleşmesinden oluşan- melez biçimlere sebep oldu.38
Yeni gelişen ve oldukça büyük olmalarına karşın, daha esnek bir örgütlenmeye
sahip olan bu şirketler ile uluslararası ya da çok uluslu şirketler arasındaki en te-
mel fark, küresel şirketler sermaye birikimini dünya-toplumsal ilişkiler ağı içinde
gerçekleştirirken, diğerlerinin ülke-toplumsal ilişkiler ağı içinde gerçekleştirme-
ye devam etmeleriydi.39 Bu değişim, hiç kuşkusuz gecikmeyle de olsa, üstyapıda
yeni sermaye birikim sürecine karşılık gelen siyasal değişimleri zorunlu kılacak-
tı. “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAI), “Hizmet Ticareti Genel Anlaşması”
(GATS), ILO “Çokuluslu Şirketler ve Sosyal Politika İle İlgili İlkeler Üçlü Bildir-
gesi” (2003), OECD “Uluslararası Yatırımlar ve Çok Uluslu İşletmeler Bildirge-
si” (2000) vb. gibi girişimlerle yeni sermaye birikim sürecinin gereksinmelerini
karşılayacak, ülke devletlerin tabi olacakları yeni bir üst hukuk sistemine zemin
hazırlanmaya çalışılması bu yüzdendir. Halen devam eden krizin, bir önceki ev-
renin temel paradigmasının ve kurumlarının sorgulanması sürecine dönüşmesi
de yine aynı nedenledir.

Üretken Sermayenin Mekandan Bağımsızlaşmasının, Pazarın Organik Bü-


tünleşmesinin Sonuçları
Sermaye birikim sürecinde, ülke-toplumsal ilişkiler ağının giderek yerini dünya-
toplumsal ilişkiler ağına bırakıyor olması, çok önemli ekonomik ve siyasi sonuç-
lara yol açacaktır/açıyor. Bir giriş niteliğinde olmak ve konu bağlamıyla sınırlı
kalmak kaydıyla bu sonuçlara dair şunlar söylenebilir:
* Üretken sermayenin mekana bağımlılıktan kurtulması, ulusal ekonomilerin
eklemlenmesiyle oluşmuş dünya pazarını giderek artan oranda organik olarak
bütünleşmiş bir pazara dönüştürmektedir. Organik dünya pazarının uç verme-
siyle, sermayenin ulus-ötesileşme süreci, üretken alanda da kendini göstermiş;
bu gelişmenin meyvesi olan çok ülkeli şirketler, son çeyrek yüzyılda dünya eko-
nomisinde giderek artan bir ağırlık kazanmışlardır. Çok ülkeli şirketler, ulusal
ekonomilerin sınırlarını aşarken onları bütünleştiren ekonomik faaliyetleriyle,
Marx’ın Manifesto’da40 dile getirdiği gibi, pazara, içinde üretimin gerçekten koz-
mopolitleştiği bir nitelik kazandırdılar:
...o eski deyim (General Motors’un yararına olan Amerika’nın da yararı-
nadır) artık geçerliliğini yitirmektedir; Wal-Mart, Çin’in en iyi müşterisi
olması bir yana, Amerika’nın en büyük şirketi olarak General Motors’un
yerini almış durumdadır. Fishman’ın iddiasına göre, bu genel kabul gören

38 Giovanni Arrighi, age.,s. 178


39 Yusuf Zamir,age., s. 94-95
40 K. Marx-F. Engels, age., s. 121

239
Yaşayan Marksizm

bir görüştür, “Çin, büyük ABD şirketlerine ve süper zenginlere öylesine


muhteşem vaatlerde bulunmaktadır ki, ABD’nin ulusal çıkarı ile ekono-
minin uzun vadeli sağlıklılığının pek bir önemi kalmamaktadır.” Bu gö-
rüşü desteklemek için ABD’nin ihracat ve ithalatının neredeyse yarısının
çok uluslu şirketler aracılığıyla gerçekleştirildiğine sık sık dikkat çekilmek-
tedir; bu şirketler çok geniş bir alana yayılmış kendi fabrikaları arasında
malzeme ve parça akışı sağlamakta ve maliyetleri, özellikle de ücret mali-
yetlerini azaltmak için üretimlerini ulusal sınırlar dışına taşımaktadırlar.
Şirketler ve yatırımcılar bu tür bir operasyondan büyük fayda sağlasalar
da, ülkelerin -Birleşik Devletler de dahil olmak üzere- bundan bir fayda
görmediği iddia edilmektedir.41
Ulusların çok yönlü karşılıklı ilişkileri” yerini hızla “ulusların evrensel karşılıklı-
bağımlılığı”na bıraktı. Bu bağlamda, aşağıdaki örnek, fazla söze yer bırakmaya-
cak kadar açıklayıcıdır:
Almanya’da Federal İstatistik Dairesi’nin 17 Şubat’da (2009) ilk kez açık-
ladığı verilere göre, 2006’da Almanya’da imalat sektöründe üretilen kat-
ma değerin %20’sini Almanya dışında ikamet eden şirketler üretiyor. Bazı
veriler çok çarpıcı. Örneğin bu şirketlerin sayısı 20,000 ve Almanya’daki
finans dışı sektörlerde yer alan bütün şirketlerin yalnızca %1’ini oluştu-
ruyorlar. Şirketlerin %73’ünün merkezi Avrupa’da ve %58’i AB zonuna
dahil. Yarattıkları katma değerin % 24’ü ABD, %14’ü Hollanda ve %12’si
İngiltere’de üstlenen şirketlere ait. Verilerin açıklandığı basın toplantısın-
da aynı şirketlerde istihdam edilen işçi sayısının 1,9 milyon kişi olduğuna
işaret edildi.42
Üretimin kozmopolitleşmesinin; ulusların evrensel karşılıklı bağımlılığının ar-
tışının bir ölçütünü de metaların tıpkı burjuvazi gibi, giderek artan oranda tüm
“ulusal” tortulardan arınması oluşturdu:
Üretimin çokuluslu tekellerin oluşturduğu ve yayıldığı mekanda ulusla-
rötesileşmesi, üretim süreçlerinin ulusötesileşmesi anlamına geliyor. Bir
ürünün ulusallığı artık gülünç bir kavram oluyor. Japon tasarımı, serma-
yesi, teknolojisi ve büyük ölçüde parçalarıyla ABD’de üretilen, yani monte
edilen bir otomobile “Made in USA” damgası vurulması ne ölçüde anlam-
lıdır? Endüstriyel ekipman ve bilgisayarlar için de öyle. Bir nihai ürüne gi-
ren parçalar giderek artan sayıda ülkede üretiliyor, çok çeşitli kanallardan
geçerek bir araya geliyor. Son montajı İngiltere ve Hollanda’da yapılan
Ford’un Escort tipi binek otomobilinin parçaları on beşten fazla ülkede
üretiliyor.43

41 Giovanni Arrighi, age., s. 308-309


42 http://www.destatis.de/jetspeed/portal/cms/Sites/destatis/Internet/EN/press/pr/2009/02/PE09__056__429,templateId
=renderPrint.psml
43 Coşkun Adalı, “Günümüz Kapitalizmi ve Devleti Üzerine”, Sarmal Yayınevi, Birinci Baskı, 1997, s.100-101

240
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı

* Rekabetin ülke-toplumsal düzlemden, dünya-toplumsal düzleme doğru kay-


masının belki de en önemli sonuçlarından birisi, beraberinde ortalama kâr ora-
nının belirlendiği mekanın yer değiştiriyor olmasıdır:
Ortalama kâr oranının oluşumu, ulus-devlet çerçevesindeki müdahaleler-
den uzaklaştıkça, dünya pazarının daha rekabetçi iklimine girmektedir.
Sermayenin ulus-devlet mevzuatlarından kurtulup ülkeden ülkeye akış-
kanlığı arttıkça, dünyasal ortalama kâr oranının oluşması kolaylaşmakta-
dır. Böylece, dünya pazarının geri teknolojili, emek yoğun köşelerinden
yüksek teknolojili merkezlerine, ekstra kâr biçiminde artı-değer aktarımı
hızlanmaktadır... Ülke pazarı - dünya pazarı ayrımı üstüne oturan iç dina-
mik - dış dinamik kategorilerinin önemi azalmaktadır.44
İç dinamik ve dış dinamik kategorileri arasındaki ayrımın öneminin azalması,
gelişmeye açtığı her uzamda yeni eşitsizlikleri tetikleyen küreselleşme eğiliminin
“düzleştiren” yanına verilebilecek iyi bir örnektir ve sınıf mücadelesi yönünden
önemli sonuçları bulunuyor. Olgunun anakaralardaki işgücü üzerinde, gerek iş-
sizlik, gerekse sanayi taşımacılığı yoluyla ücretlerdeki gerilemeye yol açarak yarat-
tığı basınç, bir yandan kâr oranlarındaki düşüşü yavaşlatırken; öte yandan, onun
“düzleştiren” yanının değişik coğrafyalar arasındaki potansiyel farkı azaltan so-
nuçları aksi yönde etki yapmaktadır. Bu zıt yönlü kuvvetlerin sınıf mücadelesine
yansıması, anakaralarla çeperlerde farklı sonuçlar doğuruyor. Gelişmiş yörelerde,
işçi sınıfı arasında yabancı düşmanlığı şeklinde uç veren yeni bölünmelere yol açsa
da, uzun erimde işçi sınıfının evrensel ölçekte birliğinin sağlanması önündeki çok
önemli engellerden birinin varlık nedeni artık ortadan kalkıyor; kapanmakta olan
evreye ait işçi aristokrasisinin nesnel temeli çözülüyor. Bununla birlikte, aynı sü-
reç, giderek bir bütün olarak işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik genel bir
saldırı halini almakta da gecikmemiştir. Bu saldırı, kaçınılmaz biçimde gelişmiş
yörelerde işçi sınıfının elinde tuttuğu mevzileri savunmaya itecek, onun hareket-
lenmesine neden olacaktır. Ortalama kâr oranlarının dünya-toplumsal ölçekte
belirlenmeye başlaması, anakaralardaki işgücü üzerinde yarattığı baskının tersi-
ne, “dünyanın atölyelerinde” vahşi sömürü koşullarına tabi tutulan proletaryaya,
yaşam koşullarını düzeltebileceği potansiyel maddi olanaklar sunuyor. Elbette,
onların da bunun için örgütlenmeleri ve mücadele etmeleri gerekiyor. Özetle,
birbirine zıt etki ve saiklerle de olsa, önümüzdeki dönem, işçi sınıfının küresel
ölçekte sınıf mücadelesini yükselteceği bir dönem olmaya aday görünüyor.
* “Ulusal” kaygılarından arınmış en tepedeki burjuvazi için “ulusal” ekonomilerin
sağlığı hiçbir şey ifade etmiyor. Bu kesime et ve tırnak gibi kenetlenmiş daha geniş
kesim ise, aksini söylese de çıkarları gereği böyle bir gerçek duyarlılığa sahip değil:
Sayıları giderek artan ulusaşırı kapitalist finansör, yönetim kurulu baş-
kanı ve rantiye sınıfının, ülkesel egemenliği, çıkarlarını koruyan ve dün-
yanın zenginliklerini toplamalarına yardım eden bir çeşit kurumsal yapı

44 Yusuf Zamir, age., s. 97

241
Yaşayan Marksizm

olarak görmeleri ilginçti. Mekan olarak sınırlı bu sınıf, ulusal bağlılıklara


veya geleneklere çok az önem göstermekteydi. Çok-ırklı, çok-etnili, çok-
kültürlü ve kozmopolit olmasının bir önemi yoktu. Eğer mali bakımdan
acil bir durum varsa veya kâr arayışı fabrikaların kapatılmasını ve üretim
kapasitesinin düşürülmesini gerektiriyorsa hemen gereken yapılıyordu.
Örneğin Amerika’nın mali çıkar grupları, ABD’nin üretim üstünlüğünün
zayıflamasından son derece memnundu. Bu sistem, Clinton döneminde
Rubin-Summers idaresindeki Amerikan Hazinesi’nin uluslararası olay-
ları çok riskli olsa da Wall Street rantiyesinin çıkarına yönlendirmesiyle
zirveye ulaştı. Hazine, Japonya, Avrupa ve hepsinden önemlisi ABD’deki
finans merkezlerinin, malları çok ucuza kapatmalarına izin verdi. Bu sa-
yede, ağır devalüasyonlar ve geçim imkanlarının yok edilmesi pahasına,
Doğu ve Güneydoğu Asya’dan gelen rekabet disipline edildi. Gerçi bu, ge-
lişmekte olan dünyanın 1980’lerden sonra yaşadığı sayısız borç ve finans
krizlerinden sadece bir tanesiydi.45
Emperyalist burjuvazi, “ulusal” niteliklerinden sıyrılarak uluslar üstü bir sınıf
kimliği kazanmış; aynı ölçüde de kendini yeniden üreteceği ekonomik-politik
yapılar içinde örgütlemiştir. Burjuvazi artık her ülkede öncelikle dünya burjuva-
zisinin bir parçasıdır.
* Rekabet düzleminin gelişmiş yörelerden başlayarak değişmesi; sermayenin yo-
ğunlaşması ve anonimleşmesinin aynı yörelerde erişmiş olduğu yüksek düzey; dün-
ya ekonomisine, kapitalizmin anakaralarının (Kuzey Amerika; AB Zonu; Japon-
ya) oluşturduğu, organik olarak bütünleşmiş bir pazar ve ona tabi (Rusya ve eski
Sovyet ülkelerinden oluşan hinterland; Çindistan -Çin ve Hindistan- Güneydoğu
Asya-Avustralya; İran ve Ortadoğu; Afrika; Orta ve Latin Amerika) coğrafyalardan
oluşan bir görünüm kazandırmıştır. SSCB’nin dağılmasının ardından, 90’ların ba-
şından bu yana, artık kapitalizm için fethedilecek bir “dışarısı” kalmamıştır.
* Altyapıdaki dönüşüm, son kertede, kendisini zorunluluk olarak ve ilinekler46
aracılığıyla belli eder.47 Bu diyalektik seyir, altyapıdaki dönüşüm ile üstyapıda
buna karşılık gelecek değişim arasında bir faz farkına neden olur. Bugün dünya
pazarında yaşanan dönüşüm de belli bir faz farkı ile siyasi düzleme yansımakta,
egemen paradigma çözülmekte, sermayenin ayak bağına dönüşen eskiye ait ku-
rum ve işleyiş mekanizmalarının altı boşalmakta ama henüz yeni paradigmanın
ve kurumların tesisi için yeterli sayıda ilinek seferber edilemediğinden, sermaye
sonsuz birikim sürecinde yükselen bir dalga eşliğinde yeni bir evreye geçeme-
mektedir. Eski biçimlerin ve işleyişin, yeni ve başat dinamiklerle bir arada ya-
şamaya devam ediyor olması, Engels’in deyimiyle baş aşağı yansıyan görünüm-

45 David Harvey, age., s. 155-156


46 İlinek: “Bir nesneye zorunlu olarak bağlı olmayan,onun özünde bulunmayan, rastlantıyla olan nitelik, araz.”, Dil Derne-
ği, Türkçe Sözlük, Birinci Baskı, Aralık 1998, s.651
47 K. Marx-F. Engels, “Seçme Mektuplar”, Engels’ten Königsberg’deki J. Bloch’a(Londra, 21-22 Eylül 1890), Evrensel
Basım Yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996, s.101-102

242
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı

leriyle48 yeterince kafa karışıklığına neden olan kimi olguları, iyice karmaşık bir
kisveye büründürüyor ve bu durum, halen devam etmekte olan krize de yansıya-
rak kapitalistlerin klasik yöntemlerle krizden sıyrılmalarını zorlaştırıyor. Kapita-
lizm, devletli bir dünya sistemidir ve hegemonyacı bir işleyişe gereksinim duyar.
Bir önceki evrede kurulan hegemonyacı işleyişin çözülmeye başlamasına karşın,
çözülenin yerini alacak olanın işler hale geçmesi bir yana, tanımında bile henüz
yeterli bir uzlaşmanın sağlanamamış olması, içinden geçilen döneme kaotik bir
karakter kazandırmaktadır. Asıl belirleyici sonuç ve kapitalistler yönünden bü-
yük sorun ise, pazarda organik bütünleşmeye yol açan dönüşümün, hegemon-
ya kavram ve ilişkilerinin içeriğini de değiştiriyor olmasıdır.49 Pazarın giderek
belirginleşen organik karakteri, olası bir yeniden kuruluş öncesi parçalanmanın
“ulusal” ölçeklerde gerçekleşmesine olduğu gibi, yeni bir hegemonyanın yeniden
ulus-devlet ölçeği üzerinden tanımlanmasına, kurulmasına da engeldir.

Şekil 150
Dünyada Her Bin Kişiye Düşen Taşıt Sayısı* (2004)
* Yeni küresel işbölümü, sermayenin sonsuz büyüme doğrultusundaki hareke-
tinde, ona kıymetli bir olanak yaratmıştır. Tamamen fethedildiğinden, genişliği-
ne büyümesinin sınırlarına dayanmış dünya pazarı, bu işbölümü ile, “dünyanın
atölyesi” unvanını kazanmış ve neredeyse dünya nüfusunun yarısını barındıran
geniş coğrafyalarda belki de tarihindeki en büyük derinliğine büyüme fırsatını
yakalamıştır. Kapanmakta olan evrenin sembolü olan otomotiv sanayi yönün-
den örneklendiğinde bile, bu fırsatın büyüklüğü kolayca görülecektir (Şekil 1).

48 K. Marx-F. Engels, a.g.e., Engels’ten Berlin’deki C. Schmidt’e (Londra, 27 Ekim 1890), s. 104
49 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, 81 No’lu Tez, s. 58
50 OPEC, “World Oil Outlook 2007”, Şekil 2.1., s. 36
* Grafikte nüfus ve taşıt sayısı arasındaki ilişkide, nüfus eğrisi üzerindeki herhangi bir noktadan dikey olarak inildiğinde
taşıt sayısını gösteren sütunlu grafikte o nüfusa o noktada ilave olacak her 1000 kişiye düşen taşıt sayısını göster-
mektedir. Örneğin, 2 milyarlık nüfusa ilave her yeni nüfus için sütunlu grafikte 50 rakamını gösteren nokta tekabül
etmektedir, yani 2 milyarlık nüfus aşıldığında her 1000 kişiye 50 taşıt düşmektedir.

243
Yaşayan Marksizm

* Grafikten anlaşılacağı gibi, 4,3 milyarlık nüfus içinde 20 kişiye 1 taşıt bile düş-
müyor. Çin ve Hindistan, mevcut durumda toplam 2,5 milyara ulaşan nüfusu ile
bu kategoriye dahildir. Çin’in yükselişinin kapitalizmin çöküşü ile sonuçlanacağı
tezinin51 sahibi Minqi Li’ye göre, kapitalist dünya ekonomisindeki işbölümünün
sonucu, gerek üretim, gerekse mübadele alanlarında küresel meta zincirlerinin52
kurulmasına ve eşitsiz de olsa çevre ülkelerine artı-değerden düşen pay, onların
güçlenmesine neden oldu. Li, verdiği bir örnekle de aldığı payın oransal küçük-
lüğüne karşın, gerek proletaryanın vahşice sömürüsü, gerekse dünya GSYİH’sı
içindeki payının yükselmesiyle, Çin’in nasıl küresel ekonominin başlıca motor-
larından biri haline gelerek, yüksek döviz rezervleri ile ABD’nin finansmanında
önemli bir rol aldığını göstermiştir.53 Bu olgu, Çin’le birlikte, eski güçler denge-
sine dayalı mevcut hegemonyayı sorgulayan hammadde, enerji ve işgücü zengini
yeni güçlerin yükselişine yol açtı. Kriz, kapitalizmin anakaralarında şiddetli sar-
sıntılara neden olurken, yükselmekte olan güçlerin fazlalarını derinliğine büyü-
me potansiyeline sahip “iç” pazarlarının hizmetine sokmalarıyla, aynı ülkelerin
eşitsiz gelişiminde olumlu rol oynayan bir faktöre dönüşüyor. Kriz derinleştikçe
ve uzadıkça, öyle anlaşılıyor ki güçler dengesi aynı doğrultuda daha da bozulacak
ve hane içinde zaten dağılmaya başlamış huzuru iyiden iyiye bozacak.
* Bu nedenle yukarıda değinilen olanak, gerek doğal sınırlar, gerekse mevcut he-
gemonyacı işleyişi sorgulayan sonuçları nedeniyle, sermayenin birikim sürecine
sunduğu devasa fırsatın yanında, dünyaya yönelik bir tehdit54 ve sisteme yönelik
potansiyel siyasi riskler içermektedir. Yükselen güçlerin yeni oluşan güç denge-
sinin meşruluğuna dayanarak “daha adil” bir işleyişi talep etmeleri, neşter vurul-
madan çözümlenemeyecek bir siyasi gerilime yol açıyor. Bu gerilim, -şimdilik-
çıkar ortaklığı yönünden birbirinden hemen ayırt edilebilen iki ekonomik-siyasi
kamplaşmayı doğurdu. Birincisi, söylenerek de olsa halen ABD hegemonyasına
tabi olan ve kapitalizmin anakaraları üzerinde yükselen ABD-İngiltere, Avrupa ve
Japonya bloğu; ikincisi ise, Çin Rusya ve İran’ın çevresinde yeni şekillenmeye baş-
layan bloktur. İki kamp arasında, ikinci bloğun başını çeken ülkelerin neredeyse
20. yy başlarındakine benzer emperyalist bir gelişme içinde olmaları nedeniyle
göze çarpan bir çeşit anakronizm var. Çin ve Rusya, benzer bir tarihten ve devlet
geleneğinden gelerek kapitalizme entegre oldular. Her iki ülkede de devlet em-
peryalist, yayılmacı ve militarist karakterini gizlemiyor. Çin’de daha belirgin ve
ideolojik olarak gerekçelendirilmiş haliyle, diğerinde otokratik ve sanki eski Rus
çarlığının modern sürümü görünümüyle, yaklaşmakta olan “çatışma raundu”nun
ardından, organik dünya pazarının burgacında parçalanması kaçınılmaz bir tür
devlet kapitalizmi hüküm sürüyor. Rusya, gücünü geniş coğrafyasından, yetişmiş
işgücünden ve zengin enerji kaynaklarından alırken; Çin, sanayi devriminin ilk
dönem İngiltere’sini bile aratacak, amansız bir sömürüye tabi tuttuğu kalabalık

51 Minqi Li, “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü”, Epos Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2009
52 Minqi Li, age., s. 140
53 Minqi Li, age., s. 107-108
54 Minqi Li, age., s. 179-181

244
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı

proleter ordusundan ve küreselleşmenin yakın tarihte yol açtığı büyük eşitsizliğin


-yeni küresel işbölümünün- bir sonucu, Hindistan’la birlikte dünyanın atölyesi
olma sıfatından alıyor. Otarşik bir diktatörlük olan İran ise, elinde bulundurduğu
petrol ve doğalgaz kaynaklarının ona verdiği görece bağımsız gelişme dinamiği;
jeopolitik olarak Orta-Doğu petrolünün dünyaya açılan kapısı Basra Körfezini
kontrol ediyor olması ve köklü bir devlet geleneği üzerine kurulan mollalık reji-
minin emperyalist kapitalist kamp tarafından bir türlü soğurulamaması nedenle-
riyle, yükselen bir güç odağı olarak Orta-Doğu’dan ikinci kampa dahil olmuştur.
* Bilgi yoğun teknolojilerin canlı emeği üretim sürecinin dışına sürme hızının
artması; yeniliklerin olağanüstü bir hızla üretim süreçlerine uyarlanmaya başla-
masıyla, kapitalistlerin henüz geri kazanamadıkları sabit sermayelerinin ve do-
laşımda henüz mübadele edilmemiş meta-sermayelerinin önemli bir bölümünü
kaybetmeye başlamaları, kâr oranlarındaki düşüş eğilimini -tersine işleyen me-
kanizmalara rağmen- iyice belirginleştirmiştir.55 Kâr oranlarındaki bu belirgin
düşüş, sermayenin finansallaşmasını inanılması güç seviyelere yükseltmiştir.
Rakamlarla örneklemek gerekirse, türev enstrümanlar dahil, mali piyasaların
hacminin 1990’da 3.5 trilyon dolarla dünya hasılasının %27’sini oluştururken,
2008 Haziran sonu itibarıyla akıl almaz bir seviyeye, 683,72556 trilyon dolara yük-
selerek, dünya hasılasının neredeyse 11 katına ulaşması gösterilebilir. Sermaye-
nin maddi üretimle bağının ne denli zayıfladığının ölçütü olan bu akıllara zarar
şişkinlik, aşırı birikim sorununu aşmada onun daha önce izleye geldiği yol ve
yöntemlerin, mevcut halde oldukça yetersiz kalacağına işaret ediyor.
Organik olarak bütünleşmiş dünya pazarının uç vermesi, sermayenin sonsuz bi-
rikim sürecindeki deviniminde yeni bir evrenin eşiğinde olduğunu gösteriyor.
Ama beraberinde daha önemli bir başka şeye de işaret ediyor: Sermaye bu eşikte,
özgürlük arayışının yükselteceği itiraz ve girişeceği tüm isyanlara rağmen, yeni
bir gelişme evresini başlatabilecek takati gösterse bile, bu evre bir kelebeğin ömrü
kadar kısa olacaktır. Çünkü mekan, sermayenin başka bir manevrasına izin ver-
meyecek kadar daralmış ve zaman, onun her yeni girişimini başlamadan irras-
yonel kılacak kadar hızlanmıştır. Hepsinden önemlisi, doğanın bu sapkınlığa
biçtiği vade çoktan dolmuştur.

55 Yusuf Zamir, age., s. 102, ayrıca bu sayıda bkz. Ali İleri, “Büyük Deprem Bir Bilanço ” yazısı içinde Şekil 1.
56 http://www.bis.org/statistics/derstats.htm, Uluslarası Ödemeler Bankası (BIS)

245
Anlamak
Gideni ve Gelmekte Olanı
A. Hakan Güvenir

İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, ken-
di seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan
koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla,
yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka
biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır görün-
düklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki
ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğre-
ti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını,
sloganlarını, kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi, Luther, havari Paul’ün mas-
kesini takındı, 1789-1814 devrimi ardarda, önce Roma Cumhuriyeti, sonra
Roma İmparatorluğu giysisi içinde kurum sattı ve 1848 Devrimi, kimi 1789’un,
kimi de 1793’ün ve 1795’in devrimci geleneğinin taklidini yapmaktan öte bir
şey yapamadı. İşte böyle, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi
anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili
kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni
dilin özünü, ruhunu özümleyebilir.
Karl Marx1

F inans sektöründe patlak veren, kısa zamanda likidite krizi ve kredi piyasala-
rındaki donuklaşma ile reel sektörü de etkisi altına alan krizin, bütün olası
sonuçlarıyla yaşanıp kapitalizm açısından “normalleşme” sürecine girildiğini
yahut krizle birlikte “eski” kapitalizmin/emperyalizmin hükmünü büsbütün yi-

1 Marx, Karl, Lois Bonaparte’in 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı: Ha-
ziran 1990, s.13-14

247
Yaşayan Marksizm

tirdiği yeni bir dönemin yaşanıyor olduğunu söylemek için henüz çok erken.
Ancak öte yandan bu zeminde, sosyalist hareket açısından söylenmesi ve yapıl-
ması erken olmayan, hatta geç kalınan pek çok şeyin bulunduğunun da altını
çizmek gerekiyor.
Bu geç kalmışlığın bir sebebi; uluslararası kapitalizm zemininde yaşanan kri-
zin emperyalist sistemin kısa dönem döngüsel, aşırı üretim krizlerinden birisi
olarak algılanması, dönemin özelliğinin ise krizin şiddetinden kaynaklandığını
ifade etme çabası ve eğilimi oldu. Meseleye bu eksenden yaklaşanlar, uzun dalga
krizlerinin ve özellikle de krizden çıkış sürecinin, sermaye birikim modelinden
başlayarak sistemin yapısına, işleyişine dönük etkilerine pek ilgi göstermediler.
Böylesi bir ilgisizlik içerisinde sürecin içerisindeki değişim dinamik ve eğilimle-
rinin fark edilebilmesi olanaklı olmuyor.
Krizleri tarifeli tren seferleri misali birbirini neredeyse birebir tekrar eden ve sos-
yalist siyaset açısından bulunmaz fırsatlar sunan şaşmaz bir döngü içerisinde ele
alanlar, kapitalizmin tarihsel sınırlarına ulaşmakta olduğu, doğayı ve insanlığı
tümüyle yıkıma sürüklediği cümlelerini, bu tespitlerin mantıksal sonuçlarından
bağımsız zikredip manasızlaştırıyorlar aynı zamanda. Bu bakışa göre “kriz arala-
rı”, sistemin güçten düşüp dizlerinin üzerine çöktüğü kriz dönemlerinde yeniden
toparlanıp ayakları üstünde dikilmesine fırsat vermeden soluğunu kesmeyi sağ-
layacak hazırlık faaliyetiyle geçirilmeli. Ancak bu hazırlık, krizi ardında bırakan
sistemin ne tür bağışıklık mekanizmaları geliştirdiği yahut emek süreçleri, işçi sı-
nıfı ve toplum yapısında hesaba katılması gereken ne tür değişimlerin tetiklendi-
ği hesaba katılarak geçirilemediği içindir ki ortaya çıkan ihtiyaçlara bağlı olarak
“dönem ve öncelikler” denklemi devrimci tarzda kurulamıyor. Hal böyle olunca,
dönem değişiklikleri tarih değişikliklerinden öte bir anlam kazanmadıkları gibi,
hazırlığın manası da, “güç kazanma” ihtiyacına indirgeniyor. Güç kazanma ça-
basının, doktriner bir çizgide mi yoksa programlardan çıkarsanamayacak günü-
birlik açılım ve kampanyalar çerçevesinde mi somutlanmaya çalışıldığı, ayrı bir
mevzu; bu mevzuya burada girmeyeceğiz.
Elbette ki bu meselenin bir yanı. Geç kalmışlığın diğer sebebi, dönem analizin-
den görece bağımsız, sosyalist hareketin bu güne kadar kendisini var ettiği siya-
set kavrayışı ve zemininin bizzat kendisi. Bu zeminde köklü bir yenileme ve yeni-
den kuruluş ihtiyacı duymayanların, içerisinde olunan dönemin ortaya çıkardığı
sorunlara devrimci çözümler üretebilmelerini beklemek, olmayacak duaya amin
demenin siyasete tercümesi oluyor.
Siyaset zemininde belirleyici bir eksen olarak var olamayan sosyalist hareketin,
önümüzdeki dönemde, kapitalizmin karşıt devrimci kutbu olarak sosyalizmin
yeniden üretileceği bir sürecin kurucu unsuru rolünü oynayabilmesinin bir yolu
da kendi gerçekliğimizle yüzleşebilmemizden geçiyor. Bu noktada, uluslararası
kapitalizmin içerisinden geçtiğimiz krizini ve değişim sürecini anlama ve döne-
min ortaya çıkardığı devrimci ihtiyaçlara yanıt verme uğraşının, sosyalist ha-

248
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı

reketin kendi gerçekliği ile yüzleşeceği bir alana adım atmasına vesile olacağını
söylemek, iyimser bir temenniden ibaret değil. Bu ihtiyaca yaklaşım ve yeniden
kuruluş iradesi, sosyalist hareketin önümüzdeki dönemde ayrışacağı temel ek-
senlerden bir tanesi olarak daha da belirginleşecek ve o noktaya kadar yenilen-
me ihtiyacı ve görevi, basıncını bütün ağırlığı ile sosyalist hareketin üzerinde
hissettirecektir.

Fırsat Hazırlıklı Olanın Kapısını Çalar


Kapitalizmin içerisine girdiği kısa ya da uzun dalga krizlerinin, işçi hareketi ve
sosyalist hareket açısından belirleyici önem taşıdıkları ve alternatifsiz fırsatlar
sundukları tartışma bırakmayacak bir konu. Bu nedenden dolayı “kriz” kelimesi,
sosyalist saflarda “fırsat” ve “görev” kelimeleri ile birlikte ele alınıyor. Ancak bu
ele alışın somut siyasal/örgütsel sonuçlarına taşınabildiğinden, toplumsal/siyasal
yaşamda karşılığı olan açılımlara dönüşüp siyasal pozisyonların alınabildiğin-
den söz edemiyoruz. Krizin siyasal bir zeminde ele alınamaması ve krize karşı
devrimci seçeneğin somutlanamaması şeklinde özetleyebileceğimiz bu durumun
birden çok sebebi bulunuyor. Bu noktada gözden kaçırılan ilk gerçek, kriz dö-
nemecine geldiği ve alt üst edilemediği her koşulda, sistemin krize girerkenki
halinin güçten düşmüş, zayıflamış, kısmen de olsa yıkılmış yahut tersinden sa-
dece aynı gerçekliğin daha da güçlenmiş hali olmadığı. Kapitalizm, yaşadığı ve
yıkılmadığı her krizde kimisi yapısal, ufak ya da büyük değişimler yaşayarak; bu
anlamıyla farklılaşarak ve kendisini tahkim ederek, yoluna devam ediyor. Hele
ki burada söz konusu olan uzun dalga krizleri ise yaşanan değişimlerin çok daha
kapsamlı ve yapısal değişiklikler olduğunu biliyoruz. Bu farklılaşma ve tahkimin,
siyasal yapı ve zor aygıtlarının yeniden yapılanmasından çok öte anlamları oldu-
ğu ise bütün açıklığı ile ortada.
Kendi saflarından yükselen “kapitalizm değişiyor” başlıklı söylemleri takip eden,
işçi sınıfına, sosyalizme elveda nakaratlarına sıklıkla tanıklık eden sosyalist ha-
reketin, emperyalist kapitalizme dönük her türlü değişim saptamasının altında
“emek-değer teorisi çöktü”den başlayan ve “artı-değer tarihe karıştı”, “işçi sınıfı
mı kaldı”lara uzanan baklalar arayan bir kuşkuculuk taşıması anlaşılabilir. An-
cak anlaşılır olmayan, bu kuşkuculuğun, değişimlerin devrimci temelde kavra-
nabilmesini de olanaksız kılan bir tutuculukla kol kola yükselmesi ve günümüzü
anlamaya dönük çabaları baskılaması. Bu tutucu yaklaşım; oluşumundan günü-
müze ve geleceğe, kapitalizmin ancak “serbest rekabet” ve “tekelcilik” kavramları
ile özetlenen iki aşamasının ve döneminin bulunduğunu (ve bulunabileceğini)
kabul eder. Bu nedenden dolayıdır ki, özellikle 19. yy.’ın sonlarından itibaren
uluslararası kapitalizmin büyük buhranları; sermaye birikim rejiminde, sistemin
hiyerarşik ilişki modelinde, sistemi oluşturan birimlerin yapı ve ilişkilerinde ya-
rattığı değişimlerden bağımsız ele alınır. Ezberlerdeki “kapitalizmin atlattığı her
kriz daha derin krizlere davetiye çıkartır” saptaması da böylesi bir tutuculuğun
baskılamasıyla ele alındığı için sistemi bekleyen yeni krizlerin hangi manada

249
Yaşayan Marksizm

daha derin olacakları, bu derinliğin sistemin yapısı ve yapısal çelişkileri ile ara-
sındaki ilişkisi ve nihayetinde kriz dinamikleri ile değişim dinamikleri arasındaki
ilişkiler ve çelişkiler bütünsel bir bakışla ele alınamaz.
Emperyalizmle birlikte en yüksek aşamasına ulaşmış bulunan kapitalizmi, dev-
rimci fırsatlar sunan krizleri olağan ve rutin bir döngü içerisinde yaşayacak ve
işçi sınıfının devrimci eylemiyle tarihin çöplüğüne atılmadığı sürece değişime
kapalı bir toplumsal formasyon olarak ele alanlar için, sistemin yaşadığı değişimi
görebilmek ve bu değişim ile uyumlu siyasal açılımları üretebilmek için öncelik-
le değişimin olabileceğini kabul etmek gerekiyor. Bu değişimin, sermayenin işçi
sınıfı üzerindeki tahakkümünü pekiştirecek şekillerde emek örgütlenme süreç-
lerinden başlayarak hangi alanlarda, hangi araç ve yöntemlerle yaşandığını orta-
ya koyabilmek, barındırdığı gerilim dinamiklerini açığa çıkartabilmek görevleri
ise bağımsız sosyalist siyasetin toplumsal bir gerçekliğe, kapitalizmin karşısında
sahici ve devrimci bir alternatife dönüşebilmesinin koşulu olarak önümüzde du-
ruyor. Bu noktayı, kriz dönemlerinde ortaya çıkan fırsatları kazanımlara dönüş-
türebilmeye yönelik hazırlığın zemini olarak ele alınmalıyız aynı zamanda.
Mevcut durumda, kapitalizmin krizlerine toplumsal ölçekte devrimci yanıtlar
verme şansından uzak olan sosyalist hareketin durumu da bir kriz halidir. Sos-
yalist hareketin durumu ve “krizi”, bir anlamıyla, öznel alandaki yeniden kuruluş
ihtiyacına yanıt verilememesine bağlı, nesnel süreçlerdeki değişimlerin ortaya çı-
kardığı ihtiyaçlara da yanıt verilememesi şeklinde özetlenebilir. Bu nedenle bu dö-
nemde “değişim” kavramının, biri kapitalizmin bünyesinde yaşanan, gerek ulusal
gerek uluslararası ölçekte emek hareketinin kendini oluşturma sürecinde hesaba
katılması gereken yeni durumları/olguları; diğeri ise sosyalist siyaset zemininde
yeniden kuruluş hedefine bağlı geçmiş ve geleneksel siyaset zemininden devrimci
muhasebe temelinde kopuş ihtiyacını anlatan iki farklı manası bulunuyor.

Olan ve Olmakta Olan?


Siyaset zemininde dönem tahlili ve analizi, sadece olanın tespitini değil, olmak-
ta olanın açığa çıkartılmasını, değişim dinamiklerini ve yönünü ortaya koymayı
da içeren bir çaba olmalı. Aksi durumda, tarihe ve yaşadığımız döneme fotoğ-
raf çekmekten öte bir zeminden bakamaz, öngörü yoksunluğu içerisinde nesnel
süreçleri geriden takip edip, işçi sınıfının ve bütün olarak insanlığın güncel ve
tarihsel ihtiyaçlarına yanıt verecek bir hazırlığı yapma şansını yakalayamayız.
Ayrıca bu konu özelinde bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor. Sosyalist
siyaset zemininde dönem, çağ, evre, aşama, kerte vb. kavramlar, dilbilimsel kö-
kenlerinden “uzaklaştırılarak”, kullanıldıkları zemine ve çerçeveye göre anlam
yüklenen kavramlar olmuşlardır. Bu nedenle, kelimeler üzerinden iz sürerek,
gündemimizde olan “emperyalizmin yeni dönemi” gerçeğini anlayabilmemiz
biraz güç. Bu güçlüğü hesaba katarsak, öncelikle bu kavramlaştırmayla neyin
kastedilmediğini peşinen belirtmekte fayda var. “Yeni dönem” kavramlaştır-

250
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı

masından, kapitalizm yahut emperyalizmin yapısında, mülkiyet biçimi, üretim


tarzı, temel sınıfların tanımı ve konumlarında, niteliksel bir değişiklik yaşandı-
ğını ve kapitalizmin kapitalizm, emperyalizmin de emperyalizm olmaktan çık-
tığını anlamamak gerekiyor. Kavrama daha baştan böyle bir anlam yüklemek,
dönem çözümlemesini emek hareketinin ve sosyalist siyasetin yeniden kuruluş
ihtiyaçlarından büsbütün farklı bir zeminde ve ihtiyaçlar temelinde ele almak
anlamına gelecektir. Ancak öte yandan, 20. yy boyunca emperyalizmin yapı-
sında emek hareketinin ve sosyalist hareketin siyaset ve örgütlenme süreçlerini
belirleyecek nitelikte kayda değer bir değişimin yaşanmadığı, yaşanan değişik-
liklerin ve içerisine girip çıkılan krizlerin sistemin iktisadi, siyasi yapısında hiç-
bir değişiklik yaratmadığı sonucuna varmak da doğru bir çıkarsama ve kalkış
noktası olmayacak.
Uluslararası kapitalizmin zemininde, sosyalist siyasetin yeniden kurgulanması
sürecinde hesaba katılması gereken iki temel noktada yaşanan değişimlere kısaca
değinmekte fayda var.
1. Emek sürecinin örgütlenmesindeki değişikliklere, üretimin daha küçük ölçek-
te birimlerde örgütleniyor olmasına, hizmet sektörünün gelişimine, ölü emeğin
üretim sürecindeki rolünün ve ağırlığının artmasına, istihdam politikalarındaki
değişikliğe, işsizliğin “yedek sanayi ordusu” tanımının çok ötesine geçecek bir
muhteva kazanmasına bağlı olarak, işçi sınıfının yapısı değişiyor. Bu değişik-
likler, işçi sınıfı açısından daha fazla çeşitlilik, üretim sürecinin örgütlenmeyi
kolaylaştıran nesnel rolünün zayıflaması ve örgütsüzlüğün maddi temellerinin
yaygınlaşması, sınıfın farklı kesimleri arasındaki mesafenin ve rekabetin derin-
leşmesi sonuçlarını doğurduğu gibi çalışan ve çalışmayanlarıyla bir bütün olarak
işçi sınıfının toplumsal hacminin ve ağırlığının artmasına da vesile oluyor.2
Bu değişikliğin en belirgin hissedilen sonuçlarından birisi, işçi sınıfı zemininde
örgütlülüğün hızla erimekte olması ve sınıfın özellikle yeni dönemde ortaya çıkıp
büyüyen geniş kesimlerinin geleneksel örgütlerin kapsayabileceği alanın dışarı-
sında kalmasıdır. Bu nedenle geleneksel sendikal örgütlülükler aracılığıyla işçi
sınıfı içerisinde önemli yer tutarak sınıf hareketinin genelini ya da en azından
önemli bir kesimini kontrol (olumlu yahut olumsuz manada) etme şansına önü-
müzdeki dönemde herhangi bir siyasal hareketin sahip olamayacağını rahatlıkla
söyleyebiliriz. İşçi sınıfı hareketini, onun içerisinde tutulan kilit pozisyon üzerin-
den sevk ve idare edebilme hedefiyle, geçmişte oynadıkları rolü bugün de aynı
şekilde oynayabilecekleri düşüncesiyle geleneksel araç ve yöntemlere sarılan ve
işçi hareketinin yeni temellerde kurulması ihtiyacına sırt çevirenlerin, bir bütün
olarak işçi sınıfı ve hareketinin dışına düşmeleri ya da en iyi ihtimalle marjinal
bir konuma mahkûm olmaları kaçınılmaz.

2 Yayınımızın ilerleyen sayılarında bu konunun mümkün olan bütün yönleriyle ele alınacağını
hatırlatarak, bu yazı kapsamında konumuz çerçevesinde sonuçlar ve çıkarsamalar üzerinden
değineceğimizi belirtmek gerekiyor.

251
Yaşayan Marksizm

Geleneksel sendikal örgütlülüklerin güç ve işlevlerinin, bu alanda varolan öz-


nel zaaflardan görece bağımsız, nesnel sebeplere bağlı olarak adım adım ortadan
kalkıyor olduğunun üzerinden atlayamayız. Açıklıkla belirtmek gerekiyor ki bu
noktada yaşanan sorun, “sendikal hareketin krizi ve ihtiyaçları” başlığı altında
ele alınamaz. Bu başlık, sadece ifade ettiği kadar bir önem taşımalı, işçi sınıfının
mücadele ve örgütlenme sorunları bu zeminin darlığına sıkıştırılmamalı. Soru-
nun esas olarak düğümlendiği nokta, işçi sınıfının genel ve ortak çıkarları ekse-
ninde örgütlenmesi ihtiyacıdır. Sendikal hareketin sorunları da esas olarak bu
temel ihtiyaç ekseninde ele alınırsa anlamlı olabilir. Ancak asıl olarak sınıfının
değişen yapısına bağlı, çalışma ve yaşam alanlarıyla, çalışanı ve çalışmayanıyla
bir bütün olarak işçi hareketinin yeniden örgütlenmesine hizmet edecek kapsa-
yıcı ve bütünleştirici araç-yöntemlerin, örgütlülüklerin yaratılıp geliştirilmesine
yoğunlaşmak gerekiyor. Elbette ki bu sürece siyasal bir anlam kazandıracak mü-
cadele hattı ve eylem çizgisinin yaşam içerisinde varedilmesi uğraşı ile birlikte.
Bu yoğunlaşmayı, sosyalist hareketinin yeniden kuruluş sürecinin öncelikli gö-
revleri arasında saymak gerektiği gibi bu yoğunlaşma alanını sosyalist hareketin
kendisini yeniden kuracağı zemin olarak görmek gerekiyor.
2. Mali sermaye alanındaki aşırı yoğunlaşma ve merkezileşme, işbölümünün ulus-
lararası karakterinin ulaştığı boyut, dünya pazarı ve dünya piyasası olgularının
karşılıklı (ya da solun bir kısmı nezdinde tek taraflı) bağımlılık ilişkilerinin ötesine
geçmesiyle tam entegrasyon ve özdeşleşme yolunda katedilen mesafe, uluslararası
kapitalist sistemin, emperyalizmin yapısında meydana gelen önemli değişiklikler-
dir. Bu bütünleşme eğilimi ve sürecine paralel, sanayileşmesini görece olarak ka-
pitalist sistemin dışında gerçekleştirmiş ve devletin ekonomide hala belirleyici bir
ağırlığı bulunan ülkeler (Rusya ve Çin başta olmak üzere) de, üretim kapasiteleri,
rekabet güçleri ve emek “zenginliği” ile son 20 yıl içerisinde uluslararası kapita-
list sisteme dahil olmuşlardır. Uluslararası kapitalizmi tam anlamıyla bir dünya
sistemi haline getiren bu genişleme süreci, sisteme sadece yeni ve geniş pazarlar
sunmayıp, kapitalizmin uluslararası rekabetinin yeni öznelerini de yaratmıştır. Bu
durum, önümüzdeki süreci şekillendirecek değişim, çatışma ve kriz dinamikleri-
nin net olarak hangi sonuçları doğuracağını bugünden net olarak söylemenin ola-
naksızlığı anlamına geliyor. Ayrıca, bu noktadaki denklemi nasıl kurarsak kuralım,
işçi sınıfı bağımsız devrimci eylemi ile sahneye çıktığı anda, bütün denklemlerin
bozulup yenilerinin kurulmasının gerekeceğini, süreçte asıl belirleyici olabilecek
değişim ve çatışma dinamiğinin bu anlamıyla sahnedeki yerini henüz almamış ol-
duğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Ayrıca, tüm bu noktalardaki belirsizlikler,
içerisinden geçtiğimiz dönemin barındırdığı değişim ve çatışma dinamiklerinin
bütün çıplaklıkları ile bilince çıkartılabilmesinin önünde bir engel değil. Tersine,
bu koşullarda bu değişim ve çatışma dinamiklerinin bütün çıplaklıkları ile orta-
ya konulabilmesi, sosyalizmin somut bir siyasal seçenek olarak toplumsal ölçekte
üretilebilmesinin ve işçi sınıfının bağımsız devrimci eylemiyle tarih sahnesindeki
yerini alabilmesinin de önemli bir gereği olarak karşımızda duruyor.

252
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı

Bu değişim sürecinin uluslararası kapitalizm açısından ne tür somut sonuçlar do-


ğurup doğurmayacağından bağımsız olarak, geleneksel sosyalist siyaset üzerinde
etkileri oldu. Bu etki esas olarak anti-emperyalizm meselesini sosyalist siyasetin
ve sosyalizm için mücadelenin içerisinde tutarlı bir bütünlükle yerli yerine oturt-
ma (daha doğrusu oturtamama) noktasında hissediliyor. Emperyalizm gerçeği
ve anti-emperyalist mücadele anlayışı, kendilerini anti-kapitalist mücadelenin
öznesi olarak kabul eden sosyalist hareketin bileşenlerince, geleneksel yaklaşım-
ların eleştirisi üzerinde yeniden tanımlanmalı ve sosyalizm hedefine bağlı yerli
yerine oturtulmalı.
Sözlüklerde “emperyalizm” kelimesinin karşılığı olarak, “Aynı iktisadi ve sosyal
bütünlük içinde etnik ve kültürel bakımdan farklı halkların, hakim halkın elinde
olan merkezi bir iktidarın otoriter yönetimi altında bir araya getirilmesi eğilimi.
Kolektif veya ferdi yayılma ve hakim olma iradesi. Bir milletin başka bir milleti
siyasi ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, ya-
yılmacılık.” ifadeleri bulunuyor. Kısaca geçmiş imparatorluklar tarzında düzen
kurma eğilimi olarak tanımlıyor sözlükler emperyalizmi. Kuşkusuz bu tanım,
burjuvazinin tanımı ve onun için de “kötü” bir şey. Burjuvazinin emperyaliz-
mi, bir yandan gelişmiş ve güçlü bir ülkenin gelişmemiş ve zayıf olan ülke ya da
ülkelere dönük yayılmacı eğilimleri, diğer yandan bu yayılmacı eğilimlerin ve
girişimlerin sonucu olarak gelişmiş ve güçlü olan ülkenin, gelişmemiş ve güçsüz
olan ülkeyi ya da ülkeleri kendisine bağımlılaştırması ve bu ülkelerin gelişimle-
rini engellemesi olarak tarif etmesi son derece normal. İşin aslına bakılırsa, bur-
juvazi açısından “emperyalizm” kavramı, her daim, bir başka kapitalist gücü ya
da devleti, kendi egemenlik alanına dönük dışsal ve yayılmacı tehditler oluşturan
ötekileri tanımlamak için kullanılan bir kavram. Ancak emperyalizmi böyle al-
gılayanlar, burjuvaziden ibaret değil. Emperyalizmin burjuva kavrayışının top-
lum kesimlerindeki yansıması da, ülkenin, ülke ekonomisinin ve kaynaklarının,
ulusal sınırların ve egemenliğin yayılmacı bir dış güç tarafından tehdit edilmesi
biçiminde oluyor. Daha da kötüsü, burjuvazinin iktidarı karşısında sosyalizm
mücadelesi verme iddiasında olan güçlerin önemli bir kesimi dahi emperyalizmi,
ulusal ekonominin gelişimini engelleyen ve bağımsızlığa gölge düşüren, yayılma-
cı bir dış tehdit olarak algılayarak burjuvazinin tarifine paralel bir emperyalizm
kavrayışını somutluyor. Bu nedenden dolayı, emperyalizmi, gelişmiş kapitalist
ülkelerle dahası bu ülkelerin içerisinde dünyanın egemen ve hegemonyacı gücü
olarak öne çıkan ABD ile özdeşleştiren söylem ve tutumlara rastlamak fazlasıyla
mümkün. Ancak, emperyalizmin bu tarz kavranışının tümüyle hayal mahsulü
olmadığını ve uluslararası kapitalizmin bu yanılsamayı besleyen kimi nesnellik-
ler sunduğunu da görmemiz gerekiyor.
20. yy başları, kapitalist gelişme sürecinde, sömürgeciliğin ve sömürgeci dönem
ilişkilerinin yerlerini emperyalizme bırakışına tanıklık etti. Bu süreç, kapitalizm
için önemli bir değişim süreciydi.

253
Yaşayan Marksizm

Sermaye, içerisinde geliştiği yapı ve ilişkileri merkezileşme, yoğunlaşma ve ya-


yılma eğilimlerini aynı anda barındıran doğasının ihtiyaçlarına bağlı değişmeye
zorlar. Emperyalizm, kapitalist ilişkilerin ortaya çıkıp egemen hale geldikleri ulu-
sal ekonomilerin dışlarında var olan “dış pazar” olgusunun ve kapitalist olmayan
dünyanın, kapitalizmin yasaları ve kuralları ekseninde, kapitalizmin çemberine
sokulduğu; kapitalizmin kendi suretinde bir dünya yarattığı bir büyük değişim
sürecidir bu manada. Ancak bu değişim, emperyalizmin bir sistem olarak ortaya
çıktığı yüz küsur yıl öncesinde, kapitalizmin önceki dönemlerinden kalan ve ser-
mayenin eğilimlerini, yönelimlerini baskılayan yapı ve ilişkilerin bütünüyle bu-
harlaşıp, beyaz bir sayfaya düşen mürekkepler misali yerlerine yenilerinin geçtiği
bir “mutlak değişim” olarak yaşanmadı. Bunun sebeplerinin başında, sermaye-
nin hareket kabiliyeti ve esnekliği karşısında, içerisinde geliştiği yapı ve ilişkilerin
hareket kabiliyeti ve esnekliğinin fazlasıyla sınırlı olması ve aynı zamanda bu
yapı ve ilişkilerin, sadece sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verme göreviyle tasar-
lanmamış olmalarıdır.
Tarih, herbiri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan
malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların ardarda gelişin-
den başka bir şey değildir; bu bakımdan, her kuşak, demek ki, bir yandan geleneksel
faaliyeti tümüyle değişmiş olan koşullar içinde sürdürür, ve öte yandan, tümüyle
değişik bir faaliyetle eski koşulları değiştirir; bu, kurgu yoluyla öyle çarpıtılabilir ki,
daha sonraki tarih daha önceki tarihin amacı haline getirilir.3
Sermaye sınırsız hareket etme, yayılma ve merkezileşme eğilimlerine bağlı ola-
rak başlangıç aşamasında ihtiyaç duyduğu uygun ölçekte ve özelliklerde pazar
ve devleti sürekli olarak değişime zorladı ancak devlet ve pazarın bu değişim ba-
sıncına bağlı hareketleri aynı olmadı. Başlangıç aşamasında pazar ve devlet aynı
coğrafya ve sınırları ifade ederlerken ve devletin sınırları, pazar için “içerisi ve
dışarısı” ayrımının da somut ifadesi olurken, kapitalist gelişme ulusal devletler
ve sınırları ortadan kalkmadan, “tek dünya pazarı” gerçekliğini ortaya çıkardı.
Pazarların “bütünleşmesi” onları yaratan ulusal devletlerin ve ulusal ekonomi-
lerin bütünleşmesi ile aynı anlamına gelmedi. Bu gerçeklik, tek dünya pazarını
oluşturan birimlerin özdeş ve homojen birimler olmaması, aralarındaki farklılık-
ların bütünüyle ortadan kalkmaması anlamına da geliyordu. Bundan dolayıdır
ki emperyalizm, sanayi sermayesi ile birleşen mali sermayenin devletler aracılığı
ile dünya çapında açık veya örtülü paylaşım savaşları sürdürdüğü ve belirleyi-
ci bir özellik olarak meta ihracının ağırlığının sermaye ihracına kaydığı, eşitsiz
ve birbirine bağlı ekonomik birimler temelinde tekelci kapitalizmin dünya ege-
menliği olarak ortaya çıktı. Meta ihracının ağırlığının sermaye ihracına kayması,
sömürgeci dönemin tek yanlı bağımlılık ilişkilerinden farklı olarak, ulusal eko-
nomiler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkilerini yaratıp geliştirirken, bu ulusal
ekonomilerin pazarın bütünleşmesine paralel iç içe geçmesini ve bütünleşerek

3 Marx, K. - Engels, F. Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, Üçüncü Baskı: Temmuz 1992, s.59

254
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı

bir dünya ekonomisine yürümesini inanılmaz ölçüde hızlandırdı. Ancak ulusal


ekonomiler de büsbütün ortadan kalkmadı. Bundan dolayıdır ki, kapitalist geliş-
meye bağlı olarak emperyalizmin uzun (ve hala “kapandı” diyerek kestirip atıla-
mayacak) bir dönemi, birbirinden görece bağımsız “ulus/ülke” ekonomilerinin
hiyerarşik temelde birliğinin ifadesi olarak şekillendi.
Emperyalizmin böyle bir gerçekliğinin bulunduğu koşullarda, elbette ki ulusla-
rarası rekabet ve paylaşımın başat aktörleri, ulus/ülke devletler oldu. II. Emper-
yalist paylaşım Savaşı’nın ardından sistemin, ABD’nin hegemonyasında geçmiş-
tekinden farklı bir temelde yeniden yapılanmış olması da hesaba katıldığında,
bütün bu gerçeklik, sosyalist hareketin emperyalizm ve antiemperyalist mücade-
le anlayışını belirleyen nesnel zemin olmuştur aynı zamanda. Ancak, kapitalist
gelişmenin bir dönemine çekilen fotoğraf üzerinden siyasal bakış ve açılımlarını
geliştiren sosyalist hareket, fotoğrafı çekilen dönemin, değişim sürecinin bir dö-
nemi olduğunun üzerinden atlayarak, emperyalizmi, o dönemin hakim yapı ve
ilişkileri üzerinden tanımlayan ve dahası bunlara indirgeyen bir dar görüşlülüğe
saplanıp kaldı. Dolayısıyla, bu koşulların ve koşullarca belirlenen dönemin önce-
si ve sonrası, bu anlamıyla sınırları olduğunu gözden kaçırdı.
Bir “ekonomi”ye ulus ya da ülke ekonomisi niteliğini veren gerçeklikleri kısaca,
kendi içinde bütünleşik ve “diğerlerinden” şu ya da bu şekilde ayırt edilen artı-
değer sağlama, sermaye birikim zemini; kendi içerisinde bütünleşik olan ve “di-
ğerleri” ile arasında belli sınırlar bulunan pazar olarak sayabiliriz. Peki, tarihsel
bir bakış içerisinde, yaşadığımız dönemde “ulusal ekonomi” gerçekliğini etkile-
yen ne türden değişiklikler oldu/oluyor? Artı-değer sağlama, sermaye birikim
süreçleri farklılaşıp zeminleri değişiyor. “Farklı” ulus/ülke pazarları belli ölçü-
lerde eşitsizliklerini hala muhafaza ederek özdeşleşiyor ve dünya pazarını mey-
dana getiriyor. “Ulus/ülke” ekonomiler karşılıklı rekabet zemininden “karşılıklı
bağımlılık” ve bir adım sonrasında iç içe geçerek bütünleşme zeminine taşınıyor.
Bu değişim süreci, bütün açıklığı ile ifade etmek gerekir ki, ulus-ülke ekonomi-
sinin yerini başka bir gerçekliğe bıraktığı, uluslararası kapitalizmin ekonomik ve
siyasal birimlerinin yeniden ve yeni temellerde örgütlendiği bir değişim süreci
anlamına geliyor.
Emperyalizmi, mutlak surette ve sadece, görece olarak birbirinden bağımsız
ulusal ekonomilerin ve o anlama gelmek üzere ulusal devletlerin hiyerarşik bir-
liği olarak algılayanlar açısından böylesi bir değişim sürecinin algılanması ko-
lay olmuyor. Sermaye ile şemsiyesi altında geliştiği ulus devleti mutlak surette
birbirine bağlı sayanlar için, kapitalist rekabetin uluslararası biçimlerinin ulus
devletlerden bağımsız ele alınması olanaklı değil. Ancak kapitalist rekabetin
uluslararası biçimlerinin ulus devletlerden bağımsız ele alınamaması, bir yandan
sermayenin asıl ihtiyaç duyduğunun burjuva devlet olduğu gerçeğini, öte yandan
ise “diğer” sermayeler olmadan yaşayamayacak olan sermaye gerçeğini, rekabe-
tin özünün sermayenin sermaye ile rekabeti olduğunu gözardı etmek anlamına

255
Yaşayan Marksizm

gelir. Bu aynı zamanda, burjuva devleti, asli görevi olan sermayenin emek ile mü-
cadelesinin (ulus ve ülke zeminine bağımlı kalmaksızın) ve sermayenin sermaye
ile rekabetinin aracı olarak değil, ulus/ülke ekonomilerine referansla tanımlanan
rekabetinin özneleri ulus devletler olarak öne çıkartmak ve mutlaklaştırmak an-
lamına da gelecektir.
Kuşkusuz ki ulus devlet ve ulusal ekonomi, bütünüyle ortadan kalkmış gerçeklik-
ler değil. İçerisinde olduğumuz sürecin, çelişkilerden muaf, üzerinde tam muta-
bakat sağlanmış bir senaryonun bütün aktörlerin ve set ekibinin uyumuyla sah-
nelendiği bir nümayiş havasında ilerlemediği, ilerlemesinin ne denli güç olduğu
ortada. Ancak uluslararası kapitalizm zemininde hakim olan eğilim, sermayenin
yeni dönem ihtiyaçlarına bağlı olarak, uluslararası rekabetin yeni araç ve yön-
temlerini, eskilerinin yerlerini alacak şekilde yaratıyor, eski yapı ve ilişkileri de
yeni döneme göre uyarlıyor ve bu yönde şiddetli bir basınç uyguluyor. Dolayı-
sıyla geçmiş dönemin rekabet ilişkilerinin merkezinde yer alan ulus devletten
geriye “devlet” ve ancak o ölçüde varlığından söz edilebilecek ulusal/ülkesel eko-
nomiden öte pek bir şey kalmıyor. Emperyalizmin, dünyanın bir coğrafyası ya da
ülkesine indirgenemeyecek bir gerçeklik olarak, bütün kara ve denizlerinde içsel
bir olgu ve gerçeklik, bir bütünsel sistem olarak kendisini örgütlediği; bütünü
oluşturan birimlerin hem yapı ve zeminlerinin hem de birbirleri ile ilişkilerinin
değiştiği bu koşullarda, sosyalist hareketin anti-emperyalist mücadele ile sosya-
lizm mücadelesi arasındaki geleneksel denklemlerinin yeniden kurulması, kaçı-
nılmaz bir zorunluluk olarak önümüzde dikiliyor.

Değişim Dinamikleri Sadece Kapitalizm İçin İşlemiyor


Emperyalizmin kapanmakta olan dönemiyle birlikte, burjuva egemenliğinin ze-
mini ve kurumları değişiyor; eski dönemin kurum ve ilişkilerinin varlık zeminle-
ri ortadan kalkıyor. Ancak bu süreçte varlık zeminleri ortadan kalkan kurum ve
ilişkiler sadece burjuva egemenlik alanında değil. Bunlarla aynı zeminden besle-
nen fakat bizzat sosyalizm mücadelesinin araç ve yöntemleri olarak benimsenen
ve beslendikleri zemin yaşadığı ölçüde kendilerine önemli bir yaşam alanı bu-
lan örgütlülük biçimlerinin, mücadele araç ve yöntemlerinin de varlık zeminleri
kaybolup içleri boşalıyor.
Kendi içerisindeki bütün bölünmüşlüğe karşın, sosyalist hareket bünyesinde-
ki farklı akımların siyaset anlayışlarının bir ortak paydası bulunuyor. Bu ortak
paydayı, sosyalist siyasetin genelini içerisine alan paradigma olarak adlandır-
mak mümkün. Bu paradigmanın beslenip kendisini örgütlediği, başlıca iki ka-
nal oldu.
Bu kanallardan birincisi, 19. yy sonlarında şekillenen sosyalist siyaset zemini;
ikincisi ise İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında dünya kapitalizminin
o zamanki yeni dönemini şekillendiren Keynesçi ekonomi politikalar ve sosyal
devlet anlayışı.

256
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı

II. Enternasyonal Siyaset Anlayışıyla Yaşamaya Devam Ediyor


Komün yenilgisinin ardından, Avrupa merkezli olarak, bir yandan işçi sınıfı içe-
risinde sendikal örgütlülüğün güçlenen varlığı ve buna paralel sosyal demokrat
ve işçi partilerin siyaset zemininde kalıcı yerler edinerek, parlamenter demokra-
tik sistemin kurumsallaşmasında oynadıkları rol II. Enternasyonal siyaset anla-
yışının temelinde yatar. İşçi sınıfı, sendikal örgütlülükleri aracılığı ile ekonomik
mücadele yürütür; onun politik temsilcileri ise siyasal örgütleri ile siyasal mü-
cadele yürütür. Ekonomik mücadele siyasal mücadeleye bağlandığı; işçi hare-
keti siyasal örgütün iktidar yürüyüşünü ya da siyaset zeminindeki pozisyonunu
güçlendirdiği ve bu dolayım üzerinden burjuva demokratik rejimin işleyişine
katılıp kendisini temsil ettiği müddetçe sosyalizme yürüyüşün denklemi kurul-
muş sayılır. Esasen sosyalist siyaset zeminindeki ekonomik alan ve siyasal alan
ayrımının da böyle bir tarihselliği bulunuyor. Burjuvaziye karşı mücadele süre-
cinde iktidar değişikliğini toplumsal kurtuluşun temsilcisi (ve tabi ki öncüsü)
olan bir siyasal örgütün iktidara gelmesi olarak algılayan ve işçi sınıfını siyasetin
öznesi, iktidarın sahibi olarak kurgulamak yerine, toplumu selametle kurtuluşa
götürecek olan partinin iktidarını yaratma ve sağlama alma yolunda vazgeçilmez
bir dayanak olarak kavrayan bu siyaset anlayışı, eleştiricilerini dahi kendi zemi-
ninde bir varoluşa mahkûm edecek kadar güçlü bir paradigmadır. Bu nedenle,
II. Enternasyonal patentli olmasına karşın itibar gördüğü alan II. Enternasyo-
nal örgütlerinin etki alanlarının çok ötesinde bir genişliktedir. Ekonomik alanda
sendikaların yahut siyasal alanında politik örgütlerin (ya da partilerin) mücadele
çizgilerinin ve örgüt anlayışlarının farklı şekillerde tasarlanıp yaşam bulmuş ol-
maları, bu işi yapanları II. Enternasyonal zemininin ötesine taşımadığı gibi, bu
paradigmayı tersinden II. Enternasyonal eleştiricilerinin eliyle güçlendiren bir
etki yapmıştır.
II. Enternasyonal meselesini “reformizm” ve “savaş koşullarında işçi sınıfına iha-
net etmiş olması” ile sınırlı bir bakışla ele alanlar açısından, bu zeminde üretilen
burjuva siyasetin, kısa dönemler haricinde bütün olarak dünya sosyalist hareke-
tini belirleyen zemin haline geldiğini görmeleri mümkün değil. Bu siyaset anlayı-
şının etkisi o denli güçlü ve kalıcıdır ki, II. Enternasyonal zeminini besleyen tür-
den sendikal örgütlülüklerin bulunmadığı bir coğrafya olan Rusya’da devrime
öncülük etmiş Bolşevik Parti ve kuruluşunu sağladığı Komünist Enternasyonal
dahi, II. Enternasyonal’in bu siyaset anlayışından muaf kalamamıştır. Dahası,
bir dönem sonra, II. Enternasyonal siyaset anlayışının Komintern’e bütünüyle
egemen olduğunu söylemek mümkündür.

Keynesçilik Sosyalist Siyasetin de Ufuk Sınırlarını Çiziyor


Ekim Devrimi ve takip eden kısa dönem içerisinde, tarihsel açıdan en ileri form-
ları yaratarak, en ileri mevzilerine ulaşan işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareket,
özellikle II. Emperyalist paylaşım savaşının ardından kendisini, II. Enternasyonal

257
Yaşayan Marksizm

siyasetini beslemeye son derece uygun bir atmosferin içerisinde buldu. Bu atmos-
feri yaratan, Keynesçi ekonomi politikalar ve sosyal devlet anlayışı idi. Ulusal ge-
lirin “adil” dağıtımı, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi,
dönemin üretim örgütlenmesine ve istihdam politikalarına uygun olarak sendikal
örgütlülükler sayesinde işçi sınıfının geniş kesimlerinin kontrol altında tutulabil-
mesi, sosyal demokrat ve işçi partilerinin aktif katılımlarıyla parlamenter demok-
ratik rejimlerin istikrara kavuşturulması vb… sadece II. Enternasyonal patentli
siyaset anlayışına değil, Keynesçi ekonomi politikalarla kapitalist dünyayı yeni
baştan ve yine hiyerarşik temellerde inşa etmeye soyunan burjuvazinin de zorun-
lu ihtiyaçlarına uygun düşüyordu. İki büyük dünya savaşıyla yerle bir olmuş top-
lumların gözünde SSCB’nin albenisi her geçen gün artarken, dünyanın belirli bir
coğrafyasında yaşam bulan bu tablo, kapitalizm içerisinde kalarak ulaşılabilecek
yeryüzü cennetlerinin kurulabileceğini ilan ediyordu dosta, düşmana.
Elbette ki bu yeryüzü cennetleri, kapitalist dünyanın bütününde yaşam bulma-
dı. Bulmasına imkan da yoktu. Dahası, kapitalizmin, II. Emperyalist Paylaşım
Savaşı’nın ardından 1980’li yıllara uzanan dönemi kapanırken, SSCB’nin çö-
zülmesine de paralel olarak, bu yeryüzü cennetleri hızla sararıp solmaya; mutlu
mesut sakinleri olan “çalışanlar sınıfı” ise kendisini şiddeti her geçen gün artan
yoğun bir saldırı karşısında bulmaya başladı.
Bu dönem, 1980’li yılların sonunda geri dönüşsüz biçimde kapandı kapanması-
na, ancak işçi hareketi ve sosyalist hareket, kendisini o dönem içerisinde var ettiği
araç ve yöntemlerin devrimci eleştirisi temelinde yeni bir kuruluşa taşıyamadı.
Yeniden kuruluş zorunluluğu, dönemin değişmesine bağlı olarak eski döneme
uygun araç ve yöntemlerin yeni döneme uyum sağlayamayacak olmasından
kaynaklanmıyordu tek başına. Çünkü eski dönemin siyasetinin hakim araç ve
yöntemleri de işçi sınıfının, burjuva egemenliği karşısında devrimci bir siyasetin
öznesi olarak ayakları üzerine dikilmesine değil, bu yeryüzü cennetinden payına
düştüğü kadarıyla nasiplenmesine hizmet eden biçim ve içeriklerde idiler. Önce-
ki dönemlerde şekillenen örgütlülük ve mücadele biçimleri, kapitalizmin bu yer-
yüzü cennetlerinin yaratıldığı dönemde ismen yahut şeklen varlıklarını devam
ettirseler dahi başkalaşarak döneme gerici anlamda uyum sağlamışlardı zaten.
Sendikalar, düzen içi ekonomik mücadelenin araçları olarak bu dönemin emek
örgütlenme süreçlerine uygun bir zeminde yeniden şekillenirken, Lenin sonrası
dönemde icat edilen “Leninist Parti” modeli de legal ve illegal versiyonlarıyla
dünya komünist hareketinin bütününü belirleyen siyasal mücadele aracı olarak
yaygınlaşıp kalıcılaştı. Bu formlara sağdan yahut soldan eleştirilerle öne çıkartı-
lan “alternatif” modeller ve araçlar ise aslı ile aynı zeminden beslenen, bütün bir
döneme ve dönemin siyaset yapış tarzına egemen olan ekonomik alan ve siyasal
alan arasındaki yapay ayrımı veri kabul eden bir pozisyondan kurtulamadı.
Bu sürecin bir belirleyeni, Keynesçilik, sosyal devlet ve SSCB’nin varlığının da
üzerinde yükselen Avrupa işçi sınıfının “kazanımları” olurken, diğer belirleyeni

258
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı

ise dünya sahnesinde sosyalizmi ulusal bir kalkınma modeli olarak revize ederek,
“ulus-devlet” kimliği ile var olma yolunu seçen “sosyalist blok” ülkelerinin var-
lıkları, ulusal güvenlik politikaları ve diplomatik ihtiyaçları olmuştur.
Günümüzde sosyalist hareketin, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardın-
dan 1980’li yıllara uzanan dönemde kendisini var ettiği araç ve yöntemlerle,
programatik zemin ve örgütlülük biçimleriyle, siyaset zemininde belirleyici bir
rol oynaması olanaklı görünmüyor. Bunun temel sebebi, 20. yy işçi hareke-
tine egemen olan sendikal örgütlülüklere ve parlamenter düzeni istikrara ka-
vuşturacak kitlesel işçi partilerine, burjuvazinin ihtiyacının kalmamasıdır. İşçi
sınıfının geçmiş dönemde de bu tür örgütlülüklere gerçek bir ihtiyacı yoktu
zaten. Esasen bu tarz siyaset anlayışının geçmiş dönemde yanıt verdiği alan,
işçi sınıfının bağımsız varoluş ihtiyaçlarını devrimci temelde karşılama arayışı
değil, burjuvazinin işçi hareketini kontrol etme ve düzenini bu yolla da tahkim
etme arayışları olmuştur.

Yeniden Kuruluş İhtiyacı Kendisini Dayatıyor


İçerisinden geçtiğimiz dönem, dünya kapitalist sisteminin uzun bir döneminde
sosyalist hareketin “proleter devrimci siyaset zemininde” sayarak benimsediği
mücadele araç ve yöntemlerinin sınırlı olduğu gibi sınırlayıcı nesnel beslenme
zeminini de ayaklar altından çekip aldığı için, geçmişte gerçekleştiremediğimiz
yenilenme ihtiyacı, bugün kendisini ertelenemez biçimde dayatmakta. Bu ihtiya-
cın üzerinden atlanması, sınırlı varoluş zeminlerini bile yitiren mücadele araç/
yöntemleri üzerinden hiçbir nesnel karşılığı olmayan tutumlara sarılarak somut
siyaset zemininin dışarısında kalmanın en garantili yolu olacaktır.
Bu dönemeçte, “esasen yeni ve köklü biçimde yenilenmesi gereken bir şeyler yok-
tur, yapılması gereken geçmişin eksikliklerini gidermek, savrulmadan yolumuza
devam etmek ve ısrarlı bir çaba ile güçlenmektir” anlamına gelecek yaklaşımlar-
la, “dönem ve öncelikler” denkleminin devrimci tarzda kurulamayacağı ortada.
Dünya kapitalist sistemi kendisini daha çıplak biçimde emek-sermaye karşıtlığı
üzerinde var ederken, burjuva devlet dolaysız biçimde zor aygıtı olarak yeniden
örgütlenirken; dönemin ihtiyaç duyduğu devrimci atılımın gerçekleştirilebilme-
si, sosyalizm projesinin somut bir seçenek olarak yeniden üretilmesini içeren,
kapsamlı siyasal bir kuruluş ekseninde mümkün olabilir.
Bu yeniden kuruluş meselesinin, teknik bir örgütlenme ya da çoğalma sorununa
veya işçi sınıfı ve hareketi ile ilişkilenme ihtiyacına indirgenemeyecek denli çok
yönlü bir mesele olduğu açık. Söz konusu olan, yeniden ve daha güçlü şekilde
örgütlenme sorunu değildir; söz konusu olan, işçi sınıfı ile kopan bağlarımızı
tekrar ve kalıcı temelde kurabilme meselesi değildir… Elbette ki bu noktalarda
çözülmesi gereken sorunlar bulunuyor. Fakat bu sorunlar, sosyalist hareketin
içerisinde olduğu kriz halinin sebepleri değil; bütün çıplaklıkları ile yüzümüze
çarpan, temel sorunlarımızın sonuçlarıdır.

259
Yaşayan Marksizm

Nereden Başlamalı?
Yeniden kuruluş kavramlaştırması, yaşadığımız sorunları bir çırpıda çözecek
bir sihirli değnek değil, dahası, yaşamın önümüze çıkardığı yakıcı sorunlara sırt
çevirmenin gerekçesi olacak kapalı devre bir atölye çalışması olarak da ele alına-
maz. Bu meseleyi, ideolojik, siyasal, örgütsel alanları kapsayan çok yönlü ancak
her boyutu ve aşaması politik işçi hareketinin yaratılması zemini ve uğraşında ete
kemiğe bürünebilecek bir muhtevada ele almamız gerekiyor.
Kötü bir huyumuzdur; sorunları, güncellik ve aciliyet kazandığı halleriyle gün-
dem edinip çözmeyi düşünüyoruz. Maalesef devrimci siyaset alanında, sorunları
yaşandıkları alan içerisinde sınırlandırarak çözmek, genellikle mümkün olan ve
uygulandığı takdirde kalıcı çözümler sunan bir yöntem olamıyor. 100 yılı bulan
sürede birikmiş, kimi dönemlerde üzerlerine parmak basılmış teorik sorunları-
mız var. Proletarya diktatörlüğünün ve bu yolla ulaşılabilecek sosyalizmin ka-
pitalizm karşısında somut bir seçenek olarak yükselmesine olanak sağlayan bir
devrimin yitirilmesinin ardından, parti, devlet, iktidar, bürokrasi, işçi hareketi ve
örgütleri alanlarında hem teorik hem siyasal hem de örgütsel sorular ve sorunlar
var, pratik alternatiflerini de üreterek yanıtlamamız gereken. İşçi sınıfı ve onun
politik örgütlerinin siyaset zemininde belirleyici aktörler olarak yer aldıkları, işçi
sınıfı hareketinin siyaset zeminini saflaştırıcı biçimde yaran varlığının eksik ol-
madığı uzun 20. yy.’ın ardından, toplumsal siyasal yaşamın neredeyse tümüyle
dışına düşmüş, işçi sınıfı hareketiyle bağlarımızı büsbütün yitirmiş durumdayız.
Dünyanın belki de hiçbir zaman olmadığı kadar sosyalizme ihtiyacı var, sosya-
lizmin ise siyasal bir akım olarak ortaya çıktığı günden bu güne kadar ilk defa
yığınlar nezdinde inandırıcılığı olan somut bir siyasal seçenek olarak yeniden
örgütlenmeye ihtiyacı var...
Önümüzde birikmiş bunca sorun nasıl çözülecek? Daha da önemlisi, bu sorunla-
rın çözümüne somut katkılar sunma yolunda, nereden başlayacağız?
Elbette ki bu sorunların yanıtlarının bütünüyle bu yazı kapsamında verilebilme-
sine olanak yok. Ancak, meselenin gerek elinizdeki yayın bünyesindeki yazılarda
gündem edileceğini, gerekse de bazı sorunların yazarak değil yaparak çözülebi-
leceği gerçeğine uygun olarak buradaki çabaya paralel somutlanmaya çalışılan
siyasal bir faaliyetin varlığını bilerek bazı saptamalar yapabiliriz.
1. Teori, siyaset, örgüt alanlarında yaşadığımız sorunlar, ne tek başına bu sorun-
ları tespit eden ve çözülmesi çabasını kendine iş edinen bir grubun sorunları-
dır ne de kendilerini hissettirdikleri alanlarda sınırlı kalınarak çözülebilirler.
Bu sorunlar, kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömecek gerçek hareketin sorun-
larıdır. Bu nedenle bu sorunların çözüm zeminini, bizzat bu hareketin kendi
zemini, kendisini örgütleyeceği zemin olarak kurgulamak gerekiyor.
2. Bu sorunların çözümünü belirleyen ihtiyaçlar ve kalkış noktası da, bugünkü
duruma son verecek gerçek hareketin ihtiyaçları; güncel olarak ise bu hare-

260
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı

ketin kendisini kurması için yanıt verilmesi gereken ihtiyaçlar olmak zorun-
dadır. Dolayısıyla faaliyetimizin gerek teorik, gerek pratik ve örgütsel yöne-
limlerini de bu hareketin ihtiyaçlarının giderilebilmesi hedefine bağlamak
durumundayız.
3. Politik örgüt ile işçi hareketi ve ihtiyaçları arasındaki tabiiyet ilişkisi teori ve
ideoloji düzeyinde kurulan, vekâlet ilişkisini çağrıştıran bir ilişki değildir. Po-
litik örgüt ve politik işçi hareketi ilişkisini, mayalanma ve kuruluş süreçlerin-
den başlayarak iç içe ve sürekli bir karşılıklı etkileşim içinde; her defasında,
örgütün siyasetin somut ve gerçek ihtiyaçlarına tabi kılınarak yeniden kurul-
duğu, elle tutulur, gözle görülür somut bir ilişki olarak anlamak ve yaşama
geçirmek gerekiyor.
4. Tüm bunlara bağlı olarak; sosyalist siyasetin ve örgütsel ifadesinin yeniden
kuruluşu meselesini; sınıflı toplumlar tarihine son verecek politik işçi hareke-
tinin yaratılması zemini ve uğraşı içerisinde tarif etmek, böyle bir hareketin
yaratılması görevini bugün için diğer tüm görevlerin tabii olması gereken ön-
celikli görev olarak örgütlü siyasal faaliyetin önüne koymak durumundayız.
Her ne kadar bugün faaliyetimize yön vermesi gereken sorunlar ve ihtiyaçlar ka-
pitalizmi tarihin çöplüğüne gömecek gerçek hareketin ihtiyaçları olsa ve bu so-
runların çözümüne ve ihtiyaçlara yanıt verilmesine katkı koyacak güçler dar bir
grubun varlığı ve etki alanı ile sınırlı olmasa da, sorun ve ihtiyaçları tarif edenle-
rin sorumluluğu, sadece söylemeyi değil, bu yolda gecikmeden adım atmayı da
zorunlu kılıyor.
Ruhumuzu, sadece söyleyerek değil, aynı zamanda yaparak kurtarabileceğimizi
bilerek atacağımız somut adımlar, kurtulmayı bekleyen ruhlara yapacağımız en
anlamlı eleştiri, vereceğimiz en manalı yanıt olacaktır. Ağustos 2009

261
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm
ve
Sınıflar Mücadelesi

Öznur Ağırbaşlı

Egemen İdeoloji

İ deoloji kavramı Marksist yazında toplumun maddi altyapısınca belirlenen si-


yasal, felsefi, dinsel, sanatsal vb. gibi düşünce biçimlerinin tümünü kapsayan
bir üst yapı ürünü olarak tanımlanır. Maddi koşullarla (özellikle üretim ilişki-
leriyle) belirlenen düşüncenin göreli bir bağımsızlığı vardır. Belli bir noktadan
sonra nesnel gerçeklikten koparak kendi iç yasalarıyla gelişmeye başlar. Altya-
pı dışı birçok etmenler de (çıkarlar, bireysel düşünceler, başka düşünceler vb.
gibi) onu etkiler. İdealist düşünürler de ideolojinin düşünsel bir süreç olmasına
bakarak ondan saf düşüncenin içeriğini ve biçimini çıkarır ve sadece düşünce
gereçleriyle uğraşırlar. İşin temeline bakmadan bu gereçleri düşünceden çıkmış
sayar ve daha uzaklarda düşünceden bağımsız kökenleri olup olmadığını araş-
tırmak zahmetine katlanmazlar. Engels’in Mehring’e mektubunda belirttiği gibi,
onların gözünde bu doğaldır; “çünkü kendini düşünce aracılığı ile gerçekleştiren
her insan eylemi on[lar]a, son kertede yine düşünce üzerine kurulmuş olarak
görünür.” İdeolojik görüşlerin bu görünüşte bağımsız tarihleridir ki insanların
çoğunu aldatmaktadır.1
Sınıflı toplumlarda ideolojiler daima sınıfsal bir karakter taşırlar:

1 Engels’in Franz Mehring’e yazdığı 14 Temmuz 1893 Tarihli Mektup’tan. Bkz. Marx, K. ve F. Engels, Seçme Yapıtlar
Cilt:3, Sol Yayınları, Aralık 1979, s.601-602

263
Yaşayan Marksizm

Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, baş-


ka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen zihinsel
güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda,
zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur. Bunlar o kadar bir-
birinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları
verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağım-
lıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden
başka bir şey değildir. Egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan
maddi, egemen ilişkilerdir. Şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişki-
lerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin
fikirleridirler.2
Azınlığın çoğunluğu yönettiği sınıflı toplumlarda egemenlik, tek başına zor
yoluyla sürdürülemez. İktidarın sürekliliği için toplumsal onay almak şarttır.
Bu onay ancak ideolojik hegemonya ile sağlanabilir. İdeolojik hegemonyanın
amacı, geniş halk yığınlarının yönetici sınıfların çıkarlarını kendi çıkarları ola-
rak algılamasını sağlamaktır. Kapitalizm öncesi dönemlerde bu işlevi din ve
din adamları yerine getiriyordu. Gerek kutsal kitaplar gerekse din adamları in-
sanlara devlete ve yöneticilere boyun eğmeyi salık veriyordu. Burjuva aydınla-
rı tarafından “Aydınlanma” adı verilen dönemle birlikte dinin yerini “bilim”,
“rasyonalizm-akılcılık” gibi kavramlar aldı. Öyle ki artık burjuva sınıfının hiz-
metindeki “bilim insanları”nın söylediği her şey tıpkı kutsal kitapların sözleri
gibi algılanır oldu. 18. yüzyılda burjuva düşünürleri ve bilim insanları, bilimle-
re dayanarak dünyanın bilinebilir olduğunu düşünüyor ve bunu öğretiyorlardı;
buradan, dünyanın insanın iyiliği için değiştirilebileceği sonucuna varılıyordu.
Bir yüzyıl sonra ise bunların çoğunluğu önceki görüşlerinin tam tersini, yani
dünyanın bilinemeyeceğini, şeylerin aslını bilemediğimizi ve hiçbir zaman da
bilemeyeceğimizi düşünüyorlar ve bunu öğretiyorlardı. Ve dünyayı dönüştür-
mek istemenin saçma olduğu kanısı da bu sonuçtan çıkarılıyordu. Elbette ki,
doğa üzerinde etkide bulunabileceğimizi kabul ediyorlardı. Ama şeylerin aslı
bilinemeyeceği için doğa üzerindeki etki de ancak yüzeyde kalan bir etki ola-
bilirdi. İnsana gelince, o, her zaman olmuş olduğu gibidir ve her zaman o ola-
caktır. Bir insan doğası vardır ki, bunun sırrını biz bilemeyiz. Öyleyse, toplumu
iyileştirmek için kafa yormak neye yarar?
18. yüzyıl filozofları, toplumu gerçekten de dönüştürmek istiyorlardı. Çünkü o
zaman devrimci sınıf olan ve feodaliteye karşı savaşım veren burjuvazinin çı-
karlarını ve dileklerini ifade ediyorlardı. 19. yüzyılın filozoflarına gelince, bun-
lar (ister gizlesinler, ister gizlemesinler) artık iktidarda olduğu için tutuculaşan
burjuvazinin, artık egemen sınıf olan ve proletaryanın devrimci yükselişinden
korkan burjuvazinin çıkarlarını ifade ediyorlardı. Üniversiteleri ele geçiren bu
burjuva düşünürleri/bilimcileri, pratikte politik bir tavır aldıkları halde, kendi-

2 Marx, K. ve F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Kasım 1987, s. 79

264
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

lerini politika üstü göstermek isterler ve bu nedenle vardıkları sonuca ne kadar


nesnel ve zorunlu bir süreç sonucunda vardıklarını kanıtlamak için geniş teorik
açıklamalar yaparlar. “Felsefe, siyaseti, belirli bir gerçeklik karşısında, belirli bir
alanda, daha da kesin olmak istenirse bilimler alanında temsil eder ve bunun
tersine gidişte de bilimselliği, sınıf savaşımına katılan sınıflar nezdinde, siyaset
alanında temsil edecektir”.3
Burjuva düşünürlerinin ve bilimcilerinin kendilerini sınıflar üstü ve nesnel bilgi-
nin kaynağı olarak kabul ettirebildikleri, ezilenler üzerinde ideolojik hegemon-
yayı sağlayabildikleri oranda yöneten sınıfın işi kolaylaşır. Sınıflar mücadelesin-
de adeta bir hakem rolü üstlenirler. Elbette verdikleri kararlar hep egemen sınıfın
lehine olacaktır. Ama bunu öyle bir “bilimsellikle” yaparlar ki, ezilenler adaletin
yerine geldiğine inanırlar.
Şüphesiz ideolojik hegemonya sadece lafla kurulmaz. Bir yandan devletin zor
aygıtları devreye girerken, diğer yandan yönetilen sınıflar eskisine göre daha iyi
yaşama şartlarına kavuşturulmalıdır. Örneğin Batı Avrupa’da burjuvazi iktidara
geldikten sonra yoksul köylüler feodal soyluların ağır baskısından kurtuldu. Bir
kısmı toprak reformları yoluyla kendi toprağını işlerken, bir kısmı da artık ülke
içinde istedikleri gibi dolaşma olanağı elde ettiklerinden emeklerini kime sata-
caklarını kendileri belirleyen “özgür” işçiler haline geldiler. Kapitalizm emper-
yalizme dönüştüğü oranda dış sömürüden kendilerine verilen kırıntılar bile bu
işçilerden hiç olmazsa bir bölümünü eskiden hayal edemeyecekleri yaşam stan-
dartlarına ulaştırdı.

Resmi İdeoloji ve Resmi Tarih


Yöneten sınıf ezilenlerin hayatında eskisinden görece daha iyi değişiklikler ge-
tiremezse, düşünürler ve bilimciler ideolojik hegemonyayı sağlayacak kadar tu-
tarlı ve sağlam bir düşünsel arka plana sahip değilse ne olur? İşte o zaman resmi
ideoloji devreye girer. Resmi ideolojinin yerleşmesi için tüm ideolojik nitelikteki
kurumlar sıkı bir denetim altına alınır. Basın (genel olarak medya), okul, üniver-
site, estetik ve sanat alanları, cami vb. resmi ideoloji üretmek ve yaymak üzere
harekete geçirilir.
Bir kere iktidar tarafından “resmi gerçek” saptanınca, onun dışındaki her dü-
şünce de “bölücü”, “yıkıcı” velhasıl “fesatlık” olarak ilan edilip lanetlenir. Dev-
let ve toplum için neyin iyi neyin kötü, neyin zararlı neyin yararlı olduğuna da
resmi ideoloji üreticileri karar verir. Bu “resmi gerçekler” yasalarla da korunur...
Ama yasalar da resmi ideolojinin mantığına uygun bir zihniyetin ürünü olduk-
ları için, artık hemen her şeyi cezalandırmak mümkün hale gelmiştir. Böyle bir
ideolojik- siyasal- toplumsal çerçeve geçerli olunca, muhalif ve farklı düşünceler
ve o düşüncelerin sahipleri düşman ilan edilir. Resmi ideolojinin varlığı demek,

3 Althusser, L., Lenin ve Felsefe, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s.88

265
Yaşayan Marksizm

‘yurttaşların’ ait oldukları, içinde yaşadıkları yurtlarının sorunları hakkında gö-


rüş ortaya atmalarının yasaklanması demektir.
Her resmi ideolojinin temelinde tarihin tahrif edilmesi vardır. Çünkü bir toplu-
mun bugününe egemen olabilmek için, onun geçmişine de egemen olmak ge-
rekir. Bu tahrifatın derecesi ve inandırıcılığı, egemen sınıfın hizmetindeki tarih
yazarının yeteneğine bağlıdır. Üstelik bu tarihçilerin mutlaka devletten maaş
alan memurlar olması gerekmiyor. Hatta çoğunluğu bu işi gönüllü olarak ya-
parlar. Yaptıkları iş, geçmişte yaşananları, yöneten sınıfın ideolojik ihtiyaçları
doğrultusunda yeniden kurgulamaktır. Tarihi yazarken asıl hareket noktaları,
olayların gerçekte nasıl yaşandığı değil bugünün ihtiyaçları açısından nasıl ya-
şanması gerektiğidir. Bunu yaparken deyimin tam anlamıyla “köpeksiz köyde
değneksiz gezerler”. Çünkü devletin zor aygıtları her türlü aykırı görüşün tepe-
sinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaktadır. Bunu bildikleri için rahatça ahkâm
keserler. Yazdıklarının ve söylediklerinin yalanlanamayacağına güvenleri tamdır.
Tarihi kafalarına göre yorumlamakla yetinmezler olguları değiştirirler. Olmuşu
olmamış, olmamışı olmuş gibi yazarlar.
Avrupa’da ortaya çıkan ve son zamanlarda Türkiye’de de yaygınlaşmaya başlayan
neo-pozitivist anlayış ise tüm ideolojik eğilimlerden arındırılmış, salt nesnel ol-
gulara dayanan bir bilimsel tarih yazılabileceğini iddia etmektedir. Özellikle aka-
demik çevrelerde kabul gören bu anlayış, toplum üzerinde ideolojik hegemonya
kurmuş olan egemen sınıfa hizmet etmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır.
Çünkü bunlar tarihin biriktirdiği eşitsizliği ve ezme-ezilme ilişkilerini veri olarak
kabul etmekte, bugünkü durum üzerinden bir “tarafsızlık” sergilemektedirler.
Genellikle olgulardan hareket ederler ve yalan söylemeye tenezzül etmezler. Fa-
kat başka bir şey yaparlar. Gerçeğe şöyle bir değinip geçerler. Yalan söyleseler, bi-
rileri çıkıp buna itiraz eder, sonuçta bir tartışma olur ve isteyen istediğine inanır.
Ama gerçeğe geçerken değinip sonra bunu bir sürü bilginin içinde boğmak, şu
anlama gelir: “Evet geçmişte bizim de hatalarımız oldu ama yaptığımız iyi şeyler
yanında bunların pek bir önemi yoktur”. Bu teknik değil, ideolojik bir tercihtir.
Yapılan tercihin sonuçları da tarihçi istese de istemese de birilerinin çıkarlarına
hizmet eder. Ancak bu okurlara ortak çıkarlarmış gibi sunulur. Çünkü tarihçi
öyle bir eğitimden geçmiştir ki, eğitim ve bilgi, çatışan sınıfların, ulusların veya
cinslerin değil, herkesin üzerinde ortaklaştığı bir mükemmele ulaşmanın araçları
olarak görülür. Bu bilgiler bir politikacıdan değil de bilimsel nesnelliğine inanıl-
mış kişilerden geldiğinden daha etkili ve dolayısıyla daha tehlikelidir.

Resmi İdeoloji Olarak Kemalizm


Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi, kavramı kullananın bakış açısına göre
Kemalizm ya da Atatürkçülük olarak adlandırılır. Cumhuriyet çoğunluğu köylü
olan halkın yaşam koşullarını iyileştirici yenilikler getirmiyordu. Tek köklü ye-
nilik çoktandır gücü ve etkinliği kalmamış Halife Padişah’ın tasfiye edilmesidir

266
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

ki, bu da esasen tarımdaki bağımlı sınıfları zerrece ilgilendirmiyordu. Onları


asıl ilgilendiren şey vergi toplayan memurların padişaha veya meclise bağlı ol-
ması değil, verdikleri verginin miktarıydı ve bu konuda bir değişiklik olması
söz konusu değildi. Bu durumda yeni iktidarın ideolojik hegemonya kurması
ve kitlelerden onay alma olasılığı kalmadığından resmi ideoloji oluşturmak zo-
runlu hale geldi. Türkiye’nin resmi ideolojisi Mustafa Kemal’in CHP’nin 1927
yılında kongresinde okuduğu Nutuk’a dayandırıldı. Bu nedenle okullarda oku-
tulan tarih kitaplarına göre yeni Türk Devleti’nin tarihi siyasi bir kişinin ken-
di bakış açısıyla anlattığı olaylardan ibarettir. Bir yandan bu yapılırken diğer
yandan Kemalizm’in bir resmi ideoloji olmadığı iddia edilir. Oysa bir devletin
dünyaya bakışını ve dünyayı algılayışını belirleyen, iç ve dış siyasetini yönlendi-
ren, kurumsal yapısını ve özellikle toplumsal-kültürel dokusunu biçimlendiren
temel bir dünya görüşü varsa, onun bir resmi ideolojisi vardır. Bu ideoloji belli
nedenlerle yönetici sınıfın bütün kesimleri tarafından benimseniyor ve halka
mal edilmeye çalışılırken başka ideolojilere yaşama olanağı tanınmıyorsa, bu
ideoloji resmi bir ideolojidir, demektir.
Kemalizm/Atatürkçülük, bir anda ortaya çıkan bir görüşler bütünü değildir. Bir
kısmı Mustafa Kemal’in sözlerinden ve uygulamalarından kaynaklansa da O’nun
ölümünden sonra da ideolojik üretim devam etmiş ve bugünkü halini almıştır.
Gerek “altı ok” diye bilinen ilkelerin, gerekse “devrim” olarak adlandırılan yeni-
liklerin temel amacı; Türk ulus devletini inşa etmek ve “çağdaş uygarlık seviyesi”
olarak adlandırılan Avrupa kapitalizmine entegre olmaktır. Bu iki amaç 1920’ler
ve 1930’lar Türkiye’sinin ne kültürel dokusuna ne de halkın ihtiyaçlarına uygun
değildi. Bu nedenle söz konusu amaçlar ideolojik araçlardan daha çok zor ay-
gıtı kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. 31 Temmuz 1951’de Demokrat
Parti iktidarı tarafından çıkarılan ve kamuoyunda Atatürk’ü Koruma Kanunu
olarak bilinen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun ile
Kemalizm’in resmi ideoloji olduğu tescillenmiştir.

Kemalist İdeolojinin Tarihsel Arka Planı


Kemalist kadrolar ve bu kadroların kurduğu Cumhuriyet, Osmanlıların iki yüz
yıllık batılılaşma serüvenin bir sonucudur. Osmanlılar daha 17. yüzyılda artık
gözle görülür aksamalar meydana gelen askeri alanda ıslahatlar yapmaya başladı-
lar. Eskiden iki saatte meydan savaşı kazanan ordu, artık aylar ve hatta yıllar süren
seferlere çıkıyor ve pek de başarılı sayılabilecek sonuçlar alamıyordu. Bu dönem-
de Osmanlı yöneticileri Avrupa’daki gelişmeleri değerlendirmede eksik kaldıkları
için gerçek durumu tam olarak kavrayamıyorlardı. Bu nedenle başarısızlıkta karşı
taraftaki değişmelerin değil, kendi içindeki bozulmaların etkili olduğunu sanıyor-
lardı. Bu tam bir paradokstur. Değişmediği için yenilenler kendilerinin değiştiği/
bozulduğu için yenildiklerini zannediyorlardı. Bu nedenle alınan önlemler ve ya-
pılan yenilikler hiçbir sonuç vermedi ve yenilgiler devam etti.

267
Yaşayan Marksizm

18. yüzyılda ıslahat anlayışında köklü bir değişiklik oldu. Artık Avrupa’nın bilim-
sel ve teknik alandaki üstünlüğü kabul edilmeye başlandı. Dolayısıyla Osmanlı
tarihinde “batılılaşma” adı verilen süreç başlamış oldu. Artık ıslahat yapılırken
amaç Avrupa’ya yetişmektir. Bu dönemde de askeri alandaki yenilikler ön plan-
dadır. Çünkü Osmanlılar ordunun düzelmesi durumunda diğer sorunların ken-
diliğinden çözüleceğine inanıyorlardı. Bu nedenle bir yandan Avrupa’dan askeri
uzmanlar getirilirken, diğer yandan modern askeri okullar açıldı.
19. yüzyılda devletin dağılmaya yüz tutması, tek gelir kaynağı halktan toplanan
vergiler olan, topraklar azaldıkça toplanan vergilerin de azaldığını gören asker ve
sivil bürokratları bu gidişatı değiştirecek çareler aramaya başladılar. Genel olarak
Yeni Osmanlılar veya Jön Türkler olarak anılan bu Osmanlı okumuşları (aydın
değil), programlarını Fransızca devrimci literatürden ve pozitivist sosyolojik
kuramlardan ithal edilmiş kavramlar ve hedeflerle (adalet, eşitlik, hürriyet vb.)
süslenmişlerse de özünde otoriter ve seçkincidir. Temel hedefleri ise imparator-
luğun dağılmasını önlemek ve mevcut düzenin devam etmesini sağlamaktır.
Fikirlerini böyle bir kaygıyla savundukları için aldıkları batılı eğitime rağmen
halkı buna ortak etmeyi düşünmediler. Ancak yine aldıkları batılı eğitim saye-
sinde halkın ortak olduğu hareketlerin nasıl denetimden çıktığını bildikleri için
hedeflerine halkın desteği ile değil, bir darbeyle yönetimi ele geçirerek ulaşmayı
düşünüyorlardı. Bu nedenle Türkiye’nin son yüzyıl tarihi biraz da darbeler ve
darbe girişimleri tarihidir.
Jön Türkler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasıyla siyasi bir hareket hali-
ne geldiler. “Siyasi inkılabı toplumsal inkılap ile taçlandırmak” sloganı ile toplu-
ma bilimsel metotlarla bakmak, anlamak ve değiştirmek hedefini önlerine koy-
muşlardı. Durkheimcı sosyolojinin Osmanlılardaki en önemli temsilcisi, İttihat
ve Terakki’nin ideologu ve Kemalist kadroların yol göstericisi olan Ziya Gökalp’e
göre toplumsal bir kriz geçiren bir ülkede birçok şey hastalıklıdır. Gökalp, so-
runların çözümü için inceleme, tanı ve iyileştirme yöntemini önerir. Toplumu
kriz geçiren bir organizma olarak görmek/göstermek ve bunun tedavisi için aday
olmak, pozitivistlerin kendilerini toplum nezdinde meşru kılmasına hizmet edi-
yordu. Gökalp bununla yetinmeyerek çok seslilik ve çok kültürlülüğü de krizin
kaynağı olarak gösterir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1916 kongresine sundu-
ğu bildiride, kitapçı raflarında çok çeşitli kitaplar olmasını ve bunun tüketici kit-
lesi olan aydınlarında Tanzimatçı, sufi ve Levanten gibi üç farklı zihniyete sahip
olmasını “memleketimizin en büyük hastalığı” olarak değerlendirmiş ve bunun
ıslahını önermiştir.4
Bilimsellik ittihatçıların sık kullandığı bir başka kavramdır. Bu kavramı, bir yan-
dan entelektüelleri kendi çalışmalarına katmak, diğer yandan kendi milliyetçi
ideolojilerine “objektiflik” kılıfı geçirmek için kullanmışlardır. Ayrıca bu kavram

4 Dündar, F., Modern Türkiye’nin Şifresi, İletişim Yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 2008

268
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

sayesinde milliyetçi politikalarını bir uygarlık mücadelesi halinde sunarak, ken-


dilerini evrensel uygarlık mücadelesinin bir parçası kılmak, böylece politikaları-
na evrensel bir meşruiyet kazandırmak istemişlerdir. Tüm sorunların sosyoloji
ve istatistik ile çözümlenebileceğine inanan İttihatçılarda bu bilimsellik tutkusu,
adeta bir dinsel inanışa dönüşmüştür.
Elbette İttihatçıların sosyolojiye böyle hastalıklı olarak tanımladıkları toplumu hızla
değiştirecek sihirli bir değnek gibi bakmalarının bilimsellikle alakası yoktur. Toplu-
mu anlamada etkili olan sosyolojinin onu değiştirmede de aynı derecede etkili ola-
cağı kanısına kapılmışlardır. Böylece idealist düşüncenin temel yanılgısından kur-
tulamayarak çubuğu olgu ile düşünce ikilisinden ikincisine doğru bükmüşlerdir.

Kemalist Hareket, Milliyetçilik ve Ulusal Sorun


Ulus kavramının ortaya çıkması kapitalist üretim biçimiyle doğrudan ilgilidir.
Gelişmekte olan burjuva sınıfı feodalizmdeki siyasi bölünmeden ve feodal mül-
kiyetin cenderesinden kurtulmak istiyordu. Ayrıca sınırları belli bir toprak par-
çasında (ülke) komşu burjuvaların rekabetinden uzak bir biçimde iç sömürüyü
yoğunlaştırarak sermaye birikimi sağlayabileceğinin farkındaydı. Bunun için fe-
odal bölünmüşlükten en az kendileri kadar rahatsız olan kralların destekleyerek
merkezi krallıkların kurulmasını sağladı. Devletin kurulmasından sonra milli-
yetçilik ideolojisinin rehberliğinde toplumların geleneksel ve yerel bağlarının çö-
zülüp, onun yerine soyut ulusal bağlılıkların oluşturulması ve ulusal kimliklerin
yaratılması çabalarına girişildi. Bunun için tarih en önemli araç olarak kullanıl-
mış, tarihi ve ulusal önderleri mistikleştiren, gerçekleri adeta baş aşağı çeviren
resmi tarihler ortaya çıkmıştır. Ancak iş bu ideolojik çabayla sınırlı kalmamış,
bütün her yerde uluslaşmaya direnen topluluklar katliamlara uğratılmıştır.
Türkiye’de de uluslaşma süreci farklı bir yol izlemedi. Cumhuriyet kadroları
iktidarı ele geçirdiklerinde İttihatçılara göre bir avantaja sahiptiler. Onlar gibi
imparatorluğun kurtarılması diye bir dertleri kalmamıştı. Şimdi gereken, yeni
kurulmuş olan devlete bir ulus kazandırmak, bir yandan devletin Osmanlıların
son zamanlarında zaafa uğrayan otoritesini halk üzerinde yeniden kurarken di-
ğer yandan ekonomiyi emperyalist-kapitalizmle bütünleştirmektir.
Bunun için öncelikle imparatorluk bakiyesi bir halka ulusal bilinç kazandırmak
gerekiyordu. İstisnasız hepsi İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan Kemalist kad-
rolar imparatorluğun yıkılmasını engelleme iddialarında başarılı olamamış, bu
arada gayrimüslim azınlıkların yok edilmesi işine şu ya da bu derecede bulaşmış
insanlardır. Sorumluluğunu taşıdıkları böyle bir geçmişin hesabını vermek du-
rumundaydılar. Ancak bunun yerine geçmişi toptan reddetmeye yöneldiler. Bu
da Türklere Osmanlı dışı bir tarih bulmak şeklinde oldu ve o tarihe de övünmeye
bol bol yetecek kadar değerler yüklendi. Orta Asya Türklerinin tarihi, Osmanlı
döneminin yerine monte edildi. Kaynakların ve akademik kadroların yetersiz-
liği ise bir bakımdan bu tarihin zaten beklenebilir spekülatif ve şoven yanlarını

269
Yaşayan Marksizm

pekiştirdi. Ulus kavramının 17. yüzyıldan sonra yayılmaya başladığını unutup,


Orhun ve Yenisey Yazıtları’nda Türk ulusu aramaya başladılar ve “buldular da”.
Türk kelimesinin genel değil sadece bir kavmin ismi olduğunu bilmezden gelip,
Orta Asya’da kurulan her kabile federasyonunu bir Türk Devleti saydılar. Böy-
lece Türk devlet geleneğinin sürekliliği ve Türklerin devlet kurma konusunda ne
kadar yetenekli oldukları “kanıtlanmış” oldu.
Bu arada bilinçli bir politikayla yakın geçmişin hafızalardan silinmesi amaçlandı.
Ortak dilin bir ulusun oluşmasındaki payı inkar edilemez. Bu konuda yapılan
gramer çalışmaları, yeni sözcükler türetmek kendi mantığı içinde tutarlı önlem-
lerdi. Ama Türkiye’deki yazı ve dil reformu bunun da ötesinde bir şey ifade edi-
yor. Yazı değişikliğinin görünürdeki amacı Türk diline uymayan Arap harflerini
bırakıp, bir takım değişikliklerle Latin harflerini alarak birkaç yıl içinde okuma-
yazma bilmeyen yurttaş bırakmamaktı. Ancak defalarca yinelenen seferberliklere
rağmen 80 yıl sonra gelinen nokta 2005 verilerine göre % 88’dir. Yazı değişikliği
bu anlamda amacına ulaşamadı ama başka bir sonuç üretti. Artık günümüzden
80 yıl öncesinin birinci el kaynaklarını sadece bir avuç uzman okuyabiliyor.
Osmanlının reddi sadece siyasi alanda değil, kültürel alanda da oldu. Ulusal bi-
lincin yaratılması devralınan kültürel birikime değil, Kemalist kadroların kapi-
talist Avrupa ile bütünleşme tercihi doğrultusunda devlet zoruna dayandırıldı.
Anadolu’nun İttihatçılara rağmen hala kalmış olan etnik zenginliği, vatandaşlık
hukukuna göre tanımlanmış bir “Türklüğe” indirgendi. Artık sıra İttihatçılar ta-
rafından din ortaklığı nedeniyle asimile edilebilir görülen ve bu nedenle fazla
üzerlerine gidilmeyen Müslüman azınlıklara gelmişti. Laz, Çerkez, Arap, Boşnak,
Pomak gibi topluluklar hem sayıca az olmaları hem de ülkenin değişik bölgeleri-
ne dağıldıkları için fazla bir sıkıntı çekilmeden asimilasyona uğratıldılar. Ancak
Kürtler için bu durum söz konusu değildi. Osmanlı Padişahı I. Selim ile yaptıkla-
rı anlaşma sonucu doğu sınırını korumaları karşılığında 19. yüzyıla kadar özerk
beylikler halinde yaşamışlardı. Osmanlı yönetiminin Tanzimat’la birlikte devle-
ti daha merkeziyetçi olarak örgütleme çabalarına bir dizi ayaklanma ile karşılık
verdiler. Kimisi şiddetle, kimisi de Kürt beyliklerinin kendi aralarındaki çelişki-
lerden yararlanılarak bastırılan bu ayaklanmaların sonucunda beylikler ortadan
kalktı. Bölgedeki diğer bir önemli gelişme ise Ermenilerin 1915’te etnik temizliğe
tabi tutulmasıdır. Bu sayede Kürtler, yüzyıllardır Ermenilerle paylaştıkları top-
raklarda neredeyse homojen bir nüfus oluşturdular. I. Paylaşım savaşından son-
ra yaşanan karmaşada bağımsız bir devlet kurma olasılığı belirdiyse de batılı dev-
letlerin tercihlerini Ermenilerden yana yapmaları Kürt aşiretlerini Ankara’daki
Kemalist harekete yöneltti. Savaş devam ederken Kürtleri yanında tutmak için en
yetkili ağızlardan “ortak bir devlet” sözü veren Ankara hükûmeti, savaşın kaza-
nılmasından sonra “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan her-
kes Türk’tür” diyerek başka bir yönelim içine girdi. Bu arada Lozan’da Kürdistan
bölgesi Türkiye, İran, İngiltere ve Fransa arasında bölündü.5

5 Daha sonra İngilizler Irak Devleti’ni, Fransızlar da Suriye Devleti’ni oluşturarak, Kürdistan’ın kendi paylarına düşen

270
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

Bu tarihten sonra izlenen inkârcı ve asimilasyoncu politikalarla, Kürt diline,


kültürüne korkunç bir baskı uygulanmış, bağımsız gelişmesi tahrip edilmiştir.
Kürt ulusunun bizzat varlığına yönelik olan bu politikalar, Kürdistan’ı ekono-
mik, sosyal, siyasal vb. yönlerinden diğer sömürge ülkelerden -biçimsel de olsa-
çok farklı bir yapının için sokmuştur. Bu politikalara karşı değişik zamanlarda
isyan hareketleri görülmüşse de hepsi katliamlara varan şiddetle bastırılmıştır.
Bu durum Kemalist ideolojide zaten içkin olan militarist geleneği daha da pe-
kiştirmiştir. “Türk devletinin başlangıçtan itibaren militarist, otoriter, baskıcı,
anti-demokratik bir nitelik kazanmasında Kürt sorunu önemli bir ağırlığa sahip
olmuştur. Devletin militarist yönünün ağır basması, ‘güçlü bir ordu’ besleme zo-
runluluğu sadece dış düşmanların ‘sürekli ve yakın tehlike’ oluşturuyor olmala-
rıyla açıklanamaz.”6
Sonuçta aslında burjuva demokratik bir sorun olan ama Türkiye Cumhuriyeti’nin
militarist ve şovenist yapısı nedeniyle çözülemeyen Kürt Sorunu Türkiye’de de-
mokratik bir devrimin başta gelen görevleri arasında yerini korumaktadır.

Devletçi Laiklik
Laiklik Batı Avrupa’da kilisenin siyasal ve kültürel hegemonyasına karşı ortaya
çıktı. Batı Avrupa’da bütün Orta Çağ boyunca egemen olan feodal bölünmüş-
lükten yararlanan Katolik Kilisesi siyasi erkten bağımsız bir güç olarak var oldu.
Kilise toplam olarak en büyük toprak sahibiydi. Buralardan gelen vergiler ve ba-
ğışlar kilise hiyerarşisinin en üstünde yer alan din adamlarının tasarrufundaydı.
Ancak kilisenin siyasi ve kültürel gücü maddi gücünden çok fazladır. Bir defa
tüm eğitim kurumları kiliseye bağlı olduğundan bütün Avrupa devletlerindeki
bürokrasi bunlardan oluşuyordu. Kralların danışmanları, bakanları hep kilise
üyeleri arasından çıkıyordu. Kilisenin kültür ve sanat üzerinde de kesin bir ege-
menliği vardı. Her türlü bilimsel ve sanatsal çalışma kilisenin onayını almak zo-
rundaydı. Onay alamayanlar engizisyon mahkemelerinde işkenceye uğruyordu.
15. yüzyıldan itibaren dünyayı yağmalamaya girişen Avrupalı tüccarlar deni-
zaşırı ticaretin sağladığı büyük kârlar sayesinde hızla büyük sermayelere sahip,
kelimenin bugünkü anlamında burjuvalar olmaya başladılar. Ancak feodal üst
yapı, gelişen kapitalist üretim ilişkilerine engel oluyordu. Burjuvazi ile feodal
senyörler arasında başlayan egemenlik savaşında kendisi de en büyük feodal
egemenlerden olan Katolik Kilisesi, doğal olarak senyörlerin tarafını tuttu. Tari-
he mezhep savaşları şeklinde yansıyan uzun mücadeleler sonunda Hristiyanlığın
kapitalist üretim tarzı önünde engel oluşturan birçok dogması ya kaldırılıyor ya
da törpüleniyor ve bu kez burjuvazinin çıkarlarını temel alan dogmalara yöne-
liyordu. Protestan olan ülkelerde artık din ve devlet işleri kesin biçimde birbi-
rinden ayrılmıştı. Katolik Kilisesi ise ancak kendisinde yeni egemen sınıfların

parçalarını bu devletlere bıraktılar.


6 Başkaya, F. Paradigmanın İflası, Doz Yayınları, Nisan 1991, İstanbul, s. 67

271
Yaşayan Marksizm

çıkarına uygun değişiklikler yaparak ve eski siyasi ağırlığından geri çekilerek


varlığını sürdürebildi. Bütün Avrupa’da laik okulların açılmasıyla kilise elinde
bulundurduğu eğitim tekelini kaybetti ve artık bürokrasi bu okullarda yetişenler
arasından seçilmeye başlandı.
Türkiye’de laiklik düşüncesinin ortaya çıkmasının Avrupa’daki gelişmelerle bir
ilgisi yoktur. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin devamcısı olduğu Osmanlılar
hiçbir zaman teokratik bir devlet olmadı. Doğu Roma’nın Ortodoks Kilisesi’ni
denetim altında tutan merkeziyetçi devlet yapısı aynen devralındı. Din adam-
ları Katolik Kilisesi gibi bağımsız siyasi özneler değil, devletin maaşlı memurla-
rıydı. İslam şeriatı ise esas olarak kişiler arasındaki ilişkilerde geçerliydi. Devlet
işlerinde ise örf’i hukuk her zaman şer’i hukukun önünde yer alıyordu. Önemli
kararların şeriata uygunluğu konusunda fetva alma geleneği hep devam ettiyse
de devletin maaşlı memuru olan şeyhülislamlar bu konuda çok titiz davranmı-
yorlardı. Titizlenenler ise bunun bedelini canlarıyla ödüyorlardı.
Din konusunda siyasi erki asıl rahatsız edenler din adamları değil, aşağıdan ge-
len muhalefet olmuştur. Ağır vergilerden bunalan köylüler ya da zorla iskân
edilmeye çalışılan göçebe Türkmenler sık sık ayaklanma çıkarıyordu. Bu ayak-
lanmalara, devletin düzenini ezilenlerden yana değiştirecek politik bir muhteva
kazandırmaya yetenekli örgütlü bir sınıf olmadığı için ayaklanmaların politik
içeriğinin eksikliğini din gidermiştir. Sömürü için Sünni İslâm’ı kullanan Os-
manlı merkezi yönetimine karşı halk kitleleri bu düşüncenin o dönemdeki kar-
şıtı olan Aleviliğe yönelmiştir.
İşte bu nedenle Türkiye’deki laiklik uygulamalarında söz konusu olan Kemalist
kadroların öncüllerinden devraldıkları batılılaşma projesini geliştirerek siyasi ik-
tidarlarını perçinleme istekleridir. Böylece iktidara karşı Müslümanlık temelin-
de gelişen muhalefetin zeminini ortadan kaldırmak hedefleniyordu. Bu hedefe
bağlı olarak laiklik, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde eksik
olarak tanımlanmasına rağmen buna uygun bile davranılmadı. Laiklik uygula-
mada devletin dini kontrol altına almasının bir aracı olarak görüldü. Yine aynı
nedenle Müslümanlık düzen için tehdit olmaktan uzaklaşınca Türkçe ezan gibi
zorlamalardan vazgeçildi ve laiklikle zorunlu din dersinin bir arada bulunduğu
dönemler geldi.
Kendini solda sayanların hatırı sayılır bir bölümünün Cumhuriyetle birlikte te-
okratik devletin yıkıldığını, çağdaş, laik bir devletin kurulduğunu zannetmeleri
Osmanlıların devlet yapısından habersiz olmalarından kaynaklanıyor. Birçoğu
Kemalistlerin yaptığı laiklik uygulamalarını yeterli bir kazanım olarak görüyor.
Zorunlu din dersi gibi uygulamaların yukarıda açıklanan hedeflerin bir sonucu
değil, “karşı devrim” olarak niteleyenler var. Bu yanılsama kendine sosyalist diyen
insanların bile zaman zaman yapay olarak yaratılan laik/ anti-laik çatışmasında
devletin arkasında saf tutmalarına yol açabiliyor. Oysa bu konuda sosyalistlerin
görevi; devletçi laikliğin gerçek yüzünü teşhir etmektir. Laikliği, dinin bütünüyle

272
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

cemaatlere bırakılması, devletin bütün inanışlar karşısında eşit mesafede olması,


devletin görevinin sadece vatandaşların din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına
alması olarak tanımlayarak bunun propagandasını yapmaktır.

Cumhuriyetin Kuruluşunda Sınıflar ve Halkçılık İlkesi


İzlediği politikalarla emekçi halkın çoğunluğunun refahını değil, bir azınlık
grubunun zenginleşmesini sağlayan Kemalist kadrolar, bu açığı gidermek için
ideolojiye, şaşaalı törenlere daha fazla sarıldı. Kendileriyle diğer egemen sınıflar
arasındaki ittifaklar kadar ülkede hızla keskinleşen sınıf mücadelesini de gözler-
den gizlemeye çalıştılar. Kemalist ideoloji, bu gizlemenin aracı olarak “ herkesin
mutluluğu için çalışan, sınıflar üstü devlet aygıtı” düşüncesini güçlendirmek için
“halkçılık” ilkesine sarıldı. Mustafa Kemal “Bizim halkımızın menfaatleri yek
diğerinden ayrılır sınıf halinde değil bilakis mevcudiyetleri muhassala-i mesaisi
yek diğerine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada sami’lerinin çiftçiler-
dir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve ameledir… Ve bütün bu saydığımız sınıflar
aynı zamanda zengin olmalıdır.”7 sözleriyle bu ideolojinin temellerini atmıştır.
Osmanlılardan kalma “kerim devlet” geleneği, ulusçu bürokrasinin Kurtuluş
Savaşı’nda elde ettiği saygınlıkla birleşince böylesi toplumsal gerçeklerle uyuş-
mayan bir ideolojiyi yaygınlaştırmak kolay oldu. Zaten yapılan uygulamalar
açıkça göstermektedir ki, burada söz konusu olan “halk” egemen sınıflardan baş-
kası değildir. Çünkü onlardan başkası zengin olmamış, çalışanlar ve zenginliği
üretenler Osmanlılarda olduğu gibi sömürülmeye devam etmiştir.
Cumhuriyetin kimin için kurulduğunu anlayabilmek için sınıfsal dinamikleri ve
bunlar arasındaki ilişkileri incelemek gerekir. Zaten bu ittifaklar da yeni Türk
Devleti’nin kapitalizmden başka bir yola girmesini nesnel olarak olanaksızlaştı-
rıyordu. Ülkenin o zamanki koşullarında kent ve kır emekçilerinin başat bir rol
oynayacak gücü ve bilinci olmadığına göre “devleti kurtarmak” ve yeniden inşa
etmek Osmanlı bakiyesi egemen güçlere kalmıştı.
Bunların içinde Osmanlı topraklarından geriye kalan ne varsa paylaşmayı hedef-
leyen emperyalist politikalarla tam bir çelişki içinde olan en önemli grup çoğun-
luğunu askerlerin oluşturduğu bürokrasidir. Ancak onların anti-emperyalistliği
nesnel koşulların zorlaması sonucudur ve asla tutarlı değildir. Bu grubu emperya-
lizmle karşı karşıya getiren nedenlerin başında Mondros Ateşkes Antlaşması’nın
Osmanlı Devleti için 50 bin kişilik bir jandarma gücü öngörmesi ve küçülen dev-
lette eskisi kadar asker-sivil bürokrata yer olmamasıdır. Bu binlerce subayın ve
üst düzey memurun işsiz kalması demekti. Dolayısıyla ancak bir Kurtuluş Savaşı
sonucu kurulabilecek olan ulusal devlet, onlar için varlık sorunuydu.
İkincisi Jön Türklerin Osmanlıcılıkla başlayan fikri serüveni Panislâmcılık ve
Pantürkizm gibi evreleri geçtikten sonra daha gerçekçi bir rotaya ve Türk milli-

7 İnan, A. Afet, İzmir İktisat Kongresi, TTK Yayınları, Ankara 1982, s. 68

273
Yaşayan Marksizm

yetçiliğine ulaşmıştı. Verili koşullarda emperyalizmle çatışmadan ulusal bir Türk


Devleti’nin kurulmasının olanaksızlığı apaçık bellidir.
Ama bu bürokratların kapitalizme karşı olduklarına dair hiçbir emare yoktur ve
olamazlardı da. Osmanlılarda özellikle 19. yüzyılda çoğalan ve batılı eğitim veren
Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye gibi okullarda teknik eğitimin yanında o zamanki Av-
rupa kültürü de veriliyordu. Besbelli ki bu kültür burjuva kültürüdür. Bu insanlar
genellikle toplumun alt sınıflarından gelseler bile aldıkları kültür gereği kendile-
rini burjuvaziye daha yakın hissediyorlar ve içinden çıktıkları emekçi sınıflara ya-
bancılaşıyorlardı. Her ne kadar Avrupa kültürünün etkisiyle “vatandaşlık” kavra-
mını dillerinden düşürmeseler de aslında yönetici sınıfa dâhil olunca tıpkı klasik
Osmanlı bürokratları gibi halkı güdülecek bir sürü olarak görüyor ve onları devlet
işlerine bulaştırmamanın yollarını arıyorlardı. Avrupa’daki gibi bir ekonomik ve
siyasi düzeni istiyorlardı ama bu düşüncenin içinde emekçi halka yer yoktu. Za-
ten 19. yüzyıldan beri bütün faaliyetleri bu çerçevenin içinde gerçekleşmiştir.
Yeni kurulan devletin kapitalist bir yola girmesini zorunlu kılan bir olay Kurtuluş
Savaşı’nda kurulan ittifaklardır. Esas olarak İstanbul’da yoğunlaşan büyük tica-
ret burjuvazisi başından itibaren bu savaşın dışında kaldı. Öteden beri Avrupalı
şirketlerin aracılığını yapan bu sınıf işgallerin getirdiği yeni düzende bir kayba
uğramamıştı. Diğer egemen sınıflar Anadolu’daki büyük toprak sahipleri ve eş-
raf denilen tüccarlardı. Bunlar da aslında teorik olarak emperyalizmle uzlaşmaya
yatkındılar. Ama önemli bir engel vardı. İttihatçıların uyguladığı etnik temizlik
politikaları sonucu Anadolu’dan kovulan veya yok edilen Ermeni ve Rumların
taşınır ve taşınmaz mallarının birçoğuna bunlar el koymuştu. Şimdi sağ kalan-
ların işgal kuvvetleriyle birlikte gelerek eski mallarını geri istemesi ihtimali bu
kesimlerin uykusunu kaçırıyordu. Bu durum onları ulusalcı bürokratların nesnel
müttefiki haline getirmişti.

Kemalizm ve İşçi Hareketi


Devletin burjuvaziyi kollaması sadece devlet hazinesinden para aktarmakla sı-
nırlı değildi. Sermaye birikiminin kolaylaşması için işçi sınıfının da kontrol al-
tında tutulması gerekiyordu. Kemalistler daha cumhuriyetin ilk günlerinde, sınıf
mücadelesinin anlamı, işçi sınıfının gücü konusunda yeterli bilgiye sahiptiler.
Yalnızca Osmanlıların çöküş yıllarında yaygınlık kazanan işçi eylemlerinden
dolayı değil 1917’de gerçekleşen ve bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de ya-
kından etkileyen Ekim Devrimi’nin canlı hatırası da bu konuda önemli deneyim
sağlamıştı. Kuşkusuz bunlara o dönemde bütün Avrupa’yı baştan başa sarmış
bulunan işçi ayaklanmalarının etkisini de eklemek gerekir.
Tüm bu etkenler Kemalistlerin işçi sınıfına dönük politikalarının oluşumunu
etkiledi. İşçileri tümüyle örgütsüz bırakmak yerine, devletin inisiyatifinde örgüt-
lemeye çalıştılar. Devletten bağımsız olarak kurulan Amele Teali Cemiyeti ise
1926’da kapatılarak bu tür bağımsız işçi örgütlenmeleri yasaklandı. Kemalistler,

274
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

bir yandan işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesini engellerken diğer yandan iş-
çileri kendi ideolojisi etrafında örgütlemek ve mücadelelerini denetim altında
tutmak istiyordu. Bu amaçla çeşitli iş kollarında dernekler ve işçi birlikleri ku-
ruldu. Bu derneklerin başına CHP’nin yandaşı olan kişiler getirildi. Milletvekili
seçimlerinde “işçi mebusu” adı altında, yukarıdan atanmış kişiler aday gösteri-
lerek meclise sokuldu. Amaçlanan işçi sınıfını Kemalist rejime bağlı onun des-
tekçisi bir kitle haline getirmekti. Yöneticilerin en çok korktukları şey işçilerin
sınıf bilinci kazanmasıydı. İlk örnekleri faşist İtalya’da görülen “tek ve zorunlu
sendikacılık” modelinin değişik bir biçimi olan işçi-esnaf birliklerinin kurulma-
sı, bu korkunun yansımasıydı. Yine bu dönemde fabrikalarda işçilerin her türlü
yayını okuması yasaklandı. 1932’de bütün işçilerin parmak izleri alınarak polis
merkezlerinde arşivlendi.
1929–1933 yılları arasında yaşanan ekonomik bunalım bütün dünyayı olduğu gibi
Türkiye’yi de derinden etkiledi. İşçilerin yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi
sonucu birçok şehirde grevler başladı. Öte yandan bu grevlerin tamamına yakını-
nın yabancı işletmelerde olması ilginçtir. Hükûmet ve yerli işverenlerce de destek-
len bu grevler, ancak devletin bütünlüğünü ve çıkarlarını tehlikeye attığı düşünül-
düğü yani kontrolden çıktığı zaman güvenlik güçlerince bastırılmıştır. Örneğin
1927’de Fransız bir şirketin elinde olan Adana-Nusaybin demiryolu işletmesinde
grev nedeniyle çok sayıda asker ve polis bölgeye gönderildi. Grev kırıcılarının yar-
dımıyla çalışan bir treni durdurmak için rayların üzerine yatan işçilere ve aileleri-
ne ateş açıldı. Böylece Kurtuluş Savaşı’nın ulusalcı ortamında yabancı sermayeye
karşı kurulmuş görülen işçi- yerli burjuvazi ittifakının ömrü uzun sürmedi. Yerli
burjuvazi ve onun çıkarlarını koruyan hükûmet gelişen işçi hareketi karşısında
sınıfsal reflekslerini göstererek yabancı sermaye ile işbirliğine gittiler.
Devlet yabancı işletmeleri satın alıp devletleştirince grevler 1933’te çıkarılan bir
yasayla tamamen yasaklandı. Çünkü onların fikrine göre, sömürü ancak yaban-
cı işletmelerde olurdu. Devlet işletmeleri bütün halkın olduğuna göre sömürü
de söz konusu olamazdı, dolayısıyla grevler gereksizdi. Bu nedenle özellikle
1930’dan sonra greve giden işçiler “düzeni bozan fesatçılar” olarak değerlendi-
rilmeye başladılar.
1934’de tüm işçilerin ve esnafın işçi- esnaf birliklerine üye olmaları gerektiği,
üye olmayanların hiçbir işte çalışamayacakları, birliğin kimlik kartına sahip ol-
mayanları çalıştıran işverenlerin cezalandırılacağı açıklandı. İşçi- işveren anlaş-
mazlıklarını düzenleyen bir iş kanununun yokluğunun yarattığı sıkıntıları aşmak
için 8 Haziran 1936’da İş Kanunu çıkarıldı. Yeni yasaya göre iş günü 8 saat olarak
kabul edildiyse de, özel durumlar için 11 saatlik iş gününün de yasal olduğu-
na karar verildi. Aynı yasaya göre işçiler, hastalık durumunda ücretlerinin belli
bir kısmını alacaklar, kadınlar doğum izni kullanabilecekler, kadın ve çocuklar
yer altında çalıştırılamayacaklardı. Ancak yasada yer alan diğer maddelere göre
10 kişiden az işçi çalışan işletmelerde bu yasa uygulanmayacaktı. Dolayısıyla

275
Yaşayan Marksizm

1937’de 400 bin civarındaki kayıtlı işçiden sadece 180 bini bu yasadan yararlana-
biliyordu. Aynı yasayla grev ve lokavt yasaklanıyordu ve greve giden işçilere ağır
hapis cezası getiriliyordu. Buna karşılık işverenlere yasanın taşıdığı boşluklardan
yararlanarak lokavt yapma imkânı tanınıyordu. 1938’de çıkarılan 3512 sayılı Ce-
miyetler Kanunu da aynı anlayışı egemen kılıyor, derneklerin kuruluşu, etkinlik-
leri ve denetimleri bakımından tek parti iktidarına geniş yetkiler tanıyordu. Bu
yasanın en önemli özelliği, sınıf esasına dayalı derneklerin yasaklanmasıydı.

Cumhuriyet Döneminde Ekonomik Politikalar


20. yüzyılda bir ülkenin ekonomik olarak gelişmesinin iki yolu vardı. Biri esas ola-
rak 19. yüzyılda Batı Avrupa’da biçimlenen kapitalizm, diğeri 1917 Ekim Devrimi
ile Rusya’da yaşam bulan sosyalizm. Türkiye’deki resmi söylem Cumhuriyetin
kuruluş yıllarında bu iki yolun dışında üçüncü bir yolun bulunduğunu iddia edi-
yor. Resmi tarihin yaptığı tahrifatla bunun böyle olduğuna kitleler inandırılabilir
ama tarihsel olgular bu iddiayı doğrulamıyor. Bu arada “sosyalistler” arasında
Mustafa Kemal’e “neden sosyalist bir cumhuriyet kurmadığı” yolunda serzenişte
bulunanlar olduysa da bunlar tarihe sınıfsal açıdan bakmamanın verdiği arazlar
olduğundan dikkate alınmaya değer değildir. Daha cumhuriyetin ilanından önce
17 Şubat- 4 Mart 1923 günleri arasında toplanan İzmir İktisat Kongresinde ni-
hai karar verildi ve Türkiye kapitalizm yoluna girdi. Lozan Konferansı’nda gö-
rüşmelerin kesintiye uğradığı dönemde toplanan bu kongreyle Avrupalı kapita-
list ülkelere Sovyetler Birliği’nin peşinden gidilmeyeceğinin güvencesi verilirken
aynı günlerde ülke içinde büyük bir komünist takibatı başlatılarak bu güvence
pekiştirildi. Zaten Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan icraatlar da açıkça
göstermektedir ki, 1923’ten sonra Türkiye açıkça kapitalizm yolunda ilerlemiştir.
Ancak gerek cumhuriyetin devamcısı olduğu Osmanlı Devleti’nin yarı-sömürge
niteliği, gerekse ülkenin kendi özgün koşulları nedeniyle Avrupa’da ortaya çı-
kana benzemeyen bir kapitalizmdir. İşte bu ayrı noktalar sanki başka bir icat
yapılmış yanılsamasını yaratmıştır.
Batı Avrupa’da feodal rejimin bağrında kapitalizmin doğmasını sağlayan ilkel
birikim iki yolla ortaya çıktı. Bir yandan kır emekçileri yerel egemenler tarafın-
dan ortak kullandıkları topraklardan atılarak mülksüzleştirilirken diğer yandan
Avrupa merkezli tarihçiliğin etkisiyle kitaplara “coğrafi keşifler” olarak yazılan,
aslında dünyanın geri kalanının yağmalanmasından başka bir şey olmayan se-
ferler sonucunda Avrupalı tüccarlar büyük bir sermaye birikimi elde ettiler. Yarı
tüccar, yarı korsan olan bu yağmacılar için değerli maden, insan, hayvan, tarım
ürünleri vb. her şey ticaretin konusudur. Feodal senyörlere karşı bir dayanak ara-
yan kralların da desteğini alarak bütün dünyaya yayıldılar. Gerek İspanyollar ta-
rafından yağmalanan Orta Amerika altınları, gerekse de İspanyol gemilerini vu-
ran, yani yağmacıları yağmalayan İngiliz korsan gemileri tarafından Avrupa’ya
taşınan tonlarca altın bütün üretim ilişkilerini alt üst etti. Para giderek zengin-
lik kaynağı olarak toprağın yerini aldı. İngilizler 1753 tarihinde Hindistan’ı ele

276
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

geçirerek Hint-Moğol imparatorlarının devasa hazinesine el koymuşlardı. Bu


hazinenin İngiltere’ye taşınmasıyla bu ülke ekonomisinde ortaya çıkan sermaye
olanakları, dokuma ve buhar makineleriyle ilgili tüm teknik buluşların neden
1758–1791 tarihleri arasında gerçekleştiğini açıklar.
Kısaca buhar gücünün sanayiye uygulanması ve makinelerin üretimde el emeği-
nin yerini alması olarak tanımlanan Sanayi Devrimiyle birlikte kapitalist üretim
biçimi bugünkü halini almaya başladı. Eski korsan tüccarlar ellerindeki serma-
yeyi sanayi alanına yatırırken, bazı büyük toprak sahibi senyörlerin de şehirlere
göç ederek bunların arasına katılmasıyla sanayi burjuvazisi ortaya çıkmış oldu.
Makineleşmeyle birlikte üretimin hızı ve miktarı olağan üstü derecede arttı. Üre-
timdeki artış eskisinden daha çok ham madde ve pazar ihtiyacını ortaya çıkardı.
Avrupa devletleri bu ihtiyacı gidermek için sömürgeciliği hızlandırdılar. Yağma-
lanmaya hazır değerlerin azalmasıyla birlikte artık sömürgecilik de biçim değiş-
tirmişti. Sömürgelerde büyük çiftlikler kurularak buralarda sanayi ham maddesi
yetiştirildi. Bu ham maddeler merkez ülkede mamul maddeye dönüştürülüp ye-
niden sömürgede satılıyordu. Bu işlem sömürgelerle sınırlı kalmadı. Osmanlı,
Çin ve İran gibi hiçbir zaman klasik sömürge olmayan ülkelerde bu gelişmeler-
den nasibini aldı. Avrupalı kapitalistler daha fazla para vererek bu ülkelerdeki sa-
nayi ham maddesi olan ürünleri kendine çekti. Hem artık ham madde bulmakta
zorlanan hem de lonca sisteminin kısıtlayıcı hükümlerinden dolayı ucuz Avrupa
mallarıyla rekabet edemeyen yerli sanayiler çöktü. Eskiden mamul madde satan
bu ülkeler ham madde satıcısı haline geldiler.
Sanayi devriminin yıkıcı etkisiyle önce sanayi üretimi düşen ve dışa bağımlı
hale gelen Osmanlı Devleti’nde 1838 Balta Limanı Antlaşması ile başlayan yarı-
sömürgeleşme sürecini 1881 Muharrem Kararnamesiyle kurulan Duyun-u Umu-
miye İdaresi tamamladı. Artık Osmanlı Devleti dışarıdan borç almadan ayakta
duramaz, kendi topraklarında vergi bile toplayamaz hale gelmişti. Avrupa malla-
rı kısa sürede Osmanlı pazarını ele geçirdi. Bu noktadan sonra yerli burjuvazinin
Avrupalılarla başa çıkacak bir sermaye biriktirme olanakları kalmadı. Para ka-
zanmak için yapabilecekleri tek iş Avrupalıların aracılığını yapmaktır. Nitekim
öyle oldu ve sonradan komprador burjuvazi denilen sınıf böylece ortaya çıkmış
oldu. Başka nedenlerin yanında gerek Avrupa dillerine aşina olmaları ve gerekse
dini yakınlık nedeniyle Avrupalılar iş yapmak için Osmanlı tüccarları içinden
gayrimüslim azınlıkları tercih edince bu yeni sınıf daha çok Rum, Ermeni ve
Yahudilerden oluştu. Bu durum ileride İttihatçıların Anadolu’da etnik temizlik
yaparken kullanacağı argümanlara temel olacaktır.
Kemalist kadrolar Cumhuriyeti ilan ettiklerinde ellerinde yer altı ve yer üstü zen-
ginlikleri yağmalanmış, sanayisi çökmüş, en basit mamul maddeler için bile dışa
bağımlı hale gelmiş bir ülke kalmıştı. Üstelik İttihatçıların başlatıp Kemalistlerin
tamamladığı etnik temizlik sonucu Türkiye elinde kalan vasıflı iş gücü ve ser-
mayenin önemli bir bölümünü de kaybetmişti. Gerçi Anadolu topraklarından

277
Yaşayan Marksizm

sürülen gayrimüslimlerin taşınır ve taşınmaz malları yağmalanarak bir “milli”


burjuvazi yaratılmaya çalışılmıştır. Ama bu “milli” burjuvazi, Avrupa’dakiler
gibi risk alan, elindeki sermayeyi sanayi yatırımlarıyla büyütmeyi arzulayan in-
sanlar değildi. Önemli bir kısmı İttihatçıların içinden çıkan eski bürokratlardı ve
geçimlerini ekonomik faaliyetlerle değil, siyasi bağlantılarıyla sağlamaya alışmış-
lardı. Ermenilerin ve Rumların mallarına el koyan diğer bir kesim olan Anadolu
eşrafının ufku ise azınlıkların elinde olan ticari etkinliği devralma, ithalat, ihracat
işleriyle toptancı ticaretinin kendilerine devredilmesini istemekle sınırlıydı. Bu
nedenle sermaye birikimi ağırlıkla devlet eliyle sağlandı. Doğrudan sanayi yatı-
rımlarına yönelen devlet, daha sonra kurumlaşan bu işletmeleri ucuz yollardan
burjuvaziye devretti.
Şu çok açıktır ki, Kemalizm bütün sanayileşme söylemlerine rağmen başından
beri ticaret burjuvazisinin istemlerine öncelik tanıyan bir ideoloji oldu. Cumhu-
riyeti kuran eski İttihatçı yeni Kemalist bürokratlar işgallere karşı birlikte hare-
ket ettikleri Anadolu eşrafı ve büyük toprak sahiplerindense ticaret burjuvazi-
siyle yapılacak bir ittifakı kendi gelecekleri açısından daha uygun buluyorlardı.
Bu nedenle sanayileşme hamleleri zannedilenin aksine kısaca ağır sanayi denilen
“makine yapan makine” üretimine değil, tüketim maddeleri üretimine yönelikti.
Ağır sanayiye en çok yaklaşan İskenderun ve Ereğli demir-çelik fabrikaları ve
Seydişehir Alüminyum fabrikası gibi işletmeler ise satış tekeli tüccarlara verilmiş
ucuz ara mal üretmek için kurulmuştu. Buradaki temel mantık şuydu; devlet ka-
munun her türlü olanağını ticaret burjuvazisine akıtacak, onlar da yeterli serma-
ye birikimi sağlayınca Avrupa’da olduğu gibi sanayi yatırımlarına girişecekti. Bu
hedefi gerçekleştirmek için bir dizi önlem alındı.
Mustafa Kemal’in bizzat sermaye koymasıyla kurulan İş Bankası’nda toplanan
sermaye, doğrudan ticaret burjuvazisine akmaya başladı. Devlet altyapı yatırım-
larına yönelerek burjuvazinin işini kolaylaştırmaya çalıştı. Büyük bir demiryolu
yapımı hamlesiyle ticari malların ve ham maddelerin dolaşımı kolaylaştırıldı.
Sanayi yatırımlarını özendirmek ve desteklemek için 1925’te Sanayi ve Maadin
(madenler) Bankası kuruldu. Bu bankanın verdiği ucuz krediler ticaret burju-
vazisine ve onlarla işbirliği yapan üst bürokratlara risksiz olanaklar sağlıyordu.
Yabancı sermaye elinde bulunan demiryolu kumpanyaları, tütün rejisi, İstanbul
ve İzmir limanlarının işletme hakkı devletleştirdi. Daha sonra liman imtiyazı, ti-
caret ve satış imtiyazları özel sermayeye devredildi. 19 Nisan 1926’da deniz ulaşı-
mının tümü ve kabotaj hakkı, yalnız Türk vatandaşlarına tanınarak burjuvazinin
önü daha da açıldı.
1927 yılında, 1913’de İttihatçıların çıkardığı Teşvik-i Sanayi Kanunu yeniden
düzenlenerek yürürlüğe konuldu. Buna göre, sanayiye ayrılan arazi devletçe pa-
rasız olarak verilecek, fabrika için gerekli malzeme ve makinelerin ithalatında
gümrük bağışıklığı, taşımada kullanılan kamu ulaşım araçlarında ücret indirimi,
devletin ve belediyelerin daha pahalı olsa bile yerli malı alma zorunluluğu ola-

278
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

caktı. Bu kolaylıklar karşısında “milli” burjuvazi, ciddi yatırımlara girişmeksizin


ortaya çıkan bu olanaklardan yararlanmaya çalıştı. Devletin parasız verdiği top-
raklar arazi spekülasyonunda, gümrük bağışıklıkları yalnızca aradan bir komis-
yon koparabilmek amacıyla işe yarasın yaramasın her türlü malın ithalinde, satış
tekelleri aslında ucuz fiyatla dışarıdan getirilen malların yerli malı diye yüksek
fiyattan iç piyasaya sürülmesinde kullanıldı.
Kemalistler, her ne kadar ağırlıkla ticaret burjuvazisini ihya etmeye yönelmiş-
se de hala taşrada egemen olan eşraf ve büyük toprak sahiplerini göz ardı ede-
mezdi. Rejimin selameti açısından bunlara da bir sus payı verilmesi zorunluydu.
Nitekim aslında sermaye birikiminin hızlandırılması için kırsal alana müdahale
edip, oradaki artı-ürünün merkezi devlet eliyle burjuvaziye aktarılması gerekir-
ken bundan kaçınılmak zorunda kalındı. Öncelikle büyük toprak sahiplerinin
Kemalist rejime biat edenleri milletvekili olarak meclise taşındı. CHP’nin 1927
kongresinde yapılan tüzük değişikliğiyle milletvekili adaylarının saptanmasın-
da tek yetkili haline gelen Mustafa Kemal Eskişehir’den Emin Sazak, Adana’dan
Cavit Oral ve Damar Arıkoğlu, Aydın’dan Adnan Menderes, Van’dan İbrahim
Arvas ve Hakkı Ungar, Diyarbakır’dan Zülfü Tigrel, Siirt’ten Halil Hulki ve daha
çok sayıda toprak ağasını neredeyse ömür boyu sayılabilecek şekilde milletve-
kili olarak atadı. Bir burjuva devletinin yapması gereken toprak reformu top-
rak ağası milletvekillerinin de engellemesiyle bir türlü meclisten geçirilemedi.
Aksine gerek Anadolu’dan sürülen gayrimüslimlerin toprakları, gerekse tarıma
açılan devlet arazileri bu egemenlere peşkeş çekildi. Öyle ki, 1914’teki tespitlere
göre Osmanlı devletinin bugünkü Türkiye’ye gelen bölümünde büyük toprak
sahipleri tüm işlenen toprakların yüzde 40’ını elinde bulundururken bu oran
1920’lerin sonlarında yüzde 50 düzeyine ulaşmıştı. Yine bu çerçevede kurulan
Toprak Mahsulleri Ofisi büyük toprak sahiplerine ve eşrafa devlet hazinesinden
para aktarılmasının aracı haline geldi. Teoride tarımsal ürünü yüksek fiyattan
alarak devletin üreticiyi desteklemesi için kurulan bu kurum sadece belli kent
merkezlerinde şube açmıştı. Büyük toprak sahipleri kendi ulaştırma araçlarıyla
ellerindeki ürünü bu şubelere getirip paralarını alıyorlardı. Ama kıt kanaat geçi-
nen köylülerin böyle bir olanağı yoktu. Ürünlerine ya daha önce aldıkları borç-
lara karşılık eşraf denilen tefeci-tüccar el koyuyordu, ya da yok pahasına ağalara
kaptırıyorlardı. Ziraat Bankası’nın tarımda makineye dayalı kapitalist üretimi
geliştirmek için verdiği krediler tefeci-tüccar ve toprak ağaları tarafından, köylü-
leri daha da borçlandırmada ve ellerindeki topraklara el koymada bir araç olarak
kullanılıyordu.

Cumhuriyet ve Burjuva Demokratik Devrim


Sosyalist çevrelerde, 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla bir burju-
va devriminin yaşandığı kanısı hakim. Buna demokratik bir devrim diyenler de
azımsanmayacak kadar çok. Bunların kimisi önümüzde duran demokratik dev-
rim görevinin üzerinden atlayarak doğrudan sosyalist devrime yöneldiklerinden,

279
Yaşayan Marksizm

kimisi de Avrupa merkezli tarihçiliğin etkisi altında Türkiye’nin o yıllardaki sınıf-


sal kompozisyonunu dikkate almadıkları için böylesi bir yanlışa düşmektedirler.
Öncelikle demokratikliği bir yana yaşanan değişikliklerin bir devrim olup olma-
dığı sorgulanmalıdır. Devrim kavramı, geniş anlamda Marksist felsefenin sapta-
dığı üç büyük yasadan nicelikten niteliğe geçiş yasasıyla bağlantılı olarak doğasal,
bilinçsel ve toplumsal her türlü nitelik değişmesini dile getirir. Türkçedeki devrim
sözcüğü, Batı dillerindeki karşılıkları gibi, Osmanlıcanın hem nitelik dönüşme-
si anlamındaki inkılâp, hem de zorla değiştirme anlamındaki ihtilâl sözcüklerini
karşılar. Devrim, eskinin köklü ve hızlı bir biçimde yıkılışını içeren temel bir de-
ğişmedir. Bu kavramı toplumsal alana uyarladığımızda sınıfların konumlanışı-
nı dikkate almak zorunludur. 1789 Fransız Devrimi veya 1917 Ekim Devrimleri
sınıfsal bir alt-üst oluş gerçekleştirdikleri için devrimdirler. Her iki devrimde de
daha önce yönetilen konumunda olan sınıflar artık yöneten konumuna gelmişler-
dir. Devrimi eski toplumun bağrında oluşan devrimci sınıf gerçekleştirir. Feodal
düzen içinde devrimci sınıf burjuva sınıfıydı, kapitalizmde ise işçi sınıfıdır.
Özellikle ulusalcı sol çevreler 1923 ile 1789 Fransız Devrimi arasında bir paralel-
lik olduğunu ve buradan hareketle Türkiye’de bir “aydınlanma” dönemi açıldı-
ğını iddia ederler. Kanımca bu paralelliğin ne tarihsel koşullar ve de Türkiye’nin
sınıfsal yapısı bakımından imkânı yoktur. 1789’da burjuva devrimcilerinin ar-
kasında gerçek bir aydınlanma döneminin düşünsel birikimi vardı. Bu birikim
sayesinde ezilenler üzerinde ideolojik hegemonya kurmuşlardı. Devrimi devlete
değil, devletin dışında örgütlenmiş silahlı halk yığınlarına yaslanarak gerçekleş-
tirdikleri için daha en başında sivil bir hareket olarak ortaya çıkmışlar, feodal
devleti ve mülkiyeti tasfiye eden aşağıdan bir devrimin öncüsü olmuşlardır. Bu
nedenle Fransız Devrimi demokratik sıfatını hak etmekteydi.
Oysa ne cumhuriyeti kuran kadrolar ne de onları önceleyen İttihatçılar asla dev-
rimci olmadılar. Onlar Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmaya çalışan, çoğunluğu
asker olan bürokratlardı. Kurulu düzeni değiştirmeye değil, onu güçlendirmeyi
amaçlıyorlardı. Gerçi Kemalistler Padişahı devirmişlerdi ama o Padişah çoktan
beridir iktidarını yitirmiş bir görüntüden başka bir şey değildi.
Burjuva sınıfına gelince; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda kapitalizm
çoktan emperyalizm aşamasına geldiği için ne gelişmiş kapitalist ülkelerde, ne
de Türkiye gibi yarı sömürgelerde bu sınıfın devrimciliğinden söz edilemez. İtti-
hatçıların “ekonomiyi millileştirme” planı çerçevesinde gayrimüslim burjuvaziyi
tehcir, sürgün ve katliamlar yoluyla tasfiye ederek yaratmaya çalıştığı Türk ve
Müslüman burjuvazi hem nicelik olarak çok zayıftı hem de gücünü esas olarak
ekonomik faaliyetlerinden değil siyasi bağlantılarından alıyordu. İstanbul’da
yoğunlaşan bu yeni burjuvazi kendi başına ayakta duracak ve kendisiyle birlik-
te gelişen, daha şimdiden önemli mücadele deneyimleri kazanmış olan işçilere
karşı koyacak güce sahip değildi. Bu durumda Cumhuriyeti kuran asker- sivil
bürokrasinin ayrıcalıklı konumunu kabul etmekten ve büyük toprak sahipleriyle

280
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

uzlaşmaktan başka bir çaresi yoktu. Bu nedenle ne klasik burjuva cumhuriyetle-


rinde olduğu gibi bürokrasiyi kendisine bağlı hale getirebildi, ne toprak reform-
ları yoluyla büyük toprak sahiplerini tasfiye edebildi.
Bu durumda cumhuriyetle birlikte sınıfsal konumlanışta hiçbir yenilik olma-
dı. Osmanlı döneminde de emekçi halkın sırtında asker- sivil bürokrasi, toprak
ağaları ve komprador burjuvazi vardı, cumhuriyet döneminde de. Kapitalizmin
gelişmesiyle birlikte artık günümüzde büyük toprak mülkiyeti büyük oranda tas-
fiye olmuş ve büyük toprak sahipleri 40- 50 yıl öncesindeki siyasi ağırlıklarını
kaybetmişlerdir. Ancak gerek askeri vesayet rejimi gerekse Kürt Sorunu, demok-
ratik bir devrimin çözmesi gereken sorunlar olarak karşımızda durmaktadır.

Cumhuriyet “Devrim”leri
Kemalist bürokrasi iktidarını sağlama aldıktan sonra Tanzimat dönemiyle başla-
yan “batılılaşma” hareketini bir üst seviyeye çıkardı. Artık yenilikler parça parça
değil bir bütün olarak ele alındı. Cumhuriyet döneminde yapılan bu yenilikler için
kimileri “devrim” sözcüğünü kullanırken, kimileri de Osmanlıca “inkılâp” sözcü-
ğünü tercih ediyorlar. Ancak bu iki kullanımda yanlıştır. Yukarıda da belirtildi-
ği gibi devrim/inkılâp sözcükleri sınıfsal bir alt-üst oluşu anlatırlar. Cumhuriyet
dönemi yeniliklerini en iyi karşılayan sözcük, Osmanlıların devletin aksayan or-
ganlarında yaptıkları değişiklikler için kullandıkları ıslahat(iyileştirme-reform)tır.
Nitekim yapılan işler karşılaştırıldığında bunun nedeni daha iyi anlaşılacaktır.
Örneğin Osmanlılar gerek Lale Devrinde (1718–1730) gerek III. Selim (1789–
1807) ve gerekse II. Mahmut (1808–1839) dönemlerinde askeri alanın dışında
da birçok yenilik yaptılar. Kütüphane kurulması, Tulumbacı Ocağı’nın kurul-
ması, ilk Müslüman matbaasının açılması gibi bu yenilikler çok dar bir çevrenin
bilgisi dâhilinde işlerdi. Bütün bu yenilikçi padişahların saltanatı birer ayaklan-
mayla son buldu. Bu olaylar resmi tarih tarafından gericilerin yeniliklere tepki
duymasıyla açıklanır. Oysa bu ayaklanmaların gericilikle-ilericilikle bir alakası
yoktur. Bu yenilikler halkın yaşamında hiçbir iyileştirme getirmediği halde bü-
tün mali yükü yönetilenlerin sırtına yüklenmiştir. Örneğin İstanbul’un meşhur
yangınlarını söndürmek için kurulan Tulumbacı Ocağı günümüzdeki itfaiye gibi
değildir. Yangın söndürmeye girişmeden önce mal sahibi ile ücret pazarlığı ya-
parlardı. Yoksul insanlar bu nedenle onları yangınlara çağırmazlardı bile. Kendi
olanaklarıyla söndürmeye çalışırlardı. Bu arada özellikle Lale Devrinde yönetici
sınıfın lüks tüketiminin artması da yönetilenlerin tepkisini çekiyordu. Yapılan
yenilikler onların yaşamına değmediği için yönetilenlerin gördüğü şudur; yeni
vergilerle kendileri gittikçe daha fazla yoksullaşırken yönetenler onların parala-
rıyla lüks içinde yaşıyor. Öyle ki Osmanlı halkı artık ıslahat lafından korkar hale
gelmiştir. Çünkü her ıslahat yeni bir vergi demektir.
Cumhuriyet dönemi yenilikleri de nitelik olarak Osmanlı ıslahatlarından farklı
değildir. Yenilik yaparken göz önüne alınan halkın ihtiyaçları değil devleti yöne-
tenlerin ihtiyaçlarıdır.

281
Yaşayan Marksizm

Toplumsal yaşam ile üretim biçimi arasında dolaysız bir ilişki olduğuna göre,
Cumhuriyetin daha ilk yıllarında yönünü kapitalizme çeviren Türkiye’de top-
lumsal yaşamın da buna uydurulması kaçınılmazdı. Batı uygarlığı bütün nitelik-
leri ve görünüşüyle birlikte kapitalizmle özdeşleştirildiğinden Türk burjuvazisi
için batılı yaşam tarzına özenmek bir zorunluluk olmuştu. Hem madem Avru-
palı kapitalistlerin aracısı olan gayrimüslim azınlıklar çoktan beridir batılı kıya-
fetleri benimsemişti, şimdi onların yerini almaya çalışan Türklerin de aynı yolu
izlemesi gerekiyordu. Ancak nasıl ki, kapitalizm kendi iç dinamiğiyle gelişme-
miştir, toplumsal yaşamdaki yeniliklerde kendi iç dinamiğiyle değil yukarıdan
dayatmalarla ve hatta bazen zor kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Fes giyilmesi-
nin yasaklanarak Avrupai tarz giyimin kanunla mecbur tutulması, Arap harf-
lerinin yerine, Latin harfleri getirilmesi, hafta tatilinin Cuma günü yerine Pazar
gününe alınması, eski ölçülerin yerine metre ve gram sistemine geçilmesi, ulus-
lararası saat sisteminin kabul edilmesi, İsviçre Medeni Kanunu’nun ve İtalyan
Ceza Kanunu’nun8 kabul edilmesi, soyadı kanununun kabulü, kadınlara seçme
ve seçilme haklarının verilmesi9 hep bu yönde yapılan yeniliklerdir.
Günümüzde ulusalcı- sol çevrelerde dillerden düşürülmeyen “cumhuriyetin ka-
zanımları” sözü aslında egemen sınıfların çıkarı için yapılmış olan bu yenilikleri
sanki emekçi halk için yapılmış gibi gösterme telaşından kaynaklanıyor. Zaten
bu nedenle yapılan yenilikleri gerçek anlamıyla benimseyenler sadece azınlıkta
kalan bir elit tabaka oldu. Nüfusunun büyük çoğunluğu köylü olan bir toplumda
yukarıdaki yeniliklerin hiçbir getirisi yoktur. Bir kısmına yasal zorunluluklar ne-
deniyle uymak zorunda kalsalar da esasen köylerinde eskisi gibi yaşamaya devam
ettiler. Birbirlerine soyadlarıyla değil lakaplarıyla hitap ettiler, tarlada çalışırken
kravat bağlamadılar, fes giymediler10 ama fötr şapka da takmadılar, zaten çok
azı okuma- yazma bildiği için harf değişikliği de onları etkilemedi, hafta tatili
diye bir kavram köyde olmadığından gününün değiştirilmesi de onları ilgilen-
dirmiyordu. Üstüne üstlük kendilerini ilgilendirmeyen bu yenilikleri benimse-
medikleri için Kemalist elitler tarafından “iyilikten anlamayan, kaba, gerici gü-
ruh” olarak tanımlandılar. Bu tanımlama hala geçerliliğini sürdürüyor. 87 yıllık
cumhuriyet uygulamalarından sonra emekçi kitleler hala her fırsat bulduğunda
siyasi tercihini asker- sivil bürokrasinin işaret ettiği yönün tersinde kullanıyor.
Bu durum güçlü bir sosyalist muhalefetin olmadığı koşullarda bürokrasinin kar-
şısında mağdur rolü oynayan DP-AP-ANAP-DYP-AKP çizgisini her defasında
iktidara taşıyor.

8 O sırada İtalya’da Mussolini’nin Faşist Parti’si iktidardaydı. Ünlü 141 ve 142. maddeler orada da yürürlükteydi.
9 Kadınların daha Osmanlılar zamanından beri bu hakların alınması için mücadele verdikleri bir gerçektir. Ama müca-
delenin boyutu ve yaygınlığı hak kazanmak için yeterli değildi. Dolayısıyla bu yenilik de tıpkı diğerleri gibi tepeden
inme bir biçimde yapılmıştı. Kadınlara siyasal hakların verilmesi bir görüntüden ibaret olduğu için, günümüze kadar bu
hakkın kullanılması yönünde gerekli koşullar oluşturulmamış ve bu nedenle kadınların siyasal alanda temsili sorunu
çözülememiştir.
10 Zaten Osmanlılar zamanında da fesi şehirli elitler kullanıyordu.

282
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi

Kemalizm ve Sosyalist Hareket


Kemalizm ile Türkiye sosyalistlerinin ilişkisi hala çözülememiş bir sorun olarak
karşımızda durmaktadır. Bu sorunun kaynağını her iki düşüncenin daha Cumhu-
riyet ortada yokken aralarında kurulan ilişkilerde aramak gerekir. Yukarıda Kema-
list kadroların İttihat ve Terakki Cemiyeti devamcısı olduklarını söylemiştik. Ama
yalnız onlar değil, Türkiye’deki komünist hareketin de ilk önderlerinin önemli bir
bölümü İttihatçıydı. Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat
Nedim Tör, Dr. Şefik Hüsnü gibi TKP’nin merkez komite üyeliğini yapmış kişiler
politik hayata İttihatçı olarak başlamışlardı. Elbette politikaya İttihatçı olarak baş-
lamaları komünist olduktan sonra da mutlaka bu düşüncenin etkisinde olmaları-
nı gerektirmiyor. Ama somut olgular bu yönde değil. Örneğin TKP’nin Şeyh Sait
isyanında takındığı Kemalist devletten yana tavrın başka bir izahı yoktur. Onlar
da tıpkı devlet yöneticileri gibi gerici olarak niteledikleri bu ulusal isyanın ardın-
da İngiliz parmağı arıyorlar ve şiddetle bastırılmasını onaylıyorlardı. Zaten daha
sonra bu isimlerden bazıları Kemalist rejime biat etmede ve çıkardıkları Kadro adlı
dergiyle yönetenlere akıl vermekte bir beis görmemişlerdi.
Gerek İttihatçılar, gerekse Kemalistler bir takım uygun koşulların bir araya gel-
mesiyle iktidarı ele geçirdikleri için zamanla sorunu olan insanlardır. Hastalık
olarak niteledikleri toplumsal sorunları inceleme- tanı- tedavi üçlemesi ile çözüp
bir an önce ilerlemek ve iktidarlarını sağlamlaştırma peşindeydiler. Bu neden-
le yapılan düzenlemeler somut koşullar ve elbette toplumun istemleri dikkate
alınmadan çok hızlı bir biçimde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yeniliklerin ya-
pılmasındaki hız ve radikalliği, eski düzenin yıkılması ve yeni düzenin kurul-
ması olarak algıladıkları için bu durum sosyalistleri de etkisi altına almıştı. Bu
etkilenme dar anlamda siyasi yanılgılara yol açmanın yanı sıra Türkiye’de bur-
juva devletinin oluşumunun teorik tahlilinde de ciddi zaaflara zemin hazırladı.
Bu konudaki eksiklik daha sonraki yıllarda devlete ve orduya karşı tavır, laikli-
ğin değerlendirilmesi ve Kürt Sorununa yaklaşım gibi bir dizi can alıcı konuda
Marksizm dışı eğilimleri besledi.
Sosyalistlerle Kemalistler arasında geçişkenlik sağlayan bir başka faktör, o yıl-
larda Stalinizmin de etkisiyle devletçiliği bir ekonomi politikası değil bir sistem
olarak algılayan
sosyalistlerin sosyalizm ile devletçiliği özdeş görmeleridir. Bu nedenle yabancı-
lara ait şirketlerin devletleştirilmesi11, devrimci bir girişim olarak alkışlandı. Bu
daha sonra “Kemalizm ile sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” anlayışı-
na kadar gitti.
Ekim Devrimi’nin bütün Asya’daki kurtuluş savaşlarını etkilediği bir dönemde
Mustafa Kemal’in gerek Sovyetler Birliği’ne, gerekse yeni oluşmaya başlayan ko-

11 Devletleştirmeler devrimci bir biçimde el koyma yoluyla değil, satın alma yoluyla gerçekleştirildi. Halktan toplanan
vergilerle devletleştirilen bu işletmeler daha sonra burjuvaziye peşkeş çekildi.

283
Yaşayan Marksizm

münist harekete karşı işbirliğine yatkın tutumu, kullandıkları anti-emperyalist


söylem ve Sovyetler Birliği’nin Ankara Hükümeti’ne verdiği destek, bu hare-
ketin ilerici olarak nitelenmesine ve desteklenmesine neden oldu. Ancak daha
cumhuriyet kurulmadan Karadeniz’de komünist önderliğin imha edilmesine,
tek parti döneminde komünistlerin hayatlarının önemli bir bölümünü hapisler-
de geçirmesine, işkencelerde zulüm görmesine, burjuvazinin sermaye birikimi
için işçilerin acımasızca sömürülmesine, köylülerin toprak ağalarının insafına
terk edilmesine rağmen sosyalistlerin önemli bir bölümü bu fikrini değiştirmedi.
1960’lardan sonra yeniden dirilen sosyalist hareket üzerinde Kemalizm’in etkisi
gücünden bir şey yitirmeden devam etti. 60 sonrası sosyalist hareketi etkileyen
iki ana akım olan ve farklı kulvarlarda ilerleyen TİP ve YÖN çizgileri Kemalizm’e
bakışta birbiriyle örtüşüyordu. Her iki akım da Kemalizm’i sosyalizme geçmede
bir ara uğrak olarak görüyordu. Vatan ve milleti kurtarma dürtüsüyle hareket
ettiklerine inandıkları Jön Türk-İttihatçı-Kemalist kadroları “milliyetçi devrim-
ciler” olarak adlandırıp, kendilerini onların mirasçısı olarak tanımlamışlardır.
Bir kısmı kendisini “ikinci Kuvvayı Milliciler” olarak tanımlarken, bir kısmı da
Kemalizm’i “küçük burjuvazinin emperyalizme karşı sol radikal tavır alışı” ola-
rak tanımlayarak “devrimin dolaysız müttefikleri” içinde saydı. Sonuçta sosyalist
hareketin damarında dolaşan milliyetçilik kendi içindeki bütün farklılıkların ör-
tüsü olma misyonuyla, sosyalist hareketi sosyal şoven bir karaktere büründür-
dü. Bu gidişatın tersine çıkışlar elbette oldu ama bunlar genelleşemedi. Sonuçta
Türkiye Sosyalist Hareketi bir bütün olarak, Kemalizm’le tarihsel ve siyasal bir
hesaplaşmaya giremediği ve Kemalizm’den köklü bir kopuş sağlayamadığı için
genel karakter olarak enternasyonalist bir nitelik kazanamadı.

284
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda
Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
Nihat Balkanlı

T ürkiye sosyalist hareketi zemininde hakim olan program yaklaşımı;


Komintern’in VI. Kongresinde benimsenen, bulunulan toprakların -burju-
va egemenliğin- ulusal, iktisadi gelişkinlik düzeylerine göre aşamalandırılarak
belirlenen devrim modellerinin damga vurduğu program anlayışıdır. Bu prog-
ram anlayışı, Marksizmden, Bolşevizmden çok, tarihsel ilerlemeci anlayışın izle-
rini taşır. Burada, ulusal iktisadi gelişkinlik düzeylerine göre belirlenen burjuva
demokratik ve sosyalist görevler ve tarihsel gelişimin zorunlu yasaları gereği bu
görevlerin yerine getirileceği iktidar biçimleri (burjuva demokratik, sosyalist-
proleter gibi) tanımlanır. Aşamacı bir zihniyetle birbirlerinden ayrı dört (4)
devrim tipinin formüle edildiği 1928 Programı, devrim ve program anlayışı ze-
mininde yaşanan tartışma ve ayrışmalara kaynaklık eden bir öneme sahip sos-
yalist hareketin saflarında. Demokratik devrim ve sosyalist devrim ana eksenleri
üzerinde yaşanan bu tartışma ve ayrışmaların tarafları farklı programlara sahip
olsalar dahi bu farklı programlar, aynı zeminden beslenmekte, aynı program
yöntemi ile üretilmektedir.
“Program” sorunu ve tartışmalarının, Komintern’in 1928 programının belir-
leyiciliğinde kapitalist gelişkinliğin “tahlili” ve bu gelişkinliğe bağlı olarak, ta-
rihsel ve kategorik bakımdan burjuva demokratik devrim sürecinde çözülmesi
gerektiği ilan olunan sorunların hangilerinin çözülüp hangilerinin çözülmeyi
beklediğinin “tespiti” boyutuna indirgenmesi, devrimci program sorununun
sosyalist yeniden kuruluş ve işçi sınıfının devrimci ihtiyaçları ekseninde çözü-
münü son derece zorlaştırdığı gibi; tartışmanın bu eksendeki taraflarının, Ko-
mintern şablonu yardımıyla bu görevden ustalıkla sıyrılmalarını da sağlıyor.
Bunun yanında, program sorununun Komintern’in 1928 program anlayışı ek-
seninde “tahlil ve tespit” meselesine bağlanmış olmasının, sosyalizmin kalkın-

285
Yaşayan Marksizm

macı bir zihniyetle ulusal iktisadi bir sistem olarak kavranıp öne çıkartılması ile
de dolaysız bir ilgisi bulunuyor.
Uluslararası “sosyalist” merkezlerin çözülmelerine bağlı olarak, program tar-
tışmaları da belli ölçülerde farklılaştı ancak bu farklılaşma, 1928 programında
cisimleşmiş ifadesine kavuşturulan iktisadi determinizmle, ekonomizmle köklü
bir hesaplaşma alanına uzanamadı. Bunun nedenlerinden birisi, program soru-
nunun işçi hareketinin ve sosyalist hareketin somut ihtiyaçları ve yeniden ör-
gütlenme görevi temelinde ele alınamaması; dolayısıyla yenilenme ve yeniden
üretim alanlarından uzaklaşılması. Bir diğeri ise yenilenme ve yeniden üretim
alanına adım atılmaya çalışıldığında dahi ufukları sınırlayan “demokrasi” me-
selesine bakış ve Marksizmin temel referanslarının bulanıklaşması. Sosyalist ha-
reketin, demokratik hak ve özgürlükler meselesine ve demokrasiye bakışı ile bu
alandaki ön kabullerinin, teorik yeniden üretimi olanaksız kılan sınırlayıcı bir
çerçeve çizdiğini söylemek fazlasıyla mümkün. Bu sınırlayıcılık, en iyi durumda
bile program sorununun, program yöntemi meselesi atlanarak eski yöntemler ve
şablonlar üzerinden, doğrudan program maddelerini ve programı yeniden yaz-
mak biçiminde gündem edinilmesini doğuruyor.
İşçi hareketinin ve sosyalist hareketin yeniden kuruluşu ihtiyacına bağlı olarak
devrimci sınıf programının üretilmesi meselesinin gündem edinilememesi, sos-
yalist hareketin ideoloji, teori, siyaset alanlarında yaşadığı sorunların üstesinden
gelinebilmesini daha da güçleştiriyor. Kopulması, mesafenin açılması gereken
ancak “bir sebeple” dünya sosyalist hareketinin bünyesine sirayet etmiş sosya-
lizm ve program anlayışlarının yeniden ve yeniden üretilmesiyle, gerçekten yeni
bir açılımın ortaya konulabilmesi mümkün değil. Bunun yanında, bu yöntemle,
Erfurt Programı ekseninde şekillenen II. Enternasyonal sosyalizm ve program
anlayışı ile 1928 Komintern kongresi sonrasında uluslararası komünist hareke-
tin sosyalizm ve program anlayışı arasındaki akrabalık ilişkisinin ortaya konu-
labilmesi olanaksızlaştığı gibi Lenin ve Bolşevik hareketin, hangi noktalarda II.
Enternasyonal çizgisinden kopuşu temsil ettikleri ve kopuşun hangi sebep ve di-
namiklerle geri dönüşe yenildiği de ıskalanmış oluyor.
Gerek Türkiye gerek dünya sosyalist hareketinde, aşamacı program ve devrim
anlayışlarına (bu aşamacılığın ister demokratik ister sosyalist devrim tarafında
durulsun, fark etmez) 1928 Komintern Kongresi ve program yaklaşımının var-
lık ve meşruluk zemini sunduğunu söylemek mümkün. Ancak öte yandan, aşa-
macılığın beslendiği alan burası ile sınırlı değil. Hatta, 1928 programı (ve buna
kaynaklık eden II. Enternasyonal yaklaşımı, Erfurt Programı) bir teferruat kadar
önemsizleşebilir bu yaklaşımın farklı türlerini benimseyenlerin argümanlarında.
Çünkü, bu eksendeki tartışmaların ve netleşmelerin kendilerine meşruiyet zemi-
ni aradıkları tek zemin burası değil. Lenin’in İki Taktik ve Nisan Tezleri çalışma-
larının önemli bir yer tuttuğu referans alanı, birleşik cephe taktiği ve birleşik halk
cephesi hükûmetleri, anti-faşist mücadele sorunu ve Dimitrov, devlet ve demok-

286
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi

rasi kavrayışı, toplumsal gelişim ve devrim süreçlerinin analizi, sanayileşme ve


kalkınma meselesi, emperyalizm kavrayışı, ekonomi politik ve sosyalist ekonomi
politik vb. başlıklarını da içerisine alıyor.
Bu yazı, demokrasi ve demokratik haklar mücadelesi alanı ile sınırlı kalacak.
Bu sınırlamanın üç temel nedeni bulunuyor. Birincisi; böylesi bir sınırlamanın,
proleter devrim stratejisi ve devrimci sınıf programının oluşturulması alanına
dönük üretimi ve tartışmaları kolaylaştıracağına inanıyorum. Demokrasi mese-
lesinin sınıfsal içeriğinin bir kez daha hatırlanmasının yanında demokratik hak
ve özgürlükler alanının darlığı ve genişliği meselesinin, güncellik kazanacak bir
devrimin niteliğini ve ortaya çıkartacağı iktidarın sınıfsal niteliğini belirlemekten
ziyade, işçi sınıfının kendi iktidarına bugünden başlayarak hazırlanabilmesi çer-
çevesinde ne bakımdan önemli olduğunun altının çizilmesi ve devrim stratejisi
tartışmasının bu alanın darlığı ve genişliğine bakılarak demokratik devrimin ta-
mamlanıp tamamlanmadığı kısırlığından kurtarılabilmesi gerekiyor. Bu sınırla-
manın, böylesi bir sadeleşmeye hizmet ettiğini düşünüyorum. Sınırlamanın ikin-
ci nedeni ise; devrim stratejisi ve devrim tipi tartışmalarının, hak ettiği biçimde,
sadece devrimci durumun güncelliğinde değil, devrimci olmayan dönemlerden
de başlayarak işçi sınıfının iktidarına yürümenin stratejik ve taktik sorunları ala-
nına, yeni tipte iktidar ve devlet aygıtının yaratılabilmesinin sorunlarına odak-
lanması gerekiyor. Bu nedenle, siyasal özgürlükler alanına dönük yaklaşımların,
işçi sınıfının kendi iktidarına hazırlanabilmesinin ihtiyaçlarının belirleyiciliğinde
netleştirilmesi ve bu yolla “demokratik hak ve özgürlükler” meselesinin, iktidar
ve iktidarın sınıfsal niteliğini gölgeleyen bir basınç yaratmasının önüne geçilmesi
ve devrim stratejisi tartışmasının iktisadi-siyasi gelişkinliğin kantarına vurularak
yürütülen “neyin yerine neyin geçirileceği” manasında bir model tartışması ol-
maktan çıkartılması önem taşıyor. Bu sınırlamanın üçüncü ve en önemli nedini;
“proleter devrim stratejisi” gündemli bir çalışmanın, elinizdeki yayının gelecek
sayılarında farklı çalışmalarla ele alınacak olmasının yanında, kapsamlı bir dosya
olarak da başlı başına ele alınacak olmasının verdiği rahatlık.

“Demokratikleşme” Sorunu ve Sol Hareket


Türkiye’de demokratikleşme sorunu, egemen sınıf burjuvaziden ziyade, onun
egemenliğini devirme iddiasıyla yola çıkan sol siyasetlerin gündeminde olan bir
sorun ve başlık olageldi. Sosyalizme giden yolun ancak burjuva demokrasisinin
kurulup geliştirilmesinden geçtiği, burjuva demokrasisinin “tarihsel kazanımla-
rına” ne pahasına olursa olsun sahip çıkılması ve gerici güçlerin saldırıları kar-
şısında korunması gerektiği söylemi içerisinde mayalanmış olan sol hareketin
büyük bir bölümünün tutumu, genel olarak burjuva demokratik sınırlarca ve bu
sınırlara mahkûmiyetle belirleniyor. Toplumsal gelişim süreci, sosyalizm, kapi-
talizmden komünizme geçiş konularındaki aşamacı kavrayışlarla da beslenen bu
tutumlar, yalnızca bu coğrafyayla sınırlı bir sorun değil maalesef. Toplumların
evrimine-gelişimine ilişkin, bütün toplumların farklı zamanlarda ve kendi öz-

287
Yaşayan Marksizm

günlükleriyle de olsa aynı tarihsel yol üzerindeki aynı tarihsel duraklardan zorun-
lu olarak geçtiğini ve geçeceğini (daha da kötüsü geçmeleri gerektiğini) varsayan
çarpıtılmış Marksizm yorumları, dünyanın bütün köşelerindeki küçük-burjuva
sosyalist akımlar tarafından yaygın biçimde benimseniyor. Küçük-burjuva sos-
yalist akımların bünyelerine sirayet etmiş bu bakıştan, toplumların baskıcı rejim-
lerden demokrasiye doğru doğal ve kaçınılmaz bir evrim geçirdiği ve geçirmek
zorunda olduğu gibi bir saçmalık da türetilebiliyor. İşçi hareketi içinde de burju-
va devletin olmasa bile bunun “en demokratik”, “tarihsel olarak en ilerici” biçimi
sayılan parlamenter demokratik sistemin, baskıcı yönetimler ve diktatörlükler
(buna proletarya diktatörlüğü de dâhil) karşısında korunup geliştirilmesi gerek-
tiğini ve sosyalizme burjuva demokrasisinin geliştirilmesi yoluyla ulaşılabilece-
ğini savunan, aynı zeminden türeyen yanılgılar yayılmaya devam ediyor. İkinci
Enternasyonal geleneğine sinmiş bu evrimci, idealist-mekanik bakış açısının,
farklılaşmış ve “devrimci” etiket taşıyan sürümleri, SBKP ve Komintern zemi-
ninde de bir biçimi ile filizlenmiş, dünyadaki birçok akım tarafından benimsen-
miş ve yaygınlaşarak günümüze kadar savunulagelmiştir.
Burjuva demokrasinin gelişmiş kapitalist ülkelerdeki biçiminin her toplumun
gelişiminin zorunlu bir uğrağı olduğunu savunan eğilimlerle, devlet olgusu-
nun Marksist kavranışı arasında kalın ayrım çizgileri var. Sınıf mücadelesinin
Avrupa’daki özgün seyri içinde şekillenmiş olan burjuva demokrasisinin, dünya-
nın farklı coğrafyalarındaki burjuva toplumlar ve devletler açısından sosyalizme
giden yolda mutlak surette ve öncelikle ulaşılması gereken bir hedef olmadığının
altının çizilmesi gerekiyor.

Burjuva Demokrasisi Bir Sınıf Diktatörlüğüdür


Günümüz burjuva devletlerinden bahsederken kullanılan “demokrasi” kavramı-
nın ya da “demokratik devlet” tanımlamalarının, esasen burjuva sınıf egemenli-
ğinin biçimlerinden birisi, yani burjuva demokrasisi olduğunu bir an olsun akıl-
dan çıkartmamak önemli. Burjuva demokrasisi ise en geniş halinde bile biçimsel
bir demokrasidir. Parlamenter demokratik bir burjuva cumhuriyetin tüm vatan-
daşları siyasal olarak eşit varsayılır. Toplumun bir kesimi, yasalarla, mülk edin-
me, seyahat etme ve istediği yere yerleşme, oy kullanma, yönetime aday olma,
vb. haklarından mahrum edilmez. Bu haklar, siyasal ve hukuksal açıdan, toplu-
mun tümüne tanınan haklardır burjuva demokrasilerinde. Böylelikle sınıfsal ve
toplumsal eşitsizliklerin üstü siyasal bir eşitlik görüntüsüyle örtülmüş olur. Bu
özellikleriyle, burjuva demokrasisi normal dönemlerde kapitalizm için mümkün
olan en elverişli, “olağan” yönetme biçimi sayılır, öyledir de.
Burjuvazinin egemenliği toplumun iktisadi temelinden kaynaklandığından, si-
yaset sahnesindeki ve hükûmetteki kişilerin ya da partilerin değişikliği, dolayı-
sıyla bu değişikliği sağlama yolunda ezilen ve sömürülen kesimlerin sahip ol-
dukları genel ve eşit oy hakkı, otomatik olarak burjuvazinin egemenliğini sarsıcı

288
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi

ve dağıtıcı bir etki yapmaz. Aksine, burjuva demokrasisinin bu “değişebilirlik”


özelliği onun gücünün ifadesidir bir yanıyla. Ancak burjuva demokrasisinin gü-
cüne kaynaklık eden maddi temel, aynı zamanda onun sürekli bir istikrara ve
sonsuz bir güvenceye sahip olamayışının da nedenlerini barındırıyor. Burjuva
demokrasinin “politik istikrarının” maddi temelleri, kapitalizmin kaçınılmaz bi-
çimde sürüklendiği ekonomik krizlerle birlikte sarsılır ve kimi zaman da parça-
lanır. Ama esas olarak, burjuvazi ile uzlaşmaz bir sınıf karşıtlığı içerisinde olan ve
bizzat burjuva demokrasisinin sunduğu olanakları da kendi acil günlük çıkarları
doğrultusunda kullanabilen işçi sınıfı ve onun devrimci mücadelesi, burjuva de-
mokrasisinin istikrarını olduğu kadar bir bütün olarak varlığını da tehdit eden
başlıca faktördür. Bu nedenle, en demokratik burjuva cumhuriyeti dahi burjuva
egemenliğinin korunabilmesi yolunda; geniş yığınları “siyasal hayata katarak”
düzene bağlamasına yarayan temsili ve seçimsel kurumlarla, yığınlar üzerindeki
burjuva hegemonyasını pekiştiren ideolojik aygıtlarla ve işçilerin ücretli-emek
sistemine gösterdikleri rızanın güvencesiyle yetinemez. Bunların yanı sıra kurul-
muş bir baskı aygıtına (polise, orduya, mahkemelere ve hapishanelere) ihtiyaç
duyar. Bürokratik ve askeri-polisiye aygıtlardan arındırılmış, bundan bağımsız
var olabilecek bir “burjuva demokrasisi” hayal bile edilemez. Bu nedenle, bur-
juva demokrasisi, yalnız burjuvazinin hâkimiyet biçimlerinden birisi değil, aynı
zamanda ve daima bir burjuva diktatörlüğüdür.
En baskıcı olanları gibi en demokratik burjuva devleti de kapitalist sınıfın iktida-
rını ve egemenliğini korumaya hizmet eder. Bu hizmet ilişkisi, “efendinin efendi
kalmasına bağlı” bir ilişkiye indirgenemez; bir bütün olarak burjuva toplum ör-
gütlenmesi ve egemenliğin kurumlarının nesnel karakteri, örgütlenme biçimi,
hizmet ilişkisinin esas belirleyenidir. Bu nedenle, burjuva devlet kurumları işçi
sınıfı iktidarının kurulması yolunda devralınıp geliştirilecek araçlar olamaz ve
işçi sınıfının üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verebilmesi yolunda
iktidarı ele geçirebilmesi için öncelikle bunun bekçisi olan burjuva devlet aygı-
tının, baskı aygıtlarından başlayarak tümüyle parçalanması, burjuva demokra-
sisinin de içerdiği kimi hak ve özgürlüklerin proleter demokrasi tarafından
aşılması yoluyla ortadan kaldırılması gerekir. Burjuva demokrasisinin de bir
burjuva diktatörlüğü olduğunun saptanması, devrimci sosyalizmi, dün olduğu
gibi bugün de küçük-burjuva sosyalistlerinden, küçük-burjuva devrimcilerin-
den, her türlü revizyonistten ve liberalden ayırt eden bir turnusol kâğıdıdır.

Burjuva Demokrasisi Değil Burjuva Devlet Evrensel Bir Nitelik Taşır


Burjuva sınıf egemenliğinin asıl vazgeçilmez unsuru ve varoluş zemini, burjuva
demokrasisi çerçevesinde kurumsallaştırılmış kimi demokratik hak ve özgürlük-
ler değil, kapitalist sömürü ilişkilerinin kendisidir. Bu nedenle kapitalist sömürü
ilişkilerinin ve dolayısıyla burjuva iktidarın varlığı tehlikeye girdiği anda, ku-
rumsallaşmış ve evrensel nitelik taşıyormuş sanılan demokratik hak ve özgürlük-
ler de bizzat burjuva devletin asli unsuru olan baskı aygıtları aracılığıyla askıya

289
Yaşayan Marksizm

alınabilir ya da ortadan kaldırılabilir. Bunun yanında, burjuvazinin egemenliği-


nin tarihsel özgünlüklere ve sınıflar arasındaki mücadelenin düzeyine göre farklı
biçimlere bürünebileceğini de gözden kaçırmamak önemli. Bu farklı biçimler,
bir yandan, burjuvazinin kendi katmanları arasındaki uzlaşmayı ve ara sınıfların
düzene hangi yollardan bağlandığını yansıtır, diğer yandan ise işçi sınıfı başta
olmak üzere emekçi sınıfların, feodalizme karşı mücadeleden başlayarak burjuva
egemenliği koşullarında kazandıkları mevzilerin ya da aldıkları yenilgilerin izle-
rini... Bu nedenle, burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin şu ya da bu toplumda, şu
ya da bu tarihsel dönemde büründüğü bir biçimi bu sınıfsal egemenliğin evrensel
biçimi olarak tanımlamak doğru olmadığı gibi; bu egemenliğin biçimlerinden
birisi olan burjuva demokrasisini de işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde, aşıl-
ması için öncelikle ulaşılması gereken evrensel niteliklere sahip tarihsel hedef
saymamak gerekiyor.
Kökeni itibariyle Avrupa’da doğan ve ulus-devlet olarak şekillenen burjuva dev-
let örgütlenmesi yerel bir olgu olarak kalmamış, kapitalizmin dünya çapındaki
egemenliğiyle birlikte dünya çapında bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu anlamıy-
la, emperyalist aşamayla birlikte evrensel nitelik kazanan burjuva devlet, işçi sı-
nıfının ve insanlığın kurtuluş mücadelesinin önünde, “tarihsel olarak ulaşılmış”
ve aşılması için yıkılması gereken bir hedef olarak durmaktadır.

Burjuva Demokrasisinin Çelişkili Karakteri ve Demokratik Hak ve Özgür-


lükler Mücadelesi
Burjuva demokrasisinin her sınıf için aynı anlama gelen demokratik kurumlara
sahip olduğu ve insanlığın özgürleşmesi yolunda evrensel bir model oluşturdu-
ğu yanılsaması, kendinden menkul bir burjuva aldatmacası değildir ve maddi
temelleri de bulunmaktadır. Her şeyden önce burjuva demokrasisi, insanlığın
tarihsel-kültürel biriminin ve ezilen-sömürülen yığınların mücadelelerinin so-
nucu olan kimi kazanımları gerçekten içerip, bu mücadelelerin izlerini taşımak-
tadır. Burjuva demokrasisi çerçevesinde var olan kimi “demokratik” kurumlar,
içerilen hak ve özgürlükler, doğrudan ve yalnızca burjuvazinin tarihsel-sınıfsal
ihtiyaçlarından doğmamıştır; farklı tarihsel-sınıfsal kökenlere ve içeriklere sa-
hiptir. Bunun yanında burjuva demokrasileri, Ekim Devrimi ile birlikte somut-
lanan bir basıncın altında da kalmıştır. Burjuva demokrasisinin hüküm sürdü-
ğü pek çok kapitalist coğrafyada, burjuvazi, bu basıncın da etkisiyle, bazı sosyal
ve demokratik hakları içererek siyasal özgürlükler alanını genişletmek zorunda
kalmıştır. Burjuvazinin kendi malı olmayan ama kendine mal ettiği bu hak ve
özgürlükleri insanlığa bir hediyesiymiş gibi sunması, burjuva demokrasisi hak-
kındaki yaygın yanılsamaların nedenlerinden birisidir.
Bu türden hak ve özgürlüklerin, burjuva devlet tarafından “içerilmeleri” burjuva
demokrasisine çelişkili, ikili bir karakter verir aynı zamanda. Burjuva demok-
rasisi bir yandan demokratik bir rejim oluşturma eğilimindedir; ancak öte yan-

290
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi

dan, hem bu demokratik rejimin sınırları yaşamın tüm alanlarında sermayenin


egemenliği çerçevesinde çizilmektedir, hem de uluslararası kapitalizmin kaçınıl-
maz olarak sürüklendiği krizler, burjuva demokrasisinin maddi temellerini de
sarsmakta, demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması yolunda davetiye
çıkartmaktadır. Dolayısıyla, burjuvazi, bu hak ve özgürlükleri, kimi demokratik
mevzilerde somutlanmış kazanımları, ancak kendi sınıf egemenliğine aykırı ol-
mayan bir biçimde kurumlaştırabilir. Bu nedenle biçimseldirler ve salt siyasal bir
nitelik taşımaktadırlar.
Burjuvazinin sınıf egemenliği koşullarında, işçi sınıfının demokratik hak ve öz-
gürlüklerini geliştirme mücadelesi, kapitalizmi yıkma yolunda başvurulan bir
taktikten ibaret değildir. Tarihteki hiç bir siyasal hareket yahut sınıf hareketi,
demokratik ilişkilere, işçi sınıfı ve hareketi kadar gerçek bir ihtiyaç duymamıştır.
İşçi hareketinin toplumsal, tarihsel ve politik ihtiyaçlarına denk düşen örgütsel
biçimler demokratik, katılımcı ve aleniyetçi bir karakter taşımak zorundadır.
“İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” sözünden anlaşılması gereken de
budur bir manada. Bu nedenden dolayıdır ki, komünist (ya da sosyalist) siyasal
mücadele genel olarak siyasal iktidar için mücadele olmaktan öte bir anlam taşır.
Burjuva devlet aygıtının yıkıntıları üzerinde yükselecek gerçek bir proleter ikti-
darın kurulabilmesi hedefine bağlı olarak, işçi sınıfı saflarında politik bilincin ol-
gunlaşması, sınıfın öz-örgütlenme ve öz-yönetim deneyimlerinin yaşanabilmesi
son derece önemlidir. Bu yolda komünistlerin siyasal hedefi, oluşturdukları par-
tinin ya da bu parti ekseninde örgütlenmiş bir “elitler” topluluğunun hükûmet
olması, iktidara gelmesi değildir. İşçi sınıfını iktidarı almak üzere örgütlendir-
mek, bu yolda işçi sınıfının siyasallaşmasını ve örgütlenmesini sağlamak, onun
siyasal mücadelesinin ve öz-örgütlenmesinin gelişmesine öncülük ve önderlik
etmek, bunun için her bakımdan gerekli hazırlık ve donanımı işçi hareketine
sunmak, komünistlerin varoluş sebebi, komünist siyasal faaliyetin esasıdır.
İşçi sınıfı saflarında burjuva bilincin ve siyasetin yayılmasının özneleri olan re-
formist akımlara göre, işçi sınıfının olgunlaşması, gelişmesi, örgütlenip sosyalist
bilincini geliştirmesi için en elverişli ortamı burjuva demokrasisi sunmaktadır.
Elbette ki, sendikal örgütlenme ve işçi sınıfı partilerinin kurulabilmesi özgürlü-
ğü, basın serbestliği, grev, toplantı ve gösteri yapma vb. hakların bulunması, bu
haklardan yoksun olunan koşullara oranla, işçi hareketine gözardı edilemeye-
cek olanaklar sunar. Fakat bu olanakların varlığı ile işçi sınıfının tarihsel-siyasal
hedefleri arasında somut bağların kurulabilmesi arasında mütekabil bir ilişki
bulunmuyor. Rusya’daki “demokrasi yoksunluğu”, o topraklarda enternasyona-
list komünist bir önderliğin gelişmesini de, işçi hareketinin tarihin gördüğü en
demokratik karakterde politik ve örgütsel biçimlerde şekillenip kendi iktidarına
yürümesini de engellememiştir. Ve yine, Batı Avrupa ülkelerindeki “demokrasi
bolluğu”, orada işçi hareketinin üzerine çöreklenen çürümüş reformist önderlik-
lerin palazlanıp kök salmasını engellemediği gibi, enternasyonalist komünist bir

291
Yaşayan Marksizm

önderlikten yoksun işçi sınıfının, proletarya diktatörlüğü ve komünizm doğrul-


tusunda gelişmesini de otomatikman beraberinde getirmemiştir.
Bunun yanında, söz konusu demokratik hak ve özgürlüklerin nasıl kazanıldı-
ğı temel önemde bir sorundur. Toplumsal bir yükselişin, işçi sınıfının devrimci
savaşımının “yan ürünleri” olarak değil de, düzen saflarındaki gerici istikrar ara-
yışlarının tamamlayıcı adımları olarak gündeme gelen demokratik hak ve öz-
gürlükler, işçi sınıfı açısından ileriye dönük bir adım ya da kazanım olmaktan
ziyade, burjuvazinin egemenliğini sağlamlaştırmaya dönük adımların ve gerici
temelde yeniden yapılanma arayışlarının ifadesi olacaktır, olmaktadır da.
Burjuva devlet çatısı altındaki kimi demokratik kazanımları yüceltmek ve bun-
larla yetinmek oportünist bir çürümenin ifadesi olduğu gibi, bu kazanımların
küçümsenmesi ya da reddi de sınıf hareketi içindeki bir “sol” çocukluk hastalığı-
dır. Kapitalist düzeni yıkmak perspektifiyle siyasal mevziler açmak ve savaşımla
elde edilmiş kazanımları işçi sınıfı örgütleriyle korumak için mücadele anlayışı,
devrimci sosyalistleri hem reformistlerden hem de “sol lafazanca” tutumlardan
ayırır. Bu perspektifle, burjuva demokrasisinin gelişkin olmadığı, dolayısıyla de-
mokratik hak ve özgürlüklerin sınırlı bulunduğu ülkelerde, demokratik hak ve
özgürlükler için mücadeleyi kendi başına bir amaç, ulaşılması gereken bir ara
durak, bağımsız bir aşama vb. olarak değil, bizzat proletarya diktatörlüğü için
mücadelenin önemli bir parçası saymak gerekiyor.

Kapitalist Gelişme ve Burjuva Demokrasisinin Sınırları


Uluslararası bir sistem olan kapitalizm, dünya ölçeğinde eşitsiz ve bileşik gelişen
bir sistem. Tarihsel olarak Batı Avrupa merkezli ortaya çıkan, dünyanın bütün
kara ve denizlerine yayılan kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi, egemen sınıf
burjuvaziyi, farklı ülkelerde, farklı sınıf ve tabakalarla özgün ilişkiler geliştirmek
ve söz konusu bölgelerde bu ilişkiler içerisinde gelişmek zorunda bırakmıştır.
Bundan dolayı dünya üzerindeki farklı ulusal devletlerde ifadesini bulan burjuva
iktidarlarının kendine özgü yanları vardır. Dahası emperyalist hiyerarşinin alt-
larında bulunan coğrafyalarda örgütlenmiş burjuva ulus devletlerle, hiyerarşinin
yukarılarında yer alanlar arasında, burjuva demokrasisinin gelişkinliği, sınırla-
rı ve biçimlenişi bakımından farklılıklar bulunuyor. Bu farklılıklar, söz konusu
burjuva demokrasilerinin göreli dayanaklılığını ya da dayanıksızlığını belirleyen
faktörlerdendir aynı zamanda.
Kapitalist gelişme sürecine daha ziyade emperyalizm çağıyla birlikte girmiş olan
ülkelerde, kısa zaman aralığında yaşanan keskin ve hızlı değişimler; toplum bün-
yesindeki sınıf yapılarında, sınıfların bileşimlerinde, karşılıklı ilişkilerinde ve
dengelerinde, toplumların siyasal örgütlenmelerinde de hızlı değişiklikleri be-
raberinde getirmiştir. Bu süreçte, yerli ve yabancı sermaye arasındaki ilişki ve
dengeler, gelişen burjuvaziyle kapitalizm öncesi egemen sınıfların arasındaki

292
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi

ilişki, pay alma mücadelesi, ittifak ve mücadeleler, gerek eski gerekse de yeni
egemen sınıflarla sömürülen ve ezilen yığınlar arasındaki ilişki ve çelişkiler, hızlı
ve çatışmalı biçimde değişmiştir ve hala da değişiyor. Kapitalistleşme sürecini
daha öncesinde tamamlamış ülkelerde devrimlerle çözülmüş sorunların ve ya-
şanan değişimlerin, geriden gelen ülkelerde kapitalist gelişme süreci tarafından
baskılanarak başkalaşmaları ve “çözümlerinin” ise daha ziyade dışsal basınçların
etkisiyle gündeme gelmeleri, sadece sömürülen ve ezilen yığınlarla egemen sınıf-
lar arasındaki ilişkinin değil, mülk sahibi sınıflar arasındaki ilişki ve uzlaşmanın
da sorunlu ve yer yer çatışmalı olmasını beraberinde getirmiştir. Bu gerçeklik,
burjuva demokrasisinin sınırlarını belirleyen önemli bir etkendir. Ayrıca bu ülke
egemen sınıflarının, dünya üzerindeki kapitalist sömürüden aldıkları payın gö-
rece olarak küçük olması, onların, emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşulla-
rının iyileştirilmesi yoluyla sınıfsal çatışmaları yumuşatma olanağını fazlasıyla
sınırlar. Ve bu da bu ülkelerde burjuva demokrasisinin istikrarını zora sokan te-
mel bir nedendir. Bu ülkelerde burjuva devlet, parlamenter cumhuriyet biçimin-
de örgütlenmiş olsa dahi, egemen sınıfların demokratik hâkimiyet biçimlerinin
olanakları fazlasıyla sınırlıdır.
Bütün bunların bir sonucu olarak; söz konusu ülkelerin siyasal yapıları, kapitalist
gelişmenin düzeyi ve dinamiklerine, işçi sınıfı hareketinin durumuna bağlı deği-
şen bir çeşitlilik göstermesine karşın, en iyi durumda güdük, polis devleti görü-
nümünde bir burjuva demokrasisi, emperyalist hiyerarşinin alt basamaklarında
yer alan ülkeler için ortak bir özelliktir denilebilir. Bunun bir sonucu olarak da
klasik burjuva demokrasilerinin yaşandığı ülkelerden farklı olarak, “demokratik-
leşme” sorunu ve mücadelesi bu ülkelerin siyasal yapısına ve gündemine damga
vurduğu gibi, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin genel bir “demok-
rasi mücadelesi”ne indirgenmesi de, bu ülkelerin sol hareketlerinin büyük bir
kesiminin paylaştıkları bir yanılsama olmaktadır genellikle.

“Demokrasi Mücadelesi”
Emperyalist hiyerarşinin altlarında yer alan ve “az gelişmiş”, “gelişmekte olan”
gibi kavramlarla tanımlanan ülkeler tarihsel bir geri kalmışlığı yansıtırlar ancak,
böylesi bir geri kalmışlık, mutlak ve her alanda “geri kalmışlık” değildir; en mo-
dern ilişkileri de içerirler. İçerdikleri modern ilişkiler, bu toplumsal oluşumları,
emperyalist hiyerarşinin üstlerindeki burjuva devletlerle ve toplumlarla benzeş-
tirir; üretim tarzı ve ekonomik yapı, devlet, demokrasi, devrim gibi temel mese-
lelerde, barındırdıkları tüm “farklılıklara” rağmen eşitler. Bu durum, emperyalist
hiyerarşinin alt basamaklarındaki ülkelerde, emperyalist metropollerdekine ben-
zer burjuva demokratik rejimlerin yerleşmesini sağlama uğraşında olan küçük-
burjuva akımlarla aramızdaki ayrım çizgilerinin kalınlaştırılması görevini öne
çıkartmaktadır.

293
Yaşayan Marksizm

Gerek demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi, gerekse de ekonomik ve sos-


yal haklar mücadelesi, işçi sınıfının giderek büyüyen kitlesinin mücadeleye se-
ferber edilmesi, işçi sınıfının siyasetin bir öznesi olarak örgütlenmesi, sınıfın
öz örgütlenme ve yönetim deneyimlerinin yaşanabilmesi bakımından, göz ardı
edilemeyecek olanaklar sunmaktadır işçi sınıfı hareketine; bu bakımından vaz-
geçilmez önemdedir. Reformistler açısından ise, demokratik hak ve özgürlükler
mücadelesinin işçi sınıfı hareketine kazandırabileceklerinden ziyade, burjuva
demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi ve demokrasinin kök salıp yerleşmesi,
kurumsallaşmış demokrasinin nimetlerinden faydalanılabilmesi birinci derece-
de önemli bir sorundur. Bu nedenden dolayıdır ki reformistler ve küçük-burjuva
devrimcileri, komünistlerin proleter devrim hedefine bağlı olarak ele aldıkları
demokratik haklar ve özgürlükler (alanının genişletilmesi) meselesini değil, başlı
başına ulaşılması gereken bir hedef olarak “demokrasi”yi öne çıkartırlar. Sorun
demokrasi mücadelesi olarak ortaya konulduğunda, mücadelenin hangi araç
ve yöntemlerle yürütüleceği de son kertede önem taşımaz. Zira bu mücadeleyi,
parlamenter demokrasinin kurumları ve zeminini kutsayarak verme yarışında
olanlarla, “devrimci” araç-yöntemlerle verme arayışında olan küçük-burjuva
devrimcileri, aralarındaki bütün “farklılık” görüntülerine rağmen, demokrasi
saflarında yan yana yerlerini alırlar.
Demokrasi mücadelesini, başlı başına, ulaşılması gereken demokrasinin kurula-
bilmesi ve yerleşebilmesi için verilen bir mücadele olarak ele alan küçük-burjuva
solcularına göre, burjuvazinin zaten iktidarda olması, tarihsel anlamda burjuva
devrimin tamamlanmış olduğu anlamına gelmez. Bunun tamamlanmış olması
için, öncelikle “modern burjuva demokrasisi” olarak adlandırılan, iktisadi ve si-
yasal açıdan gelişkin burjuva topluma, burjuva topluma olmasa bile bu zeminde
tanımlanabilecek “burjuva demokratik mevzilere” ulaşılması, ya da en azından
tarihsel olarak burjuva demokratik devrimin çözmesi gerektiğine inanılan temel
sorunların çözülmesi gereklidir.
Burjuvazi, “feodalizmle mücadele” sürecinde sahip olduğu “ilerici” niteliğini,
iktidara gelmesinden sonra yitirmiş ve gericileşmiş, “tarihsel olarak burjuva de-
mokrasisi içerisinde ulaşılması gereken mevzi ve kazanımlara” yürüme isteğin-
den caymış olduğundan dolayı, burjuvazinin “yarım bıraktığı” işi, gerektiğinde
onu da dışlayarak tamamlamak; burjuva demokrasisini, sosyalizmin eşiğine ka-
dar geliştirmek, proletaryanın omuzlarına kalmıştır. İşçi sınıfı ve sosyalistlerin,
bu doğrultuda, öncelikle burjuva toplumu olgunlaştırması, burjuva demokrasisi-
ni geliştirmesi gereklidir. Proletarya, şayet varsa ve hele de “tehlike altında” iseler
bu mevzilere sahip çıkmalı, yok eğer boyunduruğu altında ezildiği burjuva ikti-
darı, bu mevzi ve kazanımlardan yoksunsa, bu mevzi ve kazanımları bayrağına
yazmalı; bu mevzi ve kazanımlara ulaşabilmenin çetin savaşını ama reformlarla,
ama devrimci yöntemlerle, gerekirse burjuvaziye rağmen vermelidir.
Bu kavrayışın temel yanılgısı; burjuva demokrasisi ve burada somutlanan mevzi

294
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi

ve kazanımların, otomatik olarak, aynı zamanda proletaryanın sosyalizm mü-


cadelesindeki mevzileri ve kazanımları sayılmasıdır. Burjuva demokrasilerinde
somutlanan mevzilerin ve kazanımların, mevzi oldukları doğrudur, ancak bu
mevziler, burjuvazinin sınıfsal iktidarının devam edebilmesine hizmet edebildik-
leri oranda burjuva iktidarı tarafından içerilir ve kurumsallaştırılırlar. Proleter
mevzilere, burjuva demokrasisinde somutlanan burjuvazinin sınıfsal iktidarının
mevzilerine ulaşılması ya da var olanların geliştirilmesi yoluyla değil, yadsınması
temelinde ulaşılabilir.

295

You might also like