You are on page 1of 15

METE BAŞGU İLE (SULUBOYA) RESİM ÜZERİNE MUSTAFA

DURAK
METE BAŞGU İLE (SULUBOYA) RESİM ÜZERİNE

Mustafa Durak

Mustafa Durak- Sayın Mete Başgu, siz resmin çeşitli alanlarında çalışmalar üretiyorsunuz.
Ben konuşmaya önce suluboyalarınızdan başlamak istiyorum. Sizce suluboyada teknik
özellikler ne olmalıdır?

Mete Başgu- Önce coşku. Suluboya tek seansta coşkuyla yapılan resimdir. Bende o coşku
azalınca resim defolu oluyor. Suluboya tamir kabul etmiyor, malzemenin yapısı gereği. Güzel
boya, güzel bir kağıt, samur fırçalar, hatta konuya uygun kağıt, suluboya resmin güzelliğini
etkiler.

M.D.- Kağıt farklılıkları nasıldır?


M.B.- Önce kalite, bazı kağıtlar su ile ıslatılır nemlendirilir. Renkler çok hoş dağılır ve güzel
geçişler olur, lekelerin yaptığı çok hoş bir pentür tadı alırsınız, tabii sen hükmedeceksin fırçaya
ve konuya. Her resim heyecanla yapılıyor ama suluboyada bir başka. İlk resimden sonra o tadı
alamazsınız, veremezsiniz de.

M.D.- O zaman şöyle. Suluboyada sanatçının malzemesiyle (fırçasıyla, kağıdıyla,


boyasıyla) yaşadığı bir haz söz konusu.

M.B.- Tabi, tabi.

M.D.- Bu haz ve heyecan acaba izleyiciye nasıl yansır?

M.B.- Ben, izlenimci bir anlayışla kıvrak çizgiler, rahat bırakılmış renkler, özensiz gibi ama
özenle bırakılan renklerin tatlı pentür hazzını yaşarım. Bunu çevremden duymak beni mutlu
ediyor. Rahmetli Hoca Aliriza`nın resimleri, ingiliz suluboyacılarında görülen fotograf hissinden
uzaklaşmak günümüze gelmek gerekir diye düşünüyorum. Bugün suluboya ile soyut da
yapılıyor. Suluboyanın rahatlığı ve kabalığı da tat verir insana.

M.D.- Sizin şu suluboyalarınız empresyonist birer yağlı boya gibi.


M.B.- O benim anlayışım. Suluboyada kağıdın kendisini iyi kullanmanız gerek. Kendisi de
renktir. Bende fazla kontur yoktur. Bazan tuz da kullanırım.

M.D.- Suluboyanın yetkinliğini, nitelikli oluşunu neye bağlıyorsunuz? Bir izleyici


suluboyada neler aramalı?

M.B.- Ben fırçadaki gücü ararım önce. Ressam suluboyanın gereğini yapabilmiş mi, kağıdın
boşluğunu yerinde kullanabilmiş mi ona bakarım, pentüre, renge bakarım. Heyecan ararım.

Çağdaşlık da ararım. Fotoğraf gibi suluboyalar bana artık tat vermiyor. Yorum olmalı. Malzeme
olarak suluboya şeffaf bir malzemedir. Düz satıh hissi verir, denir ama izlenimci bir anlayışla
yaparsan, havanın obje ile aramıza giren bir tül olduğunu düşünürsen yakına sert renkleri
uzaklara doğru soluk renkleri kullanırsan, derinlik hissini verirsin. Ben pentürle zevk vermeğe
çalışıyorum. Renkçiyim. Çok rengi seviyorum.

M.D.- Şimdi karşımızda üç tane suluboya resminiz var. Bunlardan iki tanesi sanki
birbirine daha yakın, üçüncüsü farklı. Bence bu farklılık renklerin tonuyla ilgili. Farklı
renkler devreye girmiş. Benim öğrenmek istediğim şu: suluboyaya baktığımızda
suluboyayı iyi ya da kötü kılan özellikler neler? Burda şu iki tanesinde renkler daha
seçikleşmi, daha ayrı ama burda birbiri içersine girmiş. Hangisi yeğlenir suluboya
sanatında?

M.B.- O yeğlenir, bu yeğlenir diyemeyeceğim. Bu bir heyecan meselesi. O andaki duygu seline
bağlı. Suluboya tecrübe işidir biraz. Yani çok yapmayla da kazanılır. Suluboya yağlıboyaya göre
zordur derler. Niye? Çünkü hata yaptığınız an tamiri mümkün değil. Yani defolu deyip
atacaksınız. Dolayısı ile o, konu gereği öyle olmuş. Ama burda bir başka konuda daha rahat bir
pentür anlayışı ile daha renkli bir yeri yapmışsınızdır.

M.Durak - Peki. O zaman ben öyle sorayım: Herhangi bir suluboya sergisine gittiğinizde
ilk dikkat ettiğiniz konular, noktalar nelerdir?

M.Başgu - Ressamın fırçasındaki ustalığa bakarım ben.

M.Durak - O ustalığı nereden anlarsınız?

M.Başgu - Kompozisyon, konu hakimiyeti fırçasından belli olur.

M.Durak - Nasıl belli olur?

M.Başgu - Şimdi, diyelim ki natürmort yapıyor. Acemi olsa kullanılmayacak renkleri kullanır
veya ışığın nereden geldiğini anlayamazsınız resme baktığınızda. Ama o getirir bir elma yapar
size. Çok klasik bir örnektir. Elmanın bir yüzünde çok tatlı bir kırmızıyı yani değerinde bir
kırmızıyı koymuştur pat diye. Diğer tarafları kağıttır. Bomboştur ama siz yuvarlak, taptaze, pırıl
pırıl bir elma görürsünüz. Yani ustalığı besbellidir o adamın. Yani belli bir yere bir renk ama bir
derinlik, bir yuvarlaklık verir, bir form verir objeye.

M.Durak - O zaman şöyle diyebilir miyiz: Nitelikli yapıt, nitelikli suluboya yapıtı izleyicide
gerçeklik izlenimi uyandıran bir yanılsama yaratır?

M.Başgu - Yoo ben soyut da denedim. Bu size bağlı. Yalnız suluboyada şu vardır: pentürle yani
renkle zevk vermek. Renklerin birbirine geçişi size çağrışım yaptıracak şekiller meydana
getirecek. Ama siz yine de boyaya hükmedeceksiniz. Yani bir şeyler yaratacaksınız. Ama imaj
da yaratacaksınız. O renkler birbirine geçecek ama size de birşeyler çağrıştıracak. Gerçi size
başka, bana başka şeyler çağrıştırabilir ama sonuçta bir şey çağrıştıracak yani bir imaj yaratacak
ve tatlı bir haz verecek. Herşeye rağmen suluboya ve yağlıboyada benim söylediğim bir şey
vardır: güzel sanatlar (sanayii nefise) demişiz, yani suluboya da yapsak, yağlıboya da yapsak,
soyut da yapsak, klasik de yapsak güzel yapmak zorundayız. Güzel olmak zorundayız.

M.Durak: O zaman şöyle toparlayacağız: izleyici resme baktığında kendisine ters


gelmeyecek noktalar olmalı?

M.Başgu: Şimdi buna ne cevap vereceğimi bilemedim. İzleyici bazen benden o kadar çok farklı
şeyler düşünüyor ki ben bunu böyle düşünmemiştim, diyorum içimden.

M.Durak: Bu özellikle soyut resimde geçerli olabilir. Yakıştırmalarla, anlamlandırmalarla


mümkün olabilir. İzleyici baktığı zaman kendi kafasında oluşabilecek bir peyzajla sizin
yaptığınız peyzajın denk düşmesi, bir cansız nesne düzenlemesi çalışmasında diyelim ki
bir elmanın onun kafasında bir şeyler uyandırması, kendi kafasındaki elma kavramına
denk düşmesi gerekir.

M.Başgu: Gayet tabi.

M.Durak: O ikisi arasında bir çelişki, terslik olduğu zaman demek ki sanattan ayrılmalar,
acemilikler söz konusu?

M.Başgu: Tabi. Zaten onu farkedersiniz. Seyirci de farkeder. Yani seyirci dediğim, gelir
bakarsınız suluboyaya, eh dersiniz, acemi bu, eğitimi yok dersiniz.

M.Durak: Peki. Yine teknik konusunda bir noktaya değineceğim. Bir suluboyada
beyazlıkların fazla olması, beyazlıklardan fazla yararlanma o suluboyaya daha fazla bir
üstünlük sağlar mı?

M.Başgu: Yok hayır. Gereği kadar. Şimdi bir çini mürekkebi düşünün. Siyah beyaz, çiniyi
düşünün. Işık alan almayan yerleri düşünün. Işık almayan yerlerde grinin tonları ve siyahı
boyarız. Işık alan yerlere boya koymayız olur biter. Bu suluboyada da ayni şey. Fakat kağıdın
boşluğunu kullanmak derken de gereksiz yere ben fazla kullanıcam diye de fazla bırakamazsınız.
Nerde fazla ışık varsa orasını fazla bırakırsınız. İşte suluboyanın zorluğu burada. Yani suluboya
tecrübesi. Ben zor olduğuna inanıyorum. Bir antreman, iki antreman, beş antreman, derken,
insan alışır. Ondan sonra da onu yapar. Yalnız şu var, sabah kalkıyorsun, kağıdın güzel,
fırçaların güzel tam oturuyorsun, evin içindeki herhangi bir eşyayı o an beğeniyorsun, şunu
yapayım diyorsun, yapıyorsun. İkincisine gittiği zaman benim canımı sıkıyor, kağıt da ziyan
oluyor.

M.Durak: Şöyle diyebilir miyiz: Suluboya, yapımı sırasında hata affetmez.

M.Başgu: Tabi.

M.Durak: Bir eğitimci olarak ben şöyle bir yakıştırma yapmak istiyorum: Suluboya tek bir
sınavdır, bütünlemesi yoktur.

M.Başgu: Tabi. Tabi.Yalnız ben suluboyacı değilim. Ben suluboyayı yıllarca desen diye
kullandım.Yani yağlıboya yapmadan önce suluboya çalışıp sonra yağlıboyaya çeviriyordum.
Hocamız da iyi suluboya yapardı. Yıllarca sulu boya yaptık. Buna rağmen kendimi suluboyacı
olarak düşünemediğim için ya da suluboyaya, malzemeye ve suluboyacılara olan saygımdan
dolayı yapmıyordum. Fakat bir yapmağa başladım, sen suluboyacısın demeye başladılar.
Şaşırdım, çünkü hakikaten ben suluboyacı değilim.

M.Durak: Doğrusunu isterseniz, benim için de bir suluboyacısınız. Hem de iyi bir
suluboyacı. Suluboyanın gizleri ile ilgili ekleyeceğiniz bir ey var mı?
M.Başgu: Suluboyanın kendine has bir tadı vardır. Ama yaşama gücü açısından yağlı boya kadar
sağlam malzeme değildir. Tadı vardır, iyidir ama yağlıboyanın yerini alamaz.

M.Durak: İsterseniz artık suluboyadan yağlıboyaya geçelim. Şimdi serginizde gördüğümüz


kadarıyla ya da benim sizi tanıdığım kadarıyla çalışmalarınızın büyük bir bölümünü
peyzajlar oluşturuyor.

M.Başgu: Yarıyarıya bunlar.

M.Durak: Peki bir bölümü diyelim. Bu bölümü peyzajların oluşturmasının suluboya ile
ilişkisi nedir acaba?

M.Başgu: Ben eskiden beri suluboyayı desen olarak kullanırım. Alıkanlığım var benim
suluboyaya.

M.Durak: Suluboyaya var da ... Aynı tarz resmin yağlıboyada sürmesinin nedenini
anlamak istiyorum ben.

M.Başgu: Tarz farkı yok. Empresyonist resim yapıyorum. Suluboyayı da aynı tarz ve düşünce
ile yapıyorum. Dikkat ederseniz sadece pentür, leke vardır, kontur daha azdır.

M.Durak: Peki yağlıboyada aynı tarzda çalışmanın getirdiği, yani suluboya ile yağlıboya
arasındaki sorunlar nelerdir? Bu sorumu öyle açayım: Suluboyanın kendine özgü
teknikleri, gereklilikleri var. Yağlıboyada, örneğin suluboyada kullandığınız kağıt
boşluğunu kullanmıyorsunuz.

M.Başgu: Ama empresyonist yağlıboyada doğanın yedi rengini kullanıyoruz. Suluboyadaki gibi
tabiatın o güzel sarı turuncu renklerini koyuyoruz.

M.Durak: Şimdi, peyzaj resimlerinizde dikkatimi çekti. Örneğin karşımızdaki resimde


ağacın daha belirgin olması neden?

M.Başgu: Çok ağaç yapıyorum. Demek ki bilinçaltı bu. Sanatçılar, hep, doğayı severim, der.
Ben de çok severim. Ağacın formu güzel bence. O kadar kıvrak ki. Serbestlik vardır ağaçta.
Uzanıverir dalları sağa sola.
M.Durak: Ruhçözümcüler ressamların yaptıkları ağaç figürlerine epey eğildiler.
Resmedilen ağacın biçimi insanın kendi beniyle ilgili. Bir noktada ağaç sanatçının ben`ini
temsil etmektedir. Böyle bir ilişkiye dikkat ettiniz mi?

M.Başgu: Etmedim ama doğrudur herhalde. Ben çok ağaç yaptığıma göre bir şey var. Belki de
ağacın çok kıvrak giden dalları beni etkilemiştir. Kıvrım kıvrım uzanan, açılıveren dalları çok
seviyorum. Herhalde özgür olma isteği.

M.Durak: Herhalde o dallar yukarı doğru uzandığı için sanatçının yükselme duygusunu
pekiştiriyor.

M.Başgu: O da olabilir de, sanatçı özgür olmayı seven insandır. Başkasının hakkına saygılıdır.
Kendi de özgür olmak ister.

M.Durak: Bir de benim sizin yağlıboya tablolarınızda, özellikle peyzajlarınızda dikkatimi


çeken noktalardan bir tanesi evlerin sıklığı...

M.Başgu: Ama minyatürlerdeki gibi teferruat yok bende.

M.Durak: Ayrıntı yok ama yığılma olayı önemli bir özelliğiniz olarak görünüyor bana.

M.Başgu: İçim sıkılıyor kardeşim. Şu İstanbula bakıyorsun yığıltı. Betonlar üstüste getirilip
konulmuş. Beni ezen kütle aslında onlar.
M.Durak: Peki. Bu peyzajlardan öbür resimlerinize geçmeden şunu sorayım: Tek türde
çalışmıyorsunuz, farklı türlerde farklı resimler üretiyorsunuz. Bunu açıklar mısınız?

M.Başgu: Benim yaşım 58. Çocuk yaşlarda, gençliğimizde kübizm ile tanıştık. Fütürizmi
gördük, yani canlı devrini yaşadık. Yaşayarak geldik. Sonra non-figüratif çıktı. Biz de onu
yapmağa başladık. Yani çağa intibak etmek zorundayız. Yaşımız gereği retrospektif bir anlayışla
sergi açma hakkımız var. Ayrıca ben her gün kendimi tazelemek zorundayım. Bir de şunu
söylemek istiyorum: Sanatta yoğurabileceksiniz. Kesin hatlar çizildi, hayır. Yani o rahatlığa
kavuşmak lazım.

M.Durak: Zaten şu çiçek demetinde göreceğiz. Bir natürmort olmasına karşın demin
söylediğim ev yığılmasının suda görünümü biçiminde burda gerçekletirilmiş bir yığma var.
Bakın apayrı bir natürmort. Sanki natürmortun soyutlaştırılması gibi.

M.Başgu: Tam soyut olmasa bile yarı soyut diyebiliriz. Ekolleri konuşurken rahat olmamız
lazım. Soyut dediğimiz nedir? Soyut her devirde vardı. Bizim minyatür dediğimiz şey soyut
değil mi? Yani soyut eskidir. Biz iki kelimeyi yanlış anlıyoruz. Soyut ve klasik. Her ekol bir
klasiktir. Soyut da bir klasiktir. Fotograf gibi olan resmi klasik olarak algılarız. Hayır değil
kardeşim. Bütün ekoller klasiktir. Bir ekol doğar, belli bir müddet yapılır, onun yerine yenisi
gelir. Yapılan resim plastik bir değer taşıyorsa, o andan itibaren klasik olur.

M.Durak: Sırası gelmişken soyutu tanımlar mısınız?

M.Başgu: Soyut kendisi bir klasik olmuştur artık. Klasik kelimesi yanlış anlaşıldı derken bunu
kasdetmek istiyorum.

M:Durak: Bir tanım getirmek mümkün mü?

M.Başgu: Perspektifsiz yapılan ama benim temel resim bilgilerimi de hissettiren, şuur altımın
resmidir. Tabiata benzemeyen resme soyut deriz kısaca ama sanatsal bir değer taşımalıdır.

M.Durak: Peki klasiği nasıl tanımlarsınız?

M.Başgu: Ben bu yaptığıma da klasik diyorum. Bir eser sanatsal bir değer taşıyorsa klasik
olmuştur.

M.Durak: Soyut için kendinize göre bir tanım yaptınız. Bu tür bir tanım klasik için de
mümkün mü?
M.Başgu: Bana göre bir eser sanatsal bir değer kazandığı anda yani kalıcılık kazandığı anda
klasik olmuştur. Tarzı önemli değil.

M.Durak: Benim için diyorsunuz, klasik artık yerli yerine oturmuş, gelecek nesillere kalmış
sanatsal bir yapıttır.

M.Başgu: Evet.

M.Durak: Peki biraz da hocanızdan söz eder misiniz?

M.Başgu: Sırrı Bey. O doğuştan bir artist. Dobrice`de doğmuş. Genç bir delikanlı olarak
Avrupayı dolaşmış. O çağın batı sanatını görmüş. Türkiyeye göçmen olarak gelmiş. İstanbul’da
Sanayii Nefiseye girmiş. 1926 da mezun olmuş. Bir talihsizlik. Sevdiği genç kız ölüvermiş.
Onun küskünlüğü ve acısıyla Balıkesir’e gelmiş. Otuz üç yıl Balıkesir kültürüne hizmet etmiş.
Müthiş bir resim kültürü ve becerisi vardı. O tarihlerde Batıya giden ressam sayısı az. Bir
Anadolu şehrinde, Balıkesir’de 1930’lu yıllarda kübist, fütürist resimler yapıyor. Çok da
üretkendi. O yıllarda Türkiyede tek fütürist sanatçı o idi. Daha sonraları non-figüratif resimler
yaptı. Batıya açılmanın kapısı Balıkesirdir. Adnan Turani, Plastik Sanatlar Tarihi adlı kitabında
1950’li yıllarda non-figüratif resim yapanların pek olmadığını, ancak Balıkesirde Sırrı Özbay’ın
bu tür resimlerini gördüğünü söyler. Halbuki biz, hatta Balıkesir köylüleri, hocanın modern
resimlerini, Adnan Turani’den yıllarca önce Halkevi salonlarında seyrediyorduk ve alışmıştık.
Bu konudaki bazı bilgileri Kaya Özsezgin’e yolladım. O da Milliyet Sanat Dergisinde bir yazı
yazdı. Dedi ki "Balıkesirde modern sanatın bir gizemi var. Gidip araştırılması gerekir." Bizim
en büyük şansımız, İstanbulda, Ankarada, aydınların, entellektüellerin bol olduğu yerlerde
modern sanatın seyredilemediği yıllarda Balıkesir’in köylüsünün seyredebiliyor olmasıydı. O
bakımdan ben Sırrı Beyi heyecanla hatırlarım.

M.Durak: Peki Sırrı Bey'in sizdeki etkileri?

M.Başgu: Etkileri nasıl olmasın ki, sırf beni değil Hüseyin Gezer`i de etkilemiş. Hüseyin Gezer
de Necati Eğitimde okurken Sırrı Bey’den etkilenmiş ve heykeltraş olmaya karar vermiş.
Hüseyin Gezer sonra Akademiye müdür oldu. Profesör oldu. Yazılı ve sözlü olarak bir çok defa
Sırrı Beyden "üstün beceri, üstün bilgi" diye bahsetmiştir.

M.Durak: Peki Sırrı Beyle ilgili anılarınızdan birini anlatırmısınız?

M.Başgu: Sırrı Bey çocuğu, tabiatı çok seven, çocuklar oynarken onlara bakarak desen çizen, bir
kaç nesil yetiştirmiş, hocaların hocası olmuş bir tip. Çok üretken bir sanatçı idi. En büyük
şanssızlığı bütün resimlerinin topluca çalınmasıdır. Çok hümanist idi. Ben sonradan duydum:
Enstitüdeki öğrencilere gizlice yardım ediyormuş. Kendi çerçevesini ve tuvalini kendisi
yapıyordu. Etrafında bir grup gençle devamlı resim çalışırdı. Devrim Erbil, Mete Başgu, Ekrem
Balıbek, Esen Bolak, Pertev Çetinyalçın bu gençlerden birkaçı. Bu gençler o sıralarda sergi
açtıkları zaman bir talebe gibi değil, profesyonel seviyede sergi açıyorlardı. Resimleri, desenleri
sanat dergilerinde çıkıyordu. Sırrı Beyin sayesinde hakiki resmi erken kokladık. Sırrı Bey’in
bize verdiği bir terbiye herhalde: bilgisiz insanların ahkam kesmelerine sabırsızca, hırsla karşı
çıkıyoruz. En büyük gücü bana Sırrı Bey verdi. Sekiz yaşımdan beri bana emeği geçti.
M.Durak: Sırrı Beyle çok küçük yaşta mı karşılaştınız?

M.Başgu: Tabi. Beni kendisi buldu. Ben bir resim yapmışım, abim hocaya göstermiş. Eve geldi,
bana resim kağıdı, fırça verdi. Suluboya yapmasını öğretti. Beni yönlendirdi. Sonra da baktım,
sağımın solumun, sen ressamsın demesi, sokakta sırtımı sıvazlaması beni resme devamlı itti. Bir
de o zamanki atölyeler. Bugün okullarda atölyeler yok. Bizim zamanımızda herkesin sehpası
vardı. Duvarlarda klasik resimlerin röprodüksiyonları asılıydı. Sırrı Bey tüm ekollerden
bahsediyordu. Halkevine sanatla ilgili dergiler geliyor, istediğimiz sanat dergisini
izleyebiliyorduk. İsmet Paşa Balıkesir’i sanat şehri ilan etmişti. Dolayısıyla tiyatroyu bolca
gördük. Balıkesirde gençleri sanata iten bir ortam vardı.

You might also like