You are on page 1of 30

JACQUES PREVERT'İN “SABAH KAHVALTISI” ŞİİRİ

ve
TÜKÇE ÇEVİRİLERİ

Mustafa Durak
JACQUES PREVERT'İN “SABAH KAHVALTISI” ŞİİRİ
ve TÜKÇE ÇEVİRİLERİ

I- GİRİŞ:
Karşı dergisinin 25. sayısında "Şiir çevirmek" adlı yazımda, Jacques Prévert'in
Sabah Kahvaltısı adlı şiiri ile Hilmi yavuz, Tahsin Saraç ve Yakup Şahan'ın
çevirilerini ele almış ve genel olarak şiir çevirisi konusunda bazı görüşlerime yer
vermiştim. Gelin görün ki Yakup Şahan, bu yazıda söylenmiş olanların tümünü
üzerine alarak saldırıya geçmişti, bir ilke olarak, söylediklerimin anlaşılmadığını
gördüğüm eleştirilere yanıt vermediğim için, Yakup Şahan'ın yazımda taş üstüne
taş bırakmadığı, tüm bilgisizliğimi haykırdığı, kişiliğime saldırdığı yazısını da
yanıtsız bırakmıştım. Bu arada Abdullah Rıza Ergüven, kendi çevirisini
görmediğimi belirten serzenişini aktarmıştı, ama salt bunun için yeni bir yazıya
koşulamazdım. Ancak Littera dergisinin son sayısında Kemal özmen, hem bir
çeviri daha sunuyor, hem de söz konusu tartışmadan habersiz şiirin
çözümlemesini sunuyordu. Üstelik bir başka çeviri de Doğan Aksan'dan
okumuştum. Artık eski yazıyı yeniden toparlamanın zamanı gelmişti. Yani
okuyacağınız bu yazı hem bir yineleme, hem de yeniden gözden geçirme, bir
toplu sunma olacaktır.

Şiirin çevrilemezliği:
Bir şiirin, bir dilden ikinci bir dile çevrilmesi, onun ses-birim, sözlük-birim, söz-
dizim ve anlam olarak varlığının aynen verilmesidir diye bir belirlemeyle ortaya
çıkmak, şiire ilk yazıldığı biçiminden başka bir biçim tanımamak demektir.
Başka bir varlığa dönüştürülmesini mutlak olumsuzlamaktır. Bir yazınsal bütünü
ülküleştirmek, tanrısallaştırmaktır. Bu, bizi kolayca insanlık tarihindeki kutsal
kitapların çevrilmesinden yana, ya da karşı oluş çatışmalarına götürür. Bu
çatışmaların bir kanadında onu dokunulmaz kılmak isteyenler, değişik amaçlarla
üstüne titizlenenler, kutsayanlar vardır, öbür kanadında da onun anlaşılmasını,
daha çok okuyucuya anlam olarak ulaşmasını isteyenler vardır. Başkaca
gizlemeye çalışanlarla açıklamaya çalışanlar. Bu durum, insana karşı oluş
(melekleşme çabası) ile insandan yana oluşu da sergiler. Bu açıdan tüm çeviri
eylemleri insana yönelik bir çabadır.

***

Şiirin çevrilemezliğini savunanlarının genelde romantik temelli köktenciler


olduklarını düşünüyorum.
Her şeyden önce şiir, genel bir ulamdır. Her şiirin kendine göre çeviri zorlukları
olacaktır. Bu doğaldır. Ama her şiir-birim özelini ve sorunlarını genelleştirmek
yanlıştır. Şiirin çevrilemezliğini savlayan kim olursa olsun özel (bir tek şiir) ile
geneli (tarih ve dünya genelinde tüm şiirleri) birbirine karıştırıyor ve dilsel
çözümlemelerdeki gelişmelere, dolayısıyla insana inanmıyor demektir.

Çevrilemezlik yanında çevrilsinlik ayrımı:


Yakup Şahan bu yazının ilk biçimine verdiği yanıtta çeviriye karşı olmadığını,
yalnızca şiirin çevrilemez olduğunu ifade ettiğini, dolayısıyla görüşlerini
çarpıttığımı ileri sürmüş ve çevrilemezlik ile çevrilsinlik arasında bir ayrım
getirmişti: "Her dilin ses birimleri, sözlük birimleri, sözdizimi ve anlam
birimleri kendine özgü olduğu için; her şiir kendine özgü tarihsel, sosyal, ruhsal,
dilsel, bilgisel ve sanatsal öğelerin birikiminden oluştuğu için, bir şiir bir dilden
öbürüne tüm rengi, çeşnisi, sesi, anlamı ile, eksiksiz biçimde çevrilemez. Ama,
dikkat buyurulsun, çevrilmesin, demiyorum, bu işin çok zor olduğunu (..)
vurguluyor, bu işe soyunanları uyarıyorum. Nitekim bir yazımızda şöyle
diyoruz: 'çevirmenlerimizin şiirimize katkılarını kimse yadsıyamaz. Biliyoruz ki
onlar, şiirimizin ufkunu genişletmişler, şiirimize yeni yollar açmışlar, dünyaya
pencereler açarak şiirimizi havalandırmışlardır. İyi de etmişlerdir, borçluyuz
onlara! '(Varlık sayı: 966)"(1) Ve Yakup Şahan, eksiksiz çevrilemezlik savı için
kanıtlarını şöyle sıralıyordu: "'Dar kapı', 'Eğer tohum çürümezse' André
Gide'in iki romanı; 'De profundis' de O.Wilde'ın romanı; bu başlıkların üçü de
İncil'den alınma; şimdi bu başlıkların bir Hristiyan kişinin imgeleminde
uyandırdığı yankılanmaları, çağrışımları, bir Müslümanın, bir Budistin, Bir
Hindunun imgeleminden bekleyebilir miyiz" (2) Ve Roman Jakobson'ın şu
belirlemesinden destek alarak sürdürüyordu yazısını: "şiir, tanımı gereği,
çevrilemezdir. Yapabileceğimiz tek şey, yaratıcı aktarımdır (transposition): Bir
dilin kendi içinde aktarım -örneğin şiirsel bir biçimden başka bir biçime; bir
dilden başka bir dile aktarım ya da son olarak, göstergelerarası bir aktarım- yani,
bir gösterge dizgesinden başka bir gösterge dizgesine, örneğin dil sanatından
müziğe, dansa, sinemaya ya da resme."(3)

Dikkatle bakıldığında bu alıntılarda üç ayrı sorun vardır. Biri şiir çevrilemez


ama çevrilmesi gerekir, yararlı olur savı; ikincisi kaynak metin alıcısı ile erek
metin alıcısının ekinsel ayrımından kaynaklanan gönderme (référence) sorunu;
üçüncüsü: şiir tanımı gereği çevrilemez, aktarılabilir savı. Benim de tüm iddiam
ve israrım bu noktalarda yoğunlaşıyor.

1.
Çevrilemez ama çevrilsin ile çevrilebilir ama her şiir-birimin kendine özgü
sorunları ve zorlukları vardır demek arasında dağlar vardır. İlkinde yenilgiyi,
başarısızlığı baştan kesinlemek, hem dile hem de insana güvensizliği imlemek
söz konusudur. Çevrilemez savının arkasından yapılan çevirilerin katkılarından
söz ederseniz bu bir ikilemdir, kavram kargaşasıdır. Yapılan çevirilerin
eksiksizliği, yetkinliği söz konusu ise çeviride eş-değerlik sağlanmış demektir.
Eş-değerlik kavramı içersinde çoğullanma vardır. Bir şey, birden çok birim ve
ya da bütünlükle eş-değerli olabilir. Eş-değerlilik göreli ve saymaca bir
kavramdır. Zaten bu yüzdendir ki bir kaynak-metnin, erek-dilde birden çok
kabul-edilebilir (bu terimi dilbilimsel anlamda kullanıyorum) metin olasıdır.
Çeviri eleştirisinde sorun, kabul-edilebilirliğin sınırı ve ölçütüdür. Ve bu sorun
bir yanlış-çözümlemenin, yanlış-bulgulamanın ötesinde bir anlamlandırma ve
yorumlama dağılımının sınırlarının belirlenmesiyle ortaya konabilir. Yok, eğer
erek-metnin, çevirilmişin (traductum) eksikliğini kesinliyorsanız, bu durumda
eksikliklerin neler olduğunu ve neye göre olduğunu belirlemeniz gerekir. Böyle
bir noktaya gelindiğinde eş-değerli sayılabilecek olası erek-metinlere yolu açmış
olacaksınız.

Eğer eş-değerli sayılan bir 'çevrilmiş'te kaynak-metinden işlevsizleştirilmiş


sapmalar peşinde iseniz, çeviri-bilimcinin artık size söyleyeceği hiç bir şey
olamaz. Zira aynilik (ve bakışımlılık) ile eş-değerliliğin ayrım noktasınnda
kalınmıştır. Eş-değerliliği ben, sözcüğün temelindeki değer kavramıyla ele
alıyorum. Değeri de konu-nesneyle ilişkiye giren özneden konu-nesneye yönelik
öznel bakış olarak anlıyorum. Böyle olunca değer kavramı hiç bir zaman mutlak
olamaz, sözcüğün doğası gereği görelidir. Değer özneldir. Eş-değerlileştirmede
kaynak-metindeki her türlü dilsel, anlatımsal ögenin işlevi makro ve mikro
düzeyde irdelendikten sonra temel anlamlandırmaya bağlı kalınarak yardımcı,
yan ögelerde, anlamlandırıcılarda sapmalar, özgür yaratımlar söz konusu
edilebilir.

2.
Gerçekten de çevirinin karşısındaki en temel sorunlardan biri gönderme
(référence) sorunudur. Gönderme anlamlandırmanın temel ögesidir.
Gönderileni algılamak, alıcının algı gücü yanısıra bil(g)iseldir. Eğer alıcının
gönderen üzerine dil-dışı bilgisi yeterli değilse gönderileni algılaması,
dolayısıyla ifadeyi, bu ifadeyi kuranın amaçladığı biçime ya da en azından
farkında olmasa bile kendi bilgisel deposunun arka planındaki gönderilenlere
denk olarak kendi zihninde çevirmesi olanaksızlaşır. Burada ister istemez
ifadeyi kuran ile ifadeyi alan arasındaki dilsel ve bilgisellerin, yaratma değilse
bile kurma ve bulgulama gücünün birbirine yakın olması gerekir ülküsel bir
anlama, anlamlandırmanın olabilmesi için. Bu ayrıntılar anlaşmanın
olanaksızlığını değil, özgülleşmiş, özgünleşmiş bireylerin anlaşılmalarının
güçlüğünü, kolay olmayacağını gösterir. Zaten bu nedenledir ki, zaman zaman
bir metnin ana-dilindeki uzmanlarca bile farklı yorumlandığına, ya da bir metin
için okuma kılavuzları yayınlandığına tanık oluyoruz. Sorunumuz çeviri
olduğuna göre çoğul göndermeli bir ifadenin çeviride alıcı kitle göz önünde
bulundurularak, bazı gönderilenler öne çıkarılarak, bazıları görmezden
gelinebilir. Böyle bir tutum çevrilmişi eş-değersiz kılmaz, olsa olsa eş-
benzemez kılar. Burada unutulmaması gereken, metnin kullanımsal değeridir.
Metni kullanımsal değeri dışında ele aldığımızda onu yüceltmiş, kutsamış
oluruz. Bu noktada şunu hatırlatmak isterim iki dilli bir yazar, bir dilde ürettiğini
ikinci dilde de üretmeye kalktığında asla birinciye tıpa tıp bağlı kalmaz,
kalamaz. Bu tür çeviriler böyle gerçekleşmiştir. Böyle gerçekleşmek zorundadır.
Zira her dildeki sözcüklerin bağlanımları, çağrışım alanları farklı açılımlara
zorlar o dili kullananı. Bu dilsel bir gerçekliktir.

3.
Roman Jakobson'un "şiir, tanımı gereği, çevrilemez" ifadesine gelince, Roman
Jakobson elbette dil ve şiir üzerine yetkin önemli bir ad, ama o, her şey, son
varış noktası değildir. O, her sorunun mutlak çözüm kaynağı değildir. Şiir
ulamını genel olarak çevrilemez diye nitelerken kafasında yer almış bazı şiir
örneklerinden yola çıkarak bir genellemeye gitmiş olabilir. Oysa, olsa olsa her
şiir-birimin kendine özgü çevirilme sorunlarından söz açılması daha doğru olur.
Üstelik Roman Jakobson bu ifadenin hemen önünde "Söz oyunları ya da daha
bilimsel ve belki daha kesin terimiyle ses-benzeşimi şiirde egemendir"(4)
diyerek şiiri ses-benzeşimi (paronomase) olarak tanımlamış olmaktadır. Oysa
şiirin gelişimi dikkatle incelendiğinde ses-benzeşimsel (paronomastique)
olmayan şiirlerle de karşılaşmaktayız. Özellikle somut şiir buna örnek
gösterilebilir (5). Kaldı ki şiirin tanımı bugüne değin yapıldığı gibi ne ses
benzeşimleriyle, ne de sapma kuramı ve kavramlarıyla kurulabilir. Şiirin tanımı,
ögeler arası düzgüleme biçimlerinin farklılığında ve/ya yine bunlara bağlı şairin
edimlerindeki farklılıklarda aranmalıdır.

Şiirin Biricikliği
Yakup Şahan, şiirin, giderek yapıtın biricik olduğunu ve bu biricikliği yüzünden
çevrilemez olduğunu ifade ediyor:

* "Biz şiirin biricik olması dolayısıyla çevrilemeyeceğinden söz ediyoruz,


karşımıza kutsal kitapların çevirisi çıkarılıyor; ikisi arasında ne ilişki var?" (6)
* "İnsanın (ve sanatçının) ömründe her an biricik olduğu gibi, her ana karşılık
olan yapıt da biriciktir, dolayısıyla yeri doldurulamaz." (7).
* "yaratı sürecinin diyalektiği vardır"(8).

ve Guernica'nın "20 küsur taslağı"nın Prado Müzesinde korunmakta olduğunu,


"bu taslakların herbirinin yapıtın oluşunda, oluşmasında ayrı bir evreyi
göster"diğini, "ama hiç birinin o ünlü Guernica" olmadığını söylüyor (9).

Soruna böyle yaklaşıldığında kaçınılmaz olarak aynilik üzerinde duruyoruz


demektir. Ve çeviri olanaksızdır. Kaldı ki önümüze kanıt gibi sürülen Roman
Jakobson çeviriyi dil-içi, diller-arası ve gösterge-dizgeleri-arası olmak üzere
çeşitlendirdiğinde de ve şiir çevirisini yaratıcı aktarım olarak anladığında da
çeviri işi vardır. Çeviri zihnimizin temel işlem ve süreçlerindendir. Biz eş-
değerliliğini, eş-benzeşimini tartışsak bile zihnimizin böyle işlemesini
durduramayız. Zaten çevrilmezliği savunanların da çeviriye soyunmaları bunun
en somut göstergesidir.

Şiirin, yapıtın, yaratım anının biricikliği görelidir, özneldir. Bu biricik olan,


biricik sayılan betimlenebilirse, aktarılabilirse, dönüştürülebilirse biricikliği
kalkar ortadan. Ancak bu anlatılamaz deyip tüm yolları baştan tıkarsanız elbette
anlatılamaz, ama biz başaramasak bile birilerini betimlemeye, aktarmaya,
dönüştürmeye özendirirsek, her türlü ama her türlü anlatımsal sorunun
aşılabileceğini, zaten zihinsel işlem/süreçlerle her insanın bu deneyimi (aktarma,
dönüştürme, tanımlama, betimleme) zihninde yaşadığını düşünüyorum. Hele
hele okur (/izleyici) önüne çıkmış bir ürün anlaşılmayı beklediğine göre yaratım
anının/sürecinin göstergelerini sunmaktadır. Zaten kendi yapıtı da bu içselliğin
bir çevirisi, dönüşümü değil midir? Paylaşılan, paylaşılmak istenen şeyin
biricikliği yoktur artık. Olsa olsa o biriciklik saymaca olur.

Yapıtın Dokunulurluğu:
Bir yazınsal ürünün çevrilebilirliğinden yana olanlar da olmayanlar da
kendilerince kanıtlar, örnekler ileri sürmektedirler. Örneğin Yakup Şahan,
Picasso'dan örnekler vererek yapıtın dokunulmazlığını savunmakta ve "yapıt bir
kez ortaya çıktıktan sonra, sanatçının kendisi bile bir daha ona el uzatamaz"(10)
"her yapıtın daha önce belirttiğim gibi, diyalektik bir biçim/içerik bütünlüğü
vardır, bu dokunulmaz dır; çünkü o, bir kişinin mührünü taşır; sosyal, tarihsel,
kültürel vb. bir özgünlüğü vardır, bir yapıta el sürdüğünüz zaman, işte bunlar
dağılır; bu yüzden de o dokunulmazdır" (11), diyerek kesinlemektedir. Oysa
yazın tarihi, yazınsal denebilecek ürünlerin sürekli bir işlemden, bir değişimden
geçtiğini, yazarın bu ürüne yeniden, yeniden döndüğünü belgelemektedir.
Örnekse, "Deniz mezarlığı" şiirinin, Paul Valery'nin -sürekli üzerinde
çalıştığından, değişiklikler yaptığından- elinden alınarak basıldığını biliyoruz.
Yazınsal ürün, kurşun dökme gibi birden, anlık içe doğuşun dilsel, anında
yansıması değildir. Yakup Şahan, özdeşlik konusuna takılıyor ve şunları
söylüyor: "Bir yapıtın çok başarılı bir kopyası, bir yorumu yapılabilir: eğer bu
yapıt şiirse, çok başarılı bir çevirisi olabilir; ama kendisi bir daha yaratılamaz.
Yaratıcısı tarafından bile"(12). Özdeşlik açısından doğru bir saptama. Ancak
herhangi bir nesneden binlerce üretildiğinde ve tıpatıp aynısı olduğunda da
özdeşlik sorunu vardır düşünsel olarak. Çeviri olgusunun mutlak özdeşlik savı
olamaz zaten. Kaldı ki çevirisi yapılan bir yapıt, kendi dilinde varlığını
sürdürdüğünden bozulması da görelidir. O kendi ortamında varlığını zaten
sürdürmektedir. Çevirmen, onu başka uzamlara ileten bir yansıtıcıdır. Bu
yansıtma, çeviri işlemine bağlı kalır. İyi ya da kötü olabilir. Eğer kötüyse, kabul-
edilemez ise yapılacak iş çeviri işlemini iyileştirmektir.
Çevirmen, yazar ile erek-kaynak metin arakesitinde bir yarışa
girmemelidir:
Bir de katlanamadığım başka bir konu, çevirinin asıl yapıttan üstünlüğü sorunu.
hiç bir zaman kopya aslını aşamaz, sanat söz konusu olduğunda. Evet çevirmen
de yaratıcı olabilir ama o, bu yaratıcılığını kendisi için değil de kaynak yapıt için
kullanmayı seçerek kendini ikincil kılmıştır. Artık onun üstünlüğü, aynı yazara
yönelecek başka çevirmenlere oranla söz konusu edilebilir. Yoksa çeviren ve
çevrilen bir yarış içinde olamaz. Çevirmenin ustalığı, yaratıcılığı ilk yapıtı kendi
dilinde en iyi biçimde temsil edecek bir örnek sunmadadır. Kendi metnini
kaynak-metnin önüne geçirmekte değil. Eğer çevirisi yapılan kişi ile çeviri
yapan arasında gerçekten çeviri alanında belirgin bir uçurum varsa, çevirilmiş
metin (traductum), kaynak metinden daha bağdaşık, daha uygun görünse bile bu
onu kaynak metin yerine geçirmez, ikincillikten kurtarmaz. Çevirmen moral
olarak, bazan maddi olarak da olabilir, yazarın adına çalışan uzman bir işçidir.
Şunu da belirtmeliyim eğer çevirmen kaynak metindekinden çok farklı yaratıcı
edimleri gerçekleştirdiğini, kaynak metinden uzaklaştığını, başkalaştığını
düşünüyorsa o zaman kaynak metnin yazarıyla yarışmaya kalkışmadan dilerse
bu başkalığa dayanarak kendi imzasını kullanabilir. Burada karmaşık olgular söz
konusudur. Bu konu hedef sapması olarak da düşünülebilir. Yani kendiliğinden
bir başkalaşma. Elbette bir çevirmen bir metni çevirirken ondan yararlanarak,
kendine maletme niyetindeyse ve yazar olarak kendi imzasını atmışsa bu tümden
etik bir sorundur.

Etki Olarak çeviri:


Çevrilemez düşüncesi bir yana bırakılıp çeviri işlemine girişildiğinde yapılacak
işlem, metni, özelde şiir metnini, yine ses birim, sözlük birim, sözdizim ve
anlam alanlarındak ETKİ olarak anlatmaktır. Bu, çevirmen için birinci ilkedir.
Gelgelelim işin asıl zor yanı bu kabulden sonradır. Çevirilecek şiiri, belirtilen
alanlarda tam olarak doğru algılamak, onu yeterince çözümlemek gerekir.
Ardından bu çözümlemenin ikinci dilde bireşimi için araştırma işlemine, onun
başka bir kültür ortamına alıştırılmasına sıra gelir. Bu, bir bakıma alıştığı kendi
ortamından koparılan bir bitkinin farklı bir ortamda yaşamını sürdürmesini
sağlamak gibidir. Öyleyse aktarıcının, çözümlemeden sonra yapacağı, ikinci
dilin ve okur kitlesinin olanaklarını değerlendirmek, elden geldiğince aynı,
yoksa benzer etkilerin nasıl yaratılacağını kendine sorun edinmesi demektir. Bu
karşılaştırmada ortaya çıkacak boşluklar ya tanımlama denemeleriyle aynen
aktarılmaya çalışılır ya da şiirin kendi kültüründe okurda uyandırılması istenen
etki, aktarılan dilin olanakları içinde aranır. Böylece şiirler belirli bir çözümleme
alanında değil ama ETKİ açısından benzeşirler.

Çeviri eylemine kalkışanın kendini yazan yerine koyması, kurulması amaçlanan


iletişimi bozar. Bir fransız çevribilimci artık çevirmenlerin özgürlüklerini ilan
etme günlerinin geldiğini, çevirmenin yazara bağlı kalmamasını, kendisini
yazarın peşindeki kişiliksiz bir ayna gibi görmemesini istiyordu. Haklıydı. Zira
çevirme işi öyle basite alınacak, sıradan bir iş değil. Her şeyden önce yazarı
(belki yazardan daha iyi) anlamak gerek. ürünün yazılı olduğu dil ile yap tığı ya
da amaçladığı etkileri çok iyi kavramak gerek. Bu da yetmez. Ayni anlam ve
etkilerin ikinci dilde verilebilmesi için dilin olanaklarını iyi bilmek gerekir. İşte
çevirmen bu olanaklarla birinci dildeki anlam ve etkiyi yaratma konusunda
özgürdür. Özgürlüğünü daha ötelere götürmeye, iplerini koparmaya kalktığında
ilk ürünün benzerinden çok değişik bir ürün, piç bir ürün ortaya çıkar.

Demek şiir çevirilerinde ya şiirin çözümleme alanlarındaki birimlerine olanaklar


çerçevesinde bağlı kalınır ya da okurlar hedeflenerek üzerlerinde uyandırılacak
etki göz önünde bulundurulur. Ve belki son durumda tasarım ve imge olarak da
ilkinden çok farklı bir şiir ortaya çıkar. Ama belirli ve tutarlı bir dayanağı vardır
yine de.

II- KAYNAK METNİN ÇÖZÜMLENİŞİ


Bu uzun girişten sonra ele almak istediğim metne ve değişkelerine geçebilirim.
Ele alacağım kaynak metin Jacques Prévert'in Le Déjeuner du Matin adlı
şiiridir.
Le Déjeuner du Matin

Il a mis le café
Dans la tasse
Il a mis le lait
Dans la tasse de café
Il a mis le sucre
Dans le café au lait
Avec la petite cuiller
Il a tourné
Il a bu le café au lait
Et il a reposé la tasse
Sans me parler
Il a allumé
Une cigarette
Il a fait des ronds
Avec la fumée
Il a mis les cendres
Dans le cendrier
Sans me parler
Sans me regarder
Il s'est levé
Il a mis
Son chapeau sur sa tête
Il a mis
Son manteau de pluie
Parce qu'il pleuvait
Et il est parti
Sous la pluie
Sans une parole
Sans me regarder
Et moi j'ai pris
Ma tête dans ma main
Et j'ai pleuré.

Jacques PREVERT

Le Petit Déjeuner adlı şiirin çözümlemesi ve çözümleme eleştirileri:


Jacques Prévert'in "Sabah Kahvaltısı" (13) şiiri bende, sayfa ortasında ince bir
sütun gibi duruşuyla "bir" sayısını, dolayısıyla yalnızlığı çağrıştırıyor. Şiirde altı
kez "sans me parler = benimle konuşmaksızın", altı kez Il a mis = koydu, iki
kez "sans me regarder = bana bakmaksızın" kullanılması yanısıra eylemlerin
sıralanması (kahveyi koydu, sütü koydu, şekeri koydu, karıştırdı, içti, bıraktı,
sigara yaktı, halkalar yaptı, külleri döktü, kalktı, şapkasını giydi, paltosunu
giydi, gitti) bir otomatikliği yayıyor şiire. Bu otomatiklik şiirde (son bir tek
nokta dışında) noktalama işareti olmayışıyla bir akış, mekanik bir akış
kazandırıyor şiire. Ancak bu akış, film kareleri içinde okurun ayarına göre
hızlandırılabilir ya da yavaşlatılabilir. Yani şiir; eylem ve nesnelerin filme
alınması, fotoğraflanmasıdır. İşte bunun içindir ki çevirisinde sözdizimsel sırayı
elden geldiğince korumaya özen göstermek gerekir.

Bir de şiirdeki "ve" bağlacının üzerinde durmak, titizlenmek gerekir. Zira şiirde
belirli bir işlevi var. Bu bağlacın yer aldığı dizeleri alt alta aldığımızda,

Ve bıraktı fincanı
Ve gitti
---------------------------------------
Ve ben aldım
Başımı elime
Ve ağladım

yapısal bir dengelemeyle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. İlk ikisi erkeğe,
öbür ikisi kadına aittir. Ve bunu ben şöyle yorumluyorum: böylesi doğal
(gerçeklik durumu) ve yapay (şiirin biçimindeki) dengeye karşın "ve" bağlacı
çağın mekanikliğini, engelleyici mekanikliğini aktarıyor ve öznelerin
eylemlerini soyutluyor, öbeklendiriyor. "Ve" bağlacı sınır çizgisi, sınır taşı işlevi
görüyor ayni zamanda. Bu sınırlama içerisinde kişileri ‘yalnız’, ‘iletişimsiz’
bırakıyor. Ayırıyor onları. Yani bu bağlaç hem erkek/kadın'ı ayırıyor, hem de
her birinin eylemlerini ayırıyor. Eylemler tek yanlı, bakışımsız kalıyor.
Anlamsal olarak bir sürekliliği aktaran bu bağlaç, biçim-bilimsel olarak
söylemsel akışı engelleyici özelliğiyle çıkıyor karşımıza. Anlatımı
mekanikleştiriyor.

Şiirde bir anlatan, bir de anlatılan vardır. Anlatan, anlatılanın kendisine karşı
tutumundan yakınmaktadır ama aralarındaki ilişkinin türü hakkında bir bilgi
yok. Hatta anlatanın erkek mi kadın mı olduğunu gösteren hiç bir biçim birim
yok. Kalan-giden ilişkisinden hareketle, bir ders kitabı için çizilmiş bir desende
şiirdeki anlatan kadındır. Aksini belirten bir durum da olmadığına göre bu doğru
bulunabilir. Peki bu kadın ile erkek evli midir yoksa iki sevgili mi? O da
belirsiz. Acaba bir anlaşmazlık sonrası birbirleriyle yeniden iletişime girmeleri
beklenirken, her iki bireyin de sözel ya da davranışsal bir edimle bir bağ
kurmada gösterdikleri beceriksizlik mi anlatılmak istenen? Yoksa şiirin anlamı,
koşulların robotlaştırdığı, yaşam koşullarının bunalıma düşürdüğü, sevecenliği
söküp aldığı, yabancılaştırdığı bir bireyin mekanikliği ile kadınsı duyarlığın hâlâ
soluk alıp verdiği anlatıcıyla çelişkilendirilmesinde, toplumdaki sevgisizliği
eleştirmesinde mi?

Bu metni şiirsel kılan özellikler de şöyle sıralanabilir:


a) Yinelemeler,
b) Burgaçsal kullanımlar,
c) Günlük kullanımda yapılmayacak biçimde eylemi ayrıştırma, daha küçük
eylemlere bölme ve bunları eytişimsel olarak sıralama,
d) Ögeler arası bir denkliğin gözetilmesi ("Ve" bağlacındaki denklik yanı sıra
şiirde kurulan “avec/sans”= ile/-sız bakışımı ayni zamanda erkeğin eylemlerinin
anlatılmasında kullanılan passé composé zamanın içinde yer alan yardımcı fiil
avoir da sans ile karşıtlaştırılmış, bakıştırılmıştır. Ve" bağlacının böldüğü
eylemlerde de bir denge gözetilmiştir. Bu denge sans/dans sözcük birimlerinin
hem iç uyaklı hem de ayni sayıda (beşer kez) kullanımıyla da dikkat
çekmektedir. Ayni zamanda şiirdeki belirli ve belirsiz tanımlık (article)
kullanımına dikkat edilmeli: le café, la tasse, le lait, la tasse de café, le sucre, le
café au lait, la petite cuiller, le café au lait, la tasse, la fumée, les cendres, le
cendrier, la pluie/Une cigarette, des ronds, une parole; ve iyelik sıfatlarının
kadın ve erkek iiçin ikişer kez kullanılmış olması: Son chapeau, sa tête, Son
manteau de pluie/Ma tête, ma main),
e) Başka bir gösterge diline öykünme (sinema dili),
f) Eylemlerin ve kişinin saptırılmasıyla ani etkileme,
g) Tüm bunlar yardımıyla anlamsal, eleştirel bir bütünlük kurma.

………………..
Yakup Şahan'ın itirazları:
* "Şiirin biçimini ille de bir şeye benzetmek gerekecekse, bu olsa olsa bir yanı
düz, öbür yanı kertikli, "kale" marka bir anahtar, ya da ağzı körletilmiş bir
bıçaktır. (..) bu biçim benzetmeleri şiirin anlamını etkiler mi?"(14)
* "yalnızlık biçimle ilgili olmalı ama, biçimin yalnızlığı ne demek?
* "yalnızlıktan çok, birlikteliğin dramı yaşanıyor.
* "dikey bir doğru parçasının yalnızlığı olmasın?"
* "birlik (vahdet), bütünlük duygularını uyandırmakta; tanrıyı, evreni, tüm
varlığı "BİR" olarak gören antik filozofları ve kimi mutasavvıfları
çağrıştırmakta. Kısacası, "Bir"in esinlediği varsayılan o yalnızlık duygusunu
algılayamıyorsunuz bir türlü. Belki de öyle bir şey yok, kimbilir!”
* "şiirin içeriği bir birlikteliği, ama, elbet, çelişkili bir birlikteliği anlatıyor"
* "istence bağlı, birbirinden ayrımlaşmış bir dizi insan edimiyle karşı karşıyayız.
"Koydu kahveyi, süt koydu, şeker kattı.." eylemleri hep bilinçli, bağımsız,
istence bağlı edimler, jestler. Üstelik, karşımızda bir de domuzuna bilinçli, hatta
art niyetli bir eyleyen, bir insan var. (..) bu yüzden gerilimli dramatik bir durum
tablosu yaratan jestler ve onların oluşturduğu bir biraradalık var"(15).
* "şiir hiç de öyle kapalı bir şiir değil, J. Prévert'in bütün şiirleri gibi, herkesçe
anlaşılmak isteyen, toplumcu gerçekçi bir şiir".
* "Bir ev mutfağında olduğumuzu imleyen şu sözcükler: "fincan, kahve, süt,
şeker, kaşık, fincanı yerine koymak" birer biçim birim değil de ne?

İzlendiği gibi Yakup Şahan'ın itirazları,


a) Şiirin biçiminin BİR sayısına benzetilmesine,
b) Şiirde varsaydığım yalnızlık kavramına,
c) Anlatıcının kadın mı erkek mi olduğunu kesinleyecek bir biçim birim
bulunmadığı yolundaki açıklamama olmuştur.

Her şeyden önce elbette şiiri mutlaka bir şeye benzeteceğiz diye bir zorlama
yok. Ancak şiirde iki kişi anlatılıyorsa ve anlatılan kişiler iletişimsizse,
birbirleriyle uyumlu değillerse yalnızlık devrededir, birlikteliklerinde bile.
Anlatılan konu iletişimsizliği ve yalnızlığı işliyorsa ve üstüne üstlük şiirin
biçimi de zorlama da olsa böyle bir çağrışımla buluşmaya uygunsa, biçim,
anlatımı güçlendiren başka bir işaret eden olarak ele alınabilir. Zaten genel
olarak şiirin oluşmasında bu tür düzgülemelerin önemi büyüktür.

Yakup Şahan, şiirde yalnızlığın değil çelişkili bir birlikteliğin dramının


yaşandığını söylüyor. Oysa her iki kişi de ayrılarak farklı uzamlarda, yalnız
bırakılmışlardır, ama birlikteyken de yalnız oldukları iletişime geçememeleriyle
aktarılmıştır. Ve asıl önemlisi anlatılan (biri anlatıcı ben olarak var olmaktadır
şiirde) kişilerin bilinci ile anlatan kişinin (şairin) bilincini karıştırmamak gerekir.

Yakup Şahan, uzamı mutfak olarak kesinliyor (hoş bunu bie söyleyebilmek
zordur, zira insan başka uzamlarda da kahve ve sigara içebilir, kahvaltı edebilir.)
Ve mutfağı çağrıştıran nesnelerle de mutfakta hizmet gören bir kadını
düşünüyor. Ancak bu bir olasılık. Bizi bu olasılıktan kurtaracak bir biçim birim
yok. Oysa erkeği gösteren bir biçim birim var: “il” (fransızcada üçüncü tekil ve
eril adıl). Erkek tüm davranışlarıyla, yinelenen biçim birimiyle öne çıkarılmış.
Ama o da adıyla, tüm varlığıyla değil de bir adılla. Yani belirli bir kimliğiyle
çıkmıyor karşımıza. Bir belirsilik, bir genelleme ile getiriliyor önümüze. İşte
kadının eylemini hem kendi, hem de erkeğin kimliğini arama yolunda
çaresiz bir edim olarak da görebiliriz.

Ve Yakup Şahan mührünü basıveriyor: toplumcu gerçekçi şiir (?). Böyle bir
ifadenin şiiri çözümlemede ve anlamada hiç bir işlevi olamaz.

Yakup Şahan'ın çözümlemesi:


"Fincanı yerine koydu" diyor; demek ki fincanın belli bir yeri var, her zaman
konulduğu; öyleyse, sürekli ve birlikte olarak oturulan bir yerdeyiz, yani bir
evdeyiz. Bize göre, eleştirmen [Mustafa Durak] bu dizeyi "ve bıraktı fincanı"
diye çevirmekle, bu ip ucunu gözden kaçırmış ve dolayısıyla şiir açıklığını
yitirmiş."

/Ve bıraktı fincanı/ diye çevirmekle kaçırdığım şeyi anlamak zor. Yakup Şahan
fransızcadaki reposer fiilini her ögesiyle çeviriyor. Oysa “re-“ öneki bir
"yerine koymayı" değil, eylemin yinelenmesini ya da bir önceki eylemle
bağlantı kurmak için kullanılır. Yerine ile ilintili değildir. Metinde aktarılan
fincanın her zamanki alışılmış yeri değil, fincanın belliliğidir. O da zaten
türkçedeki -ı ekiyle verilmiştir.

"Sonra mutfakta olduğumuz da kesin; mutfak ise, evli bir kadının yarı ömrünü
geçirdiği, eşine ve evine en çok hizmet ettiği bir yer. Olayın başka bir yerde
değil de, mutfakta geçmesi anlamlı: Evli ya da bir erkekle birlikte yaşayan
(cohabitant) bir kadının görevlerine gönderme yapıyor, karşımızdakinin bir
kadın olduğunu anıştırıyor. Olup biteni gördükten sonra, bir önceki günün
akşamında ya da gecesinde aralarında bir şeyler geçmiş olduğunu anlıyoruz;
kırılmışlar, darılmışlar, diyoruz; ama, kadın, o her günkü işini yine yerine
getirmek istemektedir; bir alışkanlık, bir içgüdü ya da hoşgörülü bir anlayışla:
Kocasının ya da eşinin kahvaltısını hazırlamak üzere, her zamanki gibi yine
mutfağa inmiştir; birlikte yaşamlarının sürüp gitmesini istediğini ve olan biteni
unuttuğunu anlatmaya çalışmaktadır. İşe giderken eşine bir güç vermeyi
düşünmüştür. Ama nafile! Eşini yumuşatamamıştır, avutamamıştır!
Barışamamıştır! Kadın ağlamaklıdır, kadınca, soyluca; ama, gene üzülür,
kaygılanır eşi adına: "Gitti gider/Yağmur altında şimdi". kadın bu değil mi:
Sevgi, şefkat ve özveri"(16).

Kadının mutfakta olduğunu kesinlemek, bir bakıma şiirde anlatılan kişilerin


yaşamını kendi yaşamıyla bir tutmak, kendi yaşam biçimini genelleştirmek
demektir. Bir uyarlama. Benim özellikle belirsizlikler üzerinde durmamın
anlamı, kadının kimliksizleştirilmesinin, şair tarafından bir bilinç-dışı etki olarak
çalıştığını göstermek içindi. Eğer belirsizlikleri belirliliğe, kesinliğe
dönüştürürsek gerçekten belirgin bir imle işaret edilmemiş anlatıma belki güzel
bir örnek olabilecek bir şiiri eksik algılamış olacağız. Ve ikili arasındaki
iletişimsizliği YŞahan şıp diye kurgulayıp yorumlayıverdi. Ama görüldüğü gibi
onun yorumuyla anlatım tek bir olaya indirgeniverdi. Tek bir olay kolay
çözümlenebilir. Oysa belirsiz bırakılmış olmasıyla bir genelleşme işlemektedir.
Hem şiirde anlatılan ikili için hem de toplum için bir iletişimsizlik durumunun
saptanması haline dönüşmektedir. Jean Paul Sartre’ın “Akıl Çağı”, “Bulantı” ve
Albert Camus’nün “Yabancı”sıyla birlikte okunmalı bu şiir.

Kemal Özmen'in Çözümlemesi:


* "İlk 17. dizeye kadar gündelik olan bir şeyin gözlemlendiği görülmektedir. (..)
ilk 17 dizede , sadece kahvaltı eylemi üzerinde yoğunlaşan ve dış dünyaya karşı
oluşan ilgisizlik, ya da kendi halindelik, bu iki dizede [18 ve 19.dizeler] anlatıcı
açısından bir iç gerilimin uç vermekte olduğunu anlatmaktadır." (17)

* "20.dize ile 26. dize arasında, ilk 17 dizede olduğu gibi yine gündelik olan
anlatılmaktadır. Mekanik jestlerle erkek, (sevgili, dost, arkadaş, koca) dış uzama
taşınmaktadır. 27 ve 28. dizeler ("Bir şey demeden","Bakmadan bana")
gerilimi, yeniden ve artarak vurgulayan dizelerdir; yani, "ben önemli
olmalıydım"ın yoğunluğu, acı, çaresizlik ve buruk bir yalnızlık duygusuyla iyice
pekişmektedir. İlk 28 dizede, erkeğin mekanik tepkiselliğini gözlemleyip
betimleyen anlatıcı, son üç dizede, içine düştüğü boşlukta çaresizliğini pasif bir
tepkiyle içe kapanarak dışa vurmaktadır. İlk 28 dizede, dışa dönük gözlemci
bakış, bu son üç dizede kendi içini gözlemekte, kendi içine ayna tutmaktadır. Bu
acılı ve hüzünlü boyuneğme, kendi gerçeğini bulgulayan kadını bir türlü
kurulamayan iletişimin yol açtığı yalnızlığın dört duvarında dramatik bir içe
kapanmaya itmektedir (18).

* "Şiir, önemsiz olan, yani gündelik olanla, önemli olan, yani olması gereken
içiçeliği ve karşıtlığı ekseni üzerinde, zaman olarak yakın geçmiş, uzam olarak,
iç uzam ve ve dış uzam ve kişi olarak da bir çift üzerine kurulmuştur. Şiirde ne
iç uzam, ne de dış uzam ile ilgili herhangi bir fiziksel betimleme yoktur. İç
uzam, bir ev içinin, bir kahvenin, kapalı, loş, hüzünlü, donuk, tatsız, iç karartıcı,
tek düze atmosferini çağrıştırmaktadır. Bu atmosferin doğurduğu duygular ise
sıkıntı, yalnızlık, gerilim ve şiirde stratejik bir önemi olan ağlama, yani
gözyaşıdır. Dış uzam ise, kapalı, yağmurlu bir havanın içerebileceği şeyleri akla
getirmekte; loşluk, ıslaklık, serinlik, üşüme, tenhalık ve yalnızlık. Dikkat
edilirse, her iki uzam da, içe kapanmayı hazırlamaktadır ve kişilerin
ruhsallıklarıyla uyumludur. Bu nedenle, bir uzamdan ötekine geçiş kolaydır.
Başka bir deyişle her iki uzam aynı sürecin farklı yüzleridir" (19).

* "Kişiler kimliksizdir, fiziksel özellikleri belirtilmemiştir. Birisinin erkek


olduğundan eminiz. ötekini, yani anlatıcıyı da, en azından, kadın olarak
düşünüyoruz. Kişilerin, bir ortak geçmişleri, öncelikleri, beraberlikleri,
muhtemelen de mutlu bir birliktelikleri olmuş olduğunu var sayıyoruz. "Koydu
kahveyi/Fincana" süren, sürmekte olan bir ilişkinin belirli bir anında başlayan
bir durumu yansıtmaktadır. Yine, şiirin sonundaki, "ağladım, ağladım.." da bu
sürecin sonu değildir. Hayat sürmektedir.." (20)

* "peki, sadece davranışlarıyla gözlemlenen erkeği moral açıdan nasıl


tanımlamalı? Kuşkusuz bu güç bir iş; ancak onu, şiirin genel havası içinde
kayıtsız, duyarsız, sakin, kendi haklılığına, ya da kendi haksızlığına inanmış,
susarak ve mekanik jestlerle kendisini anlatmayı yeğleyen birisi olarak
düşünmek mümkün. Peki ya kadın? Kadın, (..) duyarlı, çekingen, aşık, şefkatli,
çocuksu, zayıf karekterli, hüzünlü, melankolik, sıkıntılı, mutsuz, diyalog yanlısı
ve gözlemci. Erkeğin kendisine gösterdiği tepki sadece ağlama: ne nefret, ne
kin, ne öfke, ne de lanetleme.. Sadece pasif bir tepki vererek bir olumsuzluğa
katlanma söz konusu onun için"(21).

* "Şiirde ne erkek, ne de kadın kapalı uzamın dışına çıkabiliyor. Kadın içerde


kalıyor. Erkek ise, bir kapalı uzamdan ötekine giriyor. Kaçış mı bu? Belki..
Kapalılıktan çıkamayış zorunlu olarak içe kapanmayı ön plana çıkarıyor" (22).

* "Bakış, bir bakıma anlatıcı ile özdeşleşmiştir. Bir kamera gibi ağır ağır bir
süreci izlemektedir. Bakış sadece erkek üzerinde yoğunlaşmıştır. Onun yaptığı
mekanik hareketler üzerinde odaklaşmıştır" (23).

* "Şiir içinde gözlem bir süreci, yani belirli bir sürekliliği yani süren, uzayan bir
şeyi anlatmaktadır. Gerçekten de şiirde hep uzayan, giderek dolan ve sonunda
taşan bir şey var" (24).

* "gözlem uzuyor. Tepkisizlik ya da kayıtsızlıkta uzayan bir şey var. Yalnızlık,


terkedilmişlik duygusu da belirli bir süreklilik gösteren bir şey.. O halde,
denebilir ki, akıp giden bir şey var şiirin havasında; önüne geçilemez,
önlenemez, karşı konamaz bir şey. (..) İşte bu bağlamda, yağmur ve göz yaşı
şiirde yaşanan acılı sürecin sonuçları olarak özel bir önem kazanmaktadır"(25).
* "Erkeğin "yağan yağmurda" çekip gitmesi de üzerinde durulması gereken bir
noktadır; erkek, ıslanmamak için önlemini alıyor; şapka ve yağmurluğunu
giyiyor; yani ıslanmaktan, üşümekten, yalnızlıktan kaçıyor gibi" (26).

* "Yağmurda ıslanmak ile içine yağan gözyaşları arasında bu açıdan benzerlik


ilginç; yağmurda ıslanmak, yalnızlığının üşütücü etkisini etinde duymaktır.
Yalnızlık yağmura bulanmıştır. Yalnızlık ıslak bir duygudur. Yalnızlık
üşümektir" (27).

* "şiirde, erkek, kendisini yalnız olarak görmekte, duymakta, yaşamaktadır;


yanında hiç kimse yokmuş gibi davranmaktadır. Oysa kadın yanında birisi
varken yalnızdır" (28).

Kemal Özmen'in çözümlemesi, bir ölçüde, benim vermeye çalıştığım, Yakup


Şahan sorularına bir yanıt gibi. Benzer açıklamalarda buluşuyoruz. Ama yine de
Kemal Özmen'in açıklamalarının bazı noktalarında, metni fazlaca çekiştirdiği,
metin-dışı yorumlara gittiği görüşündeyim:

-‘Anlatıcı ben’ için kullandığı "ben önemli olmalıydımın yoğunluğu"ndan söz


edilebilir mi? Evet anlatıcı kendisine ilgi bekliyor ama bu "ben önemli
olmalıydım" kertesinde değil.

-"İlk 28 dizede, dışa dönük gözlemci bakış, bu son üç dizede kendi içini
gözlemekte, kendi içine ayna tutmaktadır" diyor. Burada herşeyden önce
Jacques Prévert, anlatıcı ben ve anlatılan (il = O) ayrımının altını çizmekte
yarar var. Şair, bir başkasının gözünden eylemlerin mekanikliğini aktarırken
şiirdeki anlatıcı ben tepkisini kendi ağzından da vermiş olsa onu da kameranın
çekimine alarak dışsallaştırıyor. Onu da konu-nesneleştiriyor. Yoksa şiirdeki
anlatıcı ben, Kemal Özmen'in söylediği gibi kendi içine ayna tutmuyor. Eğer ille
bir ayna tutmaktan söz edilecekse, bu yalnızca şiirin son üç dizesinden değil
şiirin bütününden yayılan izleyici-okur'un edindiği bir izlenimdir. Ve bu
izlenime şiirdeki anlatıcı ben’in şikayeti yüklenmiştir. Burada duygusal bir
etkiden söz edilebilir:
"Kloepfer, yineleme konusuna değinirken "eğer bir kimse beş kez aynı şeyi
söylerse altıncısında yeni bir şey söylediğinde şaşırılır" dedikten sonra bir çocuk
şiirinin (tekerlemelerin olsa gerek) bu basit temele dayandığını belirtir.
Kloepfer, Fransız şairi Prévertin "Sabah Kahvaltısı" adlı şiirini buna örnek
göstermektedir. Çok yalın ve yinelemelerle dolu, tek düze bir anlatımı olan bu
ilginç şiirde arka arkaya somut devinimlerden söz ederken en sonunda
birdenbire duygulanmaya yol açan bir önerme yer almakta, beklenmedik bir
duygusal etki yaratılmaktadır" (29).
- İç ve dış uzamı birbirinden ayırarak "her iki uzam da, içe kapanmayı
hazırlamaktadır ve kişilerin ruhsallıklarıyla uyumludur. Bu nedenle, bir
uzamdan ötekine geçiş kolaydır. Başka bir deyişle her iki uzam aynı sürecin
farklı yüzleridir." diyor. Elbette uzamsal benzerlik ve ayrım göstergebilimin
önemli ayırıcı kavşaklarından biridir. Ama bir metnin çözümlemesinde işlev
dikkate alınmalıdır. Burada iç/dış ayrımı bana bir fantezi gibi görünüyor.
Anlamlandırmaya doğrudan bir katkısı yok. Hele hele içe kapanmayı hiç
hazırlamıyor.

-Anlatılan için "kendi haklılığına, ya da kendi haksızlığına inanmış, susarak ve


mekanik jestlerle kendisini anlatmayı yeğleyen birisi", diyor. Böyle bir
değerlendirme, bizi Yakup Şahan'ın söylediği gibi önceden kavga etmiş bir
çiftin kavga sonrası manzarasına götürür. Bu elbette bir olasılık, ama
kesinlenemeyecek bir olasılık. Eğer bunu kesinlersek, Jacques Prévert'in basit
durum ve olayları aktarırken getirdiği toplumsal eleştiriyi gözden kaçırmış
oluruz. Oysa en azından bence, şiir; şiirde sunulmuş biçimsel hiç bir belirtici
olmasa da, modern toplum koşullarının unutturduğu iletişimin iletişimsizliğe
dönüştüğünü örnekliyor. İnsanları birbiriyle ilgilenmeye, birbirini sevmeye,
insanca duygulara yöneltmeye çalışmaktadır. Modern toplum koşullarının
dayattığı olumsuzluğu da şiirin biçiminde düzgülenmiştir, dışardaki baskının
getirdiği mekaniklik, duyarsızlık biçim aracılığıyla bir etki olarak da
sunulmuştur.

-"Yalnızlık, terkedilmişlik duygusu da belirli bir süreklilik gösteren bir şey."


Acaba şiirde terkedilmişlik dugusundan söz edilebilir mi? Evet anlatılan,
şemsiyesini aldı çıktı. Ama eve geri dönmeyeceği nereden belli. Anlatan
dönmeyeceği için mi yoksa ikisi arasında önceden yaşanmış güzelliklerin,
duyarlıkların sürmemesinden dolayı mı duygulanmıştır?

-"yağmur ve göz yaşı şiirde yaşanan acılı sürecin sonuçları olarak özel bir önem
kazanmaktadır". İlle de iki sıvı arasında bir ilişki kurmalı mıyız. Yağmur bu şiir
için dekaoratif, ama belki Jacques Prévert'in kendi ruhsal dünyası için bir ip ucu
olamaz mı? Öyledir demiyorum, ancak Jacques Prévert'i unutarak şiiri
çözümleyemeyiz.

-"erkek, ıslanmamak için önlemini alıyor; şapka ve yağmurluğunu giyiyor; yani


ıslanmaktan, üşümekten, yalnızlıktan kaçıyor gibi". Oysa erkeğin şemsiyesini
alması sıradan bir olgu. Ne önlem alıyor ne de yalnızlıktan kaçıyor. O
yalnızlığının ayırdında değil, mekanikleşmiş.

-"Yalnızlık yağmura bulanmıştır. Yalnızlık ıslak bir duygudur. Yalnızlık


üşümektir." Bu ifadeler de bilgiç eleştirmen değerlendirmesidir, bunlardan elden
geldiğince kaçınmak gerekir.
- Son olarak erkek/kadın yalnızlığının ayrımı da tutarlı görünmüyor bana. Bu
konudaki yapılabilecek tek ayrım yalnızlık karşısında eyleyenlerin ±bilincidir.

**

III- SABAH KAHVALTISI ŞİİRİNİN TÜRKÇEDEKİ DEĞİŞKELERİ

1) Hilmi Yavuz'a ait değişke:


Hilmi YAVUZ çeviri işlemlerini "çeviri" ve "Türkçe Söyleme" olarak ikiye
ayırıyor. Ve 30 şiirlik "Çeviri Şiirleri"(30) toplamında "yerine göre"
davrandığını yani bazı çevirilerinde "çeviri" bazılarındaysa "türkçe söyleme"
yolunu tuttuğunu belirtiyor. Kendisinin, "lisede öğrenci iken çevirmiştim" dediği
ama yine de "bu seçkide yer alan şiirler, son otuz yılın ürünleridir. üzerinde çok
çalıştım bu şiirlerin" ifadesiyle iddialı olduğunu belirtmiş oluyor.

SüTLü KAHVE

Kimseyle konuşmadı beyimiz


Kahveyi koydu fincana
Burnu bir karış havada
Kahve neyine yetmedi yalnız
Sütü şekeri bir yana

Karıştırdı, karıştırdı inadına


O canım sütlü kahvenin
Hala kokusu burnumda
Hepsini zıkkımlandı, billahi
Hepsini bir yudumda

Bir de cigara yaktı üstüne


Oh, oh, ne âlâ!..
Dumanları halka halka
Külleri kül tablasına tabii
Sen avuçlarını yala.

Ayağa kalktı beyimiz


Şapkasını başına koydu
Pardesüsü yepyeni sırtında
Dışarda yağmur yağıyordu
Yürüdü yağmurun altında

Ben aciz kulu tanrının


Amanın ne kötü dünya!
Başım avuçlarımın arasında
Durup dururken kederlendim
Başladım ağlamaya.
çeviri: Hilmi YAVUZ

Şiirde bir uyaklama (fincana, yana, inadına; havada, burnumda, yudumda,


sırtımda, altında, arasında; âlâ, halka, yala; dünya, ağlamaya; beyimiz, yalnız) ve
sesbirim olarak yineleme çabası izleniyor. (/k/ sesbirimi başlık hariç 25 kez, /d/
20 kez, /m/ 18 kez ile en sık kullanılan sessizler.)

Beş ile 12 hece arasında değişen ama çoğunlukla 8 heceli dizelerden


oluşturulmuş serbest biçimli ve beşli dizelerden oluşturulan beş bölümlü bir şiir.
İkinci bölümün sonunda üç nokta, son dörtlüğün ikinci dizesinin sonunda ünlem
var.

Şiirde alaycı bir biçem var. "Beyimiz", "zıkkımlandı", "avuçlarını yala".


Kullanılan ifade özensiz. "Sütü, şekeri bir yana" ifadesi süt ve şekerin dışında
başka şeyleri de düşündürüyor ama gerisi gelmeyince bunun "fincana"
sözcüğüne uyak olsun diye rastgele kullanılmış olduğunu düşünüyoruz. "Külleri
kül tablasına tabii/Sen avuçlarını yala". Bu iki dize arasında bir bağ yok. Sanki
küller yenir birşeymiş ve kadına da vermesi gerekiyormuş gibi bir anlam
çıkarmaya uygun dizilmiş. Kaldı ki külleri yere atsaydı o zaman şiirde verilmeye
çalışılan kendini beğenmiş, zorba kişiye daha uygun düşerdi. Oysa külleri kül
tablasına koymasıyla kibarlık taslayan, kendini beğenen bir züppeyi mi
düşünmeliyiz?

Bu çeviri şiirde anlatıcı kadın, anlatılan erkek ve "Kimseyle konuşmadan


beyimiz" ifadesi içine sıkıştırılan başkaları da söz konusu. Bu kişilerle ilişkisi
açısından, anlatılan aile reisidir. Bencildir. Sütlü kahveyi evde yalnız kendisi
içer. Öbürleri imrenç içindedir. O, keyfine de düşkündür. Karşısındakilere
aldırmaz. Tepeden bakar. Anlatan ise hiçlenen kadını temsil etmektedir. Ve
kadın erkeğinin kendini insan yerine koymayışına içerlemekte, gözyaşlarıyla
yeryüzündeki konumuna isyan etmektedir.

İzlendiği gibi iki şiir arasında biçim ve içerik açısından ayrılıklar çok derindir.
Tümden iki ayrı konu, iki ayrı biçim söz konusudur. Çeviri şiirin ilk ürünü
temsil edebilme niteliği yoktur. İlk ürün yalnızca çıkış için bir kaynak gibi
kullanılmıştır. İlkindeki belirsizliklere ve biçimsel içkinliklere karşın,
çevirisinde belirlilik, açıklık sergilenmiştir.

2) Tahsin Saraç'a ait değişke:


KAHVALTI

Fincana
Kahveyi koydu
Kahveye
Sütü koydu
Sütlü kahveye
Şekeri koydu
Kaşıkla
Karıştırdı
Sütlü kahveyi içti
Fincanı yerine koydu
Benimle konuşmadan
Bir sigara
Yaktı
Dumanlarıyla
Halkalar yaptı
Külleri
Kül tablasına döktü
Benimle konuşmadan
Yüzüme bakmadan
Yerinden kalktı
Şapkasını
Başına koydu
Yağmurluğunu
Sırtına geçirdi
Yüzüme bakmadan
Hiç konuşmadan
Yağmur yağıyordu
O yağmurda
çekip gitti
Ben de
Kapatıp avuçlarımı yüzüme
Ağladım ağladım.
çeviri: Tahsin SARAÇ

Tahsin Saraç'ın çevirisinde(31) "şapka giyme", ilk biçimdeki yinelemeleri


aktarma kaygısıyla olabilir: "Şapkasını başına koydu" diye çevrilmiş.
Fransızcadaki fiil ifadesine denk düşen bu kullanım, aslında genel kullanımdan
sapmadır ama şiirin bütünündeki mekaniklik dikkate alındığında kabul
edilebilirdir. Ama Yakup Şahan bu konuda şöyle düşünmektedir: "T.Saraç'ın
deyişi oldukça yavan ve hatta yanlış denilebilir; şiirsellik bir yana, iyi bir Türkçe
de değil. Türkçede insan başına şapka koymaz, giyer, geçirir, vb. üstelik, bu
renksiz, düpedüz bir deyiş: Şiirde yaşanan ruhsal gerilimle hiç bağdaşmıyor,
tersine onu gevşetiyor" (32).

Tahsin Saraç'ın çevirisinde "ve" bağlaçları ya kaldırılmış, ya da dönüştürülmüş


(de bağlacıyla ("ben de") ve ikelemeyle karşılanmış).

"Ben de/Kapatıp avuçlarımı yüzüme/Ağladım ağladım." çevirisinde ortaya çıkan


eylem ile kaynak metindeki anlatanın eylemi denk düşmüyor. Oysa bu
denksizlik diller arası bir güçlükten de kaynaklanmıyor. Kaynak metindeki
eylemler "başını elinin içine almak ve ağlamak" başka bir edimi "düşünmek,
değerlendirmek" edimini içkin olarak aktarırken, ve "ve" bağlacı iki eylemi
dinlendirirken, Tahsin Saraç'ın metnindeki eylemler birbirlerinin anında önü-
ardı olarak sıralanmaktadır. Son dize "Ve ağladım", Tahsin Saraç'ta "ağladım
ağladım" biçiminde ikilemeyle, göreli bir sürekliliği, çok ağlamayı, belki
dolayısıyla boşalmayı düşündürüyor. Oysa kaynak metin net, "Ve ağladım."
Şiirin sonundaki noktayı, şiirin tek noktalamasını da ilişkinin sonu değil sabah
kahvaltısının sonu olarak anlıyorum. Ve bu netlik, yalınlık içine sıkıştırılıyor
anlatanın ve Jacques Prévert'in iletisi.

3) Yakup Şahan'a ait değişke:

Sabah Kahvaltısı

Koydu
Kahveyi fincana
Süt koydu
Kahve fincanına
Şeker attı
Sütlü kahveye
Küçük bir kaşıkla
Karıştırdı
Ve içti sütlü kahveyi
Yerine koydu fincanı
Yine konuşmadı benimle
Yaktı
Bir cigara
Oynadı
Dumanlarıyla
Silkti küllerini
Küllüğe
Konuşmadı benimle
Bakmadı yüzüme
Kalktı ayağa
Taktı
Başına şapkasını
Giyindi
Yağmurluğunu
Yağmur yağıyordu
Gitti gider
Yağmur altında şimdi
Demeden bir şey
Bakmadan yüzüme
Ve aldım başımı
Avuçlarımın içine
Ağladım ben de
Yakup ŞAHAN

Yakup Şahan'ın çevirisinde "ve" bağlacı ikiye indirilmiş, üstelik bunlardan biri
şairin kullanmadığı bir yerde karşımıza çıkarılmış.

Yakup Şahan "yine" sözcüğünü fazladan kullanmış. Ancak bu değerlendirmeye


Yakup Şahan'ın yanıtı şöyledir: "Yine konuşmadı benimle" dizesinde "yine"
sözcüğünü fazladan kullanmışım (..) Kadıncağız erkeğinin jestlerini bir bir
izliyor, her birinden sonra konuşacağını umuyor, böylece, düğümün
çözüleceğini, her şeyin düzelip eski yoluna gireceğini düşünüyor. Ama bu
beklenti, erkeğin her eylemiyle uzayıp gidiyor, kadın bir düş kırıklığı içinde,
eziktir; işte bu küçük yine, bu beklenti sonundaki, eziklik ve umarsızlık halini
saptıyor. "Fazladan" mıymış?" / "Ama, özgün metinde böyle bir şey yokmuş, ne
çıkar? Biz sözcük çevirmiyoruz, şiir çeviriyoruz, yani anlam aktarıyoruz." (33)

Önce, şiir çevirmek anlam aktarmak değildir yalnızca, şiirsel dilin de


aktarılmasıdır. Sonra, evet fazladan. Zira "yine" sözcüğü eylemin tekrarını ifade
eden bir görünümdür. Oysa şiir bize sunulan bir kesittir. Ve bu kesit kendi
biçimselliği ile de anlama katılmaktadır. Şair, okuru bir ritme hazırlama
evresindedir. Bence şair bu kesitin dışında şiirde anlatılan kişilerin önceden ne
yaptıklarıyla, sonradan ne yapacaklarıyla ilgilenmiyor. Onun için önemli olan
iki insan arasındaki iletişimsizlikten yola çıkıp bize seslenmek, bize olumsuzu
göstererek tersini önermektir.

Yakup Şahan'ın çevirisinde "Bir cigara" kullanılmış. "Cigara", türkçede


toplumsal bir kesimin sözcüklemesidir. Şiirde böyle bir konuma işaret yoktur.
Böyle bir çeviri, türk okuru yanlış anlamlamaya itebilir, demişim. Yakup Şahan
buna şu yanıtı vermiş: "her şeyden önce, J.Prévert'in daha çok kimlerin şairi
olduğunu düşündüm: İşçiler, emekçiler, küçük burjuvalar, gençler, liberal ve sol
düşüncede olanların; diyeceğim, üst katmanların değil, orta ve ortanın altı
katmanların. Ayni katmanlar bizde "sigara" yerine "cigara" der diye düşündüm
ve bu yüzden bu sözcüğü kullandım. (..) J.Prévert'in düşüncesine yakın
şairlerimiz de, sigara değil "cigara" demeyi yeğliyorlar” (34).

"Dilimizin sesbilimi etkisiyle midir, yoksa halkımızın kulağına hoş


gelmediğinden midir nedir, genelde, sokaktaki adam "sigara" sözcüğünü
kendine yaban bulur da, "cigara" demeyi yeğler; bunun gibi, jandarma demez de
"candarma" der, resmen her yerde "sigara" ya da" jandarma" dense ve yazılsa
da. Türkçemizin ses uyumu yasalarının bunda büyük etkisi olmalı" (35).

Burada şunun altı çizilmeli, herhangi bir yazarın genel tutum ve davranışına
bakarak, biçemini kuramazsınız. Metne dönersek, sigara demek ile cigara demek
neyi değiştirir? Metnin rengini, dokusunu. Zira "cigara" sözcüğü standart dilden
sapan bir sözcüktür. Oysa Jacques Prévert bu metninde çok yalındır ve hiç bir
sözcüksel ve dilsel (yazı dilinden konuşma diline) sapmaya yer vermemiştir.

"Oynadı/Dumanlarıyla" dizelerinde "oynadı" sözcüğü bir keyif anlam birimini


de taşımaz mı? Şiirdeki erkeğin sigara dumanlarıyla halkalar yapması
keyiftendir diye yorumlanabilir mi? Yoksa sıkıntıdan ne yaptığını bilmez birinin
davranışı olmasın, ya da belki daha doğrusu, bir becerinin sıradanlaştırılması,
alışkanlığa dönüştürülmüş bir eylemin sunulması olmasın? Bu sonuncu yoruma
belirli tanımlıklarla sıralanmış nesneler de destek vermektedir: bildik bir uzam,
bildik nesneler, bildik, alışılmış, sıradanlaşmış bir yaşam. Anlatıcının isyanı da
buna değil mi?

Ama Yakup Şahan ile aramızda çok önemli bir yorum farklılığı var, ona göre
erkeğin sigarayla halkalar yapması "kadınla alay etmek, kadına karşı
biganeliğini dışa vurmak ve belki de kadını korkutmak, meydan okumak"(36),
içindir. Ne denebilir ki?

Yakup Şahan Il a mis son chapeau ifadesini "Taktı/Başına şapkasını" diye


çevirmiş. Burada bence "başına şapka takmak", argo bir kullanımı çağrıştırıyor
ve şiire bağlı hiç bir işlevi yok. Bu konudaki savunması da şöyle: bu, "bir deyiş;
bir çeşit stilizasyon; dilin olanaklarından yararlanarak, anlatımı güçlendirme
yolu, o kadar. Bu yüzden argo ile bir alıp vereceği olamaz. (..) Şiirdeki ruhsal
gerilimi anlatabilmek için, kalıplaşmış "giymek" eylemini bir yana bırakıp, bana
daha dinamik görünen "takmak" eylemini kullandım; basit, standart bir eylemi
daha çarpıcı kılmaya çalıştım. Gerçekten, insan bir yerde sinirlenince şapkasını
alır gider; M. Durak'ın çevirisinde olduğu gibi, başına geçirmeye vakit
bulamaz"(37).

Şu an konuya yeniden yaklaştığımda, bu açıklamanın tümüne katılmasam da


"dinamik görünen takmak" eylemine takılıyorum. Gerçekten "takmak",
"giymek"e göre daha dinamik diye düşünüyorum. Ancak bu dinamikliği iki
eylemin gerçekleştiriliş biçiminde değil de sesel yapılarında görüyorum. Zira /t/
ve /k/ ses birimleri patlamalı seslerdir. Üstelik şiir içinde kullanılabilecek
öbür /k/ sesleriyle de bir bağlantıya girebilir.

"Kalktı" yerine "kalktı ayağa" demeye gerek var mı? Demişim. O, "biri soyut,
genel bir eylemi gösteriyor, öteki ise, bu eylemin özel bir halini, daha doğrusu
belli bir jesti gösteriyor. (..) Fransızcadaki "se lever" eylemi de, her şeyden önce
"ayağa kalkmak" demektir" (38), demiş. Bu noktada da böyle durumlarda
çevirmen elbette yerine göre farklı yönelişleri benimseyebilir. Ancak burada, iki
şeyi dikkate almak gerek: Jacques Prévert yalın bir şiirin ardındadır bir. Şiir,
doğası gereği fazlalıkları sevmez iki.

"Giyindi" çeviri biçiminde de (-in-) eki fazladan bir kullanım. Oysa yalnızca
/Giydi/ ile ve de yalnızca /Gitti/ ile dizeler oluşturulsaydı, sesel ve biçimsel bir
bakışım da kurulacaktı. Kaldı ki /Gitti gider/ biçimi, bir terketmeyi, terkedilmeyi
anlatır. Oysa, erkeğin terketmesi bence kesinlikle söz konusu değil. Zira
yinelemelerle, sıradan, yalın sözcüklerin kullanımıyla, mekanik izlenimi
uyandıran bir akıcılıkla sürüp giden, gidecek bir ilişkidir söz konusu olan. Ama
elbette Yakup Şahan bu yoruma katılmadığı için böyle çeviriyor: "ben hüzünle
"Gitti gider" diyorum, bir yazıklanmayı duyurmaya çalışıyorum" diye açıklıyor
(39).

Yakup Şahan'ın çevirisinde kadın başını avuçlarının içine alıyor. Oysa kaynak
metinde "elimin içine" diyor. Ben yukarıda da belirttiğim gibi elini yanağına
götürerek, düşünmek ediminin göstergesi olarak bir görünüm sunduğunu
düşünüyorum. "Ve" bağlacını da orada çok işlevsel buluyorum. Bir de Yakup
Şahan'ı dinleyelim: "Bir kez kadının eli başını kavrayacak kadar büyük, bu
olacak iş değil, ikinci olarak "başını ele almak" diye bir deyim yok Türkçede;
ayrıca bu, bir güzel deyiş de değil; bozuk bir anlatım; üçüncü olarak, özgün
metinde "dans la main" der, yani elin içinden, avuçtan söz ediliyor; nitekim,
bizler, "avuç" sözcüğünü kullanmışız, hem de bir avuçla insanın başını
tutamıyacağını düşünerek, sözcüğü bir de çoğul yapmışız; doğrusu da bu değil
mi? Dördüncü olarak, M. Durak'ın çevirisindeki (ve) bağlacı çok 'fazladan';
tümce, (ve) ile başlıyor, (ve) ile bitiyor!" (40)

Yakup Şahan'ın son dizesi, "Ağladım ben de", o çekti gitti ben de buna karşılık
ağladım'ı çağrıştırıyor. Oysa son bölümde anlatılan bu ağlama, bir sürecin
(düşünme ve eylem) son kertesidir: bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra,
hem çaresizliğini, yalnızlığını hem de o an için elinden gelen karşı koyma
tavrını, başkaldırısını, ayni eylem içerisinde gerçekleştirmedir.
Ben, yaptığım çeviride genel olarak şiirdeki sözdizime bağlı kalarak eylemleri
inceledim. Tahsin Saraç'ın çevirisi yine bir düzen içinde türkçedeki normal
sözdizim dikkate alınarak yapılmış. Bunun, dillerin yapısından kaynaklanan bir
durum olduğu ya da şiirin filmselliği ileri sürülerek karşı çıkılabilir ve
tartışılabilir. Yakup Şahan ise girişte devrik sözdizimiyle başlayıp sonradan
normal biçime dönmüş. Bu değerlendirmeye, şöyle yanıt verilmiş, devrik tümce
kullanımı şöyle açıklanmış: "Birinci etkiyi güçlendirmek istemem; ikincisi
J.Prévert'in ayni zamanda bir sinema sanatçısı olduğunu ve bu sanatın da eylemi
ve jesti her şeyin üstünde tuttuğunu düşünerek, eylemleri dizelerin başına
getirmek istemem üçüncüsü de, böyle bir sözdiziminin şiirsel söyleme daha
yatkın olduğunu taşımam" (41).

SONUÇ GİBİ
Bu yazının temel savı şiirin çevrilebilirliği idi. Sözü uzattığımı, belki yine de
bazı noktaları aydınlatamadığımı düşünüp hani şiir çevrilebiliyordu
diyebilirsiniz. Ama, bu yazıda vurgulamak istediğim, çevirilecek metin yazınsal
bir metin, özellikle de şiirsel bir metin ise onun şiirsel değerlerini tümüyle (ya da
tümüne yakın) çözümlemeden yapılacak çevirilerin bazı noktaları karanlıkta
bıraktığı, bırakacağıdır.

Sonuç olarak size şiiri anlamlandırma konusunda iki ayrı yorum sundum, ve
konu edindiğim çevirilmişler yanı sıra aşağıda başka değişkeler de sunuyorum.
Bu yorum ve çevirilerden birini kendinizce "kabul edilebilir" bulacaksınız en
azından. Beğenmediğiniz yanları varsa yeniden elden geçireceksiniz, şiirle bire
bir buluşmak için. Eğer değişkelerden birini beğendiyseniz şiir çevrilmiş
demektir. Yok siz de çevirmeye kalkışıyorsanız, yine "şiir çevrilebilir" savına
destek veriyorsunuz demektir.

İşte sizlere okuma ve çeviri cimnastiği verecek öbür değişkeler:

SABAH KAHVALTISI

Koydu kahveyi
Fincana
Sütü de koydu
Kahve fincanına
Attı şekeri
Sütlü kahveye
Durdu pişirmeye
Sonra dönüp
İçti sütlü kahveyi
Ve koydu yeniden fincanı
Usulca
Yaktı
Bir sigara
Dumanları
Halka halka
Sonra serpti külünü sigaranın
Kül tabağına
Yavaşça
Bakmadan
Kalkıverdi
Geçirdi
Şapkasını başına
Giydi
Yağmurluğunu
Yağmura karşı
Sonra çekip gitti
Yağan yağmurda
Bir şey demeden
Bakmadan bana
Ve ben
Başım ellerim arasında
Ağladım ağladım
Abdullah Rıza ERGüVEN (42)

SABAH KAHVALTISI

Koydu kahveyi
Fincana
Koydu sütü
Kahvenin içine
Koydu şekeri
Sütlü kahveye
Küçük kaşıkla
Karıştırdı
İçti sütlü kahveyi
Ve bıraktı fincanı
Konuşmadan benimle
Yaktı
Bir sigara
Halkalar yaptı
Dumanıyla
Döktü külleri
Kül tablasına
Konuşmadan benimle
Bakmadan bana
Kalktı
Geçirdi
Şapkasını başına
Giydi
Yağmurluğunu
Yağmur yağıyordu çünkü
Ve gitti
Yağmurda
Tek söz etmeden
Bakmadan bana
Ve ben aldım
Başımı elime
Ve ağladım.

çev: Mustafa DURAK (43)

SABAH KAHVALTISI

Koydu kahveyi
Fincan
sütü de koydu
Kahve fincanına
Attı şekeri
Sütlü kahveye
Karıştırdı
İçti sütlü kahveyi
Sonra koydu fincanı masaya
Hiç konuşmadan
Yaktı
Bir sigara
Halkalar yaptı
Dumanıyla
Sonra külünü serpti
Kül tablasına
Hiç konuşmadan
Bakmadan
Kalkıverdi yerinden
Geçirdi
Şapkasını başına
Giydi yağmurluğunu
Yağmur yağıyordu dışarda
Sonra çekip gitti
Yağan yağmurda
Bir şey demeden
Bakmadan bana
Ve ben
Başım ellerimin arasında
Ağladım ağladım.
Kemal ÖZMEN (44)

Sabah Kahvaltısı
Kahveyi
Fincana koydu
Sütü koydu
Kahve fincanına
Şekeri koydu
Sütlü kahveye
Küçük kaşıkla
Karıştırdı
Sütlü kahveyi içti
Fincanı bıraktı
Bana bir şey demeden
Yaktı
Bir sigara
Halkalar yaptı
Dumanla
Külleri koydu
Tablaya
bana bir şey demeden
Bana bakmadan
kalktı
Geçirdi
Şapkasını başına
Giydi
yağmurluğunu
Yağmu yağıyordu çünkü
çıktı
Yağmu altına
Bir şey söylemeden
Bana bakmadan
Ve ben aldım
Başımı ellerimin arasına
Ağladım
Doğan Aksan (45)

Kaynaklar, notlar:
1) Yakup Şahan; Kalemini Dinlendirmek; Karşı dergisi; sayı: 30; (s: 16)
2) Ayni yazar ayni yazı ayni sayfa
3) Roman Jakobson; Essais de Linguistique générale; s: 86 (anan Yakup Şahan
ayni yazı)
4) Roman Jakobson; Dilbilim Açısından çeviri; türkçesi: Emel Sözer; Yazko
Çeviri, sayı:1; 1981 içinde sayfa 144 ve Roman Jakobson; Essais de
Linguistique Générale; traduit par: Nicolas Ruwet; Les Editions de Minuit;
Paris; 1981
5) Yüksel Baypınar; Tuhaf Bir Şiir Anlayışı: Somut Şiir!; Gündoğan Edebiyat;
sayı: 5 1993 içinde (sayfa: 65-76)
6) Y. Şahan; ay. (s: 17)
7) Ay ay. (s: 19)
8) Ay ay ayni sayfa
9) Ay ay as.
10) Yakup Şahan; Sanat Yapıtının Dokunulmazlığı; Varlık, sayı: 966, s:12.
11) Ay ay. (s: 18)
12) Ay ay as.
13) Jacques Prevert; Paroles; Paris; Livre de poche libr. Gallimard; 1949
14) Yakup Şahan; Anlam ve Etki Bakımından: "Sabah Kahvaltısı"; Karşı dergisi
sayı: 31 içinde (s: 11)
15) Ay ay. (s: 12)
16) Ayay. (s: 12-13)
17) Kemal özmen; İki Şiir/İki Yorum ya da Ayağı Takılanlar; Littera cilt 4;
1993 içinde (sayfa: 188)
18) Ay ay as.
19) Ay ay as.
20) Ay ay as.
21) Ay ay. s: 189
22) Ay ay as.
23) Ay ay as.
24) Ay ay. (s: 190)
25) Ay ay as.
26) Ay ay as.
27) Ay ay. (s: 191)
28) Ay ay as.
29) Prof Dr Doğan Aksan; Şiir Dili ve Türk Şiir Dili; 1993, (s: 218-9)
30) Hilmi Yavuz; Çeviri Şiirleri; İst. Cem Yay. 1987.
31) Tahsin araç; Günümüz Fransız Şiiri; Ankara; Dernek yay. 1963.
32) Yakup Şahan; ayni yazı; (s: 13-14)
33) Ay ay. (s: 15)
34) Ay ay. (s: 14-15)
35) Ay ay. (s: 14)
36) Ay ay. (s: 15)
37) Ay ay. (s:14)
38) Ay ay. (s: 15)
39) Ay ay. (s: 16)
40) Ay ay. (s:15)
41) Ay ay. (s: 16)
42) Abdullah Rıza Ergüven; Fransız Şiiri; Yaba Yayınları; Ankara; 1985
43) Mustafa Durak; Şiir çevirmek; Karşı Dergisi; sayı: 25; 1989
44) Kemal Özmen; İki Şiir/İki Yorum ya da Ayağı Dağa Takılanlar; Littera; cilt
4 içinde (s: 186-197)
45) Prof Dr Doğan Aksan; Şiir Dili ve Türk Şiir Dili; 1993

You might also like