You are on page 1of 152

Yeni sağ tasfiyeci dalga üzerine:

NİHAİ AMAÇTAN KOPUK HAREKET HİÇBİR ŞEYDİR

Türkiye devrimci hareketi, bugün yeni bir sağ tasfiyeci dalganın baskısı altında. 12 Eylül sonrası
süreçte yaşanan ikinci büyük ve genel dalga bu. İkinci tasfiyecilik dalgası, bazı yönlerden birincinin
bir devamı. Fakat aradaki bu bağlantı, onun aynen tekrarı biçiminde algılanmamalı. Bu, tasfiyecilik
olgusunu, tek bir alana (örgütlenme alanı) ve tek bir biçime (yasadışı temelde örgütlenme
zorunluluğunun reddi) indirgenen yüzeysel bir yaklaşımın arkasına saklanarak, tasfiyeci gidişlerini
gizlemek isteyenlerin başvurdukları bir hile olarak karşımıza çıkmaktadır.

Birinci tasfiyecilik dalgası, her alanda her türlü 'devrimci' iddiadan açıkça vazgeçen çıplak bir
döneklik biçiminde gelişmiş veya buna varmıştı. 'Devrimcilik' iddiasını hâlâ sürdüren ikinci
tasfiyecilik ise, bu noktada ondan farklı bir görünüm çizmektedir; ayrıca henüz bütünüyle iş işten
geçmemiş bir konumdadır. Fakat yanılsama yaratan bu görünüm, onu aynı zamanda teşhisi daha
zor, dolayısıyla daha sinsi ve daha tehlikeli bir hale getirmektedir. Çünkü ikinci tasfiyecilik, daha ileri
bir noktadan, doğrudan doğruya siyaset ve ideoloji alanında başgösteren bir bozulma ve yozlaşma
olarak gelişmektedir.

Birinci ve ikinci dalga arasında, tasfiyeci gidişin izlediği seyir çizgisi bakımından da farklılık vardır.
12 Eylül yenilgisine bağlı olarak gelişen birinci tasfiyecilik dalgası, önce PRATİK planda kavga
kaçkınlığı, mültecilik vb. biçiminden başlamış; doğası gereği bu, kısa süre içinde ÖRGÜTSEL alana
sıçramış; ilerleyen yıllar içinde İDEOLOJİK ve TEORİK bir boyut kazanarak geçmişin devrimci çizgi,
program, anlayış ve geleneklerinin tümüyle inkarının yanı sıra ML'ye ve her türlü devrimci
düşünceye açıkça savaş açan pespaye bir liberalizmle noktalanmıştır.

Bugünkü tasfiyecilik ise, kendisini öncelikle ve asıl olarak TAKTİK POLİTİKALAR alanında
gösteriyor, izlenen dönemsel ve güncel taktik politikalarda bırakalım sosyalizm tarihsel amacını,
burjuva demokratik bir öze sahip devrimci stratejik amaç ve hedeflerden bile açıkça vazgeçme,
burjuvazinin belirlediği gündemin çerçevesi içine sıkışmakla kalmayıp sınıfsal içeriğinden
soyutlanmış genel bir demokratizm ve ekonomizm temelinde yükselen güncel propaganda ve
ajitasyon sırasında sosyalizmin artık neredeyse lafının dahi edilmeyişi, kitlelerin örgütlenmesi ve
eylem biçimleri sorununda devrimci radikal biçimlerden kaçış ölçüsünde uzak durma, sloganlardan
taleplerin formülasyonuna, eylem taktiklerinden ittifaklar anlayışına kadar hemen her temel
konunda liberal oportünizmle sınırların belirsizleştiği bir yönelimle hareket etme onun karakteristik
çizgileri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar artık her biri kendi içinde bağımsız oportünist tutumlar
olarak görülemez. Sağ reformist bir içeriğe sahip bu tutum ve yönelimlerin kazandığı süreklilik ve
sistemlilik ile birlikte düşünülecek olursa, belirli konularla sınırlı geçici bir taktik oportünizmin
ötesine geçmiş tasfiyeci bir gidiş var demektir karşımızda.

Zaten bu yönelim, taktik alanla sınırlı kalmaktan da çıkarak –bazılarında açık, bazılarında ise üstü
biraz örtük bir biçimde– İDEOLOJİK alana da sıçramış durumdadır. Sosyalizmi kurma yeteneğine
sahip tek sınıf olarak proletaryanın kapitalist toplum içindeki özel konumunun ve devrimdeki önder
rolünün tümden bir kenara bırakılarak onun genel bir "halk" bulamacı içinde eritilmesi, devrimimizin
içinde bulunulan aşamasının stratejik görevlerinin toplumcu yanı alabildiğine silikleşmiş genel bir
siyasal demokrasi, antifaşizm, antiemperyalizm veya ulusal kurtuluşçulukla sınırlandırılması,
bunların da kendi içlerinde burjuva liberalizminin değişik türleriyle farklarının iyice belirsizleştiği
yeni darlaştırmalara tabi tutulması, Türkiye devriminin görevlerine ulusalcı bir odaktan
yaklaşılması, günün teorik görevlerinin dahi "Türk halk gerçekliğinin çözümlenmesi", farklı etnik
veya dinsel kimliklerin tarih ve kültürlerindeki ilerici öğelerin yeniden keşfedilmesi gereğine
indirgenmesi vb. bugünkü tasfiyeciliğin ideolojik alandaki başlıca tezahür biçimleridir.
Bugünün tasfiyeciliği örgütsel planda ise belirgin bir tıkanma, yorgun devrimcilik ve bundan
kaynaklanan iç sorunların yoğunlaşması biçiminde dışa vuruyor; devrimci çizgi ve taktiklerin özünü
en az kavramış küçükburjuva yol arkadaşlarının daha önceleri tek tek kaçışlar biçiminde kendini
gösteren mücadeleden kaçış yönelimleri, bugün artık genişlemiş, çevresel oluşumlar biçiminde
örgütlü bir karakter kazanmış yıkıcılık ve bozguncu eğilimler olarak devrimci örgütlerin karşısına
çıkıyor. Dönemin gerektirdiği ideolojik açıklık ve sağlamlığa sahip olamadığı gibi örgütlü
mücadelenin gerektirdiği disipline de gelemeyen küçükburjuva aydın liberalizminin ifadesi olarak
"partisiz devrimcilik" eğilimlerinin yaygınlığı, hiçbir geleceği olmayan bu tür çevrelerin sayıca
çoğalması bugünkü tasfiyeciliğin ideolojik-örgütsel biçimlerinden bir diğerini oluşturuyor.

Sosyalizmin tarihsel/pratik gerileyişi, ML teori alanında son 30-40 yıldır güçlü bir açılım ve atılım
yapılamayışı, işçi sınıfı ve antiemperyalist demokratik kurtuluş mücadeleleri dalgasının özellikle
1980'ler sonrasında dibe vuruşu, buna karşın burjuva ideolojisinin "neoliberalizm" olarak
adlandırılan çok yönlü bir atağa geçişi, emperyalist mali sermayenin dünya çapındaki hakimiyetinin
daha yaygın ve derinlikli bir hal almasıyla, bu hakimiyeti güçlendirici siyasal ve ideo-kültürel
hakimiyet yöntemleri, tez ve teorilerindeki çeşitlenme, bunların teoride ve pratikte etkin bir karşılık
bulamamış olmasının yarattığı ortam, düşünce ve ruh hali bugünün tasfiyeciliğine güçlü bir arka
plan sunmaktadır. Bu zemin, zaten siyaset ve ideoloji gibi belirleyici alanlarda boy gösteren
bugünün tasfiyeciliğinin, keskin dönüşler, 'beklenmedik' savruluşlar ve hızlı çöküşler biçiminde
seyretmesi tehlikesini büyüten bir etken olmaktadır.

Onun için tasfiyeciliğin hangi alanlarda, hangi somut biçimlere bürünmüş olarak kendini
gösterdiğinin tek tek belirlenmesinden de önce, onun özünün kavranması önemlidir. Kaldı ki,
Türkiye'nin sosyo-politik yapısı ile işçi sınıfı hareketi ve devrimci hareketin yapısal zaaflarından
kaynaklanan toplumsal-tarihsel köklerinin derinliğinden ötürü tasfiyecilik tehlikesi, TDH için sürekli
ve genel bir potansiyel tehlike oluşturur. Sırf şu son 10 yıl içinde peşpeşe iki büyük dalganın
yaşanması bile bunu gösterir. Ancak bu potansiyel tehlikeyi fiili bir gerçekliğe dönüştüren
dönemsel/güncel etkenlerin farklılığına bağlı olarak bu olgu karşımıza çok değişik görünümler
altında çıkabilir. TDH'nin genel ve ortak zaaflarının dışında onun bileşenlerini oluşturan güç ve
örgütlerin her birinin sınıfsal-ideolojik karakterleri, tarihsel şekillenme süreçlerinin özgünlüklerinden
kaynaklanan yapısal özellik, çizgi, anlayış ve gelenek farklılıkları diğer bir farklılık ve çeşitlilik
kaynağıdır. Bu öldürücü hastalığın önce özünün doğru kavranması bundan ötürü önemlidir.

Tasfiyeciliğin özünü, burjuvazinin egemenliğini ve kapitalist sistemi kökünden yıkarak sosyalizmi


kurmaya yetenekli tek sınıf olan proletaryanın sınıf bağımsızlığının ortadan kaldırılması, onun
devrimde önder ve hegemon bir rol oynamasının açıkça reddi veya pratikte imkansız hale
getirilmesi oluşturur. Yalnız, Lenin'in tanımıyla, "Marks'ın öğretisindeki asıl şeyi (oluşturan) sosyalist
toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihsel rolünün" kavranılışındaki bir zayıflık veya ondan
belirli ölçülerde uzaklaşma anlamına gelen herhangi bir oportünizmden farklı olarak tasfiyecilik,
geçmişte savunulan devrimci çizgi, anlayış, değer ve geleneklerden bile belirgin bir biçimde
kopmayı da içeren, bu anlamda inkarcı bir özelliğe sahip özel bir oportünizm türüdür. Onun için,
belirli bir tarihsel evrede somut bir biçim kazanmış belirli bir tasfiyecilik olgusunu ele alırken,
"halkçı veya ulusal kurtuluşçu yanı ağır basan küçükburjuva devrimci demokratizmin kaçınılmaz
sonucu" ya da dayandığı toplumsal temelin çelişkili yapısından ötürü "kararsızlığı, kısırlığı, çabuk
boyun eğişe, kayıtsızlığa, kuruntuya, bir burjuva hevesinden ötekine çılgınca sevdalanmaya
savrulma eğilimini" her zaman içinde taşıyan küçükburjuva devrimciliğinin tutarsızlığı gibi genel
kategorik tanımlamalarla yetinmek, somut çözümleme anlamında hiçbir şey söylememekle aynı
anlama gelir. Böyle düz ve indirgemeci bir mantık; tasfiyecilik tehlikesini, onun gelişim seyrini ve
kazandığı boyutları zamanında teşhis ederek ona karşı etkili ve tutarlı bir savaşım geliştiremez.
Hatta onu "doğallaştırmış" olur. Bu mantık, tasfiyeciliği doğuran dönemsel etkenlerin de baskısıyla
yarı bilinçli bir tercih veya genel dalganın arkasından bilinçsizce sürükleniş biçiminde kendisini bile
onun bir parçası haline gelmekten kurtaramaz.

Bugünkü tasfiyecilik olgusunun, küçükburjuva halkçılık veya ulusal kurtuluşçuluğun tarihsel


perspektif bakımından sınırlı bir ufka sahip olmasından kaynaklanan soluksuzluğu ya da bunun
hem bir nedeni hem de sonucu olarak küçükburjuva devrimciliğinin istikrarsız, kaypak karakteri gibi
bir genel kategorik tanımlanmalarla açıkladığını zanneden indirgemeci mantık, diğer her şey bir
yana, bu tip devrimciliğin neden başka zamanlarda değil de özellikle yenilgi veya durgunluk
dönemleri gibi tarihsel kesitlerde eski devrimci konumunu dahi koruyamayarak tasfiyeci bir
yönelim içine girdiğini, bunun neden dönemden döneme farklı bir gelişme seyri izlediğini, hatta
aynı dönem içinde bile farklı görünüm ve boyutlar kazanabildiğini, öte yandan kronolojik bakımdan
arada bir kopukluğun yaşanmadığı ardışık dönemlerden birincisinde tasfiyeciliğe karşı net bir
devrimci duruş sergileyen güçlerin bunun hemen akabinde nasıl olup da bu kez tasfiyeciliğin başını
çekenler haline geldikleri gibi soruların yanıtlarını ikna edici bir biçimde veremez. Bundan ötürü,
belirli bir tarihsel evrede somut bir gerçeklik olarak karşımıza çıkan tasfiyecilik olgusu –kuşkusuz
toplumsal, tarihsel ve ideolojik köklerine de inilerek– somut bir biçimde çözümlenmek zorundadır.
Bu yöntemsel yaklaşım bizi, tasfiyeciliği, belirli bazı kaba biçimlere indirgemekle kalmayıp, onu
kendi dışındaki etkenlere veya bazı kişilerin bireysel özellik ve niyetlerine bağlayarak 'dışsallaştırma'
eğilimindeki idealist tutum ve yaklaşımlardan korur. Ki bu eğilim, esasında kendi gerçekliği ile yüz
yüze gelme cesaretini gösteremeyenlerin sarıldıkları bir kaçış yöntemidir. Bu nedenle, belirli bir
tarihsel evrede neden şu tür değil de bu tür bir tasfiyecilikle karşı karşıya bulunduğumuzu, onun
neden şu yolu değil de bu yolu izlediğini, hangi nesnel gerekçe ve bahanenin arkasına saklandığını,
yoğunluk ve görünüm bakımından belirli farklılıklar göstermemekle birlikte neden genel ve yaygın
bir eğilim halini alabildiğini, nasıl bir evrim geçirerek nerelere vardığını ve önü alınamazsa daha
nerelere varabileceğini vb. isabetli bir biçimde yanıtlayarak ona karşı gerçekten ciddi ve etkili bir
savaşım yürütebilmek için, her şeyden önce, tasfiyecilik tehlikesini potansiyel bir tehlike olmaktan
çıkarıp fiili bir gerçekliğe dönüştüren dönemsel/güncel etkenlerin bütünlüklü bir tahlili şarttır.

12 Eylül sonrası gelişen birinci tasfiyecilik dalgası, 12 Eylül yenilgisi gibi ağır bir yenilginin
ürünüydü. Revizyonist sistemin 1989'daki çöküşünün de bunun üzerine binmesiyle, dizginlerinden
boşanmış bir inkarcılık ve döneklik biçiminde gelişti. Bugünkü yeni sağ tasfiyeci dalgayı doğuran
güncel temel etken ise, işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketinin, uzun süreli kesinti ve durgunlukların
sık yaşandığı sancılı ve tutuk bir gelişme seyri izlemesidir. Hareketin genel gelişim seyri yükseliş
yönündedir. Fakat yapısal zaafları, tarihsel ve dönemsel etkenler, burjuvazinin izlediği taktikler, en
önemlisi de devrimci öncü müdahaledeki zayıflık ve yetersizlikler nedeniyle bu yükseliş, güçlü ve
istikrarlı bir yükseliş özelliğini hâlâ tam olarak kazanabilmiş değildir. Bu özelliği ile ikili bir karaktere
sahiptir. Bir yönüyle genişlemekte, yayılmakta, zaman zaman sıçrama yaparak militanlaşmakta,
devrimcileşmeye ve devrimci örgütlerle ilişki kurmaya daha açık bir hale gelmektedir. Fakat bir
yönüyle de siyasallaşamamak başta olmak üzere belli eşikleri aşmakta zorlanmakta, yenilgi ve
durgunluk dönemlerine özgü alışkanlıklardan, korku ve tereddütlerinden köklü bir kopuşu
gerçekleştirememekte, bu yüzden de güçlü ve istikrarlı bir yükseliş özelliğini kazanamamaktadır.

Hareketin bu ikili karakteri, bütün toplumsal-siyasal güçler üzerinde olduğu gibi, devrimci radikal
güçler ve örgütler üzerinde de iki yönlü bir etkide bulunmakta, ikili bir ruh halini doğurup
beslemektedir. Bunun bir yönünü, hareketin yaptığı irili ufaklı sıçramalardan da beslenen, böyle
kesitlerde belirgin ve baskın bir hal alan devrimci iyimserlik, umut, coşku, kendine ve geleceğe
güven oluşturmaktadır. Fakat öbür taraftan hareketin zaaflarından dolayı istenen devrimci
sonuçların, istenen hızda ve istenen ölçülerde alınamayışının yarattığı bir bezginlik, karamsarlık ve
güvensizlik eğilimlerinin boy atmasına, bunların bir anda ortaya çıkıp bulaşıcı bir hastalık gibi
yayılmasına elverişli bir zemin de vardır. Tek tek bireyler üzerinde olduğu gibi örgütsel çapta da
devrimci iç dinamikleri içten içe kemirip zayıflatan bu eğilimler, kitle hareketinin ara durgunluk
dönemlerinin uzaması, örgüt açısından işlerin ters gitmesi, ağır darbelerin yenmesi, faaliyetin
çeşitli yönlerinde tıkanıklıklar yaşanması vb. gelişmelerle de birleşince genellikle sağ tasfiyeci
görüş ve yönelimler biçiminde kendini dışa vurmaktadır.

Bu genel atmosfer içinde, kitlelerle devrimci bir tarzda istenen ölçeklerde birleşmeyi başaramamak,
bazı radikal güç ve örgütleri, bilinen devrimci politika ve taktiklerini reforme ederek kitleselleşmeye
çalışmak biçiminde sağa doğru çeken özel bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Buradaki mantığın
işleyişi kabaca şöyle tasvir edilebilinir: Kitleler devrimci örgütlenme ve eyleme geçmiş yıllardaki
kadar kapalı olmadıkları halde (kitle hareketinin birinci yönü) bugüne kadar izleyegeldiğimiz
devrimci politika ve taktikler, militan örgütlenme ve eylem biçimleri ile istediğimiz ölçüde bir türlü
kitleselleşemediğimize göre (kitle hareketinin ikinci yönünün sonucu) bir yerlerde bir yanlışlık var
demektir. Sosyalizm bilinci ve tarihsel perspektif zayıflığı ile de birleşen dönemin kendine özgü
özelliklerinin Marksist diyalektik yöntemle bütünsel kavranışındaki zayıflığın sonucu bu yanlış,
yanlış yerlerde aranmaktadır. Bunun ilk yansıması da, taktik politikalarla, mücadele biçimleri
sorununa yaklaşım ve eylem anlayışında, kitle eylemlerine müdahale tarzında, günlük propaganda
ve ajitasyonun içeriğinde kitlelere "sivri" gelen yanların törpülenmesi olmaktadır. Bugünkü
tasfiyeciliğin önceleri taktik planda, kitlelerin geri bilincine teslimiyet ve kuyrukçuluk biçiminde
tezahür etmesi bunun sonucudur. Fakat "kitlelerle buluşabilme" adına, onların bilincini ve
eylemlerini öncünün devrimci çizgisine doğru çekmeye çalışmak yerine kendini onlarla uyarlama
yönelimine girildiği andan itibaren, tasfiyeciliğin kaygan zeminine de adım atılmış demektir. Bu yol
kitleleri ve kitle hareketini devrimcileştirmez, devrimcileri kitleleştirir. Nitekim bugün olan da budur.

Tasfiyeciliği doğurup güçlendiren güncel etkenler kapsamında asla gözardı edilmemesi gereken
temel etkenlerden biri de, egemen burjuvazinin, ekonomiyi ve devleti, emperyalist "Yeni Dünya
Düzeni"nin gereklerine uyarlama yönündeki çaba ve arayışlarıdır. "Yeniden Yapılandırma" olarak
anılan bu yönelim, devrimci güçler, işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerinde iki yönden geriletici bir
basınç oluşturmaktadır. Bunlardan birincisi, rejimin tahammül sınırlarının dışına çıkan her türlü
radikal güç ve eyleme karşı uygulanan yoğun terörün yıldırıcı etkisidir; diğeri ise, çeşitli temel
toplumsal ve siyasal konularında geleneksel yaklaşım ve politikalardan radikal bir kopuş
yanılsaması yaratan sistemi restorasyon çabalarının baştan çıkarıcı etkisidir. Aynı bütünlüğün
parçaları olarak bunlardan birincisi diğerinin kapanına sürüklenmeyi hızlandırıcı bir rol oynarken,
geçmişe kıyasla 'ilerici' bir görünüme sahip restorasyon çabalarının burjuva özü ve karşıdevrimci
amacının görülemeyişi, bunların üzerine adeta balıklama atlanmasının dışında terörün yarattığı
yılgınlık eğilimlerini de alttan alta derinleştirici bir rol oynamaktadır. Tutarlı ve militan bir sosyalizm
anlayışında ifadesini bulan güçlü bir tarihsel perspektifle hareket edilmesi, bu noktada yaşamsal bir
önem kazanmış olarak bir kez daha karşımıza çıkar. Kaynağını sosyalizm tarihsel amacından
almayan, bunu soyut ve genel bir slogan düzeyinden çıkarıp güncel politika ve taktikler biçiminde
yığınlara taşıma çabasında ısrar ve süreklilik gösteremeyen bir devrimcilik anlayışının, farkında
olarak veya olmayarak bu çemberin içine sıkışmaktan, burjuvazinin gündeminin kuyruğuna
takılmak ve onun sınırları içinde kalan bir 'muhalefet' konumuna sürüklenmekten, bu çerçeve içine
sıkışan bir muhalefetin devrimci radikal çizgilerini bazı yönlerde bir süre daha korumaya devam
etse bile içerik itibarıyla burjuvazinin egemenliği ve kapitalizmin temellerine değil, artık onun
sonuçlarına karşı bir muhalefet biçiminde yozlaşmaktan kurtulabilmesi mümkün değildir.

Bugünkü tasfiyeciliği ivmelendiren güncel etkenler arasında, Kürt ulusal devriminin geçirdiği
evrimin etkilerini anmadan geçmenin olanağı yoktur. PKK'nin öncülük ve önderliğinde gelişen Kürt
ulusal devriminin tarihsel atılımı ve daha sonraki gelişme seyri, TDH üzerinde de iki ayrı dönem
halinde ele alınabilecek iki zıt etkide bulunmuştur. Devrimci militan yönünün baskın olduğu
1984-'90 arası dönemde ulusal hareket ve onun öncülük ettiği Kürt UKM'nin görkemli atılımı, tam
da o kesitte azmış olan birinci tasfiyeci dalga karşısında devrimci bir baraj oluşturmakla kalmamış,
TDH'nin ciğerlerini de taze devrimci bir solukla doldurmuştur. Fakat ulusal hareketin, ulusal
devrimci bir tutumdan ulusal reformist bir yönelime dümen kırdığı '93 sonrası süreçte ise bu etki
bu kez tersine dönmüş, sağcılaşma ve reformculaşma eğilimlerine güç ve cesaret kazandırıcı bir rol
oynamaya başlamıştır. Bugün ulusal hareketin kendisi de çok daha ciddi bir tasfiye operasyonu ile
karşı karşıyadır. Eğer o, emperyalistler ve Türk tekelci burjuvazisi tarafından kendisine kurulan bu
boğucu kapanı devrimci bir tarzda parçalamayı başaramayacak olursa, bunun TDH içinde de
tasfiyeci yönelimlere yeni bir ivme kazandırarak bugüne kadar devrimci bir konumda tutunmaya
çalışan bazı güçleri de peşinden sürüklemesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Belirli bir tarihsel evrede sınıf mücadelesinin sürdüğü koşullardaki farklılaşmaya bağlı olarak farklı
biçimler altında ortaya çıkan farklı türden tasfiyeciliğe karşı mücadelenin yoğunlaşması gereken
nokta da –diğer yön ve cephelerin ihmaline yol açmaksızın– değişkenlik gösterir. Birinci tasfiyeci
dalga sırasında devrimci tutumla tasfiyecilik arasındaki ayrım noktasını, geçmişin devrimci çizgi ve
değerlerine karşı tutum sorunu oluşturuyordu. Çünkü tasfiyeciler önce bunlara karşı savaş
açmışlardı ve dünyadaki gelişmelerin etkisiyle birleşerek bu daha sonra ML teori ve sosyalizm
düşmanlığına evrildi. Fakat bugünkü tasfiyeci dalga karşısında sadece geçmiş devrimci çizgi,
program, gelenek, örgüt fikri, mücadele anlayışı vb.nin savunulması ile yetinen bir tutum, artık tek
başına yeterli değildir ve olamamaktadır. Her şey bir yana, açık inkarcılık ve döneklik biçiminde
gelişen birinci tasfiyeci dalga karşısında geçmişi savunma temelinde devrimci bir duruş sergileyen
küçükburjuva halkçı veya ulusalcı güçlerin bugün yaşadıkları tıkanma, içlerinden bazılarının
dönemin geriye çekici baskılarının da etkisiyle eski devrimci tutum ve konumlarında dahi
tutunamayarak bugünkü tasfiyeciliğin başını çeken bir konuma savrulmaları yeterince uyarıcıdır.
Günümüzde tasfiyeciliğe karşı etkili ve tutarlı bir savaşım açısından can alıcı nokta, SOSYALİZM
hedefi/nihai amaç karşısındaki tutum sorunudur. Bu sadece tasfiyeciliğe karşı savaşım açısından da
değil, bugün asıl olarak burjuvazinin egemenliği ve kapitalist sisteme karşı güven verici bir
alternatif arayışı içinde olan işçi sınıfı ve ezilen yığınların kitlesel ölçeklerde harekete geçirilebilmesi,
onların mücadele ve eylemlerine süreklilik, militanlık, derinlik ve dayanıklılık kazandırabilmek
açısından yaşamsal bir zorunluluktur.

"Komünistler, işçi sınıfının ivedi hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlarının gerçekleşmesi için
savaşırlar; ama mevcut hareket içerisinde bu hareketin geleceğini de temsil eder ve gözetirler
(Komünist Manifesto). Bu gelecek, sosyalizm ve sınıfsız komünist toplumdur. Tarihsel-maddi
önkoşulları bugün her zamankinden daha fazla olgunlaşmış olan sosyalizm amacı, 'belirsiz bir
geleceğin sorunu' olarak değil, pratik olarak gerçekleştirilmesi mümkün 'günün sorunu' olarak
kavranmak zorundadır. Teoriden taktiklere, örgütlenmeden çalışma tarzına kadar sosyalizm
amacını bir kenara bırakmış bir devrimcilik, devrimci olmayan bir sosyalizm yanlışlığı kadar
geleceksizliğin ifadesidir. Bunların şu veya bu yönde elde edebileceği en ileri başarı bile, geçici ve
konjonktürel olmaktan kurtulamayacaktır.
PARTİ PARTİ PARTİ...
Önder ve yönetici parti mi, rolü kitlelere yardım ve genel bir yönlendirme
olan bir parti mi?
Lenin, yaşanılan devrimden –daha onun içerisindeyken– gerekli dersleri çıkartıyor. Bir devrim döneminin
kitlelerin bilincinde yarattığı hızlı değişikliklere işaret ederken, vurguyu önderlik görevlerindeki büyümeye
yapıyor. İki Taktik'te "İşçi sınıfı hareketinin elemantar içgüdüsü en gelişmiş zihinlerin kavrayışını nasıl da
düzeltebilmektedir" sözleriyle kitlelerin devrimci inisiyatifinin parti, ve önderler üzerindeki eğiticiliğinin
altını çizerken bununla yetinmez ve şu soruyu sorar: "Kuşku yok, devrim bize öğretecek ve halk kitleleri-
ne öğretecek. Fakat militan bir siyasal partinin şu anda yüzyüze geldiği soru şudur: 'Devrime herhangi bir
şey öğretebilecek miyiz?" 1
Lenin ile ekonomist-menşevik çizginin temsilcileriyle olduğu gibi, bu konuda onlara yakın duran Rosa
Luxemburg arasındaki ayrım kitlesel hareketin gelişimine yaklaşım ve örgütün rolünün ne olacağı sorusu-
na verilen yanıtta ortaya çıkmaktadır. Rosa Luxemburg'ta kitlelerin doğrudan ve bağımsız eylemine, dev-
rimci kendiliğindenliğine vurgu, partinin ve parti önderliğinin rolünün abartılmaması gerektiği yönündeki
görüşüyle birleşmekte, birbirini bütünlemektedir. "Geriye dönüş"lerin oportünist liberal eleştiricilerinin
Lenin'den bütünüyle uzaklaşırken uğrak yeri yapmaları, ayrıca, Emek Partisi ve Ekim gibi örgütlerin öncü-
lük, taktik, mücadele ve örgüt biçimleri gibi konulardaki görüşlerinin benzerlik göstermesi nedeniyle gün-
celleşen R. Luxemburg'un parti konusundaki görüşlerinden bazı örnekler vererek değerlendirelim.

"Sosyal demokratik hareket, geçirdiği bütün aşamalarda ve izlediği çizgi boyunca, kitlelerin örgütlenme-
sine ve doğrudan bağımsız eylemine güvenme bakımından sınıflı toplumların tarihinde ilktir. Bu nedenle
sosyal demokrasi, Jakobenler ve Blanaui taraftarları gibi daha erken devrimci hareketlerden bütünüyle
farklı bir örgütsel tip. oluşturur". (The Russian Revolution And Leninism or Marksism? sf. 86, aktaran J.
Molyneux –Marksizm ve Parti, sf. 126)

"Çevik akrobat, günümüzde direktör rolüne layık olan yegane öznenin işçi sınıfının kolektif öznesi oldu-
ğunu kavramayı başaramıyor, işçi sınıfı hata yapma ve tarihin diyalektiği içinde öğrenme hakkını talep
eder."
"Gelin açık konuşalım. Tarihsel olarak, gerçek bir devrimci hareketin işleyeceği hatalar, en zeki merkez
komitesinin yanılmazlığından sınırsız ölçüde daha verimlidir." (Aynı kaynaklar, sf.108/sf.129)
Rosa Luxemburg'un kitlelerin kendiliğindenliğine aşırı vurguyla birlikte partinin rolü ve görevlerini sınırlan-
dırması, süreçlere taktik müdahale ve eylemin örgütlendirilmesine gelindiğinde derinleşir. Bu onun parti
sorunundan başlayıp devrim sorununa uzanan tarihsel yanılgısının sıçrama noktasıdır. "Sosyal demok-
ratlar kitle grevinin teknik yanına, mekanizmasına kafa yoracakları yerde, devrimci dönemin orta yerinde
politik liderliği üstlenmeye çağrılırlar."
Bu görüşlerinin bir uzantısı olarak, mücadele ve örgüt biçimlerini "mayalanma durumundaki hareketin
kendiliğinden ürünü" olarak görmektedir. Rosa Luxemburg, devrimci taktik ve bunun araç ve yöntemleriin
geliştirilmesine karşı, partinin bunlar aracılığıyla kitlesel harekete doğrudan müdahale etmediği, genel bir
politik yönlendirmeyle yetinen bir parti düşüncesine sahiptir. Dolayısıyla, partinin taktiğinde somutlanan
bir öncü rol oynaması yerine kendiliğinden harekete yardımcı bir parti fikrini koymaktadır. Parti konusun-
daki bu düşünceleri, Almanya'da bir devrim sorunuyla karşı karşıya geldiklerinde onları bu konuda
Leninizme doğru yakınlaştırsa da, süreç boyunca yapılan hatalar, gecikme ve eksiklikler, devrimin istediği
düzeyde bir önderlik düzeyine sıçramalarını önlemiştir.2

Devrimci bir dönemde daha gelişkin ve yetkin bir önderliğe duyulan ihtiyaç ve taktiğin büyüyen önemine
ilişkin görüşlerin temelleri Ne Yapmalı'dadır. Lenin, ekonomistleri eleştirirken, yığınsal bir işçi sınıfı hareke-
tinin ortaya çıkmış olmasının, komünistlere yüklediği görevlerle ilgili olarak İki Taktik'teki yaklaşımını ön-

1 İşte Bolşevik Partisine dönemin diğer partileri karşısında üstünlük kazandıran, ayırdedici kılan budur. Bir dizi olumlulukla dolu bile olsa objektif durumun
tespiti, sürecin genel bir açıklamasıyla yetinmez, ondan doğan politik ve örgütsel görevler nelerdir, sorusuyla yönelir ve bunların gerekli kıldığı bir mevzileniş
içerisine girme yolunu tutar. Bu yaklaşım giderek Bolşevik Partisine, dönemlerdeki değişikliklere, parti içi ve dışındaki bir dizi sorun ve zorlanmalara karşın,
uyum gösterme yeteneği, virtüözlük düzeyine ulaşan bir taktiksel üstünlük kazandırmıştır.

2 Kızıl Bayrak'ın bizi eleştirirken "örgütü çevreleyen örgütler" konusunda ileri sürdüğü görüş, bütünüyle kendiliğindenci, daha önce örnek verdiğimiz Rosa
Luxemburg'un bu konudaki görüşünün aynısıdır. Şöyle demektedir: "Bu sonuncusu 'komünist öncünün' işçiler için 'kurultay' öğrenciler için 'platform', mahal-
leler için 'komiteler', sendikalar için 'DSB' türünden 'volan kayışları' üretme hevesine açıklık sağlıyor. Fakat burada gözden kaçırılan basit bir doğru (küçük bir
ayrıntı!) yok mudur? ML'ler için 'volan kayışları' kitlelerin mücadele içinde doğmuş gerçek örgütlerdir. Ya 'kurultay', 'platform' ve 'komite' türünden örgütler?
Bunlar kitlelerin mücadele içinde doğmuş kendi örgütleri midir; yoksa 'komünist öncü'nün kendi çeperini kapsayan ve bu arada elbette kitlelere de benimse-
tilmeye çalışılan 'yan örgütler' midir?" (Sos. Yolunda Kızılbayrak, sayı: 2) Zor bilmece!...
celeyen şu görüşü ileri sürmektedir: "Yığın hareketinin çok önemli bir olay olduğu tartışma götürmez.
Ama sorunun özü, yığınsal işçi sınıfı hareketinin 'görevlerin belirleyeceği' sözünün nasıl anlaşılacağındadır.
Bu iki biçimde yorumlanabilir. Bu ya bu hareketin kendiliğindenliği önünde boyun eğmek, yani sosyal de-
mokrasinin rolünü işçi sınıfı hareketine tabi duruma indirgemektir (ki Raboçeye Mysıl, Öz Kurtuluş Grubu
ve öteki ekonomistler, bunu öyle yorumlamaktadırlar.) ya da bu, yığın hareketinin karşımıza yeni teorik,
siyasal ve örgütsel görevler, yığın hareketinin ortaya çıkmasından önceki dönemde bizim için doyurucu
olabileceklerden çok daha karmaşık görevler çıkardığı anlamına gelmektedir. Raboçeye Dyalo birinci yoru-
ma eğilim göstermiştir ve hâlâ göstermektedir; çünkü bu gazete yeni görevler hakkında belirli hiçbir şey
söylemeyin bu 'yığın hareketi', sanki önümüze koyduğu görevleri açıkça anlama ve onları yerine getirme
zorunluluğundan bizi kurtarıyormuşçasına savlar ileri sürüp durmuştur. Bu bakımdan Raboçeye Dyelo'nun,
otokrasinin devrilmesi görevini, işçi sınıfı hareketinin birinci görevi olarak kabul etmenin olanaksız olduğu-
nu düşündüğünü ve bu görevi (yığın hareketi adına) kısa vadeli siyasal istemler uğruna savaşım derekesi-
ne düşürdüğünü belirtmemiz yeter." (Ne Yapmalı, sf.54)
Lenin bizlerin de hiç yabancısı olmadığı, böylesi dönemlerde ortaya çıkan bir tehlikeye işaret etmektedir.
Kendiliğinden hareketin yükselişi karşısında ona boyun eğen, görevlerin kapsamını ileriye doğru büyütücü
değil daraltan; politika, taktik ve sloganlarda, mücadele ve örgüt biçimlerinde kendiliğinden harekete tabi
olan bir çizginin izlenmesi az rastlanır bir durum değildir. ÖDP, ölü TDKP, Ekim, MLKP hatta kategorik
olarak sol maceracı olmakla birlikte içinde bir DY taşıyıp kitle çalışmasında en sağ biçimlere yönelebilen
DHKP/C'ye uzanan yelpazede kuyrukçu bir oportünizmi, sonuncusunda ve gelgitlerden kendisini kurta-
ramamış bir eklektisizm sergileyen MLKP'de solun ve sağın iç içe geçmiş biçimlerini görmek olanaklıdır.

Kitlelere dışardan mücadele ve örgüt biçimleri "dayatmama" ve kendiliğinden harekete yaslanan taktik-
lerle hareket etmek, oportünizmin görüşüdür. Hareketin gelişme düzeyine uygun taktiklerle, mücadele ve
örgüt biçimleriyle sürece müdahale edilmesini öngören komünist devrimci görüşle, aralarında, özsel bir
fark bulunmaktadır. Oportünizmin "süreç olarak taktik" görüşüyle Marksist ve Leninistlerin "plan olarak
taktik" görüşü, taktiksel karşıtlığın somut tarihsel ifadesidir. "Ama gerçek şu ki, Raboçeye Dyelo'nun
kendisi de, bizim, kendiliğindenliğe boyun eğme diye adlandırdığımız bir hastalığa tutulmuştur. Ve bu
hastalık için her türlü 'tedavi yöntemini' reddetmektedir. Onun için bu gazete 'plan –olarak– taktiklerin
marksizmin özüyle çeliştiği' yolunda, taktiklerin 'partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyüme
süreci' olduğu yolunda parlak bir keşifte bulunmuştur. Bu sözler ünlü bir özdeyiş olma, Raboçeye Dyelo
'eğiliminin' kalıcı bir anıtı haline gelme şansına sahipti. 'Nereye?' sorusuna bu yönetici organın verdiği
karşılık şudur: Hareket, başlangıç noktası ile hareketin bir sonraki noktası arasındaki uzaklığı değiştirme
sürecidir. Bu eşi görülmedik derinlik örneği, yalnızca merak konusu bir şey olmayıp (öyle olsaydı üzerinde
uzun boylu durmanın gereği kalmazdı), koca bir akımın programıdır, RM.'nin şu sözcüklerle ifade ettiği,
programın ta kendisidir: Özlemi duyulacak olan savaşım, olanaklı olan savaşımdır ve olanaklı olan savaşım
belli bir anda verilmekte olan savaşımdır. Bu kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız
oportünizm eğiliminin ta kendisidir." (Ne Yapmalı, sf. 56)
Oportünizm, kitlelerin "aşamalı bilinçlendirilmesi"ni savunur. Siyasal ajitasyon ve siyasal mücadelenin
kapsamı, kitlelerin kendiliğinden eylemler yoluyla elde ettiği bilincin düzeyine denk olmalıdır. Dolayısıyla
oportünist düşünce, kitlelerin geri kesimlerinin durumunu öne çıkartarak sloganları budar, temel-stratejik
sloganlardan vazgeçmeyi savunur, siyasal mücadelenin kapsamı daraltılarak kendiliğinden hareketin ge-
lişme düzeyiyle "uygun"luk taşıyan reformlar derekesine indirilir.

Komünist devrimci taktik, işçi sınıfının bilinç ve eyleminin gelişme düzeyinin, nesnel koşulların bütününün
tam bilgisine sahip olarak işçi ve emekçi sınıfların eylemini devrimci müdahale yoluyla ilerletmeyi, müca-
delenin bir üst evreye geçişinin koşullarını hazırlamayı öngörür. İşçi sınıfı hareketini kendi programı düze-
yine yükseltmeyi önüne görev olarak koyar ve günlük mücadeleye bu perspektifle yönelir. İşçi ve emekçi
kitlelerin hareketini kendiliğinden ve gelişen mücadele ve örgüt biçimleriyle sınırlandırma, dışardan müca-
dele ve örgüt biçimlerinin "dayatılmaması", temel devrimci sloganlardan kitlelerin durumunu gerekçe
gösterip güncel talep ve sloganlarla yetinme, oportünizmin taktik yaklaşımının unsurları ve sonuçlarıdır.
Propagandayla ajitasyon, ajitasyonla eylem ilişkisinin ikincilerden birincilere doğru daraltılması, ajitasyon
ve eylemin 'an'ın gerekli olan düzeyinin gerisinde tutulması, bunların toplamı olarak partinin rolünün genel
bir yönlendiricilik düzeyine indirilmesi karşılıklı olarak birbirlerini bütünlemektedir.

Bu görüşlerin günümüzdeki en has savunucusu EMEP'tir Kendiliğindenlik-bilinç ilişkisini kendiliğindenlik


yönünde kurmakta, taktiğe ilişkin tüm tutumunu bu yaklaşım belirlemektedir. Ekonomik mücadelenin
yığınları siyasal mücadeleye çekebilecek en geniş uygulanabilirliğe sahip araçlar olduğu görüşünü ekono-
mistlerden neredeyse yüz yıl sonra yeniden keşfetmiştir. Üstelik bunu öyle bir düzeye indirmiştir ki, Su-
surluk sonrası tepkileri, cezaevleri direnişleriyle gelişen eylemleri3 vb. sınıfın gündemini saptırma olarak
değerlendirebilmektedir. EMEP'e göre sınıfın gündemi, işçi sınıfının o aşamadaki kendiliğinden eyleminin
önündeki sorun neyse odur.

Ünaldı direnişi ile ilgili Özgürlük Dünyası'nda yer alan şu sözler EMEP'in taktiğinin olduğu gibi tüm faaliye-
tinin de temelini oluşturmaktadır. "Sınıf ihtiyaçları ve talepler üstünden hareket edildiğinde yığın hareke-
tinin kendi partisiyle birleşmekte tereddüt göstermekten çekinmeyeceğinin pek açık bir kanıtı olarak,
geleneksel solun aşamalı bilinçlendirme konusu da dahil pek çok ön yargısını yıkacak bir ölçü olarak or-
taya çıktığı" tespitine ulaşılmıştır. EMEP "ekonomizm"in "aşamalı bilinçlendirme teorisi"ne gönlünü kap-
tırmıştır ve sosyalistlere arkeolojik bir araştırmaya gerek duymadan ekonomizmin güncel örneklerine
ulaşabilme olanağını sunmaktadır. Emek gazetesinin bir sendika yayın organıyla arasındaki farkı anlamak
güçtür.

Eyleminin içeriği bu olan bir partinin "nasıl bir parti?" sorusuna vereceği yanıt da bellidir. Leninist parti
teorisini "işçilerin örgütleri" fikrine doğru daraltmakta ('Emeğin Partisi' sloganını bu yönde kullanıyor),
komünist öncünün rolünü ve işlevlerini, önder ve yönetici partiden, "yardımcı" partiye indirgemektedir.
Özgürlük Dünyası'nın Kasım '93 tarihli, legalist tasfiyeci partinin kilometre taşlarının döşendiği 61. sayı-
sında: "işçi sınıfı, politik mücadeleyi ancak kendi örgüt biçimlerinin en yükseğini temsil eden, burjuvaziye
karşı savaşında kendisine yol gösteren öncü örgütü yardımıyla verebilir" denmektedir. (abç, Proletarya
ve Önderlik Sorunu)

"Yardım", bu yazının bütününün hit sözcüğüdür. Özgürlük Dünyası tarafından adeta yeniden bulunmuş ve
sıkıca sarılınmıştır. Yazı bütünü itibariyle, menşevik-revizyonist parti teorisine kesin bir geçişe teorik bir
temel sağlamakta ve köprü işlevi görmektedir. Küçük burjuva devrimciliğinin ikameci-öncü parti anlayışı-
nın sözde eleştirisi ve onun mahkum edilmesi de bu köprünün perdesi olarak kullanılmaktadır. TDKP '87
sonrası kısa bir süre boğaz vapuru gibi dolaştıktan sonra, '70'li yılların ortalarından itibaren –soldan sağa
doğru geçme biçiminde– girdiği süreci, 12 Eylül sonrası tasfiyecilikle dokumuş, bugün ise, ekonomist-
menşevik, legalist tasfiyeci bir çizgide birleştirip derinleştirerek daha üst bir düzeye taşıyıp sistemleştir-
miştir. Şimdi Özgürlük Dünyası'ndan Emek Partisi'ne doğru olan evrilişin teorik hikayesini izleyelim. "Pro-
letaryanın toplumun diğer ezilen sınıflarına önderliğini, ancak parti aracılığıyla, onun yardım ve yönlendir-
mesi yoluyla gerçekleştirebileceği gerçeği, önderlik kavramının bozulmasının da çıkış noktası olmuştur.
Partinin, proletaryayı temsili, burjuva önderlik anlayışı çerçevesinde yorumlanmış ve işçi sınıfının bilinçli
bir parçası olan parti, sınıfın dışında bir yere yerleştirilmiş, burjuva partilerle yığınlar arasındaki ilişki biçi-
mi, 'sınıf partisi' olarak payelendirilen aydın, küçük burjuva örgütlerle sınıf arasındaki ilişkiye taşınmak
istenmiştir. Sonuçta leninizmle hiçbir ilişkisi bulunmayan bir 'önderlik' anlayışı türemiştir." Yazı, bunun
sonucu olarak "bürokratik bir kast"ın ortaya çıktığını ileri sürmekte, "halka rağmen halk için" davranan
"üst tabaka devrimciliği"nin (Osmanlılardan bu yana uzanan tarihsel-geleneksel bir aydın düşüncesi ve
tutumu olarak) eleştirisiyle devam etmektedir. Tabii Özgürlük Dünyası'nın yarattığı bu "derinlik" içerisin-
de, işçi sınıfına bilincin dışardan götürülmesi, örgütün eyleminin içeriği ve sosyalist aydınların rolü-
devrimciler örgütü konuları kaybolup gitmektedir. Aydınlarla ilgili bu şekilde bir tarihsel keşfe girmesi de
profesyonel devrimciler örgütü fikrine başından itibaren yöneltilen, ülkemizde de Aybar'dan ÖDP'ye uza-
nan çizgideki menşevik, revizyonist "eleştiriciler"le aynı kulvarda yüründüğünü örtbas etmek için yapılan
sahtekarlıktan başka bir şey değildir.

Alıntıladığımız son cümledeki gibi, "Leninizmle hiçbir ilişkisi bulunmayan bir 'önderlik' anlayışı" türemiştir!
Ölü TDKP'nin önderlik anlayışı "yardım-yataklık" rolünün ötesine geçmemektedir. Onun konuyu ele alışı
tam da bunu çağrıştırıyor. Belirtilen yazıda arada bir "önderlik" gibi sözcükler geçmiyor değil ama bu
tehlikeli bir kavram olarak görüldüğünden daima açıklamalı olarak veriliyor.

"Bu bakımdan işçi sınıfının örgütlü ve öncü nitelikli bir parçası olan devrimci komünist partinin sınıfın ge-
niş yığınlarıyla ilişkisini önderlik kavramıyla ifade edebiliriz. Fakat bu kavramın, partinin, kendisini sınıfın
yerine koyması, sınıfın eyleminin yerine öncü eylemi ve iradesinin geçirilmesi gibi bir içeriği yoktur. Bu
kavram ancak, sınıfın bütün bir toplumu ve kendisini yönetebilir hale gelmesine yardım etmek anlamında
kullanılabilir.
"Şu kaide işçi sınıfı partisinin görevi, sınıfın kendi kendisini ve bütün toplumu yönetebilir kılınmasına yar-
dım etmektir. Parti, sınıfa ideolojik, politik ve örgütsel yardım yoluyla sınıfın 'kendisi için' bir bilinç evresi-

3 PKK'nin Türkiye devrimci örgütlerinin mücadeleyi geliştirmedeki zaaflarına haklı bazı eleştiriler yöneltirken, kendisinin ML literatürle son bağlarını kopart-
masına ve devrimci stratejik hedeflerinden gerilemesine karşı onlardan gelecek eleştiriye karşı ön kesme yaparak güçlerini şerbetlemesi gibi, EMEP de
radikal devrimci örgütlere 'sol tasfiyecilik' saldırısıyla "ekonomizm"ini pupa yelken derinleştiriyor.
ne ulaşmasını ve bilinçle davranmasını sağlamayı hedefler. Bu ilişki, sınıfın artık yardıma ihtiyaç duymadı-
ğı, partinin de gereksizleştiği sınıfsız topluma kadar evrimleşerek devam eder. Onun sınıfa önderliği kısa-
ca 'yardım' kavramıyla ifade edilebilir."
TDKP görüşlerini, menşevik-tasfiyeci parti teorisi yönünde derinleştirirken küçükburjuva maceracılığın
önderliği, ideolojik öncülük ve partiyle sınırlandırmasının, doğru bir kitle çizgisi anlayışına uzaklığının ve
işçi sınıfının fiili önderliğini yadsımasının eleştirisinin arkasına siperlenmektedir. Üstelik daha önce belirtti-
ğimiz biçimde ülkemizdeki küçük burjuva devrimciliğinin tarihsel köklerine inme görünümüyle bir manipü-
lasyona başvurmaktan geri durmamaktadır. Fakat onun bu yöndeki "derinlik" katma çabası
menşeviklerden Rosa Luxemburg'a, Aybar'dan ÖDP'ye uzanan zincirin bir devamıdır. Ve ilk belirttiklerimi-
zin Leninist partinin Jakobenizm ve Blanquizmle sınır çekmediği yönündeki eleştirilerinin kendisini sakla-
maya çalışan yeni bir versiyonudur. İşçi sınıfıyla kalıcı ve köklü bağlar kuramayan bir örgüt, öncü komü-
nist partisi adına layık olamaz. Komünist partinin sınıf temeline dayanması bizzat onun varlık koşuludur.
Sınıfla bağların olmaması ya da zayıflığı, komünist bir örgütü bir dizi dış etkiye açık hale getireceği gibi,
bu, parti ve önderlik sorunlarında da yansımasını gösterecektir. Dolayısıyla komünist bir örgütün kendi
sınıf temeline dayanması temel sorununun çözümü, ertelenemez ve sürekli çabayı gerektiren bir görev-
dir. Bu konuda yol almakta yaşanılan güçlükler ve bu noktada ortaya çıkan kaymaların eleştirisi, öte yan-
dan küçük burjuva maceracılığına karşı mücadele, sürece gelişkin taktik, mücadele ve örgüt biçimleriyle
müdahalenin, partinin önder ve yönetici rolünün yadsınmasının örtüsü olamaz. Bunun sonucu, parti, sa-
dece "işçilerin örgütü", sınıfın herhangi bir örgütü derekesine indirgenemez. Öncü komünist partisi, işçi
sınıfının bir örgütüdür ama sınıfın en yüksek örgütlenme şeklidir. TDKP, işçi sınıfını örgütlemekte yaşanı-
lan dönemsel ve güncel zorlukların artmasını, bugüne dek pek bir yol alınamamış olmasını devrimci bir
bakış açısıyla değerlendirerek onu aşmaya çalışan politikalar geliştirmek yerine kuyrukçu bir öncülük an-
layışına doğru dümeni iyice kırmıştır.

Leninist partinin önder ve yönetici rolünü darbeleyip revize edenler modern revizyonistlerdir. TDKP'nin
partinin rolünü "yardım"la sınırlandırma düşüncesinde esin kaynağı, daha öncekileri saymazsak onlardır.
Modern revizyonist S. Titerenko, "Bugünkü Aşamada Leninciliğin Parti Konusundaki Öğretisi" başlıklı
makalesinde şunları söylüyor: "Marks'ın ve Engels'in daha sonra da Lenin'in faaliyetleri sonuç itibariyle,
görevlerinin bilincine varması için sınıfına yardım etmeyi ona özgürlüğü için örgütlü bir mücadele yürüt-
meyi öğretmeye yöneltmekteydi. Bunun için proletaryanın devrimci partisine olan ihtiyacı dile getirmek-
teydiler." (SBKP Deneyimi ve Devrimci Teori, sf.224)
Demek ki, bu yolu ilk çiğneyen TDKP değilmiş!..

Şimdi oportünist liberallerin parti görüşüne bir göz atalım. Liberal oportünizmin kapitalizmin gelişme
düzeyiyle bağlantılı ekonomik materyalizm temeli üzerinde yükselen, ekonomik, toplumsal "proje"lerle
örülü evrimci sosyalist görüşleri üzerinde durmuştuk. Parti teorileri de çağın keskinleşen çelişkilerini sos-
yal devrimle çözecek bir partinin örgütlendirilmesi temeli üzerinde değil evrimci dönüşüm modellerine
uygun legalist, reformist ve barışçıl bir mücadele çizgisinin uygulayıcısı olarak ortaya çıkmaktadır. Neo
liberal düşünce mali sermayenin tekelci hakimiyetinin genişlemesine ve derinlemesine yaymanın ve hakim
kılmanın siyasetiyken, küçükburjuva oportünizmi tarafından safdil bir liberalizm anlayışı olarak benimsen-
mektedir. Kuşkusuz bu şekilde kalsaydı bizim açımızdan fazla bir önem taşımazdı; fakat, onlar, proletarya
diktatörlüğünü yadsıyıp sosyalist demokrasiyi bu liberal görüşleri doğrultusunda sulandırmaktadırlar. Ve
bu görüşlerini parti konusundaki düşüncelerine de olduğu gibi taşımaktadırlar.

ÖDP'de ifadesini bulan, ML ideoloji ve proletaryaya dayanmayan kendiliğindenci bir anlayış temeli üzerin-
de "yığın inisiyatifi"nin öne çıkarıldığı "kitle partisi" düşüncesidir. Partinin temel yapısını ve örgütsel ilke-
lerini oluşturan konularda leninist parti düşüncesiyle taban tabana zıt bir çizgidedirler. Profesyonel dev-
rimciliğin, gizlilik ilkesinin, demokratik merkeziyetçiliğin reddi, siyasal çoğulculuğun parti içerisine taşın-
ması ve hizipli parti düşüncesi, öncü-kitle diyalektiğini kitleler yönünden alan kuyrukçuluk..., zincirsel bir
devamlılık içerisindedir. ÖDP'nin temsil ettiği "kitle partisi" düşüncesi, bu partide birleşen çeşitli grupların
–kendi grupsal varlıklarını da koruma özgürlüğüne sahip olarak, kitle taban inisiyatiflerini esas alacak şe-
kilde birleşmeleridir. Bu görüş, Yeniden Dergisinin '95 Haziran tarihli 1. sayısında: "Bu nedenle, bütün bu
koşulların bir gereği olarak başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere ülkemizdeki toplumsal muhalefet
dinamikleriyle, devrimci güçleri birleştirebilecek bir kitle partisi gerekli görünüyor."

"Böyle bir parti bize göre:


− Ülkemizin bugünkü temel sorunları karşısında köklü, somut, gerçekçi çözümler öneren devrimci bir
parti olmalı. (Bu bize göre, geçmiş sosyalizm süreçlerinin dersleri gözönünde tutularak yapılabilecek bir
iştir.)
− Mevcut düzen partileri veya bildik sol partilerin aksine, (bürokratik bir 'tabela veya bildiri partisi, lider
partisi' vb. değil) emekçi kitlelerin, toplumsal ve yerel dinamiklerin siyasal eylemliliğinin (taban inisiyatif-
lerinin) geliştirilmesine dayanan bir parti olmalı. Bir başka ifadeyle bugün genel olarak siyaset dışı bir
konumda olan işçilerden kamu emekçilerine, aydınlardan sanatçılara, kadınlardan öğrencilere kadar tüm
toplum kesimlerine ve çoğunlukla kendi sorunları içine kapanmış, genel olarak siyaset dışı bir konumda
bulunan solcu-ilerici insanlara hayat içinde bulundukları her yerde açıkça siyasi mücadeleye katılma çağrı-
sı ve onları örgütlenme ve açıkça siyasi mücadeleye katılabilmelerinin bir aracı olmalı, vb..." Aynı yazı
içerisinde bir başka yerde de: "Bunun yolu, sol grupların, konuya, yani yukarda tanımlanan emekçi kitle
inisiyatiflerini, taban inisiyatiflerini esas alan bir kitle partisi önerisine, doğru ve olumlu bir yaklaşım be-
nimsemelerinde bulunabilir..." denilmektedir. (Yeniden, Devrimci Kitle Partisi-Sol Gruplar)
Taner Akçam gibilerinin "Daha az parti", "taban demokrasisi" gibi sözlerle ifade ettiği düşünceler,
ÖDP'nin içerisinde yer alan çevrelerin en "sıkılarından olan Yeniden'de "parti olmayan parti", "taban inisi-
yatifi" gibi kavramlarla ifade edilmektedir. "Daha az parti", "parti olmayan parti" gibi oportünist liberal
düşünceler, ML partinin önder ve yönetici bir rol oynaması gerektiği düşüncesiyle tümüyle karşıt yönde-
dir. Söylenildiği gibi, bir "kitle partisi" düşüncesiyle, Leninist partinin ancak sınıfın en ileri unsurlarını bağ-
rında toplayan bir azınlık partisi olduğunu, öncülük misyonunun yerine getirebilmesi için bunun şart oldu-
ğunu yadsımaktadırlar. Bir bölümü bir parti çalışmasının yan örgütlenmelerinde, çoğu kitle örgütlerinde
örgütlenip harekete geçirilmesi gereken unsurlar bizzat parti içerisinde örgütlenmeye, toplanmaya çalı-
şılmaktadır. Eski DY'un sınırları silinmiş menşevik örgütsel anlayışı, liberal bir parti görüşü haline getiril-
miştir. Bu görüşler örgütün işlerlik ve iç yaşamında da, görev ve sorumluluk anlayışının zayıf ve denetim-
siz olduğu, parti organlarından birinde çalışma zorunluluğuyla güvence altına alınmadığı menşevik bir
parti yapısı düşüncesi olarak ortaya çıkmaktadır. "Taban demokrasisi", "taban inisiyatifi" gibi görüşler
Leninist demokratik merkeziyetçilik ilkesini reddettiği gibi, önderler, parti sınıf ve yığınlar arasındaki ilişki-
lerin doğru devrimci kuruluşunun zincirleme çarpıtılmasının başlangıç noktasıdır. Aynı zamanda parti ile
kitleler arasındaki ilişkinin belirsizleştirilmesinin de dayanak noktasıdır. Sözde, revizyonist ülkelerdeki
parti ve devletteki bürokratizmin eleştirisinden yola çıkmakta ama liberal bir formülasyona ulaşmaktadır-
lar, işçi sınıfıyla halkın diğer kesimleri arasına hiçbir sınır koymayan, feministler, eşcinseller, çevreciler gibi
marjinal güçler partinin asli unsurları olarak yer veren, troçkistlerden anarşistlere her kesimin içerisinde
cirit attığı bir partidir ÖDP. Kitlelerle ilişki kurma konusunda da, öncü olmayan bir öncülük düşüncesi,
çeşitli toplumsal güçlerin kendiliğindenci bir temelde örgütlenmesi anlayışı ile örtüşmektedir. Bugün
DHKP/C ve kimi örgütlerin sıkıca sarıldıkları, ilk kez DY çevreleri tarafından ünlemli Demokrat Dergisi'nde
dile getirilen uzun bir süredir de Yeniden ve ÖDP içerisinde savunulan yerel düzeyde ve mevcut parla-
mentoya alternatif olacak şekilde örgütlenecek "muhalefet meclisleri", kendiliğindenci toplumsal dinamik-
lerin bir araya getirilip desteklenmesi üzerine kurulu, legalist ve reformist bir perspektifle örgütlenmesi
düşünülen kuruluşlardır.4

Burada sorun kitlelerin doğal birleşme yerlerine sahip olmaları, bu yönde harekete geçirilmeleri değildir.
Asıl olan nasıl bir anlayışla bunun gerçekleştirildiği, bu tür örgütlenmelere ne gibi bir rol verildiğidir. Ve
kitlelerle ilişki kuruşun, kitleleri harekete geçirmenin ve öncülük anlayışının temel ve neredeyse tek biçimi
ve yöntemi olarak bunun görülmeye başlanmış olmasıdır. Bugün popülist politikalarla kitlelere gitme dü-
şüncesi sadece sağ oportünist örgütlerde değil DHKP/C gibi örgütlerde de gittikçe hakim politika haline
gelmektedir. Kitleleri örgütlemenin dönemsel-tarihsel zorlukları, bir meşruiyet nedeniymiş gibi, "kitleler
sana gelmiyorsa sen ona git" biçiminde yöntemsel bir yaklaşım sorunu olmanın ötesine taşınıp geleneksel
kültürün unsurlarını benimseme ve politik esneme ve kaymalar biçiminde genişletilmektedir. "Kitlelere!.."
biçimindeki devrimci sloganın ÖDP'den DHKP/C'ye kavranışı, kitlelerin kendiliğindenci temelde örgütlen-
mesi ve geleneksel burjuva feodal kültürün sınırları içerisindeki halk bilinciyle (DHKP/C) o yöne doğru
kayarak buluşma, propaganda ve ajitasyonun bu yönde içeriklendirilmesi biçimindedir, işçi ve emekçi
kitlelerin bilincini sosyalizm yönünde çekme ve bunun gerektirdiği ideolojik karşıtlık içerisinde hareket
etmek yerine, burjuva ideolojisinin kitlelerce içselleştirilmiş biçimleriyle uzlaşma ve buna "halk kültürü"
adı altında sahiplenme tutumu izlenmektedir. ÖDP'nin sınıf mücadelesini sınıf mücadelesi gibi yürütmek
yerine imaja dayalı medyatik, reformist bir içerikle yüklenmiş sloganları da aynı kapıya çıkmaktadır. Kuy-
rukçuluk, bu temelde kendiliğinden mücadele ve örgüt biçimlerine duyulan hayranlıktan da önce, ideolojik
karşıtlıkları silen popülist ve reformist görüşlerin ileri sürülmesi ve kitlelerle bu temelde buluşma çabası
olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, öncülüğün mücadele ve örgüt biçimleri yönlerinden önce, ideolojik-

4 Benzer görüşler ve örgütsel biçimler Latin Amerika'da eski gerilla hareketlerinin sağa kayış süreçlerinde ileri sürülmüşlerdir.
siyasal içeriğine ilişkin bir sorundur.

Burjuvazinin sınıf egemenliğini yıkma;


Burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin tüm biçimlerine karşı stratejik bir savaşım yürütecek bir parti;
Parti ve devrim arasındaki stratejik bağın kurulması
Burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin temel ve güncel tüm biçimlerine, bunların kazandığı yeni özelliklere, bir
bütün olarak sistemin ayakta kalmasını sağlayan her türlü kurum, araç ve yönteme karşı savaşım yürüte-
cek, onları yıkma gücünü ortaya koyabilecek bir partinin örgütlenmesi, yeni tipte parti örgütlenmesinin
temel ilkesini oluşturur. Bu stratejik ilişkilendirmeyi kurmayan, bu kapsamda bir savaşımı yürütmek teme-
linde örgütlenmeyen, mücadeleyi bir alanla, bir ya da bazı biçimlerle, ya da bir kesitle sınırlandıran bir
partinin devrimi örgütleyebilme olanağı yoktur.

Burjuvazinin sınıfsal egemenliği günümüzde tek bir biçime bağlı kalınarak değil oldukça çeşitlenmiş biçim
ve bileşimlerle yürütülmektedir. Açık, çıplak zora dayalı biçimler, bunlarla içiçe geçmiş ve kimi zaman
örtük, yedirilmiş ve adeta "görünmez" biçimler altında sürdürülen sınıf egemenliği, burjuvaziye egemenli-
ğini daha geniş bir temelde yürütme ve daha güçlü bir hakimiyet kurma olanağını vermektedir. Başta
siyasal egemenlik ve onun araç ve kurumları olmak üzere, kimi iktisadi araç ve yöntemler, toplumsal ve
bireysel yaşam alanının daha geniş ve derinlemesine etki ve hakimiyet sağlayacak şekilde örgütlendiril-
mesi, ideo-kültürel araç ve kurumların çok daha yetkin ve yaygın olarak bu amaçla kullanılması söz konu-
sudur. Çeşitli iktisadi araç ve mekanizmaların yanı sıra ve onların harekete geçirilmesinde de olmak üzere,
bir bütün olarak üstyapı alanı sınıfsal hakimiyetin derinleştirilmesinde eskisine göre çok daha geniş ölçüde
kullanılmaktadır. Burjuva egemenliğin geldiği bu düzey, aldığı biçimler ve geliştirdiği yöntemler, proletar-
yanın devrimci partisinin hangi temelde örgütlenmesi, savaşımın kapsam ve içeriğinin ne olması gerekti-
ğini ortaya koymaktadır. Bunların belirtilen kapsam ve içerikte gerçekleştirilmesini sağlayacak bir düzey
ve nitelik, bunlara uygun araç, kurum ve mekanizmaların geliştirilmesi proletaryanın devrimci partisi için
varlık koşulu olarak görülmelidir. Bu aynı zamanda emperyalist kapitalist sistemin temel örgütlenmesi;
ekonomik, toplumsal, politik ve bir bütün olarak üstyapı alanının karşılıklı ilişkilerinin oportünist çarpıtma-
lara ve kaymalara olanak tanımayan bir açıklamasını, örgütlenme ve mücadelenin buna uygun yürütülme-
sini gerektirmektedir. Burjuvazinin ona ayrıca güç veren, egemenliğini daha geniş bir temelde yürütebil-
mesini sağlayan yarattığı karmaşık ilişkiler ve hakimiyetin doğru çözümüyle birlikte ona karşı doğru bir
örgütsel perspektif, etkili ve büyüyen bir mücadele yürütme olanağına kavuşacağız.

Burjuvazinin siyasal-ideolojik hakimiyetinin araçları, kurumsal ve yöntemsel olarak çeşitlenmiştir. Muhafa-


zakar, liberal, faşist, sosyal demokrat, revizyonist..., aralarında program ve yöntem farkları bulunmakla
birlikte temelde aynı sınıfa (sınıflara) hizmet eden partilerdir. Onların varlığı ve devlet aracılığıyla ege-
menliğin sürdürülmesinde gerçekleştirilen biçim ve yöntem değişiklikleri egemen sınıfın manevra yetene-
ğini artırıp siyasal iktidarını korumasına hizmet etmektedir. Baskı ve şiddetin yanı sıra reformist, içerden
engelleyici ve dalgayı kırıcı politikalar, emekçi sınıfların iktidarı içselleştirmelerini sağlayıcı manipülasyon
politikaları bir bütün olarak ve duruma göre uygulanmaktadır.

Sosyal demokrasi ve revizyonizmin tarihsel olarak ve sınıf hareketinin gelişimi içerisinde, içeriden nasıl bir
frenleyici ve engelleyici rol oynadıkları üzerinde durmuştuk. Mücadele koşullarının ve kitlelerin bilincinin
geriliğinden, temel düşünüşleri itibariyle burjuva bilincin ötesine geçememiş olmalarından yararlanan bu
akımlar, sistemin politik manevra alanını genişletmekte, hareketin karşısına dikilmekte ve özellikleri itiba-
riyle de ciddi bir engel oluşturmaktadırlar. Sosyal demokrat, revizyonist, oportünist akımlara karşı karşı-
ya gelinmeden ve onlara karşı sürekli bir mücadele yürütülmeden bir devrim başarıya ulaşamaz.

Burjuvazi ekonomik-sınıfsal hakimiyetini politik egemenlik temelinde yürütür ve bunun da temel ve başlı-
ca aracı devlettir. Dolayısıyla her devrimin temel sorunu, yapması gereken ilk iş mevcut devleti yıkmak
ve iktidarı ele geçirmektir. (ML'nin abc'si durumunda olan bu sözleri çeşitli kaymalara karşı yinelemek,
altını çizmek gereğini duyuyoruz.) Politik egemenliğin yürütülüşünde, buna bağlı olarak da devletin biçi-
minde, burjuva demokratik ve faşist biçimler olabilmektedir. Ayrıca sınıf savaşımının gelişim ve sonuçları-
na, izlenen ekonomi politikalara göre bu iki temel siyasal biçimden birisinin özgül biçimlenmeleri olmakta-
dır. En başta söylenmesi gereken emperyalizm çağında tekellerin devleti ele geçirmesi ve devletin eko-
nomik ve siyasal vd. bütünüyle, onların hizmetine girmiş olması, tekelci devlet kapitalizmi niteliği kazan-
masıdır.

Burjuva demokratik, faşist, bu biçimlerden birisinin özgül biçimlenmeleri.., devlet hangi biçimi alırsa alsın
değişmeyen, devletin şiddete dayanan gerici özü, burjuvazinin sınıf egemenliğini sürdürmesinin temel
aracı olmasıdır. Ve kuşkusuz, emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında egemen burjuvazinin gericilik
eğilimiyle temel devlet yapısında buna uygun biçim ve özellikler kazanmakta, buna uygun örgütler, kimi
mekanizmalar ortaya çıkarmaktadır. Lenin'in şu sözleri burjuva devletin gelişimini açıklayıcıdır: "Emperya-
lizm –banka sermayesi çağı, dev kapitalist tekeller çağı, tekelci kapitalizmin büyüme yoluyla tekelci dev-
let kapitalizmi durumuna dönüştüğü çağ krallıkla yönetilen ülkelerde olduğu kadar, en özgür cumhuriyet-
lerde de, daha özel bir biçimde, devlet makinesinin olağanüstü güçlendiğini, onun bürokratik ve askeri
aygıtının proletaryanın artan bir ezilmesiyle bağlılık içinde, görülmemiş biçimde genişlediğini gösterir."
(Devlet ve İhtilal, sf. 47)

Devletin, özellikle yarısömürge ülkelerde kriz dönemleri ve sınıf savaşımının gelişimine göre faşist bir
biçim alması bir yana, burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde de yürütme gücünün, ordu-polis, geniş bir
bürokrasiyle hiyerarşik bir sağlamlık kazanması ve devletin iç örgütlenmesinde oluşturulan kimi kurumlar
ve mekanizmalarla parlamentonun görünürdeki tüm ihtişamına karşın yetkilerini sınırlandırıp, yasamanın
kimi hatta birçok yetkilerinin örtük bir şekilde elde toplanması, yargının kriminal suçları kovuşturma dai-
resine indirilmesi, görülmektedir.5
Emperyalizm çağında devlet, bizzat çağın özellikleri ve çelişkilerindeki keskinleşme üzerinde yükselmekte
ve buna uygun biçimler almaktadır. Dolayısıyla, hiçbir hayale kapılmadan ve bu bir an bile gözden kaçırıl-
madan bir devrim örgütlenmesinin hazırlıkları yapılmalıdır. Bu, en başta düşünülecek olan komünist dev-
rim örgütünün sağlam bir yeraltı temelinde örgütlenmesi, örgütsel ve siyasal çalışmanın bütününü ve
sürekliliğini bu şekilde güvence altına alması ile sınırlı bir görev değildir. Çok daha fazlasıdır; savaşımın
yükseldiği aşamalarda ve nihai çatışmalar anı gelip çattığında bu karşıdevrimci makineyi yenebilecek, kırıp
parçalayacak güçlülükte bir örgütlülük ve mücadele düzeyine çıkmaktır. '30'larda Almanya'da faşizmin
üstün gelmesi, pek çok devrimin ilerleyen aşamalarda yenilmeleri, '70'li yıllarda çeşitli ülkelerde ve Türki-
ye'de devrimci halk hareketinin ilerletilip devrim aşamasına götürülemeyişinde bu engelin geçilemeyişi
(diğer nesnel ve öznel nedenlerden ayırarak söylüyoruz) bulunmaktadır. Komünist bir örgütün örgütlen-
me ve devrim stratejisi, bu tarihsel deneyimlerden de ders çıkarmış ve devrime karşı çok daha geniş ve
güçlü bir donanıma sahip, burjuvazinin hakimiyetini korumak için kendisine karşı çıkarabileceği en son
biçime karşı, onu da altedecek bir biçim ve düzeyde olmalıdır. Bunu amaçlaması, örgütsel çalışmasını her
aşamada bu amaca uygun hale getirmesi, gözden geçirmesi şarttır. Komünist bir parti, devrim stratejisini
bu içeriğe uygun yürütmeli, örgütlenmesini, böyle bir yapı ve güce ulaşma sorunlarını çözerek geliştirme-
lidir. Bu yüksek bir savaşım kapasitesini, bunu gerçekleştirecek siyasal, örgütsel-askeri aygıtların gerek-
liliğini (bunları devrimlerin ilerleyen aşamaların hatta devrim anının sorunu olarak görmemeyi), partinin bir
bütün olarak iç savaş koşullarında yüksek bir savaşım gücü gösterecek –Lenin'in sözleriyle, iç savaşın
çarpışan partisi olacak– bir güç ve yetenekte örgütlenmesini gerektirmektedir.
Egemen burjuvazinin siyasal zor aygıtının kırılması ve iktidar için bu temelde yürütülecek savaşım asli ve
vazgeçilmezdir. Siyasal egemenliği sürdürmenin diğer biçim ve yöntemleri, bunlara eklenen toplumsal ve
bireysel yaşam alanına daha etkili girebilmesini sağlayan ideo-kültürel biçim ve yöntemler, kimi zaman
daha esnek biçimlere geçebilmeyi kolaylaştıran koşulların ortaya çıkması, globalleşme ve Yeni Dünya
Düzeni'nin devlet, demokrasi, toplumsal ve bireysel yaşam konularında getirecekleri üzerine yapılan
oportünist spekülasyonlar, komünistlerin savaşımı siyasal iktidar için savaşım ekseninde yürütmelerini ve
burjuvazinin gerici zorunu, faşizmi ve kapitalizmi yenecek bir devrimci örgütsel stratejinin geliştirilmesini
karartmamalıdır. Parti ve devrim arasındaki stratejik bağ, her durumda korunmalıdır.

Burjuvazinin sınıf egemenliğinin tüm biçimlerine karşı etkili bir savaşım


Egemen burjuvazinin hakimiyetini sadece en açık, kaba biçim ve yöntemlerle sürdürdüğü, bunlarla yetin-
diği ve egemenliğini sürdürmek için bunların yeterli olacağı söylenemez. Burjuvazi egemenliğini sürdür-
mekte en açık, sert, şiddete dayalı biçim ve yöntemlerle, en ince ve dolayımlı biçimleri, ülkelerin ekono-
mik, toplumsal, siyasal gelişme düzeyleri ve sınıf mücadelesinin gelişimine göre değişik bileşimlerde uygu-
lamaktadır. Sınıf hakimiyetinin ekonomik kimi yöntemlerle güçlendirilmesi, politik hakimiyeti çeşitlendi-
rilmiş yöntemlerle sürdürülmesi, sistemin toplumsal örgünlüğünün onu güçlendirecek biçimde geliştiril-
mesi, ideo-kültürel etki ve manipülasyon araçlarının gelişmişliği ve etkili bir şekilde kullanılmaları hep bir-
likte rol oynamaktadırlar.

Günümüzde emperyalist kapitalizm sistemin tüm unsurlarıyla daha güçlü bir hakimiyet kurmanın, onu

5Belirttiklerimiz, burjuva devletin özüne ve onun temel yapılanmasının aldığı biçimlere ilişkindir. Gerek parlamenter demokratik yöntemlerin kullanılmasıyla,
gerekse değişik dönemlerde oluşturulan kimi kurumlar, yan örgütler, kararlarla bizzat devlet aracılığıyla kitlelerde yanılsama yaratılmaktadır.
koruyup pekiştirmenin araç, kurum ve yöntemlerini geliştiriyor. Mali sermayenin, tekelci kapitalist birlikle-
rin yaygınlaşıp derinleşen egemenliği, toplumsal, politik, kültürel alanlarda da onu güçlendirici biçimlerle
ortaya çıkmaktadır. Tek tek ülkelerin gelişme düzeylerine göre farklılık göstermek ve özgül biçimlenmele-
rini oluşturmakla birlikte kapitalist sistem, siyasal egemenliğin devlet ve diğer araçlarının yanında top-
lumsal düzeyde egemenliğini koruyucu örgün bir yapı oluşturmaktadır. Ekonomik yapıyla bağlantılı olarak
çıkan, ekonomik, toplumsal kurumlar ve oluşturulan mekanizmalarla, üstyapı alanından da kucaklanmış
olarak ve bir içiçelik yaratılarak, burjuva egemenliğine daha geniş ve esnek bir temel sağlanmaktadır.
Politik gücün daha çeşitli ve etkin kullanımının yanında, toplumsal yaşam ve ilişkiler alanına güçlü bir
ideokültürel etki sağlanarak girilmesi söz konusudur. Tarihsel bir perspektifle baktığımızda, burjuvazinin
sınıf egemenliğinin sürdürülmesinde bir bütün olarak üstyapı alanının yaratılan çeşitli araç, kurum ve me-
kanizmalarla daha etkin kullanıldığını görmekteyiz. Egemenliğin çeşitli alanlardan daha geniş bir temele
oturtulması, daha karmaşık ilişkiler sistemine dayalı, biri zayıfladığında diğerinin korunak oluşturduğu
sistem açısından güçlendirilmiş bir hakimiyet oluşturmaktadır.

İşte bu egemenlik ilişkilerinin bütününe yönelmek, aldığı biçim ve boyutların doğru çözümlenmesi ve etkili
bir mücadele bir parti faaliyeti açısından önem kazanmaktadır. Bunlar partinin siyasal ajitasyonunun kap-
samını genişletici olduğu gibi, bir bütün olarak da çok daha geniş temelde ve çok yönlü bir eylemsellik
içerisinde olma görevini koymaktadır. Sistemin bu örgünlüğüne karşı geniş bir açıdan ve kapsamlı bir
mücadele yürütmeyen bir parti, öncü olamaz. Öncü komünist bir parti, mücadele ve iktidar perspektifini
bu egemenlik ilişkilerinin bütününe ve her birine karşı savaşım olarak yürütmek durumundadır.

Burjuvazinin günümüzde egemenliğini daha geniş bir temele, çeşitli araçlara ve bunların yarattığı karma-
şık ilişkilere dayandırması bir dizi kafa karışıklığına, yanılsamaya ve oportünist çarpıtmalara da yol açmak-
tadır.

Toplumsal örgünlük alanında genişleyen hakimiyet ve "Sivil Toplumculuk"


Toplumsal siyasal düzeyde ortaya çıkan örgünlüklerden hareketle devlet-"sivil toplum" ilişkileri, üstyapı-
nın çeşitli alanlarının daha geniş bir etkinlik alanı haline gelmesinden yola çıkılarak altyapı-üstyapı ilişkileri
konularında antimarksist ve idealist yorumlar gelişmektedir. Teorik görevler kapsamı içerisinde ayrıca ele
almamız gereken bu konularda, altyapı-üstyapı; ekonomik, toplumsal, politik, kültürel alanların karşılıklı
etki ve ilişkilerinin marksizine bağlı kalınarak çözümlenmesi önemlidir. Bir ön giriş olması ve her türlü ya-
nılsama ve çarpıtmadan uzak durulması için Marks ve Engels'in Alman İdeolojisi'nde tanımladıkları gibi:
"Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içerisinde bireylerin maddi ilişkilerinin hepsini
birden kucaklar... Sivil toplum terimi, 18. yüzyılda, mülkiyet ilişkileri, ilkçağ ve ortaçağ ortaklaşalığından
kurtulur kurtulmaz ortaya çıktı. Sivil toplum, sivil toplum olarak ancak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla
birlikte, üretim ve ticaretin doğrudan sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının
temelini oluşturan toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir." (abç., 2. Baskı, Sf. 124)
Bu sözler, kapitalizmin geliştirdiği toplumsal düzeydeki örgünlüğün maddi temelini, onunla olan dolaysız
bağını ortaya koymaktadır. Keza, "Sivil toplum", devlet dahil üstyapının bütününü kapsayıcı bir içerikle
verilmektedir. Toplumsal yapı ve ilişkilerin ekonomik temelle bağlantısı kurularak açıklanması öznel bir
toplumbilimcilikle sınır çekeceği gibi, bu toplumsal yapı ve ilişkiler üzerinde ve içice gelişen siyasal, kültü-
rel formların da doğru anlaşılıp açıklanmasını sağlayacaktır. Karşılıklı etki ve yoğun bir etkileşimin olduğu
bu alanlara yöntemsel olarak doğru yaklaşım, burjuvazinin sınıf egemenliğinin dayandığı geniş temelin,
dolayımlı ilişkilerin, açık ve örtük biçimlerin karmaşık dokusunun çözümlenmesini, olanaklı kılacaktır.

Sistemin ekonomik, toplumsal, siyasal düzeyleri arasındaki bütünlüğü gözardı edip Hegel'den Gramsci'ye6
uzanan çizgide devlet-sivil toplum karşıtlığı biçiminde bir ele alışla "sivil toplum alanının genişletilmesi",
"devleti sivil toplum alanından kuşatmak" gibi görüşleri siyasal eyleminin temeline yerleştirmek reformcu-
luk belgisidir. "Kapitalizm koşulları içerisinde sosyalist toplumun ön biçimlerini yaratmak" gibi, faşizmden
de çok, revizyonist ülkelerdeki "bürokratik sosyalizmin eleştirisine dayanan, neo-liberalizmle kesişen
reformist sosyalist görüşlerle de bu yaklaşım tamamlanmaktadır. Bu görüşler sistemdeki çelişkileri dev-

6 Üçüncü Enternasyonal çizgisinde ve devrimci komünist görüşlere sahip olan Gramsci bazı konularda, görece gelişmiş bir kapitalizm düzleminden sorunla-
ra yanıt ararken kaymalara zemin hazırlayan görüşler ileri sürmüştür. Devlet-sivil toplum ilişkisine ilişkin görüşleri, İtalyan revizyonistlerinin "tarihsel uzlaşma"
teorilerine arayıp buldukları dayanaklardan birisi olmuştur. '85'lerden itibaren de ülkemizde oportünist liberallerin keşif alanına girdi. "Sivil toplumculuk"la
reformist sosyalizmleri arasında köprü kurarken ve idealist üstyapı analizlerinde, Stalin ve Lenin'i yadsırken dayanmaya çalıştıklarından birisi de Gramsci
oldu. Onun teorik bazı hataları buna yol açmakla birlikte, onun için bir şanssızlık olduğunu ve tarihsel bir haksızlık yapıldığını belirtmek gerekir. İşçi konseyle-
rini içerisinden solumuş, komünizmle yalın bağını her zaman koruyan, faşizmin zindanlarında direnişçi kimliğini bir an bile yitirmeyen Gramsci onlara çok
uzaktır.
rimci bir temelde ve devrimci biçimlerle çözme düşüncesine uzaktırlar. Konuyu biraz daha genelleştirip
temellerine doğru indiğimizde, emperyalist kapitalizmin ve kapitalizmin görece geliştiği ülkelerdeki iktisa-
di, toplumsal, siyasal düzeyin ML çözümüne dayanmayan, oportünist çarpıtma ve yorumların bulunduğu
görülür. Bu düzlem oportünist liberal, reformist politika ve örgütsel stratejilerin çıkış alanıdır. Antiem-
peryalist demokratik ve sosyalist bir devrimci siyasal programdan ve buna denk bir örgütsel strateji ve
mücadele çizgisinden uzaklaşılarak liberalizmle sulandırılmış bir "devrimci" demokrasi programına, prole-
tarya öncülüğü ve temel emekçi sınıflara dayalı bir ittifak ve eylem çizgisinden genel bir halk muhalefe-
tine, düzene karşı savaşımın devrimci örgütsel biçimlerinden düzen içi araç, kurum ve yöntemlerin gelişti-
rilmesine uzanan bütünlük oluşturmaktadır. Latin Amerika'daki birçok gerilla örgütü programatik yönden
antiemperyalist demokratik görevleri sosyalist amaçlar doğrultusunda çözme perspektifine sahip olma-
dıkları, şekilsiz bir toplumsal muhalefet (kendiliğindenci, marjinal, gayri siyasi güçlere de kolaylıkla yer
veren) temelinde bir cephe anlayışı geliştirdikleri için, tüm bu amaçlardan biraz daha gerileyerek girdikleri
"siyasal çözüm" kulvarında oportünist liberalizmin sol versiyonu olma çizgisine kaymaktadırlar. Bağımsız-
lık ve demokrasi konularını yeni bir anayasa düzeyine indiren PKK ve DHKP/C'nin cephe programı, cephe-
nin örgütsel biçimleri, toplamaya çalıştığı güçler, gidiş yönünün sağlıksızlığını göstermektedir.

Burada kendiliğindencilik, siyasal ajitasyon ve eylemin güncel içeriği ve ondaki sınırlanmadan da önce,
daha temelde programatik düzeydeki sınırlılık ve ondan da gerileyiş, mücadele ve örgütsel stratejilerdeki
yansımalarıyla birlikte ortaya çıkıyor. Ulusal devrimci, halkçı devrimci küçük burjuva programlar, tarihsel
ve konjonktürel elverişsizlikler ve mücadelenin yoğunlaşmış güçlükleri karşısında ulusal reformist, liberal
demokratik programlara doğru gerilemektedirler. Bilinç, sosyalist olmalı ve o kuşkusuz her ülkenin eko-
nomik, toplumsal, siyasal gelişme düzeyine uygun bir açıdan nesnellikten kopmayan ama sosyalist amaç-
larla kesintisizlik ilişkisini kuran bir program düzeyinde ifadesini bulmalıdır. Bu bizi her siyasal sorunun
düzeniçi olabilecek siyasal çözümlerine doğru yönelmekle değil ekonomik, toplumsal sorunların çözümüy-
le birleşik ve bu bileşimden dolayı devrim dışında başka türlü çözülemeyecek olan bir siyasal iktidar için
savaşma kesinliği içerisinde tutacaktır.

Sosyalist bilinç, program düzeyinde ifadesini bulduğunda ilkesel bir kesinliğe ulaşır. Ve her türlü
konjonktürel dalgalanmaya karşı da, ona ilkesel bir tutumla sarılınmalıdır.7

Egemen ideoloji ve bilincin yaygın ve yoğun etkisi –"Kitle Kültürü"


Egemen burjuvazi, ekonomik, sınıfsal hakimiyetini sürdürmek için üstyapı alanını eskisine göre çok daha
yetkin ve kitleler üzerinde etkili olacak biçimde kullanmaktadır. İdeoloji ve politika, felsefe ve sanat, din
ve gelenekler, toplumsal dokuya ve bireysel yaşam alanına adeta boşluk bırakmamacasına yedirilmiştir.
Bunlar sistemin iç örgütlenmesini güçlendirip, daha girift ilişkilere dayalı bir hakimiyet kurmasını kolaylaş-
tırmaktadır. İşçi ve diğer emekçi sınıfların burjuva bilincin içerisinde tutulmaları, hatta daha derin bir ya-
nılsama içerisine sokulmalarında etkili olmaktadırlar. Geniş ve son derece etkili bir manipülasyon alanı
yaratılmıştır ve bu sınıfsal siyasal bilincin oluşumunu, sosyalist siyasal bilincin iletilmesini geciktirip engel-
lemektedir. Dolayısıyla bu sorun, ML partinin siyasal ajitasyonunun kapsamını genişletici olduğu gibi, bü-
tün bir eylemini ilgilendirir niteliktedir.

Marks ve Engels, çok önceleri Alman İdeolojsi'nde, maddi üretim araçlarını ellerinde tutan sınıfların ente-
lektüel üretim araçlarını da ellerinde tuttuğunu söylemişlerdi. Onların bu sözleri, altyapı ve üstyapı iliş-
kisinin temel belirlenimini vermektedir. Egemen üretim biçiminin egemen sınıfının düşünce ve davranış
şeklini; politik, kültürel ve manevi yaşamın bu temele bağlı olarak nasıl şekillendiğini görmemizi sağlar.
Kuşkusuz bu düz bir yansıma ve biçimlenme olarak ortaya çıkmaz. Konumuz açısından önemli olan ege-
men sınıfın elinde tuttuğu entelektüel üretim araçlarını nasıl kullandığıdır. Egemen sınıf ideoloji ve kültü-
rünü sadece kendisine aitmiş gibi sunmaz. İdeolojisini, kültür ve değerler sistemini bütün topluma
maletmeye çalışır. Bunun için, "...kendinden önce egemen olan sınıfın yerine geçen her yeni sınıf, salt
kendi amacını gerçekleştirmek için, kendi çıkarını ideal bir biçime sokarak toplumun bütün üyelerinin or-
tak çıkarı gibi göstermek zorundadır; bu onun düşüncelerine evrensel bir biçim verecek ve onlara ussal
ve evrensel olarak geçerli biricik düşünceler gibi gösterecektir." (Alman İdeolojisi) Egemen sınıf bunu
gerçekleştirirken emekçi sınıfların geriliklerinden ve zihinsel üretim araçlarından yoksun olmalarından
yararlanır. Kendi ideolojisinin ve aygıtlarının gelişmişliğini ve üstünlüğünü kullanır. Bu düşünceler kitlelere

7 "Sivil toplum" aslında marksist literatüre ait olmayan bir kavramdır. "Bireylerin etkinlik alanı", "politika ve devlet dışı alan" gibi kavramın ortaya çıkış anlam-
larıyla düşünecek olursak "sivil toplumculuk"un faaliyetinin içeriğinin ne olacağı, düzeniçiliği daha kolay anlaşılır. TÜSİAD doğru bir şekilde kendisini "sivil
toplum" örgütü olarak tanımlamakta ve benzer kuruluşlara bu temelde çağrı yapmaktadır. TÜSİAD, Odalar Birliği, Vakıflar, sermayenin "özerk" üniversitele-
ri, yedekledikleri sendikalar, çevreci kuruluşlar..., "sivil toplum" örgütleridir.
ideolojik-teorik formüller olmaktan çok hatta tamamıyla siyasal, kültürel düşünceler olarak geleneksel
değerlerden de yararlanılarak götürülüp benimsetilir. Alternatif bir ideoloji doğup güçlü bir etki sağlayın-
caya kadar kitleler var olanın, hakim ideolojinin alanı içerisinde düşünüp hareket etmeye devam edecek-
lerdir.

İşçi ve emekçi kitleler, farklı bir sınıf konumunda olmalarına karşın egemen ideoloji ve kültürü niçin ve
nasıl benimserler? Her yeni devrimci sınıf başlangıçta halkın diğer kesimlerinin istemlerini kapsayıcı şiar-
larla ortaya çıkar ve üretim tarzı değişikliğiyle bu kısmen gerçekleşir. Bu günümüzde önemini tarihsel
olarak yitirmiştir. Teknolojinin sağladığı olanaklar açısından ise belli yönlerden devam etmektedir. İkincisi,
kitleler kaçınılmaz ve zorunlu bir biçimde mevcut ideoloji ve kültürün sınırları içerisinde düşünürler. Bir
önceki dönemin ideoloji ve kültürüyle içiçelikte, ondan yararlanılarak sunulması ise egemen sınıfın lehine
durumu kolaylaştırır. Üçüncüsü, emekçi kitlelerin kendiliğinden eylemleriyle gelişmekte olan bilinç hem bu
eylemlerin sınırlılığını taşıyacağı gibi, reformizm, revizyonizm, sendika ağaları tarafından sınırlandırılıp
sisteme entegre edilir. Dördüncüsü, burjuva ideolojisi ve kültürü yaygın ve yoğun bir biçimde doğrudan
ve dolaylı biçimler altında zerkedilir.
Hangi sınıftan olursa olsun tek tek bireyler açısından sistemin içerisinde bir yer bulma, hatta yaşayabil-
mek için egemen ideoloji ve bilincin benimsenmesi şarttır. Verili ideoloji ve kültürün içerisinde hareket
eden bireyler, zaten bu yönde eşyanın tabiatı gereği bir gönüllülük oluştururlar. Fakat yine de emekçi
sınıfların nesnel durumlarından kaynaklanan bir çelişki, değişik düzeylerde var olacaktır. İşte bunun için
burjuvazi mevcut çelişkiyi hiçbir zaman gideremeyecek de olsa onun kendisini tehdit edecek bir bilinç ve
eyleme dönüşmesinin önüne geçmekte, bunun yol ve yöntemlerini bulmakta korkunç derecede ustalık
göstermektedir. Yukarda belirttiklerimizin her birini ve tümünü etkin bir şekilde kullanmakta ve yeni yeni,
çok değişik mekanizmalar bulmaktadır. Ve burjuva ideoloji ve kültür kitlelere sadece ilk halleriyle değil,
onların nesnel durumlarından gelme çelişikliği de gözönünde tutan biçimleriyle de, benimsemelerini sağla-
yacak şekilde farklı bir ambalaja sarılmış olarak götürülür. Buna uygun kanallar, biçimler bulunur. Kitlelerin
toplumsal durumlarına uygun hale getirilen, kırılmaya uğramış, kitleler tarafından kendilerine göre biçim-
lendirilen eklektik bir kültür ortaya çıkar. Baskıyla yaratılan korku, dağınıklık ve çözümsüzlükle, kitlelerin
kapitalizmin dev yalan dolan makinesiyle aldatılmaları, adeta illüzyona sokulmaları içice geçer.

Özellikle '60'lı yıllardan itibaren kitlelere çok daha geniş ölçüde empoze edilen bir "kitle kültürü" gelişti-
rilmiştir. Kapitalizmin sanayileşmiş dev bir makineyle kitlelere ilettiği, her alana egemen olan "pop kültü-
rü"dür. Basit, kolay, yığınsallaşmaya uygun, yoz biçimlere bürünebilen, kategorilendirilmiş ve bu özelliğiy-
le daha geniş bir hakimiyet kurabilen bir kültür. Toplumsal ilişkilere, kişisel yaşamlara, derin bir manipü-
lasyon yaratılarak onun aracılığıyla hükmedilebilmektedir. Kendi sınıfsal konumunun tümüyle dışında öz-
lem ve beklentiler içerisinde olunması, amaç ve ideallerin burjuvazinin çizdiği amaç ve idealler olması, bu
medyatik illüzyonla kolaylaştırılıp sağlanmaktadır. Kapitalizm, sanat ve kültür alanında da insansal ve
toplumsal olanın birleşik gelişimine hizmet edici değil, bireyselleşmeyi derinleştirici yöndeki gelişimini
amaçlar ve çabasını bunda yoğunlaştırır. İnsanın bilimle, sanatla, sporla olan uğraşını doğa ve toplumla
geliştirici bir iletişim, etkinlik kurma üzerinde yükseltmediği gibi, bu ilişkiyi meta ilişkisine çevirir, ilişkiler-
de bireyselliği bu temelde yeniden üretir. En insansal konuların ele alınışına dahi damgasını bu vurur. Ve
burjuvazinin bu alanlardaki tüm çabası, emekçi sınıfların sınıfsal durumlarına uygun düşünmesinin, sorun-
larına çözüm üretme yeteneklerinin ve birlikte davranışlarının önlenmesi noktasında toplanmaktadır.

Emekçi sınıfların iş ve uyuma dışındaki tüm zamanını doldurmak, "kitle kültürü" yoluyla düşünce, davranış
ve ilişkilerin belirlenmesi burjuvazi için başta gelen bir amaç olmuştur. Özellikle gelişmiş kapitalist ülke-
lerde '60'lı, '70'li yıllarda üretim tekniğindeki gelişmelerle "standart kitlesel üretim" yapılması ve daya-
nıklı tüketim mallarının kitleler tarafından görece daha yaygın kullanılabilir hale gelmesiyle birleşik
zerkedilen bu kültür-yaşama biçimi doğmuş, sistemin orta sınıf tabanı bu dönemde nispeten genişlemiş-
tir.

Başta TV olmak üzere medya bu alanda çok etkin ve daha önce görülmemiş ölçüde rol oynamaktadır.
İletişim teknolojilerindeki gelişme, burjuvazinin kültürel hakimiyet araçlarının hızlı gelişimini ve çok daha
etkili olmalarını sağlamaktadır. Egemen sınıfın ideo-kültürel alanı çok daha etkin bir şekilde kullanmasıyla,
emekçi kitleler derin bir yanılsama, bilinçsel körlük ve karmaşanın içerisine sokulmaktadır. Burjuvazi daha
girift ve daha geniş bir temele dayandırdığı hakimiyetine örtük, gizli bir biçim kazandırabilmektedir. Bu
sayede, ideo-kültürel alandan yaratılan manipülasyon ve kullanılan çeşitli yöntemlerle kitlelerin burjuva
bilinci ve sistemi içselleştirmelerini sağlayan daha derin bir yanılsama yaratılmaktadır. Üstyapı alanının
daha etkin kullanımı, olayların, süreçlerin, davranışların ilk ve son nedenlerinin burada aranmasına, temel-
deki gerçek nedenlerin görülememesine ve onlardan uzaklaşmaya, emekçi insanların binlerce yıllık aldatı-
lışının sürmesine olanak sağlamaktadır.

İletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmenin sonuçları, medyanın rolü konuları çeşitli yanılsama ve düpedüz
çarpıtmaların da konusudur. Bunlardan birincisi, düpedüz neo-liberal propagandistler tarafından ileri sürü-
len teknolojik determinist safsatalardır. Hızla gelişen iletişim teknolojileri ile birlikte bilginin kolay, ucuz ve
herkes tarafından elde edilebilir olacağı, dolayısıyla bunun demokrasi ve toplumsal eşitlik sağlayacağı
biçiminde ileri sürülen savdır. Onun bir meta özelliği kazanması bir yana, bu yarı iletken kablolardan, uydu
ve televizyon kanallarından, otoyollardan akan bilginin ne tür bir bilgi olduğunu ve kime hizmet ettiğini
söylemekten uzak durmaktır bu görüş. Kuşkusuz, iletişim teknolojilerindeki gelişme ve bunların günlük
yaşama hızla aktarılması, kitlesel kültürün gelişmesine ve uluslararasılaşmasına hizmet etmektedir. Fakat
bu emperyalist kozmopolit kültürün çok daha geniş ölçekte yayılmasına, kapitalist egemenliğin pekişme-
sine de hizmet etmektedir. Halkçı, ulusal ve demokratik ve sosyalist, filiz ve gelişme halindeki kültürlerin
boğulması yönünde bir savaş yürütülmektedir. Yerel, otantik, kültürel mozaiğe bir değer olarak katılabile-
cek ne varsa tasfiye edilmekte ya da emperyalist kültürün torna tezgahlarından geçirildikten sonra piya-
sa malı haline getirilmektedir. Dev emperyalist tekeller, özel endüstri tekelleri olarak parsellemişlerdir bu
alanı.

İletişim teknolojilerindeki hızlı gelişme sermayenin medyatik gücünü artırmakta, "kitle kültürü"nü de ma-
nipülasyonun daha etkili bir aracı haline getirmesini kolaylaştırmaktadır. Kültürel manipülasyon araçlarını
daha etkin ve yaygın kullanarak burjuvazi, ideolojik etkisini güçlendirmektedir. Burjuvazinin bu silahı eski-
siyle kıyaslanmayacak ölçüde etkin kullanması, onun hakimiyetinin gücünü ve sistemin değişmezliğini
kabul ettirmeye dönük, kitleleri umutsuzlaştırmayı amaçlayan liberal ve oportünist propagandanın mal-
zemelerinden birisidir. Burjuvazinin medyatik illüzyonunun gücünü abartan bu görüşler, bu etkinin göreli
olacağını, her dönemde aynı düzeyde olamayacağını, kapitalizmin iktisadi-toplumsal koşullarından doğan
sınıflararası çelişkileri, uzlaşmaz karşıtlıkları gözardı etmektedirler. Yaratılan bu sis bulutunun dağıtılması
için de etkili bir mücadele yürütülmelidir. Medyanın kitleler üzerinde yarattığı yanılsamalar, manipüle et-
me yöntemleri ne olursa olsun, burjuvazi tarafından zerkedilmiş toplumsal ilişki ve yaşam biçimleri ne
olursa olsun, sınıfların gerçek durumlarından doğan çelişkiler, işçi ve emekçi sınıfların gerçek istek ve
özlemleri doğrultusunda harekete geçirildiklerinde etkilerini yitireceklerdir. Bu tablo, burjuva sınıf ege-
menliğinin bu yanılsamalı karmaşık görüntüsü bizim önümüze, sübjektif faaliyetimizin daha etkin ve çok
yönlü hale getirilmesi görevini koyar.

Aynı kaynaktan beslenen bir başka yanlış görüş, iletişim-medya yoluyla sağlanan egemenliğin politik
egemenlik araçlarının önüne geçtiği ve belirleyici hale geldiği biçimindeki düşüncelerdir. Partilerin ve dev-
letin temel kurumlarının, politika ve ideolojilerinin etkinliklerini yitirdikleri biçimindeki nüanslarla birbirin-
den ayrılan görüşlerde bunu izlemektedir. Revizyonist sistemin çökmesinden sonra tekelci Iiberizasyonun
politik revizyonuna alan açan görüşlerdir bunlar. Gramsci'den devşirilmiş, burjuvazinin "kültürel hege-
monyası"na karşı mücadele bayrağını açan "sivil toplumcu" oportünist liberaller de bu manipülasyona
çanak tutmaktadırlar.

Burjuvazinin ideo-kültürel alanı daha etkin bir biçimde kullanması, onun siyasal egemenliğinin temel araç
ve kurumlarının etkisizleştiği, önemini yitirdiği anlamına gelmez. Tam tersine başta devlet olmak üzere,
siyasal egemenliğin araç ve kurumları, kuşkusuz gelişmelere uygun yeni biçimler kazanarak ve bu şekilde
güçlendirilerek, sınıf egemenliğini sürdürmenin ve korumanın temel araçları olmaya devam etmektedirler.

İdeo-kültürel alanda burjuvazinin çeşitli araçları daha yaygın ve etkin kullanımı, onun araç ve kurumlarına
buna uygun bir donanım sağlamasını ve siyasal hakimiyetini sürdürmesini kolaylaştırmaktadır.

Sınıf mücadelesini siyasal savaşım ekseninden çıkartıp, proleter ve emekçi kitleleri siyasal iktidar için
savaşım, burjuva devletin devrim yoluyla yıkılması düşüncesinden uzak tutmayı amaçlayan oportünizme
karşı amansız bir savaşım yürütülmelidir. Kitlelerde "yeni bir bilinç" yaratma, amacın öncelikle iktidar için
savaşım değil, yeni bir toplumsal formasyonu oluşturmak olduğu, "Sosyalizm Hemen Şimdi!" gibi cazip
slogan ve görüşlerle yürütülen ama ekonomik, toplumsal, kültürel dönüşümleri sağlayacak bir siyasal
devrim gerçekleştirilmedikçe burjuvazinin sınıf iktidarı yıkılıp, proletarya siyasal bakımdan egemen olma-
dıkça her birisi sistem içerisinde erimeye ve yok edilmeye mahkum olan bu ütopist-reformizme karşı
savaşım yaşamsal öneme sahiptir. ÖDP'den, EZLN (Zapatistalar)'e uzanan geniş bir yelpazede bu tür
görüşler savunulmaktadır. Bu görüşler kitleleri oportünist yanılgılara sürüklemekte, bir kaçış alanı yarat-
makta, çağımızda en vahşi saldırı biçimlerini geliştirebilen burjuvazinin sınıf egemenliği karşısında yanıl-
samaya sürüklemekte, proletaryayı ve emekçi kitleleri iktidar için doğrudan bir savaşım yürütüp onu ele
geçirmekten uzak tutarak ebedi köleliğe mahkum etmektedir.
Bu genel tablo, savaşımın buna uygun karşı biçim ve yöntemlerini geliştirmeyi, devrimci sosyalist propa-
ganda ve ajitasyonun kapsamını genişletmenin yanı sıra ona daha derin bir açıklayıcılık kazandırarak güç-
lendirmeyi gerektirmektedir.

Propaganda ve ajitasyonun temellerinin, kapsam ve içeriğinin güçlendirilmesi


Bilimsel bir çözümleme yapabilmek ve devrimci sosyalist propagandanın temellerini güçlendirmek için
sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel öğelerin karmaşık ve iç içe geçmiş yapısının çözümlen-
mesinde daha bütünsel bir ele alış ve yöntemsel yaklaşıma ihtiyaç vardır. Ele alınan konu, konulara güçlü
bir açıklayıcılık (dolayısıyla net ve doğru bir yön çizme) ancak bu yapıldığında kazandırılabilir. Ekonomik
temelle toplumsal ilişkilerin, ekonomik-toplumsal ilişkilerle üstyapı öğelerinin kendi aralarındaki ilişkilerin,
karşılıklı etki ve belirleyiciliklerinin doğru ele alınışı önemlidir. Şu ya da bu konuya açıklık kazandırılması,
öncelikle, ilişkilerin kuruluşundaki doğru yöntemsel yaklaşıma bağlıdır. Ve bu konular, üstyapı alanının
egemenlik ilişkilerinde daha geniş kullanımıyla birlikte onları açıklamaktan da öte etkili bir karşı savaşım
yürütebilmek için ML'in ilgi alanına daha fazla girmektedir.

Altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkilerin doğru kuruluşu; ideolojilerin, siyasetlerin, hukukun, bilimin, sanatın,
dinin, geleneklerin, bunlarla ilişkili olarak davranışların açıklanmasında temeldeki iktisadi etkene, onun
belirleyiciliğine işaret etmek, iktisadi etmenin son tahlildeki belirleyiciliğine bağlı olarak çözümlemelerin
yapılması, her türden yanılsama ve çarpıtmayı ortadan kaldırır. Toplumsal olay ve gelişmelerin, davranış-
ların bilimsel materyalist yorumu ancak bu şekilde yapılabilir. Burada da sadece bir üretim tarzı ile onun
üstyapısı arasındaki ilişkinin genel bir kuruluşu değil, onun içerisinde üretim, dağıtım ve bölüşüm ilişkile-
rindeki gelişmelerin, özgül biçimlenişlerin, değişikliklerin, toplumsal ilişkilerin kuruluşundaki etki ve yansı-
maları verilebilmelidir. Öte yandan, olay ve gelişmelerin, kurumların ve kişilerin davranışlarının sadece
temeldeki etmene bağlı olarak ve tek neden gibi gösterilerek, ayrıca da son tahlildelik gözden kaçırılarak
ele alınması, kaba materyalizmle özdeşleştirir. Karşı etkide bulunan etmenlerin gözden kaçırılması, düz ve
indirgemeci yaklaşımlar, ekonomik, toplumsal, politik, kültürel etmenler arasındaki ilişki ve etkileşimin çok
daha arttığı günümüzde bilimsel marksist bir çözümleme yapabilmenin olanaklarını tümden yokeder.8 Var
olan sonuçları açıklayıcı ve ikna edici olmaktan çıkarır. Genellikle marksist çözümlemede ve açıklamada
zayıf kalınan, dolayısıyla, propaganda ve aji-tasyonda da bir zayıflığa ve basitleştirmeye neden olan şu iki
noktanın doğru şekilde ele alınmayışıdır. Birincisi, ideolojilerin, politikaların, artistik, dinsel, geleneksel
öğelerin de ekonomik temel üzerinde etkide bulunup hızlandırıcı ya da geciktirici olma yönünde dinamik
bir rol oynayabilecekleri; ikincisi, bir olay, kesit, kurumların ya da kişilerin davranışları söz konusu oldu-
ğunda ekonomik hareketin belirleyici eğrisinin diğerleri üzerindeki etkisinin genellikle oldukça uzun sürede
ortaya çıktığı ve bu süreçte etkisinin oldukça dolayımlı olduğu. Bunların eksikliği birçok olayın ve tutu-
mun, tam, doğru ve ikna edici bir açıklamasının yapılamayışını getirmektedir.
Altyapı ile üstyapı öğeleri arasındaki ilişkilerdeki yoğunluk, neden ve sonuçların karşılıklı etkiyle iç içe
geçmesi durumları, dolayımlılık, kaba indirgemeci yaklaşımlara olanak tanımayan birçok etmenin içice
geçerek birbirini etkilemesiyle farklı sonuçların ortaya çıkması, tüm bunların sonucu olarak ortaya çıkan
görüngüdeki karmaşa, olgu, süreç ve davranışların açıklanmasında sapmalara ve yanılsamalara yol açmak
tadır. Toplumsal ilişkilerin ekonomik ilişkilerden koparılarak açıklanması, altyapı ile üstyapı arasındaki te-
mel ilişkinin ve üstyapının kimi alan ve kurumlarının arasındaki ilişkilerin kopartılıp özerkleştirmeleri, bağ-
lantıların yanlış kurulması gibi yöntemden başlayarak öznelliğe kayan yanlış görüşler bir hayli boldur. Sos-
yolojide, psikolojide, devlet çözümlemelerinde, genel olarak üstyapının ele alınışında bunlara fazlasıyla
rastlıyoruz.

Gerek kaba materyalist, gerekse öznel idealist yöntemlerle sınır çekerek teorik, siyasal sorunların, olay
ve gelişmelerin karmaşıklığını bilimsel marksist ölçütlerle dinamik bir şekilde çözümlemeliyiz. Darlığın,
teorik sığlığın ortaya çıkardığı basit indirgemeci yaklaşımların altedilmesi gerektiği gibi, üstyapı labirentle-

8 Engels'in tarihte ideolojilerin rolü üzerine şu eleştirel sözleri açıklayıcıdır ve güncel bir değer taşımaktadır. "Tarihte bir rol oynayan çeşitli ideolojik alanlar
için bağımsız bir tarihsel gelişimi yadsıdığımız için onların tarih üzerindeki her türlü etkisini de yadsıyoruz. Bunun temeli, neden ile sonucu katı olarak karşıt
kutuplar olarak, karşılıklı etkiyi bütün bütün ihmal eden ortak anlayıştır; genellikle bu baylar, tarihsel öğelerin başka öğelerce, en sonunda iktisadi olgularca
bir kez dünyaya getirilince, karşı etkilerde bulunduğu ve çevresini hatta kendisini meydana getiren nedenleri etkileyebileceğini, neredeyse bile bile unutuyor-
lar." (F. Mehring'e Mektup, Felsefe Yazıları, Sf. 241) Yine Engels konuyla ilgili bir yanıtında politik çözümlemeler üzerine Marks'tan bir örnek verir: "Demek
ki Barth, iktisadi hareketin, hareketin kendisi üzerindeki siyasal, vb. yansımalarının her türlü etkisini yadsıdığımızı varsayıyorsa, yalnızca yeldeğirmenlerine
saldırıyor demektir. Hemen hemen yalnızca siyasal mücadelelerin ve olayların oynadığı özel rolü, kuşkusuz iktisadi koşullara genel bağımlılıkları içerisinde,
ele alan Marks'ın Onsekizinci Brumaire'ine baksa yeter. Ya da Kapital'e; sözgelimi, kuşkusuz siyasal bir olay olan yaşamanın böylesine kesin bir etki sahibi
olduğu işgünü hakkındaki bölüme; ya da burjuvazinin tarihi üzerindeki bölüme baksın. Eğer siyasal güç iktisadi olarak iktidarsızsa, proletaryanın siyasal
diktatörlüğü için niye savaşalım? Kuvvet (yani, devlet iktidarı) iktisadi bir güçtür de." (Age, Condrad Schmidt'e Mektup 1890, Sf.235)
rinde gezinip duran incelik ve derinlik iddialarına karşın antimarksist öznelci idealist yöntemlerin de uza-
ğında durmalıyız. Bu alanda var olan geriliğin altedilmesi şarttır. Çünkü pek çok devrimci teorik gerilik ve
yüzeyselliğin sonucu olarak ML'nin yerine kaba materyalizmi, dogmatizmi, eklektisizmi geçirmektedirler.
Sorun bu yönden teorik, siyasal sorunların doğru bir açıklanması, taktiksel kavrayışın derinleştirilmesi,
dinamik bir örgütsel duruşun kazanılmasıyla ilişkili olduğu gibi, propaganda ve ajitasyona derinlik kazan-
dırmak, açık, ikna edici, çok yönlü ve bütünsel bir propaganda ajitasyonun geliştirilmesi için de önem
taşımaktadır. Ancak karmaşık bir bütünselliği tüm yönleriyle, iç unsurlarıyla ortaya koyabilen, alternatif
ve hedefini bunun üzerinden yükselten bir propaganda derinlik taşır.

Sınıfların, partilerin, olay ve gelişmelere etkide bulunan güçlerin karar ve davranışlarının temelinde eko-
nomik etmenler bulunmakla birlikte, bunlar karşımıza genellikle, siyasal, kültürel, ahlaki görüş ve davranış-
lar olarak çıkarlar. Bunların bazıları yüce ilkesel kavramlarla sunulur. Kitle bilincinde en yaygın ve etkili
olan kavram ve değerlerden, din, ahlâk, geleneksel kültürden yararlanılır. Bu şekilde politikaya daha uzak,
kitlelerin en geri kesimleri şu ya da bu partinin etki alanına çekilir. Kitlelerin özlemleri demagojik bir dille
istismar edilir. Sistem kendisine ait değerler sistemini, yaşama biçimini binbir yol ve yöntemle etkili bir
manipülasyonla onlara aitmiş gibi gösterir ve kabul ettirir. Sadece günlük yaşamın düzenlenmesi değil,
bütünüyle kişiye aitmiş gibi görünen amaç ve idealler dahi, gerçekte sistemin yönlendirmesine, onun
koyduğu değer ve kurallara bağlıdır. (Tümüyle karşıt bir ideolojik temelden çıkan ML dışında tüm siyasal,
sanatsal, kültürel akım ve davranışlar, ister bir isyankarlıkla, ister bir alternatif olma iddiasıyla ortaya
çıksın ve öyle göstersinler bazıları kısa sürede, bazıları daha geç, sistem tarafından özümsenirler.) Bir
kapitalistin iş olanağı yaratıp yeni ekmek kapıları açtığı, devletin bütün toplumun çıkarlarını savunduğu,
herkesin özgür ve eşit olduğu safsatalarına emekçiler inandırılır. Bu öylesine çok yönlü ve yoğun bir
bombardımanla ve kuşaktan kuşağa aktarılarak gerçekleştirilir ki, bireylerin dokularına kadar işler, içsel-
leştirilir. Burjuvazi kategorik bir hakimiyet kurar kitlelerin üzerinde. Bunun için değişik siyasal akımları,
düşünce biçimlerini, sanatı, dini ve gelenekleri kullanır. Kitlelerin nesnel konumlarından doğan ya da ken-
diliğinden hareketin içerisinde gelişen sınırlı ve çelişik düşünceleri de bu şekilde kontrol altına alınır, işçi
ve emekçilerin sorunları, olay ve gelişmeleri algılayışları, görüş ve tepkilerini ifade edişleri de genellikle
kendilerine zerkedildiği biçimde ve sonuçlardaki yansımalarla ilgilidir; burjuva bilincin içerisinde düşünür ve
hareket ederler.

Komünist devrimci propaganda ve ajitasyonun asli işlevi, işçi ve emekçi kitleleri bu yanılsamalı, çarpık
durumdan, burjuva bilincin etki ve hakimiyetinden kurtarmaktır. Bu kapsamlı, içerikçe zengin, çok yönlü
ve bütünsel, burjuvazinin kitleler üzerinde yarattığı etkiyi kıracak güçlülükte olmalı, bunun gerektirdiği
biçim ve yöntemlerle geliştirilmelidir. Emekçi sınıfların toplumsal ve bireysel yaşam alanlarına girilerek
sağlanan hakimiyet, benimsetilen sisteme ait değerlerin bir bir sökülüp atılmasını hedeflemelidir. Tüm bu
karmaşık görüngüsellik devrimci propaganda ve ajitasyonla ilmek ilmek çözülmeli, örtük, gizil, demagojik
olan açığa çıkarılmalıdır. Hangi soyguncu iktisadi-sınıfsal çıkarların hangi yüce politik ilkelerle dile getirildi-
ğinin, hangi kültürel, dinsel, ahlaki kavramın hangi sınıfın çıkarına hizmet ettiğinin ortaya çıkarılması, sü-
rekli ve sistemli olarak teşhiri gereklidir. Devrimci propaganda ve ajitasyonda görüngüsel olanın aşılması,
temeldeki gerçek nedenlere inilip ortaya konulması önemlidir. Bir olayın hangi çelişkilere bağlı olarak ger-
çekleştiği, belirleyici unsurların neler olduğu, akış yönü, ilerletici ya da geciktirici etmenler, bizim davranış
biçimimizin, hareket yönümüzün ne olduğu, bütünsel olarak verilebilmelidir. Onu sadece teşhir yönünden
değil görevler ve eylem yönünden kavramak gerekir. Komünist devrimci propaganda ve ajitasyon kitleler
üzerindeki burjuva ideolojisinin etkisini kıracak, yanılsamalı kavrayışlarını giderecek bir içeriksel güçlülükte
olmalı, dil ve üslup da buna uygun olmalıdır. Emekçi sınıfların bir konuyu, bir olayı nasıl algıladıkları, nasıl
biçimlendirdikleri ve kendi düşünceleri haline geldiği; kısacası düşünce ve davranış biçimleri değerlendirile-
rek, devrimci propaganda ajitasyonun içerik ve yönteminde bu gözetilmelidir.

Siyasal ajitasyon ve eylemin kapsamı çok daha fazla genişlemektedir. Onun geniş bir açıklayıcılık kazana-
bilmesi ve kitlelerin bilinçsel dönüşümünü sağlayacak güçlülükte olması için, ekonomik toplumsal ilişkilerin
bütününü, bunların üzerinde yükselen üstyapının her bir alanını, karşılıklı etki ve ilişkileriyle, görüngüsel
karmaşıklığı, yanılsamaları ve manipülasyonu giderecek ve etkisizleştirecek düzeyde verilmelidir. Lenin'in
Ne Yapmalı'da işçilerin politik eğitimi ve eyleminin kapsamına ilişkin olarak, onların ekonomik mücadeleyle
sınırlandırılmalarına karşı belli bir çubuk bükmeyle söyledikleri güncel ve artan bir değere sahiptir. Lenin
"bütün sınıflara gidilmesi" vurgusuyla birlikte, "Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık,
baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı,
başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı
bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların her birini, entelektüel, moral
ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal
olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün
sınıflarının, katmanlarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı
öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz. Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözle-
mini ve bilincin tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi sosyal-
demokrat değildir; çünkü, kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıflar ara-
sında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bilgisi yalnızca teori bilgisi değil... hatta daha doğru ifade edelim:
Teori olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir... Bir sosyal-demokrat
haline gelebilmesi için, işçi, toprak beyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin
iktisat niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların
güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve katmanın kendi bencil özlemlerini kendi gerçek 'içyapısını'
gizlemek için kullandığı bütün parlak sözleri ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve
yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansımanın nasıl olduğunu anlamalıdır.
Ama bu 'açık-seçik tablo', herhangi bir kitaptan edinilemez. İşçi bunu, ancak canlı örneklerden, belirli bir
anda çevremizde olup bitenlerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin fısıldadığı şu ya da bu olay-
da rakamlarda, mahkeme kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirinden edinebilir. Bu kapsamlı
siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur." (Ne
Yapmalı, sf. 79-80)

Lenin yine bu yapıtında, siyasal ajitasyonun kapsamının sınırlandırılmasına karşı çıkarken de şunları söy-
lemektedir: "Karşımıza şu sorun çıkıyor: Siyasal eğitim neyi içermelidir? Bu, otokrasiye karşı işçi sınıfı
düşmanlığının propagandasından ibaret olabilir mi? Elbette ki hayır. İşçilere siyasal bakımdan ezildiklerini
açıklamak yetmez (nasıl ki, onlara çıkarlarının işverenlerin çıkarlarına uzlaşmaz karşıtlıkta olduğunu açık-
lamak da yetmezse). Ajitasyon, bu baskının her somut örneği ele alınarak yürütülmelidir (Tıpkı iktisadi
baskının somut örnekleri çevresinde ajitasyon yürütmeye başlamış olmamız gibi). Bu baskı, toplumun
çeşitli sınıflarını etkilediğine göre, kendisini yaşamın ve eylemin en çeşitli alanlarında -meslek, kamu, özel,
aile, din, bilim vb. vb. alanlarında- ortaya koyduğuna göre, otokrasinin siyasal teşhirini bütün yönleriyle
örgütlemeye girişmeyecek olursak, işçilerin siyasal bilincini geliştirme görevimizi yerine getiremeyeceği-
miz apaçık değil midir?" (sf. 66, 67)
Lenin'in sözleri, günümüzde, çok daha geniş bir yorum ve kavrayışla değerlendirilmelidir. Ajitasyon ve
propagandanın pek çok konusu, birçok olay, demokrat ve liberal güçlerce dile getirilmekte hatta, egemen
sınıf klik ve partilerinin kendi aralarındaki tepişmelerde deşifre olup ortaya dökülmektedir. Kuşkusuz, bu
bizim işimize yaramaktadır. Fakat bunun bize teşhir görevlerimiz açısından pek bir iş bırakmadığı ya da
işimizi fazlasıyla kolaylaştırdığını düşünmek yanlış olacaktır. Bu bize olay ve gelişmeleri sosyalist görüş
açısından ele almayı ve bu noktada sınırların net çekilmesinin gerekli olduğunu gösterir öncelikle. Ayrıca
burjuva ideolojisi bugün, çok daha fazla politik çeşitlenme içerisindedir; muhafazakâr, faşist, liberal, sos-
yal demokrat, revizyonist, tüm bu gerici parti ve akımlar, ideolojik, politik, kültürel manipülasyonun araç-
larıdırlar ve ortaya çıkan olayları değişik açılardan ele alarak, birinin iflas ettiği noktada diğeri ön plana
çıkarak, kitleleri yanıltmakta, tepkilerini zayıflatmakta etkili olmaktadırlar. Dolayısıyla sosyalist ajitasyon
ve eylem kapsam olarak onları da hedeflemek durumundadır. Bir konuda, gelişen bir olayda onların içeri-
sinde sol maske takanlarının şu veya bu biçimde ve nihai olarak nasıl sistem koruyucusu bir rol oynadıkla-
rını kapsamayan bir siyasal teşhir eksik hatta tümüyle işlevsiz kalacaktır. Ki siyasal teşhir ve mücadelenin
kimi zaman özellikle sosyal demokrat ve revizyonist akımlara karşı yöneltilmesi ve yoğunlaştırılması, işçi
sınıfının bilinçsel dönüşümü ve eyleminin gelişmesi açısından çok daha fazla ve özel bir önem taşır.

Egemen sınıfa karşı savaşım, onun oluşturduğu formasyonun bütününe karşı yürütülmelidir. Siyasal aji-
tasyonda sağlam bir ML temel üzerinde çok yönlü, kapsamlı, burjuva manipülasyonun tüm biçimlerine ve
emekçi sınıfların onu benimseyiş, içselleştirme biçimlerine göre karşıt yönden geniş bir temele dayandı-
rılmalı, tek bir temel amaca, siyasal iktidar için savaşıma hizmet etmelidir.

Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı -Taktiğin büyüyen önemi


İçerisinde bulunduğumuz çağı karakterize eden, onun sadece emperyalizm çağı olması değil, aynı za-
manda proletarya devrimleri çağı olmasıdır. Tek bir dünya kapitalist ekonomisinin ortaya çıkmış olmasıyla
devrimin objektif koşullarının dünya ölçeğinde varlığı, bu zemin üzerinde çelişkilerin daha keskinleştiği
bölge ve ülkelerde devrimci durumların daha sık belirmesi, devrimi örgütleme sorununu komünistlerin
önüne daha yakıcı bir görev olarak koydu. Çağı karakterize eden özellikler, programatik-stratejik so-
runlara olduğu kadar devrimci taktiğe olan ilgi ve ihtiyacın büyümesini de getirmektedir. Komünist parti
ve onun önderliğinde gerçekleşecek olan bir devrim için sağlam bir teorik temel, program ve strateji ne
kadar gerekliyse, bunların başarısı ve gerçekleşebilmesi için de taktiğin önemi ve rolü büyümektedir. Bir
devrimin düz bir çizgide gelişmesi, sınıfsal ve politik ayrımların kesin ve net çizgilerle belirmesi, güçlü
devrimci durumların ortaya çıktığı kesitlerde dahi olanaklı değildir. Bir kitle hareketinin yavaş, duraksama-
lı, az-çok istikrarlı yükseliş gösterdiği evrelere, hızlı yükseliş ve ani düşüşlerin olduğu evrelerin, dönemlere
göre değişen sınıflararası denge durumlarının ve bunların her türlü politik yansımasının içerisinde, tüm
etki ve sonuçlarıyla bütününün hesap edilerek devrimci taktiğin doğru belirlenmesi, savaşımı ilerletmenin,
dolayısıyla stratejik başarının ön koşulu haline geldi.

Leninizm, emperyalizm çağında proletarya devriminin teorisi olduğu gibi taktiğidir de. Stalin, Leninizmi şu
şekilde tanımlar:

"Öyleyse Leninizm nedir?

Leninizm, emperyalizm ve proletarya çağının marksizmidir. Daha tam söylemek gerekirse, Leninizm genel
olarak proleter devriminin teori ve taktiği, özel olarak proletarya diktatörlüğünün teori ve taktiğidir."
(Leninizmin Sorunları, Sf. 107)
Leninizm, emperyalizm çağında proletaryanın devrimci savaşımından ve II. Entemasyonel oportünizmine
karşı yürütülen savaşımdan doğmuştur. Bu etmenler, Leninist teorinin olduğu gibi, Leninist taktiğin de
gelişimindeki ana çizgileri ve güçlü devrimci karakterini açıklayıcıdır. Emperyalizm çağında sadece ortaya
çıkan yeni koşulların gerektirdiği teorik çözüm ve yanıtların verilmesi, devrim için bir yeterlilik taşımazdı.
Sınıf mücadelesinin gelişimi içerisinde, dönemsel ve güncel sorunlara yanıt vermek başlı başına önem
taşımaktadır. II. Enternasyonal'in "Merkez" partileri, Kautsky, Hilferding gibiler, çağın devrimci karakte-
rinden, devrim için koşulların olgunlaşmasından söz etmekteydiler. Bernstein revizyonizmini eleştiriyor-
lardı. Fakat onlar, devrimi örgütleyecek nitelikte partiler değillerdi; sosyal devrimin partileri olmadıkları
gibi, günlük mücadeleye müdahaleye bu düşünceyi taşımak, devrimci taktiklerle savaşımı yürütmek dü-
şüncesinin uzağındaydılar. Çağı olduğu gibi, dönemin koşullarını da doğru değerlendiren ve bu gelişmele-
rin üstüne çıkmayı başaran sadece Bolşevik Partisi oldu. Leninizm, muzaffer bir devrim örgütlerken, tak-
tik alandaki savaşımda da muazzam bir gelişme gösterdi.

Leninist taktiğin başarısı, birincisi, onun sağlam bir teorik temele dayanıyor olmasında ve ilkesel bir bakış
açısıyla hareket etmesinde yatar. Taktiğin, stratejiyle olan bağları her durumda korunur, ikincisi, ona
politik çözümleme ve hareket yeteneği kazandıran teorinin bir dogma değil eylem kılavuzu olarak kav-
ranması. Bu iki temel özelliğe bağlı olarak, nesnel koşulların tam bilgisine sahip olunarak taktik doğrultu-
nun belirlenmesi, ona uygun mücadele ve örgüt biçimlerinin geliştirilmesi, hareketin ilerletilebilmesinin
koşuludur. Ama bu sadece bir önkoşuldur çünkü, güçlerin taktiğe uygun mevzilendirilmesi, sınıf savaşımı-
na yetkin bir önder müdahale, devrimci taktiği her koşulda uygulayacak güç ve yapıda bir örgütü gerekti-
rir. Taktik başarı için, yetkin politika ve taktikler ve bunları uygulayacak yetenekte, sağlamlıkla esnekliği
birleştirebilen, politikayı pratiğe taşıyacak yeterli güce sahip bir örgüt olmalıdır. Bunlar olmadan proleter
sınıf savaşımına önderlik edilemez.

ML teori, strateji ve taktikler, işçi ve emekçi sınıfların hareketinin devrim doğrultusunda ilerletilmesini,
karşıdevrimin hareketin gelişimi ve devrimi engelleme çabasını yenilgiye uğratmayı amaçlar. Bizzat kitle-
lerin içerisinde yeralan revizyonizmin, oportünizmin kitleler üzerindeki etkisinin kırılmasında da devrimci
taktiğin rolü büyüktür. Emekçi kitleler, revizyonizmin, oportünizmin devrimi engellemek için gösterdikleri
çabayı, teoriden değil siyasal-pratik eylem alanından görebilirler. Devrimci taktik, hem onları etkisizleş-
tirmekte hem de gerçek yüzlerinin görülmesini sağlamakta başlıca araçtır. Ayrıca komünist bir partinin
kitlelere önderliğini kabul ettirmesi, kendisinin önder olduğunu söylemesiyle değil, geliştirdiği politika ve
taktiklerin doğruluğuna onları inandırmasıyla olacaktır. Bu her duruma uygun doğru politikalar saptamayı
ve kitlelerin özdeneyimler yoluyla bu politikaların doğruluğuna inanmaları ve onları benimsemelerini ge-
rektirir.

Taktik, bir örgütün tüm faaliyetinin toplanma noktası, kendi gücü ve durumunun dışa, en somut, en yalın
ve gerçekçi yansımasıdır. Bir partinin süreçle, değiştirici, dönüştürücü ilişki kurup kurmadığının ölçütü
taktiğidir. Eğer stratejik başarının koşullarını hazırlayıcı bir taktiksel çalışma yürütüyorsa, bunu süreklileş-
tirmişse bir devrim partisi niteliği kazanmış demektir. Bir sosyal devrim partisinin görevi, programı doğ-
rultusunda stratejik başarının kazanılmasını sağlamak, bunun için gelişkin taktiklerle savaşım yürütmektir.
Öncü komünist partinin taktiği, stratejisine uygun olmalıdır. Bu ne demektir? Komünist partisinin taktiği-
nin kitlelerin devrimci eğitimine, işçi ve emekçi sınıfların bilincinin sosyalizm doğrultusunda gelişimine,
mücadelenin alt biçimlerden üst biçimlere doğru çıkarılmasına hizmet edecek, bir bütün olarak stratejik
başarıyı hazırlayacak nitelikte olması demektir. Oportünist partiler, devrimci strateji ile taktik arasındaki
bağı koparmışlardır. Görünürde "anti-emperyalist demokratik halk devrimi", "sosyalist devrim" gibi stra-
tejilere sahiptirler, fakat onlar bu stratejiyi koşullayacak bir taktik çizgiyi devrimci ajitasyon ve eylemin
bu temelde örgütlenmesini gerçekleştirmezler. Diğer yandan örgütsel yapının da, devrimci taktikleri uy-
gulayacak güçlülükte ve yapıda olması, giderek yetkin bir kombinasyon yeteneğine ulaşması gerekmek-
tedir. (Mücadelenin şu ya da bu yönü) kendilerini sınırlayan oportünist partiler, çok yönlü bir savaşım
yürütme yeteneğine sahip olamayacakları gibi, örgütsel olarak da bunun gerektirdiği esneklikle sağlamlığı
birleştirebilme özelliğine de sahip değillerdir. Komünist partiler ise, her döneme ve duruma uygun güçlü
taktik kararlar almak ve onları hayata geçirebilmek için, Leninist temellerini geliştirmeli, kitle gücünü
büyütmeli, bunları uygulayacak gelişkinliğe ulaşmış değillerse, onu yaratmak için duraksamasız bir çaba
sarfetmelidirler.)

Komünist parti proletaryanın devrimci partisidir


Komünist partisi, proletaryanın devrimci partisidir, ideolojik olarak proletaryayı temsil ettiği gibi, maddi
toplumsal güç olarak da en devrimci sınıf olan proletaryaya dayanmalıdır. Parti, sınıfın en yüksek örgüt-
lenme şeklidir. Bu özelliği onu sınıfın diğer örgütlenmelerinden ayırır. Bu nedenle sınıfın en bilinçli unsurla-
rını bağrında toplar.9

Kapitalist sömürü en yalın ve öz haliyle proletaryanın sömürülme koşullarında içerilmiş olarak bulunmak-
ta, bundan dolayı onun yokedilmesi için mücadele eden devrimci proletarya, kendisiyle birlikte tüm
emekçileri ve insanlığın genel kurtuluşunu gerçekleştirecek sınıf olma niteliğini taşımaktadır. Proletarya ile
burjuvazi arasındaki sınıfsal karşıtlığın bu özsel kaynağı, onun tarihsel rolünün de çıkış noktasını oluştur-
maktadır. Kapitalizm proletaryanın kişiliğinde kendi mezar kazıcısını yaratmıştır, insanlığı kapitalizm ve
sömürüden kurtaracak olan proletaryanın sınıf savaşımı ve burjuvaziye karşı zaferi olacaktır. Kapitalist
üretimin gerçekleşme biçimlerine (bunlarda olan bazı değişikliklere) bağlı olarak proletaryanın toplumsal
koşullarının değiştiği biçimindeki görüşler, burjuvazinin ideolojik, siyasal, kültürel baskı ve manipülasyonu-
nun çeşitlenmesi ve faşist, karşıdevrimci burjuva zorun proletaryanın devrimci örgütlenmesinde ve dev-
rimci eylemin geliştirilmesinde ortaya çıkardığı güçlüklerden beslenerek kafa karışıklığı yaratmakta, prole-
taryanın tarihsel rolünü karartmakta, kapitalizmin ebedi hakimiyetini korumaya hizmet etmektedirler.
Özellikle "bilimsel teknolojik devrim"den yola çıkarak ileri sürülen bu yöndeki görüşler, kapitalizm dışında
bir geleceğin olmayacağının ve bu şekilde umutsuzluk yaymak gibi karşıdevrimci bir amacın taşıyıcısıdır-
lar.

Sözü edilen "bilimsel teknolojik devrim", ne toplumun sınıflara bölünmesini ortadan kaldırmıştır, ne de
kapitalist sömürünün öz gerçekleşme biçimini, artık değer sömürüsünü. Üretim ve ürünlerin dağıtımı alan-
larında uygulanan teknolojik gelişmeler, uluslararası tekeller ve sermaye mobilizasyonunun dünya ölçe-
ğindeki artışının ve yaygınlaşmasının sınırları parçalayıcı özellikleri, ideo-kültürel, siyasal etki ve sonuçları,
kapitalizmin bunlardan kazandığı konjonktürel başarılar ne olursa olsun, sosyalizmin maddi temellerinin
dünya ölçeğinde genişlemesine ve olgunlaşmasına hizmet etmektedir. Son yirmi-otuz yıllık gelişmelere
baktığımızda, üretim teknolojilerindeki gelişmelerin uygulandıkları ölçüde nispi artık değer sömürüsünün
yoğunlaştığı, emperyalist-kapitalist sömürünün derinlemesine ve genişlemesine büyümesine yol açan
yaygın ve yoğun sermaye ihracının vahşi kapitalizm dönemindeki benzer bir basit emek kullanımıyla mut-
lak artık değer sömürüsünün artırılmasına gidildiği görülmektedir. Kapitalist sömürünün en özsel ve yo-
ğunlaşmış biçimine maruz kalan proletaryanın içerisinde bulunduğu bu durum, burjuvazi ile proletarya
arasındaki ekonomik-toplumsal karşıtlığın, uzlaşmaz sınıf çelişkisinin temelini oluşturmaktadır. Üretimin
örgütlenme-gerçekleşme biçimlerinde, üretici güçlerin bileşiminde, ürünlerin ortaya çıkışında kimi farklı-
lıklar olabilir, fakat meta üretimi ya da bunun değişik türleri (artık değer üreten "faydalı sonuç yararlı
şey" –demagojik propagandanın konuları haline getirilen "bilgi üretimi", "hizmet üretimi" dahil) dolayısıy-
la artık değer üretimi ve bunu sağlayan koşullarda bir değişiklik olmamaktadır. Proletarya günümüzde de
üretim araçlarından yoksun ve artı değer üreten sınıftır. Proletaryanın kapsam ve bileşimi, –yeni sorunla-
rıyla birlikte üzerinde durmamız gereken ama bu noktada ikincil bir sorundur. Üretimin parçalara ayrılarak
gerçekleştirilmesi, yer ve bölge dağılımıyla, taşeronlaştırmayla çok sayıda işçinin çalıştığı büyük işletme-
lerin bölünmesi, ne üretimin geniş çaplı karakterini ortadan kaldırmaktadır ne de dev tekellerin egemenli-
ğinde üretimin merkezileşip toplumsallaşmasını, toplumsal işbölümündeki genişleme ve yoğunlaşmayı
engellemektedir. Kapitalist üretimin bu yöndeki gelişme eğilimi, yeni biçimler de alarak artmakta, sosya-

9Komünist partisinin sınıfın en bilinçli unsurlarını bağrında toplaması özelliğini, bilincin dışarıdan iletilmesi ve sosyalist aydınların rolünü yadsıyan ve Leninist
partiye "ikamecilik" eleştirileri getiren her türlü görüş, parti ile kitle arasındaki ayrımı silikleştirmekte, sınırları ortadan kaldıran menşevik, kendiliğindenci bir
parti görüşünü savunmaktadır
lizm için daha güçlü bir maddi temel oluşturduğu gibi sosyalizmin tarihsel zorunluluğunu da göstermekte-
dir. Proletaryanın varlık yokluk sorununu tartışanlar, kapitalizmin varlık yokluk sorununu tartışıyorlar. İşçi
sınıfının geleceksizliğini ve sosyalizmin bir hayal olduğunu ileri sürenler, üretime uygulanan teknolojik
gelişmenin yaygınlaşıp derinleştikçe kendi sonlarını yaklaştırdığının farkında değil midirler? Öyleyse, mut-
lak artık değer elde etmek için sermaye ihracının en ücra köşelere kadar yaygınlaştırılması, uluslararası
dev tekellerin üretimi parçalara (bu işçi sınıfını kategorik olarak bölmeye hizmet etmektedir aynı zaman-
da) ayırarak küçüklü-büyüklü birçok işletmede gerçekleştirmesi neyin sonucudur? Üretim teknolojilerin-
deki hızlı gelişmeye karşın kâr oranlarındaki düşmeye karşı basit emek kullanımının bunca artmasının se-
bebi nedir? Teknolojik gelişimin sınırlı kullanımı, sistem olarak kapitalizmin gericileştiğinin göstergesi değil
midir? Proletaryanın geleceksizliği üzerine her tartışma, ekonomik toplumsal bir sistem olarak kapitaliz-
min sınırlılığını ve yıkılmasının kaçınılmazlığını göstermektedir. Bu yöndeki her tartışma bizi maddeci tarih
anlayışının yeni bir doğrulanmasına götürmektedir.

İşçi sınıfının kapsam ve bileşiminin ortaya çıkan yeni sorunları, işçi sınıfının, üretim sürecindeki burjuvazi-
proletarya çelişkisini doğuran konumunda bir değişiklik yaratmamaktadır. Kır-kent ayrımında, çeşitli üre-
tim dalları arasında, bir üretim dalının kendi içerisinde ve üretimin (bir ürünün) iç örgütlenme süreçlerinde
olsun, her ayrımın –üretimi artırıcı ve kaliteyi geliştirici olmasının yanında– işbölümü ve uzmanlaşmanın
ortaya çıkardığı sınıfsal ve tabakasal ayrımlar, kapitalistlerce kendi sınıf egemenliğini sürdürme ve pekiş-
tirme yönünde kullanılmaktadır. Sektörel bölünmeler ve son dönemde hızlı değişikliklere konu olan üreti-
min iç örgütlenme süreçlerindeki kategorilendirmelerin emeği de kategorik bölümlemelere ayırmasıyla,
emeğin farklı bileşimlerinin ortaya çıkışına yol açmaktadır. Bu tarihsel kesitte, işçi sınıfının küçük burju-
vaziyle etkileşimini ve iç tabakalaşmasını artıran bu durum, nesnel olarak sınıfın birleşik eyleminin geliş-
mesini zayıflatıcı bir rol oynamaktadır.

Üretim süreçlerinin bu şekilde parçalanması, işçiyi de, parça işçi ve parça insan konumuna itmektedir.
Üretim sürecindeki tek yanlı gelişme, işte olduğu gibi işçinin yaşamında da tekdüze, mekanik, bıkkınlık
yaratıcı, yabancılaştırıcı olmaktadır. İşçilerin üretim sürecinde daha etkin bir katılım gösterdiği "kalite
çemberleri" türü uygulamalarda ise, işçinin üretimin toplumsal sonuçlarından yararlanmasına olanak tanı-
mayan kapitalist özel mülkiyetin sınırlandırıcı koşulları, yabancılaşmanın sadece üretim koşullarına bağlı
olmayan temelini çıplaklığıyla ortaya çıkarmaktadır.

Sektörel ve üretim süreçlerindeki her türlü bölünme (çok sayıda işçinin bir arada bulunduğu büyük fabri-
kalar ve entegre yapıların bölünmesi vb.) ve toplumsal işbölümünün gelişmesi aynı zamanda üretim dalla-
rı arasında ve bir üretim dalında, bir ürünün üretimi sürecinde karşılıklı bağımlılığın, üretim ve emekteki
toplumsallaşmanın artışına yol açmaktadır. Kapitalistler tarafından, işçi sınıfının, gerek üretim süreçlerinin
örgütlenmesinde, gerekse çeşitli siyasal ve sosyo-kültürel etmenleri kullanarak parçalanıp tabakasal ay-
rımların ve iç rekabetin geliştirilip körüklenmesine karşı kolektif işçi bilinci geliştirilmelidir. İşçi sınıfı içeri-
sinde özsel olmayan ve bir bölümü üretimin karmaşık örgütlemesinden yararlanılarak gerçekleştirilen
yapay ayrımların giderilmesinde, sınıfın birliği ve birleşik eylem kapasitesinin geliştirilmesi için sınıf bilinci-
nin kolektif işçi bilinci düzeyine çıkartılması şarttır.

İşçi sınıfı devrimimizin öncüsüdür. Kapitalizmi kesin yıkılışa götürecek, tüm insanlığın kurtuluş idealinin
taşıyıcısı olan sınıf, proletaryadır. İşçi sınıfının tarihsel rolünü yadsıyan ya da küçülten her görüşe karşı
savaşılmaIıdır. Bu önce ideolojik, sonra teorik, siyasal ve örgütsel bir mücadeledir. Proletaryanın tarihsel
öncü rolünün yadsınması, sömürünün yeryüzünden silinemeyeceği, sadece işçi sınıfının değil bütün insan-
lığın ebedi olarak köle kalacağı anlamına gelmektedir. İnsanlık için yokoluş anlamına gelen, kriz dönemle-
rinde toplumsal yaşamdaki etki ve sonuçlarını çok daha şiddetli gösteren barbarlık, kapitalizmin proletar-
ya tarafından yıkılmasının ve sosyalizmin tek umut olduğunu göstermektedir.

Gelişmeler, devrimlerin niteliği kadar içerik, bileşim, öncülük ve kesintisizlik, hatta proletarya diktatörlüğü
ve sosyalizm koşullarında dahi sürekliliğin sağlanması sorunlarının önemini, bunların kopmaz bir bütün
olarak kavranılmasının gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. ML teoriye ve sınıf olarak proletaryaya dayanmayan
hiçbir ideoloji ve sınıf, bugünkü devrimlerin gerekli kıldığı derinlik ve sürekliliğe ulaşamayacak, sosyal
kurtuluşu gerçekleştiremeyeceği gibi onu koruma yeteneği ve gücüne de sahip olamayacaktır. Sosya-
lizmden geriye dönüşleri de yaşamış bir kuşak olarak söyleyecek olursak, bu tarihsel deneyimlere sahip-
lenme ve eleştirel bir özümlemeyi, bunlardan doğan sonuçlar üzerinden ilerlemeyi, yeni devrimci atılımla-
rın bu temelde geliştirilmesini de içermektedir. Bunu başaracak olan teorisiyle kendisini sürekli geliştirme
güç ve yeteneğine sahip tek sınıf ML'le donanmış proletaryadır. Kapitalizmden kaynağını alan yaratılmış
yeni teorilerin ömrünün birkaç on yıl bile olmadığını, her türlü küçük burjuva teorinin de ML'in ideolojik
yörüngesinden uzaklaştıkları ölçüde bilinen kapitalist teoriler olmanın ötesine geçemediklerini, en idealist
olanlarının ise, marksizmin küçük burjuva ütopist ve eklektik yorumları olduklarını görmekteyiz. Ve tüm
bu teoriler, güçlü bir sosyalizm ve işçi hareketi dalgası olmadığı koşullarda, emperyalist kapitalizmin ha-
kimiyetinin gelişmişliği karşısında sistemden devrimci bir kopuşu dahi örgütleyebilme gücünde değillerdir.
Ulusal devrimci ve devrimci halkçı hareketlerde bunun acı sonuçlarını görmekteyiz. Teorik-programatik
zaafları stratejik ve taktik düşünceye yansımakta, giderek daha geri sonuçlar yaratmaktadır.

ML, proletaryanın kurtuluş ideolojisidir. Sınıf mücadelelerinin tarihsel deneyimleriyle zenginleşmiş olarak
ML teori, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde proletaryanın ve ezilen halkların en güçlü silahıdır. Böyle-
sine güçlü bir silahın varlığı proletaryaya onu diğer sınıflar üzerinde de etkili kılan, güçlü bir ideolojik do-
nanım sağlamakta, öncülüğünü sadece üretim koşullarına bağlı olmaktan çıkarmaktadır. ML, ortaya çıktığı
andan itibaren ve gittikçe genişleyerek, burjuva aydınlardan çeşitli sınıf ve katmanlara kadar güçlü ve
yaygın bir etki sağlamıştır. Onun bu etkisi bugün siyasal planda geçici bir azalma göstermekle birlikte, ML
teori, diyalektik ve tarihsel materyalizm tek bilimsel teori ve yöntem olarak etkisini güçlü bir şekilde sür-
dürmektedir.

ML teorinin geliştirilmesi, teorik-programatik inşa


Komünist bir örgüt, devrimci politika ve taktiğiyle kitlelere önderlik ederek mücadeleyi geliştirir ve kendi-
si de bu temelde gelişir. Teori ve programın politika düzeyinde ifadesi, örgütsel ve kitlesel bir harekete
ve güce dönüşmesi, önderliğin günümüzdeki somut ve pratik biçimlenişidir. Bunu gerçekleştirdiğimiz öl-
çüde kitlelerin öncülerini örgüte yakınlaştırıp örgütleyebilir ve örgütü büyütebiliriz. Yığınlar üzerinde ol-
duğu gibi diğer devrimci güçler-örgütler üzerindeki etkimizi genişletmenin, devrimci bir etki ve sarsıcılık
yaratarak çözmenin en somut, en sonuç alıcı biçimi de budur. Politik bir güç olup etkinliğini pratikte gös-
teremeyen, çizgisi doğrultusunda farkını bu yönden de koyamayan bir örgütün günümüzde devrimci bir
çekim merkezi olması olanaksızdır. Pratikteki etkiye, gücün bu alandan büyümesine dayanmayan bir ör-
gütün böylesi bir dönemde salt teori alanından gelişmesi, olsa olsa mücadeledeki yükselişe ve mücadele-
nin sertleşen koşullarına yanıt veremeyen kişi ve grupların sağlıksız ilgisi ve bir araya gelişiyle açıklanabi-
lir. Biz bu tür bir gelişmeyi reddediyoruz. Öte yandan ML teorinin geliştirilmesi ve teoride devrimci bir
atılım ihtiyacı, hareketin pratik-siyasal gelişiminin ön açıcı halkası olduğu gibi, mücadelenin etkili ve doğru
bir rotada geliştirilebilmesi için de bir zorunluluk oluşturmaktadır. Kapitalist-emperyalist sistemin bu-
günkü gelişme düzeyi ve bundan doğan tüm sonuçlar, egemenliğin bugün aldığı biçimler, ona karşı yü-
rütülecek mücadele, teoride yeni açılımlara olan ihtiyacı göstermektedir. Bu koşullar gözönünde tutul-
madan ve bu yönde bir gelişim sağlanmadan yürütülecek bir mücadelenin etkili ve sonuç alıcı olabilmesi
olanaksızdır. Nitekim son dönemlerde ülkemiz ve uluslararası komünist ve devrimci hareketi bu gerçekle
yüzyüzedir. ML teorinin ilgi alanına giren, çözüm bekleyen ve mücadeleyi geliştirebilmek için çözmesinin
zorunlu olduğu bir dizi gelişme ve sorunla karşı karşıyayız. Bunları ML teoriye, onun ilkelerine ve çağa
ilişkin tüm temel belirlemelerine bağlı kalarak çözmeliyiz. Şu anda ele aldığımız parti teorisi de bunlardan
birini oluşturmaktadır.

Ancak en ileri teoriyi eylemine kılavuz edinen bir parti olmak, karşı karşıya olunan temel sorunların teorik
düzlemde yanıtlanmasıyla olacaktır. İçerisinde bulunduğumuz tarihsel koşullar, ortaya çıkan yeni olgulara
ML'in ışığının düşürülmesini ve onun geliştirilmesinin gereğini koyuyor. Kapitalizmin her alandan gelen
ideolojik baskısı, bu baskının oportünizm cephesinden ML'e bir saldırı ekseninden ve olgu ve gelişmeleri
açıklamaktaki yansıtılışı, yeni olgu ve gelişmeleri açıklama ve yorumlamadaki zayıflık, komünist ve dev-
rimci örgütleri savunma çizgisine doğru itmiştir. Kuşkusuz bu sosyalizm dalgasındaki genel düşüş, işçi,
emekçi hareketlerinin sınırlılığı ve "sınıfa karşı sınıf" ekseninde gelişme zayıflığı, anti-emperyalist ve halkçı
devrimci hareketlerin genel dalgasındaki zayıflama, öte yandan emperyalist globalizasyonun, gerici milli-
yetçi ve dinsel gerici akımların hareketinin yükselişi dönemiyle birleşmektedir. Kapitalist-emperyalist
sistemin krizinin bu koşullardaki gelişimi, onun işçi ve emekçi kitleler, ezilen halklar tarafından birleşik
direnişçi ve cephesel bir perspektifle gelişen bir çizgide karşılanmasının değil, dağıtıcı, atomize edici yö-
nün etkin olmasını sağlamıştır.

Teorik bir inisiyatifin geliştirilmesi, sorunlara bu düzeyden yanıt verilmesinin önemi artmaktadır. Hareke-
tin nesnel gelişiminin, kitle hareketlerinin sınıf mücadelesi temelinde gelişme ve yükseliş eğilimi içerisine
girmesi, belirtilerin bu yönde çoğalması, atılacak adımlara hız kazandırmayı gerektirmektedir. Marksizm-
Leninizm ve devrimin savunulmasında takınılan ilkesel tutum, yeni olgu ve gelişmelerin üzerine çözümle-
yici bir perspektifle gidilmesiyle birleştirilmelidir. Bir süre önce güçlü bir başlangıç yaptık; bu adımları,
bütün temel konuları kapsayacak şekilde ve programatik bir perspektifle birleştirerek geliştirmeliyiz.

Bugün teorinin geliştirilmesi gereken ve çözüm bekleyen konuları, sadece yerel ve ulusal ölçekte değil
genel, uluslararası düzlemde de çözüm gerektiren sorunlar olarak çıkmaktadır karşımıza. Hemen her te-
mel teorik sorunun şu ya da bu ülkede ya da bölgedeki biçimlenişindeki özgüllükler olsa da, genel bir
sorun olma özelliği taşımaktadır. Çağımız emperyalizm ve proletarya devrimleri çağıdır; bu temel gerçek-
liğe bağlı olarak her sorunu, emperyalist kapitalist sistemin bugünkü gelişme düzeyi ve egemenlik ilişkile-
rine karşıtlık temelinde, ulusal ve özgül olanı bunun içerisinde değerlendirerek ele almalıyız. Bu bizi teorik
ve programatik sorunların ele alınışında tek yanlı ve sınırlı kalmaktan, çözüm kısırlığından ve yanlışlardan
koruyacaktır. Ülkenin sosyo-ekonomik, siyasal gelişme düzeyi, sınıf karşıtlıkları, proletaryanın amaç ve
hedeflerinin belirlendiği program sorunlarını ele alırken de teorinin daha genel düzlemdeki sorunlarıyla
ilişkilendirerek ele almak, doğru ve geliştirici olacaktır.

Bugünün dünyasını çözerek gelmek, program sorununu bununla ilişki halinde ele almak, günümüzde amaç
ve hedeflerini net olarak tanımlamanın, içerik olarak güçlü ve gelişkin bir program ortaya koyabilmenin
koşuludur. Bu açıdan birçok örgütün programları, stratejik belirlemeleri bir yana, böylesi bir gelişme dü-
zeyini yakalamaktan uzak, yüzeysel ve güçlü bir çekim oluşturamayan özelliktedir. Hedef ve amaçlarını
net olarak tanımlayan, güçlü bir çekim yaratma özelliğine sahip olacak bir program neyi içermelidir, ya da
ondan da önce yöntemsel yaklaşım ne olmalıdır? Bu liberal oportünistlerce benimsenen sosyalizmden
geriye dönüşleri bir çıkış noktası olarak alan ve bunu önleyecek bir geçiş ve toplumsal örgütlenme model-
leri öneren bir biçim olamaz. Nihai amacın genel bir tanımlamasıyla yetinen bir asgari program belirlen-
mesi de yeterli olmayacaktır. Programımız, bugünkü kapitalizmin eleştirisi üzerinden yükseltilmeli, ona
alternatif olarak ortaya çıkmalıdır. Dünya genelinde sosyalizm-komünizm için maddi temeller daha olgun-
laşmış durumda. Diğer bir deyişle, kapitalist-emperyalist sistemin ekonomik gelişmesinin bugünkü düzeyi,
salt ekonomik düzeyle sınırlı olmayan toplumsal, siyasal, kültürel ilişkilerin genel düzeyi ve bunlardan
doğan çelişkiler, kapitalizmin tarihsel ve toplumsal sınırlarına yaklaştığını, sosyalizmin çözüm bekleyen
pratik bir sorun haline geldiğini göstermektedir. Bu bizim, sosyalizm-komünizm sorununa salt "nihai
amaç" perspektifiyle genel bir tanımlamayla yaklaşamayacağımızı ve bu şekilde ele almamamız gerektiği-
ni gösterir. Sosyalizmin maddi ön koşullarının olgunlaştığı bir dünyada amaçladığımız ekonomik-
toplumsal, siyasal düzenin nasıl olacağının genel, soyut, ütopik olmayan, bizzat bugünkü gelişme düzeyi-
nin nesnel veri ve olanaklarının tanımlanmasına dayalı, bunlardan yola çıkan ve bunu programında yansı-
tan bir ele alış gereklidir. Bu kendisini sadece programla sınırlamayan bir teorik çalışma ve üretim soru-
nudur. Bir programa da olduğu gibi ve bütünüyle taşınması da gerekmiyor. Fakat, programa da kendisini
mutlaka yansıtmalıdır. Bu açıdan, stratejik belirlemelerde bir karışıklık yaratmamak koşuluyla, azami-
asgari program ilişkisinin tarihsel-geleneksel kuruluşundan biraz farklı, azami programa canlılık kazandıra-
cak bir yaklaşım düşünülmelidir.

Parti olmanın temel sorunlarından birisi program sorunudur. Program bir partinin siyasal kimliğini oluştu-
rur; hedef ve amaçlarını açık net bir şekilde tanımlayan bir program olmadan kitlelerin karşısına parti
olarak çıkılamaz, "...yeni bir program, herkesin gözü önünde yükseklere çekilen bir bayrak gibidir ve her-
kes parti hakkında kararını buna göre verir" (Marks). Kitleleri partimiz hakkında doğru karar verilmesini
sağlayacak, sisteme alternatif ve güçlü bir çekim merkezi olacak bir program ihtiyacı büyümektedir. Kitle
hareketlerinin gelişme doğrultusu, ona bir program sağlama görevini yakınlaştırmaktadır. Genel bir siyasal
çizgi ve onun ifadesi olan bir platform yetersiz kalacaktır. Sağlam temeller üzerinde yükselen, kısa, özlü,
hedeflerini net bir şekilde tanımlamış, amacını kesin bir dille ortaya koyan, bugüne alternatif ve geleceği
kucaklayan güçlü bir program, ancak o çekim oluşturabilir. Ancak o ML partiyi kitleler karşısında belirsiz
ve karışık görüşlere sahip bir görünümden çıkartabilir.

Öte yandan bir program, örgütsel faaliyet için geniş ve sağlam siyasal temel yaratır. Siyasal çalışmaya
bütünsellik, merkezilik, stratejik hedeflerle ilişkide netlik kesinlik kazandırır. Dolayısıyla siyasal ajitasyonu
güçlendirir, doğabilecek yanlış ve kaymalardan uzak tutar. Biz, platformumuzu bugüne daha güçlü yanıt
verecek şekilde geliştirmeli ve program düzeyine yükseltmeliyiz.

(Sürecek)
Türkiye Devrimci Hareketinde
Kapanan Dönem, Derinleşen Yol Ayrımı ve

BİR KONFEREANS BİR KONGRE

İÇİNDEKİLER

BİR KONFEREANS BİR KONGRE


GİRİŞ
Kongre ve konferanslar üzerine kısaca
Temel ayrım noktaları
MLKP sağ tasfiyeci dalganın içindedir!
Buharlaştırılan sosyalizm, "dogmatik" ML
Proletarya devrimciliğinden kaçar adım
Ulusalcı kayma ve ulusal harekete yedeklik "misyonu"!
Reformizm yine "kötünün iyisi"dir!
Sonuç yerine
GİRİŞ

Geçtiğimiz yıl Türkiye devrimci hareketi bir Konferans ve bir Kongre'nin sonuçlandırılması-
na sahne oldu. Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği, Parti öncesi Kongre niteliğindeki III.
Konferansı'nı, Marksist Leninist Komünist Parti de politik ve örgütsel sorunların ele alın-
dığı II. Kongre'sini gerçekleştirdi. İçinden geçtiğimiz dönemin tarihsel özelliklerinden ötürü
Devrimci Proletarya dergisi olarak bu iki örgütün en yüksek organlarında ele alınan sorun-
ların, ulaşılan perspektiflerin, belirlenen taktiklerle koyulan görevlerin yöntemsel ve içeriksel
yönden karşılaştırmalı bir analizini yapmayı önemli gördük. Böylelikle TDH'de kapanan dö-
nemin proleter sosyalist ve küçükburjuva halkçı devrimci demokratik akım arasındaki yol
ayrımının nasıl belirginleştirdiğini, sınır çizgilerini nasıl daha da koyulaştırdığını açımlanmış
bir tarzda ortaya koymayı hedefledik.1

Analizimizde dergimizde başlı başına işlenen/işlenecek olan konuların (sınıf hareketine öncü
müdahale, Kürt ulusal hareketinin gelişimi, devletin yeniden yapılandırılması, kriz, vd.) içe-
risine boylu boyunca girmeme anlayışı ile hareket ettik. Aynı biçimde MLKP'nin prog-
ramatik görüşleri ve bunun çeşitli alt başlıklarına ilişkin eleştirisi de, sağ tasfiyeci basınç alt-
ındaki halkçı demokratizmle mücadele göreviyle bağlantılı olarak gündemimizde ayrıca yer
almaktadır. Bu nedenle devrimci kamuoyuna asıl olarak yöntemsel bir bakış açısı kazandır-
mayı ve iki ayrı devrim perspektifinin, sürecin bundan sonraki gelişimi içinde iki örgütün
kendi konferans ve kongrelerinden çıkan sonuçlar temelinde izlenerek yorumlanmasını sağ-
lamayı esas aldık. Rahatlıkla sarkmalara yol açabilecek "kışkırtıcı" bir malzeme yığınağı içe-
risinde seçici olmaya ve okurun temel izlekleri kaybetmemesini güvence altına almaya ça-
lıştık. Bunun için analizimizi belirli ana başlıklar altında topladık. MLKP II. Kongresi'ni ele
aldığımız bölümlerde -MLKP'nin bu Kongre'yi "teorik olanın pratikleştirilmesi" ile ilgili diye
tanımlamasından ve temel, teorik olanın da Birlik Kongresi'nde verili olduğunu belirtmesin-
den dolayı- II. Kongre'yi irdeleme esprisini bozmadan BK Belgeleri'ne ve MLKP yazınına da
uzanmak gerekti. Bunu kapsamlı bir biçimde yaptığımız halde, bu yazının çerçevesi içeri-
sinde ancak çok gerekli olduğunda atıfta bulunduk.

Yaptığımız değerlendirme, TİKB ile MLKP'nin sağ tasfiyeci çizginin iki ayrı tarafında dur-
duklarını göstermektedir. Başta komünistler olmak üzere örgütlü devrimci kamuoyuna, her
iki örgütün teorik, politik taktik, örgütsel perspektiflerini ortaya koyduğumuz yöntem ışı-
ğında yeniden incelemelerini öneririz. Bu, ülkemizde TİKB'de simgelenen proleter sosyaliz-
min tarihsel hareketi ve gelişimini oportünizmle mücadele içerisinde kavramayı kolaylaştı-
racağı gibi; halkçı demokratizmin sağa doğru eğik düzleme girmesiyle ihtilalci komünistlere
yüklediği görevlerin omuzlanması açısından da komünist pratiği güçlendirici olacaktır.

Kongre ve konferanslar üzerine kısaca

Kongre ve konferansların komünist partilerin yaşamındaki yeri, TDH için "kitabi" bir bilgi

1 Yazınımızın bütününde de vurgulandığı gibi, Türkiye'de halkçı demokratizm güçlü toplumsal-politik temellere sahiptir. Bu nedenle
elbette ki halkçılık ve onun çeşitli versiyonlarına yönelik eleştirimizin tek muhatabı MLKP olmayacaktır. MLKP, birinci olarak Mark -
sizm-Leninizm'i referans aldığı iddiasında bulunan -gerçekte ise ondan giderek küçülen ölçeklerde etkilenen- bir örgüt olması ned-
eniyle irdelenmektedir, ikincisi, TİKB III. Konferansı ile aynı kesitte sonuçlandırılan MLKP II. Kongresi, MLKP'deki tasfiyeci kaymanın
somut verilerini günün/dönemin tahlili ve görevleri ile ilişkisi içinde sunmaktadır.
olmanın ötesine geçememiştir.2 Bu mekanizmaların kullanımında bugüne kadar genellikle
devrimci örgütlerin yaşadıkları ve kendisini daha çok örgütsel krizler biçiminde gösteren tık-
anmayı gidermenin araçları olma işlevi öne çıkmaktadır. Örgütün kendisinden başlayarak
işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketi açısından güçlü bir manivela olmaktan, bunun asli unsur-
larını barındırmaktan uzaktırlar. Bunun bir süreç sorunu olduğu söylenebilir. Keza uzun
süren gericilik yılları, kitle bağlarının zayıflığı vb. ile de ilişkilendirilebilir. Ancak bunları –ve
çeşitli örgütler açısından devrimcilik/tasfiyeci reformculuk saflaşması gibi antifaşist kimliği
sürdürebilmek açısından dahi temel ayrımların yaşandığını, yakın geçmişte Konferans
/Kongre mekanizmalarının asıl olarak buna yanıt verdiğini– gözardı etmemekle birlikte;
temel neden, kongrelerin başta devrimci örgütlerin kendileri olmak üzere işçi-emekçi kitle
hareketini sıçratıcı teorik, politik, örgütsel perspektiflerden yoksunluğudur.

Gerçekte ise, kongre ve konferanslar, parti ve örgütlerin yaşamında "Örgütsel toparlanmayı


sağlamak"tan çok daha derin ve kapsamlı bir içerik ve işleve sahiptirler. "Partiyi ve devrimi
birlikte örgütleme" perspektifi, kongre/konferansların işlevinin kavranışına da yol göstermeli-
dir. KP'nin en yüksek organından çıkan, yoğunlaşmış kolektif iradenin kilitlendiği hedefler,
işçi sınıfı hareketinin devrimci gelişimine ve onun tarihsel rolünü oynamasına ışık tutması,
verili nesnel koşullar içerisinde proletaryanın burjuvaziye karşı ideolojik-teorik, politik ve
ekonomik savaşımını güçlendirmesi ölçütüyle değerlendirilmelidirler. Kongre/konferansla-
rın partinin iç yaşamında özsel ve devrimci yönde sıçratıcı bir etkide bulunup bulunmadığı
da, her türlü sübjektif ve ajitasyonel yaklaşımın ötesinde bununla ilişkili olarak ele
alınmalıdır.

Lenin, "Partinin taktikleriyle, partinin siyasal tutumunu, ya da siyasal eyleminin niteliğini, yönünü
ve yöntemlerini kastediyoruz. Parti kongreleri, yeni görevler ve yeni bir siyasal durum karşısında, bir
tüm olarak ele alınan partinin siyasal durumunu ve gidişini tam olarak belirlemek için taktik kararlar
alırlar" diyordu. (İki Taktik, s.14) Anlaşılacağı gibi, bunlar dar anlamda taktikler değildir!
Olmadığındandır ki, uluslararası komünist hareketin, esas olarak da Bolşevik Parti'nin geli-
şiminde Kongre ve Konferanslar dünya devrimine de ışık tutan, yukarıda tanımladığımız
içeriği kazanabilmiş; Leninizmin olgunlaşması, karakteristik çizgilerine kavuşması, aynı za-
manda her türden oportünizme karşı mücadele içerisinde seyreden Bolşevik Parti Kongre
mekanizmalarından geçerek gerçekleşmiştir.

RSDİP'in II. Kongresi, bir dizi temel teorik ve örgütsel eksikliği barındırıyordu. RSDİP'de
çağı değiştiren, sosyalizmi kuran sosyal devrim örgütü doğmasaydı, bu kongre, tarih me-
raklıları için bile bir ilgi konusu olmayacaktı. II. Kongre, parti üyeliğinin formülasyonu ko-
nusunda Bolşevikler ile Menşevikler arasındaki şiddetli iç mücadele ile anılır. Oysa o, bu-
nunla sınırlı kalmayarak, 1917 Sosyalist Ekim Devrimi'ne önderlik edecek partinin bir bütün
olarak ideolojik ve örgütsel hazırlığı açısından belirleyici bir temel atmıştır. Ki, oportünizmle
yaşanan iç mücadele de bu temele ilişkindir. Parti, sosyal devrim örgütü içerik ve formunu II.
Kongre'de kendi güçlerini de yaratarak kazanmaktadır. III. Kongre, demokratik devrimde
proletaryanın hegemonyası ve devrimin kesintisizliği sorunu bağlamında proletaryanın ba-
ğımsız tarihsel rolü ve Parti'nin bu misyonun gerçekleştirilmesi ile ilişkisini dolaysızlaştır-
mış; Menşevik kuyrukçuluğu mahkum ederek Leninizmin karakteristik çizgilerinden biri
daha devrimin alevleri içerisine çekilmiştir. 1912 Prag Konferansı, Bolşevik Parti'nin kendi-

2 İhtilalci Komünistler, konferans ve kongre gibi mekanizmaların işletilmesinde zayıflığa dönüşen etmenlerin bütünsel bir değerl-
endirmesini yaparak bu konuda daha gelişkin bir kavrayışa ulaştılar. TİKB III. Konferansı'nın önemli kazanımlarından biri de budur.
sini 2 yıl sonra emperyalist savaş tarafından çökertilen II. Enternasyonalciliğe3 alternatif bir
sosyal devrim örgütü, oportünizmden örgütsel bakımdan da arınmış yeni tipte bir parti ola-
rak şekillenmesi sonucunu vermiştir. 1917 Nisan Konferansı ise, geri bir ülkede sosyalist
devrimi gerçekleştirecek iradenin parti içi oportünist yalpalamalara rağmen toplanması ve
ustalıklı taktiklerle yaşama geçirilmesini sağlamıştır. Kongrelerin işçi sınıfı ve ezilen halklar
açısından tayin edici önemini gösteren bir başka örnek de, dünya komünizminin partisi
Komintern'in faşizmi tahlil ederek faşizme ve savaşa karşı stratejik değere sahip birleşik
cephe taktiklerini formüle ettiği VII. Kongresi'dir (1935).

Örnekler çoğaltılabilir. Elbette ki tüm kongreler, bu çapta birer "zirve" oluşturmazlar. Ancak
bu, onlardan öğrenilmesi gerekeni, çıkarılması gereken dersleri olduğu gibi, KP'lerin yaşa-
mındaki yerini de düşürmez. Temel bir duruşu ve onun parti güçlerine, işçi sınıfının öncü
kesimlerine özümletilmesindeki sağlamlığı ifade ederler. Örneğin RSDİP'in V. Konferansı
(1908), tasfiyeciliğe karşı aldığı kararlar ve legal-illegal çalışmanın birleştirilmesi hedefini
belirlemesi açısından tayin edici önem taşır. Ancak alınan kararlar, sağ ve sol tasfiyeciliğin
altedilmesi gereğinden ötürü, Parti bütününde yaşama geçirilememiştir. Buna rağmen, 1912
Prag Konferansında ulaşılan Bolşevik perskpektif ve taktiklerin basamağı, hazırlayıcılarıdır.
Yine Komintern Kongreleri, sosyal demokrasinin ihaneti sonucu bölünen ve güçsüz düşen,
bu arada II. Enternasyonalciliğin ciddi izleri ile birlikte sol sekter eğilimleri de içinde barın-
dıran komünist partilerin pratiğinin irdelendiği, Bolşevikleşme hedefi ve "Kitlelere!" sloganı-
nın arkasında durulduğu manivelalar olmuşlardır.

Kongre ve konferanslar, gerçek işlevlerini ancak örgütsel toparlayıcılık, iç demokrasinin iş-


letilmesinin gereği vb. ile sınırlı, parçadan yaklaşım ve kavrayışların ötesine geçtiklerinde
oynayabilirler. Buradan artık yazımızın konusuna daha doğrudan bir giriş yapabiliriz.

Temel ayrım noktaları

Lenin, Menşeviklerle –demokratik devrimin bileşenleri ile ilgili– bir polemiğinde şunları
söylüyordu:

"... devrimin 'kapsamı' konusundaki tartışmalarda sık sık gözden kaçan bir koşul unutulmamalıdır.
Unutulmamalıdır ki, bu, bu sorunun ortaya çıkardığı güçlükler sorunu değil, çözümün nerede ve

3 II. Enternasyonal partilerinin kongreleri de, bu partilerin sosyal reformcu yozlaşmalarının birer göstergesi olmuşlardır. II. Entern-
asyonal Kongreleri'nin devrimci politikayı belirlemekten gitgide uzaklaşarak biçimsel "yıllık ayinlere" dönüştükleri söylenir. Kararların
punduna getirerek pratikte sulandırılmak üzere alınmaları, bu mekanizmaların işlevsizleştirilmesinin, içinin boşaltılmasının bir başka
karakteristik yönüdür. Bunun en uç ve dünya işçi hareketi açısından en ağır sonuçlar veren örneği, emperyalist savaşa karşı alınan
kararlardı. Hain II. Enternasyonalciler, emperyalist savaşa ilişkin kendi kararlarını alçakça çiğnemişlerdi! II. Enternasyonal'in kararlar-
ının üye partiler üzerinde bağlayıcılığının olmaması da, yine bu durumla ilişkilidir. III. Enternasyonal, gerek üye partilerin siyasal kon-
umlanış ve pratiği, gerekse de aralarında bağlayıcı ilişkilerin kurulması sorununu "komünist partilerin Bolşevikleştirilmesi" ile bağl-
antılı ele almış; Kongre ve Plenum kararlarının yerine getirilmesi, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'nce her parti özelinde
titizlikle takip edilmiştir.
nasıl bulunacağı sorunudur. Bu, devrimin yükselişini güçlü ve yenilmez hale getirmenin zorlaştırıl-
ması ya da kolaylaştırılması sorunu değil, bu yükselişi daha güçlü kılmak için ne yapmamız ge-
rektiği sorunudur. Görüş ayrılığımız, eylemlerimizin temel niteliğinde ve eylemlerimizin al-
ması gereken yön konusundadır. Bunu vurguluyoruz, çünkü dikkatsiz ve ilkesiz kimseler pek sık
bir biçimde, iki farklı sorunu, yani, tutulacak yön, yani iki farklı yoldan birinin seçilmesi ile
amacımızı gerçekleştirmenin kolaylığı ya da belirli bir yolun bu amaca yakınlığını birbirine
karıştırmaktadırlar." (İki Taktik, s.120, abç)

Devrimci okur için Lenin'in Menşeviklerle ayrıma ilişkin sözlerinin konumuzla dolaysız
bağlantısı, yazının sonunda dönülüp tekrar bakıldığında daha da berraklaşacaktır. Bunun bi-
lincindeyiz. Ancak yine de bütün bir yazı boyunca işleyeceğimiz temel esprinin burada top-
landığına dair bir kaydı önceden düşelim.

Başlangıç olarak kongre ve konferansların her iki örgüt açısından hangi işlevle yüklü oldu-
ğundan girelim; çünkü bu ayırdedicidir:

MLKP, kongre ve konferansların kendi örgütsel gelişimi açısından önemini vurgulaması ile
bilinir. MLKP-K'nın ilan edildiği 1994 Eylülü'nden beri, Birlik Kongresi ile birlikte, biri
MLKP Kuruluş Konferansı (1995), biri "I. İşçi Konferansı" (1995) ve biri de II. Kongre olmak
üzere dört toplantı düzenlemiştir. Bunlar, MLKP öncellerinin koyu kendiliğindencilik ve
sağcılıkları ile karşılaştırıldığında –kuşkusuz kitle hareketindeki dinamizmle bir arada ele
alınması gereken– nispeten daha iradeci bir yapı ve şekillenmenin oturtulmasında devrimci
bir işlev de görmüşlerdir. Ancak, belirli bir örgütün kendi gelişim sınırlarının dışına çıkıp,
olması gerektiği gibi, dünya, bölge, ülke ölçeğinde içinden geçilen dönem, komünist ve dev-
rimci hareketin çözmek durumunda olduğu birikegelmiş teorik, politik, örgütsel görevlerin
içerik ve kapsamıyla karşılaştırıldığında, bir partinin en yüksek organının işlevleri açısından
çok ciddi bir zayıflık, MLKP'nin kendi kongre ve konferans mekanizmalarını ele alışında
daha baştan dikkati çekmektedir. MLKP, II. Kongre'nin içeriğindeki darlık ve yüzeyselliği,
bütün bir iç örgüde olduğu gibi, Kongre'ye yüklediği işlevde de yansıtmaktadır. Başlı başına
iki örneğin bu genellemeyi açımlamak yönünden yararlı olacağını düşünüyoruz.

MLKP MK tarafından II. Kongre'ye bir "tartışma metni" olarak sunulan4 "Partinin Gelişim
Çizgisi, Sorun ve Perspektifleri" bölümünde (s.71-141) Parti örgüt ve kadrolarının kendi pra-
tiklerini incelemeleri, özümlemeleri konusunda şunlar söylenmektedir:

(Kürdistan ve Türkiye'deki devrimci örgütlerin deneyimlerinden, işçi-emekçi yığınların ha-


reketinden öğrenmeye "biçtiği değeri" kendi öz deneyimlerinin irdelenmesi ile ilişkilendire-
rek -DP) "Bu görüş açısı ve yönelimin bir gereği olarak, Parti, şimdi, şu anda, bütün örgütlerini ve
kadrolarını kendi deneylerini incelemeye, özümlemeye, öğrenmeye çağırıyor. Böyle bir çalışmaya ihti-
yaç var. Bu materyal, böyle bir çalışmanın, bırakalım, doruğu olmayı, tanımlanması bile
değil, yalnızca başlangıcı olarak kabul edilmelidir." (MLKP II. Kongre Belgeleri, s.112, abç)

Kongrelerin tek işlevi, Parti'nin kendi gelişim sürecini irdelemekle sınırlı tutulamaz. Parti'nin
gelecek sürece ilişkin teorik, politik, örgütsel hedeflerinden bakılmadığı koşullarda zaten bu

4 Neden "tartışma metni"? Bir MK Raporu'nun Kongre iradesinden geçerek onaylanması gerekliliğine yeniden özel bir atıfta bulunmak
için mi? O halde Rapor neden bu bölümü de kapsamıyor? Yoksa önderliğin Parti sorun ve görevlerinin ele alınışında adına layık bir
konumlanış içerisinde bulunmayışının bir itirafı mı? Daha kötüsü, önderlik misyonunun kavranışındaki erimenin anlayış düzeyindeki
ifadesi mi? Biz, son ikisinin geçerli olduğunu düşünüyoruz...
konuda az çok sağlıklı sonuçlara da ulaşılamaz. Ancak ne olursa olsun, bunun yapılması
temel önemdedir ve Parti örgüt ve kadroları, Kongre'den çıkan net perspektifler ışığında
kendi çalışmalarını irdelemek, düzeltmek, değiştirmek, ileriye taşımak, ... durumundadırlar.
Ve Parti önderliği Kongre'ye bu misyonu yüklüyorsa, kadrolarına "böyle bir çalışmanın dor-
uğu" ile gitmekle yükümlüdür! Dikkat edilsin! Kendisini "öncü partiden önder partiye geçiş"
sürecinde tanımlayan bir Kongre'de önderlik, genç ve deneyimsiz kadrolarının, birçoğunu
yeni baştan oturtmak zorunda olduğu örgütlerinin karşısına, kendi deneyimlerinin "tanıml-
anması" ile dahi çıkamadığını itiraf etmektedir!5

Burada uzun uzadıya durmak gerekmiyor. Yalnızca devrimci okurun dikkatini MLKP'deki
konferans/kongre anlayışının biçimsel niteliğine; II. Kongre'de MK'dan yerel önderliklere
dek tespit edilen "konum kaybı"nın bizzat Kongre'nin kendisi için de geçerli olduğuna;
üçüncü olarak da merkezi önderlik işlevlerinin 'kolektivizm' adına yerel organ ve kadrolara
doğru –onların bilinç, birikim ve deneyim düzeyine– indirilmesine dikkat çekmek istedik. Ki
bu üçüncüsü, MLKP'nin örgütsel mayasını oluşturan Menşevik demokratizmden kaynağını
almaktadır.

TİKB III. Konferansı, yalnızca kendisini "parti öncesi kongre içeriğinde bir konferans" olarak ta-
nımladığı için değil6; asıl olarak bu tanıma denk bir içerik, kapsam, derinlik ve ufuk gelişti-
rebildiği için MLKP II. Kongresi'nden kesin çizgilerle ayrılmaktadır. Ancak bunu tespit et-
mek yeterli değildir. MLKP II. Kongresi kendi gündemi için "Teorik olan pratikleşmekte, genel
olan özelleşmekte, ilkesel olan somutlaşmaktadır" (age, s.79) diyordu. "Teorik, genel ve ilkesel"
olanla kastettiği Birlik Kongresi'dir. Ve sözünü ettiğimiz temel içeriksel ayrım, Birlik Kong-
resi için çok daha fazla geçerlidir!

Devrimci okurun TİKB III. Konferansı ile MLKP II. Kongresi arasındaki temel ayrımları daha
net kavrayabilmesi için önce ölçütleri koymalıyız. İçinden geçtiğimiz tarihsel dönemde bir
kongre ya da bir konferans hangi sorunları, hangi kapsam ve içerikte, hangi perspektif ve
yöntemle ele almalıydı?

Komünist bir örgüt açısından temel olan, önder ve yönetici parti fonksiyonlarının yakalan-
ması ve süreklileştirilerek ileri düzeyden yeniden üretimidir. Bütün sorunlar bu perspektif-
ten ele alınmalı, bizzat Konferans'ın kendisi bu rolü oynayabilmelidir. Bu ölçütün varlığı, ör-
gütün geniş bir ufka sahip olduğunu gösterdiği gibi, kendi gelişim sürecini özümleyerek çık-

5 İkinci olarak I. İşçi Konferansı'nı anmak gerekiyor. Bir reklamcı edasıyla "Türkiye'de ilk defa" düzenlendiğini söylediği bu konfer-
ansa MLKP gerçekte şu işlevleri yüklemişti: (Geçerken bu "Türkiye'de ilk defa"ların özellikle MLKP öncellerinden TKP/ML Hareketi'ne
hiç yabancı olmadığını hatırlatalım. Koyu sağcı yapısı ve yarı feodal kültürel şekillenmesinin bir sonucu olarak örgüt içindeki devrimci
kadınlar açısından tam bir "kadın sorunu" yaratan TKP/ML Hareketi, işin geldiği noktada sorunun çözümünü "Türkiye'de ilk defa"
parti içi bir "Kadın Konferansı" düzenlemekte bulmuştu!) Sınıf içindeki güçlerin örgütsel mevzilendirilmesini gerçekleştirmek; TİKB'Ii
komünistlerin özellikle İSŞP Kurultayı sürecinde ağır eleştirilerine uğrayan sağcı, kaba ekonomist ve orta düzey işçi kâhyaları ile uzl-
aşmacı sınıf çalışmalarında zorunlu bir rota ayarlaması yapmak ve kendi ifadesiyle "sınıf yöneliminin terkedildiği eleştirisine yanıt
vermek", yani göz boyamak (age). İşçi hareketinin temel hiçbir sorununa teğet dahi geçmeyen bu konferansa aslında pek "mütevazi"
bir rol biçildiğini MLKP'nin kendisi II. Kongre'de itiraf etmiştir. "Komünist" bir partinin -olduğu kadarıyla- işçi üyelerine özel bir konf-
erans düzenlemiş olmasındaki anlamsızlığı bir tarafa bırakalım. Bu konferansta, Birlik Kongresi'nde tamamen kendiliğindenci bir
içerikle sözde "temel taktik" olarak belirlenen GGGD'den yüzeysel bahis dışında bir şey yoktur; bir derinleşme, "analiz, öngörü, pers-
pektif" -eğer körün bile gördüğü gerçekleri bir kez daha dillendirmeyi "analiz" saymıyorsanız!- boşuna aranacaktır. Ki zaten I. İşçi
Konferansı'nın yazılı hiçbir belgesinin bulunmaması da, MLKP'nin ona verdiği "önemin" başlı başına göstergesidir!

6 Buna işaret etmemizin nedeni, devrimci örgütlerin kendi konferans/kongre süreçlerine yükledikleri anlamın genellikle dışlarındaki
güçlerce sübjektif ve abartılı bulunmasıdır. TİKB III. Konferansı'na ilişkin olarak da benzer algılama ve "yorumlar" beklenmelidir. Bu,
ihtilalci komünistlerin teorik, politik, örgütsel alandaki gelişimlerini ivmelendirmelerinde, ulaştıkları perspektifleri güçlendirme ve
devrimci harekete taşıma inisiyatiflerini artırmada sorumluluklarını büyüten bir unsur olarak kavranmalıdır.
ardığı sonuçlardan her alanda belirlediği hedeflere dek ML bir netlik ve iç tutarlılığı güvence
altına alır. Teorik, politik ve örgütsel hedeflerin işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketine önderlik
konumundan belirlenmesini sağlar ve bunları en zorlu sınavlardan geçerek gerçekleştirme
gücünü kazandırır. Demek ki, TİKB III. Konferansı da, MLKP II. Kongresi de, dar haliyle bu
örgütlerin kendi iç gelişimlerine ilişkin özgülleştirilmiş yanlarıyla değil, en başta doğrudan
doğruya önder ve yönetici parti işlevleri üzerinden değerlendirilmelidir. Bu, özgüllüklerin
reddi ya da ihmal edilmesi gerektiği anlamına gelmez; aksine bu açıdan da kavranacak
halka-görev tespitlerinde ML perspektiflerin yakalanıp yakalanmadığını ortaya çıkarır.

Bu noktadan bakıldığında, sorunların yerellikle (en iyi durumda yaygın deyimle "coğrafya-
mız"la), kesitsellikle ve bundan çıkan görevlerin de kelimenin en dar anlamıyla politik-ör-
gütsel düzlemle sınırlı kavranışı, yalnız yetersizlik ve yüzeysellikle tanımlanamaz. Bu du-
rum, aynı zamanda bir tıkanma, kayma ve devrimci politika sahnesinde en iyi durumda ak-
tif bir figüran olmanın da zemini kabul edilmelidir.

Bu tür bir darlığın tam karşısına biricik yol açıcı olarak evrensel bir bakışı, tarih bilincini, gel-
işkin bir dönem kavrayışını ve sosyalist gelecek perspektifini koymak zorundayız. Önder ve
yönetici parti fonksiyonlarının bugünkü somutlanışı, tamamen bu sağlam zemin üzerinden
kavranmalıdır. Neden evrensel bir bakış? Bu, yalnızca gitgide zayıflayarak sosyalizm dal-
gasının kırılmasıyla birlikte iyice tüketilen proleter enternasyonalist bilincin proletaryanın
öncüsü tarafından canlandırılması ve güçlendirilmesi için gerekli değildir. Asıl olarak ko-
münist partinin üstesinden gelmekle yükümlü bulunduğu teorik-politik-örgütsel görevlerin
ancak evrensel bir perspektifle çözümlenebilir oluşundandır. Parti teorisinden proletaryanın
sendikal hareketinin örgütlenmesine, antiemperyalist demokratik görevlerin içeriklendiril-
mesinden bugünün koşullarında nasıl bir sosyalizm sorusunun devrimci yanıtına, bir dizi
sorun gelip burada toplanmaktadır.

TİKB III. Konferansı, kendisini "örgütün sorunlarının halli" ve yerel bir bakış açısı ile sınır-
lamamış; dünya devriminin ihtiyaçlarına yanıt vermeyi aynı zamanda başta teorik olmak
üzere politik ve örgütsel planda kendi yolunu açmada temel halka olarak kavramıştır. Üste-
lik bu "süreç olarak" değil, her bir alanın kendi içerisinde yerine getirilmiş ya da daha doğru
bir tanımla ileri çözümlemeler için çıkış noktaları, ML bir zemin yakalanmıştır.

Komünist bir parti, bu tarihsel evrede dünya proletaryası ve komünist hareketinin birikmiş
deneyimlerini özümlemiş olarak konumlanmalıdır. Sosyalizmin çöküşünün ilan edilmesiyle,
bu muazzam tarihsel birikim, burjuva ve küçükburjuva ideologların saldırısına uğramıştır.
Bu saldırının mızrak ucu elbette ki Bolşevik Parti, Sosyalist Ekim Devrimi ve sosyalizmin inş-
asına çevriliydi. Ancak bir komünist parti açısından sorun, hayasız bir saldırıya ML mev-
zilerden siper olma zorunluluğu ile sınırlı ele alınamaz. Sınırlı ele alınamayacağı gibi, bir dizi
örneğin gösterdiği üzere, bu, geminin su almasını da engelleyemez. Komünistler, önder ve
yönetici parti fonksiyonlarını yeniden tanımlarken, çeşitli devrim süreçlerinin ve son 50 yıl-
dır dünya proletarya ve komünist hareketinde yaşanan gerilemenin irdelenmesini gerçek-
leştirmek durumundadırlar. Devrimci durum ve olanakları ustalıkla değerlendiren Bolşevik
Parti'yi daha iyi kavramalı; öte yandan çeşitli tipteki zaaflarından ötürü burjuvazi tarafından
yenilgiye uğratılmış, imha edilmiş, geri püskürtülmüş ya da baştan çıkarılarak tasfiye edil-
miş komünist partiler gelişiminden dersler çıkarmalıdırlar. Bununla birleşik olarak, teorik,
politik, örgütsel planda onyıllardır ancak sınırlı gelişim sağlayabilen, birçoğu maddi bir güç
olarak dahi etkisiz ve sonuç itibarıyla devrimi örgütlemede hiçbir ciddi inisiyatif göstereme-
yen komünist partilerin bu zafiyetinin nereden kaynaklandığı doğru okunup yorumlanabil-
melidir. Yalnızca proletarya ve emekçi kitlelerin örgütlenmesinde değil, aynı zamanda parti-
nin örgütlenmesinde de tarihsel arka planın bilinci ve dersleriyle donanmamış, bunun eleşti-
rel bir özümlenmesini kendi gelişiminin payandası haline getirmeyen bir komünist parti, bır-
akalım düşmanı, kitlelerin karşısında bile "devrimcilik oyunu"ndan öteye gidemez. "Tarihi
bilmek"ten değil, tarih bilincini parti inşasının mayası haline getirmekten söz ediyoruz. Sosy-
alizmin yıkılışı da dahil olmak üzere, birikegelmiş sorunların ele alınış ve çözümlenmesini
akademik bir çalışmanın konusu haline getirmekten değil, tarihsellik, dönem ve gelecek
köprüsünü kurmanın yakıcılığından söz ediyoruz. TİKB III. Konferansı, işte bu perspektifi
yakalamış ve geliştirebilmiştir.

TİKB III. Konferansı, komünist partilerin sergilediği bu zafiyetin aşılmasını, komünist parti-
nin burjuvazi ile her alanda savaşma gücüne sahip alternatif bir sosyal devrim örgütü çekir-
deği olarak kavranıp inşa edilmesinde görmektedir. Mali sermayenin, sosyalizmin yükseli-
şinden çıkardığı derslerle sübjektif faktörü devre dışı bırakabilmek için faşist diktatörlükten
ideolojik-kültürel egemenliğin derinleştirilmesine dek birbirini bütünleyen bir dizi araç ve
yöntemle egemenliğini pekiştirdiğini gözardı eden bir "öncü parti" anlayışı, ilk ciddi sınavda
ıskartaya çıkmaya mahkumdur. Bunun için en başta mali sermaye egemenliğinin içinde bu-
lunduğumuz evredeki somut biçimlenişi bütünselliği ve tek tek boyutları ile, ML bir pers-
pektifle çözümlenmek durumundadır. ML'nin çözmekle karşı karşıya olduğu birikegelmiş
bir dizi sorun, devrimci örgütlerin ufuk darlığı ve tarihsel materyalist yöntemin kullanımına
yabancılıkları nedeniyle yolu karartmakta; düşmanını bütün yönleri ile tanımlama gücünden
aciz bir sözde "savaş gücü" konumuna düşürmektedir. Bu çözümlemenin derinliği ve kap-
samlılığı, alternatif sosyal devrim örgütünün teorik, politik, örgütsel, askeri, kültürel ve prol-
etarya başta olmak üzere maddi güçler ile burjuvaziyi yıkıp altedebilecek düzeye ulaş-
masının bir anlamda manivelası olarak kabul edilmelidir. Aksi takdirde, genellikle algılan-
dığı gibi, salt rejimle fiziki çatışma içerisinde bulunan, ya da en fazla birkaç yönden gelişkin
ancak bir bütün olarak sistemle tam bir karşıtlık oluşturamayan bir yapı ile devrimi gerçek-
leştirmek, sosyalizme yürümek olanaksızdır. TİKB III. Konferansı'nın temel belgelerinden
"Parti" broşürünün özellikle ilk bölümünde sorunun bu boyutları her biri derinleştirme gö-
revi ile ilişkilendirilmiş alt başlıklar halinde ele alınıp işlenmekte; devrimci harekete alışkın
olmadığı, geleneksel kalıpları kıran bir ufuk kazandırılmaktadır. Broşürün tamamı, TİKB'nin
özgül süreci ile birlikte bu ölçütlerin tanımlanması ve örgütün bir bütün olarak parti yürü-
yüşünde buna uygun bir dönüşümü yakalamasına yöneliktir.

Alternatif sosyal devrim örgütü, siyasal pratiğin sınavından, verili nesnel koşullar üzerinde
devrimci yönde dönüştürücü bir etkide bulunup bulunmadığı, teorik, politik ve örgütsel ba-
kımdan bu gücü barındırıp barındırmadığına bağlı olarak geçecektir. Parti teorisinin etkisi
başta olmak üzere bu dönüştürücü etkide bulunmayı engelleyen her türden kendiliğindenci
eğilim ve çizginin altedilmesi, komünist öncü partinin önünde görev olarak durmaktadır.
Burada dar anlamda sürece politik-pratik müdahalede bulunmayı kastetmiyoruz. Konjonk-
türel veya en fazla nesnel bakımdan elverişli koşullarla buluşan bir "iradi müdahale"nin
ömürsüzlüğü, gerek tarihsel gerek dönemsel bakımdan ortada durmaktadır, işte TİKB III.
Konferansı, partinin iç örgütlenmesi de dahil bir bütün olarak onun proletaryanın temsilcisi
alternatif siyasal aktör rolünü oynamasına engel oluşturan kendiliğindenci oportünizmle bu
düzlemde hesaplaşarak parti fonksiyonlarını geliştirmeyi temel halka olarak belirlemektedir.
Bu bağlamda sosyal devrim düşünce ve pratiğini ıskartaya çıkaran II. Enternasyonal ve
Bernstein revizyonizminden kendiliğindenciliğin günümüzdeki sağlı "sollu" biçimlenişlerine
kadar ele alınmakta; hesaplaşmanın zeminine kendiliğindenciliğin altedilmesi oturtulmakt-
adır. Bu, TDH'de günümüzün popüler ancak içi boş "iradecilik" vurgularından temelde
farklı, en başta sübjektif iradenin kendisini güçlü bir ML ideolojik sistematikten aldığı bir
yöntem olarak öne çıkmaktadır. Kendisini bir bütün olarak sisteme ve işçi sınıfının tarihsel
rolünü oynamasını bizzat siyasal-toplumsal alanın içerisinden engelleyerek burjuvaziye
destek sunan reformizme ve oportünizme karşı tanımlayan, kendiliğindenciliğin altedilmesi
iradesini buradan alan ML bir önderlik perspektifi, TİKB III. Konferansı'nda ayırdedici
yöndür.

"21. yüzyıla sosyalizmi yazacağız!" Burjuvazi, proletarya ve emekçi kitlelere düş görmeyi,
sınıfsız-sömürüsüz bir dünyanın kazanılabilirliğine inanmayı unutturdu. Ona kapitalist bar-
barlık içerisinde debelenmek zorunda olduğu "müjdesini verdi". Sosyalizmi, kapitalizmin
egemenliğinin sınandığı tarihsel bir yol kazası ilan etti. Sosyalizm dalgasının geriye çekilişi
ile birlikte, küçükburjuva oportünizminin üzerindeki ML ve sosyalist basınç da ortadan
kalktı. Ufku siyasal devrimcilikle sınırlı küçükburjuva demokratizminin yaygınlığı, komünist
parti ve örgütlerin etkisizliği, sosyalizmin, yukarıdaki sloganda dile gelen gelecek perspektifi
ve iradenin en başta devrimci güçler içerisinden yıkıma uğramasına yol açtı. İşçi sınıfının ve
devrimci hareketin mücadele gücünü, savaş kapasitesini yiyip bitiren bu duruma son
vermek, komünist sosyal devrim örgütünün başta gelen görevi olmak durumundadır. İşçi
sınıfı ve emekçilerin uğrunda tereddütsüz savaşacağı bir program ve onu kendisinde, pratiğ-
inde cisimleştiren önder ve yönetici parti, bu gelecek yoksunluğu ruh haline, umutsuzluğuna
son vermelidir. Bugün emperyalist kapitalist sistemin krizi, yürüttüğü topyekûn saldırının
yarattığı ani ve yıkıcı sonuçlar, kapitalizm eleştirisine en vahşi ve görünen yönleri ile de olsa
geniş kitleler nezdinde boy verdirmektedir. Bu derinleştirilmeli; antikapitalist savaşıma yön
çizilmelidir. Ancak küçükburjuva oportünizminin yaptığı, üstelik burjuva milliyetçiliğine
vb.ne kan taşıyacak tarzda, bu eleştirellik sınırları içerisinde kalmaktır. Öncü parti, işçi sınıf-
ının ve emekçilerin karşısına dar ve krizin sonuçlarına karşı çıkma ile sınırlı bir kapitalizm
eleştirisi ile çıkamaz. O, sosyalizm hedefini güncelleştirmeli; işçi sınıfı ve emekçi kitleleri,
kapitalist barbarlığa alternatif bir toplumsal düzen sistematiği ile donatmalıdır. Kapitalist
ekonominin yeni üretim örgütlenmesi, sendikaların dağıtılması, burjuva milliyetçi düşünüş
ve ruh halinin derinleştirilmesi vb. gibi dünya proletaryasının çeşitli bölüklerinin bir ordu
halinde hareket etmesini, işçi sınıfı hareketinin enternasyonalist gelişimini engelleyen birçok
tarihsel ve güncel/dönemsel etmen karşısında kolektif işçi bilincinin geliştirilmesi yakıcı
önemdedir. Komünist bir öncülük bunu gerçekleştirmeye aday olmalıdır. Programından
güncel propaganda ve ajitasyonuna dek bu güçlü sosyalist gelecek perspektifi, aynı zamanda
devrimci mücadelede proletaryanın ve partinin savaş kapasitesi ve solukluluğunu güvence
altına almanın biricik koşulu olarak kavranmalıdır. TİKB III. Konferansı'nın ana çizgilerinden
biri budur. Konferans, "Devrimin aşamaları konularındaki stratejik belirlemelerde karışıklığa yol
açmadan programatik düşüncenin sosyalist propagandaya güç kazandıracak, onu ete kemiğe büründ-
ürecek bir içerik ve canlılıkta sunulması, programın da buna temel hazırlayacak bir şekilde içeriklend-
irilmesi" görevini belirlemektedir. Bu, evrensel ölçekte ML teorinin "Nasıl bir sosyalizm" sor-
usuna ışık tutacak, küçükburjuva liberal, ulusalcı, halkçı, hümanist sosyalizm anlayışlarına
sınır çekecek tarzda geliştirilmesidir en başta. İkinci olarak yalnız ülkemiz değil bir dizi yarı
sömürge açısından önem taşıyan, antiemperyalist demokratik halk devrim programlarının
içeriklendirilmesinde donmuş halkçı kalıplara yeni bir darbe vurularak azami programa can-
lılık kazandırılması gerekmektedir. Günümüz dünyasında, özellikle de ülkemizde antiemp-
eryalist antifaşist görevlerin daha derin bir antikapitalist içerikle doldurulması, sosyalizme
kesintisiz geçişin güvencelerinin bugünden yaratılması, sınıf hareketinin örgütlenmesinde,
partinin kadro yapısında ML ideolojik kimliğin güçlendirilmesine dek bir dizi görevi, TİKB
bu anlayışla partileşme görevlerinin merkezine oturtmaktadır.

"Leninizm, proletarya devrimleri çağının teorisi ve taktiğidir." Leninist öncü taktik anlayışı, her
türden kendiliğindencilik ve oportünizmden program, strateji ve taktik bağlantısını devrimci
yön ve içerikle kurmasıyla ayrılır. II. Enternasyonal oportünizmi bu bağı koparttığı için sefil
bir iflas halinde çökmüş, işçi hareketinin devrimci gelişiminin önünü kesmiştir. Bu noktadan
baktığımızda II. Enternasyonal'in oportünist mirasının paylaşılamadığı ortadadır. İşçi hare-
ketinin devrimci çizgisini kristalize eden ML bir politik ajitasyon, sloganlar, mücadele ve ör-
güt biçimleri ile buna uygun bir çalışma tarzının geliştirilmesi, "bilinçsiz sürecin bilinçli yürü-
tücüsü" olarak partinin karakteristiği olarak kavranmalıdır. Öte yandan genellikle dar örgüt
çalışmasına özgü devrimci taktiğin gelişkin bir kavrayış ve uygulamasından yoksunluk, ör-
güt çalışmasının işçi-emekçi kitle hareketine öncü taktik müdahale alanında toplanma za-
yıflığı gibi temel eksiklikler, sürece etkin bir öncü müdahalenin önünde engeldir ve aşılmak
zorundadır. Dönemin karmaşıklaşması ile birlikte küçükburjuva oportünist ve reformcu
akımlarda çok daha derin savruluşlara yol açan Leninist öncü taktik anlayışına kapalılık ve
bunun taktiklerden başlayan tasfiyeci kırılmalar halinde ortaya çıkmaya başlaması, bu
alanda komünist hareketin iç güçlerinden başlayarak daha etkin bir konuma çıkmasını em-
retmektedir.

Yalnız dünyanın genel durumu açısından değil ülkemiz yönünden de önder ve yönetici parti
işlevlerinin yakalanması, güçlü bir dönem kavrayışının üzerine oturmak durumundadır. Bu,
'80'lerin sonlarından itibaren, çeşitli toplumsal ulusal dinamiklerin (Kürt ulusal hareketi, işçi
sınıfı hareketi, emekçi memur hareketi, vb.) gelişiminin irdelenmesinde ifadesini bulacaktır.
Bununla da sınırlı kalınmamalı, Türkiye devrimci hareketinin genel gelişim seyri, ana çizgi-
leri ile tanımlanmalıdır. Tarih ve gelecek köprüsünün doğru kuruluşu, en somut halini güçlü
bir dönem kavrayışında bulur. TİKB III. Konferansı, "Sonuç Bildirgesi"nde bu kavrayışı yan-
sıtmaktadır. Onun ayırdedici yönü, dönemin ana çizgilerini çekerken kullandığı yöntemle,
TDH'nin bütününe yönelik bir sorumlulukla "süreç devrimciliği" ve bununla bağlantılı "yeni
sağ tasfiyeci dalga" tespitlerinde bulunmasıdır. Devrim güçlerinin tıkanması, yorgunluk ve
ağırlıklı olarak politik taktik planda –gerçekte ise bir bütün olarak ideolojik konumlanışta–
sağ tasfiyeci tutumların hızlandırılmış bir tarzda ortaya çıkmasının temelleri ortaya konul-
maktadır. Devrimci örgütlerin dar anlamda örgütsel zafiyetleri ya da kadroların irade yeter-
sizlikleri vb. ile açıkladıkları tıkanmanın, bizzat kendilerinin ufku siyasal devrimcilikle ve
mücadelenin belirli alan ve biçimleri ile sınırlanmış, nesnelliğe bağlı bir gelişim göstermeye
mahkum "süreç devrimciliği"nden kaynaklandığı ortaya konulmakta; bunun yol açtığı sonuç
ve kapıdaki tehlikeler net tanımlarla verilmektedir. TİKB III. Konferansı, geniş bir siyasal
dönem kavrayışını, örgütün gelişim sorunlarının çözümlenmesinde olduğu kadar, süreci
önden kucaklayan EKK ve AFMK politikalarının derinleştirilmesi ve örgüt pratiğine ileri
düzeyden taşınmasında da sağlam bir güvence olarak görmektedir. Politikasızlığın, strateji-
den kopuk, konjonktürel gelişmelere dayalı sözde taktik belirlemelerin, kitlelerin bilincinde
öncü parti fikrini destekleyen temel bir zafiyetin panzehirini TİKB, dönemsel taktik ve poli-
tikaları ile yakalamıştır.
Stalin, "Büyük bir enerji, büyük bir amaç için doğar" diyordu. TDH'nde bugün örgütlerin ana
temalarından biri, kadroların enerjisizliği, yorgunluk ya da erken tükenişle, politik kadro ti-
pinin yaratılmasındaki güçlüklerdir. Bunlar genellikle "kişilik" sorununa indirgenmekte, bi-
rey düzeyinde ele alınmakta, ahlaki yargılama usulü, sık sık sorunu çözücü yöntem olarak
benimsenmektedir. Sorun doğru tanımlanmadığından, çözümün de genel olarak etkisiz kal-
dığını söylemek yanlış olmayacaktır. Kadroların ideolojik, politik, örgütsel, ruhsal, kültürel
gelişimlerine sınırsızlık kazandıracak, devrimci yenilenmeye zemin yaratacak bir silahtan
yoksundur bu örgütler: Marksizm-Leninizm ve sosyalist gelecek perspektifi! TİKB, kendi
kadrosal gelişim sürecini, ortaya çıkan daralma, sıkışma ve yorgunlukları bizzat bu silaha
başvurarak irdelemiş ve ana halkanın örgüt kadrolarının "büyük bir amaçla" donatılmasında
olduğunu görmüştür. Kadrolarının gelişimini sınırlayan özgül gelişim sürecindeki özelliklere
vurgu yaparak, onlara herhangi bir partinin değil, komünist önder ve yönetici partinin ku-
rucuları olma misyonunu sağlayacak oldukça sancılı bir yürüyüşün omuzlanması potan-
siyellerini kazandırmıştır.

"Bir dönem kapanmıştır". TİKB III. Konferansı Sonuç Bildirgesi, bunu söylemektedir. O, başta
kendi devrimci iç savaşı –ki bu süreklileştirilmesi gereken bir iç savaş olarak ortaya konul-
maktadır– ile kapanan değil, 21. yüzyılı devrimci tarzda kucaklayacak dönemin partisi ola-
rak konumlanmaya yönelmektedir.

Aynı ölçütleri MLKP II. Kongresi'ne uyguladığımızda ise, karşımıza yerel ve kesitsel özel-
likler gösteren bu Kongre'nin, politikalarda yalpalayan ve kuyrukçu, örgütsel planda da iradi
vurguların yapay bir tarzda ön planda tutulduğu bir darlık, her iki açıdan da stratejik mevz-
ilenme güçsüzlüğü içerisinde bulunduğu ortaya çıkmaktadır.

MLKP II. Kongre Belgeleri, "MK Çalışma Raporu", "Partinin Gelişim Çizgisi, Sorun ve Pers-
pektifleri", "Uluslararası Genel Ekonomik ve Siyasal Durum Raporu" ile "İç Siyasal Durum
Raporu" bölümlerinden oluşmaktadır. Ancak başlıklara göz atıldığında kolaylıkla kapılınab-
ilecek "eksiksiz ve derinlikli" bir Kongre beklentisi, daha ilk sayfalarda tuzla buz olmaktadır!
Sağ tasfiyeci basıncın etkilerinden de önce, bu basınca MLKP'yi dayanıksız kılan gözle görü-
lür bir sığlık ve konjonktürellik dikkati çekmektedir. Bu Kongre'nin kapsamı ile ilgili yapılab-
ilecek en ileri tanım, polis operasyonları sonucu her düzeyde alınan darbeleri telafi etmeye,
örgütsel boşlukları doldurmaya ve örgüt güçlerini politik sürece "bir biçimde" müdahale
edebilir konuma getirmeye dönük bir "örgütsel düzeltme" ve "kuvvet biriktirme" olacaktır.

II. Kongre belgeleri, Parti'nin hangi nesnel zeminle buluştuğunu ve ne içerikte bir dönüştü-
rücü müdahalede –politika ve taktikler, mücadele biçimleri ve sloganlar– bulunduğunu an-
maksızın, kazanıldığı iddia edilen mevzi ve başarıların sık sık hikaye edilmesi ihtiyacını or-
taya koymakta, bu yönteme aralıksız her yerde başvurulmaktadır. Bunlar, iç örgütsel yapı
bakımından "birlik kültürünün özümlenmesi, MLKP kimliğinin oturması", politik sürece "öncü
müdahale" açısından ise "1 Mayıs 1996 cüreti, Uluslararası Kayıplar Kurultayı, komünist gençliğin
zafer yürüyüşleri, ölüm orucu direnişi, Demokratik Eğitim Kurultayı etkinliği, 1997 8 Mart'ı ve Gazi
Ayaklanmasının yıldönümündeki ısrar, 1 Mayıs 1997 vb" gibi olaylardı. Dikkatli bir okur, Belge-
lerin bütününde MLKP'nin politik sürece müdahalesinin tanımlı ve bütünlüklü politika ve
taktikler zemininde değil, kendi örgütsel evrimi de dahil olmak üzere "cüret, ısrar, taarruz, za-
fer" gibi tanımlarda toplandığını tespit etmekte güçlük çekmeyecektir.7 Sakızlaştırılmasından

7 Sorun, karşıdevrim güçlerine karşı özellikle emekçi semtlerindeki antifaşist gençlikte yoğunlaşan daha militan bir duruşun tespit
ötürü oportünist tasfiyeci reformizme devrimci taktiklerin değersizleştirilmesi, karalanması
için çok daha fazla fırsat veren, Parti ve çevre güçlerini coşturmaya dayalı bu tarz, MLKP'nin
karakteristiğidir. Anılan başarıların bir kısmının MLKP'ye değil, genel olarak komünist ve
radikal devrimci güçlere mal edilerek anılması gerektiğini, MLKP'nin örneğin ÖO'daki ro-
lünü abarttığını, hele hele 1 Mayıs '96'nın karakteristik bütün çizgilerinde TİKB'nin imzası
olduğunu, bazılarını ise MLKP'nin neredeyse diğer tüm faaliyetlerini askıya alarak yürüttü-
ğünü vb. bir yana bırakalım. Yakın tarihe kısaca da olsa bir göz atma, bütün bu abartıları
yerli yerine oturtacaktır. Asıl önemlisi "Marksist Leninist komünist" bir parti açısından bütün
bu "başarıların ML bir öncü taktik müdahaleye dayanmadığının, gerçekte kitlelerin öncü kes-
imlerindeki hareketlenmeyle birlikte partinin de belirli bir dinamizm sergilemesinden ibaret
olduklarının görülemeyişidir. MLKP, iradi olarak hazırlanmış, teorik, dönemsel politik taktik
ve örgütsel altyapısı olan mevzilerden söz etmemektedir. MLKP, yine az sonra göreceğimiz
gibi örgüt faaliyetinin temel alanlarında bir derinlikten söz etmemektedir. O, "başarı" adına
bu olayları anmasıyla kitle hareketinin antifaşist bir unsuru olduğunu ve en fazla bu ölçü-
lerle değerlendirilmeyi istediğini ilan etmektedir.

"MK Çalışma Raporu", MLKP'nin, öncellerinin aritmetik bir toplamı değil, aksine "daha ileri
bir sentez" olduğunu, partinin siyasal hattının "öncü partiden önder partiye" doğru "giderek...
daha fazla belirginleşti"ğini, "birkaç onyıla sığdırılacak mesafeyi birkaç yıla sığdır"dığını belirt-
mektedir. Bu mesafenin unsurları nelerdir? Teori, politik taktik ve örgütsel planda hangi hed-
eflere ulaşılmıştır ve ne gibi yeni hedefler konulmaktadır? Ölçüyü TİKB III. Konferansı'nın
genişçe tanımladığı önder ve yönetici parti fonksiyonları üzerinden koyduğumuzda kar-
şımıza yukarıdaki böbürlenmeyi alabora eden bir tablo çıkmaktadır!

MLKP, ML teorinin çözümlemekle karşı karşıya olduğu sorunlara ilişkin BK Belgeieri'nde


hiçbir şey söylemiyordu. Demek ki, Parti inşası daha ilk adımda "süreç olarak görevler"
menşevik anlayışına dayanmakta; "irade" formülü boş çıkmaktadır. MLKP, "yeni bir Komünist
Enternasyonalin oluşumunun sübjektif koşullarını olgunlaştırmaya katkıda bulunmak" hedefi doğr-
ultusunda hareket edildiğini, daha fazla sorumluluk ve inisiyatif üstlenildiğini belirt-
mektedir. Bu, tamamen ML teorik kuruculuk ve yeniden üretim misyonu ile ilişkili bir he-
deftir. Ancak MLKP, bizzat Kongre Belgeleri'nde teorik çalışma alanında partinin kurulduğu
'94'ten '96'ya kadar hiçbir "irade" gösterilemediğini itiraf etmektedir! O zaman uluslararası

edilmesi, bir partinin bu nesnel gelişmeyi kendi güçlerinde de sınıf mücadelesinin ve önderlik misyonunun kavranışına dayalı olarak
daha ileriden yansıtıp yansıtmadığı değildir. Bu açıdan salt sınıf mücadelesinin bugünkü gereklerine değil, daha objektif olmak açı-
sından MLKP öncellerinin geleneksel sağcılığına atıfta bulunarak söylenecek şeyler vardır. Bu açıdan birkaç adım atılmış olabilir.
Ancak "cüret", kendisini salt "fiziki" biçimlerde göstermez; MLKP işte bunun farkında değildir. Olmadığındandır ki, ilk kez yakaladığı
bu biçim, kendisine her şey gibi görünmektedir. Neden her olayla ilgili olduğu gibi, 1 Mayıs '97'ye ilişkin "özel" bir tanım yok? Emekçi
kitle hareketinin geri çekildiği, devrimci hareketin maddi güç kayıplarına uğradığı, gerileme ruh halinin örgütlerin çevre güçlerine dek
yansıdığı, öte yandan icazetli yasal reformcu partilerin Susurluk eylemleri sürecinde "atak yaptığı", sağ tasfiyeci dalganın ilk politik
taktik örneklerinin bizzat devrimci hareketin içerisinde boy vermeye başladığı bir kesitte gerçekleşti 1 Mayıs '97. Devrimci Güç Birli-
ği'ni oluşturan komünist ve radikal devrimci güçlerin maddi ve askeri bakımdan zayıf ama faşizme ve reformist tasfiyeciliğe karşı
politik bir duruş olma anlamında iz bırakan taktiği, politik açıdan tam da bir "cüret" örneğidir! MLKP'nin kendi pratiğine hem yukarı -
daki sığlık ve darlıkla hem de fazlasıyla "gönül gözüyle" baktığını -"Olan, olması gerekendir!"- belirtmeliyiz. Bunun bir örneği 1996
SAG-ÖO direniş sürecinin ele alınışıdır, istisnasız bütün devrimci örgütlerin cezaevi dışında öncü mücadelenin gereklerine uygun bir
pratiği sergilemekte zayıf kaldıklarını, (özellikle ilk 1.5 aylık süreçte) MLKP eylem sonrasında kitle yayın organında yer alan bir yazıda
kendisi tespit ediyordu. Şimdi ise bu hazırlıksızlığa parlak bir kılıf geçirilmektedir: "Kitle hareketinde gerilla tarzı." (s. 81) Dar örgüt
güçleri ve tutsak yakınları ile sınırlı bir gücün kâh şurada kâh burada bir anlamda hazır kuvvet gibi hareket ettiği, daha geniş kitlesel
güçlere eylemin son günlerde ulaşılabildiği anımsanacaktır. Ancak bu "tarz yaratma" iradesinden kaynaklanan, istenen, amaçlanan
değil, aşılması gereken bir durumdur. MLKP, "Her şey mükemmel" tablosu çizebilmek ve temel zayıflıklarını kapatabilmek için böyle
"küçük" perdelemeler yapmaktadır. Devrimci hareketin ezici çoğunluğu gibi MLKP'nin de SAG-ÖO sürecinden ajitasyonel bir malzeme
olmanın ötesinde hiçbir ciddi ders çıkaramadığının bir itirafıdır bu.
misyon adına ne yapılmıştır? Okur, baygınlık verici "eski içe dönük tarzın terkedil-mesi" başlığı
altında, diplomatik ilişkilerin kurulması, bazı Parti Belgeleri'nin çevrilmesi ile uluslararası
"ziyaretler"le yetinmek zorundadır! MLKP'nin yol aldığını, "yeni tarzı yakaladığını" belirttiği
ya da zayıflık tespit ettiği tüm konularda –zayıflık çalışmaların bütünündedir– bunun teorik
gelişimin, ön açıcılığın kılavuzluğunda yürümediğini açıklamak zorunda kaldığını görüyo-
ruz. Parti askeri alanda "yeni bir askeri boyut"8 yakalamış, ama buna yön verecek bir teorik ça-
lışmaya yönelmemiş... Parti işçi sınıfına bağlanma yönünde hiçbir gelişme katedememiş,
zaten sınıf hareketinin teorik, politik, örgütsel ve pratik sorunlarının çözümlenmesinde de
yol almamış... Politik yayın organı çekim merkezi olmuş, ama yayınlara "popülizmin kimi
ciddi öğeleri" yansımış... Örnekler çoğaltılabilir! Ancak MLKP'de ML teorik üretim yoksunlu-
ğunun, herhangi bir zafiyetten öte, günün temel sorun- politik pratiğin ML devrimci bir hatta
yürümesi anlamında da temel sorun– olarak kavrandığına ilişkin tek bir gösterge yoktur. O,
kendi başına bir şey ve yeni kadroların ideolojik düzeylerini yükseltme bağlamından ele
alınmaktadır. MLKP'nin dönümsel politika ve taktiklerden yoksunluğunu, şu ya da bu tu-
tumu ilkesel düzeyde ele almaksızın kolaylıkla benimseyebilmesini, kuyrukçu ve ara güç
konumunu bizzat buradaki zafiyet ve perspektif yoksunluğunda aramak gerekmektedir.
MLKP, merkezi önderlikten yerel önderliklere kadar asli görevlere yoğunlaşamama anla-
mında genel bir "konum kaybı" tespiti yapmaktadır. Ancak "konum kaybı"nın aşma doğrul-
tusunda hiçbir temel güvencenin olmadığı, gerek teorik üretim, onun hedefleri ve hangi
noktalardan nelerle sınır çekilerek geliştirileceği konusundaki9 boşluklardan gerekse de müc-
adelenin çeşitli alan ve dinamiklerinde partinin öncü müdahalesinin ele alınış içeriğinden
anlaşılmaktadır. MLKP, öncü taktik müdahale kavramının yerine "öngörü"yü geçirmiştir:

"Partimiz çok haklı olarak iradenin roiünü kavrayışındaki sıçramayla" 'övün'mektedir (tırnak işareti,
Kongre Belgeleri'ne aittir-DP). O halde her alanda Parti örgütlerimizin pratiğini/günlük çalışmala-
rını tamamen Parti'nin öngörüleri yönetmelidir." (s. 114, abç)

Önce "öngörü"nün sözlük anlamını verelim: "Bir işin ilerisini kestirme veya bir işin nasıl yol
alacağını önceden anlayabilme ve ona göre davranma"; eski tabirle "basiret"! MLKP, öncü partinin
yerine "basiretli parti" kavramını icat etmiştir! Görmüş geçirmiş yaşlılar için bir övgü söz-
cüğü olarak kullanılan bu kavram, komünist önder ve yönetici parti fonksiyonlarının yerine
partiyi sınıf hareketine genel bir yönlendiricilikle sınırlayarak kendiliğindenciliğin ideolojik,
örgütsel temeline bağlanır. Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında Leninist taktiğin
tayin edici rolü konusunda MLKP de uzun uzadıya konuşabilir. Ancak o, bu yaklaşımıyla
partinin işçi ve emekçi kitle hareketine hiçbir bütünlüklü "plan olarak taktik" sunamayışının,
yerel örgüt ve kadrolarını politikasızlığa ve kendiliğindenci bir sürüklenişe mahkum edişi-
nin, "süreç olarak taktik" anlayışının gerçek şifresini sunmaktadır bize. Tek başına "öngörü" ile
tanımlanamayacak, öncü politika, taktik, sloganlar, mücadele ve örgüt biçimleri ve çalışma
tarzı ile bütünlenmesi gereken Leninist öncü taktik –öngörüler de ancak o zaman yerli yerine
oturabilir– anlayışından uzaklığını ele vermektedir. MLKP'nin politik önderlik kavramları
yerine "cüret, ısrar" gibi meziyetleri geçirmesinin nedeni burada aranmalıdır.

İç örgüdeki yataylığın çok daha belirgin olduğu "Partinin Gelişim Çizgisi..." bölümü, işte bu

8 MLKP'nin kendi askeri pratiği ile ilgili bu tespiti tamamen abartıya dayanmaktadır. PKK pratiğini bir yana bıraksak dahi, maceracı
bir temelde de olsa Türkiye'de azımsanmayacak bir şehir gerillası deneyimi vardır.

9 Teorik üretimden kastımız, MLKP teorik yayın organının son sayılarında yer verilen, savruluşlara açık, "deneme" tarzı, entel-
ektüel çalışmalar değildir...
yüzden şu soruların hiçbirini yanıtlamamaktadır: "Kürdistan'da devrimin sürdüğü" ve "Türki-
ye'de de antifaşist cephe açmak gerektiği" gibi gazete yazılarında bolca ve çarpık bir anlayışla
kullanılan ibarelerin dışında politik sürecin tanımlanması ve Parti'nin ona bağımsız müda-
halesi neyin üzerine oturmaktadır? Yerel kadroların yönelimsizliği sonucu istenen yeri bu-
lamadığı belirtilen sınıf çalışması, hangi evrelerde, hangi dönemsel politikaya dayalı özgül
taktiklerle yürütülmeliydi? Belirlenen neydi? Birlik Kongresi'nde içeriksel bir tanımı veril-
meksizin üstelik de "temel taktik" olarak belirlenen GGGD yönündeki gelişmeler neler ol-
muş, parti bunlara hangi dönüştürücü yanıtları vermiştir? Partinin etkisini İSŞP'den ilerici
aydınlara kadar artırdığından söz edilmektedir. Bu etki hangi siyasal ve örgütsel politikalarla
yaratılmış, hangi güçlüklerle karşılaşılmış, bunlar nasıl altedilmiştir? Partinin dışındaki
emekçilerle ilişkisinin örgütlü devrimci bir ilişki olarak gelişmesini sağlayacak volan kayış-
ları, "görkemli" iddiası kitlelere önderlik olan partinin politika ve taktiklerini uygulamasında
nereye oturmaktadır?

Soruları istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Nasıl olsa, MLKP'nin bu soruları ne kendisine


sorduğunu, ne de yanıtlayabildiğin! göreceksiniz! Bu durumda "öncü partiden önder partiye"
ibaresi, ajitasyonel ve boş bir söz derekesine düşmüş olmamakta mıdır?

"Öngörü" sorununu aynı zamanda örgütsel menşevizmin, federalizmin ve kendiliğindencili-


ğin koyulaştırılması ile ilgili boyutu vardır. Parti inşası bir darbe de buradan almaktadır.
Parti faaliyeti tek bir program, strateji ve tek bir taktik çizgi temelinde yürür. Ya "öngörü"?
Bu, parti faaliyetinde tek bir çizgide kilitlenmeyi boşa çıkartır. ML teorik bir altyapı ve dö-
nem kavrayışından yoksun bir partinin, bırakalım işçi sınıfı ve emekçi kitleleri, kendi güçleri
üzerinde bile merkezi politik-örgütsel hakimiyeti sağlaması, "öngörülerinin" çok çeşitli yo-
rumlara tabi tutup iyice kırılmaya uğratılmasını engellemesi mümkün değildir. MLKP,
"güçlü merkeziyetçilik zaaflarının" temelini çeşitli alanlarda ortaya çıkan boşluklardan önce
burada aramalıdır! MLKP, iradenin rolü ile övündüğü yerde, parti inşa görevlerinin karşı-
sında gerçekte kendiliğindenci menşevik duruşu aşamadığını kanıtlamaktadır. O halde II.
Kongre Belgeleri'nin gerçek kapsamı nedir? Aşamalı inşa anlayışının bir göstergesi olarak
tepe-taklak çevrilmiş bir örgütsel inşa anlamında anlaşılması gereken "yeni örgütsel poli-
tika"! içeriği örgütsel tadilat olan söz konusu politika, iki ana başlık altında toplanabilir: Bi-
rincisi merkezi ve yerel önderlik sorunudur ki, asıl olarak "konum kaybı"nın giderilmesine
yönelik palyatif önlemler sayılmaktadır. İkincisi ise "kuvvet biriktirme ve hazırlık"tır. Partinin
gerçi "çok ciddi ve kapsamlı bir hazırlığa" sahip olduğu, ancak alınan darbeler nedeniyle bu-
nun yenilenmesi gerektiği belirtilmektedir. Hazırlıktan kastı yukarıda anlatmıştık. Örgüt-
lenmeye ağırlık verilmesi, "politik gidişatın üzerinde anlamlı etkide" (öngörü gibi bir kavram
-DP) bulunabilmek için işbölümü, uzmanlaşma, kurumlaşmaya titizlenilmesi, üye ve aday
üye sayısının artırılması, parti örgütlerinin çoğaltılması, çeşitli alanlardaki faaliyetin (politika
ve taktikler anılmaksızın) yeniden inşa edilmesi, genel olarak çalışmanın niteliklendirilmesi
görevi koyulmaktadır. Öte yandan, askeri alan ve pratik açısından da benzer bir hazırlık he-
deflenmektedir.

Bu önlemlerin gerekliliği sorununu tartışmayacağız.10 Elbette ki siyasal ve örgütsel politikala-

10 Tartışmayacağız ancak şunlara değinmeden de geçemeyeceğiz: MLKP, yeni tüzüğünde Parti üyeliği için son onay merciinin il
Komiteleri olması gerektiğini belirtmektedir. Bu, bir dizi nedenle örgüt saflarından yapay bir şişme getirecek, olumsuz sonuçlarını ise
hem yakın hem de uzun erimde gösterecektir. Yerel önderlikler bir yana merkezi önderliğin de politik zayıflıklarına değinilen, bu
açıdan "konum kaybı" tespiti yapılan Kongre Belgeleri, bütün devrimci örgütleri kesen genel düzey düşmesi sorununa işaret etmekte-
dir. Gerek dönemin akışı, devrimci kitlelerin durumu, gerekse de partinin etkinlik düzeyi düşünüldüğünde, öte yandan üye alımına
rın belirlenmesinden sonra iş gelip örgüt sorununa dayanmaktadır. Ve konulan örgütsel he-
deflerin her birinin gerçekleştirilmesi, dinamik ama bir o kadar da deneyimsiz güçler üzer-
inden, yoğunlaştırılmış bir çaba ile olacaktır. Nitekim TİKB III. Konferansı da örgüt
sorununun bu yönüne güçlü vurgular yapmaktadır.

Ancak tam da burada yolların ayrıldığını görüyoruz. Aynı şey söyleniyormuş gibi iken, yol-
lar yeniden çatallanıyor. Şimdiye dek MLKP'nin tasfiyeciliğe yelken açan politikalarının
eleştirisine girmedik. Ancak tam da şimdi söylemek gerekiyor ki; MLKP II. Kongresi, ister
politik ister örgütsel planda olsun, Parti'yi, ML amaç ve görevleri ile birlikte tanımlamamış
olmanın, doğuşundaki konjonktürelliğin sancılarını çekmektedir! Tarih bilinci, güçlü bir dö-
nem kavrayışı ve sosyalist gelecek perspektifinden yoksunluk, parti teori ve pratiğinin bu
odaktan ele alınmaması, yatay bir genişlemenin yeterli olacağı düşüncesi, karmaşıklaşan bir
süreci her açıdan çözümleyip devrimci tarzda karşılamanın önünde engel oluşturmaktadır.

Şimdi MLKP'deki tasfiyeci kırılmanın somut görüngülerine geçebiliriz.

MLKP sağ tasfiyeci dalganın içindedir!

Bizi asıl ilgilendiren, elbette ki MLKP'nin iç örgütsel yapısında gerçekleştirmeyi hedeflediği


düzeltmeler, bunların derinliği, isabetliliği veya isabetsizliği değildir. Biz, onun devrimci bir
örgüt olarak süreçteki ideolojik-politik konumlanışı ile ilgiliyiz. Yeni sağ tasfiyeci dalganın –
kitle hareketinin gerilemesiyle daha bariz bir biçimde– bizzat daha önceki tasfiyeci akıma
karşı devrimci bir duruş sergileyen örgütlerin içerisinde ortaya çıkmaya başladığı göz önüne
alınacak olursa, buna verdiğimiz önem daha iyi anlaşılır. Bu konuda başvurulması gereken
temel ölçüt ise, sağ tasfiyeciliğin ideolojik-politik ve örgütsel bakımdan karakteristik çizgileri
ile devrimci bir örgüt arasındaki sınırın netliği, barikatın sağlamlığıdır.

yetkili kılınan parti örgütlerinin (ki kastedilen semt örgütlerinden başkası olamaz!) düzeyinden bakıldığında Türkiye'nin bugünkü
koşullarında bu Leninist değil menşevik normların güçlendirilmesinden başka bir şey değildir. II. Kongre, menşevizmi tüzüğe bir kez
daha taşımaktadır.

İkincisi ise, sekreterlere biçilen misyondur. 4-5 sayfa boyunca işlenen bu konu, komünist bir örgütün ancak kolektif bir atılımla,
örgüt komitelerini güçlendirerek üstesinden gelebileceği sorunlar karşısında bürokratizme, bireysel yönetim tarzına ve yerel şef kült-
ürüne yol vermektedir. DHKP/C ve PKK taklitçiliği burada da sırıtmakta; sekreterin "bireysel yönetim ve inisiyatifinin geliştirilmesi"
"formülü"ne sarılınmaktadır. Öte yandan ise sekreterlik misyonu, işlevli bir komite üyeliğinin asgari gerekleri olan "toplantılara haz-
ırlıklı gelmek, organ üyeleri arasındaki ilişkinin ve bilgi akışının düzenlenmesi" gibi teknik bir içeriğe sıkıştırılmaktadır. Bu, MLKP'nin
sorunları alabildiğine daraltarak ve hiçbir derinlikli çözüm perspektifi geliştirmeksizin, "ayaküstü" ele almasının Kongre düzeyinde bir
örneğidir.
Lenin, şöyle diyordu: "Kişi, belirli bir anda belirli bir harekete neyin zarar verdiğini ve bugün par-
tiye gerçek siyasal tehlikenin nereden geldiğini somut olarak bilmek zorundadır. İkincisi,
öne sürülen taktik sloganlardan –ya da, belki de, belirli bazı sloganların olmayışından–
hangi gerçek siyasal güçlerin yarar sağladıkları bilinmelidir." (İki Taktik, s. 123, abç)

Biz de bu ölçüyü kullanacağız. Kullanacağız ki; Lenin'in deyimiyle "özde devrimci olmaktan
sözde devrimci olmaya doğru yozlaşabilen ve bazı yerlerde de yozlaşmakta olan hareket için gerçek
tehlike yaratan bir gerilim"in hangi somut sonuçlara yol açtığını MLKP özgülünde daha iyi
gösterebilelim!

"Hakkını yememek" için belirtmek gerekiyor: MLKP II. Kongresi de sağ tasfiyeci dalganın
varlığı üzerinde tespitte bulunmaktadır. Bunun somutlandığı –demokratik anayasa, anayasal
reformculuk gibi– çeşitli taktik ve sloganları da anmaktadır. Ancak MLKP'nin yüzeysel de
olsa eleştirilerine maruz kalan bir DHKP/C'nin bile tasfiyeci akımdan, onun tehlikelerinden
söz ettiği koşullarda, "Marksist Leninist komünist" olduğu iddiasındaki bir partiden çok
daha fazlasını beklemek gerekir. Dolayısıyla tek başına bunda bir "başarı" görmek mümkün
değildir! Nedenine gelince, çok kısa olarak şunu söyleyebiliriz:

MLKP çizgisi, programı, stratejisi ve onun dönemsel-güncel yeniden üretimi olarak taktik-
leri, tasfiyeciliğin tüm unsurlarını birbirini tamamlayacak şekilde değişik boyutlarda barın-
dırmaktadır. MLKP, "eleştirdiği" tasfiyeci dalganın dışından değil, pekala içinden konuş-
maktadır. Tasfiyecilik tespitinde işaret ettiği, onun kendi çizgisinde de varolan ideolojik kö-
kenleri değil, kimi güncel taktiksel boyutları ve en görünürdeki halidir. Bundan dolayı da,
tasfiyeciliğe karşı ideolojik, politik mücadelenin devrimimizin gelişimi açısından tayin edici
rolünü görememekte; en çıplak biçimleri de dahil olmak üzere oportünist ve reformcu tasfi-
yecilik karşısında hayırhah bir duruş sergilemektedir.

Bütün bunların II. Kongre'de politik onaydan geçerek bir üst düzeye taşınmasıyla, o, tasfiye-
ciliğe karşı mücadele eden değil, ona kan taşıyan bir rol oynamaktadır. Bunun Marksizm-
Leninizm adına yapılması ise, proleter sosyalizm tarafından açığa çıkarılması güç olmayan,
ancak devrimci kitlenin genel düzeyinin geriliği ile birlikte düşünüldüğünde tehlikeli ve
sinsi bir ideolojik tasfiyeciliğin ifadesidir.

Buharlaştırılan sosyalizm, "dogmatik" ML

MLKP, ideolojik konumu, program ve stratejisi ile zaten ufku öncelleri gibi sosyalizmi ku-
caklayan küçükburjuva halkçı devrimci demokratik bir örgüttür. Bu nedenle II. Kongre'de
sosyalizmin buharlaştırıldığını söylememiz, ilk bakışta bu tespitimizle çelişkili bulunabilir.
Ancak bu fazlasıyla düz bir yaklaşım olacaktır. MLKP'nin sosyalizme ve Marksizm-Leni-
nizm'e yaklaşımı da, TİKB III. Konferans Belgelerinde küçükburjuva halkçılıkla sınırlı dev-
rim programları ve pratiğine ilişkin yapılan tespitin yeni bir doğrulanmasını buluruz. Bilin-
diği gibi küçükburjuva demokratizmi, '89 çöküşü öncesinde sosyalizmin dünya çapında –
oldukça hızlanmış bir iniş trendinde de olsa– etkisinden ötürü, kendisini sosyalizm formu
içinde tanımlıyordu. Demokratik, hatta ulusal kurtuluş hareketleri için geçerli bir durumdu
bu. MLKP öncelleri açısından ele aldığımızda, bunların uluslararası komünist hareket için-
deki saflaşmada modern revizyonizm ve (çok geç ve köksüz de olsa) Üç Dünyacı ve Maocu
revizyonizme karşı mücadele bayrağını yükselten Arnavutluk Emek Partisi'nin safında yer
almaları, daha da özgül bir çerçeve oluşturuyordu. Ancak '89 sonrası itibarıyla bu durum
köklü bir tarzda değişti; hatta tersine dönerek sosyalizan söylemden bir kaçış başladı. ML'nin
genel tanımlanış/kavranış çerçevesi, devrimcilik-reformculuk saflaşmasında genel olarak
devrimcilik yönünde tutum alışa doğru gerilerken, ML ideolojinin yeniden üretimindeki
zayıflık ve sosyalizme karşı açılan burjuva ideolojik savaş, küçükburjuva çizginin (ve örgütl-
erin) ondan gitgide bağımsızlaşmasını getirdi. Bunun uluslararası çaptaki bir örneği EZLN
ise, bölgesel simgesi ise PKK'dir. Bu nedenle MLKP BK Belgeleri'nde dünyada sosyalizmin
çöküşü ile birlikte ortaya çıkan yeni durumun Türkiye'deki antirevizyonist kampta bulunan
güçler açısından bir yıkım getirmediğinin iddia edilmesi, MLKP açısından aşırı bir iyimserlik
değil, açık bir körlüğün ifadesidir. MLKP, bırakalım öncellerinin ve kendisinin durumunu,
EMEP gibi Aydınlık omuzdaşlarının bu kampın içerisinden çıktığını dahi de-
ğerlendirememektedir.

Gerçekte bu körlüğün temeli MLKP'nin kendi konumlanışında; ML'nin evrensel tezleri ve


sosyalizm perspektifi ile olan mesafesindeki büyüyen açıklıktadır.

ML teorinin kılavuzluğu sorununun ele alınışında, özellikle MLKP II. Kongre Belgeleri'nde
kimi kez satır aralarına sıkıştırılmış, kimi yerde açıkça savunulan, o mide bulandırıcı "dogma-
tizm" ibaresi sırıtmaktadır. "Dogmatizm", bütün Marksizm kaçkınlarının, Leninizmi "aşılmış"
veya "yerel bir sosyalizm türü" olarak göstermeye çalışan oportünizmin her zaman için gözde
bayrağı olmuştur. İşte görüyoruz ki; MLKP, kendi teorik üretim faaliyeti ile ilgili olsun, dev-
rimimizin temel sorunları ile ilgili olsun, bu kirli slogana dikkat çekecek ölçüde fazla baş-
vurmaya başlamıştır. Bu, "o yolun" bütün yolcularında olduğu gibi, kabuğun fazla geldiğinin
bir ölçüsü olarak anlaşılmalıdır. MLKP'nin antirevizyonist kampta '89 öncesi bir zayıflıktan
söz ederken, gerçekte devrimci hareketin temel hastalığını görmediğini itiraf ettiği BK Bel-
geleri'nde şu yaklaşıma dikkat edilmelidir: "Ülkemizde komünist hareketin özellikle teo-
rik/ideolojik olarak uluslararası komünist hareketin belirleyici etkileri altında şekillendiği ve teori so-
runlarında hazırcı bir geleneğe sahip olduğu itiraz kabul etmez gerçeklerdir." (s. 183)

"Hazırcılığın" bazıları açısından fazlasıyla geçerli olduğu, hatta önlerine hazır konulmuş
olanı yiyebilmek için önce midelerini epeyce boşaltmak zorunda kaldıkları malum! Bizzat
MLKP öncelleri de bunların içindeydi. Ancak burada önemli olan, dünya devriminin kade-
rini belirleyen saflaşmada (modern revizyonizme, Üç Dünyacılığa ve Maocu revizyonizme
karşı mücadele) hasbelkader doğru tarafta yer almanın MLKP tarafından bugün nasıl de-
ğerlendirildiğidir. Bu, dün Devrimci Yol, bugün DHKP/C gibi modern revizyonizmden ko-
pamamış ortayolculara özgü mantığın ta kendisidir. Ayağa düşürülmüş ifadesi, "Kabe psi-
kolojisi"dir. '89 sonrasında burjuvazi devrimci hareketin artık ideolojisiz kaldığını ilan eder-
ken, yasalcı reformizme evrilen tasfiyecilik bunu "Kâbelerin yıkıldığını" sevinçle karşılayarak
tamamlamıştır. Ona göre artık "sol" içinde dışardan dikte edilen yapay saflaşmalara son
vermenin zemini doğmuş oluyordu. MLKP, işte bugün bu noktaya gelmiştir. Öte yandan,
uluslararası komünist hareketin "belirleyici etkisi"ne gelince; kimse kendisini aldatmamalı-
dır! Bu etkinin en fazla altında kalmış görülenlerin, hatta kendilerini onun temsilcisi gibi
gösterenlerin –kastettiğimiz TDKP'dir ve MLKP daha 1995'te onu tasfiyecilikle suçladığımız
için DP'yi eleştiriyor ve TDKP'yi de "proleter sosyalizmin unsurlarından" sayıyordu– ML bir
yana, devrimciliğin ilkelerine bile bir tekme vurmada herkesten önce davrandıkları, gözü-
müzün önündeki örnekleriyle ortadadır.
MLKP, bizzat kendi doğuşunu bu açıdan "milat" saymakta ve ML'nin "statik, dogmatik kav-
ranışından arınma" yönünde bir zafer olarak pazarlamaktadır. Bu çizginin bir sıçrama ol-
duğu doğrudur; ama ML teori ve onun evrensel ilke ve tezleriyle aradaki mesafeyi açma an-
lamında bir sıçramadır bu. Aksi takdirde, devlet, antifaşist cephe, 11 işçi sınıfı hareketi,
emperyalizm-yarı sömürge ülke ilişkileri12 ve daha bir dizi konuda bunları kuru, "kitabi",
"teorik" yaklaşımlar olarak kolayca omuz atılıp geçilebilen sözde ilkeler olarak bu kadar ra-
hat ilan edebilir ya da doğrudan doğruya böyle bir pratiğin içerisine girebilir miydi!

Aşağıdaki bölümlerde de göstereceğimiz üzere, MLKP'nin sorunu temeldedir. O, konjonk-


türden bir siyasal pratik ve örgüt inşa etmeye kalkışmıştır. Evet, eğer koşullar çok elverişliyse
bunun yapıldığı sanılabilir. Ama konjonktürden teori inşa edilmez! Yapılmaya kalkıldığında
da ancak gazete haberleri ve antimarksist ideologlardan "ilham" alınabilir. Burjuvazinin
zengin ideolojik çöplüğü karıştırılır ve ele geçene kendi malıymış gibi sahip çıkılır!

Aynısı sosyalizm hedefi için de geçerlidir. Elbette ki sosyalizm, nihai amaç gibi hedefler,
MLKP (ve öncelleri) için daha önce de bir lafızdan başka bir şey değildiler. Kapitalizmin yo-
ğunlaştırılmış saldırısı ile birlikte sistem tartışmasının güncelleştiği, işçi sınıfı ve emekçi kit-
lelerin krizin belirli sonuçları üzerinden de olsa kapitalizmi yargıladığı, sosyalizm için bütün
dünyada çok daha olgunlaşmış maddi koşulların bulunduğu bir dönemde, onun sosyalizm
hedefinin güncelleştirilmesi, kitlelere sosyalizm perspektifinin taşınması gibi bir sonuca
ulaşması olanaksızdı! Ve bunun ancak içi boşaltılmış lafzını sakızlaştırmak biçiminde yapa-
bilirdi. Ancak MLKP, buna da kapalıdır. Kürt ulusal hareketinin yükselişine dayalı erken
devrim hayalleri içinde gözünü açan MLKP, sosyalizmin, nihai hedefin artık rüyasını bile
görememektedir. MLKP'ye göre demokratik halk devriminin özü politik özgürlüğün kaza-
nılması, onun da özü ulusal kurtuluş devriminin "Batı'ya taşınması"dır. Bu perspektifden
sosyalizmin "çıkmayacağı" yorumunu biz yapmıyoruz. II. Kongre Belgeleri, ne uluslararası
durumla bağlantılı olarak ne de devrimimizin gelişimi ile ilişkilendirerek sosyalizme dair tek
bir söz söylemektedir.

Biraz geriye gidelim. MLKP öncellerinden TKP/ML Hareketi, parti demokratik devrim süre-
cinde "İşçi sınıfına ve proleter olmayan emekçi yığınlara... bu köklü ekonomik tedbirlerin demokratik
kapitalist çerçeveyi aşmayacağı... propagandasını yapar" diyordu. TİKB'den gelen eleştiriler üze-
rine, daha sonra kurulan MLKP'nin programında böyle bir ibare yer almadı. Bunlar Maocu-
luk sözde reddedildikten yıllar sonra bile hâlâ onun çürütücü bir etkiye sahip olduğunun
göstergeleri idi. İşin özüne gelecek olursak MLKP bunu bugün de sürdürmektedir. Demok-
ratik aşamada donmuş devrim anlayışı (MLKP, sosyalizmi, proletaryanın iktidarı küçük-

11 2 yıl önce MLKP'nin balıklama daldığı, ancak hüsranla sonuçlanan "cephe" tartışmalarında, TİKB'nin sorunu öncelikle programatik
ve proletaryanın hegemonyası temelinde sınıfların ittifakı düzleminde ele alması (bkz. Orak Çekiç, sayı 89, Nisan-Mayıs 1996),
MLKP'ye tam da böyle görünmüştü!

12 Bu durum onu çok yönlü savruluşlara götürmektedir. II. Kongre Belgeleri'nde, bu savruluşların çeşitli örneklerini (bizzat MLKP'nin
kendi kendisi ile de çeliştiği örneklerdir bunlar) göreceksiniz. Tipik bir örnek, emperyalizmle yarı sömürge ülkeler arasındaki ilişkinin
tanımlanmasıdır. MLKP, "Uluslararası Genel Ekonomik ve Siyasal Durum" başlıklı bölümde, Güneydoğu Asya ve Anadolu "Kaplan-
ları"nın, Polonya vd. ülkelerin emperyalist ülkeler ve uluslararası tekellerle rekabet gücüne sahip, dinamik ekonomiye sahip olduğunu
iddia etmektedir. Öte yandan ise, aynı ülkelerin hükümetlerinin IMF ve Dünya Bankası'nın birer "sömürge valisi" konumunda oldukla-
rını belirtmektedir. Lenin, "Bir oportünist her formüle kolayca imzasını atar ve onu kolaylıkla terkeder, çünkü oportünizm demek,
kesin ve sağlam ilkelere sahip olmamak dernektir" diyordu. MLKP, bunun canlı örneğidir. Yarısömürge ülkelerin emperyalizme ba-
ğımlılığı ortadan kalkmış mıdır? Emperyalizm bile yarısömürge bağımlı ülkeler arasındaki ilişkide bağımlılık olgusunun üzerinden atl-
ayan bir tanımlama, Leninizme ait değildir. Ya kime aittir? Bu pek "dinamik" "kaplanlardan" Güneydoğu Asya ekonomileri, şimdi ne
durumdadır? Ayrıca kapitalizme reklam broşürü yazmak MLKP'ye mi düştü ki "dinamik ekonomi" vb. gibi burjuvazinin kavramları ile
konuşmaktadır?
burjuvaziyle paylaşacağı bir siyasal rejim altında inşa edeceğini ilan etmiştir), geçmişte sor-
unu ekonomik tedbirler biçiminde koyarken, şimdi politik özgürlüğün kazanılması ile sınırlı
bir ufuk olarak belirmektedir. Ancak devrimin gelişiminin Kürt ulusal hareketine endeksli
olarak ele alınması, bunu çok daha geriye çekmektedir. MLKP'ye göre işçi sınıfına taşınacak
bilinç "antifaşist siyasal" karakterdedir ve komünist ve devrimci hareketin zayıflığını bu
noktada görmektedir. Bu durumda II. Kongre Belgeleri'nde sosyalizmin adının dahi doğru
dürüst anılmamasına, dahası, devrim ve sosyalizm ibaresinin yerine sık sık "özgürlük ve
sosyalizm"in kullanılmasına da şaşmamak gerekir.

Tarihin cilvesine bakın ki, "Marksist Leninist komünistler" sosyalizmi "buharlaştırmışlardır"!

Proletarya devrimciliğinden kaçar adım

MLKP'de sağ tasfiyeci kaymanın en gözle görülür unsurlarından biri de, işçi sınıfı devrimci-
liği kulvarında bulunduğu iddiasından teorik, politik ve örgütsel planda gitgide kaçar adım
uzaklaşma halidir. MLKP, bunu bir DHKP/C gibi proletaryanın tarihsel rolü ve devrimci yet-
eneklerine doğrudan ve açık bir saldırı biçiminde yürütmemektedir. Hatta BK Belgeleri'nde
kendi güçlerini kastederek bu yönde bir kaymanın varlığına işaret etmektedir:

"Komünist hareket, içinden geçmekte olduğumuz bu dönemde, sınıfa karşı teorik ve pratik pozisyonla-
rından geriye savrulma tehlikesi ile karşı karşıyadır."

Ancak MLKP çizgisi, program, strateji ve pratiği, bu savrulmayı giderme değil, aksine daha
da derinleştirme ve sistematize etme yönünde etkide bulunmuştur. DHKP/C'nin açıkça yap-
tığını o, daha sinsi bir ideolojik/politik bozma biçiminde yürütmektedir. MLKP'nin program
ve stratejisine burada uzun uzun girmeyeceğiz. Şimdilik asıl konumuz, onun II. Kongre'deki
yeniden üretimidir. Ancak görülmesi gereken, MLKP'nin proletaryanın tarihsel rolü, dev-
rimdeki hegemonyası ve sosyalizm hedefi konusundaki ML tezleri tamamen devre dışı bı-
raktığıdır. MLKP'nin programında Türkiye'de "emek-sermaye çelişkisinin temel olduğu" yazılı-
dır. Ama yalnızca yazılıdır! Böyle tanımladığı bir toplumda o, stratejisini tamamen "Kürt
ulusal devrimini Batı'ya taşımak" üzerine kurmuştur. Devrimin ve MLKP faaliyetinin politik
içeriği de buna indirgenmektedir. Sadece politik içeriği mi? Aynı zamanda coğrafi sınırları
da! "Marksist-Leninist" parti, proletaryayı anmaksızın, genel olarak Türkiye'de ve kentlerde
çalışmak gerekliliği sonucunu bakın nereden çıkarmaktadır:

"Partimiz, Kuzey Kürdistan'da faaliyet örgütlerken iki temel unsuru hareket noktası yaptı.
Bunlardan birincisi, Kürt yurdunun Kuzey parçasından başlayan ulusal kurtuluş devriminin sürd-
üğü; ikincisi ise ulusal özgürlük talebini bastıran faşist sömürgeciliğin yerle bir edilmesinin en ola-
naklı, en kısa ve gerçek yolunun, Türkiye'de de bir devrimci savaş cephesinin yaratılması
olduğuydu...

Bu belirlemeler, her şeyden önce, asıl güçlerimizi Türkiye'ye, onun belli başlı sanayi kentle-
rine mevzilendirmem izi, Kürdistan'daki faaliyeti buna bağlı olarak düzenlememizi koşul-
landırdı. Partimiz, tüm gücüyle ve öne sürdüğü taktiklerle Batı'da nesnel olarak var olan
ikinci cepheye, antifaşist bir nitelik ve savaş çizgisi kazandırma hedefine kilitlendi." (II.
Kongre belgeleri, s. 121, abç)

Halkçılığın özel bir bulamacı ile doldurulmuş bu kafaya, Kürdistan'da olsun, Türkiye'de ol-
sun faşist diktatörlüğün tek melanetinin ulusal özgürlük talebinin bastırılması olmadığını,
onun asıl olarak emperyalizme bağımlı ücretli kölelik düzeninin devlet aygıtı olduğunu
anımsatmak zorunda kalıyoruz. Devrimci okur, bu mantıktan kendi misyonunu en devrimci
sınıfın tarihsel rolünü oynamasına komuta etmek diye belirlemesini; Kürdistan'da da emek-
sermaye çelişkisinin temel olduğunu söylediği Türkiye'de bu amaca kilitlenmesini bekleye-
bilir mi? Yardımcı oyuncu rolüne aday olanlar, proletaryayı da bu zeminde düşünecek, ona
en iyi durumda savaşkan bir halk sınıfı gözüyle bakacak, proletaryanın mücadelesinin bu-
günkü gibi geriden seyrettiği koşullarda ise daha da geriye gidilecektir. Zaten sosyalizm he-
defi ile selamın sabahın kesilmesi, tam da bunu koşullamaktadır. İyi de, bunun DHKP/C'nin
"halkın mücadelesi" adına yaptığından ne farkı vardır!

MLKP'de proletaryanın yerini semtler almaktadır. DHKP/C usulü halkçılıkla bir buluşma
daha! MLKP'yi belirleyen, antifaşizm ve onun Türkiye'deki baskın biçimi olan semt devrim-
ciliğidir. Bu, Gazi Antifaşist Halk Direnişi sonrasında başta İstanbul olmak üzere büyük
kentlerde devrimci hareketi pratik örgütleme sorunu ile karşı karşıya getiren (ki bu karşı kar-
şıya gelişten bir tek, sözde "işçi sınıfı devrimciliği" adına antifaşist mücadelenin militan gö-
revlerinden kaçan Ekim ve reformist EMEP rahatsız olmuşlardır) gençlik ağırlıklı antifaşist
dinamiğin kucaklanması çabasından kaynaklı geçici ve düzeltilebilir nitelikte bir kayma de-
ğildir. Semtlerin heterojen yapısı, mücadelenin buralardaki seyri ve bunun algılanışı,
MLKP'nin politik çizgisine denk düşmektedir. MLKP, Gazi Direnişi sonrasında nispeten gen-
işleme imkanı bulduğu -ki bu her örgüt için geçerlidir- emekçi semtlerini her şeyin merkezi
ve her derde deva olarak görmektedir. Burada MLKP açısından bir tutarsızlık yoktur. Değil
mi ki görev Türkiye'de de antifaşist bir cephe açmaktır; o zaman "antifaşist mücadelenin üsl-
eri" (BK Belgeleri) olarak emekçi semtler, bu faaliyetin merkezine oturmak zorundadır.

MLKP, her şeyi semtlerle halletmektedir! Semtler ona göre –bir proletarya eksiğiyle– kent-
lerdeki emekçi sınıfların tamamını barındırmaktadır. "Kadı kızına" özgü bu kusura rağmen,
antifaşist cephenin, lokal ayaklanmaların yükseleceği yerler semtlerdir. İşçi sınıfının örgüt-
lenmesinden tutalım da, "Türk-Sünni emekçilerin" devrime kazanılacağı yerlere kadar hep
semtler söz konusu edilmektedir. Dahası var: MLKP, kendi örgütsel tadilatının da semt ça-
lışmasına dayanacağını ilan ederek, gerçekte hangi sınıfın, hangi çizginin partisi olduğunu
ortaya koymaktadır. Bir yandan proletarya içerisindeki çalışmada yol alınamadığı belirtilir ve
bundan asıl olarak alan içi güçler ve yerel önderlikler sorumlu tutulurken, öte yandan ise
yerel önderliklere şu direktif verilmektedir:

"Her yönü ile (örgütlenme düzeyinin yükseltilmesinden kadrolaşma çalışmasına, olanakları


tanımadan kitle gücümüzün eylemlere seferber edilmesine kadar vb.) örgütsel kendiliğinden-
ciliğin bütün görüntü ve belirtileri ile en kapsamlı mücadelenin sürdürüleceği en önemli
alanlar semtlerdeki Parti örgütleridir." (II. Kongre belgeleri, s.119-120, abç)

Emekçi semtlerindeki antifaşist dinamiğin örgütlenmesi, devrimci bir görevdir ve ihtilalci


komünistler de bunu AFMK pratiğini politik ve askeri planda açarak yerine getirme yolun-
da, henüz o kendisini olgunlaşmış haliyle göstermeden öncü bir tutum almışlardır. Ancak
emekçi semtlerindeki örgütlenme proletarya devrimciliği perspektifi ile yürütülmediği tak-
dirde, hem sınıf çalışmasının iptali hem de semt çalışmasının halkçılığı besleyecek bir ideo-
lojik, politik-örgütsel zemin yaratma tehlikesinin varlığına da dikkat çekilmiştir. TİKB mer-
kez yayın organı Orak-Çekiç'in 87. sayısında (Eylül 1995) yayınlanan "Semtlerdeki Dina-
mikler, Halkçılık Tehlikesi ve Komünist Çalışma" başlıklı makale, doğru rotayı belirlemeye
yönelikti. Küçükburjuva devrimci örgütler ise, başta DHKP/C olmak üzere, Gazi Direnişi
sonrasında emekçi semtlerindeki antifaşist uyanış ve hareketliliği tek yanlı teorize ettiler.
"Her mahalleye bir ayaklanma" ajitasyonu, dergi sayfalarını kapladı. Semt devrimciliğinin
ölçüleri, genel olarak devrimciliğin ölçüleri olarak kabul görmeye başladı. İşte bu zeminde
antifaşist mücadelenin militan görevlerine kapalı Ekim gibi örgütlerle küçükburjuva halkçı
örgütler arasında uçlardan bir polemik gelişti: "İşçi sınıfı içinde çalışma mı, semtlerde ça-
lışma mı?" Küçükburjuva halkçılık, hasmının zayıf yanını da kullanarak, ama bununla da
sınırlı kalmaksızın genel olarak proletaryanın tarihsel rolüne saldırıya geçerek bu tartışmada
yer aldı. MLKP'nin bu polemiğe atıfta bulunurken kullandığı argümanlara ve jargona,
DHKP/C ağzını kullandığına dikkat edilmelidir. Teması, "halk gerçekliğimiz", "devrimin şab-
loncu ele alınmaması gerektiği" vb. üzerine oturmaktadır.

Ancak MLKP, dünyanın emekçi semtlerin üzerinde durduğunu ilan ederken, halkçılık zemi-
nindedir ve bu duruşu ile karşısındaki oportünizmi güçlendirmektedir. MLKP, semt dev-
rimciliğini proletarya devrimciliğinin yerine geçirirken, tam da bu devrimciliğe özgü bir
tarzda yüzeysellik kusmaktadır. Şeklen de olsa, bu alandaki çalışmada halkçılıkla nerelerden,
hangi perspektifle sınır çekilmesi gerektiği, olası ya da mevcut kaymaların nasıl somut-
landığı üzerine tek sözcük etmemektedir. MLKP, gerçekte "semt gerçekliği"ni de çözümle-
memiştir, bilincinde değildir. Bir 70'li yıllardan farklı olarak emekçi semtlerinin bugün kapi-
talist üretim örgütlenmesi içerisinde nasıl konumlandırıldıkları, nasıl bir sosyolojik değişim
ve politik evrim gösterdikleri bizzat bu gerçeklikle bağlantılı olarak semtlerdeki çalışmada
alışılagelmiş, klasik iradi bir tarzda değiştirilmesi gerektiği yönünde de bir belirleme yoktur.
İşçilerden kadınlara, "bir esnaf hareketi yaratma" hedefiyle esnaflardan emeklilere kadar "her
kesime" hitap eden bir semt çalışması, açıkçası içerikten yoksun yürütülmektedir. Küçük-
burjuva halkçı örgütleri genel olarak kesen antifaşizm ekseni, MLKP'yi de belirlemekte;
emekçi semtlerindeki iniş çıkışlarla birlikte o da genleşip kasılmaktadır. Ancak elbette ki
"Marksist Leninist komünist parti" semtlere bu etiketini terketmiş olarak girmektedir!

Peki, MLKP'nin işçi hareketine öncü taktik müdahalesine geldiğimizde nasıl bir tablo ile kar-
şılaşıyoruz? Proletarya devrimciliği, irade, vb'nin yerini burada tam bir kendiliğindencilik ve
EMEP tarzı bir sendikalizm almaktadır. Sıvıların bulundukları kabın şeklini alması gibi,
semtlerdeki antifaşist zeminin itilimi ile militanlık, cüret vb. ajitasyonu yapan MLKP, geri
düzeyde seyreden işçi hareketinin sendikalist formuna uyum sağlamaktadır. MLKP'nin işçi
hareketinin devrimci dönüşümüne yönelik hiçbir stratejisi ve taktik planı yoktur. Menşevik
kuyrukçuluk, en belirgin haliyle işçi hareketine öncü müdahale sorunlarında ortaya çık-
maktadır.

Yıl 1995. Türkiye proletaryası ve emekçi kitleler, 5 Nisan 1994'ten itibaren tarihlerinin en
kapsamlı saldırısıyla karşı karşıyadırlar. TİKB'li komünistler, bu saldırıya karşı EKK talep ve
sloganları temelinde öncü taktik politikalar formüle etmişlerdir ve bulundukları alan ve ze-
minlerde "sınıfa karşı sınıf", "saldırıya karşı saldırı" duruşunu taşımaya çalışmaktadırlar.
Kuşkusuz bu politikalarla işçi hareketinin düzeyi ve gelişim seyri arasında –onların formül-
asyonu sırasında da gözönüne alınmış– bir açı vardır. Ancak TİKB'li komünistler, po-
litikalarını taşıdıkları alanlarda belki işçilerden de önce oportünizmle, orta düzey sendika
bürokratları ile, Aydınlık çetesi ile özel olarak da muhatabımız MLKP ile karşı karşıya gel-
mişlerdir. Bugün çeşitli etmenlerin sonucu olarak işçi hareketinin öncü kesimlerinde, Avrupa
proletaryasının eylemlerinde flu ve zayıf bir içerikle de olsa sahiplenilen bu talep ve slogan-
lar, bizzat "proletarya devrimciliği" iddiasındaki MLKP tarafından "aşırı" ve "zorlama" bu-
lunmuştur. Bu evrede Proleter Doğrultu dergisi, dergimiz Devrimci Proletarya'ya işçi sınıfı
hareketine karşı "yalnızca sekter ve doktrinci değil, aynı zamanda iradeci bir yaklaşıma sahip" ol-
duğumuz eleştirisini getirmiştir! Bir övgü olarak anlaşılması gereken bu eleştiri, EKK poli-
tikalarını politik bir saldırı olarak formüle etmemiz karşısında şu "tez" üzerinde yükseli-
yordu:

(Bu) "keskin ama taktik bakımdan hiçbir işe yaramaz bir mantığı yansıtmaktadır. Çok açık bir politik
saldırıya politik olabileceği gibi dolaylı bir yanıt da verilebilir." (Proleter Doğrultu, sayı 2, s. 50,
Ağustos-Eylül '95)

Devrimci okur şaşkınlıkla karşılamış olmalı: Bu, kitle eylemlerindeki "Susma Sustukça Sıra
Sana Gelecek"ten daha geri bir ruh halini yansıtmıyor mu? PD, işçi sınıfının burnunun ucuna
dayanmış silahı görmezden gelmesini ve burjuvazinin saldırısına "dolaylı yanıtlar" vermesini
önermektedir! Buradan geriye bakıp işçi sınıfının "bu öğüdü" tuttuğu sonucuna varabilir
miyiz? Topyekün bir saldırı karşısında sınıf hareketi, dolaylı, parçadan, saldırı ruhu ve sınıf
dayanışmasından uzak, alçak perdeden yanıtlar vermedi mi? Ya bugünkü durum nedir?
MLKP, işçi hareketi için iyi bir kılavuz olamadığını göstermektedir.

İşçi hareketi emperyalist ve işbirlikçi kapitalizmin topyekün saldırısına karşı ne kadar hazır-
lıksız yakalanmışsa, MLKP de o kadar gafil avlanmıştır. O, işçi sınıfının durumu ve hareke-
tinin evrensel ve ulusal ölçekte çözümlenmesine dayalı ön açıcı politika ve taktiklerle yola
çıkmamış; işçi hareketinin gösterdiğiyle –ve yer yer de TİKB'nin amansızca eleştirdiği opor-
tünist hatalarının üstünün örtülmesiyle– yetinmiştir. Proleter Doğrultu, dergimize getirdiği
suçlama ile menşevik kuyrukçuluğun ve irade yoksunluğunun teorisini yapmaktadır. MLKP,
BK Belgeleri'nden beri GGGD'yi diline üstelik de "temel dönemsel taktik" olarak dolamak
dışında, ne teorik ne politik taktik planda elini sıcak sudan soğuk suya sokmamıştır. BK'de
GGGD'nin reformcu taleplerle gerçekleşeceği, buna rağmen devrimci bir durum yaratacağı
belirtiliyor; ancak örgüt güçlerine işyerlerinde GG komitelerinin kurulmasına girişilmesi dış-
ında hiçbir perspektif verilmiyordu. MLKP, GGGD'nin devrimci içeriklendiril-mesine dair
hiçbir taktik plan önermemiştir. Bu sözde "temel taktiği" bir süs olarak takıp takıştırdığı o
kadar bellidir ki; II. Kongre, genel olarak işçi-emekçi hareketinin gelişimi ile GGGD
taktiğinin objektif ve sübjektif koşulları arasında hiçbir ilişki kurmamaktadır. Hareketin belli
başlı evreleri, bu evrelerde gelişen ve zayıf kalan yönleri, çeşitli etmenlerin sonucu olarak işçi
sınıfının öncü kesimlerindeki değişim, ... gibi konularda bir çözümleme ve buna dayalı
güncel taktik belirlemeler yoktur. Derinlikli bir tahlil üzerinde yükselmeyen "öfke
biriktirme", "alttan alta mayalanma" gibi ibarelerin birer ajitasyon malzemesi olarak kullan-
ıldığı açıktır. "Kitlelere dönük politika yapmak"la, "içe dönüklüğü aşmak"la övünen MLKP, 1
Mayısları dahi işçi hareketinin gelişimi açısından değil, kendi "cüret" paydasından el almakt-
adır. Bu hazırlıksızlık ve geriliği, kuyrukçuluğu erdem haline getirmesiyle fazlası da beklen-
emezdi! O, en fazla İSŞP Kurultayı sürecinde ihtilalci komünistlerin basıncıyla birkaç talebi
alttan alta getirebilmeyi "başarmıştır".

İşçi hareketinin öncü müdahale zayıflığı ve birikegelmiş zaafları nedeniyle bir çıkış yapa-
maması, MLKP'deki zafiyeti daha da derinleştirmiştir. Şimdi o, II. Kongre'de işçi sınıfının du-
rumunu karakterize eden iki olgu olarak sınıfın burjuvazinin ideolojik, politik hegemonyası
altında bulunduğu –ne büyük başarı!– ve çoğunluğunun sendikal örgütlülükten yok-
sunluğunu tespit etmektedir. MLKP'ye göre hareketin gelişiminde bir değişim nasıl yaratıla-
caktır, görelim:

"Farklı işkolları ve sendikalardan işçilerin bölgesel, devrimci ya da politik reformcu bir çı-
kışı hazırlanmadıkça da, bu durumun sürüp gitmesi en güçlü olasılıktır." (agy, s. 255, abç)

İbret vericidir! İşçi hareketinin mevcut durumu, devrimci bir çıkışla farklı reformcu bir çı-
kışla farklı yön ve içerikte değişir. Politik reformculuk bile kendi içinde değişik dozları, yo-
ğunlukları içerir. MLKP için ise farketmiyor. İşçiler biraz politika öğrensinler, yeterlidir. Daha
açık konuşalım; işçi sınıfı bir İHD kadar politika yapıp örneğin Kürt sorununda barış ajitasy-
onuna kitlesel altlık oluştursun, daha fazlası gerekmemektedir! Bu bakış açısı, MLKP'yi
EMEP'e ve sendika ağalarının politikalarına bağlayan zincirin halkalarından biri olarak anl-
aşılmak zorundadır.13 Sendika ağaları ile kurulan gönül köprüsü önemlidir. Ama biz öncel-
ikle EMEP durağına uğramalıyız. MLKP, işçi hareketinin temel çizgisini sendikalaşma yoks-
unluğuna indirgeyerek gerçekte bir yandan EMEP'in gerisine düşmektedir. Hareketin bir
bütün olarak karşı karşıya kaldığı hepsi evrensel ölçekteki saldırı çizgilerine karşı sınıfa
hiçbir politika götürmemektedir. Bu yanıyla reformcu politikalarıyla işçi hareketinin bütü-
nün önünü kesme çabasındaki EMEP'in görünüşteki "kapsamlılığı"ndan bile yoksundur.
Ancak o, EMEP'e randevuyu tam da onun istediği yerde vermektedir. MLKP, işçi hareketinin
durumundan şu "görevi" çıkarmaktadır:

"Bütün işçi kitlesi içinde küçük parçayı, azınlığı oluşturan sendikalı işçilere yöneltilen ilgi ve dikkat
milyonlarca sendikasız işçiye de yöneltilmeli, onun örgütlenme sorunları çözülmeye çalışılmalıdır.
Elbette bunun başta gelen yolu sendikalaşma çalışmasından geçiyor, ancak, bu tek yol değildir ve
olmamalıdır. Birbirlerini güçlendirecek birçok işçi inisiyatifi... geliştirilmelidir." (agy, s .258)

13 MLKP, emekçi memur hareketine yönelik öncü politika ve taktiklerden yoksundur. "Süresiz Genel Grev" taktiğini telaffuz
etmekten dahi uzak durmakta; en iyi durumda KESK kararlarının ısrarlı takipçisi olabilmektedir.
MLKP, kitle yayın organında sık sık veryansın ettiği EMEP'in ideolojik-politik beslenme
kaynakları konusunda hiçbir fikrin sahibi değildir. Aynı sudan içmektedirler. II. Kongre Bel-
geleri'nin başında işçi sınıfına yönelim yoksunluğundan, sınıf çalışmasında yol alınmadığın-
dan söz eden MLKP, şimdi "sendikalı işçiye yönelttiğimiz ilgiyi sendikasızlara yöneltelim" çağrısı
yapıyor. Burada en başta sendikalı işçilere yönelik –özelleştirmeye, sendikasızlaştırma ve taş-
eronlaştırmaya karşı mücadele, devrimci bir sendikal muhalefetin örgütlenmesi, mevcut
sendikalardaki çalışmanın içeriği ve hedefleri vb– bir politika yoktur. Ama daha da önemlisi,
"komünistlerin" önüne sendikal faaliyetin örgütlenmesi "görevinin", "başta gelen yol" olarak
koyulmasıdır. EMEP'in, Ekim'in yıllardır yaptığı nedir, neden bunları eleştiriyorsunuz? İşçi
sınıfının sendikalaşma da dahil olmak üzere sendikal taleplerinin üzerinden atlamayı öner-
miyor kimse. EKK politikalarının sendikal politikaları da içerdiği anımsanacaktır. Ancak bu,
yerel güçlerin ne kadar "sınıfının adamı" olduğuna kalmış bir sendikal faaliyet olarak değil,
merkezi bir plan ve "yeni, devrimci bir sendikal hareket yaratma" perspektifi ile yürütül-
melidir. MLKP, sınıf hareketine öncü müdahaleyi getirip sınıf sendikacılığı kavramının bile
anılmadığı bir sendikalaşma çalışmasına bağlamakta ve EMEP parantezine alınmayı hak
etmektedir! Öncellerinden TKP/ML Hareketi'nin proletaryanın devrime katılımını sendikal
harekete indirgediğini anımsayacak olsak, MLKP'nin gerçekten de "yüksek bir sentez" yarat-
tığı ortaya daha net çıkacaktır. Lenin, "Menşeviklerin Partinin yönetici rolünü küçümseme ve
aşağılama çabaları(nın), Parti tarafından yönetilen tüm diğer proleter örgütlerin de zayıflamasına,
dolayısıyla proletaryayı zayıflatmaya" yol açtığını söylüyordu. MLKP, menşevikleri ve iflah ol-
maz ekonomistleri gönüllülükle izlemektedir!

MLKP, temel halkayı kavramadıkları, işçi sınıfının sendikal mücadelesine önderlik etme-
dikleri için sendika ağalarını azarlamakta, onları göreve çağırmakta, sorumluluklarını hatır-
latmaktadır! Beklentilerini yerine getirmedikleri için EMEP diliyle onları kınamaktadır! Sen-
dikalaşma düzeyindeki gerileme karşısında sendika ağalarının "bu sorunu çözmek için cid-
diye alınabilir bir plan, girişim veya kampanyalarının olmadığını, sendikalaşma çabalarına
"en sefil bir kayıtsızlık" sergilediklerini, "adeta işçileri örgütlenmekten caydırmaya" çalıştık-
larını, "işçilerin ekonomik ve politik reformcu taleplerini omuzlayacak bir mücadelenin yü-
künü kaldırmayı bir yana bırakalım, ... kendi varlık koşullarını da hızla yok" ettiklerini, vb.
söylemektedir, (agy. s. 255-256) Gerek bunlardan gerekse de Ekonomik Sosyal Konseyle ilgili
yüzeysel değerlendirmelerden, MLKP'nin sendika ağalarının ve genel olarak gerici sendika-
ları sistem için konumlandırılmasında krizin rolü, burjuvazinin bilinçli ve "iradi" müdaha-
lesi, bunun kapitalist ekonominin ve devletin yeniden yapılandırılması gibi temel ve evrensel
etmenlerle ilişkisi gibi konuların farkında bile olmadığını çıkarabilirsiniz. Olguları el yor-
damıyla birbirine bağlamaya çalışmakta; ancak reformcu bir sendika sekreterinden daha
fazlasını görememektedir. Yerine bir şey koyma perspektif ve iradesinden yoksun olduğun-
dan, burjuva sendikacılığın krizi ile sarsılıp ortalığı toplamaya çabalamaktadır. Sendikal iha-
netin geldiği "kurumlaşmış sınıf işbirliği" düzeyinden bile bir şey anlamamakta, basit bir
"ihanet" söylemine sığınmaktadır.

MLKP, "öncü partiden önder partiye" giderken, proletarya devrimciliği kulvarından hızla
uzaklaşmakta, bu arada işçi hareketi ile "kitleleşme" üzerinden bağ kurmayı, öncü politika
saymaktadır!14

14 Kitleselleşme yerine kitleleşme. Yeni sağ dalganın karakteristik çizgilerinden biri de budur. MLKP, genel özellikleri ile buna uyum
sağlamaya en açık örgütlerden biridir. II. Kongre Belgeleri'nde (s. 139), partinin kültür-sanat alanına ve aydınlara dönük politikası,
"devrimci harekete güvensizlik duyan" aydınların kalbinin kazanılması ve bu güvensizliğin giderilmesi olarak belirlenmektedir. MLKP,
Ulusalcı kayma ve ulusal harekete yedeklik "misyonu"!

MLKP, TDH'de Kürt ulusal hareketine en fazla alkış tutan ve onun reformcu yönelimlerine
dönük devrimci eleştirilere en fazla siper olan örgüt olarak bilinir. Gündelik politik ajitasyon
da dahil olmak üzere, özellikle rejimin durumu, devrim-karşıdevrim dengesi ile ulusal hare-
ketin gelişimi konusundaki tespitleriyle yurtsever hareketinkinin sık sık aynılaştığına tanık
olunur.

Bu nereden kaynaklanmaktadır? Elbette ki MLKP'nin sandığı gibi, Kürdistan'da "ulusal bir


devrimin yaşandığı" belirlemesini yapan ve buna gereken değeri biçen biricik(!) siyasal güç
olmasından değil! Asıl sorun, önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi, MLKP'nin kendi varlık
nedenini bunun üzerine oturtmasıdır. Başlangıçta PKK'nin tarihsel devrimci çıkışının bilin-
cinde olmayan MLKP öncelleri, sosyal şoven bir tutumla körce eleştirdikleri PKK'nin rüzga-
rına '90'lı yıllarda tam anlamıyla kapılmışlar, dahası kendi yelkenlerini bununla şişirebile-
ceklerini sanmışladır. MLKP, bağımsız çizgi geliştirememe, güçlüden ve verili zeminden
yana tavır koyma zafiyetini ulusal hareketin değerlendirilmesinde bir kez daha ortaya koy-
maktadır. MLKP'de birbirini "tutarlılıkla" tamamlayan tek yön! O, ulusal kurtuluş mücadele-
sine proletaryanın değil, ulusal hareketin gözlükleriyle bakmakta, onun sandalyesine otur-
maktadır. Antiemperyalist halkçı bir yönelim açısından PKK'nin programatik ve taktik za-
yıflıkları karşısında devrimci bir eleştirellik sergileyememektedir. II. Kongre Belgeleri'nde iç
siyasal durumu değerlendirdiği birçok yerde PKK Genel Başkanı Öcalan'ın ağzından ko-

teoriden anlayamadığını hiç olmazsa Lenin'in Gorki ile neden çatıştığı, onu neden amansızca eleştirdiği gibi pratik örneklerden de
anlamamıştır!
nuşmakta; rejimin fazlasıyla zorlanarak da olsa sahip olduğu manevra olanaklarını –ki bun-
ların içinde PKK'nin reformcu yönelimleri de özel bir yer tutmaktadır– görmemektedir.
PKK'nin abartılı stratejik denge tespitini MLKP hiçbir çözümleme yapmaksızın havada kap-
mış ve BK Belgeleri'ne taşımıştır. PKK'nin her adımını –Öcalan'ın "taktik" adına devrimci bir
söyleme uyma gereği kaygısını dahi bir yana bırakan çıkışları; ordu, sosyal demokrasi, RP,
vd. Kürt halkının düşmanlarına seslenişleri de dahil– ulusal hareketin kendi hedefleri içeri-
sinde ele alınması gerektiğini öne sürerek onaylamaktadır. MLKP, PKK'nin ML ve sosyalizme
açık saldırıya dönüşen ideolojik pozisyonuna yönelik eleştirilerin dahi önünü kesmeye çal-
ışmaktadır:

"Devrimci cenahta olup da farklı düşünenler, PKK'yi neden başka değil de 'ulusal hareket' olarak nit-
elediklerini bir kez daha düşünmek zorundadırlar." (agy, s. 254}

O halde MLKP'nin de kendisini neden Marksist-Leninist bir parti olarak nitelediğini bir kez
daha düşünmesi gerekmiyor mu?

Tıpkı PKK'nin propagandif tespitlerinde olduğu gibi, MLKP'ye göre de rejim bir cesede çev-
rilmiştir. Burjuvazinin yönetememe krizi neredeyse tamamen Kürt ulusal hareketine (buna
ek olarak ve aynı bakış açısıyla Alevi hareketi ve "politik İslam") bağlanmaktadır. Öyle ki,
MGK'nın RP ile çelişkisi bile bir punduna getirilip RP'nin Kürt politikası ile ilişkilendiril-
mektedir. (s. 238)

MLKP, PKK'nin '93 ateşkesine ve bu taktiği içeriklendirmesine ilişkin BK'de hiçbir şey söy-
lemiyor, olgu düzeyinde dahi anmıyordu. Tümüyle konjonktürel bir perspektifle kaleme
alınmış BK Belgeleri'nde bu "ayrıntı" nasılsa atlanmıştı! II. Kongre'de ise MLKP, bir ara nefe-
sini tutup beklediğini ama PKK'nin sonraki pratiği ile "rahatladığını" itiraf etmekte; PKK'nin
reformcu yönelimlerine açık çek vermektedir: (PKK) "ulusal hareketlerde-ki bu taktik savruluş-
ları ve pragmatist tutumları devrimci yürüyüşün prangası haline getirmedi... Bugün de ne dostları
(devrimci hareket) ne de düşmanları (örneğin Amerikan emperyalizmi) PKK'nin stratejik ulusal öz-
gürlük amacından koptuğunu iddia ediyor." (s. 250)

Burada MLKP yalnızca kendini PKK'nin önünde siper etmekle kalmamakta; aynı zamanda
PKK'nin stratejik hedeflerinden saptığını politik temelleriyle birlikte ortaya koyan ihtilalci
komünistlere de "ne dost ne de düşman" damgasını vurma "cüretini" göstermektedir. Kendi-
nizi kandırmayın! PKK'nin stratejik hedefi, genel bir ulusal özgürlük değil, mutlaklaştırılmış
bir temelde ulusal bağımsızlıktı. Bugün bu hedefini federasyonun bile gerisine düşürdüğünü
PKK'nin kendisi ilan etmekte ve akılsız dostları olmasa bile can düşmanları faşist rejim ve
emperyalizm bunu çok da iyi görmektedir. MLKP, ulusal mücadeleye kayıtsız şartsız destek
diye zaten sahip olmadığı hegemonik amaçlarını lafzen de bir kenara bırakmaktadır. O,
PKK'nin reformcu yönelimlerine gelen ML devrimci eleştirilere –ki bunları bir kısmı doğru-
dan doğruya ulusal mücadelenin kendi hedeflerinin gerçekleşip gerçekleşmemesi ile ilgili-
dir– de PKK ağzıyla karşılık vermektedir!15

MLKP, PKK'nin reformist yönelimleri karşısında devrimci bir eleştirellik içinde bulunmak
şöyle dursun; bir ÖDP veya EMEP'ten farklı olarak "arkasında kuvvet bulunduğu" için bu

15 Gülün dikeni yok mudur? Vardır elbette, ama katlanılır cinsten! MLKP, PKK'nin "siyasal çözüm" politikalarının "Batı"daki savunu-
sunu TDH'ye yükleme, onu barış ajitatörleri olarak mevzilendirme çabasını "anlayamamakta", burada naçizane bir miktar oportünizm
görmektedir! (s. 253)
yönelimlerin Kürt ulusal mücadelesine beklediği sonuçları getireceği ümidini de paylaş-
maktadır. PKK'nin stratejik hedeflerini küçültmesi ile birlikte rejimin kafasında verilebilecek
tavizlerin dozajının gitgide azaldığını, ulusal harekete yükseliş döneminde eklemlenen Kürt
orta sınıflarındaki tasfiyeci, teslimiyetçi eğilimleri düne göre çok daha kolay güçlendirebildi-
ğini, bunun bizzat PKK taktikleri ile ilişkisini görememektedir. PKK'nin kendisinin dahi artık
ummadığı "çözümler", üstelik de büyük kazanımlar sayılmaları gerekirmiş gibi MLKP tara-
fından formüle edilmektedir:

"Bu, yaşadığımız gerçeklik koşullarında, salt faşist rejimin yerine yüzü burjuva demokrasisine dönük
bir rejim konmasıyla etkisizleştirilebilecek bir sorun değildir. Bir Yunanistan, bir Portekiz çözümü
yetmiyor, İspanya çözümünün biraz daha genişletilmiş biçimini şart koşuyor."(s. 237)

"ML" partiye bakın! "Çözüm" denilince aklına hangi varyasyonlar geliyor? İrlanda, Güney
Afrika gibi "çözüm"ler için düşünceniz nedir? Olasılık hesaplarınıza girme başarısını neden
gösteremediler? "ML" bir parti olarak Kürt halkına bunların hiçbirinin ulusal özgürlüğü
kazandırmadığını, kazandırmayacağını, geçici aldatıcı rolleri olsa bile bir yerden sonra gerek
ulusal taleplerin karşılanmadan kalması gerekse de Güney Afrika'daki gibi doğrudan doğ-
ruya siyahlı beyazlı egemen sınıflarla cephe cepheye gelmesi ile sonuçlanacağını, ulusal mü-
cadelenin ancak devrimci sınıf çizgisinde yürütüldüğü koşullarda kendi hedeflerine ulaşa-
bileceğini, ulusal özgürlüğün, tam kurtuluşun ise sosyalizmle kazanılacağını anlatmamakta-
dır. Bir kısmı çoktan çatlamış –İspanya "çözümünün" nasıl yaratıldığı ve vardığı nokta orta-
dadır!– burjuva "siyasal çözüm"ler içerisinde "ehven" saydığına işaret etmeyi devrimcilik
saymaktadır!

PKK'nin yeni sağ dalganın başını çektiğinin kavranamaması, TDH açısından çok ciddi bir
tehlikenin işaretidir. PKK politikalarına eleştirel tutum alanlar da dahil, özellikle Karade-
niz'de gerilla faaliyetinin başlamasından sonra "Durum iyidir" rehavetine kapılınmıştır. Kürt
sorununda muhtemel bir kırıntılarla "çözüm" durumunda, PKK'nin TDH'ne bunu bir "zafer",
"kazanılmış devrimci bir mevzi" olarak empoze etmesi beklenmelidir. Görünen o ki, PKK'nin
askeri pratiğine yaslanarak varolanların dışında, TDH içinde genel yaklaşımı ile bunu ilk ka-
bullenecek güç MLKP olacaktır. Perspektif olarak aksine hiç hazır olmadığı gibi, varlık te-
mellerini sorgulamak, program ve stratejisini dahi değiştirmek gibi temel bir sorunla da karşı
karşıya kalacak ve beklenmedik yerlere savrulacaktır!

Ancak ulusalcı ideolojik-politik basıncın MLKP üzerindeki etkisi sadece Kürt ulusal hareke-
tinin gelişimine ilişkin değerlendirmelerde kuyrukçulukla sınırlandırılamaz. MLKP, daha
baştan ulusalcı bir perspektif kayması ile doğmuştur ve şimdi bunu yalnızca derinleştir-
mekle meşguldür. Emekçi sınıfların ele alınışında "Türk-Kürt", "Alevi-Sünni", Hatta "laik-şer-
iatçı" biçiminde bir kategorilendirme ile işe başlamıştır.16 Bu gerçekte sadece MLKP'ye değil,

16 Proleter Doğrultu dergisinin 2. sayısında yer alan "Komünist Harekette Farklı Yönelimler (TDKP ve TİKB Eleştirisi)" başlıklı yazıdaki
bir polemiğe dikkat çekmek isteriz. Konu, BK Belgeleri'nde yer alan şu belirlemelerdir:

"... Türkiye'yi antiemperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek olan yolun, burjuvazi-proletarya, devlet-halk
vb. açık sınıfsal ve siyasal karşıtlıklar yanı sıra, fakat bunlardan daha çok, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-şeriatçı gibi somut biçimler
üzerinde yükselen bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişeceği.."

Proleter Doğrultu dergisi, komünist öncülük adına kelimenin bütün anlamlarında kuyrukçuluk yapmakta, üstelik bunu stratejik belir-
leme düzeyine çıkarmaktadır. Böylesi bir yaklaşımın yalnızca stratejik olarak değil, güncel planda da planlı bir tarzda yaşama geçiril-
diği koşullarda gerici bir iç savaşın -Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-şeriatçı temelinde- geliştirilmesinde düşmanın ekmeğine yağ sü-
receği açık değil midir? Böyle bir saflaşmada "Marksist Leninist komünistler" hangi tarafta yer alacaklardır? Bir belirleme yapılma-
TİKB dışında TDH'nin geneline özgü bir durumdur. Türk emekçiler neredeyse ayrımsız
(özellikle de köylülük) şovenizmin etkisi altında, hakim sınıfların yedeği olarak tanım-
lanmaktadır. İşçi sınıfı konusunda bu türden sivriltilmiş tanımların –"Marksist Leninist ko-
münist" ibaresiyle epeyce çelişeceği için– kullanılmayacağını düşünenler, yanılmaktadırlar.
BK Belgeleri'nde işçi sınıfının burjuvazinin hegemonyasından "Türk milliyetçiliği, şovenizm ve
Kemalizm'den koparak" kurtulabileceği söylenmektedir. Bu tam da Kürt ulusal hareketinin
yaklaşımı değil midir? Ancak iş burada kalmamakta; MLKP liberal burjuva çevrelerin, II.
Cumhuriyetçilerin sözde demokratlık, "değişim" söylemi ile buluşmaktadır.

Artık bıkkınlık veren ve hiçbir derinlik içermeyen şu ahlaki yargılama tarzı "ML" bir Partinin
Kongre Belgeleri'ne pek yakışıyor:

"Devlete ve kurumlarına, faşist rejime ve düzen partilerine karşı tepki, kin ve öfke duyan, işbirlikçi
kapitalist düzenin işçi ve emekçiler için tüm yıkıcı sonuçlarını yaşayan, açlık ve kitlesel işsizlikle
yüzyüze bulunan, Kürt ulusal devrimi gibi güçlü bir müttefike sahip Türk halkı neden devrimci bir
yükselişi sırtlayamıyor?" (s. 244)

Neden? Siz niye öncü bir duruşu sırtlayamıyorsanız ondan! Bu bir yana! Soru, tam bir ulu-
salcı perspektiften sorulmakta; yanıt ise PKK ve DHKP/C tarzı verilmektedir. II. Kongre Bel-
geleri'nde dönemi karakterize eden üç temel olgudan biri olarak, "Türk halkı ve genel olarak
Sünni mezhebinden kitleler içindeki devrimci etkinin zayıflığı" (s. 275) sayılmaktadır. Buradan
çıkış alarak varılan nokta ise, programında "emek-sermaye çelişkisinin temel olduğu" yazılı bir
parti açısından gerçekten içler acısı sayılmalıdır! Emekçi kitlelerin Türk, Sünni, Abhaz, Çin-
gene ... gibi alt kimlikleri ile tanımlanarak, sınıf kimlikleri yerine bu kimliklerine hitap edil-
mesi; ulusalcı, mezhepçi bir politik ajitasyon görevinin çıkarılması! Önemli olduğundan,
parçalar halinde ve kısaltarak da olsa aktarmayı gerekli görüyoruz:

"Türk ve Sünni nüfusun yoğun olduğu bazı emekçi semtlerinin özel çalışma alanları olarak belirlen-
mesi (çözüm semtlerde!-DP), öğrenci gençlik içindeki faaliyette bu kesime yönelimde daha fazla
ısrar gösterilmesi, Türk halk gerçekliği ile Türk burjuva gerçekliği arasındaki iktisadi, düşünsel ve
ruhsal uçurumların gözler önüne serilmesi (biraz ekonomik ajitasyon!-DP),... başta Ermeniler ve
Yunanlılar olmak üzere çeşitli uluslar konusunda ırkçı söylemi dillerinden düşürmeyen holding patr-
onlarının (holding patronları artık "Ruslarla" bile iyi geçinmiyorlar mı?-DP), burjuva politikac-
ılarının, generallerin ve polis şeflerinin Ermeni, Yunan, İsrail burjuvazisiyle ve devlet yöneticileriyle
ne denli 'iç içe' oldukları... yolunda (Bunu İslamcılar daha iyi yapıyorlar!-DP) özel bir ajitasyon ve
propaganda yürütülmelidir.

Devrimimizin karakterini belirleyen önemli bir öğe olarak antiemperyalizm (Dikkat edilsin; antiem-
peryalizm görev çıkarma anlamında ilk defa gündeme gelmektedir-DP) bu konuda yol açıcı bir

makla birlikte BK Belgeleri'nin bütününden "Kürt, Alevi ve laik" safta duracakları çıkmaktadır. Özgürlük Dünyası gibi tasfiyeci, re-
formcu bir çizginin dahi farkederek oportünist amaçları için kullandığı, MLKP çizgisini eleştirdiği bu ifadeleri savunmak için Proleter
Doğrultu şunları söylemektedir:

"Anadolu coğrafyasında yüzyıllardır süregelen belirli tarihsel koşullarda oluşmuş 'Alevi-Sünni' çelişkisi toplumsal bir gerçek midir,
değil midir?" Benzer bir yanıt, Türk-Kürt çatışmasının eşiğine gelindiğine dikkat çekilirken de verilmektedir.
Bunlar, evet gerçeklerdir, ama aynı zamanda tek yönlü yorumlanan gerçeklerdir. İkincisi, Kürt-Türk, Alevi-Sünni çatışmasından "ant-
iemperyalist demokratik devrim" çıkacağına inanmak tam bir politik aymazlık örneğidir. MLKP, Lübnanlaşma'ya "devrim" payesi
biçmektedir. Üçüncüsü, burada hiçbir dönüştürücü perspektif yoktur. Öncülük, emekçi kitleleri (MLKP bu kavramı unutmuştur!) içer-
isindeki gerici önyargı ve şartlanmalara "Hangisi daha ilerici" diye oynamak değil bunları gidermek için proleter sınıf siyaseti yürütm-
ektir.
rol oynayabilir ve oynamalıdır... 'İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği' çerçevesinde bir Türk
halk gerçekliği, onun emperyalizm karşısındaki onuru üzerinde yükselen bir ajitasyon ve propaganda
biricik doğru tutumdur..

... Son olarak eklenmelidir ki, Türk halkının onurunun emperyalizm ve işbirlikçi Türk burjuvazisi tar-
afından ayaklar altına alındığı özenle vurgulanmalı, halkın ilerici mirası sahiplenilmeli ve gerek kon-
uşma, gerek yazı dilinde 'faşist Türk devleti', 'faşist Türk ordusu' vb. şovenizmi kışkırtacak de-
yimlerden dikkatlice uzak durularak, 'faşist Türk burjuva devleti', 'faşist Türk burjuva ordusu' vb.
nitelemeler kullanılmalıdır (MLKP'li devrimcilerin nasıl konuştuğunu bilemiyoruz ama kitle
yayın organında bu belirlemelere uygun davranılmaktadır-DP). Aynı biçimde bugün Batı'da
halka, Türk adını kirleten işbirlikçi burjuvazi ve onun faşist devletine karşı mücadelenin, özgürlükten,
halkların kardeşliğinden yana bir Türk gerçeği yaratacağı, kirletilen onurun ancak bu şekilde kaza-
nılacağı ısrarla propaganda edilmeli, mümkün olan her olanak bu şekilde değerlendirilmelidir. Türk
halkına yapılacak, Türk adındaki lekeleri kazı, onurunu ayağa kaldır ve özgürleş çağrısı, diğer şeylerin
yanı sıra şovenizme karşı mücadeleyi de güçlendirecektir." (s. 275-277)

MLKP, bir işçi sınıfına yönelik ajitasyon-propagandayı işi konuşma dilinde hangi terimlerin
nasıl kullanılacağına dek "yakın" yönlendirmiyordu! II. Kongre Belgeleri'nin en "ayrıntılı"
direktifleri buradadır. Ancak ne yazık! Onun sahibi de MLKP değildir ki! Formül PKK'den ve
onu kopyalayan DHKP/C'den apartılmıştır. Aynı yönteme sarılmaktadır. Her şeye yeniden
başlıyoruz... Başarısız olduk, çünkü doğru halkayı zamanında yakalayamadık. Şimdi
zarardan dönüyor ve işçi ve emekçilerin sınıf kimlikleri yerine ulusal-mezhepsel kimliklerine
hitap ediyor; bu kimlikleri gıdıklıyoruz. Teorik planda görevimiz, ulusal çözümlemeler
yapmak, politik ajitasyonda ise dilimizi tutmak! MLKP, yazınında, Türkmen gelenekleri ve
Çerkeslerin nasıl kız alıp verdikleri gibi konular, yani "halk gerçekliğimizin" derinliklerine
dalmayı düşünmüyor mu? Oysa önünde daha "yakinen" izleyebileceği, PKK dışında da ol-
dukça ileri gitmiş, DHKP/C gibi örnekler vardır. MLKP kimseyi aldatmamalıdır. O, otosans-
üre, sosyalizm, proletarya devrimciliği, ML gibi kavram ve hedeflerden başlamıştır. Şimdi de
kartopu büyüyüp çığlaşmakta, yeni sağ dalga TDH'ni bu düşkün biçimlerde içten içe yem-
ektedir.
Reformizm yine "kötünün iyisi"dir!

TDH, küçükburjuva karakterinin revizyonizm ve reformculuktan köklü bir kopuş sağlaya-


mamasının, menzilinin en fazla demokratik devrime uzanmasının sonucu olarak reformizme
(ki buna CHP tarzı devlet sosyal demokrasisi de dahildir) karşı geçirgenliğini her zaman kor-
udu. '701i yıllar, bütün dinamizmine rağmen bunun sayısız örneği ile doludur. 80'lerde alab-
ildiğine gerileyen devrimci hareketin çeşitli kesimlerini sistem, diğer yöntemlerin yanında
SHP'li belediyeler eliyle de özümlemekte hiçbir zorluk çekmedi. Bütün bunlar reformizmin
dolaysız olanın yanı sıra dolaylı bir tarzda devrimci hareket üzerinden de kitleleri etkileyeb-
ilmesini, zaten yaygın ve derin olan reformcu, düzen içi düşünüş, eylem ve ruh halini sürekli
beslemesini sağladı. Dünyayı kazanmayı hayal etmeyenler, kırıntılara ilk uzananlar olurlar.
Reformculuk da, en radikal küçüburjuva hareketler için dahi gizli bir "kötünün iyisi" olarak
algılandı.

MLKP, özellikle oportünist-yasalcı reformizme karşı ajitasyon yürüten örgütlerdendir. Aji-


tasyon diyoruz, çünkü net bir ideolojik kopuş ve duruşa dönüşemediği ve sorunu dar an-
lama (ve en kaba haliyle) "ideolojik mücadele" ile sınırladığı için zaman zaman ateşli bir söyl-
emle yürüttüğü bu mücadelenin hakkını verememektedir. MLKP, tasfiyeci TDKP'nin uzun
yıllar peşinde koşmuş, onu en fazla "birliğe karşı olduğu için" eleştirmiştir. İşçi hareketi ile
ilgili bölümde de belirttiğimiz gibi, MLKP, reformizmini sınıf üzerinde güç kazanmasının,
devrimci bir etkiyle aynı sonuçları vereceğini düşünmektedir. Reformizmin emekçi kitleleri
bizzat siyasal mücadele alanının içerisinde batağa sürüklediğini, misyonunun bu olduğunu
anlayamamaktadır. Koyu faşist, dinci gerici vb. partilerin yanında reformculuk, sivil top-
lumculuk, liberalizm gibi akım ve politikalar, MLKP'ye "şirin" gelmektedir. Bu çizgi, PKK'nin
barış politikalarına yarım ağız "oportünizm" eleştirisi getirirken bir yandan da ona onay ve-
rişi ile çok belirgin bir tarzda "Yan cebime koy" diyebildiğini göstermektedir:

(Seçim taktikleri ile ilgili bir yazıda HADEP adayları lehine çekilmesine getirilen eleştiriler
hakkında) "Denilebilir ki, peki HADEP'e verilen oylar refomist cephenin (ÖDP vd. kastediliyor –
DP ) barış politikasını güçlendirmez mi? Böyle bir rol de oynayacağı, böyle bir 'kusurun' varolduğu
açıktır. Ama barış politikasının, bugünkü aşamada ve bir yönüyle geçici olarak faşist diktatörlüğü,
kirli savaşı ve ırkçılığı teşhir edici bir rol oynadığını reddedebilir misiniz?" (Proleter Doğrultu, sayı.
5, Mayıs-Haziran '96)

Reddedemeyiz elbette. Nasıl ki Ecevit'in bir zamanlar "kontrgerilla" tartışması açması ile
"faşist diktatörlüğü teşhir edici" bir rol oynadığını, DİSK'in işçileri kapitalizme karşı bir parça
"siyasetle" tanıştırmasının hareketin öncü kesimlerini modern revizyonizmin etkisi altına
almasını "dengelediğini"(!), EMEP'in faşist rejimin tek suçuymuş gibi gösterdiği Metin Gökt-
epe cinayeti davasının takibinin, kitlelerin en geri kesimlerinde devletin bir işkenceci olarak
kavranmasını sağladığını... reddedemezsek bunu da reddedemeyiz.17 Fakat sizin de bütün
bunların arkasındaki burjuva-küçükburjuva politik amaçları, kitlelerin öncü kesimlerini
baştan çıkarmadaki belirleyici rolünü ve önce kendinizin bu tuzağa düştüğünü reddet-
memeniz koşuluyla!

Yeterli mi? Devrimci okur, "Değil," diye düşünüyor olmalıdır. "Beni ikna etmek için daha der-
ine inmelisiniz." İnelim... MLKP, ordunun politik arenadaki rolünün –düzen partileri ile çel-
işkiler yaşamasına neden olacak denli– ağırlaştığı bütün faşist rejimlerde, ufku siyasal devr-
imle sınırlı küçükburjuva devrimciliğini yutan bir parantezin içerisindedir: Ordunun rolü,
konumu konusunda Bonapartist yorumlar ve karşısına da parlamentarizmi, sivil top-
lumculuğu besleyecek bir politik ajitasyonla çıkılması! Konjonktürden ML teori inşa edile-
meyeceğini söylemiştik. Fakat bu, MLKP'nin her konuda başına gelmektedir. Rejimin azılı
faşist-militarist karakteri, demokratizminden ötürü MLKP'yi bir de buradan vurmakta, bilin-
cine dahi varamadığı hatalara sürükleyerek Marksist devlet teorisi ile cephe cepheye getir-
mektedir.18

MLKP, MGK'nın rejimin diğer kurumları (düzen partileri, parlamento) ile ilişkisini tanımlar-
ken, daha BK Belgeleri'nde Bonapartizm ve reformculuğa kaymıştı:

17 MLKP, DİSK'e dair 1991'de yeniden açılışından beri beslediği hayalleri sürdürüyor. II. Kongre Belgeleri'nde şunlar söyleniyor:
"... CIA uzantısı Türk-iş tarzı sendikacılık, bugün Rıdvan Budak veya 'çağdaş sendikacılık' aracılığıyla DİSK'e de taşınmaktadır" (s.
255) "Çağdaş sendikacılık", DİSK'e Rıdvan Budak haininin kişisel melaneti ile "taşınmıyor". O, daha 1991'de, TÜSİAD ve YDD sendika-
cılığına denk düşen bir anlayış olarak formüle edilmişti. DİSK'in bütün pratiği de bu içerikteydi. Yeni olan, DİSK'in kendi özgülünde
bunun belirli bir "kuvvet" temelinde daha geniş bir toplumsal-siyasal pratiğe taşınabilir olması; daha geniş ölçekte ise bütün gerici
sendikalarda olduğu gibi kriz içerisinde ekonominin ve devletin yeniden yapılanmasının DİSK'in ihanet pratiğinde de bir sıçramayı ve
kurumlaşmayı getirmesidir. "Marksist Leninist komünistler" bir Kurtuluş'a ya da eski TKP çizgisindeki Rıdvan Budak muhaliflerine
göre bunu görebilmeli; hatta DİSK içindeki "mevzilerini" devrimci tarzda kullanabiliyorlarsa, sürekli olarak somutlayıp teşhir ve mü-
cadele geliştirebilmeliydiler. Ancak muhataplarımız, daha hangi denizde yüzdüklerinin bilincinde bile değillerdir!

18 Hatırlatalım: Dönemin devrimci politik ajitasyonunun gereklerine uygun olarak "MGK'nın hedefe çakılması" vurgularının "kabul
edilebilir" günlük kaymalarından, "cımbızlanmış ibarelerden" değil, bir partinin Kongre Belgeleri'nden söz ediyoruz. Bu konuda tek
muhatap olarak MLKP'yi de görüyor değiliz. Bu açıdan neredeyse bir yarış vardır, sorun da geneldir. PKK, "Kürt sorununun tek çözüm
mercii" olarak orduya, onun tarihsel geleneklerine seslenebilmekte; DHKP/C, MGK'ya karşı "herkesle" -devrimimizin düşmanları da
dahil- birlikte hareket serbestisini ilan etmekte; "kontrgerilla devleti" politik ajitasyon unsuru olmanın ötesinde hiçbir evrensel çö-
zümleme yapılmaksızın çeşitli hareketlerce "teorik tespit" seviyesine yükseltilmektedir!
"... partiler ve meclis, iktidar sahibi oldukları için değil, faşist diktatörlük gerçeğini gizlemek ve yığın-
ları aldatmak gibi çok belirleyici bir işlevi yerine getirmekte oldukları için önemlidir!" (s. 31)

"Parlamento, var olan yetkilerini kullanmaktan bile aciz... MGK çetesinin konumunu güçlendiren,
parlamentoyu işlevsiz kılan yasa değişikliklerine karşı çıkmıyor!" (s. 226)

Aynı yaklaşım, daha da derinleştirilmiş olarak II. Kongre'de sürdürülmektedir:

"Siyasi partiler, işlevlerini yitirmiş, umut olmaktan çıkmış, siyasal irade ve inisiyatiften yoksun, çap-
sız ve yeteneksiz liderlerle malul, iliklerine kadar çürümüş ve gerçekte onları silip süpürecek etkin siy-
asal kuvvetler ortaya çıkmadığı için varlıklarını sürdüren birer posaya dönüştüler. Bu partilerin başl-
ıca özelliklerden biri de, bitip tükenmek bilmeyen iç kargaşa ve parçalanmadır. Elbette bugünkü siya-
sal parçalanmışlığın 12 Eylülle (bütün partilerin kapatılmasıyla) başlayan bir tarihi vardır. Par-
çalanma '83 seçimlerine girmede getirilen yasaklarla derinleşmiş ve ulusal özgürlük mücadelesinin
kökleşmesine paralel olarak boyutlanmıştır. Burjuva düzen partileri, en başta, yönetememe krizine yol
açan ana sorunda, Kürt ulusunun varlığının tanınması ile ulusal özgürlük talebi karşısında en küçük
bir çözücü irade geliştiremeyerek ve yeni dünya düzeni girdabında, emekçilerin hiçbir iktisadi, mali ve
sosyal talebine yanıt vermeyerek, hatta artık vaatte bile bulunmayarak tam bir zavallılık ve çaresizlik
içinde tükenmektedirler" (agy, s. 226:227)

Düzen partileri ve parlamentonun burjuva devlet mekanizması içerisinde "iktidar sahibi"


olabileceklerini öne sürmek (MLKP, bu kurumları bunu yapamadıkları için suçlamaktadır!)
Komünistlerin değil, emekçi kitleler içindeki, burjuva devletin tarihsel-siyasal gelişimine ve
tabii emekçilerin mücadele geleneklerinin düzeyine bağlı olarak boyutları değişebilen ama
siyasal bakımdan hâlâ ömrünü doldurmamış, tükenmemiş parlamenter hayallere, beklenti-
lere oynayan burjuva liberallerin, her türden burjuva siyaset erbabının işidir. Düzen partile-
rinin ve parlamentonun emekçi kitleler üzerindeki tarihsel ve dönemsel etkileri, bu etkinin
onları kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda mücadeleye atılmaktan geriye çekici özgül ağır-
lığı, ya da burjuva parlamentonun özel işlevini –kitle hareketinin düzeyine de bağlı olarak–
oynayıp oynamaması, birer olgudur ve devrimci proletarya siyasal tahlil ve taktiklerinde
bunların her biri ile ilgilenmek zorundadır. Komünistler bütün bunlara karşı kör, sağır ve
dümdüz bir "devrimciliği" oynayamazlar. Ancak onlar, burjuva demokratik ülkelerde par-
lamento ve düzen partilerin rejim içerisindeki ağırlıklarının faşist rejimlere oranla daha fazla
olmasından bunların "iktidar sahibi" oldukları gibi ahmakça bir sonucu da çıkarmazlar. Par-
lamento, bütün burjuva diktatörlüklerde, bu devletin bir "diktatörlük olduğu gerçeğini gizl-
emek ve yığınları aldatmak gibi çok belirleyici bir işlevi yerine getirmekte olduğu", burjuva
devlet makinesinin çıplak yüzünü gizleyen bir incir yaprağı rolünü oynadığı için komü-
nistler açısından önem taşımaktadır.19 Faşist diktatörlük özgün biçimlenişi ile, keza Türki-
ye'de bir kirli savaş olgusunun da varlığından dolayı bundan kuşkusuz farklılıklar gösterir.
Ancak bu hem özsel bir fark değildir; hem de genel olarak "burjuva demokrasileri" de yüzyı-
lın başındakinden çok daha gerici çizgiler kazanmışlardır.

MLKP, düzen partilerinin durumu ile ilgili belirlemelerinde daha da derine batmaktadır.
Düzen partilerinin, parlamentonun Kürt sorunu ile ilgili "çözüm geliştirememesi"ni (PKK'nin
beklediği türden "siyasal çözüm" kastediliyor) rejimin genel tıkanması, yönetememe krizi ile

19 Sadece bir soru: MLKP'nin örgütlenme planı anlatılırken (BK Belgeleri) parlamentoda çalışma bölümü neden 4. sırada ve birçok
temel çalışma alanından önce yer alıyor?
değil, bunların tek tek yetmezlikleri ile ilgili bir durum gibi ele almakta, sorunu "çapsız ve
yeteneksiz liderler"e bağlamaktadır. 12 Eylül'ün siyasi partileri kapatarak siyasal parçalan-
mışlık yarattığı gibi burjuva liberal argümanlara başvurabilmekte; daha kötüsü "sivil
cephe"nin içerisinde bulunduğu durumdan neredeyse "hayal kırıklığı" ile söz etmektedir!
Burjuva düzen partilerin kitlelerin hiçbir talebine yanıt vermediğinden sanki Türkiye'ye özgü
bir olgu imiş gibi bahsedebilmekte; dünya çapında topyekün bir saldırı halindeki emper-
yalist kapitalizmin burjuva partilerin programlarında dahi aynılaşmaya yol açtığını, dahası
ve en önemlisi bunları kitlelerin taleplerine karşılık vermek için değil, onları baştan çıkarmak
için kurulduklarını unutmaktadır!

MLKP'nin MGK'yı devlet mekanizmasının dışında, üstünde bir güç gibi ele alması ("illegal
devlet" gibi Aydınlıkçılara özgü bir ibare, II. Kongre Belgeleri'ne sızabilmiştir) sivil toplum-
culuğa kan taşıyan Bonapartist bir tespittir. Sivil toplumculuğun MGK'ya muhalefeti de tam
bu içerikte değil midir: "Atanmışlar-seçilmişler"; "asker-sivil" çelişkisi! Türkiye'de burjuva
devletin kuruluşundan beri ordunun oynadığı rolün yanı sıra, askeri faşist cunta yıllarının,
periyodik darbelerin ve süreklileştirilmiş darbeciliğin ektiği ve reformcu zihinlerde kolay-
lıkla filizlenebilen bir psikolojidir bu gerçekte. Siyasal form kazanmaktadır. Yol verdiği par-
lamenter ve reformcu hayaller, en radikal görünen söylemlerde dahi işte böyle sırıtmaktadır.

ML teorik-politik önderlik bu mudur? "ML'nin statik kavranışından kopuş" bu mudur? Teori-


nin ve devrimimizin en temel sorunlarını çözümlemeye kalkıştığında MLKP sudan çıkmış
balığa dönmektedir. Evet, "cüret"! ML'yi bozma, özünü boşaltma ve genç kadrolarının kafa-
sına "Hareket herşeydir aslanlar, nihai amaç ise hiçbir şey!"i yerleştirme "cüreti"! Lenin,
"Oportünistlere karşı uzlaşmacılıkta ısrar eden herkes, oportünizmin batağına saplanmaya mahkum-
dur" diyordu.

MLKP'nin durumu bu sözün milyonuncu doğrulanışından başka nedir!


Sonuç yerine

MLKP, antifaşist mücadele alanında belirli bir ısrarlılıkla durmaya çalışan ve çeşitli kesitlerde
buna uygun hareket eden bir örgüttür. Oportünist-reformcu tasfiyeciliğe karşı geliştirilen
Devrimci Güç Birliği içerisinde de gönüllülükle yer almaktadır, İhtilalci Komünistler olarak
bu temel gerçeğin üzerinden atlayacak değiliz. Fakat bu temel ayrımımızı koymamızı engell-
eyici değildir. TİKB III. Konferansı ile MLKP II. Kongre Belgelerinin karşılaştırmalı analizi,
bize MLKP'nin sağ tasfiyeci akımın güçlü ideolojik etkisi altında bulunduğunu gös-
termektedir. MLKP, çizgisini devrimci yönde düzeltmek için iradi bir hesaplaşmaya girme-
dikçe de, bu durumun iyi niyetle değişmesi olanaksızdır. Bunu yapmadığı takdirde ise o,
militan bir çizgide yürütmek istediği antifaşizmin de dahi sağlam duramayacak,
reformizmin ve tasfiyeciliğin üzerindeki etkisi daha da derinlere işleyecektir Bugün bir Dev-
rimci Yol'un durumu nasıl DHKP/C için ibret oluşturmalı ise, DHKP/C'nin ve PKK'nin gi-
dişi de MLKP için uyarıcı olmalıdır.

MLKP'nin sergilediği bu tabloda Maoculuktan özde kopamamış halkçı devrimci perspektif


ve stratejisinin etkisi belirleyicidir. Esas temel budur. Menşevizmini koyulaştıran özgül bir
etmen ise onun "Birlik Devrimi" diye pazarlamaya çalıştığı "toplama" Parti anlayışıdır.
MLKP bir anlamda "antirevizyonist kampın ÖDP'si" olarak vücut bulmuştur. Birbirleri ile
birleşemedikleri, aritmetik bir toplam oluşturmadıkları koşullarda varlık neden ve olanakla-
rının sonuna gelmiş güç ve çevrelerin biraz kavgalı ama aynı zamanda da birbirlerine mec-
buriyetten kaynaklı gönüllü beraberliğinden doğmuştur. Bir TKP/ML YİÖ'nün birliğe katı-
lımının "çok değerli bir kazanım" olarak değerlendirilmesini bu ruh halinin trajikomik bir
göstergesi olarak görmek gerekir. Birkaç diri devrimcinin dışında varlığı kalmamış bu anti-
faşist çevrenin yola çıkmış bir arabaya son anda binmekten başka çaresi mi kalmıştı? Sıfırla-
nan pratiğini, teorik çıkmazını son etapta, politik ölümün eşiğindeyken sol maceracı bir söy-
lemle gizleyen bir TKİH; antirevizyonist kampta sağcılıkta TDKP'yle yarışabilecek bir geç-
mişten gelen bir, TKP/ML Hareketi sonuçta işte böyle bir menşevik toplama ulaşmışlardır.
Birlik fikrinin ta '80'lerde oluşmuş olması bir yanıyla birinci tasfiyecilik dalgasının birlik rüz-
garı ile ilgilidir. Ancak o asıl olarak bağımsız kimlik ve geleneğin ve gelecek yoksunluğunun
itirafı olarak anlaşılmalıdır. Bu, MLKP'yi yine de bağımsız bir kimliğe kavuşturamamış; ara
güç konumunu yeni bir düzlemde pekiştirmiştir. TİKB III. Konferans Belgeleri ile MLKP II.
Kongre Belgelerinin irdelenmesi, bizi proleter sosyalizmin devrimci ML ideolojik, politik ve
eylemsel basınç ve hegemonyasına olan ihtiyacı kavramaya ve hücrelerimize dek bu misyon
bilinciyle donanmaya bir kez daha çağırmaktadır!
Kürt Kapanı
(Modern Devrimci Proletarya, s.1-2, 1998)

İÇİNDEKİLER

VI- NEDEN BUGÜN?


A) SAVAŞ YORGUNLUĞU
a) Tarihsel koşullardaki farklılaşma nedeniyle bugün halkları vuran bir silah
b) Kürt UKM açısından durumu ağırlaştıran özel etkenler ve bu konuda düşülen stratejik
yanılgı
c) Kürt UKM'nin saflarında başgösteren 'savaş yorgunluğu'nun bugün kazandığı boyutlar,
yansımalar ve sonuçlar
d) Görülmesi gereken kökler
B- SİYASÎ VE ASKERİ DENGELERDEKİ DEĞİŞME
a) PKK'nin tarihsel çıkışı ve "baskın" etkisi
b) Dönüm Noktası
c) Tahribatın derinliğine bir örnek
d) Askeri dengelerdeki değişme ve bugüne kadar uzanan bazı sonuçlar
C- DİĞER KONJONKTÜREL ETKENLER
a) Uluslararası ve bölgesel koşulların elverişsizliği
b) Türkiye'deki mücadelenin zayıflığı, Kürt UKM'nin en büyük dezavantajı olmuştur
VII- ÇIKARILMASI GEREKEN İKİ STRATEJİK SONUÇ ve İÇERDİĞİ İMKANLAR
1) İki halkın kaderi birbirlerine bağlıdır
2) Ulusal mücadeleyi sınıfsal temellerde örgütleme imkanları genişlemiştir
VIII- BU ÇEMBER NASIL YARILIR, HANGİ DİNAMİKLERE DAYANMAK GEREKİYOR?

Şubat Yayıncılık / www.alinteri.org


Dergimizin bu sayısının hazırlıkları sırasında, PKK'yi ve onun
şahsında Kürt UKM'ni tasfiyeyi amaçlayan 'Kürt Kapanı' yeni bir
boyut kazandı ve Şemdin Sakık'ın ihanet eylemi patlak verdi.
Yurtsever saflarda şaşkınlık, panik ve yılgınlık eğilimlerini
derinleştirmeyi amaçlayan yoğun bir psikolojik savaş malzemesi
yapılan bu ihanet, kendi fiziki sınırları içinde ne büyütülecek ne
de şaşılacak bir gelişmedir. Kürt ulusal devrimi, hatta PKK,
geleceği kişilere bağımlı ilk oluşum ve emekleme dönemlerini
geride bırakmış; ulaştığı kitlesellik, tarihsel deneyim birikimi ve
devrimci gelenekleri ile bağrından yeni kadro kuşakları
çıkartabilecek bir olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Tarihsel gelişme
bakımından macun bir kez tüpten çıkmıştır! Hiç bir ihanet ya da
yiyebileceği en ağır askeri-siyasi-moral darbeler bile Kürt
halkının artık eski edilgen ve sinik konumuna geri döndürmez,
onu tekrar alçaltıcı bir köleliğin boyunduruğu altına alamaz.

Yalnız Şemdin Sakık'ın ihanet eylemi, sadece kendi sınırları


içinde ele alınmakta yetinilmemelidir. Hele bunu, "zaten baştan
beri kuşkulu, güvenilmez, ayrıca bir 'hiç' olan tükenmiş bir
kişilikten kurtulma" olarak daraltmak ve bireyselleştirmek, ikna
edici olmadığı ve olamayacağı gibi, gereken devrimci uyarıyı ve
eğiticiliği de sağlayamaz. KDP gibi bir ihanet şebekesi üzerinden
Türkiye'ye sığınma alçaklığını gösterebilecek kadar tükenmiş bir
kişilik, geçmişi ne olursa olsun geldiği yer itibariyle gerçekte
ne olduğunu kusmuş ve kendisini ele vermiştir. Gelinen noktada
O artık bir hiçtir; Türk burjuvazisi ve emperyalist güçlerin elinde
kirli bir politik savaş aleti olarak kullanılmanın dışında hiçbir rolü
ve geleceğinin olmadığım ortaya koymuştur ve bu rolü etkili bir
tarzda oynayabilmesi de artık zordur. Bünyeyi içten içe kemiren
bir cerahatin patlaması yönüyle de bunu, PKK'yi ve Kürt UKM'ni
zayıflatan değil güçlendiren bir gelişme olarak görmek gerekir.
Ancak sadece Şemdin Sakık'ın ihanet eylemi ile sınırlı olmayan
son gelişmeler, ulusal devrimci hareketin, bugün nasıl ciddi ve
çok yönlü bir tasfiye tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunun
görülebilmesi açısından da uyarıcı olmalıdır. Onun için sorunun
asıl bu yönü ve nedenleri üzerinde durulmalı, gelişmeler bu
eksenle olan ilişkisi içerisinde irdelenmeli; kişiler ve parçalarla
sınırlı yaklaşımların üzerine çıkılmalıdır. Aksi takdirde, ne
birbirinden kopuk, beklenmedik vb. olarak görünen gelişmelerin
mahiyeti kavranabilir ne de bunlara karşı etkili ve tutarlı devrimci
bir politik sağlam duruş sergilenebilir.
VI- NEDEN BUGÜN?1
İşbirlikçi Türk tekelci burjuvazisini Kürt politikasında bir değişiklik yapmaya zorlayan nedenlerin
üzerinde durduktan sonra, bununla bağlantılı başka bir temel sorunun yanıtını aramaya geçebiliriz: Burjuvazi bu
değişikliği neden daha önce değil de bugün gündeme getirmektedir? '91 yılında Özal tarafından gündeme
getirildiği zaman karşı çıkılan ve suikastlara kadar varan yöntemlerle önü kesilen bu plan, neden bugün ordu
içinde bile ağır basan eğilim haline gelmiştir? İlk bakışta 'zamanlama' sorunu gibi 'teknik bir konu' olarak
görünse de esasında öze ilişkin unsurları içeren, bu politika değişikliğinin anlamını ve amacını kavramamızı
kolaylaştırmakla kalmayıp onun genellikle gözden kaçırılan çok önemli bazı yönlerini daha berrak bir biçimde
görmemizi sağlayacak nitelikte kilit sorulardan biridir bu.
"Neden bugün" sorusunun bütünsel bir yanıtını oluşturan gelişme ve etkenleri üç ana başlık altında
toplayabiliriz: A) Öncünün saflarında dahi kendisini gösteren SAVAŞ YORGUNLUĞU, B) Ulusal hareket ile
devlet arasındaki mücadelenin sınırlan içinde SİYASİ VE ASKERİ DENGELERDEKİ DEĞİŞME, C)
Türkiye'deki sınıf ve emekçi kitle hareketinin gelişme düzeyi ile devrimci hareketin durumu başta olmak üzere
DİĞER KONJONKTÜREL ETKENLER.
Bunların her biri kendi içinde, bazıları başlı başına ele alınmayı gerektiren bir dizi alt etken ve gelişmeyi
içerir. Fakat konuyu fazla yaymamak için bunların çoğunu şimdilik genel değinmeler biçiminde ele alacağız. Bu
arada daha önceki bölümlerde değindiklerimizi tekrarlamaktan mümkün olduğunca kaçınacağız. Ancak "Neden
bugün?" sorusunun yanıtını bütünlüklü bir tarzda verebilmek için tekrar anılması zorunlu olanları, şu ana kadar
değinilmeyen yönleri ile ele alacağız.

A) SAVAŞ YORGUNLUĞU
a) Tarihsel koşullardaki farklılaşma nedeniyle bugün halkları vuran bir silah
Savaş yorgunluğu, politik hedeflerine ulaşabilmek amacıyla karşısındakini iradesini kabul etmeye
zorlamak için birbirleriyle savaşa tutuşan güçlerin fiziksel ve moral kuvvetlerindeki zayıflamayı anlatmak üzere
kullanılan genel bir terimdir. Ama daha çok taraflardan birinin, savaşı, stratejik amacına ulaşabilmek için
gereken etkinlikte sürdürebilme imkan ve potansiyellerindeki zayıflamayı, daralma ve zorlanmaları ifade etmek
için kullanılır. Bu anlamda, "düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemi" (Clausewitz)
olarak her savaşın askeri bakımdan asgari hedefini 'hasmını yormak' oluşturur. Fakat her savaşın bu asgari askeri
amacı, "Düşük Yoğunluklu Savaş" stratejisinde özel bir yere sahiptir. Hasmını yıpratıp yorarak onu, savaşı belirli
bir düzeyde hâlâ sürdürebilecek durumda olsa bile asıl stratejik amacını oluşturan politik hedefinden vazgeçmek,
en azından bunu küçültmek zorunda kalacağı bir duruma sürüklemek bu stratejinin ana hedefi durumundadır.
Stratejinin bütünü bunun üzerine kuruludur. Fakat onun özellikle ikinci aşamasını oluşturan "siyasi çözüm"
aşamasının gündeme getirilişi -istisnai durumlar hariç- tamamen buna bağlıdır. Emperyalistler ve işbirlikçileri,
kendilerine başkaldıran devrimci güçleri politik talepleri bakımından kendilerinin de kabul edebilecekleri sınırlar
içinde bir "çözüme" razı edebilecek ölçüde yorup yıprattıklarına inanmadıkları sürece bu açılımı gündeme
getirmezler.
Devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgasının 1950 sonlarından başlayarak büyük bir kabarma
gösterdiği 1960 ve '70'li yularda "savaş yorgunluğu", ulusal ve sosyal kurtuluşları için silaha sarılan halkların ve
devrimci güçlerin emperyalistler ve işbirlikçileri karşısında sonuca gitmelerini kolaylaştıran bir etkendi. Maddi
olanaklar ve askeri güç bakımından kendilerinden kat kat üstün emperyalistleri dahi halklar geçmişte bu sayede
yenilgiye uğratmışlar; yani onları "yordukları", savaşı asıl olarak siyasal ve moral bakımlardan sürdüremeyecek
hale sürüklemeyi başardıkları için sonuca gidebilmişlerdir. Yoksa ne Cezayirliler Fransız ordusunu büyük askeri
yenilgilere uğratmışlar, ne Vietnamlılar Amerikalıları savaş alanında önlerine katıp kovalayarak ülkelerinden
defetmişler, ne de Afrika'daki ulusal kurtuluş devrimleri, bırakalım savaştıkları emperyalistleri ve sömürgeci
orduları, bunların piyon olarak kullandıkları paralı güçleri dahi askeri bakımdan bütünüyle ezerek zafere
ulaşmışlardır. Bunları elbette ki askeri bakımdan da ciddi ölçülerde darbelemiş, yıpratmış, zayıf düşürmüşlerdir.
Fakat onları sonuca götüren asıl etken, hasımlarını moral ve siyasal bakımlardan yıpratıp savaşı artık daha fazla
sürdüremeyecekleri bir noktaya sürüklemeleri olmuştur. Savaş uzadıkça, karşılarındaki emperyalist güçler,
dünya kamuoyunun yanı sıra bizzat kendi kamuoylarından da yükselen güçlü bir savaş aleyhtarlığının baskısı ile
karşı karşıya kalmışlar ve cephe gerilerinden yükselen bu baskı onları geri çekilmek zorunda bırakmıştır.
O yıllarda süreçlerin genel olarak böyle bir seyir izlemesinde, dünyanın o günkü koşulları ve dengelerinin

1 'Kürt Kapanı' yazısının geçen sayıda yayınladığımız ilk bölümünde, teknik bir hata sonucu, 44. sayfanın 3. sütununda yer alan 'Bir an için PKK'nin
bu oyuna geldiğini ve burjuvazinin "siyasi çözüm" aldatmacasına kendini kaptırdığını düşünelim' cümlesinin arkasından gelmesi gereken, 'Bu durumda bile
genel bir ateşkes sağlanabilir belki ancak bu ne silahların tamamen susması anlamına gelir ne de şiddet ve terör uygulamalarının bıçak gibi kesilmesini
beraberinde getirir' cümlesi atlanmıştır. Düzeltir, özür dileriz.
ezilen halklar ve devrimci güçlerden yana olmasının belirleyici bir rolü vardı. En başta, gelişmiş kapitalist ve
emperyalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketleri ile yarısömürge ülkelerde ezilen halkların ulusal ve
toplumsal kurtuluş mücadeleleri dalgası güçlü bir yükseliş içindeydi. Buna mukabil aralarındaki çelişkilerin
keskinliğinden ötürü emperyalist güçler arasında derin bir bölünme ve kamplaşma yaşanıyordu. Özellikle iki
süper devlet arasındaki rekabetin keskinliği, emperyalist kampı zayıf düşüren, onların tek tek veya birleşik
olarak hareket etme imkanlarını daraltan bir etken işlevini görüyordu. Emperyalistler arasındaki çelişkilerin
keskinliği zemininde yükselen bloklaşma, burjuvazi ve gericiliğin güçlerini çoğu kez paralize edici bir rol
oynarken, halklara ve devrimci güçlere ise oldukça geniş bir hareket olanağı kazandırıyordu. Revizyonist
ihanetin tahribatları kendini giderek daha fazla göstermeye başlamış olmakla birlikte sosyalizmin prestiji hâlâ
orta sınıfları dahi etkileyebilecek denli yüksekti. Küçükburjuva halkçı veya ulusal kurtuluşçu bir karaktere sahip
güçler üzerinde ise bu etki, onların kendilerini "sosyalist" hatta "ML" olarak nitelemelerine yol açacak ölçüde
ileri boyutlardaydı. Peşpeşe gelen dalgalar halinde boy gösteren Titocu, Kruşçevci, Avrupa komünisti ve Maocu
revizyonizmlerin yarattığı ideolojik karmaşa ve bulanıklık ortamında bu durum bir taraftan ML teori ve
proletarya sosyalizminin kavranışında yeni çarpıklık ve yanılsamalara neden olurken, öbür taraftan
antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerine belirgin bir halkçı karakter kazandıran bir etken işlevini gördü.
Köklü bir toprak reformu başta olmak üzere ekonomik ve toplumsal yaşamda devrimci demokratik dönüşümler
gerçekleştirmeyi de hedefleyen bir yönelim kazandıkları ölçüde halkların ulusal kurtuluş mücadeleleri,
emperyalistler ve işbirlikçileri karşısında daha tutarlı bir devrimci çizgi temelinde daha direngen ve yığınsal bir
karakter kazanarak çarpıcı zaferlerle taçlandılar. O yıllarda dünyaya egemen olan psiko-siyasal atmosfer,
halkların direnme ve mücadele ruhunu güçlendirici bir rol oynarken, emperyalizm ve gericiliğin güçleri adeta
moral bir çöküntü içindeydiler. Emperyalist kapitalizm, ideolojik, kültürel ve ahlaki alanlarda da daha çok
savunma pozisyonundaydı. Burjuva kapitalist ideolojinin açıktan savunulabilmesi, cesaret gerektiren bir işti.
Başlı başına bu demoralizasyon ve özgüven zayıflığı bile, emperyalizm ve gericiliğin güçlerini, ayağa kalkan ve
savaşan hakların karşısında erken 'yorulmaya', nispeten kolay ve çabuk pes etmeye sürükleyen bir etken
durumundaydı.
'80 sonrası sürece baktığımız zaman ise, koşulların ve dengelerin devrimci güçlerin aleyhine değiştiklerini
görürüz. Bir kere en başta, devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgası kırıldı ve dibe vurdu bu süreçte. Tek
başına bu bile tek tek ülkelerdeki işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketleri ile halkların ulusal kurtuluş
mücadelelerini geriye çeken, onların cesaretlerini kıran, direnme ve dayanma güçlerini zayıflatan bir rol oynuyor
günümüzde. Emperyalistler arasındaki çelişkiler ve rekabet kuşkusuz ortadan kalkmış değil, dünya çapındaki
krizin etkisiyle bu bazı yönlerden daha da derinleşmiş durumda. Fakat geçmişten farklı olarak, keskin çizgilerle
ayrılmış siyasi ve askeri bir bloklaşma yok bugün emperyalizmin saflarında. Bunun nüve halindeki unsurlarını
taşıyan ve daha çok taktik farklılıklar biçiminde kendini gösteren oynak bir saflaşma var. Aralarındaki rekabeti
keskinleştiren kriz, öte taraftan, sistemin bütününü tehdit eden her türlü muhalif gelişmeye karşı ortak tavır
almalarını kolaylaştırıcı bir etken rolünü oynuyor. Emperyalist burjuvazi ve dünya gericiliğinin güçleri, 1980
sonrası süreçte, asıl olarak özgüvenlerini yeniden kazandılar. Devrim dalgasındaki kırılma ve revizyonizmin
neden olduğu utanç verici iflasın bunda özel bir rolü oldu. Emperyalist burjuvazi bu süreçte ekonomik, siyasi ve
askeri bakımlardan olduğu gibi ideolojik, kültürel ve moral bakımlardan da dünya çapında inisiyatifi ele geçirdi,
atak üzerine atak tazeleyebilen küstah ve saldırgan bir konum kazandı.
Tarihsel koşullardaki bütün bu değişiklikler, komünistler ve devrimci güçler, toplumsal ve ulusal hakları
için ayağa kalkma gücünü ve cesaretini gösterebilen halklar açısından bir dizi yeni zorluk ve dezavantajı
beraberinde getirdi doğal olarak. Bunların en önemlilerinden biri de, sonuca gitmenin eskisinden çok daha büyük
bedeller ödemeyi, çok daha fazla güç ve çaba harcamayı, çok daha sağlam bir irade ve kararlılık sergilemeyi
gerektirir hale gelmesidir. Yine geçmişten farklı ve aleyhte bir etken olarak bunlara bir de, emperyalist burjuvazi
ve işbirlikçilerinin, silahlı devrim mücadelelerini etkisizleştirme ve bastırma konusunda kazandıkları tecrübeleri,
bilim ve teknolojideki gelişmelerin savaş sanayine uygulanmasının sonucu olarak burjuva orduların silah,
teçhizat, hızlı hareket kabiliyeti, haberleşme ve istihbarat imkanları bakımından kazandıkları ek üstünlük ve
avantajları eklemek gerekir.
Sonuç olarak, tarihsel koşullardaki farklılaşmadan ötürü, geçmişte halkların devrimci kurtuluş
mücadelelerinin sonuca gitmesini kolaylaştıran "savaş yorgunluğu" etkeninin işlevi günümüzde tersine
dönmüş; girişilen mücadelelerin uzaması, bugün artık devrimci güçleri ve onu destekleyen kitleleri daha erken
yorup yıpratan, soluk yetersizliğine ve tıkanmalara zemin hazırlayan bir etken özelliği kazanmıştır. Zaten
"Düşük Yoğunluklu Savaş" stratejisinin emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından bugün bu kadar rahat
uygulanabilmesi ve sonuca gidebilmesi de, onun panzehiri bulunamamış "karşı durulmaz" bir strateji özelliği
taşıdığından dolayı değil asıl olarak bundan dolayıdır.

b) Kürt UKM açısından durumu ağırlaştıran özel etkenler ve bu konuda düşülen stratejik yanılgı
Kürt UKM'nin, uluslararası koşul ve dengelerin elverişsizliği açısından talihsizliği, sadece bunun
dünyanın her yöresi için geçerli genel sonuçlarından da ibaret değildir. Kürt ulusal sorununun tarihsel-siyasal
özgünlükleri ve Ortadoğu bölgesinin özelliğinden dolayı o, bu genel olumsuzluklardan bazılarını çok daha özel
ve yoğunlaşmış bir biçimde yaşamak durumunda kalmıştır. Bunları biraz açmak gerekirse, Kürt ulusal kurtuluş
mücadelesi, '4 parçaya bölünmüş bir ülke, parçalanmış bir ulus' gerçekliği zemini üzerinde yükselmek
zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Büyük bir tarihsel haksızlığın sonucu olan bu durum ona, nispeten geniş bir
hareket alanı ile derinlikli bir cephe gerisine sahip olmak gibi ek avantajlar sağlamıştır. Fakat öbür taraftan,
aralarında zaman zaman alevlenen kimi taktik farklılıklar ortaya çıksa bile bu konuda ona karşı stratejik bir çıkar
ortaklığı içinde olan Türk, Arap ve Fars gericiliği gibi kararlı düşmanlarının sayısının otomatik olarak çoğalması
gibi dezavantajları da olmuştur. Bu parçalanmışlık, bir diğer boyutuyla, Kürt ulusunun sosyo-kültürel gelişiminin
iç dinamiklerini zayıflatan, onun uluslaşma sürecini yavaşlatan, kimi yönlerde deforme eden olumsuz bir tarihsel
etkendir. Bunun üzerine bir de uzun bir tarihsel geçmişe dayanan asimilasyon çabaları ile sık sık tekrarlanan
katliamların binmesi, bütünde olduğu gibi tek tek parçalar özelinde de devrimci bir bilinç ve örgütlenme
temelinde yığınsal ve istikrarlı bir ulusal mücadelenin geliştirilebilmesi için nesnel bakımdan elverişsiz bir
toplumsal gerçeklik ortaya çıkarmıştır. Kürt toplumunun genelinde sınıfsal farklılaşmanın güdük kalması, feodal
parçalanmışlık ve aşiret ilişkilerinin hâlâ süregelen egemenliği, parçalar arasındaki sosyal ve ekonomik ilişkilerle
siyasal etkileşimi bütünüyle ortadan kaldıramamış olmakla birlikte 4 ayrı devletin boyunduruğu altında olmanın
yarattığı izolasyonist sonuçlar, burjuva anlamda modern bir önderlik ve örgütlülükten dahi yoksun olarak
girişilen daha önceki isyanların arkasından yaşanan katliamların yarattığı özgüven kaybı ve siniklik bu sosyo-
ekonomik ve psiko-kültürel dezavantajların başlıcalarıdır. Bu nedenle, neredeyse bütün dünyanın ayağa kalktığı
'60'lı-'70'li yılların elverişli tarihsel koşullarında dahi yığınsal ve militan bir ulusal başkaldırı yönelimi içine
girmeyen Kürt toplumunu, '80'li yılların alabildiğine elverişsiz koşullarında hem de devrimci militan bir çizgi
temelinde ayağa kaldırabilmiş olmak olağanüstü bir başarı kabul edilmelidir. PKK bunu başarmıştır.
Ayrıca bunun Ortadoğu gibi bir bölgede gerçekleştirilmiş olması, bu tarihsel başarıya ek olarak özel bir
değer ve anlam kazandırır. Çünkü stratejik öneminden dolayı Ortadoğu öyle bir bölgedir ki, yerel gericiliklerin
dışında dünyanın belli başlı bütün emperyalist güçlerinin elleri buradadır. Devrimci bir gücün canını dişine
takarak yaptığı en küçük bir hamle bile, bu bölgede anında karmaşık bir dizi karşıdevrimci reaksiyon doğurur.
Bu gerçeklik, Ortadoğu bölgesinde devrimci kazanımlar elde etmenin bedellerini yükseltir, bu kazanmaları çoğu
kez sınırlandırır, çok geçmeden etkisizleştirebilir veya ileriye doğru attığınız her adım yeni ve daha büyük
belalarla karşı karşıya kalmanın riskini içinde taşır. Onun için Ortadoğu'da tutarlı bir devrimci çizgi temelinde
ilerlemek ve sonuca gitmek, dünyanın başka yörelerinde olduğundan daha zordur. Daha kararlı ve ilkeli bir
duruşu, daha soluklu ve bedelleri daha yüksek bir mücadeleyi göze almayı gerektirir. Bu geçmişte de böyleydi
fakat "Yeni Dünya Düzeni" koşullarında çok daha açık bir zorunluluk halini almıştır. Bunu baştan itibaren
görmek ve sürekli akılda bulundurarak hareket etmek gerekir.
PKK'nin düştüğü stratejik yanılgılardan biri çıkar bu noktada karşımıza. Bugün kendisini pratikte de
gösteren sonuçların ışığında geriye doğru baktığımız zaman, PKK'nin, tarihsel koşulların 1980 sonrası dünya
çapındaki genel elverişsizliği ile bunun Ortadoğu gibi bir bölgede özel olarak ağırlaşmış yansımalarından
kaynaklanan zorlukları yeterince dikkate alarak hareket ettiğini söyleyemeyiz. '84 Atılımının hazırlıkları
sırasında ve mücadelenin ilk yıllarında nispeten güçlü olan bu perspektif, özellikle '90-'91 Serhıldanlarını izleyen
süreçten itibaren giderek yitirilmiştir. Gerilla mücadelesinde kazanılan başarıların, bu arada hareketin umulandan
daha hızlı ve daha büyük ölçekte kitleselleşmesinin yarattığı 'başarı sarhoşluğu'nun da etkisiyle, başlangıçta
varolan devrimci gerçekçiliğin yerini, daha sonraları giderek "yakın devrim" hayalleri ve beklentileri almıştır.
Sadece lehteki faktörler ve kaydedilen ilerlemeler görülür olmuş, buna karşılık aleyhteki tarihsel, toplumsal ve
bölgesel etkenlerle, mücadele boyutlandıkça büyüyen tehlikeler yeterince dikkate alınmaz olmuştur. Uzun vadeli
stratejik bir yaklaşımın yerine dar kesitsel taktik tutumlar geçmiştir. Bunlar nesnel veya öznel nitelikteki geriye
çekici başka etkenlerle de birleşerek yeni olumsuzluklara kaynaklık etmiştir. Sonuç olarak, "savaş yorgunluğu"
ve ondan beslenen tehlikelerin bugün bu denli boyutlanmış olarak ortaya çıkmasında, mücadelenin uzun süreceği
ve çok zorlu geçeceğine dair stratejik yaklaşımın zayıflaması ve giderek yitirilmesinin payı büyüktür.
Esasında PKK başlangıçta kendisini uzun süreli ve zorlu bir mücadeleye hazırlamıştı. '84 Atılımının
hazırlıklarını bu perspektifle yürüttüğünü pratikte de kanıtladı. Nitekim bu devrimci perspektifi yeteri kadar
içselleştirememiş olan küçük burjuva unsurlar, ya daha işin başında, ülkeye giriş zamanı geldiğinde veya
devrimci silahlı mücadelenin doğasından kaynaklanan ilk ağır darbeler ve zorlanmalarla karşılaşır karşılaşmaz
dökülmüşlerdir. Fakat süreç ilerledikçe, başlangıçtaki bu devrimci gerçekçiliğin yerini tek yanlı bir iyimserlik ve
hayaller aldı. Ulusal devrimci hareket de, küçükburjuva devrimciliğinin karakteristik hastalıklarından biri olan
"görelilik" ölçütüyle hareket etme hastalığına tutuldu. Tarihsel bir atılım gerçekleştirmiş, kimsenin beklemediği -
bu arada kendisinin dahi ummadığı- başarılar ve ilerlemeler kaydetmiş olmanın haklı gururu ve özgüveni aşırıya
kaçarak devrimci sağduyu ve mantığın önüne geçti; durumun ve olası gelişmelerin bütünlüklü ve gerçekçi bir
tarzda değerlendirilmesinin yerini hareket ilerledikçe büyüyen tehlikelerin, süreç uzadıkça ağırlaşmış olarak
kendisini gösterecek olan dezavantajların yeterince hesaba katılmadığı aşırı bir sübjektivizm aldı. İşin kötüsü,
gerçeklerle karşılaşıldıkça kırılmaya uğrama ve bu kez tam tersine dönüşme tehlikesini bağrında taşıyan bu aşırı
sübjektivizm, kitlelerden de önce, onları bu konuda uyarmakla yükümlü öncünün saflarında gelişti. Oradan
kitlelere doğru yayıldı. Kadroları ve kitleleri, savaşın daha uzun sürebileceği olasılığına göre eğitip hazırlaması
gereken propaganda ve ajitasyon, "erken zafer" beklentilerini körükleyecek tarzda 'ajitatif' bir çizgiye oturtuldu.
Daha da vahimi, bu sübjektivizm, stratejik belirlemelere ve taktiklere yol göstermeye başladı.
Örneğin, 1992 yılında abartılı bir "stratejik denge" tespitinde bulunuldu. Devrimin gelişme seyri gibi
çoğu değişken bir karaktere sahip bir dizi etkene bağlı olarak dinamik bir özellik taşıyan bir süreci mekanik
kalıplar içinde ele alan -onun oportünizmi yalnızca bundan ibaret değildir- Maocu "uzun süreli halk savaşı"
teorisine ait bir kavram olarak "stratejik denge aşaması", artık nihai zaferin elde edilebileceği son aşama olarak
"stratejik taarruz aşaması"na geçişin eşiğine gelindiğini ifade eder. O güne kadar kaydettiği sıçramalı gelişmeye
rağmen Kürdistan ulusal devrimi, '92 yılında bunun henüz çok uzağındadır. Bırakalım başka şeyleri, aradan 6 yıl
geçtiği halde bugün bulunulan nokta bile bu gerçeği görmek için yeterlidir. "Stratejik denge" gibi ileri bir tespitte
bulunulurken, sadece mücadelenin '84 öncesine göre kaydettiği gelişmeler, bu arada gerillanın başta Botan
olmak üzere bazı alanlarda sağladığı üstünlük vb. görülmüştür. Ama buna karşılık gerillanın Botan'da bile tam
ve mutlak bir hakimiyet kuramadığı, Botan ve çevresel bazı alanların dışında kalan kırsal alanlarda daha da zayıf
bir durumda bulunulduğu, asıl önemlisi kitlelerdeki bütün hareketlenmeye rağmen devletin kentlerdeki askeri ve
idari hakimiyetinin sürdüğü, bunların dışında rejimin henüz bütün kozlarını oynamadığı, emperyalistler ve bölge
gericiliğinin daha bütünüyle devreye girmedikleri vb. gibi sürecin gelişimine ve sonuca etki edecek gerçekler
gözden kaçırılmıştır. "Stratejik denge" tespiti gibi abartılı tespitlere neden olan aşırı sübjektivizm ve tek yanlılık
taktiklere de yansımış, ortaya atıldıkları somut koşullarda gerçekleşmesi imkansıza yakın ölçüde zor yakın taktik
hedefler konulmuş ve tabii pratikte bunların hiçbirine ulaşılamamıştır. '93 yılının Newroz taktiğini, '92
sonlarından itibaren dile getirilmeye başlanan "Botan-Behdinan Kurtarılmış Bölgesi ve Savaş Hükümeti"
hedefini ciddi hiçbir varlık gösteremeyen "Ulusal kongre" denemesini, '95'te ileri sürülen "gerillanın 50 bin
kişiye çıkarılması ve ordulaşma" hedefini, '97'nin "final yılı" ilan edilmesi buna ilk ağızda verilebilecek örnekler
olarak sayabiliriz. Devrimci bir taktik önderlik, elbette ki "mevcut durumun taktiğini" yapmaz. Sıçramalı bir
devrimci gelişmenin önünü açabilmek için, güçlerin belirli bir zorlanmasıyla elde edilebilecek ileri hedefler
koyar ve koymalıdır hareketin önüne. Bu yönüyle 'hayalci' olmalıdır. Fakat bunun desteksiz bir atışa
dönüşmemesi için de ayağını yerden kesmemelidir. PKK'nin taktik tutum ve politikalarında eleştirdiğimiz yön
burasıdır. Durumun ve koşulların gerçekçi ve bütünsel bir değerlendirmesini yapmak yerine tek yanlı bir
sübjektivizmle hareket ederek, daha da kötüsü genellikle hareketin zorlandığı kesitlerde kadrolara ve yurtsever
kitlelere biraz argo bir deyimle 'gaz vermek' gibi pragmatist bir amaçla gerçekleşemeyeceği baştan belli yakın
taktik hedefler ileri sürerek moral motivasyonu bu yöntemle diri tutmaya çalışmasıdır. "Erken sonuç"
beklentilerini körükleyen bu tutum o kesitlerde istenen etkiyi sağlamış olabilir belki ama, süreç ilerledikçe
umulanın büyüklüğü ölçüsünde hayal kırıklıklarına dönüşerek bu kez devrimci özgüven ve iradeyi içten içe
kemiren bir "savaş yorgunluğu" etkeni özelliğini kazanmıştır.

c) Kürt UKM'nin saflarında başgösteren 'savaş yorgunluğu'nun bugün kazandığı boyutlar, yansımalar ve sonuçlar
İşbirlikçi Türk tekelci burjuvazisi, Kürt politikasında bugün nispi de olsa bir değişiklik yapma gereğini
duyuyorsa eğer, onu buna 'zorlayan' etkenler kadar, ona bunu bugün yapma 'cesaretini veren' etkenlerin de
bulunduğunu görmek zorundayız. Bunların başında, ulusal hareketin saflarında başgösteren 'savaş
yorgunluğu'nun geldiğini sık sık vurguladık. Burjuvazinin kendi "siyasi çözüm" açılımını bugün gündeme
getirmesinin temelinde olduğu gibi, ulusal mücadelenin devrimci karakterini tasfiye sonucunu doğuracak sağ
reformist uzlaşma eğilimlerinin açıkça örgütlenmeye kalkışma cesaretini bulabilmesinin temelinde de bu olgu
vardır. Gerek burjuvazi gerekse sağ tasfiyeciliğin temsilcileri, bugün bütün hesaplarını asıl olarak savaş
yorgunluğunun yaygınlığı ve derinliği üzerine kurmaktadırlar.
13 yıldır süren amansız bir savaşın, hareketin saflarında belirli bir yorgunluk yaratmış olmasını
yadırgamamak gerekir. Bu bir yerde kaçımlmaz bir sonuçtur. Devrim ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişim
süreçleri hakkında bir parça bilgi ve fikir sahibi olan hiçbir devrimci bunu yadırgamaz, şaşırtıcı bulmaz, bundan
fazla korkmaz ve paniğe kapılmaz. Fakat bu devrimci sağlamlık ve soğukkanlılık, bu olgunun içerdiği
tehlikelerin küçümsenmesi şeklinde bir kayıtsızlık halini de almamalıdır. Çünkü savaşan güçlerin ve kitlelerin
devrimci irade ve dayanma gücünü içten içe kemiren bu sinsi hastalık, hareketi felakete sürükleyebilecek
sapmaların ortaya çıkmasına ve güç toplamasına elverişli bir nesnel zemin yaratır. Bundan ötürü bu konuda
gösterilecek en küçük gevşeklik ve rehavet bile yenilgiye davetiye çıkarmak anlamına gelir. Bugün Kürt ulusal
hareketinin saflarında kendini gösteren savaş yorgunluğu olgusu, kazandığı boyutlar nedeniyle, büyük ve yakın
tehlikelere gebe niteliktedir. Bugünkü tehlikeyi büyüten özel etkenleri 4 başlık altında toplayabiliriz:
1) Savaş yorgunluğu, bugün kendisini en başta ulusal hareketin hayat kaynağını oluşturan yurtsever
kitleler içinde göstermektedir. Fakat o bugün yalnızca tabanla sınırlı kalmayıp, hareketin çevre güçleri hatta
bizzat öncünün saflarında da kendini gösteren yaygınlık kazanmış bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır,
2) Hareketin sadece fizik güçlerinde bir yıpranma ile sınırlı kalmayıp, bunun yanı sıra düşünsel ve
ruhsal bir yorgunluk boyutunu kazanmış olarak karşımıza çıkmaktadır,
3) Daha çok potansiyel bir tehlike oluşturan sınırlı bir çevre hareketi olmaktan çıkıp kendisini açıkça
örgütlemeye yönelen pratik bir tasfiye yönelimi olarak karşımıza çıkmaktadır,
4) Savaş yorgunluğu zemini üzerinde yükselen, buna dayanarak güç toplamaya çalışan sağ tasfiyeci
eğilim ve girişimlerin yoğunlaştığı bir kesitte tutumu belirleyici bir önem kazanan devrimci öncünün kendisi de
bu konuda ideolojik-siyasi bakımdan net bir duruş içinde değildir.
Bugünkü durumu, benzer girişimlerin yaşandığı geçmişten farklı kılan bu etkenler, birbirlerini besleyip
ivmelendiren bir bütünlük oluştururlar. Savaş yorgunluğu olgusunun içerdiği tehlikelerin büyüklüğü de bu
bütünlükten, onun kapsam ve derinliğinden kaynaklanmaktadır.
Savaş yorgunluğunun bugün kendisini en başta, ulusal hareketin beslenme kaynağını oluşturan yurtsever
kitleler içinde gösterdiğini belirttik. Tabandaki bu yorgunluk, kendi içinde ayrıca bir genişlik kazanmış
durumdadır. Sınıfsal karakterleri nedeniyle güçlüklerin arttığı dönemlerde yorulmaya hazır orta sınıflar ve
küçükburjuva katmanlarla sınırlı kalmaktan çıkarak, ulusal devrimci hareketin en kararlı kitle desteğini oluşturan
-zaten bu yüzden kirli savaş uygulamalarının öncelikli hedefi haline gelen- Kürt yoksul köylülüğü ile diğer
emekçi kesimler içinde de kendini göstermektedir. Serhıldanlar döneminde ölümün üzerine bile tilili çekerek
yürüyen bu kitleler, o eski militan savaşçı ruh halinden farklı olarak bugün yasal kitle eylemlerine katılmakta
dahi çekingen bir tutum sergilemektedirler. Uzayan savaşın her geçen gün katlanarak büyüyen acıları, çektikleri
yoksulluk ve sefaletin derinleşmesi, yerinden yurdundan edilmenin üzerine binen işsizlik, evsizlik, açlık ve
horlanmanın bunaltıcı baskısı, onları geriye çeken bir etken olmaktadır. Bu durum, savaş uzadıkça öncekilerin
üzerine binen acılara ve bedellere göğüs gerebilme katsayısını haliyle düşürmüştür.
Mücadelenin gelişim seyri, süresi, temposu, izlenen taktikler vb. etkenlere bağlı olarak kitlelerin ruh
halinde iniş çıkışların yaşanması, bu arada dönemsel veya göreli bazı gerilemelerin ortaya çıkması, üzerinden
atlanmaması gereken bir durum olmakla birlikte yadırganmaması da gereken bir durumdur. Burada önemli olan,
gözlerini gerçeğe kapatmayarak bu olguyu doğuran nedenlerin doğru bir çözümlemesi temelinde onun üzerine
giderek derinleşmesine ve kalıcılaşmasına meydan vermemektir. Yurtsever hareketin kadroları içinde, bugün
özellikle metropollere göçertilmiş emekçi yığınların ruh halindeki zayıflamanın boyutları ve bunu doğuran
nedenlerin çözümlenmesi konusunda bir zayıflık vardır. '90'lı yılların başlarında elle tutulabilecek ölçüde yoğun
olan o devrimci özgüven ve zafere duyulan inancın yerini, bugün henüz o noktaya gelmiş olmamakla birlikte
"Olsun da nasıl olursa olsun" şeklinde bir teslimiyetçiliğe kadar evrilmeye müsait bir "barış" talebi ve özleminin
almasının içerdiği tehlikelerin yeterince görülebildiği söylenemez. Kürdistan cezaevlerindeki açlık grevleri veya
HADEP'e yönelik son saldırıların protestosu sırasında görüldüğü gibi zaman zaman geçmişi çağrıştıran nispeten
kitlesel çıkışlar gerçekleştirilmektedir.2 Bunlar, yitirilmemiş bir siyasal canlılığın -zaten bunu iddia eden yoktur-
göstergeleri olmakla birlikte, sahip olunan kitle potansiyelinin genişliği ve kitle militanlığının geçmişteki düzeyi
ile ölçüldüğünde her iki yönde de belirgin bir zayıflamanın yaşandığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Kitlelerdeki savaş yorgunluğunun bir de dolaylı yansımaları vardır. Öncünün hareket kabiliyetini
sınırlandıran geriye çekici bir basınç oluşturması, bunların başında gelir. Öncü, özellikle güncel politika ve
taktiklerini belirlerken, kitlelerin ruh halini ve bundaki değişmeleri dikkate almamazlık edemez. Fakat bunu
yaparken, kaynağını stratejik hedef bilincinin netliği ve derinliğinden alan sağlam bir duruşla hareket etmek
yerine -ki devrimci öncülük misyonu bu noktada somutlanır zaten- kitlelerden gelen geriye çekici baskılara
göğüs geremeyen bir zafiyet sergileyecek olursa eğer, o zaman tehlikeli bir sarmal oluşur. Kitlelerden gelen
basınç öncünün politika ve taktiklerini geriye çekici bir etkide bulunurken, kitlelerin psikolojisine teslim
olunduğu ölçüde devrimci karakteri zayıflayan politika ve taktikler mevcut gerilemeyi derinleştirici bir rol
oynamaya başlarlar. Ulusal hareketin saflarında eski devrimci militan ruhu zayıflatıcı bir rol oynayan "barış" ve
"siyasi çözüm" eğilimlerinin gelişim sürecini irdelediğimizde, böyle bir karşılıklı etkileşimin varlığını görürüz.
Yurtsever kitleler içindeki savaş yorgunluğunun derinleşmesi, başka etkenlerle de birleşerek, taktik planda
geriye çekici başka olumsuz sonuçlar da doğurmuştur. Örneğin PKK, 1995 yılı planlamaları sırasında, gerilla gü-
cünü 50 bin kişilik ordu düzeyine çıkarmayı yakın bir taktik hedef olarak önüne koymuştu. Fakat bu hedefe
ulaşmak şurada dursun, geçen süreç zarfında gelişme tersi yönde olmuştur. Bugün "hacim daralmasının
yararlarından", "bazı alanlarda çekirdeksel bir gücün korunmuş olmasının bile başarı sayılması gerektiğinden"
vb. söz edilir bir duruma gelinmiştir. Bu elbette ki tek başına hatta esas olarak kitlelerdeki savaş yorgunluğuna
bağlanamaz. Fakat savaş yorgunluğunun tezahür biçimlerinden biri olarak Kuzey'den gerillaya katılımların
geçmiş yıllara kıyasla düşmüş olmasının bu hedefe ulaşılamamasında payının olmadığı da söylenemez.
Savaş yorgunluğu etkeninin doğurduğu sonuçlar kapsamında bugün asıl üzerinde durulması gereken
nokta, kitlelerdeki bu yorgunluğun üzerine oynayan, onu bahane veya siper edinerek kendisini örgütlemeye
yönelen, bu anlamda kendisi de savaş yorgunluğunun doğrudan bir tezahürü olmakla kalmayıp tabandaki

2 'Serihıldanlar döneminin başlangıcı' olur. Ulusal hareket adına yapılan açıklamalar bu yöndedir. Her biri kendi içinde özel bir anlam ve değer
taşıyan bu eylemler, daha genel bir yönelimin ifadesi olarak özellikle iki noktada, özgül ağırlıklarının ötesinde bir anlama ve değere sahiptirler. Bunlardan
birincisi, Kürt ulusal hareketi içinde geliştirilmeye çalışılan ihanete ve sağ tasfiyeci eğilimlere, militan devrimci bir temelde pratikte verilen bir yanıt özelliğini
taşımalarından kaynaklanmaktadır. İkincisi ise, Türkiye devrimci hareketi içinde de radikal devrimci güçlerle eylem birlikleri tercih edilerek gerçekleştirilmiş
olmalarından ileri gelmektedir. Metropollerdeki yurtsever kitle potansiyelinin militan bir eylem çizgisi temelinde, bu arada Türkiye devrimci hareketi içindeki
radikal güçlerle eylem birlikleri tercih edilerek harekete geçirilmesi, ulusal hareketin saflarında olduğu kadar Türkiye devrimci hareketinin saflarında da
derinleşen sağ tasfiyeciliğe karşı güçlü bir devrimci barikat ve çekim merkezi oluşturacaktır. Bu yönelimin sürdürülmesi ve derinleştirilmesi, bundan ötürü
büyük önem taşımaktadır. Fakat her iki yöndeki gelişmenin de dönemsel geçici bir yönelim olmaktan çıkıp kalıcı ve istikrarlı bir karakter kazanabilmesi, her
şeyden önce, reformist "siyasi çözüm" ve "barış" arayışlarının yerine ulusal sorunun devrimci çözümünün stratejik taleplerine yüklenmeyi esas alan bir temel
anlayış değişikliğinin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Bugün ortaya çıkmış olan devrimci eylem birliği imkanları o zaman daha da genişlemiş olmakla
kalmayacak, elde edilen devrimci sonuçlar da çok daha kapsamlı boyutlar kazanabilecektir.
yorgunluğun dolaylı bir yansıması özelliğini taşıyan girişim ve gelişmeler olmalıdır. Bunların başında ise, ulusal
hareketin 'çevre güçleri' içinde yer alan bazı kesimlerin, her türlü uzlaşmaya açık sağ tasfiyeci bir çizgi temelinde
kendilerini açıkça örgütlemeye yönelmiş olmaları gelir. Ulusal hareketin güçlü olduğu ve mücadelenin devrimci
bir yükseliş gösterdiği dönemlerde ona yanaşan, onun ideolojik-siyasi yörüngesine giren, PKK'nin dar milliyetçi
çizgisinden de kaynaklı olarak bu konudaki özensiz ve pragmatist tutumlarından ötürü legal alanda hak
etmedikleri konumlara getirilen birtakım unsurlar, şimdi PKK'ye karşıt bir konumda, onu devre dışı bırakmayı
hedefleyen ayrı bir odak olarak örgütlenme sevdasına kapılmışlardır. Bizzat PKK tarafından açıklanan bilgilere
bakılacak olursa, emperyalistler ve burjuvazi tarafından muhatap alınmak üzere, hedefi sadece HADEP'in ele
geçirilmesi ile sınırlı olmayan oldukça boyutlu bir girişim söz konusudur. "PKK'ye alternatif bir örgütlenme
olarak, HADEP'in ele geçirilmesi de içinde olmak üzere, bir ucu Şerafettin Elçi ve Abdülmelik Fırat gibi Kürt
burjuva-feodal sınıflarının temsilcilerine, diğer ucu Barzani ve O'nun has adamı Sami Abdurrahman'a kadar
uzanan geniş bir "Kürt ihanet cephesi'" oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu arkadan vurma girişimi, gönüllerden
geçen bir niyetin ifadesi veya potansiyel bir tehlike olma boyutunu da aşarak, kurulacak partinin adının bile
belirlendiği bir somutluk kazanmıştır. Öyle ki Abdullah Öcalan'ın sözleriyle, "Her şey hazırdır, geriye bir tek
PKK'nin tasfiye edilmesi kalmıştır."
Bugün PKK'yi "dıştan" tasfiye etmeye soyunan bu unsurlar, Kürt sömürücü sınıflarının temsilcileridir.
Sınıfsal karakterlerine uygun olarak bunlar esasında hiçbir zaman kararlı ulusal devrimci bir çizgi ve tutumun
sahibi olmamışlardır. Ulusal mücadeleye en aktif biçimde katıldıkları durumlarda bile, bu kesimler, Komünist
Enternasyonalin tanımlamasıyla, "Ulusal reformizm olarak nitelendirilebilecek, çok sallantılı, tavizlere eğilim
gösteren bir akımı temsil ederler". Kaldı ki bunların Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine katılımları, PKK'nin
öncülük ettiği devrimci ulusal mücadelenin yığınsal kabarışının baskısıyla gerçekleşen bir 'sürüklenme'
biçiminde olmuştur. Savaşın uzaması, konjonktürel etkenlerdeki elverişsizlik, devletin izlediği strateji nedeniyle
yasal alanda devrimci bir duruşun dahi ciddi bedelleri göze almayı gerektirmesi, bu arada hareketin nispi bazı
sıkışıklıklar yaşaması vb. gibi gelişmelerin sonucunda, yan çizmeye zaten yapısal olarak eğilimli bu sürüklenişin
açık bir kopma ve teslimiyet yönelimi halini alması şaşırtıcı değildir. Bu anlamda, düne kadar ulusal hareketin
açık alandaki temsilcileri arasında yer alan bazı unsurların, bugün PKK'nin karşısına geçerek düpedüz
teslimiyetçi bir uzlaşma arayışı içine girmeleri bireysel bir korkaklık vb. ile açıklanamaz. Bunun altında onların
sınıfsal konumları ve ideolojik karakterleri yatmaktadır.
Fakat öte yandan onların bu tutumları, yadırganmaması gereken olağan bir durum olarak da hafife
alınamaz. Onların bu girişimlerini, salt kendisi ile sınırlı olmayan daha genel bir durumun hayra alamet
sayılmaması gereken belirtilerinden biri olarak görmek gerekir. Bazı hayvanlar vardır, gelen bir depremi
önceden sezerler ya da fareler suya atlamaya başlamışlarsa eğer geminin durumunda bir terslik var demektir.
Kürt sömürücü sınıflarının temsilcilerinin bugün açıkça PKK'yi tasfiyeyi amaçlayan girişimlere yönelmeleri, bu
türden bir belirti olarak görülmelidir. Dikkat edilirse bu unsurlar, güçlü iken yanaştıkları hareketi, sıkıştığını
veya sıkışacağını düşündükleri bir kesitte terkedip bir kenara çekilen pasif bir korkaklık sergilemiyorlar. Daha
ileri giderek, kendilerinin de yoğun olarak yaşadıkları bu yorgunluk ve korkaklığı örgütlü hale getirerek genele
yaymaya yöneliyorlar. Liberal reformist "siyasi çözüm" anlayışını kendilerine dayanak haline getirerek, "Gerilla
ulusal mücadelede oynayabileceği rolü oynamıştır, gerilla mücadelesinin yerini şimdi artık siyaset almalı, siyasi
zeminde mücadele öne çıkarılmalıdır" şeklinde özetlenebilecek bir tasfiyeciliğin bayraktarlığını yapıyorlar. Bu
tam da burjuvazinin sınırlı bazı sosyal ve kültürel hakların tanınmasından ibaret "siyasi çözüm" yöneliminin
önkoşulunu oluşturan "Silahlı mücadeleye son, PKK'ye hayır!" dayatmasına denk düşen bir yönelimdir. Enver
Hoca'nın kullandığı güzel bir söz vardır: "Bir el ötekini yıkar, ikisi birlikte yüzü yıkarlar" der. Burjuvazinin
aldatıcı "Kürt reformu" hazırlıkları ile ulusal hareketin saflarında tasfiyeci reformist uzlaşma eğilimleri ve bu
yöndeki girişimlerin azması arasında da böyle bir ilişki vardır.
Ulusal hareketin devrimci karakterinin tasfiyesi tehlikesini ciddi ve büyük bir tehlike haline getiren savaş
yorgunluğunun izini sürmeyi sürdürecek olursak eğer, zincirin burada kopmadığını görürüz. Sağcı eğilimleri
besleyip derinleştiren bu yorgunluk, öncünün saflarına da sirayet etmiş, üstelik önder kadrolar ve komuta
kademesi düzeyinde bile etkili olabilecek kadar boyutlanmıştır. Bu anlamda tehlike, sadece tabandan ve çevre
güçlerinden gelen 'dış' bir tehdit olmaktan çıkıp ciddi boyutlarda bir 'iç' olgu halini almış durumdadır. Bizzat
PKK önderliği tarafından da özellikle son aylarda giderek daha dolaysız biçimlerde dile getirilmektedir bu
gerçek. Hareketin iç durumuna ilişkin olarak yapılan değerlendirmelere bakıldığı zaman, istisna niteliğindeki
tekil bazı örnekler hariç devrimci çizgide ilerleyen diri ve atak bir gerilla hareketinin saflarında yaygın bir eğilim
haline gelmesi mümkün olmayan konformist tutum ve eğilimlerin eleştirisinde bir yoğunlaşma kendini
göstermektedir. Örneğin, savaşmaktan kaçar hale gelmiş, durduğu yerde çürüme örneği tutumlar söz konusu
edilmektedir. Bu artık nasıl bir boyut almışsa, bazı alanlarda ordunun bile, "Biz hiç dokunmayalım, bizim
saldırılarımızın sağlayamayacağı sonuçları nasıl olsa kendi içlerinde kendileri üretiyorlar" düşüncesine dayalı
taktikler izlediği belirtilmektedir. Savaştan bıkma, savaşmaktan kaçınma, eğitimi boş verme, "alıştığı" alan ve
mevzilere yapışıp kalma ya da tam tersi bir tutumla "belalı" gördüğü alanlardan uzak durma, savaş ağalığı,
genellikle felaketle sonuçlanan körlemesine eylemlere kalkışma, statükoculuk yoğun eleştiri konusu haline
getirilen zaafların başlıcalarıdır. Gerilla mücadelesinin doğası ve mantığıyla bariz bir çelişki gösteren bu tür
davranışların bu denli yaygınlaşmış olması, başlı basma ciddi bir yorgunluk belirtisidir. Gerilla hareketinin iç
dokusunda tehlikeli bir bozulmanın, devrimci dinamiklerinde ciddi bir zayıflamanın ortaya çıktığım gösterir.
Devletin bunu farketmediği söylenemez. Hem o kadar farkındadır ki, bizzat PKK önderliğinin de belirttiği gibi,
bunun üzerine hesaplar kurmaktadır.
Daha önce de belirttik, amansız bir savaş uzadıkça, bunun sadece hareketin tabanını oluşturan kitleler ile
yakın ve uzak çevre güçleri arasında değil bazı kadrolar üzerinde de belirli bir yorgunluk yaratması doğaldır. Bu
hatta bir yerde kaçınılmaz bir sonuçtur. Öncü ve kitleler içinde birbirlerini ivmelendirerek besleyen yaygın ve
genel bir eğilim halini almadığı sürece, bundan korku ve paniğe kapılmamak gerekir. Burada asıl önemli ve
belirleyici olan öncünün duruşudur. Parti ve gerilla sağlam durduktan sonra, savaş yorgunluğundan kaynaklanan
tehlikelerin üstesinden gelme olanağı var demektir. Tabii bu, nesnel durum ve koşulların, bu arada düşmanın
izlediği taktiklerin bu konuda hiçbir rolü ve etkisinin olmadığı anlamına gelmez. Aksi bir yaklaşım, her şeyi iradi
etkenlerle açıklamaya kalkışan idealist öznelci bir tutum olur. Hareketi çevreleyen nesnel koşullar ve düşmanın
taktikleri bir yerde sorunu doğuran nedenlerdir ve bunlar sonuç üzerinde de etkide bulunurlar. Eğer koşullar
devrimci açıdan elverişli ise düşmanın izlediği taktiklerin yıldırıcı etkisi de sınırlı kalır, öte yandan geniş bir
manevra olanağı bulan öncünün bunları savuşturması kolaylaşır. Elverişsiz durum ve koşullarda ise öncünün işi
biraz daha zordur, tehlike daha büyük ve daha tahrip edici olabilir, fakat stratejik hedef ve perspektifler
yitirilmedikten, devrimci çizgide ısrarlı kararlı bir duruş sergilendikten sonra taktik planda bazı gerilemeler, bu
arada bazı ciddi güç ve mevzi kayıpları yaşansa dahi hareketin yolundan saptırılması mümkün olamaz. Devrimci
tutum ve çizgi eninde sonunda kazanır ve eskisinden daha güçlenmiş olarak kendi yolunu açar. Bırakalım başka
örnekleri, bizzat PKK'nin kendi tarihinde bunun örnekleri vardır. '84 tarihsel atılımı, bu kararlı devrimci irade ve
tutum sayesinde gerçekleştirilmiştir. PKK'nin kendi resmi belgelerinde de "hareketin ve Parti'nin uçurumun
kenarından döndürüldüğü" belirtilen '86 ve '89 bunalımları bu sayede atlatılmıştır. Onun için, koşullar ne kadar
elverişsiz olursa olsun sonunda sonucu öncünün tutumu belirler.
Ulusal hareketin bugün karşı karşıya bulunduğu sağ reformist tasfiyecilik tehlikesini geçmişteki benzer
girişimlerden daha tehlikeli hale getiren en önemli etken de, ne yazık ki burada yatıyor. Geçmişten farklı olarak
bugün PKK'nin kendisi, sağ tasfiyeciliğin bayrak haline getirdiği "siyasi çözüm" konusunda ideolojik-siyasi
bakımdan net ve tutarlı bir duruş içinde değildir. Bu konuda anlayış düzeyinde onun temel yaklaşımlarından da
son yıllarda ulusal reformizm yönünde ciddi bir kayma ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle PKK bugün, '93'ten itibaren
yöneldiği "barış" ve "siyasi çözüm" politikaları ile buna dayalı taktikleri yüzünden bir yerde kendi elleriyle
besleyip büyüttüğü bir tasfiyecilik tehlikesi ile karşı karşıyadır.

d) Görülmesi gereken kökler


Sağ tasfiyeci eğilimlerin beslenme kaynağını oluşturan "savaş yorgunluğunun bugün bu kadar
boyutlanmış olarak kendini göstermesi nasıl tek başına PKK'nin hata ve yanılgıları gibi öznel etkenlerle
açıklanamazsa; mücadelenin uzun süreceği ve zorlu geçeceğine dair devrimci kavrayışın süreç içinde giderek
zayıflamasının tek olumsuz sonucu da "savaş yorgunluğu"nun derinleşmesinden ibaret görülemez. Tarihsel,
bölgesel ve toplumsal koşulların, konjonktürel durumun ve gelişmelerin bütünlüklü ve gerçekçi bir tarzda ele
alınmasındaki zayıflama, ulusal kurtuluş sorununu en azından tutarlı halkçı bir karaktere sahip sınıfsal talepler
ile dahi birleştirmekten uzak duran ulusal dargörüşlülük başta olmak üzere ulusal hareketin anti-emperyalist
duyarlılık ve yönelim bakımından da zayıflığı, pragmatizm, sonradan gelişen aşırı sübjektivizm ve
benmerkezcilik gibi yapısal zaafları ile de birleşerek devrimci çizgiden ciddi kaymalara neden olmuştur.
Bunlar daha çok izlenen dönemsel politika ve taktiklerde keskin zikzaklar biçiminde somutlanmışsa da, bunların
içinde ve gerisinde stratejik nitelikte olanlar vardır.
Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının tek biçimi olarak bir zamanlar mutlaklaştırılan bağımsızlık
hedefinden vazgeçilmesi, savaşın Kürtler için amacını oluşturan politik hedefin adım adım budanarak bugün
artık kültürel, sosyal ve idari bazı hakların yanı sıra PKK'ye yasal bir parti olarak siyasal faaliyet yürütme
olanağının tanınması derekesine kadar indirgenmesi bu kaymaların başında gelir. Stratejik hedefin bu tarzda ve
bu denli budanmasını, hiç kimse 'önemsiz bir sapma' veya taktik esneklik gereğinin biraz aşırıya kaçarak 'taktik
bir oportünizm' halini alması şeklinde 'küçük bir hata' olarak gösteremez. Her şeyi belirleyici nitelikte olan
stratejik hedef konusunda geriye doğru atılan bu adım, ulusal devrimci bir yönelimden ulusal reformizme doğru
dümen kırmaktan başka bir anlama gelmez. PKK bu adımıyla, kendisini PKK yapan, onu kendi dışındaki diğer
bütün Kürt örgütlerinden farklı kılan iki temel devrimci özelliğinden birini (diğeri de devrimci silahlı mücadele
çizgisidir), üstelik bunlar içinde diğer her şeyi belirleyici nitelikte olanını silikleştirmiştir. Savaşın amacını
oluşturan politik hedef, yürütülen mücadelenin karakterini belirlemekle kalmaz; seçilen mücadele
yöntemlerinden o hedefe ulaşmak için harcanan çabaların yoğunluk derecesine kadar bütün stratejik ve taktik
tutumları belirler. Stratejik hedef bilincindeki zayıflama, hele hedefin küçültülmesi, zincirleme olarak istisnasız
her konuda eninde sonunda yeni zayıflamalara ve kaymalara neden olur. Ayrıca devrimci taktik önderlik bilimi
açısından taktikler stratejinin hizmetindedir, ondan kopuk olamayacağı gibi onu zayıflatıcı da olmamalıdır.
Hangi nedenle olursa olsun izlenmeye başlanan taktikler eğer stratejiyle çelişiyor, onu kemiriyor ve zayıflatıyor,
giderek stratejinin yerini alıyorlarsa, bunun adı 'taktik esneklik' değil, taktik oportünizm biçiminde başlayan ince
bir tasfiyeciliktir. '93 Ateşkes politikalarıyla başlayan süreç sonrasında PKK'de yaşanan budur.
'93 sonrası süreçte ortaya çıkan stratejik nitelikteki kaymalar bununla da sınırlı değildir. Politik hedefin
küçültülmesi, doğası gereği, bir dizi başka yeni kaymayı beraberinde getirmiş veya unsurları zaten varolanları
derinleştirip ivmelendirmiştir. Gerilla mücadelesinden gündelik propaganda ve ajitasyona kadar bütün siyasi
faaliyetin '93'ten itibaren reformist "siyasi çözüm" ve "barış" talebine endekslenmesi, stratejik nitelikteki
kaymalardan bir diğeridir. Hemen bunlara bitişik ve bunlarla iç içe gelişen üçüncü büyük kayma ise, "çözümü"
emperyalist güçlerden bekleme yönelimine girilmesi, bu yöndeki arayış ve çabaların öne çıkarılıp
yoğunlaşmasıdır. Bütün bunlar birbirlerini besleyip güçlendirerek, bu arada mücadelenin seyrindeki iniş
çıkışların ve uğranılan hayal kırıklıklarının kamçıladığı öfke ve sıkışmanın da etkisiyle akla mantığa sığmaz kör
terör eylemlerine başvurulmasından Türkiye solu içinde en pespaye liberal oportünist güçlerle ittifak ilişkilerine
girilmesine kadar zincirleme bir biçimde daha bir dizi "küçük" kaymaya kaynaklık etmiştir. Bunların toplam
sonucu ise, boyutlanmış bir "savaş yorgunluğu" olarak çıkmaktadır bugün hareketin karşısına.
Bugün PKK'yi sadece 'dıştan' değil 'içinden' de tehdit eden sağ tasfiyeci eğilimin temsilcileri, reformist
"siyasi çözüm" anlayışını kendilerine bayrak ediniyorlarsa, "Gerilla ulusal mücadelede oynayabileceği rolü
oynadı, şimdi artık siyasi mücadelenin önünü açmak gerekir" diyorlarsa ve devrimci PKK'nin tümden tasfiyesi
anlamına gelen yönelimlerini "Bugüne kadar elimizden geleni yaptık ama dünya bizi bu halimizle -yani
bağımsızlık hedefini güden devrimci bir silahlı gerilla hareketi olarak- kabul etmiyor. Dünyanın desteğini
alamadığımız sürece de Ortadoğu'da herhangi bir sonuç elde edemeyeceğimiz açıktır. O halde Don Kişot'luk
yapmanın alemi yok! Dünya bizi bu halimizle kabul etmiyorsa, o zaman biz kendimizi dünyanın bizi kabul
edebileceği bir biçime sokmalıyız" şeklinde gerekçelendiriyorlarsa, o zaman geriye doğru dönüp bir bakmak ve
nerede hangi hataların yapıldığını cesaretle tespit ve teslim etmek gerekiyor. Bu cesaretin gösterilmesi önemlidir.
Çünkü -bugün hareketi tehdit eden tasfiye tehlikesinin devrimci bir tarzda savuşturulması, bir yönüyle de
geçmişte yapılan hatalardan çıkarılacak derslerin derinliğine ve kapsamına bağlıdır. Tasfiyeci yönelim
sahiplerini bir yerde sadece mantıki sonuçlarına götürdükleri görüş ve yönelimlerle PKK'nin devrimci
karakterini, yarattığı değerleri ve gelenekleri uzlaştırabilmenin, bunların daha uzun süre 'bir arada
yaşayabilmelerinin' olanağı yoktur. Ya devrimci strateji, gelenek ve değerler tekrar net ve kesin bir üstünlük
sağlayacaktır ya da reformizm virüsü bünyeyi içten içe kemirmeyi sürdürerek işin sonu FKÖ'lüleşmeye kadar
varacaktır.- Bu nedenle PKK, halen ağır basan devrimci karakterini koruyabilmek için, bugün gerekirse
küçülmeyi ve bazı gerilemeleri dahi göze alan bir kararlılıkla en azından yeni bir 'devrimci öze dönüş'
hareketi başlatmak zorunluluğu ile karşı karşıyadır.

B- SİYASÎ VE ASKERİ DENGELERDEKİ DEĞİŞME


Burjuvazinin Kürt ulusal mücadelesini stabilize etmek amacıyla sınırlı bazı reform açılımlarını içeren bir
politika değişikliğini bugün gündeme getirmesinin nedenleri arasında ikinci ana kategoriyi, siyasi ve askeri
dengelerdeki değişme oluşturur.
Baştan belirtelim ki, burada sözünü ettiğimiz değişme, '90'lı yılların başlarındaki durumla bugünkü durum
arasındaki farklılıktır. Bu anlamda, dönemsel ve göreli bir değişikliktir. Bu ayrıca birçok bakımdan mutlak bir
durum değil, daha çok konjonktürel etkenlerin belirlediği geçici veya geçici kılınabilecek bir özelliğe sahiptir.
Buradaki kıyaslama ikinci olarak, ulusal hareket ile devlet arasındaki ilişkilerin sınırları içinde yapılan bir
kıyaslamadır. Ele aldığımız olgunun anlaşılabilmesini kolaylaştırmak amacıyla, sürecin gelişimi üzerinde değişik
ölçülerde etkide bulunan diğer etkenler burada bir an için sabit kabul edilmektedir. Başka bir anlatımla,
yöntemsel bir kolaylık sağlamak amacıyla belirli bir bütünün sadece bir parçasının düşünsel planda soyutlanması
yoluna gidilmiştir. Yoksa gerçekte Kürt sorunu ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi, Türkiye'nin sınırları içinde
devletle PKK arasında cereyan eden dünyadan ve bölgeden yalıtık bir sorun ve mücadele değildir. Zaten sorunun
fiilen bu tarzda ele alınışı, PKK'de ve bu konuda onunla aynı ulusalcı dargörüşlülükle hareket eden başkalarında
eleştirdiğimiz temel bir perspektif çarpıklığının ifadesidir.
Bu bölümde ele alacağımız konuya ilişkin olarak bu iki temel hatırlatmayı baştan yaptıktan sonra şunu
söyleyebiliriz: Burjuvazi ve ordu, bugün PKK'yi, siyasi ve askeri bakımlardan bazı avantajlarını yitirdiği, bazı
yönlerde geçmişe oranla gerilediği, bu arada manevra olanaklarının eskisi kadar geniş olmadığı bir darboğazda
yakalamıştır. Gereksiz bazı alınganlıklara veya 'kraldan fazla kralcı' bazılarının yeni demagojik çığırtkanlıklarına
meydan vermemek için hemen belirtelim ki, bu darboğaz, göreli bir durumdur ve 'çıkışsızlık' anlamına
gelmemektedir. Sadece '90'ların başlarındaki bazı avantajlara artık sahip olunmadığını, öte taraftan durumdan
devrimci bir çıkışın imkanları olduğu gibi PKK'nin de bunu başarabilecek güce ve dinamiklere hâlâ sahip
olmakla birlikte işinin kolay olmadığını anlatmaktadır.
Siyasi ve askeri dengelerdeki sözünü ettiğimiz değişmeyi görmek için, '90'ların başlarındaki durumla
bugünkü durumun bazı yönlerden genel bir karşılaştırmasını yapmak bile yeterli olacaktır.

a) PKK'nin tarihsel çıkışı ve "baskın" etkisi


Hatırlanacak olursa, '90'ların başlarında, ulusal hareketin saflarında, değil bugünkü gibi boyutlanmış bir
savaş yorgunluğu, bunun izi bile yoktu. Hareket diri ve ataktı. Sıçramalı bir gelişme kaydederek başarılı bir
yükseliş grafiği çiziyordu. PKK zor olanı başarmıştı. İlk kıvılcım olarak onun tarihsel anlamını ve önemini
küçültmek olarak anlaşılmasın ama, zor olan, '84' çıkışını gerçekleştirmek değildi. Asıl zor olan, onun arkasını
getirebilmekti. PKK asıl bunu başardı ve bunu başardığı içindir ki zaten hareket özellikle '90'ların başından
itibaren kendisinin bile ummadığı kadar hızlı bir biçimde kitleselleşti. Çünkü Kürt halkı, isyanı başlatmanın
değil, onun arkasını getirmenin önemli olduğunu tarihsel tecrübelerinden biliyordu. Feodal-burjuva güçlerin
önderliğinde patlak veren eski Kürt isyanları, diğer zaaflarının ve yetersizliklerinin yanı sıra, Türk burjuvazisinin
giriştiği karşı saldırılara göğüs gerebilecek bir tarzda örgütlenmedikleri için, baskın yapmanın avantajından
yararlanarak başlangıçta büyük ilerlemeler kaydetseler bile, sonuçta katliamlara dönüşen ağır yenilgilere
uğramaktan kurtulamamışlardı. Onun için Kürt halkı, PKK'nin tarihsel çıkışını da önce ihtiyatla karşıladı. Fakat
devrimci bir gerilla hareketi olarak onun öncekilerden farkını yaşayarak gördükten sonradır ki, bu kez yığınsal
bir patlama biçiminde harekete geçti. O noktadan itibaren hareket, zaman zaman PKK'yi de aşacak şekilde kendi
kendisini büyüten ve genişleten bir gelişme çizgisine oturdu. '90'lı yılların başına gelindiğinde, her bakımdan
etkileyici bir tablo ortaya çıkmıştı. Fakat örneğin Kürt kadınının uyanışı ve mücadeleye katılımı gibi bazı
yönlerdeki gelişme çok daha çarpıcıydı. Gelişmelerin motorunu oluşturan gerilla mücadelesi alanında PKK, bu
coğrafyada daha önce görülmedik bir düzeyi yakalamış, ileri bir devrimci pratik sergiliyordu. Mücadele hızla
yığınsallaşıyordu. Bütün bunlar hareketin yükselişini ivmelendirmenin yanı sıra onun moral motivasyonunu,
özgüvenini ve zafere olan inancını kendiliğinden besleyip güçlendiren etkenler oldu. Sonuç olarak '90'lı yıllara
girildiğinde hem politik ve askeri inisiyatif hem de moral üstünlük ulusal hareketin elindeydi. Buna karşılık
rejim tam bir şaşkınlık ve dağınıklık içindeydi. Ulusal devrimci hareket yükselir, atak üzerine atak tazelerken o
savunma konumundaydı. Ciddi darbeler yiyen siyasi-idari otoritesi ile askeri bakımdan elindeki mevzileri
koruma çabası içindeydi. Buna rağmen birçok alanda bunu bile başaramıyordu. Sadece kırsal alanlarda değil
bazı il ve ilçelerde de denetimim büyük ölçüde yitirmiş durumdaydı. Askeri bakımdan kendi karakollarını bile
koruyamıyor, büyük birlikler halinde toplandığı kışlalarından adeta burnunu dahi çıkaramıyordu. Botan başta
olmak üzere bazı alanlarda artık yalnız geceler değil gündüzler de gerillanın olmuştu. Devletin sergilediği bu
acz, o yıllarda ulusal hareketin kendine güvenini ve moralini yükselten özel bir etken işlevini gördü.
Türk burjuvazisi ve devleti, PKK'nin öncülük ettiği Kürt ulusal mücadelesinin devrimci atılımına her
bakımdan hazırlıksız yakalandı aslında. Daha önceki Kürt isyanlarından farklı olarak devrimci bir çizgi
temelinde örgütlenmiş modern bir gerilla hareketi ile onun harekete geçirdiği geniş yığınların ulusal
başkaldırısına karşı geleneksel 'tedip ve tenkil' politikaları dışında ne politik strateji bakımından ne de askeri
bakımdan ciddi hiçbir hazırlığı yoktu. Burjuva devlet, işin başında stratejik bir hata daha işledi; bu seferki
hareketin daha önceki Kürt isyanlarından farkını göremediği için onu küçümsedi. Türk burjuva egemenlik
sisteminin yapısal hantallığı ve 12 Eylül'ün zafer sarhoşluğu ile de birleşince, bu stratejik yanılgı, ahmakça bir
rehavete sürükledi onu. Önceleri "bir avuç eşkıyanın kolayca üstesinden gelebileceği maceracı bir çıkışı" olarak
hafife aldığı ulusal devrimci hareketin hızla kitleselleştiğini görünce, başlangıçtaki o kof kendine güvenin yerini
bu kez şaşkınlık ve panik aldı. '90'lı yıllara girilirken peşpeşe patlak veren Serihıldanlar, bu arada gerilla
hareketinin büyümesi ve genişlemesi, rejimin yaşadığı şaşkınlık ve paniği büyüttü Fakat öte taraftan işin
ciddiyetini görerek kendini buna göre örgütleme yönündeki adımlarını hızlandırmaya itti onu. Ne var ki, yaşanan
baş dönmesinin etkisiyle, rejimin zaafları ve sergilediği zavallılıklar görülürken ikinci yöndeki gelişmeler
gözden kaçırıldı.
PKK'nin tarihsel çıkışına hazırlıksız yakalanan, buna uygun merkezi bir politik ve askeri stratejiden
yoksun olan rejim, her iki alanda da uzun süre, bilinçli bir hat izlemekten daha çok alışkanlıklarına ve
içgüdülerine dayalı refleksler sergileyerek eski hakimiyetini korumaya çalıştı. Merkezi bir politika ve strateji
yoksunluğu, ona en başta inisiyatifi kaybettirdi. Bunun yanı sıra şaşkın ördek misali sık sık birbirleriyle dahi
çelişen tutumlara sürükledi. Örneğin '90 Newrozu'nda -biraz da ilk kez karşılaşmanın etkisiyle- Serihıldanları
seyretti. '91'de ateş açıp açmamakta tereddütlü bir tutum sergiledi. '92'de Cizre ve Şırnak başta olmak üzere
birçok yerde katliamlara girişirken, bazı yerlerde de hiçbir şey yokmuş gibi davrandı. Merkezi bir strateji
yoksunluğu, elinin altındaki askeri ve sivil güçlerini birleşik bir plan dahilinde koordineli ve etkin bir tarzda
kullanımını da engelledi. Gerçi nispeten daha erken farkına vardığı bu zafiyetini gidermek için OHAL Valiliği
ve Asayiş Kolordu Komutanlığı gibi özel örgütlenme adımlarını atmıştı fakat strateji zafiyeti sürdüğü sürece
bunlar fazla bir işe yaramadı. Devlet güçleri arasında uzun süre öyle bir dağınıklık hüküm sürdü ki, sağ elin
yaptığından sol elin haberi yoktu. Örneğin istihbarat toplamanın yanı sıra PKK önderine suikast düzenleme
amacıyla sıradan karakol komutanları da dahil neredeyse her devlet birimi aynı dönemde ('89-'90) Bekaa'ya ajan
sızdırmaya yeltendi. Baskına uğrayan bir karakolun veya korucu köyünün yardımına kimsenin gitmemesi, bazı
baskınların ancak saatler sonra öğrenilmesi, bazı alanlardaki askeri birliklerin komutanlarının kendi başlarını
kurtarabilmek için gerillayla fiili ateşkes uygulamalarına gitmeleri vb. o yıllarda çok görülen durumlardı.

b) Dönüm Noktası
1993 yılı, mücadelenin gelişim seyrinde bir dönüm noktası oldu. O güne kadar ulusal devrimci hareketin
lehine olan dengeler, o tarihten itibaren -kimi yönlerde yavaş, kimi yönlerde oldukça hızlı bir biçimde- aleyhte
değişmeye başladı. Ulusal devrimci hareket en başta, '84'teki beklenmedik tarihsel çıkışıyla hazırlıksız bir
durumda yakaladığı Türk burjuvazisi ve onun devleti karşısında uzun süre elinde bulundurduğu 'baskın
yapmanın avantajı'nı artık yitirmişti. O güne kadar yaşanan gelişmeler ve ulusal mücadelenin geldiği düzey
burjuvazinin aklını başına getirir, işin ciddiyetini görerek onu her alanda kendine çekidüzen vermeye
yöneltirken, PKK, adeta yoktan var ettiği mücadelenin geldiği düzeye denk bir sıçramayı maalesef
gerçekleştiremedi. Açık konuşmak gerekirse, hareketin gelişimi bazı yönlerden PKK'yi de aştı. Bu gerçek o
kesitte kendisini en başta, kentlerdeki yığın hareketine önderlik konusunda gösterdi. '84'teki tarihsel çıkışı ve o
güne kadarki devrimci pratiği ile PKK, Kürt halk yığınları üzerinde büyük bir manevi-siyasi etki yaratmış,
onların güvenini ve desteğini kazanmıştı. Öyle ki, sadece bir çağrıda bulunması bile, onbinleri harekete
geçirmeye yetiyordu. Fakat PKK, bu muazzam gücü ve potansiyeli devrimci bir temelde örgütlü hale getirerek
yönetip yönlendirmekte zayıf ve yetersiz kaldı. Kırlarda gerilla mücadelesini örgütleme ve yürütmede gösterdiği
başarıyı bu alanda gösteremedi. Bunun, silahlı mücadele ve devrim anlayışındaki tek yanlılık ve darlıklar gibi
kendisinden kaynaklanan nedenleri olduğu kadar, PKK'yi aşan nedenleri de vardı. Mücadelenin umulmadık bir
hızla yayılması, genişlemesi ve kitleselleşmesi, PKK'yi de aşan nedenlerin başında gelir. Gerçekten de '90'lı
yıllara girilirken hareket adeta bir çığ gibi büyümüştü ve PKK ne politik ve örgütsel bakımlardan ne de kadrosal
yapısı ve deneyimleri itibarıyla böyle bir gelişmeye hazırlıklıydı. Bu hazırlıksızlık, beraberinde her zaman yeni
görevler ve tehlikeler de getiren büyümenin hareketi 'dağıtıcı' ve 'örgütsüzleştirici' etki ve sonuçlarını daha
büyük hale getirdi.
Gerçekleşme zamanı, hızı, kazanacağı genişlik ve derinlik önceden kesin olarak hesaplanması mümkün
olmayan bir dizi etkenin bileşkesinin ortaya çıkardığı bir sonuç olarak hareketin yığınsallaşması, sürece en
hazırlıklı girilen durumlarda bile özellikle ilk anlarda öncüyü aşabilir. Öte yandan, tamamen öncünün denetimi
altında gelişen bir süreç olmaması nedeniyle bu gelişme, harekete sadece güç ve moral kazandırmakla kalmaz,
yeni sorunlar ve tehlikeleri de beraberinde getirir. Kendiliğindenlik unsurunun ağırlığının artmasına bağlı olarak
hareketin genelinde olduğu gibi, yeni duruma adapte olmaya çalışan öncünün saflarında da belirli bir dağınıklığa
neden olur. Ulaşılan kitleselliğin çapı ne kadar büyük olursa, büyümenin dezorganize edici etkisi de büyür. Kürt
ulusal mücadelesinin gelişiminde '90'lı yılların başında olduğu gibi bir de öncü bu gelişmeye hazırlıksız
yakalanmışsa eğer, o zaman bu dağınıklık, bunun yol açtığı istenmedik sonuçlar, aşırılıklar ve savruluşlar haliyle
daha fazla yaşanır. Yalnız Kürt UKM somutunda sorun sadece öncünün bu yeni duruma hazırlıksız yakalanması
ile sınırlı kalmamıştır. PKK, ulusal mücadeleye büyük bir güç ve çarpıcı boyutlar kazandıran bu gelişmenin
sadece olumlu ve motive edici yönlerini görür ve bunlara yaslanırken, bunun beraberinde getirdiği sorun ve
tehlikelere gözlerini kapamak gibi stratejik bir hata daha işledi. Bu stratejik hata, başka etken ve gelişmelerle
de birleşerek, bazıları kendilerini ilerleyen yıllar içinde üstelik ağırlaşmış olarak gösteren bir dizi yeni olumsuz
sonuç doğurdu. Her biri ayrıca başlı başına birer olumsuzluk etkeni işlevini gören başarı sarhoşluğunun yarattığı
baş dönmesi, devrimci özgüven duygusunun aşırıya kaçarak derin bir sübjektivizm halini alması, bunlardan da
beslenen "erken ve kolay başarı" beklentilerinin büyümesi, ama hepsinden önemlisi, orta sınıfların da harekete
yanaşmasıyla birlikte sosyal tabanı da genişleyen ulusal reformizm eğilimlerinin güç kazanması bu olumsuz
sonuçların başlıcalarıydı.
'90'lı yılların başlarındaki somut duruma tekrar dönecek olursak, hareketin umulmadık bir hız ve çapta
büyüyerek PKK'yi de aşması, örgütsel bakımlardan olduğu gibi taktikler planında da kendiliğindencilik öğesini
güçlendirdi. Örgütsel planda bu kendisini daha çok, yığınsal bir biçimde harekete geçen kitleleri gelişkin
örgütsel biçimler altında toparlayarak kitlelerin mücadelesine bilinçli ve örgütlü bir nitelik kazandırmakta
zayıflık ve yetersizlik biçiminde gösterirken (her büyüme ve genişlemenin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarından
biri olarak örgütteki genel teorik-siyasal düzeyin düşmesi ve çok dar milliyetçi bir perspektife sahip yeni
kadroların kadro bileşimi içindeki ağırlıklarının artışı, kendiliğindencilik yönündeki deformasyonun örgütsel
plandaki bir diğer önemli sonucuydu); kendiliğindencilik unsurunun güçlenmesi politik planda, sık sık keskin
zikzaklar çizen, stratejik hedefle bariz çelişkiler gösteren sağ taktiklerle durumun ve gelişmelerin devrimci bir
gerçekçilikle bütünsel olarak değerlendirilmesinden uzak sübjektivist tek yanlılığın ürünü "sol" taktiklerin
birbirini izlediği, bunların çoğu kez iç içe geçtiği, dar kesitsel değerlendirmelere dayalı hatalı ve yanlış
taktiklerin izlenmeye başlandığı bocalamalar ve yalpalamalar biçimini aldı. '91 seçimlerinde SHP ile işbirliği ve
"kirli savaşın tırmandırılmasının önüne geçeceği" umuduyla o dönemde kurulan DYP-SHP (Demirel-İnönü)
koalisyonunun desteklenmesi, sağcı taktiklerin en çarpıcı örneklerinden biridir. Önce gerillanın desteği altında
'ayaklanma' çağrısında bulunulan, devletin bunu gerekirse katliamlara başvurmaktan çekinmeyeceği tehdidiyle
yanıtladığı, olağanüstü bir gerilim yaratan bu karşılıklı restleşmeden sonra PKK'nin son anda geri adım atmakla
da kalmayıp sürpriz bir biçimde tek yanlı ateşkes ilan etmesiyle noktalanan '93 Newroz taktiğini ise, "sol"
maceracı taktiklere örnek olarak verebiliriz. Somut olarak nasıl bir tutum takınılacağı son ana kadar net bir
biçimde ortaya konulmayan '92 Newrozu'ndaki 'taktiksizliği' ise, bir bocalama örneği olarak anabiliriz.
Hızla büyüyen, genişleyen ve radikalleşen yığın hareketine örgütlü bir nitelik kazandırarak önderlik
etmekteki yetersizlik ve zafiyet, en çarpıcı haliyle kendisini ilk olarak, yurtsever kitle önderi Vedat Aydın'ın
1991 Temmuzu'ndaki cenaze töreni sırasında gösterdi. 100 bini aşkın bir kitlenin katıldığı görkemli bir
Serihıldana dönüşen bu eylem, devletin yeni bir katliamına sahne olmasının yanı sıra sergilenen dağınıklık ve
önderliğin o zamanki HEP içinde yuvalanmış korkak ve uzlaşmacı orta sınıf temsilcilerinin ellerine bırakılması
yönüyle de uyarıcıydı. Ayrıca açık alanda çalışan tutarlı yurtsever kitle önderlerine yönelik olarak devletin
göstere göstere işlediği ilk "faili meçhul" cinayet olması yönüyle de Vedat Aydın'ın öldürülmesinden ve o
zamana kadarki en kitlesel Serihıldana dönüşen O'nun cenaze töreninde yaşananlardan çıkarılması gereken çok
ders vardı. Fakat bunlar üzerinde yeterince durulmadığı gibi, çıkarılan sonuçlar ve süreç içinde ağır basan etkileri
de devrimci yönde olmadı.
Önceleri kendisini taktikler planında gösteren çelişkili tutumlar ve yalpalamalar, '91 yılının sonlarından
itibaren arttı. Bu arada, stratejik yaklaşımlarda da zayıflama belirtileri kendini göstermeye başladı. Bu
sonuncular özellikle ateşkes için nabız yoklamaları, "siyasi çözüm" söylemi ve arayışlarının başlaması,
emperyalist güçler ve kuruluşlardan "çözüm" beklentilerinin yoğunlaşması, Türkiye ile "birlik" ve "federasyon"
vurgularının ön plana geçmesi ve nihayet bir ulusun temel ve meşru haklarının başında gelen ve gerçek anlamda
bir ulusal özgürlüğün ilk koşulunu oluşturan, isterse ayrılıp kendi bağımsız devletini kurabilme hakkını
"tartışılabilir bir hak" durumuna düşüren bir "referandum" önerisinin ortaya atılması gibi konularda toplandı.
Süreç ilerledikçe bütün bunlar üst üste bindi, birikti, bu arada irili-ufaklı daha başkaları da eklenerek '93
dönemecine gelindi.
Daha önce üzerinde kısaca durduğumuz abartılı "stratejik denge" tespitleriyle girilen 1993 yılı, hemen
daha yılın başlarında bununla taban tabana çelişen tutum ve yönelimlere sahne oldu. Kürt ulusal kurtuluş
mücadelesi, olumsuz etki ve sonuçları bugünlere kadar uzanan, ilk büyük ideolojik-siyasal kırılmayı o yıl
yaşadı. Newroz taktiğinde çizilen keskin zikzak, bunun açılışını oluşturdu. Ne koşullar ne de kendisi esasında
yeteri kadar hazır olmadığı halde 'ayaklanma' sloganıyla maceracı bir tarzda oynamakla PKK, en başta kendi
siyasal moral otoritesine kendisi ağır bir darbe indirmiş oldu. O güne kadar hamle üstünlüğünü ve inisiyatifi
elinde tutan bir konumda iken ve "dediğini yapan" bir profil çizerken, ilk kez o Newroz'da, devletin tehdidi
karşısında gerileyen bir güç durumuna düşürdü kendisini. Bu, yurtsever saflarda etkisini hemen gösteren bir
moral bozukluğu ve güven sarsıntısı yaratmadı belki ama karşı cephedeki devlete ve Türk şovenizmine güven ve
cesaret kazandırdı. Burjuvazi ve onun devleti, PKK'nin de geriletilebileceğini gördü ve asıl bunu bütün
kamuoyuna gösterme fırsatını buldu. Yüzyılların devlet yönetme tecrübesi ve gelişmiş sezgileriyle, PKK'nin
zayıf noktalarını farketti bu arada. Kentlerdeki mücadele ile gerilla arasında bir kopukluk, en azından bir
koordinasyon yetersizliği vardı ki, önceleri gerillanın koruması altında ayaklanmalar örgütleneceği ilan edilmiş
olduğu halde bu gerçekleştirilememişti. Rejim bunu aynı zamanda, büyük yerleşim birimlerinde de
varolduklarını bildiği silahlı milis örgütlenmesinin, ağır silahlara sahip büyük askeri birliklerle henüz
başedemeyecek durumda olduklarının bir göstergesi olarak yorumladı, ki bu deneyim ona daha sonraları, büyük
yerleşim birimlerinde de daha rahat olarak zorla boşaltma operasyonlarına girişme konusunda ek bir cesaret
kazandırdı. Rejim '93 Newrozu'nda asıl olarak PKK'nin geçirdiği tereddüdü gördü ve bunun altında yatan temel
gerçeği, yani askeri ve politik bakımdan çok ileri ve iddialı hedefler ortaya konulduğu halde pratik ve örgütsel
bakımlardan bunları gerçekleştirmekten henüz uzak bir durumda olduğu gerçeğini yakaladı. Zaten PKK, ipi
sonuna kadar gerdikten sonra tam Newroz'a 1 hafta kala kimsenin beklemediği sürpriz bir kararla tek taraflı bir
ateşkes ilan ederek bu çelişkinin altını kendisi çizmiş oldu.
'93 yılma girilirken PKK, bugüne kadar çok sık duyduğumuz ve halen de duymaya devam ettiğimiz;
"Özel savaşın boşa çıkarıldığı", "rejimin takatinin son sınırına geldiği", "adım atacak mecalinin kalmadığı",
"içte ve dışta çözülme sürecine girdiği", "devrim öncesi yıkılış aşamasını yaşadığı", "(zaten) Avrupa'nın ve
ABD'nin de TC'ye '92 sonbaharına kadar mehil tanıdıkları", "TC'nin dış desteklerini yitirdiği" vb. şeklinde
abartılı ve yanılgılı değerlendirmelerden hareketle "stratejik denge aşamasına girildiği" tespitinde bulunmuştu.
Fakat bunun üzerinden daha 3 ay geçmeden, bu kez tutup tek taraflı bir biçimde "süresiz ateşkes" ilan etti. Bu bir
kere kendi içinde çelişkili bir tutum ve karardı. Eğer gerçekten bir "stratejik denge" durumu yaşanıyorsa, o
zaman tek doğru ve devrimci tutum, düşmana soluk alma ve toparlanma fırsatı vermemek için savaşımı her
alanda derinleştirmeyi ve şiddetlendirmeyi gerektirirdi. PKK önderliği ve sözcüleri, stratejik tespitlerle açık bir
çelişki taşımasının dışında zamanlama ve ileri sürülen gerekçeler bakımından da çok ciddi yanlışlar ve yanılgılar
içeren bu yanlış ateşkes kararını, "Türkiye ve dünya kamuoyuna, PKK'nin iddia edildiği gibi 'terörist' bir örgüt
olmadığını, savaşı asıl isteyenin ve bunun dışında bir yola hazır olmayanın TC olduğunu gösteren başarılı bir
taktik manevra" olarak savundular bugüne kadar. PKK'nin kendisini anlatabilmesi, buna karşılık asıl teröristin
devlet olduğu gerçeğini sergileyebilmesi için, hasmına soluk alma ve toparlanma fırsatını veren böyle yanlış bir
yöntemin dışında kullanabileceği sayısız devrimci yol ve yöntem vardı. Kaldı ki, tek taraflı olarak uygulanan
ateşkes sırasında saldırılarını sürdüren devletin yaptıklarının teşhiri temelinde olsun bu yönde hiçbir çaba
harcanmadığı gibi; ateşkesin bitiriliş biçimi (Bingöl eylemi), bu yönde kendiliğinden doğmuş sınırlı etkileri de
silip süpürdü. Kısacası, politik ve askeri sonuçları itibarıyla o ateşkes uygulaması, PKK'den daha çok devlete
yaradı.
PKK önderliği çok sonraları, örgüt güçlerine yönelik bir değerlendirme sırasında "Ben bu ateşkesi biraz
da sizlerle yaptım" sözüyle, bu beklenmedik ateşkes kararırım alınmasının altında yatan önemli nedenlerden
birini ifade etmiş oldu. Düşmana da ne kazandıracağını hesaba katmayan tek taraflı niteliğinden ötürü
zamanlama bakımından yanlışlığını, dolayısıyla "Bunun daha başka bir yolu bulunamaz mıydı?" sorusunu
ortadan kaldırmamakla birlikte, en anlaşılabilir neden olarak PKK'nin ciddi bir soluklanma ve yeniden
toparlanma ihtiyacı içinde olduğunu gösteren bu neden söz konusu idiyse, o zaman "stratejik denge" tespiti ve
Newroz'da "ayaklanma" çağrıları niye yapılmıştı?
Bir "dönüm noktası" olarak nitelediğimiz '93, sadece yanlış bir Newroz taktiği ile hemen onun arkasından
gelen ve daha birçok yönüyle tartışılması gereken yanlış bir ateşkes kararı ve uygulamasından ibaret değildi.
Sorun salt böyle bazı yanlış taktik kararlardan ibaret kalsaydı, bugünlere kadar uzanan olumsuz sonuçları da
sınırlı kalırdı. Fakat PKK, ittifak ilişkilerinden "çözüm" anlayışına kadar bir dizi temel konuda yepyeni bir
politikalar demeti ile ortaya çıktı o tarihten itibaren. Ateşkes kararı bunların sadece bir parçası hatta sonucu idi.
Ortaya konulan yeni politikalar demeti, PKK'nin devrimci çizgisinde ve stratejik yaklaşımlarında bir kırılmanın
yaşandığını gösteriyordu. Özü ve ruhu, Kemal Burkay'la yapılan Protokol'de, Barzani ve Talabani ile kurulan
ilişkiler ve bunlara yüklenen misyonda, öte taraftan emperyalist güçler ve kurumlarla ilişkilerin geliştirilmesine
dayalı "çözüm" arayışlarında somutlanan bu yeni yönelim, ideolojik-siyasal anlam bakımından, ulusal devrimci
bir tutumdan ulusal reformist bir yöne doğru dümen kırmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Daha önce de
işaret ettiğimiz gibi PKK, ulusal mücadele çerçevesinde kendisini burjuva reformist veya feodal milliyetçi diğer
bütün Kürt örgütlerinden ayıran, çizgisine ve yürüttüğü gerilla mücadelesine tutarlı ulusal devrimci bir karakter
kazandıran özelliklerinin başında gelen bağımsızlık hedefinden vazgeçerek Türk burjuva egemenlik sistemi
içerisinde bir Federasyona razı olabileceğini ilk kez o Protokol'le açıkça deklare etti. İçeriği itibarıyla o Protokol,
esasında 'yeni bir program' niteliğindeydi. Burada, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin nihai amacı, "Türkiye ile
demokratik bir federasyon" olarak formüle ediliyordu. Bunun dışında, "Kürt halkının acil talep ve beklentileri"
adına ileri sürülenler ise; Kürtçe üzerindeki dil yasağının kaldırılması, Kürtçe eğitim, Kürtçe radyo televizyon,
Kürtlere de örgütlenme ve siyasal faaliyet özgürlüğünün tanınması gibi alabildiğine sınırlı bazı kültürel ve
siyasal hakların tanınmasından ibaretti. Ulusal mücadelenin kitle temelini oluşturan Kürt yoksul köylülüğünün
en yakıcı sorunu olan toprak sorununun çözümü başta olmak üzere Kürt emekçi sınıflarının yaşam koşullarını bir
nebze olsun iyileştirme yönünde somut olarak hiçbir talebe, dil ucuyla olsun değinilmiyordu. Yani 'yeni bir
program' niteliğine sahip olan Protokol, reformist bir program olarak bile alabildiğine dar, güdük, asıl olarak
sıradan bir 'kültürel özerklik' programıydı. Devrimci silahlı mücadele çizgisine, zorunluluktan ötürü, adeta
'kerhen' başvurulduğuna dair imalar, bu yeni yönelimin ve onun somut ifadesi olarak bu Protokol'ün reformist
karakterinin bir diğer temel göstergesiydi. Zaten "Kürt sorununun terörize edilmesine her zaman karşı çıkmış
olmasını" böbürlenme konusu yapan Kemal Burkay gibi iflah olmaz bir revizyonist reformcu ile, Talabani gibi
Kürt ulusal mücadelesini emperyalistlere ve bölge gericiliklerine pazarlamanın ustası bir hainin çöpçatanlığında
bir Protokol yapılmasının kendisi bile başlı başına çok şey anlatıyordu.
Bu Protokol'ün içeriği ve kimlerle yapüdığı kadar, onun arka planı ve altında yatan mantık önemliydi.
Yeni yönelimin, bu temelde Burkay gibi siyasi bakımdan esasında tükenmiş bir mülteciye yeniden hayat
kazandıracak, Talabani ve Barzani gibi hayatları ihanetle geçmiş hainler hakkında milliyetçi yanılsamaları
körükleyecek ilişkilere girilmesinin asıl hedefi ve amacı, ABD'nin ve Avrupalı emperyalistlerin desteğini
kazanmaktı. "Kürt sorununun çözümünü" artık onlardan bekleyen pratik bir yönelime girilmişti ve bunun
ideolojik düşünsel altyapısı da, '90'lı yılların sonundan itibaren, emperyalist 'Yeni Dünya Düzeni' konusunda akıl
almaz yanılsamalar teorize edilerek döşenmişti. Bizzat Abdullah Öcalan'ın kendisi, "TC'yle yol
alınamayacağının anlaşıldığını, bundan böyle 'uluslararası (düzeyde) politika' yapılacağını, TC'nin kapılarının
Washington'dan zorlanacağını" ilan ediyordu. Yine aynı dönemde PKK adına söylenen şu sözler; "Partimizin
tek taraflı ateşkes girişimi ve bunu tamamlayan federasyon çözüm olabilir mi yaklaşımı, Avrupa'nın Kürdistan
politikasına yaşam hakkı tanımaktadır. Dolayısıyla gündemlerinde yer alan Kürdistan sorunu, federatif çözüm
temelinde, hem ABD'nin hem de Avrupa'nın desteğini alacaktır. TC'nin bugüne kadar yürüttüğü politikası daha
fazla eleştiriye uğrayacaktır." (Osman Öcalan'la röportaj, Yeni Ülke, sayı: 130) yeni yönelimin amacını ve
hangi beklentilerle hareket edildiğini gösterdiği kadar niteliğini de çok açık bir biçimde gözler önüne seriyordu.
Kendisini üç kuruş daha fazlasını verene satmakta tereddüt etmeyen Talabani, o günlerde Amerika'nın ve
Özal'ın ajanı olarak iş görüyordu. Abdullah Öcalan'ın yerinde bir tanımlamasıyla, "yıllardan beri ülkesine bir
selam dahi göndermemiş" mülteci Kemal Burkay ise, yine yerinde ve isabetli bir tanımla "Avrupa'nın ajanı"
olarak tanımlanıyordu. Bu yüzden Talabani'ye ABD'nin, Burkay'a ise Avrupa'nın kapılarını açacak anahtarlar
gözüyle bakıldığı için onlarla ilişkiye girildi.
Sonuç olarak; '93 yılına girildiğinde PKK, yoktan var ettiği ulusal devrimci mücadelenin geldiği
düzeye denk bir sıçramayı gerçekleştiremediği, baştan beri zaten tutarlı bir sosyalizm perspektifine sahip
olmadığı gibi ulusal kurtuluş sorununu hiç olmazsa devrimci halkçı bir programatik yaklaşımla ele alıp
mücadeleyi buna uygun bir tarzda yürütmediği, bu arada Ortadoğu gibi bir bölgede sınırların değişmesi
sonucunu doğuracak bir bağımsızlık mücadelesinin bile sonuca gitmesinin kolay olmayacağı
perspektifinde bir zayıflama ortaya çıktığı için, devrimci ulusal kurtuluş çizgisinde ısrarın giderek
ağırlaşan sonuçlarını ve risklerini göze almak yerine, emperyalizm ve 'Yeni Dünya Düzeni' konusundaki
stratejik yanılgıları, erken sonuç beklentileri, kendi gücüne aşırı güven ve başarı sarhoşluğu gibi
etkenlerin de etkisiyle "çözümü" yanlış adreslerde ve yanlış ilişkilerde aramaya yöneldi. '93 Ateşkes
politikaları ile başlayan süreçten itibaren kendisini neredeyse tamamen reformist "siyasi çözüm"
arayışlarına endeksledi. O günden bu yana bütün propaganda ve ajitasyonunu, eylem ve ittifaklar
anlayışını vb. bu yanlış ve tehlikeli "siyasi çözüm" anlayışının üzerine oturttu. Gerilla mücadelesini bile
bu arayışın baskı gücü olarak kullanan bir hat izlemeye başladı. Tutulan yolun doğası ve mantığı gereği,
savaşıma yön veren stratejik yaklaşımdaki bu ilk büyük kırılmayı ilerleyen yıllarda yeni kırılmalar ve
tavizler izledi. Tarihsel koşullar ve diğer konjonktürel etkenlerdeki elverişsizliklerle de birleşince, bunlar
birbirlerini besleyip derinleştirerek büyüdü, yenileri eklendi, inişli çıkışlı bir sürecin sonunda şimdi işte
"siyasi çözüm" adına tasfiyeci reformist eğilimlerin azdığı bugünlere gelindi.

c) Tahribatın derinliğine bir örnek


Stratejik hedef bilinci ve temel devrimci perspektiflerde, önceleri 'küçük taktik adımlar' biçiminde
başlayan bir zayıflamanın, başka etken ve gelişmelerle de birleşerek süreç içinde giderek nasıl boyutlandığının,
nasıl büyük, ciddi ve tehlikeli bir perspektif kayması özelliğini kazandığının anlamlı bir örneği üzerinde biraz
daha durmakta fayda var.
Kelimenin sözlük anlamıyla da ilkesiz oportünist fırsatçılığıyla tanınan Talabani'nin, PKK ile Türkiye,
PKK ile Amerika, PKK ile Kemal Burkay arasında çöpçatanlık yapmaya soyunduğu '93 sürecinde PKK'ye de
aşılamaya çalıştığı bir yaklaşım vardı. Diyordu ki, "Gerçekçi olmak gerekir. Çağımız Amerikan çağı. Sınırların
değişmesini isteyen bir hareketin, 'Yeni Dünya Düzeni' koşullarında hiçbir başarı şansı yoktur. Onun için
çocukluğu bir kenara bırakıp (kastettiği, bağımsızlık hedefinden vazgeçilmesi, devrimci silahlı mücadelenin geri
plana itilmesiydi-nba.) barışçıl diplomatik çabalar yoluyla elde edilebilecek sonuçları elde etmeye çalışmak
lazım".
Aradan 5 yıl geçtikten sonra, aynı "gerçekçiliği" neredeyse aynı cümlelerle PKK Genel Başkanı'nın
ağzından duymaya başladık bugün: "Bizim de bazı şeyleri dikkate almamız gerekiyor.., Karşımızdakini dikkate
almadan biz de ciddi politika yapamayız. Artık yavaş yavaş birbirimizin gerçekliğini görmemiz gerekiyor. Reel
politika artık herkesin hayallerden biraz daha ayağı toprağa ve sorunların zeminine basarak çözüm aramasını
gerekli kılıyor... Uluslararası güçler dengesi (de) bunu şiddetle dayatıyor." (Abdullah Öcalan'ın MED TV'de
yaptığı açıklamadan aktaran Ülkede Gündem, 1 Şubat '98)
Bu "gerçekçiliğin" içinin nasıl doldurulduğunun, daha açık bir ifadeyle, temel programatik görüşlerden ve
stratejik politik hedeften nasıl vazgeçme anlamına geldiğinin, yine bizzat Abdullah Öcalan'ın -başlangıcı
1992'lere kadar uzanmakla birlikte özellikle Türkiye'de yaşanan 28 Şubat sürecinden sonra yoğunlaşan- açıklama
ve demeçlerinden sayısız örneği verilebilinir:
"Türkiye'nin bölünmesini değil, mevcut sınırlar içinde devletin yeniden yapılanmasını istiyoruz, iflas eden
devlet çetelerden arındırılmadıkça, Anadolu'daki dini inanç ve kültürel mozaikler ortadan kaldırılmaya
çalışıldığı müddetçe bu iş bitmez. Biz bu süreç içinde federasyon isteğimizi (de) ortadan kaldırmayı doğru
buluyoruz." (MED TV konuşması, Milliyet, 2 Şubat 1998)
"Bizim eğilimimizde Türkleri parçalamak, zayıf düşürmek yoktur; Türk kavimlerini birleştirmek vardır.
Bunu MHP'den daha iyi biz yaparız. Biz sınırları küçültmekten değil büyütmekten yanayız. Daha fazla Türkü,
Kürdü kucaklasın. Türkiye'ye en yararlı halk, Kürtlerdir. Bir an önce diyalog sürecini hızlandıralım." (MED TV
konuşması, Milliyet, 30 Ocak 1998)
"(Devlet içinde yeni bir düzenleme yapılması gerektiğine işaretle) Ulusal ilişkiler yeniden düzenlenir,
anayasada bir çözüme doğru gidilir. Doğal haklar olan kültür, dil ve benzeri haklar verilmeli. Bunu yapmakla
Türkiye kaybetmez, devlet güç kaybetmez, aksine güç kazanır... Yapılması gereken cesur bir reform dönemi veya
yeniden düzenleme sürecine girmektir." (MED TV'de konuşma, Ülkede Gündem, 23 Kasım 1997)
"Ben illa da sınırlar ortadan kalksın demiyorum... (Bunu) hiçbir zaman da mesele yapmayacağız." (MED
TV'deki konuşması, Ülkede Gündem, 10 Ağustos 1997)
Yıllar ilerledikçe bu içerikteki açıklamaların kazandığı yoğunluk, süreklilik ve sistemlilik ile de birlikte
düşünülecek olursa, ideolojik-politik açıdan bunun ne anlama geldiği fazla yorum gerektirmeyecek kadar açıktır.
Onun için hiç kimse bize bunları, "burjuvazi ve ordu içindeki 'siyasi çözüm' eğilimlerine güç ve cesaret
kazandırmak", "rejimin çelişki ve açmazlarını derinleştirerek onu daha fazla sıkıştırmak", "teşhir ve tecridini
hızlandırmak" vb. amaçlarla başvurulan "taktik bir manevra" veya en fazla "belirleyici bir önem taşımayan
kusur, hata, yanlış" olarak gösteremez. Bunların aksi yönündeki söylemlere hatta pratik bazı adımlara işaret
edilerek, bizim "meseleyi biraz abarttığımız, sadece bir yönü gördüğümüz, fazla dogmatik davrandığımız" vb.
şeklinde ucuz demagojilere de başvurulmamalıdır. Evet, bunların söylendiği kesitlerde, hatta aynı konuşma ve
yazılar içinde, "barışa olduğu kadar savaşa da hazır olunduğu", "bu yönde de çok kapsamlı hazırlıklar
yapıldığı", "görüşme ve diyalog yollarına itibar edilmezse bundan rejimin zararlı çıkacağı" vb. de söylenmekte,
bu arada gerilla faaliyetinin Karadeniz ve Akdeniz'e doğru açılım yapması yönünde bazı pratik adımlar da
atılmaktadır. Fakat bu çelişkili tutum ve yaklaşımlardan hangisi daha ağır basmaktadır? Türkiye'de, bölgede ve
uluslararası planda yaşanan gelişmelere asıl olarak hangisinin odağından bakılmakta, taktik planlar ve hesaplar
hangisinin üzerine kurulmaktadır? Sorun, "iyimser" ya da "kötümser" bir bakış açısına sahip olup olmamak gibi
sübjektif iddia ve yargılara göre değil, ortadaki somut olgulara bakılarak nesnel bir biçimde yanıtlanabilecek bu
belirleyici soruların ışığında ele alınıp irdelenmelidir.
Örneğin, "Türkiye'nin önünü açtığı", "beceriksiz ve korkak politikacılardan daha gerçekçi ve cesaretli
olduğu" , "(zaten) Türkiye'nin siyasi ve sosyal mücadele tarihinde ne kazanılmışsa onun sayesinde kazanıldığı"
iddia edilen ordunun, "bazı adımlar atmak istediği, ama şovenizmin toplumdaki etkinliğinin yarattığı psikolojik
ortamdan korktuğu, hatta tehdit edildiği" şeklinde -dolayısıyla da onu cesaretlendirecek tutum ve yaklaşımlar
sergilemek gerektiği sonucunu içeren- bir değerlendirme bunlardan hangisinin damgasını taşımaktadır?
Ana çizgileri itibarıyla, "Amerika'nın Kürt sorunundaki çözüm pozisyonu giderek Türk ordusunun (dahi)
göze alamayacağı biçime doğru geliyor. Amerika'nın desteği eski tarzda (artık) fazla sürmez. ABD onun için
orduya yeni bir hükümet arayışına girmesi mesajını verdi... Avrupa'nın desteği ise (zaten) oldukça durdu, AB de
tavrını daha da keskinleştirdi.. Rusya ise daha güçlü bir biçimde (Kürtlerden yana) bir tavır geliştirecektir...
(Öte yandan) Irak'ın sadece Güney Kürdistan'a değil genel Kürt sorununa olan ilgisi artıyor. Arapların ilgisi de
yükseliyor. Suriye, İran, Irak birbirlerine yakınlaşıyorlar. Türkiye-İsrail ittifakına karşı, bizim de dahil
olabileceğimiz, bölge çapında bir ittifak süreci şekilleniyor. Henüz tam sonuçlanmamış, resmiyet kazanmamış bu
bloklaşma çok önemli tarihi bir gelişmedir. Türkiye'yi şu veya bu biçimde çözüme zorlayacaktır... Bu arada
Kürtlerin uluslararası politika sürecine daha çok girmesi söz konusu. Vatikan'da Papa Kürtler için dua
ediyor..." içeriğindeki bir uluslararası ve bölgesel durum tahlili, hangi odaktan bakış açısının ürünüdür?
"İki hafta içinde -yani 15 Şubat'a kadar- önemli gelişmeler olacak... Büyük bir ihtimalle PKK ile diyalog
sürecine girilecek" şeklindeki bir beklenti, gerillanın Karadeniz ve Akdeniz'e açılımlarına, kentlerdeki kitle
muhalefetinin büyümesine vb. dayalı bir beklenti midir?
"CHP eğer Kürt halkından özür dilerse, tarihteki bütün o suç teşkil eden ve Türkiye'yi zor duruma getiren
ve kendisini de bitirten konumdan belki bir çıkış şansı bulabilir... Çok ciddi bir özür, özeleştiri ve halkların
umudu olmaya çok ciddi biraz anlayış, biraz da yaptıklarının kefaretini ödemeyi gündemine koyarak, tıpkı
'23'lerde olduğu gibi demokratik kurtuluş tarzını gündemine sokarsa, bu partiyle de adımlar atılabilinir. Hatta
bazı kemalistlerin çok ilericilik adı altında -ki sanırım Doğu Perinçek bu iddiadadır-, tutarlıysa Doğu Perinçek,
yapmaları gereken, bize yönelik bazı önyargılardan, demagojik durum ve suçlardan kendilerini kurtararak bilinç
birikimlerini, siyasi deneyimlerini böyle gözden geçirip Kürt Özgürlük Hareketini de selamlayarak bir uzlaşma
havasına girerlerse, kesinlikle bu bir alternatif olarak gelişebilir. Bu açılım Türkiye'ye bir şeyler verebilir"
şeklindeki bir işbirliği, ittifaklar ve geniş cephe siyasetinin tutarlı devrimci bir perspektife ve ilkesel temellere
sahip olduğu iddia edilebilinir mi? Onun için, değişik alanlardan örneklerle sergilemeye çalıştığımız çelişki, tak-
tik politikalar konusunda bulanıklık, belirsizlik ve haliyle belli bir güvensizlik yaratan bir karmaşanın ifadesi
olmanın ötesinde, emperyalist güçlerin politikalarını yorumlamadan ittifaklar anlayışına kadar hemen her konuda
ağır basan yönleri itibarıyla belirli bir sistematik oluşturan yanlış ve tehlikeli bir stratejik yönelim özelliğini
kazanmış olarak karşımıza çıkmaktadır.
'Devrimci' değil, 'oportünist' bir karakter taşıyan ve reformist yöndeki savruluşları besleyip derinleştiren
bu "gerçekçiliğin", kaybettirdiklerini bir an için görmezlikten gelecek olsak bile, harekete hiç olmazsa belli bir
soluklanma olanağını kazandırmaya yetip yetmeyeceği de meselenin irdelenmesi gereken başka bir boyutunu
oluşturur. Devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri tarihinde bu konuda yaşanmış sayısız pratik deneyim vardır.
Bunların içerdiği derslerin de ışığında uzun teorik açıklamalara girmeksizin, bizzat Kürt ulusal mücadelesinin
yakın tarihinden bir örnek olarak İran KDP'si ve onun sekreteri Qasimlo'nun başına gelenleri hatırlatmakla
yetineceğiz.
Bilindiği gibi Qasimlo ve O'nun önderliğindeki İran KDP, çizgi olarak da Talabani türü "gerçekçiliğe"
sahip sosyal demokrat partilerin üye olduğu sözde Sosyalist Enternasyonal çizgisinde bir parti idi. (Qasimlo,
1989 sonlarında Almanya'da partili iki arkadaşı ile birlikte yemek yediği bir lokantada, İran gizli servisinin
ajanları tarafından pusuya düşürülerek katledildi. Qasimlo katledildiği sırada, İran'daki mollalar rejimi ile,
Kuzeydoğu Kürdistan'da yaşayan Kürtlere sınırlı bir otonomi tanınması çerçevesi içinde kalan gizli bir
diplomatik pazarlık yürütüyordu. Yıllar sonra ortaya çıkan belgelere bakılacak olursa, o güne kadar yapılan 3
görüşmenin sonunda taraflar, KDP'ye legal bir parti olarak siyasal faaliyet yürütme hakkı ile Kürtlere dil ve
kültürel serbestlik tanınması gibi temel noktalarda bir "uzlaşmaya" varmışlardı. Henüz bir anlaşmaya
varılamayan noktalar olarak ise geriye, KDP peşmergelerinin tamamen silahsızlandırılıp
silahsızlandırılmayacağı gibi önemli bir konu ile verilecek hakların "otonomi" sözcüğüyle tanımlanıp
tanımlanmaması ve yürütülen gizli görüşmelerin açıklanıp açıklanmaması gibi daha tali noktalarda birkaç pürüz
kaldığı anlaşılıyordu. Tarafların karşılıklı pozisyonları, özellikle de İKDP'nin sınırlı bir otonomiden fazlasını
zaten içermeyen çizgisi açısından bakıldığında bunlar giderilemeyecek türden pürüzler değildi. Ama buna
rağmen, sonuca bu kadar yaklaşıldığı zannedilen bir noktada bile, İran rejimi, ne İKDP'den ne de onun arkasında
görünen Avrupalı sosyal demokrat partilerden ve hükümetlerden fazla güçlü bir tepki görmeyeceğinin de
güveniyle, ilerde başına umulmadık sorunlar açabilecek bir dertten hazır uygun koşullarını da bulmuşken
kurtulmanın yolu olarak "diyalog" ve "siyasi çözüm" sürecine bilinen tarzda noktayı koydu. Ve İKDP o günden
beri belini hâlâ doğrultabilmiş değil.
Bu örnek, gizli veya açık bütün diplomatik pazarlık süreçlerinin bu şekilde sonuçlanacağı anlamına
gelmez elbette. Yalnız bu örnek, Ortadoğu gibi bir bölgede Kürtlerin gizli veya açık diplomasi yöntemlerine
fazla güvenip bel bağlamamaları gerektiğini hatırlatması yönüyle uyarıcıdır; çok sınırlı bazı hakların tanınmasına
bile razı "gerçekçi", "ılımlı", "makul" bir profil çizdiklerinde dahi, buna dayalı strateji ve politikaların,
dengelerdeki küçük bir oynamada bile nasıl hüsranla sonuçlanabileceğini göstermesi yönüyle eğiticidir. Onun
için, Ortadoğu'da kalıcı ve güvenilir sonuçlar elde edilmek isteniyorsa eğer, gerçekçi olmak şarttır ama bu
gerçekçilik, ilkelere dayalı devrimci bir gerçekçilik olmak zorundadır.3

d) Askeri dengelerdeki değişme ve bugüne kadar uzanan bazı sonuçlar


'93 yılı sonrası süreçte siyasi dengelerde yaşanan değişime paralel olarak askeri dengede de bir değişim
yaşandı. O yıla gelene kadar askeri cephede de inisiyatif ve üstünlük, daha önce de belirttiğimiz gibi PKK'nin
elindeydi. Diğer bütün reformist-revizyonist Kürt örgütlerinden farklı olarak PKK, Kürt ulusal kurtuluş
mücadelesinin ancak silahlı devrimci bir mücadele temelinde yükseltilip ilerletilebileceği temel gerçeğini
derinlemesine kavradığı için, Ortadoğu'nun olanaklarını bu devrimci perspektifle ele almış ve '84 Atılımına
kadar geçen süreci -yine diğerlerinden farklı olarak- tasfiyeci çürüme yönünde değil devrimci gerilla
mücadelesine hazırlık yönünde değerlendirmişti.
PKK, gerilla mücadelesine iyi hazırlandığını sergilediği pratik ile de gösterdi. Dar bir alana sıkışıp kalmış
sınırlı güçlerin genellikle kesintili bir etkinlik gösterdiği başka örneklerden farklı olarak PKK pratiği, gerilla
mücadelesi konusunda Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında bugüne kadar ulaşılan en ileri düzeyi temsil eder.
Ulusal bir temel üzerinde yükselmesi, Kürdistan'ın bölünmüş yapısı ve coğrafi özelliklerinin bu konuda derin bir
cephe gerisi ve geniş bir hareket kabiliyeti kazandırması, bu arada İran-Irak savaşı başta olmak üzere bazı
konjonktürel etkenlerin sağladığı avantajların da bu konudaki payını gözardı etmemekle birlikte, bunların
kendiliğinden bu çapta devrimci sonuçlar doğurmayacağı gerçeği dikkate alınacak olursa, burada PKK'nin
yöneliminin, gerilla mücadelesini ele alış ve uygulama tarzının belirleyici olduğu daha net olarak görülür. PKK,
gerilla mücadelesine hazırlık dönemini, belirli yönlerde göreli bir atılımla sınırlı tutmayarak daha geniş kapsamlı
ve uzun vadeli bir mücadeleye hazırlık perspektifiyle yürüttüğünü, sadece aynı anda iki ilçenin basılması
biçiminde etkili bir çıkış yaparak değil, bunu izleyen kısa bir süre içinde Kürdistan coğrafyasını enine ve

3 Devrimci Proletarya, bütün bu uyarı ve eleştirilerini ilk kez bugün dile getirmiyor. Savaş yorgunluğu ve ulusal reformizm eğilimlerinin güçlenmesi
başta olmak üzere, bugün üstelik boyutlanmış olarak somut bir görünüm kazanmış olan bütün tehlikelere, "araba devrilmeden" çok önce işaret edilmiştir.
Devrimci Proletarya'nın 1992-93 yıllarında çıkmış olan sayıları incelenecek olursa, bugün yaşananların o günden söylendiği görülür. "Türk şovenizminin
şaha kalkmış olduğu bir dönemde (nesnel olarak onunla aynı zemine düşmemek için) eleştirinin içeriği ve dozunun yanı sıra dili ve zamanlaması konusunda
da titiz davranılması" sorumluluğu gözetilerek dile getirilen bu uyarı ve eleştiriler sırasında öz olarak özellikle, bağımsızlık hedefi ve devrimci silahlı
mücadele çizgisinin savunulması başta olmak üzere PKK'yi PKK yapan temel devrimci değerlerdeki zayıflamanın, süreç içinde başka etken ve gelişmelerle
de birleşerek hareketin devrimci niteliğinde genel bir zayıflama ve bozulmaya yol açabileceği tehlikesinin altı ısrarla çizilmiştir. Ulusal reformizm eğilimlerine
hayat veren çizgisel zaafların başında gelen dar ulusal kurtuluşçu yaklaşım ve antiemperyalist yönelim zayıflığının içerdiği tehlikelere her fırsatta işaret
edilerek, bunun, mücadelenin örgütleniş tarzından "çözüm" anlayışına, "ulusal birlik" sorununun ele alınışından çeşitli taktik politikalara kadar bir dizi konuda
ne gibi deformasyonlara yol açtığının üzerinde durulmuştur. Çok sınırlı ulusal haklar karşılığında her an uzlaşmaya açık burjuva orta sınıf ulusalcılığının
genel güçlenişine dikkat çekilmeye çalışılarak; sınıfsal ve ideolojik karakterleri gereği bu eğilimin temsilcileri, PKK'nin devrimci siyasi ve manevi otoritesi
güçlü olduğu sürece kendilerini gizleyecekler, ona tabi ve saygılı bir görüntü çizecekler, fakat yarın bir gün dengeler değişecek, ulusal mücadele ve devrimci
öncü herhangi bir darboğaza girecek olursa başlarını kaldırmaktan, mücadeleyi ve yaratılan devrimci değerleri ucuza satmaya yeltenmekten geri
durmayacaklardır uyarısında bulunulmuştur. Yine o dönem yazılan yazılarda, PKK'nin, Kürt sömürücü sınıflarına ve onların temsilcisi unsurlara karşı
gereken devrimci uyanıklığı yeterince göstermediği, yurtsever kitleler üzerinde sahip olduğu devrimci otoriteye, öncü konumunun tartışılmazlığına aşırı
ölçülerde güvenerek bunlardan gelebilecek tehlikeleri fazla hafife aldığı; reformcu yönelimler konusunda öncü küçük a derse, bunların bunu aşırıya
götürerek büyük A haline getirecekleri söylenmiştir. Sadece bir ateşkes kararı ile sınırlı kalmayan '93 politikaları, çok net bir tutumla eleştirilmiştir. Ulusal
reformizm yöneliminin kazandığı açıklık ve boyutlar da dikkate alınarak, "bu kez herhangi bir yanlış taktiğin de ötesinde devrimci çizginin revizyonu söz
konusudur" tespitinde bulunulmuş, nelere yol açabileceğine dair uyarıları da içerecek şekilde bunun çizgide bir kırılma anlamına geldiği çeşitli yönlerden
gösterilmeye çalışılmıştır, vb., vb.
PKK'li dostlarımız, o zaman da bu eleştirilerden hoşnut olmadılar. "Bizim dogmatik davranarak kendilerini anlamadığımızı", "haksız ve yanlış
eleştirilerde bulunduğumuzu", "bunların taktik icabı atılan adımlar olduğunu", "taktik ustalık ve yaratıcılık örnekleri olarak görülmeleri gerektiğini" vb, vb. iddia
ettiler. Tepkilerini yer yer hakarete kadar vardırdılar, hatta Sağmalcılar Cezaevi'nde bizimle yayın alışverişi temelinde protokol ilişkilerini dahi kestiler.
(Benzer tepkilerle bugün de karşılaşıyoruz. Örneğin, Ülkede Gündem gazetesi, dergimizin 1. sayısının ilanını basmayı reddetti. 'Eleştiriye
tahammülsüzlük'ten kaynaklanan aynı sansürcü tutumu Emek gazetesi de sergiledi. Onun zülf-i yarine dokunan ise, EMEP tasfiyeciliği ve ekonomizminin
eleştirisi oldu). Fakat ne oldu? Hayat hükmünü yürüttü. Bizim bundan 5-6 sene önce söylediklerimiz, bugün bizzat PKK önderliği veya sözcüleri tarafından
dile getirilmektedir. Bu konuda bir örnek olması için, M. Can Yüce'nin Özgür Halk dergisinin Ekim '97 sayısında yazdıkları ile bizim geçmiş yıllarda
yaptığımız uyarı ve eleştirilerin yan yana getirilip karşılaştırılması yeterlidir. Yalnız o zamanlar daha çok potansiyel bir tehlike durumunda olan tehlikeler,
bugün boyutlanmış ve somut bir görünüm kazanmış olarak yaşanmaktadır.
Öte yandan, zamanında yapılmış bu devrimci uyan ve eleştirileri hatırlatmamız, her ikisi de küçükburjuva devrimciliğine özgü hastalıklı davranışlar
olarak ne alınganlık konusu yapılmalı ne de "haklı çıkmış olmaktan dolayı bir böbürlenme" olarak görülmelidir. Hangi nedenlerin ve nasıl bir gelişmenin
sonucunda olursa olsun, bir devrimin ve devrimci bir hareketin karşılaştığı sorun ve tehlikeleri, "kendi dışında bir gelişme" olarak gören, bundan gizli veya
açık bir hoşnutluk, böbürlenme ve benzeri duygulara kapılan bir "devrimciliğin", her şeyden önce içtenliğini ve tutarlılığını sorgulamak gerekir. Bizim
geçmişte de dile getirdiğimiz uyarı ve eleştirilerimizi hatırlatmamızın tek nedeni, yurtsever hareketin ve onun devrimci kadrolarının, mücadelenin geçici ve
konjonktürel kimi sıkışmalar yaşamasından da yararlanarak, başlarını kaldırma cesaretini gösteren -ki tam da böyle kritik kesitlerde başlarını kaldırmak,
onların sınıfsal ve ideolojik karakterlerinin doğal ve mantıki bir sonudur- reformist tasfiyecilik eğilimi ve ihanet girişimlerine karşı savaşımı, kişilerin özellikleri
ile 'açıklamaya' çalışmak şeklinde bir idealist yaklaşımdan olduğu kadar, sorunu sadece bunların oluşturduğu güncel bir tehlikenin savuşturulması ile
sınırlamak şeklinde dar bir yaklaşımdan da kaçınmak gereğini hatırlatmak içindir. Daha sağlam ve daha kalıcı devrimci sonuçlar elde edebilmek için, "Bir
musibet bin nasihatten daha yararlıdır" sözüne uygun olarak, neşteri biraz daha derine daldırmak, samimi bir devrimci özeleştirel tutum takınmak
zorunluluğu vardır. Bu süreç o zaman, güçlü bir devrimci silkiniş ve yeni bir devrimci atılımın başlangıcı özelliğini kazanabilir. Ulusal mücadelelerin kaderini
ve bundan sonraki gelişim seyrini etkileyecek tehlikelerle dolu olan bu süreci devrimci bir tarzda yarabilmenin yolu, bir yerde de buradan geçmektedir.
derinlemesine kullandığı geniş bir gerilla faaliyet sahası haline getirmesiyle de kamdandı. Gerilla mücadelesinin
temel prensiplerini ve üstünlüklerini oluşturan 'baskın' ilkesi başta olmak üzere düşmanı ummadığı anda
ummadığı yerlerden vurma, hareketli savaş, coğrafyanın avantajlarını ve araziye hakimiyeti başlı başına etkin bir
silah olarak kullanmayı vb. uzun süre başarıyla uyguladı. Gerilla mücadelesinde sergilediği başarılı pratik,
PKK'nin tarihsel çıkışma süreklilik kazandırmakla kalmadı, geniş yığınların harekete geçmesini ve hemen
hemen bütün samimi ulusalcı güçlerin PKK'nin arkasında mevzilenmesini sağlayan belirleyici etken oldu.
PKK'nin gerilla mücadelesi konusunda '84-'93 arası pratiğinin bir kez daha kanıtladığı temel bir gerçek
daha vardır: Gerillanın mücadelesine de yol gösteren, silahlara kumanda eden politika ne kadar net ve derin bir
devrimci karaktere sahip olursa, sayı, silah, donanım, savaş ve komuta tecrübesi ve lojistik destek imkanları
bakımından henüz mütevazı ölçüler içinde kalan -bu arada bu yüzden ciddi kayıplara da uğrayabilen- bir gerilla
hareketi bile fizik güçlerinin çok üzerinde sonuçlar alabilir. Buna karşılık, politikanın devrimci karakterinde
belirgin bir zayıflama ve bulanıklıklar ortaya çıkacak olursa şayet, sayı bakımından olduğu kadar tecrübe ve
olanaklar bakımdan da ilk oluşum dönemlerinin çok üstünde büyüklüklere ulaşmış bir gerilla gücü bile aynı
etkinlikte işlev görmeyebilir. Bir ulusu devrimci bir çizgi temelinde ayağa kaldırma ve gerçek bir ulusal
özgürlüğü kazanma iddiasının güçlü olduğu '84 Atılımı ve onu izleyen yıllarda PKK'nin gerilla mücadelesi
pratiği de bu iddiaya uygun bir çizgide seyretmiş; en başta sürekli atak halinde olması, sık sık cüretkâr eylemler
gerçekleştirmesi, askeri pratik bakımdan da kendisini devamlı aşan bir canlılık göstermesi ile mücadelenin hızla
kitleselleşmesinde belirleyici bir rol oynamıştır. O kesitteki gerilla mücadelesinin en ayırdedici özelliği, hiçbir
zaman savunma konumunda kalmayıp, düşmanı sürekli darbeleyen ve bunu hem gerçekleştirilen eylemlerin çapı
bakımından hem de faaliyet alanı bakımından sürekli genişleten bir saldırı çizgisi benimsemiş olmasıdır. Bu
stratejik yaklaşım ve tutum, ulusal mücadelenin motor gücünü oluşturan gerilla hareketinin büyüyüp gelişmesine
sıçramalı bir karakter kazandırmakla kalmayarak, ulusal hareketin bütünü üzerinde güçlü bir moral motivasyon
etkeni işlevini görmüştür.
PKK'nin devrimci çıkışına ve gerilla mücadelesine askeri bakımdan da hazırlıksız yakalanan rejim, kısa
süre içinde bu alanda da ummadığı durumlara sürüklendi. Sayıca şişkin fakat hantal bir yapıya sahip olan
ordunun başındaki generaller, siyasi alanda işlenen hatayı askeri alanda da yinelediler ve kendilerine olan o kof
güvenin de etkisiyle PKK'nin başlattığı gerilla mücadelesini küçümsediler. Sayı ve silah bakımından
üstünlüklerine güvenerek, kısa sürede üstesinden gelebilecekleri hayaline kapıldılar. Düzenli ordular arasındaki
cephe savaşlarından farklı türde bir savaşla karşı karşıya oldukları basit ama temel gerçeğinin dahi ayırdına
varamadıkları için, ahmakça bir strateji izleyerek, ellerindeki güçlerle sabit mevzileri tutmaya yöneldiler.
Böylelikle gerillanın hareket kabiliyetini sınırlandırabileceklerini zannettiler; ama bu tarzda alan tutmaya
çalışmanın kaçınılmaz sonucu olarak 80–100 kişilik bölükler halinde olur olmaz yerlere kurulmuş karakollara
serpiştirdikleri birliklerini, gerillanın kolayca vurabileceği hedefler haline getirmiş oldular. PKK, hasmının
verdiği bu açığı iyi değerlendirdi ve hemen her biri açık birer hedef oluşturan bu karakollardan kendisine en
uygun olanları seçerek bunları peş peşe vurmaya başladı. İndirdiği her darbe, gerillanın siyasal-moral etkinliğini
yükseltirken, ordu birliklerinin saflarında da şaşkınlık ve korkuyu büyüttü. Türk ordusu, sayıca üstünlüğüne
karşın gerilla mücadelesi konusunda doğru dürüst bir eğitime ve savaş deneyimine sahip değildi, eğitim ve
örgütlenme bakımından olduğu gibi silah ve donanım bakımından da düzenli ordulara karşı yürütülecek
savaşlara göre hazırlanmıştı, araziyi tanımıyordu vb., vb. Bütün bunlar onu daha da hantallaştıran ve etkinliğini
sınırlandıran etkenler oldu.
'92'ye gelindiğinde sadece gerilla hareketinin değil bir bütün olarak ulusal mücadelenin ummadığı ölçüde
boyutlanmış ve kitleselleşmiş olması, rejimin en başta aklını başına getirdi, işin ciddiyetini ve tehlikenin
büyüklüğünü gördü. O zamana kadar geçen süreçten çıkardığı derslerin de ışığında kendine her bakımdan
çekidüzen vermeye yöneldi. İşe en başta, en büyük zafiyetini oluşturan merkezi bir politika ve strateji
yoksunluğunu, bu konudaki iç çelişkilerinden kaynaklanan dağınıklık ve tutarsızlıklarını ortadan kaldırmaya
yönelmekle başladı. Kürt ulusal mücadelesini bastırma amacında ve bunun için şiddetin yoğun bir tarzda
kullanımı noktasında aralarında bir farklılık olmamakla birlikte, şiddetin yanısıra baştan çıkarıcı bazı reform
yöntemlerinin de devreye sokulabileceği eğiliminde olan Özal-Eşref Bitlis kanadını bilinen yöntemlerle tasfiye
ederek "Topyekûn Savaş'' konsepti etrafında önce kendi içinde siyasi irade birliğini sağladı. Buna uygun siyasi
ve askeri bir kadrolaşmaya da gittikten sonra bilinen kirli savaş uygulamalarına girişti. Daha doğrusu, önceden
'yoklama saldırıları' biçiminde başlattığı bu yöndeki uygulamalarını yoğunlaştırdı, kapsamını genişletti, bunlara
süreklilik ve sistemlilik kazandırdı.
"Topyekûn savaş" konsepti, adından da anlaşılacağı üzere, savaşı yaymayı ve şiddetlendirmeyi içeren bir
stratejiydi. Artık sadece Kuzey Kürdistan değil bütün Türkiye, bu arada Güney de 'savaş alanı'ydı. Hedef ise
sadece gerilla değil, ondan da önce yurtsever kitleler ile her kim olursa olsun ulusal mücadeleyi destekleyen
herkesti. Belirlediği bu yeni stratejiye uygun olarak rejim, askeri alanda ilk olarak, daha önceki ahmakça alan
tutma tarzından vazgeçerek "önce denizi kurutma" yönelimine girdi. Gerillanın hareket kabiliyetini, barınma ve
lojistik imkanlarını ortadan kaldırmak amacıyla, dağlardan önce yerleşim birimlerindeki yurtsever kitlelere
yöneldi. PKK önderliğinin daha hâlâ "ılımlı reformist bir yaklaşımın sahibi" imiş gibi göstermeye çalıştığı faşist
Özal'ın, "3 milyon Kürdü Batı'ya göçertmeyi başarırsak bu işi bitiririz" sözünde de ifadesini bulan kirli savaş
stratejisinin bu ilk hedefini gerçekleştirmek amacıyla binlerce köy ve mezrayı zorla boşaltmaya girişti, köyleri ve
ormanları yaktı; ardından büyük yerleşim birimlerine de yönelerek Şırnak, Cizre, İdil, Hakkari, Lice vb.
örneklerinde olduğu gibi kimini topa tutarak, Batman örneğinde olduğu gibi kiminde kontra örgütlenmelerini
devreye sokarak sonuçta terörün yoğun bir tarzda kullanımına dayalı kapsamlı bir kitle pasifikasyonu harekatı
başlattı. Bu arada Türkiye'deki metropoller de dahil kentlerdeki kitle önderlerine ve yurtsever hareketin
destekçilerine yönelik "faili meçhul" cinayetleri tırmandırarak bu pasifikasyon harekatına yeni bir boyut
kazandırdı.
Öte taraftan ordu bu arada birliklerinin eğitimi, örgütlenmesi, komuta sistemi ve donanım bakımından
kendini gerilla savaşına uyarlama yönündeki adımlarını hızlandırmıştı. Klasik piyade eğitiminden farklı olarak
komando eğitiminden geçirdiği birliklerinin sayısını çoğalttı. Gerillaya karşı gerilla yöntemleriyle savaşacak özel
eğitimden geçirilmiş operatif birim ve birlikler kurmanın yanı sıra poliste de 'özel tim' örgütlenmesine giderek
bölgede sürekli görev yapacak ek bir vurucu güç daha örgütledi. Bu arada, '87'lerde örgütlemeye giriştiği
koruculuk sistemini oturtmuştu. Böylelikle Kürt toplumunun bağrında hem askeri hem de siyasi-toplumsal
hakimiyet bakımlarından maşa olarak kullanabildiği bir 'beşinci kol' örgütlenmesi yaratmıştı. Önceleri bu korucu
çetelerinin kılavuzluğundan yararlanarak, süreç içinde kendisi de deneyim kazanarak Kürdistan coğrafyasına
yabancılığını giderdi, gerillaya büyük avantaj sağlayan araziye hakimiyet konusunda da belirli bir denge sağladı.
Bu arada her geçen yıl katlanarak büyüyen muazzam bir harcamayı göze alarak silah sistemlerini yeniledi;
Kürdistan'da savaşan birliklerini gelişmiş savaş helikopterlerinden dağ toplarına, dağlık arazide de hareket
kabiliyeti yüksek zırhlı araçlardan geceleri de etkili olan termal sistemlere kadar gerillaya karşı savaşta büyük
üstünlük kazandıran ileri teknoloji ürünü silahlar ve teçhizatla donattı. Ordunun savaş tecrübesinin artışı ile de
birlikte bütün bunlar, askeri dengelerde de gerillanın aleyhine bir değişmeyi getirdi beraberinde.
Sonuç olarak bugünkü durumu, askeri açıdan, '90'lı yılların ilk yarısındaki durumla karşılaştıracak olursak
eğer, özellikle üç ana nokta dikkati çeker:
1) Daha önce 'savunma' konumuna itilmiş olan ordu, bugün bu konuda belirli bir denge sağlamış, hatta
saldırı inisiyatifini bir ölçüde eline geçirmiş durumdadır. Çoğu kendisini dahi korumaktan aciz küçük birliklerin
dağınık halde sabit mevzileri tutmayı çalıştıkları eski yayılma düzeninden farklı olarak; daraltılmış sorumluluk
sahalarının stratejik noktalarında konumlanmış, taktik alay düzeyindeki birlikleri aracılığıyla pusu atan, vur kaç
eylemleri biçiminde sızma operasyonları düzenleyen, tugay düzeyindeki zırhlı ve piyade birliklerinin hava
kuvvetlerinin de desteğinde koordineli kullanımına dayalı harekatlar düzenleyerek sık sık geniş saha
temizliklerine girişen vb. bir ordu var bugün artık gerillanın karşısında. Bazen 120 bin askere kadar çıkabilen
büyük kuvvetlerin kullanıldığı bu saha temizleme operasyonlarına rağmen ordu gerillayı kökleştiği alanlardan
söküp atamıyor gerçi ama onu aslolarak savunma pozisyonunda kalmak zorunda bırakabiliyor.
2) Alan hakimiyeti konusunda da ordunun bugün geçmişe oranla bazı ilerlemeler kaydettiğini teslim
etmek gerekiyor. Bu elbette ki rejimin psikolojik savaş unsuru olarak iddia ettiği gibi "gerillanın
marjinalleştiği", "ordunun Kürdistan'ın her yerinde denetim ve otoritesini tekrar sağladığı" anlamına gelmiyor.
Bunlar, yılgınlık ve teslimiyet eğilimlerini derinleştirmek amacıyla sıkılan palavralardır. Fakat ordunun geçmişte
adım dahi atamadığı kimi alanlarda bugün belirli mevzileri ele geçirdiği, mutlak anlamda olmasa da tam veya
kısmi bir denetim sağladığı alanları genişlettiği de bir gerçektir. Büyük kuvvetler yığma pahasına, silah ve
teknolojik üstünlüğe, hava kuvvetleri desteğine sahip olma gibi avantajlar sayesinde sağlanmış olsa da,
durumdaki bu değişiklik, gerillanın hareket kabiliyetini sınırlandırıcı sonuçlar doğurmaktadır.
3) Savaşın ağırlık merkezi, özellikle son iki yıldır, Güney Kürdistan'a kaymış durumdadır. PKK'nin
Güney'deki siyasi ve askeri etkinliğinin büyümesi üzerine gelişen bu durum, Kürdistan devriminin gelişim ve
PKK hesabına devrimci bir kazanım ve ilerlemenin ifadesi olduğu kadar, savaşı kendi devlet sınırlarının
'uzağına' taşımış olma yönüyle rejim açısından da 'rahatlatıcı' bir gelişme özelliğine sahiptir.
Savaşın ağırlığının Güney'e kaymış olması, genellikle tek yanlı değerlendirmelere konu olmaktadır.
Bunun Kürt ulusal devrimi ve PKK adına önemli bir kazamın anlamına gelen yönleri görülmekte, fakat bu arada
devlet adına da en azından rahatlatıcı yönleri genellikle gözden kaçırılmaktadır. Aynı şekilde bu gelişmenin
gerek PKK gerekse devlet açısından sadece kazanım ya da yenilgi yönleri görülmekte, öbür yandan kazanımların
içerdiği tehlikeler ya da taktik bazı yenilgilere rağmen işin stratejik anlamı ve ilerde doğurabileceği sonuçlar
gözden kaçırılmaktadır. Halbuki savaşın ağırlık merkezinin Güney'e kayması, her iki taraf açısından da -tabii eşit
ölçüde ve aynı önemde olmamakla birlikte- belirli bir kazanım anlamım içermenin yanı sıra kazanımlarıyla
olduğu kadar bunun beraberinde getirdiği tehlikeler ile de 'ikili bir karaktere' sahiptir. Bu ikili karakterin gözden
kaçırılması, çok ciddi yanılgılara ve tehlikeli savruluşlara neden olabilir. PKK'nin siyasi, toplumsal ve askeri
etkinliğinin Kuzey'in yanı sıra Güney Kürdistan'da da büyümesi ve derinleşmesi, Kürdistan ulusal kurtuluş
devriminin en azından iki parçada fiili birlikteliğinin sağlanması bakımından olduğu kadar Kuzey'deki
mücadelenin 'cephe gerisini' kuvvetlendirip sağlamlaştırmak bakımından da yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu
anlamda PKK'nin, ABD emperyalizmi ve Türkiye'nin elinde tam bir oyuncak haline gelen KDP'nin şahsında
Güney'de yuvalanmış olan ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine bugüne kadar belki de en büyük zararları veren
feodal şebekelerin üzerine gitmesi -ki PKK buna bir yerde de mecbur bırakılmıştır- yerinde, doğru ve devrimci
bir tutumdur. Bunu "Kürtlerin arasındaki gereksiz bir kardeş kavgası (Bırakuji)" olarak görmek, sadece çok dar
milliyetçi bir bakış açısının değil aynı zamanda devrimci olmayan bir bakış açısının ifadesidir. Çünkü gerek
ulusal gerekse sınıfsal karakteri ve yönelimleri bakımından onlarla kıyaslanması bile abes kaçacak kadar gelişkin
devrimci bir konumda bulunan PKK, ulusalcı yönleri dahi neredeyse kaybolmaya yüz tutmuş bu burjuva-feodal
ihanet şebekeleri tarafından sürekli bir biçimde arkasından hançerlenmektedir. Fakat öte taraftan Güney, PKK'yi,
bugün gerilla güçlerinin önemli bir kısmını orada tutmak mecburiyetinde bırakmasının dışında (ki bu, Kuzey'de
mücadelenin zayıflamasına neden olan önemli etkenlerden bir tanesidir), zamanla güçleri tüketecek bir "batak"
haline dönüşme riskini de içermektedir. Askeri bakımdan birden fazla düşman güçle doğrudan karşı karşıya
gelme ve onlar tarafından çok yönlü bir çembere alınma tehlikesinin yanı sıra politik bakımdan da bütün
emperyalist güçlerin ve bölge gericiliklerinin karanlık ilişkiler ağı ve diplomasi labirentleri içine çekilerek
kaybolma tehlikesini de yüksek oranda içinde taşımaktadır. Bu nedenle, Güney'deki gelişme ve kazanımlar,
sadece bugünkü sonuçları ve görünen yüzleriyle değil, hemen olmasa bile ilerde doğurabileceği tehlikeli
sonuçlarla birlikte ele alınmalı; gelişmenin, tutarlı devrimci bir yönde mi olduğu yoksa farkına bile varmadan
farklı bir yöne doğru gidişe mi yol açtığı temel sorusunun ışığında irdelenip değerlendirilmedir.
Bugünkü duruma ilişkin olarak üzerinde durulması gereken önemli bir gelişme de, gerillanın Karadeniz'e
ve Amanoslar üzerinden Çukurova'ya doğru bir açılım yapma yönelimine girmiş olmasıdır. Rejimin gerillayı
Kuzey'de sınırlandırma ve savaşın ağırlığını Güney'e yıkma çabalarına yanıt olarak, buralarda tutunma ve savaşı
derinleştirmenin yanı sıra böyle bir yönelime girilmiş olması kuşkusuz yerinde ve isabetli bir tutumdur.
Psikolojik savaşın "Gerillayı marjinalleştirdik" iddialarına devrimci pratik bir yanıt özelliğini taşımasının yanı
sıra; onu, bugüne kadar nispeten rahat davrandığı 'cephe gerisi' konumundaki yeni bölgelerden de vurarak,
gerillanın temel faaliyet alanını oluşturan Kuzey'deki gerilla birlikleri üzerindeki baskısını görece hafifletecek bir
işlev de görebilir. Bu açılım, sadece askeri bakımdan değil, silahlı devrimci mücadelenin yürütüldüğü alanların
Türkiye'nin içlerine doğru genişlemesinin politik sonuçları bakımından da önemli devrimci sonuçlar doğurabilir.
Fakat toplumsal yapı ve koşulları nedeniyle özellikle bir Karadeniz bölgesinde gerilla mücadelesine dayak bir
faaliyetin, sürekliliğin sağlanması bakımından değilse de kazanabileceği boyutlar bakımından nereye kadar
gidebileceği sorusunun tartışılmasını bir an için bir yana bırakacak olsak bile, öncelikle yanıt bekleyen asıl soru
şudur: Bu yeni açılımlara hangi politika yön verecektir? Buralardaki gerilla faaliyeti, düşmanı taciz ederek
Kuzey'deki birliklere nefes aldırmak, bundan da önce rejimi "bir an önce masaya oturmaya zorlamak"
perspektifiyle mi yürütülecektir yoksa buraları da güçlü birer gerilla faaliyet bölgesi haline getirmek
perspektifiyle mi hareket edilecektir? Kürdistan'dan farklı ve özgün bir içerikte yürütülmesi gereken bu
bölgelerdeki mücadele, yukarıda başlıklar halinde değindiğimiz sonuçların alınabilmesi de dahil hedeflenen
sonuçların alınabilmesi, her şeyden önce buna bağlıdır.

C- DİĞER KONJONKTÜREL ETKENLER


Burjuvazinin Kürt ulusal mücadelesini ucuz bir reform batağına çekerek boğmaya yönelik politika
değişikliğini 'neden bugün' gündeme getirdiği sorusunun yanıtını ararken, başlıca nedenlerin toplanma
noktalarını oluşturan iki ana kategori olarak şu ana kadar, "savaş yorgunluğunun boyutlanması" ile "siyasi ve
askeri dengelerdeki değişme" nin üzerinde durduk. Bunlardan ayrı düşünülemeyecek, en az bunlar kadar önemli,
sonuç üzerinde olduğu kadar bu ikisi üzerinde de etkili üçüncü kategoriyi ise, "diğer konjonktürel etkenler"
başlığı altında toplayabiliriz.
Bu kategorideki etkenler de, diğerlerinde olduğu gibi, esasında her biri başlı başına ve kapsamlı bir
biçimde ele alınmayı gerektirir nitelikte ve önemdedir. Ancak şu an konumuz bunları işlemek değil, bunların
Kürt ulusal mücadelesinin gelişimi üzerindeki etkilerine işaret ederek bu konuda tablonun bütünsel olarak
görülmesini sağlamak olduğu için, bunlara şimdilik sadece değinmeler biçiminde işaret edip geçmekle
yetineceğiz.

a) Uluslararası ve bölgesel koşulların elverişsizliği


"Diğer konjonktürel etkenler" kategorisinde ele alınabilecek olan etkenlerden bazıları, dünya ölçeğinde
geçerli olan etkenlerdir. Daha açık bir tanımlamayla "uluslararası koşulların elverişsizliği" şeklinde ifade
edebileceğimiz bu etkenler üzerinde daha önce de durduğumuz için bunları tekrarlamayacağız. Uluslararası
koşullar ve dengelerin 1980 sonrası süreçte komünistler ve devrimci güçlerin aleyhine dönmüş olması,
uluslararası proletarya ve emekçi kitle hareketleri ile halkların devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerinin dünya
çapında zayıflaması, Ortadoğu gibi bir bölgede Kürt halkının devrimci bir ulusal kurtuluş çizgisinde ayağa
kaldırılması gibi zaten olağanüstü güçlükler taşıyan bir eyleme öncülük ve önderlik eden PKK'nin işini çok daha
zorlaştıran, onun ve Kürt halkının karşılaştığı güçlükleri çoğaltan, ödemek zorunda kaldıkları bedelleri yükselten
bir etken olmuştur. Kürt ulusal devriminin gelişim seyrini olsun, PKK'nin politika ve taktiklerini
değerlendirirken olsun bu etkenin rolü asla gözden ırak tutulmamalıdır. Yurtsever hareketin sözcülerinin kimi
zaman yaptıkları gibi, bu durum, yanlış politika ve taktiklere doğruluk ve geçerlilik kazandırmaz kuşkusuz.
Onları ideolojik bakımdan onaylamanın gerekçesi veya bahanesi haline getirilemez. Fakat onları doğuran
nedenleri anlamamızı sağlar, yanlışları eleştirirken eleştirinin insaf ölçüleriyle bağdaşmayan bir sorumsuzluk
halini almasının önüne geçer.
"Konjonktürel etkenler" kapsamında ele alınması gereken etkenlerden bazıları ise bölgesel niteliktedir.
Bunların çoğu, "uluslararası etkenlerin" dışında, onlardan kopuk değildir elbette; onların bölge özelindeki somut
yansımalarıdır. Fakat dünyanın diğer bölgelerinden farklı olarak Ortadoğu bölgesinin bütün emperyalistler
açısından taşıdığı stratejik önemden dolayı bunların hepsinin ellerinin burada olmasının yanı sıra bölgenin diğer
özgün özelliklerinden dolayı da bu yansımalar, burada, devrimci güçler açısından daha çok handikapları büyüten
çizgiler kazanmış olarak karşımıza çıkarlar.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ortadoğu'da tutarlı devrimci bir çizgi temelinde ilerlemek ve sonuca
gitmek kolay bir iş değildir. Çünkü devrimci bir güç burada, en başta çok geniş ve birleşik bir karşıdevrimci
güçler koalisyonunu karşısında bulur. Ve bunlar tek bir biçim, tek bir taktik altında, açıkça düşmanca davranışlar
olarak koymaz her zaman kendisini ortaya. Çoğu kez "şekere bulanmış mermiler" biçiminde sahte yakınlık ve
dostluk gösterileri, oportünist bir gerçekçilik ve sağduyu önerileri, tarafsızlık ve haklara saygı maskesi takmış
arabuluculuk girişimleri ve benzeri görünümlere bürünmüş olarak kendini gösterir. Ortadoğu'nun siyaset zemini,
Ortadoğu'nun kumları kadar kaygan ve kaypaktır. Devrimci ilkesel duruşunda ve stratejik perspektiflerinde
zayıflık göstereni kolayca içine çekip yutabilir. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun çok sık karışabildiği,
konjonktürel dengelerin, dostluk ve düşmanlık ilişkilerinin kolay değişebildiği oynak bir bölgede mücadele
yürütüyor olmak, müthiş bir taktik ustalığı da gerektirmekle birlikte, bundan da önce çok sağlam bir ilkesel
duruş gerektirir. Yoksa taktik esneklik ve kıvraklık, Ortadoğu'da çok kolay ve hızlı bir biçimde stratejik bir
oportünizme dönüşebilir.
Antiemperyalist duyguların ve geleneklerin güçlülüğü, Ortadoğu'nun bir diğer karakteristiğidir.
Emperyalizmin bölgedeki koçbaşını oluşturan Siyonizm ve onun en büyük hamisi durumundaki ABD
emperyalizmi üzerinde odaklanan bu antiemperyalizm, tutarlı ve etkin komünist önderliklerin yokluğundan
ötürü, yakın zamanlara kadar daha çok küçükburjuva milliyetçiliğinin değişik türleri tarafından yedeklenirken
son yıllarda İslamcı örgütlerin etkinliği altına girmiş durumdadır. Ortadoğu halkları arasındaki antiemperyalizm
ve antisiyonizmin uzunca bir süre lokomotif gücünü oluşturan Filistin Devrimi'nin, 1982 Lübnan yenilgisinin
arkasından FKÖ önderliği tarafından da satılması, bu dalgada ciddi bir kırılma ve zayıflama yaratmıştır. '80'lerin
ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen Kürt ulusal devriminin önemli şanssızlıklarından biri de bu olmuştur
zaten. Bunun yerine İran İslam Devrimi ve onun etkisi altındaki İslamcı örgütlerin etkinliğinin öne çıkması,
çizgisel zaaflarının yanı sıra ideolojik konularda bile pragmatist bir yaklaşımla hareket etmek gibi olumsuz bir
alışkanlığa da sahip olan PKK'nin tutum ve politikalarında, özellikle dine ve dinci hareketlere yaklaşma
konusunda ideolojik ve siyasal kaymaları ivmelendirici bir etkide bulunmuştur. Bugün Ortadoğu'da yeni bir
antiemperyalist dalga mayalanmaktadır. Fakat tutarlı devrimci bir önderlik noktasındaki boşluk hâlâ sürmektedir.
Ortadoğu halkları arasındaki antiemperyalist duyarlılık ve tepkilerin hissedilir biçimde tekrar yoğunlaşmaya
başlaması, Kürt ulusal mücadelesine soluklanma ve kendisine yeni müttefikler bulma olanağını kazandıracak bir
gelişme özelliğini taşımakla birlikte; bunun tutarlı devrimci önderliklerden hâlâ yoksun oluşu, ittifak ihtiyacı ve
arayışları sırasında güvenilir muhataplar bulma yerine sağlıksız ve tehlikeli ilişkilere yönelme gibi bir riski de
içinde taşımaktadır.

b) Türkiye'deki mücadelenin zayıflığı, Kürt UKM'nin en büyük dezavantajı olmuştur


Kürt ulusal mücadelesinin gelişimi sırasında karşılaştığı zorlukları büyüten, onu bunlara tek başına göğüs
germek durumunda bırakan 'diğer etkenler' içinde en önemlisi, ne uluslararası koşulların elverişsizliği ne de
bölgesel etkenlerdir. Kuşkusuz bunlardan kopuk olmamakla birlikte bunların olumsuz etkilerini de derinleştiren,
ama bizzat kendisi hem manevi ve siyasal bakımlardan, hem de pratik sonuçlar bakımından doğrudan etkide
bulunan bir konumda olması nedeniyle Türkiye devrimci hareketinin zayıflığı, Türkiye'deki sınıf ve emekçi kitle
hareketinin güçsüzlüğü bu konuda özel bir yere sahiptir.
Türkiye'de, ulusal mücadelenin devrimci bir çizgide gelişimine güç katacak, faşizmin güçlerini bölmek
mecburiyetinde bırakarak onun var gücüyle Kürt halkının üzerine çullanmasının önüne geçecek güçte bir sınıf ve
kitle hareketinin yükseltilemeyişi, bir dizi olumsuzluğa kaynaklık etmiş, tahrip edici sonuçlar doğurmuştur.
Rejime oldukça rahat hareket edebilme imkanını kazandırmanın dışında bu olumsuz sonuçlar içinde en önemlisi,
Kürt emekçileri arasında Türkiyeli sınıf kardeşlerine ve Türkiye devrimci hareketine karşı belirgin bir kırgınlık
ve güvensizliğin gelişmiş olmasıdır. Bu kırgınlık ve güvensizlik, zaten güçlü bir tarihsel ve nesnel temellere
sahip olan dar milliyetçi duygu ve düşünceleri daha da güçlendirmiş, bu temeldeki yaklaşım ve politikalara 'haklı
ve geçerli' bir görünüm kazandırmıştır. Keza sağ reformist teslimiyet eğilimleri başta olmak üzere her türlü
savruluşa müsait bir zemin oluşturan savaş yorgunluğunun bugün bu denli yaygınlaşmış olmasında, Türkiye
devrimci hareketinden, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinden güçlü bir destek ve yardım görememiş olmanın
yarattığı 'yalnızlık duygusu'nun payı büyüktür. Onun için, Kürt ulusal devriminin bugün karşı karşıya bulunduğu
tehlikelerin nasıl geri püskürtülebileceği konusunu ele alırken olsun, ulusal devrimci hareketin özellikle taktik
politikalar planındaki yanlışlarının eleştirisi sırasında olsun, Türkiyeli komünistler ve devrimciler olarak, bu
etkenin rolünü asla akıldan çıkarmamamız gerekir. Bu noktada, önce kendimizle yüzleşme ve hesaplaşma
zorunluluğu ve sorumluluğu çıkar karşımıza. Çünkü Türkiye'deki devrimci sınıf ve kitle hareketinin bugün bu
denli zayıf olmasının en başta gelen sorumlusu, Türkiyeli komünistler ve devrimciler olarak bizleriz. İşçi sınıfı
ve emekçi kitle hareketini devrimci bir temelde örgütlemek ve derinleştirmekte gösterdiğimiz yetersizlik ve
beceriksizliktir. Bunu açık yüreklilikle görmek ve teslim etmek zorundayız. Fakat bunu sadece görmek ve kabul
etmek yetmez. Zaten açık ve ortada olan bir olgudur bu. Asıl önemli ve gerekli olan, bunu doğuran nedenlerin
doğru bir çözümlemesini yaparak bunların üzerine gitmek ve bu tabloyu devrimci militan bir çizgi temelinde
değiştirmektir. Ancak bunun yolu, ulusal devrimci hareket karşısında aşağılık kompleksi ile hareket ederek onu
kötü bir biçimde taklit etmeye kalkmaktan, özellikle de ona yağcılık yarışına çıkmaktan geçmez. Ne PKK'nin ne
de Kürt ulusal mücadelesinin alkışa ihtiyacı yok. Onu Türkiye devriminin güçlendirilmesine, militan ve yığınsal
bir devrimci işçi hareketi ve emekçi kitle hareketinin örgütlenip mücadeleye ağırlığını koymasına ihtiyacı var.
Bunu başarmanın yolu ise, kötü taklitçilikten veya alkışçılıktan değil, döneme uygun somut ve bütünsel devrimci
politika ve taktikler üreterek sürece sonuç alıcı tarzda devrimci öncü bir müdahalede bulunma çabalarını
yoğunlaştırmaktan geçmektedir.4
Öte yandan, Kürt ulusal devriminin bulunduğu yerden bakıldığında "ikinci bir cephenin açılması"
anlamına gelecek olan Türkiye'deki sınıf mücadelesinin devrimci bir temelde yükseltilememesinin nedenlerini
de doğru tahlil etmek gerekir. Türkiyeli komünist ve devrimci güçler olarak kendi eksikliklerimizin, yetersizlik
ve zaaflarımızın çok büyük, hatta belirleyici bir payı vardır bu konuda. Ama her şeyi getirip buna bağlamak,
doğru olmadığı gibi biraz insafsız ve idealist bir yaklaşım olur. Özellikle de PKK gibi, her şeyden önce kendi
özgüçlerine güvenmek ilkesini kendi dışındaki herkesi küçümseme, onlara değer vermeme, söylediklerini ve
yapmaya çalıştıklarını dikkate almama, bunu sık sık hakaret ve aşağılama boyutlarına vardırmış olan bir
hareketin bugün yaşadığı sıkıntı ve zorlanmaların faturasını bir yerden sonra getirip Türkiye'deki mücadelenin
zayıflığına ve TDH'nin üzerine yıkmaya çalışması ne haklıdır ne de kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Türkiye'de
güçlü bir devrimci sınıf ve kitle hareketinin örgütlenememesinde TDH olarak yetersizliklerimizin, kimi
konularda tamamen kendi beceriksizliklerimizin büyük payı vardır var olmasına fakat bunun bizleri aşan
nedenleri de vardır ve bunları da görmek gerekir. Ancak ulusal hareket ve yurtsever kadrolar, bunları çok sık
gözden kaçırmaktadırlar.
PKK'nin, üstelik tarihsel ve dönemsel bakımlardan büyük güçlüklerle dolu bir süreçte, Kürt halk
yığınlarını ayağa kaldırarak ulusal mücadeleye seferber etmekte gösterdiği başarı, devrimci sınırlar içinde kalan
her türlü saygıyı hak eder; bu ayrıca çıkarılacak çok ders içeren bir başarıdır. Kimse bunun 'kolay bir iş'
olduğunu iddia etmiyor ve edemez zaten. Fakat Türkiye devriminin örgütlenmesi ile Kürdistan'da ulusal
kurtuluşçu bir devrimin örgütlenmesi arasında -çoğu konuda sonuç üzerinde belirleyici bir rol oynayan- özsel bir
farklılık olduğu da unutulmamalıdır. Komünistler olarak kendi adımıza biz, Türkiye'de, sosyalizmi hedefleyen
sınıf karakterli bir mücadeleyi örgütlemek gibi bir görev ve sorumlulukla karşı karşıyayız. Ulusal karakterde
bir mücadelenin örgütlenebilmesine oranla bu daha zor bir görevdir. Ulusal karakterli bir mücadelenin
örgütlenebilmesi de elbette bir dizi zorluk içerir, bu yüzden büyük çaba ve emek gerektirir. Fakat çelişkinin
karakterinden ötürü ulusal talepler temelinde örgütlenmek, sonuca nispeten daha kolay gitmeye elverişli bir
nesnel zemin üzerinde yükselir. Sosyalizm bilinci ve isteği, sınıfsal çelişkilerin en keskin olduğu durumlarda bile
kendiliğinden gelişmez. Ayrıca sosyalizm düşüncesi ve hedefi, sadece egemen burjuvazi ve büyük toprak
sahiplerinin değil, bütün mülk sahibi sınıfların sürekli, sistemli ve çok yönlü saldırılarının dışında, işçi ve
emekçilerin bilinçlerine de nüfuz etmiş gerici değer yargıları ve alışkanlıkların, korku ve cehaletin engellerini
yararak yolunu açmak zorundadır. Buna karşılık burjuva demokratik bir karakter taşıyan ulusal duygu ve
özlemler, tarihsel bakımdan daha eski, daha köklü ve daha yerleşik bir özelliğe sahip olmanın dışında bizzat
sömürücü sınıflar ve onların temsilcileri tarafından da savunulup paylaşılabilir bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden

4 Burada yeri gelmişken, ulusal devrimci hareketten ideolojik bakımdan da etkilenmenin yansımalarından biri olarak, "ikinci cephe" kavramı ve
bunun kullanımı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Tıpkı "siyasi çözüm" kavramı gibi Türkiye devrimci hareketinin diline sinen kavramlardan biri olarak yanlış
kullanımıyla çok karşılaşıyoruz bu kavramın. "Türkiye devrimine önderlik edecek ML öncü" olduğunu iddia edenler tarafından bile öyle bir anlam yüklenerek
kullanılıyor ki bu kavram, sanki Türkiye devriminin tek veya en başta gelen misyonu, "ikinci bir cephe" açarak Kürt ulusal devriminin yardımına koşmak, ona
destek olmak, onun tam bir ulusal kurtuluşla sonuçlanmasını sağlamakmış gibi bir sonuç çıkıyor ortaya!!! Bu, "proletaryanın komünist öncüsü olarak Türkiye
devrimine önderlik etme" iddiasıyla ortaya çıkan bir gücün, kendi bağımsız rolünü ve tarihsel amaçlarını "unutması" anlamına gelmenin ötesinde, Türkiye
devriminin hedef ve amaçlarını da devrimci demokratik anlamda dahi alabildiğine budayarak onu dar bir ulusal kurtuluşçulukla sınırlandıran çok vahim bir
ideolojik sapmanın ifadesidir. Ulusal hareketi ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini devrimci proletaryanın sosyalist sınıf bakış açısının ışığında ele alıp
değerlendirmek yerine, devrimimizde proletaryanın görevlerine ve Türkiye devriminin kapsam ve niteliğine Kürt ulusal hareketinin odağından bakmak
anlamına gelir bu. İşin ilginci, Türkiye devriminin ve devrimci hareketinin asli ve acil görevini, bir an önce ikinci bir cephe açarak Kürt ulusal mücadelesinin
yardımına koşmakmış gibi tanımlayan bu yaklaşımın sahipleri, öbür yandan lafa gelince, "birleşik ve sınıfsal bir devrim" perspektifini savunuyor görünürler.
Bu, kendi içinde de ciddi bir çelişki ve tutarsızlık oluşturmaktadır.
Bir dizi tarihsel ve dönemsel etkene bağlı olarak devrimin eşitsiz gelişmesinin sonucu, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi bugün Türkiye'deki devrimci
sınıf ve kitle hareketinden çok daha ileri bir düzeye ulaşmış durumdadır. Arada büyük bir açıklık doğmuştur ve bundan ötürü, Türkiye'deki sınıf ve kitle
hareketinin devrimci bir çizgi temelinde ileriye doğru atacağı her adım, kendi tarihsel hedefleri doğrultusunda bir ilerleme anlamına gelmenin yanı sıra,
mevcut koşullarda nesnel olarak Kürt ulusal mücadelesine de verilebilecek en etkili devrimci destek anlamına gelecektir. Geriden gelenin attığı her adımın
ileride olan açısından bir destek anlamına gelmesi gerçeğinden hareketle "ikinci cephe" kavramını bunu kestirmeden ifade etmek amacıyla kullanmak ayrı
bir şeydir; devrimin eşitsiz gelişiminin ortaya çıkardığı bugünkü durumdan hareketle Türkiye devriminin ve devrimci hareketinin misyonunu Kürt ulusal
mücadelesine destek olmak ve onun eksiksiz bir ulusal kurtuluşla taçlanmasını sağlamakla sınırlandırmak ayrı bir şeydir. Birincisi mevcut bir gerçeğin -o da
sadece bir yönden- bir ifadesi iken, diğeri bunu 'teorileştiren' ideolojik bir sapma ve oportünizmin ifadesidir.
salt ulusalcı bir çizgi temelinde, köylülük başta olmak üzere, sadece emekçi sınıf ve tabakaları değil, onlar kadar
hatta bazen onlardan daha hızlı bir biçimde burjuvazi ve toprak ağalarının bazı kesimleri de dahil sömürücü sınıf
ve tabakaları kolayca harekete geçirebilir, etrafınızda mevzilendirebilirsiniz. Daha somut konuşmak gerekirse,
salt ulusalcı bir çizgi temelinde Ahmet Türk gibi toprak ağalarının da, Sırrı Sakık gibi eşrafın da, Yaşar Kaya
gibi burjuvaların da, Behçet Cantürk veya Savaş Buldan gibi unsurların da desteğini kazanabilirsiniz. Ama
gerçek anlamda devrimci bir sınıf hareketi, özellikle de proletarya devrimciliği çizgisinde sosyalizmi kurmayı
hedefleyen bir sınıf hareketi örgütlemeye çalıştığınız sürece, bu iş, işçiler ve emekçiler arasında dahi ulusal
talepler temelinde örgütlenmek kadar kolay olmaz. Sömürücü sınıflar ve bunların temsilcileri ise, kolayca
yanaşmak şöyle dursun, sizin hasımlarınız arasındadır. Tek tük istisnalar hariç ne onlar size yanaşır ama ondan
da önce zaten ne de siz onların desteğini kazanmak gibi bir çaba ve yönelim içine girersiniz. Bu sizin sosyalizm
amacınız ve tarihsel misyonunuzla çelişir. Onun için, ulusal hareketin gelişimi ile Türkiye'de devrimci sınıf
mücadelesinin düzeyi arasında birtakım kıyaslamalar ve buna dayalı eleştiriler yaparken, en başta, üzerinde
durduğumuz zemin ve tarihsel misyon farklılığı dikkate alınmaksızın konuşulmamalıdır.
Ayrıca doğası gereği zaten kolay olmayan bu tarihsel misyonu biz, bizi de aşan nedenlerden ötürü,
örneğin 12 Eylül yenilgisi gibi ağır ve ezici bir yenilgi döneminin arkasından başarmak durumundaydık (Bu
noktada PKK ile aramızda bir fark yoktur. Hatta bazı yönlerden onun işi bize göre daha da zordu). Bu yetmezmiş
gibi sosyalizmin prestijinin dünya çapında ayaklar altına düştüğü bir tarihsel dönemde başarmak durumundaydık
(Aramızda bu noktada önemli bir fark vardı. PKK, bunun yarattığı dezavantajlardan "kurtulmanın" yolunu,
sosyalizmi söylem düzeyinde dahi ağzına almaktan vazgeçmekte buldu. Hatta kimi konularda sosyalizmin
teorisine ve tarihsel pratiğine yönelik ideolojik saldırılara katıldı. Biz bunu yapmadık ve asla da yapmayız).
Onun için, nesnel bir devrimci eleştiri, sonuç üzerinde belirleyici etkileri olan bu farklılıkları da dikkate alarak
konuşmalıdır.
Konumuz bu olmamakla birlikte, Kürt ulusal hareketi ile Türkiye devrimci hareketi arasındaki ilişkilerin
daha sağlıklı ve devrimci temellerde geliştirilmesi ihtiyacının daha da yakıcılaştığı önümüzdeki süreç açısından
çıkarılması gereken önemli bir dersin yattığını düşündüğümüz bir etkene daha işaret etmek yararlı olacaktır.
Yalnız baştan tekrar belirtelim, bu uyarı ve hatırlatma, Türkiyeli komünistler ve devrimciler olarak kendi
yetersizliklerimiz ve zaaflarımıza mazeret arayışı olarak anlaşılmamalı, bu tür demagojik bir zemine
çekilmemelidir. PKK önderliği ve yurtsever hareketin kadroları, Türkiye devrimci hareketinin güçlerini her
fırsatta "beceriksizlik, yeteneksizlik, başarısızlık" vb., vb. ile suçlarken, dar milliyetçi yaklaşımlarından
kaynaklanan ve bizim zaten zor olan işimizi biraz daha zorlaştıran kendi hatalı politika ve taktiklerinin, akıl
almaz yanlış tutum ve eylemlerinin bu sonuç üzerindeki payını ve rolünü de görmelidirler. Milliyetçi bakış
açısından kaynaklanan tepkilerin sonucu olarak sen gidip belediye otobüslerine, tren istasyonlarına, sıradan
insanların gelip gittiği parklara, kafelere bomba koymak gibi saçma sapan kör terör eylemleri düzenlersen,
devletin Kürdistan'da işlediği doğa katliamına yanıt olarak(!) sen de tutar Türkiye'deki ormanları yakmaya
yönelirsen, kontrolün dışında geliştiği durumlarda bunları hiç olmazsa ideolojik açıdan yanlış bulduğunu ve
onaylamadığını zamanında açıkça ortaya koymazsan, ... bizim emekçi yığınları zaten güçlü olan şovenizmin etki
alanından koparıp kendi çizgimize çekebilmemiz elbette biraz daha zorlaşır. Aynı dar milliyetçi bakış açısının
önemli bir diğer sonucu olarak, sen tutar Türkiye'deki sınıf ve kitle eylemlerine uzun süre uzak durursan, öğrenci
gençlik içinde çok karşılaşıldığı gibi faşistlerle olan kavgalar sırasında bile soruna "Bize ne, bunlar Türklerin
kendi aralarındaki bir mesele" gözüyle bakabilip seyirci kalırsan, bunlardan da vazgeçtik, İHD ve benzeri kitle
örgütlerinde, işçi ve memur sendikalarında, gençlik hareketi içinde, miting ve gösterilerde nerede çürümüş
liberal reformist güç ve unsur varsa gidip onlarla işbirliği ve ittifak yaparsan, kısacası, Türkiye cephesinde de
sahip olduğun kitle gücü ve potansiyellerini Türkiye'deki sınıf mücadelesinin devrimci militan bir çizgi
temelinde güçlendirilmesi yönünde değil de çoğu kez bunun tam tersi yönde kullanırsan, Türkiye'den, güçlü bir
"ikinci cephenin" açılamamış olmasında kendini de sorgulaman gereken yanlar var demektir.
Tekrar vurgulayalım, bunlar bizim sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz, hata ve yetersizliklerimizi bu ve
benzeri mazeret teorileri ile açıklayamayız. Ayrıca ne bizim zaaflarımız ne de PKK'nin Türkiye cephesine ilişkin
yanlış ve hatalı tutumları bunlarla sınırlıdır. TDH'nin yığınsal ve militan bir devrimci sınıf ve emekçi kitle
hareketini örgütlemedeki yetersizlik ve zayıflıklarının sorgulanması, başlı başına ele alınıp irdelenmesi gereken
kapsamlı bir konudur. Yalnız bunu yapmaya çalışırken herkesin samimi, dürüst ve nesnel olması gerekir. Hata
ve zaaflarımıza mazeret aramamak, ama her şeyi de yerli yerine oturtmak gerekir. TDH içindeki kişiliksiz bazı
güçlerin yaptıkları gibi, kaba ve mekanik karşılaştırmalara başvurarak her şeyi kendi beceriksizliklerimize
bağlamak, kendimizi yerden yere vurmak ne dürüst ve samimi olmak anlamına gelir ne de bu devrimci
özeleştirel bir tutum olarak görülebilir. Bunun adı başkadır.
VII- ÇIKARILMASI GEREKEN İKİ STRATEJİK SONUÇ ve İÇERDİĞİ İMKANLAR

1) İki halkın kaderi birbirlerine bağlıdır


Kürt halkının çarpıcı bir ulusal uyanış gösterdiği, çok ağır bedeller pahasına da olsa yiğit ve inatçı bir
mücadele sergilediği şu geçen 14 yıllık sürecin gelişim seyrinden, hareketin bugün yaşadığı tıkanıklık ve
sorunlardan çıkarılması gereken çok ders ve sonuç var aslında. Fakat bunların en başında geleni, bizim daha
önce ML teorimizden ve proleter sınıf bakış açımızdan çıkardığımız bir sonuç ve gereklilik olarak dile
getirdiğimiz bir gerçeğin pratikte de doğrulanmasıdır: Kürdistan ve Türkiye'de devrimin, birleşik bir devrim
olarak gelişebildiği ölçüde sonuca gitmesi daha kolay ve mümkündür. Farklı bir anlatımla, birbirlerine çok
fazla muhtaç, eş veya yakın zamanlı bir gelişmeye çok daha fazla ihtiyacı olan devrimlerdir bunlar. Bizim daha
önce teoriden çıkardığımız bir sonuç, dünya görüşümüz ve çizgimizin gereği olarak savunduğumuz stratejik
yaklaşımın ifadesi olan bu gerçek, yaşanan sürecin sonunda bizzat pratiğin gösterdikleriyle de doğrulanmıştır.
Yurtsever hareketin kadrolarının, yanlış ve tehlikeli bulduğumuz tutum ve politikalarına yönelik eleştirilerimize
yanıt olarak sık sık dile getirdikleri, "Sizler Türkiye'de ikinci bir cepheyi açmayı başaramadığınız için biz bu
taktikleri izlemek zorunda kalıyoruz. Bizi bu tutumlara sürükleyen, asıl olarak, yalnız kalmış olmamızdır.
Halkımız yoruldu. Tek başımıza götürmek zorunda kaldığımız bu mücadeleyi sürdürebilmek için biraz
soluklanmaya ihtiyacımız var" şeklindeki bir gerekçe bile, bu gerçeğin dolaylı bir biçimde itirafından başka bir
şey değildir. Komünistler olarak geçmiş yularda, bu iki halkın mücadelesinin birbirini bütünlemesi
zorunluluğuna işaret ettiğimiz zaman, "Biz size mecbur değiliz" şeklinde bir yanıtla çok karşılaşmışızdır.
Doğrudur, "biri olmazsa, diğeri de olmaz" şeklinde bir mecburiyet ilişkisi dün de yoktu, bugün de yoktur. Kendi
adımıza bizim kastettiğimiz de zaten böyle bir tabiiyet veya mecburiyet ilişkisi değildir. 'Birleşik bir devrimin',
her iki ulustan emekçilerin çıkarları açısından neden gerekli ve zorunlu olduğudur.
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, elbetteki onun kendi ulusal kurtuluş devrimi yolunda
ilerleme hakkını da içerir, bir balama bu hakkın kullanılmaya başlaması ile başlar Komünistler olarak biz
bunu tartışma konusu dahi yapmayız. Bizim anlatmaya çalıştığımız, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin tam ve
gerçek bir ulusal özgürlüğü elde edebilmesi, ama bundan da önemlisi, bu noktada kalmayarak -bir yerde bunun
da güvencesini oluşturan- Kürt emekçilerinin sosyal kurtuluşu ile tamamlanabilmesi için proletaryanın
önderliğinde birleşik bir devrimin zorunluluğudur. Bu hiçbir zaman, Kürt ulusal devriminin, devrimin Türkiye'de
de gelişmesini beklemek gibi bir mecburiyetinin olduğu anlamına gelmez. Ancak Türkiye'de de devrimin en
azından güçlü bir kabarışı olmadığı sürece, istisnai durum ve koşullar hariç, Kürt ulusal devriminin tek basma
sonuca gidebilmesi, gerçek anlamda bir ulusal kurtuluşla sonuçlanabilmesi imkansız değildir ancak pratik olarak
çok zordur.
Kürt ulusal mücadelesinin gerçekten de çok etkileyici bir atılım gösterdiği, sıçramak bir gelişme ve
yükseliş halinde olduğu '90'lı yılların başlarında bu yöndeki hatırlatma ve uyarılarımız, "sosyal şovenizm",
"Misak-ı Millicilik" ve benzeri olarak görülüyordu (Burada bir parantez açarak kısa bir hatırlatmada daha
bulunalım: Bizler komünistleriz. Emperyalizmin ve burjuvazinin, üstelik bir ulusun haklan ve ülkesinin gaspı
temelinde çizdiği sınırlan savunmak ve korumaya çalışmak bizlerin işi değildir ve olamaz. Ayrıca bir ulusun
zorla boyunduruk altında tutulmaya çalışılmasını da, kendi sınıfımız ve halkımızın özgürlüğünün de gaspı olarak
görür ve buna karşı savaşırız). Ama aradan geçen yılların gösterdikleri, şimdi birbirimizi daha iyi anlamamızı
kolaylaştırmış olmalı. Kürt ulusal hareketi, üstelik devrimci bir çizgi temelinde, ne kadar yiğitçe ileri atılır, ne
kadar ileri mevziler kazanırsa kazansın, Türkiye'deki devrimci sınıf ve kitle hareketi ona en azından daha rahat
hareket etme ve gerektiğinde soluklanma olanağını kazandıracak bir güce ulaşmadığı sürece, çok daha
olağanüstü zorluklar ve zorlanmalarla karşı karşıya kalmaktadır. Tarihsel pratiğin de kendi diliyle, kendine özgü
bir biçimde anlattığı bu gerçeğin bilince çıkartılması, bugün yaşamsal bir önem kazanmıştır. Eğer bu gerçek
hiçbir komplekse kapılmadan görülür, yaşanan tarihsel pratik doğru bir yaklaşımla ele alınır ve bundan
doğru sonuçlar çıkartılırsa, önümüzdeki sürecin bugüne kadar olandan daha farklı bir gelişme seyri
izlemesinin, iki halkın ve iki ulustan emekçilerin kurtuluşu açısından daha gelişkin devrimci sonuçlar elde
edebilmenin imkanları artar. Daha açık bir ifadeyle konuşacak olursak, bizim de kendi cephemizden kendi
zayıflık ve yetersizliklerimizin üzerine daha sonuç alıcı bir biçimde gitmek gibi bir yükümlülüğümüz olduğunu
reddetmeksizin, ulusal devrimci hareket, bugün karşı karşıya geldiği tehlikelerin büyümesindeki rolünü de
dikkate alarak kendisini ulusal reformist bir zemine doğru sürükleyen yaklaşım ve politikalarını gözden
geçirerek tekrar tutarlı devrimci bir yönelim içine girecek olursak eğer, devrimci temeller üzerinde eylem
birlikleri ve ittifak ilişkilerini geliştirmenin imkanları genişler ve güçlenir. Geçmiş sürecin ve bugün gelinen
noktanın devrimci bir bakış açısıyla ele alınıp, bundan doğru sonuçların çıkarılması bu yüzden önemlidir. Yoksa
sorun teorik bir tartışma sorunu, "haklılık yansı" vb. değildir.
Kendi adımıza biz bugün, metropollerdeki kitle potansiyelinin devrimci radikal bir eylem anlayışı
temelinde harekete geçirilmesi, HADEP'te yaşanan değişim, eylem birlikleri konusuna yaklaşımdaki farklılaşma
gibi gelişmeleri, daha gelişkin devrimci eylem birliklerinin de önünü açacak gelişmeler olarak önemli buluyoruz.
Belirgin bir teslimiyet eğilimine dönüşen orta sınıf reformizminin tasfiyesi yönündeki bu adımlar derinleşip
istikrar kazandığı ölçüde (ki bu tamamen, dönemin temel taktiğinin değişmesine, rejimi çeşitli yönlerden taciz
ederek "siyasi çözümü zorlama" anlayışının terkedilmesine bağlıdır) sınırları ve kapsamı genişleyecek olan
devrimci eylem birliklerinin gerçekleşmesi için üzerimize düşenleri yapmakla kalmayacak, bunları zorlayıcı
olacağız. Yalnız bu yaklaşım, aradaki derin ideolojik-siyasi farklılıklarımızı unutmamız ve bundan kaynaklanan
eleştirilerimizi saklı tutmamız anlamına gelmeyeceği gibi, kendi bağımsız görev ve sorumluluklarımızı da
unutturmayacak-tır bize. Zaten devrimci esaslar üzerinde yükselen sağlıklı ve güven verici eylem birlikleri, bir
bakıma da komünistler olarak bizim kendi bağımsız çizgimiz, misyonumuz ve bu konudaki iddialarımızın
hakkını verme yönünde kaydedeceğimiz gelişmelere bağlı olarak gerçekleşip güçlenecektir. Bu temel gerçeği
aklımızdan çıkarmadan hareket edeceğiz.

2) Ulusal mücadeleyi sınıfsal temellerde örgütleme imkanları genişlemiştir


Ulusal hareketi bugün bir darboğaza sürükleyen nedenlerin irdelenmesinden çıkarılması gereken stratejik
nitelikteki bir diğer sonuç, mücadeleyi tamamen ulusal talepler temelinde örgütlemenin yetersizliği, savaş
uzadıkça ve sonuca gitmek geciktikçe bunun, soluk tıkanması başta olmak üzere hangi tehlikeli sonuçlara yol
açtığının görülmesi olmalıdır. PKK baştan beri bu dar milliyetçi perspektifle hareket ettiği için, Kürt işçi ve
emekçilerinin sınıfsal taleplerini ihmal etmiş, ihmalin de ötesinde bunları bir kenara bırakmıştır. Yurtsever
kitleler içinde savaş yorgunluğunun bugün bu denli yaygın ve boyutlanmış olarak karşımıza çıkmasının en
önemli, hatta başta gelen diyebileceğimiz nedeni de budur. Ancak bu stratejik yanlışı gidermenin olanakları hâlâ
vardır. Hatta bunun koşullarının, düne göre bugün daha da olgunlaşmış olduğu söylenebilir. Öte yandan bu bir
yerde de bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü '90'ların başlarında sergiledikleri militan ve
coşkulu ruh hali ve eylemlere katılım düzeylerinde giderek bir zayıflama ortaya çıkan Kürt emekçi yığınları eski
devrimci siyasal canlılıklarına yeniden kavuşturulmak ve buna bir istikrar kazandırılmak isteniyorsa eğer, bunun
yolu, ulusal talep ve özlemlerin Kürt emekçi sınıflarının sınıfsal talep ve özlemleri ile birleştirilerek
hareketin bu temelde bir yerde yeniden örgütlenmesinden geçmektedir. Özellikle de göçe zorlanmış
metropollerdeki Kürt emekçi yığınları, salt ulusal taleplerin savunulmasıyla sınırlı politika ve taktikler
temelinde, yeterince geniş ve yeterince etkin bir tarzda harekete geçirilemezler artık. Bu bir süre daha zaman
zaman başarılacak olsa dahi, sahip olunan potansiyellerin yanında dar kalmanın dışında süreklilik ve istikrar
kazanma bakımından da ciddi bir zayıflığı içinde taşıyacaktır.
Bu zorunluluğu, ulusal hareketin en kararlı kitle desteğini oluşturan ama kirli savaş uygulamaları sonucu
göçe zorlanan yurtsever kitlelerin pratik tutumlarındaki farklılaşmadan da görebiliriz. Ezici bir çoğunluğunu
Kürt yoksul köylülerinin oluşturduğu bu insanlar, Cizre'de, Şırnak'ta, Silopi'de, Lice'de, İdil, Midyat, Hakkari
vb. vb. de yaşadıkları dönemlerde mücadeleye en aktif biçimlerde katılırlarken, zorla göçertildikleri özellikle
Batı'da sıcak mücadelenin uzağına düşmelerinin de etkisiyle ama asıl olarak günlük yaşamlarını sürdürebilme
noktasında karşılaştıkları sorunlar ve sıkıntıların boğuculuğu nedeniyle pratik mücadele ve eylemlere eskisi
kadar yığınsal bir katılım göstermemektedirler. Ulusal hareket ve mücadele ile olan bağları, örgütlü pratik bir
bağ olmaktan çıkarak daha çok bir gönül bağına dönüşmektedir. Bu onların ulusal duygu ve özlemlerinde, ulusal
duyarlılık ve bilinçlerinde bir körelme, hatta zayıflama anlamına gelmiyor kesinlikle. Tam tersine, sırf Kürt
oldukları için gördükleri baskı ve aşağılamaların biraz daha katmerlenmiş olarak sürüyor olması dahi onların bu
duyarlılık ve tepkilerini canlı tutup derinleştirmeye yetiyor. Ancak karşı karşıya kaldıkları sosyal ve ekonomik
sorunların ağırlığı, onlardaki sınıfsal duyarlılık ve tepkileri de canlandırıp güçlendiren bir etken rolünü oynuyor.
Göçe zorlanarak geldikleri yerlerde de "Kürt" oldukları için daha katmerli bir ayrımcılık ve sömürünün hedefi
olmaları, ulusal olanla sınıfsal olanın içice geçtiği bir tablo ortaya çıkarıyor. Bu, onların, sadece ulusal taleplerle
de sınırlı kalmayan militan siyasal eylemlere olduğu kadar, onun temelini de güçlendirecek ve genişletecek
şekilde militan ekonomik eylemlere de seferber edilebilmelerini olanaklı ve zorunlu hale getiren bir nesnel
zemin anlamına geliyor. Onun için, bu kitleler içinde yürütülecek devrimci propaganda, ajitasyon ve örgütlenme
faaliyeti, onların bu özgün durumları dikkate alınarak yürütülmek zorundadır. Eğer bu yapılmaz, bu iki yönden
sadece birine ağırlık veren bir tek yanlılıkla hareket edilir, ulusal talepler adına onların sınıfsal nitelikteki sorun
ve talepleri ihmal edilir veya ''sınıf devrimciliği" adına onların ulusal duyarlılık ve özlemleri konusunda kayıtsız
bir tutum sergilenirse, bu kitleleri geniş ölçekte örgütlemek ve istikrarlı bir tarzda hareketlendirebilmek
giderek olanaksızlaşır.
Bu konu günümüzde -aslında birbirleriyle içice geçen- iki nedenden ötürü özel bir önem kazanmıştır: 1)
Ulusal mücadelenin bugün yaşadığı konjonktürel sıkışmayı devrimci bir yoldan yarabilmenin temel
dinamiklerinden biri yatmaktadır burada. Ulusal hareket, metropollerdeki emekçi Kürt dinamiğini, eskisinden
daha farklı, daha sağlam ve daha etkin bir biçimde örgütlemeyi ve harekete geçirmeyi başaracak olursa eğer, bu
sadece bugünkü darboğazın devrimci bir tarzda yarılması imkanını güçlendirmekle de kalmaz; ulusal
mücadelenin bundan sonra daha tutarlı bir devrimci çizgi temelinde daha kararlı bir biçimde ilerlemesinin önü
açılmış olur. 2) İçereceği sınıfsal özelliklerden ötürü bu yönelim, kendi adımıza konuşalım, ulusal hareketle
aramızda devrimci eylem birlikleri konusunda yeni ufuklar ve yeni olanaklar açar, mevcut imkanları güçlendirir
ve genişletir.
Çizgisi ve temel yaklaşımlarındaki zaaflardan ötürü PKK bugüne kadar, özellikle Türkiye'nin büyük
kentlerinde yaşayan ve sayıları milyonları bulan Kürt emekçi yığınlarını, ulusal mücadelenin 'stratejik vurucu
güçlerinden biri' olarak değil, daha çok gerillayı insan, malzeme, para vb. bakımlardan desteklemekte kullanılan
'lojistik bir destek güç' olarak gördü. Bu yüzden de onları, bulundukları yerlerde ırkçı faşist rejime güçlü darbeler
indiren siyasal bir vurucu güç olarak örgütlemeye ciddi bir önem ve ağırlık vermedi. Bu işi daha çok, bilinen
birtakım yasal kurumlara bıraktı. Fakat onların yönetimini de genellikle devrimci dinamikleri zayıf, çoğu
mücadelenin rantını yemenin peşinde koşan orta sınıf temsilcilerinin eline terketti. Bu dar görüşlü yaklaşımların
sonuçlarını da gördü ve yaşıyor şimdi. Onun için PKK, kendisine hâlâ güçlü bağlarla bağlı olan bu geniş
kitleleri, sadece tasfiyeci ihanet girişimlerinin geri püskürtülmesi ile sınırlı kalmayan sonuç alıcı siyasal vurucu
bir güç olarak kullanmak istiyorsa eğer, yasal kurumların yönetimlerini değiştirmekle sınırlı kalmayan daha
köklü bir anlayış değişikliğine gitmek zorundadır.
Metropollerdeki yurtsever kitle gücü ve potansiyellerinin yeterince etkin bir tarzda
değerlendirilememekle kalmayıp, bu yığınlarla örgütlü pratik bağlarda giderek bir zayıflama yaşandığının PKK
önderliği de bir süreden beri farkındadır. Gerçi reformcu "siyasi çözüm" arayışlarına hizmet edecek bir baskı
gücü olarak kullanma perspektifiyle de olsa, zaman zaman dikkate değer öneri ve hedefler de konulmuştur
bugüne kadar bu konuda ortaya. Fakat daha sonra bunların çoğu hayata geçmemiş, pratikte değişen fazla birşey
olmamıştır. Örneğin, 1995 başlarında yapılan 5. Kongre'de, metropollerdeki kitle mücadelesine yaklaşım ve
bunun nasıl örgütleneceği konusunda bazı kararlar alındı. Belirlenen somut mücadele ve örgütlenme biçim ve
yöntemlerinden de önce, bunların hareket noktası dikkat çekiciydi ve bu konuda PKK'de temel bir yaklaşım
değişikliğinin yaşandığı umudunu yaratmıştı. Metropollerdeki yurtsever Kürt emekçilerinin hem doğrudan
bağımsız eylemler örgütlenerek hem de devrimci güçlerle ittifak ve eylem birlikleri yapılarak sınıfsal-ekonomik
talepler temelinde de harekete geçirilmesinin önemi ve zorunluluğuna işaret ediliyordu. Bu, devrimci eylem
birlikleri konusunda olduğu kadar Türkiye'deki sınıf ve emekçi kitle hareketini ivmelendirmek bakımından da
önemli sonuçlar doğurabilecek bir yönelimdi. Fakat o günden bu yana geçen süredeki pratiğe balonca, cezaevleri
sorunuyla bağlantılı o da bazı kesitler dışında, bu konuda kayda değer bir değişiklik olmadı, ciddi ve sistemli bir
çaba harcanmadı. îşçi hareketinde olsun, emekçi memur hareketinde olsun, yasal kitle eylemleri ve gösterileri
sırasında olsun eski duyarsızlıklar ve oportünist politikalar, hemen hemen hiçbir değişikliğe uğramaksızın
sürdürüldü.
Metropollerdeki yurtsever emekçi kitle dinamiği ile ilişkilerde ortaya çıkan zayıflıkların nasıl
giderilebileceği konusunda bugün yeni bazı arayışlar ve pratikte atılan kimi adımlar var. Fakat bu kitleler içinde
1993'lerden itibaren giderek belirgin hale gelen militan ruh halindeki zayıflama, pratik faaliyetlerden uzak
durma, giderek mücadeleye kayıtsızlaşma eğilimlerinin önünün nasıl alınabileceği konusunda devrimci açıdan
isabetli ve derinlikli bir kavrayışa ulaşılabildiği hâlâ söylenemez. PKK önderliğinin geliştirmeye çalıştığı
yaklaşımların dahi gerisinde kalarak eski anlayış ve alışkanlıkların küçük bazı revizyonlardan geçirilerek
sürdürülmeye çalışıldığı tutum ve yaklaşımlarla karşılaşılabildiği gibi, sorunun nedenlerinin -dolayısıyla giderme
yollarının- ele alınışı sırasında içi boş ajitasyonlarla da karşılaşılabilmektedir. Bu ikinci türden yaklaşımlara
çarpıcı bir örnek olarak, 15 Kasım '97 tarihli Ülkede Gündem gazetesinde yayınlanan Şamil Batmaz imzalı
yazıyı verebiliriz. "Yoksulluk mücadeleden kaçış gerekçesi değil, mücadele gerekçesidir" içeriğindeki bu
yazısında Şamil Batmaz, ulusal mücadelenin "temel gücü ve dayanağını oluşturan" ve zaten bu yüzden göçe
zorlanan Kürt yoksul köylülerinin, gittikleri yerlerde geçirdikleri siyasal ve sosyolojik değişimi genel çizgileri ile
ortaya koyuyor. Özellikle Türkiye'deki metropollere göçenler arasında üç kategorinin şekillendiğini belirtiyor.
Birinci kategoriye, "bireysel-ailesel kurtuluş yollarını aramaya yönelen, bu temelde düzenle hızla bütünleşen, bu
anlamda ruhsal bakımdan da teslim olan veya alınan" kesimleri koyuyor. İkinci kategoridekilerin, "yurtsever
özelliklerini tümüyle yitirmemekle birlikte, legal faaliyetlere katılmakla sınırlı bir yan duruş sergilediklerini"
belirtiyor. Asıl üzerinde durduğu ve "devrime en yakın kesim" olarak nitelediği kesimin ise pratikte "mücadeleye
en uzak duran bir tutum sergilediğini" biraz şaşkınlık biraz da kızgınlıkla tespit ediyor. "Bizim asıl gücümüzü ve
dayanacağımız kesimi oluşturdukları halde, pratik eylemlere katılmaları istendiği zaman, çoğunlukla şu yanıtı
veriyorlar" diyor; "Biz yoksuluz. Olanaklarımız yok, ekonomik olarak çok güçsüzüz. Ev yok, iş-güç yok. Öyle
orta yerde perişanız. Bu nedenle faaliyetlere katılamıyoruz; katılmak için ev gerekli, iş gerekli, para gerekli. O
da bizde yok..." Şamil Batmaz, özü itibarıyla devrimci bir tepki göstererek "Bu doğru bir yaklaşım değildir,
yanlış ve yanılgılı bir tutumdur" diye buna karşı çıkıyor, fakat bu gerekçenin dile getirdiği gerçeği ve bundan
hareketle çıkarılması gereken sonucu çıkaramıyor. O hâlâ, "Yoksulluk, ezilmişlik, sömürülmüşlük mücadele
gerekçesidir, devrim gerekçesi, devrime katılım gerekçesidir... Devrim biraz da yürek işidir, duygu işidir,
yoğunlaşma işidir. Devrimde fedakârlık, devrime hesapsız katılım esastır..." şeklinde bir ajitasyonla bu problemi
çözebileceğini zannediyor!!! Bu sorun, bu tür yaklaşımlarla çözülemez. Bu insanlar, böyle ajitasyon çekerek
harekete geçirilemezler. İleri sürdükleri gerekçe, bizim gözümüze bir bahane olarak görünebilir -ki böyle bir
yönü de vardır-, ama aynı zamanda bu insanların içinde bulundukları bir gerçekliği dile getirmektedir. Bize de,
kendilerini bugün artık nasıl harekete geçirebileceğimiz konusunda açık bir mesaj ve ipucu vermektedir. Adam
diyor ki, "Ev yok, iş yok, ekmek yok, burada özgürlük yok, orta yerde perperişanız..." İşte sen onun bu
sorunlarına da çözüm içerecek özel politika ve taktiklerle gittiğin zaman onları harekete geçirebilirsin bugün
artık. Onun için, kitlelerle doğrudan temas noktasında bulunan yasal kurumların yönetimlerini değiştirmekle
yetinilecek olursa eğer, bu sorun, köklü ve kalıcı bir biçimde çözümlenmiş olmaz. Çünkü sorun, bireysel bir
cesaret-korku, beceri-beceriksizlik, üslup, yöntem, tarz vb. sorunu olmaktan da önce, temel bir anlayış, politika
ve taktik sorunudur. Bu nedenle önce bu yaklaşım ve mantığın değişmesi gerekmektedir.
Giderek ciddi boyutlar kazanan ve bir dizi tehlikeye yataklık eden bu sorunun önemini PKK önderliğinin
de görmeye başladığını ve bazı çözüm arayışlarına yönelindiğini daha önce de belirtmiştik. Özgür Halk
dergisinin '97 Kasım sayısında yayınlanan ve 2000'li yıllara yönelik stratejik planlamanın ana çizgilerinin ortaya
konulduğu Ali Fırat imzalı yazı, bu konuda yeni bir yaklaşımın dikkate değer unsurlarım içermektedir.
Kürdistan'dakiler de dahil büyük kentlerdeki yurtsever kitle potansiyelinin yeterince etkin bir tarzda
değerlendirilemediği, hatta onlarla olan bağlarda belli bir zayıflamanın yaşandığı gerçeği bu yazıda da kabul
ediliyor. Buna yol açan nedenler irdeleniyor, bazı sonuçlar çıkarılıyor. Bunların ne denli isabetli ve bütünlüklü
çözümleme ve sonuçlar olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak orada üzerinde durulması gereken önemli
bazı tespit ve değerlendirmeler vardır. En başta, "Biz bugüne kadar bu insanların sosyal ve ekonomik sorun ve
ihtiyaçları ile bu temeldeki sınıfsal taleplerine uzak ve kayıtsız kaldık. Bunu kırmalıyız" denilmektedir ki, bu
önemlidir. Ayrıca üstü biraz örtük bir biçimde de olsa, bu kitlelere bugüne kadar sadece "gerilla için lojistik bir
destek kaynağı gözüyle bakıldığı, bulundukları yerlerde bağımsız politik bir güç ve etken olarak yeterince
değerlendirilemedikleri" itiraf edilmektedir. İşin asıl özünü oluşturan temel yaklaşım ve politikalara inilmemekle
birlikte, bunun kimi nedenleri konusunda da dikkate değer tespitlerde bulunulmaktadır. Örneğin, metropol
örgütlenmesinde, "başka alanlarda fazla işe yaramayan, sıradan, savaş dışı kalmış, rahat ve düşkünlük peşinde
koşan, hareketin kendilerine sunduğu olanakları doğru ve yerinde değerlendiremeyen, sonra da halkın -tabii bu
arada mücadelenin de- başına bela olan vb., vb." unsurları görevlendirmenin ne kadar büyük bir yanlış olduğu
teslim edilmektedir. Umarız bu konuda bundan sonra daha dikkatli ve titiz olunur ve böyleleri, denildiği gibi,
bundan sonra "kesinlikle bu çalışmaların içine gönderilmezler".
Bu planlamada asıl önemli olan, "metropoller" kavramı ile ifade edilen kentlerdeki yurtsever kitlelerin -ki
bunların ezici bir çoğunluğu emekçidir- örgütlenmesi ve harekete geçirilmesinin önemine dair söylenenlerdir:
"Önümüzdeki dönemde bu güç ele alınıp, büyük bir mücadele silahı haline getirilecektir... Türkiye'nin siyasal
dengesi (bile) bu potansiyelin kullanılmasına bağlıdır" denilmektedir. Gerçi siyasal içeriği bakımından reformist
bir yönelimin ifadesi olarak hâlâ terkedilmemiş olan "Barış politikası" ağırlıklı bir faaliyet düşünülmektedir;
ama öbür yandan bu kitlelerin ekonomik-sosyal sorun ve taleplerine de duyarsız kalınmayacağı ve kalınmaması
gerektiğine dair söylenenler gerçekten yaşama geçirilecek olursa eğer, bu dar ve reformist çerçeve, pratikte ister
istemez kırılmak zorunda kalınacaktır. Temel yaklaşım ve amaca ilişkin olarak şu söylenenler, bu konuda biraz
daha umutlu olmaya imkan vermektedir: "Ekonomik-sosyal ve siyasal olarak bu konsepte verebileceğimiz en
temel yaklaşım, her bakımdan kitlemizin içine girmektir. Ekonomik sorunların sonuçlarını örgütlemek, halkımızı
avlayan sosyal-siyasal etkinliklerin içine girmek, onları muazzam bir kitle örgütlenmesine dönüştürmek ve
legaliteyi, illegaliteyi veya gerillanın etkisiyle legal düzeye doğru birleştirmektedir. Muazzam uyandırılmış bir
kitle var. İşte bunların örgütlendirilmesinden bahsediyoruz." (Özgür Halk, Kasım '97, sf. 19) Yine şu
söylenenler, "Sonuna kadar kendine hakim, örgütleme ustalığı olan, legaliteyi de çok iyi kullanan, kolay av
haline getirmeyen bir örgütleyiciler grubu belki de gerilladan daha fazla iş yapabilir" (agy, sf. 20) dikkat
çekicidir. Doğru ve tutarlı bir devrimci perspektif ve içerikle ele alınıp yürütüldüğü takdirde, bu yaklaşım,
ulusal hareketin bugün karşı karşıya bulunduğu tehlikelerin geri püskürtülmesini sağlayacak temel
dinamiklerden birini potansiyel bir güç olmaktan çıkarıp kinetik bir güce dönüştürmekle kalmayacak; onun
politika ve taktiklerinde, kadrolarının sosyal bileşiminde, ittifaklar ve eylem anlayışında vb., vb. sınıfsal-emekçi
yanların güçlenmesi gibi daha kalıcı ve uzun vadeli devrimci sonuçlar doğuracaktır. Buna karşılık
metropollerdeki faaliyet, eskisi gibi "siyasi çözüm" ve "barış"a endeksli bir faaliyet olarak yürütülmeye devam
edilecek olursa eğer, değişen fazla bir şey olmayacak, geçici bazı canlanma ve atılımlar sağlansa bile bunlar
kalıcı ve istikrarlı olamayacaktır.
Büyük kentlerde yoğunlaşan Kürt emekçi dinamiğinin örgütlenmesi sorunu, sadece PKK'nin sorunu
değildir. Bu, sahip olduğumuz iddia ve misyonumuzun gereği olduğu kadar, komünist faaliyetin yoğunlaştığı
bölge ve alanlarda sürekli karşılaştığımız en önemli kitle dinamiklerinden birini oluşturması nedeniyle PKK
kadar bizim de görevimiz ve sorumluluğumuzdur. Ancak bu görevin hakkını bugüne kadar yeterince verdiğimiz
söylenemez. Hem özel politika ve taktikler üretme hem de ısrarlı bir pratik yönelim bakımından zayıf kaldığımız
alanlardan biridir bu. Ama içine girilen süreçte tarihin ve mücadelenin bu tür zayıflıklara artık tahammülü
kalmamıştır. Eğer bugün ulusal harekette, ödenen bunca bedelin arkasından kendisini çok ucuz bir fiyata
satmaya hazır bir tasfiyecilik tehlikesinin yanı sıra reformculaşma, sağcılaşma, yaratılan devrimci değerlerin ve
özelliklerin aşınması gibi bir tehlikenin kendisini gösterdiğini ve bunun geri püskürtülmesinin önemini tespit
ediyorsak, o zaman bu konuda devrimci sorumluluğun gereklerini yerine getirmek, sadece eleştiri ve uyarılarda
bulunmaktan ibaret görülemez. Eleştirileri ve bağımsız politik bir güç olarak sahip olunan iddialara uygun bir
pratiği de ortaya koymak zorunluluğu vardır. Bu en başta, devrimci eleştiride ciddiyet ve tutarlılığın bir
gereğidir. Ayrıca eleştirilerin muhatapları üzerinde, en azından Marksizmden daha fazla etkilenmiş veya
etkilenmeye açık yurtsever kadrolar üzerinde etkili olabilmesinin temel koşullarından biridir bu. Asıl önemlisi
ise, sağ tasfiyecilik ve reformculaşma tehlikesi, sadece Kürt ulusal devrimini tehdit etmemektedir. Türkiye
devrimini ve devrimci hareketini de tehdit eden, bazı yönlerden etkisi altına almış, daha genel bir tehlike söz
konusudur. Onun için, sadece Kürt ulusal devriminin değil Türkiye devriminin de geriye gitmesini, her iki
cephede de birbirini ivmelendirerek büyütmekte olan genel sağcılaşmanın önüne geçilebilmesi, ideolojik açıdan
sağlam bir duruş sergilemekle kalmayıp, teori ve pratik alanlarında birbirini bütünleyen ileri adımlar ve somut
başarıların büyüklüğüne bağlıdır. Bunlardan birinin eksik ve yetersiz kalması, diğerinin etkisini de zayıflatmakla
kalmayıp sonucun zayıf kalmasına da yol açar. Sorunun gelip düğümlendiği nokta, politikada ağırlık sahibi
maddi bir güç olabilme noktasındaki zayıflığın giderilmesidir. Bu zayıflığın bir an önce giderilebilmesi için
yüklenilmesi gereken toplumsal dinamiklerden birini de, büyük kentlerdeki Kürt emekçi kitle dinamiği
oluşturuyor. Siyasal bakımdan Türk işçi ve emekçilerinin ezici bir çoğunluğundan, hatta devrimci hareketin
birçok kadro ve taraftarından bile daha canlı, dinamik ve duyarlı bir kitledir bu kitle. Günde en az bir gazete
okuyor, dünyada olup bitenleri çoğu BBC'nin haberlerinden izliyor, politik ve toplumsal sorunlara kafa yoruyor
vb., vb. Ulusal mücadelenin kazandırdığı bir siyasal canlılık ve özelliktir bu onlara. Üstelik bugün içinde
bulundukları nesnel koşullar, devrimci proletaryanın sınıf bakış açısı temelinde örgütlenmeye daha açık hale
getirmiş durumda onları. Ancak daha önce de vurguladığımız gibi, bu emekçi yığınlar, artık ne ulusal taleplerle
sınırlı bir propaganda ve taktiklerle örgütlenebilirler ne de "sınıf devrimciliği" adına mekanik ve düzleştirici bir
mantıkla, onların ulusal duygu ve özlemlerini dikkate almayan şabloncu tutum ve politikalarla örgütlenebilirler.
Onları kitlesel ölçeklerde örgütleyip mücadeleye seferber edebilmek için, içinde bulundukları durumun
özgünlüklerini dikkate alan özel politika ve taktikler geliştirmek, pratikte de buna uygun yoğunlaşmış bir
yönelim içine girmek şarttır.
VIII- BU ÇEMBER NASIL YARILIR, HANGİ DİNAMİKLERE DAYANMAK
GEREKİYOR?
Ulusal hareketin, burjuvazi ve emperyalistler tarafından boğucu bir kapana alınmak istendiğini, üstelik
bugün onun buna, siyasi ve askeri bakımlardan manevra olanaklarının eskisi kadar geniş olmadığı bir
darboğazda yakalandığını belirtiyoruz. Yalnız bu darboğazın "çıkışsızlık" anlamına gelmediğini, bu çemberi
devrimci bir tarzda yarabilmenin olanaklarının bulunduğunu, ayrıca PKK'nin de bunu başarabilecek güce ve
kozlara sahip olduğunu da özellikle vurguluyoruz. Bu nedenle, ümitsizliğe ve yılgınlığa kapılmak, sadece
ödlekçe bir tutum olarak değil, esasında her an benzer bir sağcılık ve teslimiyetçiliğe dönüşebilecek
küçükburjuva bir ruh halinin dışa vurumu olarak görülmelidir.
Bugün içine girilen süreç, sadece tehlikelerden ve dezavantajlardan ibaret bir süreç değildir. Tehlikeler
kadar, onların devrimci bir tarzda yarılıp geçilmesinin olanaklarını da içermektedir. Durumu zorlaştırıcı aleyhte
etkenler kadar, sıçramalı bir devrimci gelişmenin dayanağı haline getirilebilecek etken ve potansiyellere de
sahiptir. Bazı imkanların önü kapanırken, bazı yeni imkanların önü daha fazla açılmaktadır. Onun için durum,
nesnel bir soğukkanlılıkla bütünsel olarak değerlendirilmelidir.
Ayrıca ister ulusal isterse sınıfsal karakterli olsun, ister kendiliğinden gelişsin isterse en bilinçli ve örgütlü
tarzda yürütülsün, hiçbir toplumsal mücadele ve ona önderlik eden gücün büyümesi ve gelişimi, sorunsuz, risksiz
ve tehlikesiz olmaz. Hatta bu noktada, hareket ne kadar büyür, emperyalizm ve uşaklarını ne kadar tehdit edici
bir güç özelliğini kazanırsa, karşılaşılan risk ve sorunların da o ölçüde büyüyeceğini, ona karşı daha sinsi ve daha
tehlikeli tuzakların kurulacağını söyleyebiliriz. Kendine güvenen, ne yapmak istediğinin bilincinde olan, stratejik
hedef ve perspektiflerini yitirmeyen, sadece tehlikeleri görmekle kalmayıp fırsat ve olanakları da gören ve sürece
denk düşen devrimci taktik politikalar oluşturarak bunlara yüklenmesini bilen devrimci bir hareket ve onun
kadroları, bundan korku ve paniğe kapılmaz. Durumun soğukkanlı ve gerçekçi bir değerlendirmesi temelinde
etkili karşı politika ve taktikler geliştirerek hedefleri doğrultusundaki yürüyüşünü kararlılıkla sürdürür.
Yalnız bu yürüyüşün, elverişsiz konjonktürün geriye çekici baskılarının neden olduğu herhangi bir
sapmaya meydan vermeksizin, stratejik hedefler doğrultusunda tutarlı bir çizgide ilerleyebilmesi için bazı
önkoşulların yerine getirilmesi şarttır. Bunların başında, durumun devrimci bir yaklaşım temelinde nesnel ve
bütünsel bir değerlendirmesini yapmak gelir. Bu olmadığı takdirde, ne süreç doğru kavranabilir, ne tehlikeler ve
olanaklar gerçek boyutlarıyla eksiksiz olarak görülebilir, dolayısıyla ne de etkili ve tutarlı karşı taktikler
geliştirilebilinir. Ancak hemen buna bitişik ikinci bir temel koşul, olgulara ve sürece, hareketin stratejik hedefleri
ışığında ilkesel bir yaklaşımın yitirilmemesidir. Süreçteki değişmelerin ortaya çıkardığı durumun nesnel ve
bütünlüklü kavranışındaki her zafiyet, politik inisiyatifin yitirilmesi temelinde sonu felaketle bitebilecek bir
sürükleniş tehlikesi başta olmak üzere bir dizi tehlikeyi beraberinde getirir. Uyanıklığı köreltir, "devrimci sağlam
duruş ve özgüven" yanılsaması altında partinin manevra yeteneğini ortadan kaldıran tehlikeli bir katılaşma
doğurur. Buna karşılık, stratejik hedef ve ilkelerin gözden kaçırılması ise, bu kez "taktik esneklik" adına her türlü
oportünist savrulma ve sapmaya kapıyı açar. Taktik gerçekçilik, oportünist bir gerçekçilik halini alır; taktik
politikalar, stratejik ilerlemeyi güçlendirici değil onu zayıflatan, stratejiyi kemiren, giderek onun yerini alan bir
yalpalamalar siyaseti biçimine bürünür.
Durumun gerçekçi bir yaklaşımla bütünlüklü olarak ele alınması konusunda, ulusal hareket saflarında
kendini gösteren bir zaafa bir kez daha dikkati çekmek gerekiyor. PKK önderliği ve kadroları, en başta, içine
girilen sürecin anlamı ve içerdiği tehlikelerin büyüklüğü konusunda gerçekçi ve bütünlüklü bir kavrayışa sahip
görünmüyorlar. Bazı parçalar yakalanıyor, fakat bunlar arasındaki iç bağlantılar doğru kurulmadığı gibi mantıki
sonuçlarına kadar da götürülmüyor. Doğru tespitlerin yapıldığı durumlarda bile, öz olarak bunlardan farksız veya
köklü bir kopuşu ifade etmeyen görüşler dile getirilebiliniyor. Olguların, belirli bir sistem dahilinde ve diyalektik
bir bütünlük ilişkisi içinde ele alınması yerine, her birini kendi içinde bağımsız, "kendinde durumlar" olarak ele
alan mekanik yaklaşım yöntemi, aynı zamanda derin bir sübjektivizmden beslenen tek yanlılıkla ikinci bir
çarpılmaya uğruyor. PKK, olguları ve süreçleri ele alırken hep "görmek istediklerini" görüyor. Karşısındaki
güçlerin zayıflıklarını ve handikaplarını tespit ediyor ve bunları genellikle abartarak ele alıyor, ama bu arada
kendi durumunu ve zayıflıklarını yeterince dikkate almıyor. Bu onu, hasmının durumunu olduğundan kötü ve
elverişsiz görmeye sürüklerken, ulusal hareketin durumunu ise tehlikeli hayaller ve beklentileri körükleyecek
şekilde abartılı değerlendirmelere sürüklüyor. Bu durumda, çıkardığı sonuçlar, bunlara dayanarak düşündüğü
önlemler ve karşı politikalar, ciddi zaaf ve zayıflıklar taşımanın dışında devrimci tutarlılıktan da yoksun
olabiliyor. Burada sorun sadece bir yöntem yanlışlığından ibaret değil aslında. Tutarlı bir sosyalizm yönelimi
taşımadığı gibi halkçı yönüyle de zayıf dar ulusalcı bir çizgi ve bakış açısı yatıyor sorunun temelinde. Yöntem
hataları, daha doğrusu yöntem yanlışlığının sonuçlan gibi görünen darlık, tek yanlılık, sübjektivizm ve taktik
savruluşlar, bu çizgi ve yaklaşımın kaçınılmaz sonuçları olarak ortaya çıkıyor.
Bugünkü durumdan devrimci bir tarzda çıkışı sağlayacak ve bunun için yüklenilmesi gereken başlıca
dinamiklerin neler olduğuna göz atmaya geçmeden önce akılda bulundurulması gereken bir noktanın daha altını
çizelim: Bu konuda yapılması gerekenler, sadece PKK'nin işi ve görevi olarak görülmemelidir, içlerinden
özellikle bazıları, PKK'den de önce veya PKK'den daha fazla biçimde yerine getirmemiz gereken
sorumluluklardır.
Bu dinamikleri, devrimci açıdan stratejik önem ve öncelik sırasına göre 5 ana başlık altında toplayabiliriz:
1) Türkiye'deki sınıf ve kitle hareketinde devrimci bir canlanma sağlamak, bunu militan ve ivmeli
bir yükseliş haline getirmek. Komünistler olarak bu zaten bizim sürekli ve temel bir görevimizdir. Proleter
devrimci öncü misyonumuzun, ayrıca bu kesitte stratejik hedefimizi oluşturan partileşme hedefimizin mutlaka
yerine getirilmesi gereken asli gereğidir. Bu nedenle, bu görevin gereklerinin yerine getirilmesine kilitlenmek,
"Kürt ulusal devriminin yardımına koşmak", "ona enternasyonalist destek sağlamak" vb. şeklinde dar sınırlar
içinde düşünülüp ele alınmamalıdır. Diğer yönleri bir yana, bu her şeyden önce, kendi bağımsız varlık nedenini
inkar etmek, ayrı bir ideolojik-siyasi kimlik ve farklı bir tarihsel misyon sahibi olduğuna dair bütün iddialarının
boş bir palavra veya etiketten- başka bir şey olmadığım itiraf etmek anlamına gelir. Böyle silik ve iddiasız bir
tutumun, özel olarak Kürt ulusal hareketine de fazla bir hayrı dokunmaz. Bugün Türkiye'de devrimci sınıf
mücadelesini bir an önce yükseltmek, herşeyden önce Türkiye devrimini örgütleme ve ilerletme tarihsel
sorumluluğunun yüklediği bir görevdir. Bunun özel olarak şu kesitte gerçekleşmesi, diğer sonuçlarının yanı sıra,
Kürt ulusal hareketine verilebilecek en etkili devrimci destek anlamına gelir. Bu nesnel gerçek, Türkiye'deki
sınıf ve kitle hareketinin mevcut tutukluk ve durgunluğunu bir an önce yarabilmek için yerine getirilmesi
gereken günün görevlerine daha farklı bir gözle bakarak daha sıkı yüklenmemiz gereğini hatırlatan ek bir uyarı
ve motivasyon etkeni işlevini görmelidir.
2) Kürt ulusal mücadelesinin devrimci karakterinin tasfiyesini amaçlayan girişimlerin geri
püskürtülebilmesi için dayanılması gereken ikinci dinamik, Türkiye'dekiler başta olmak üzere kentlere
yığılmış olan yoksul Kürt emekçi dinamiğini, devrimci bir stratejik yönelim ve özel taktik politikalar
temelinde harekete geçirmektir. "Yeni bir Serihıldanlar döneminin açılışı" olarak nitelenen ve bu potansiyelin
gücünü ve önemini bir kez daha gösteren 8 Mart, Gazi ve Newroz pratiklerinin sürmesi ve derinleştirilmesi, daha
önce de üzerinde durduğumuz gibi, ona hangi temel perspektifin ve politikaların yol göstereceğine bağlıdır. Eğer
bu dinamik, bugüne kadar olduğu gibi, "lojistik bir destek güç" olarak değil de başlı başına sonuç alıcı siyasal bir
vurucu güç olarak ele alınır; öte taraftan onun örgütlenmesi ve eylemlerine yol gösteren taktik politikalar,
emperyalist güçleri ve işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisini MGK ve ordu şahsında "siyasal çözüme zorlama"
yaklaşımı ile değil de, ulusal mücadelenin devrimci stratejik taleplerinin elde edilmesine yüklenme temelinde
belirlenecek olursa, işte o zaman, 2000 yılı planlamalarında da ifade edildiği gibi "gerilla kadar etkili" bir işlev
görebilir. Ayrıca bu dinamiğin devrimci radikal bir çizgi temelinde harekete geçirilmesinin, Türkiye'deki genel
sınıf ve emekçi kitle hareketini canlandırma ile olan sıkı bağı da gözden kaçırılmamalıdır. Büyük kentlerde
yoğunlaşmış olan Kürt işçi ve emekçi dinamiği, aynı zamanda Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketinin
temel bileşenlerinden biridir. Bunlardan birinin harekete geçmesi, diğerinin de önünü açacak, onu
ivmelendirecektir. Yalnız birbirlerinden kopartılması mümkün olmayan, aynı bütünlüğün parçaları durumundaki
bu "biri" ve "diğeri", milliyetçi bir bakış açısıyla, sanki zeytinyağı ve su gibi iki ayrı unsur olarak
düşünülmemelidir. Propaganda ve ajitasyonun içeriğinden mücadele ve eylem anlayışına, ittifaklar sorununa
yaklaşımdan seçilecek eylem biçimine kadar bir dizi konuda belirleyici bir rol oynayacak olan bu konudaki
herhangi bir çarpıklık, bu dinamiğin ve içerdiği devrimci potansiyellerin etkin bir tarzda kullanımını
zayıflatmaktan başka hiçbir sonuç doğurmaz.
3) PKK'nin, asıl patron olarak arkasında ABD'nin bulunduğu ve onun güdümünde İsrail'le kurulan
stratejik işbirliği gibi desteklere sahip bu planı püskürtmekle dayanabileceği üçüncü dinamik, Ortadoğu'daki
antiemperyalist kitle muhalefeti ve halk hareketleridir. ABD emperyalizmi ve onun maşası siyonizme
duyulan kin ve düşmanlık duyguları, Ortadoğu halkları arasında derinlere işlemiştir, yaygındır ve her an için
patlama potansiyellerine sahiptir. Güçlü ve tutarlı bir komünist hareket ve örgütlenmelerin olmayışından ötürü,
bu antiemperyalist duygu ve eğilimler, bugüne kadar olduğu gibi günümüzde de kendisini daha çok Arap
küçükburjuva milliyetçiliği veya İslamcı biçimler altında dışa vurmaktadır. Bunun yol açtığı leke ve bozulmaları
gözden kaçırmamakla birlikte, özün taşıdığı antiemperyalist karakteri de hiçbir zaman gözden uzak
tutmamalıyız. Ortadoğu halkları arasında güçlü ve yaygın olan ABD ve siyonizm düşmanlığının asla
unutmamamız gereken özelliklerinden biri de, bunun "en sakin" göründüğü dönemlerde dahi alttan alta işleyen
ve her an patlamaya dönüşebilecek bir karakter taşımasıdır. Ortadoğu'da son sıralar, gerici Arap rejimleri ile
ABD ve İsrail arasındaki ilişkilerde (İsrail ile geliştirdiği stratejik işbirliğinden dolayı şimdi Türkiye de bunun
hedeflerinden biri haline gelmiştir) belirgin bir soğuma yaşandığına daha önceki bölümlerde işaret etmiştik.
ABD'nin bölgedeki truva atlarını oluşturan Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, hatta Körfez emirlikleri bile ABD
yönetimi ve onun politikalarıyla aralarına -kuşkusuz güven verici olmayan- belirgin bir mesafe koyma gereğini
duyuyorlarsa eğer, toplumsal muhalefetin alttan gelen basıncının bu konuda önemli bir payı vardır. Bu
antiemperyalist tepki birikimi, bölge genelinde yaygın ve kitlesel eylemler biçiminde ortaya koymamaktadır
kendisini bugün belki ama, en işbirlikçi rejimlerin bile sözünü ettiğimiz tutumları, bir yönüyle de, alttan alta
mayalanan dalganın gücünü ve onun her an bir patlamaya dönüşebileceğinin işareti olarak görülmelidir. PKK,
Ortadoğu halklarıyla gelişmiş kurumsal ilişkilere sahiptir ve bunları daha fazla geliştirebilecek bir konumdadır.
Kendisine dayatılan tasfiye planlarını geri püskürtme sırasında asıl olarak bu dinamiğe dayanmayı esas alır ve bu
yönde yeni bir inisiyatif geliştirecek olursa, bu onun manevra olanaklarım genişletir.
4) TDH olarak da durumun ağırlaştığı kesitlerde özellikle kitleler içinde karamsarlık ve umutsuzluk
eğilimlerinin yayılmasının önünü almaya çalışırken güveneceğimiz ve dayanacağımız ana dinamiklerden biri de,
işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin dünya çapında giderek artan hareketlenmesi olmalıdır. Bu hareketlenme,
çeşitli ülkelerdeki devrimci, en azından şu veya bu ölçüde antiemperyalist, ilerici, demokratik bir karakter
taşıyan güçleri de harekete geçirmekte; bunların toplam bir sonucu olarak, dünyanın siyasal iklimi ve görüntüsü
farklılaşmaktadır. Yaygın, güçlü ve militan bir dalga özelliğini kazanmış olmaktan henüz uzak olmakla birlikte,
bu yönde bir gelişmenin unsurlarının dünya çapında giderek olgunlaştığını görüyoruz. Batı Avrupa'da son
yıllarda sıklaşan emekçi kitle hareketleri, grevler ve protesto gösterileri, Güney Kore ve Endonezya başta olmak
üzere özellikle son kriz dalgasının arkasından Güneydoğu Asya ülkelerindeki toplumsal muhalefet
eylemlerindeki yoğunlaşma ve tırmanış, Kolombiya, Peru ve Meksika başta olmak üzere Latin Amerika'da kitle
eylemleri ve silahlı gerilla mücadelelerinin atakları,... bugün bu konuda daha umudu olmayı mümkün
kılmaktadır. Kesinlikle abartılmamak, olduklarından büyük ve yakın devrimci sonuçlar doğurabilecekmiş gibi
gösterilmemek kaydıyla bu tür çıkışların beslediği umut, kitlelere de aşılanmalı; onların dayanma ve direnme
güçlerini kemiren "yalnızlık duygusu"na karşı savaşınım silahlarından biri haline getirilmelidir.
5) PKK önderliğinin, daraltılmak istenen etrafındaki çemberi yarabilmek için değerlendirebileceği
imkanlardan biri de, emperyalistler ve bu bölgelerdeki işbirlikçileri arasında Ortadoğu ve Kafkaslar'da
keskinleşen rekabetin ortaya çıkardığı boşluklardır. Fakat bu alan, doğasından ötürü, aynı zamanda mayınlı bir
sahadır. Aradaki boşluklardan yararlanayım derken, emperyalist güçler ve işbirlikçilerinin ayakları altında
ezilmek, onların elinde birbirlerine karşı kullandıktan bir koz durumuna düşme riski ve tehlikesi de büyüktür.
Bundan ötürü çok ilkeli ve sağlam bir devrimci duruş ve yaklaşımı gerektirir. Açık konuşmak gerekirse,
çizgisindeki zaaflar ve aşırı pragmatist alışkanlıklarından ötürü PKK'nin bu konuda gerek bugüne kadarki pratiği
gerekse son süreçteki yaklaşımları, fazla güven verici değildir. Taktik planda devrimci manevra olanaklarımızı
genişletmek amacıyla 'yararlanılabilecek bir imkan' olarak ele alınması gereken bu çelişkilere, 'dayanılacak asli
dinamiklerden biri' gözüyle bakıldığına dair belirtiler çoğalmaktadır. Bu, devrimci bir politika ve diplomasi
olmayacağı gibi, sonuçlan bakımından da yeni ve belki de daha büyük felaketlere davetiye çıkarmaktan başka
bir anlama gelmez.
PARTİ OLARAK EMEP

Yasal reformcu arenanın yeni partilerinden EMEP, uyanış içindeki kitle hareketini, ama özellikle de işçi
hareketini düzene akan dereciklerde boğmanın araçlarından biri olarak faaliyet yürütüyor. Devrimci
demokrasinin sağ kanadında yer alan önceli, buna ideolojik, politik, örgütsel açıdan bir ön zemin, sağ
tasfiyeci bir gelenek yaratmıştı. Komünistler olarak buna daha önce de işaret ederek, tasfiyeciliği,
bunun yasalcı ve koyulaştırılmış biçimlenişini mahkum etmiş; hızlanan tasfiyeci çürümenin altını kalın
çizgilerle çizmiştik.1 Çeşitli etmenlerin, asıl olarak da tasfiyeciliğin artık iyice koyulaşan kıvamının son-
ucu olarak, eşyanın tabiatı gereği yolcu kimilerin "dostça" istediği gibi yolundan dönmedi. Aksine MGK-
TÜSİAD politikalarının liberal-reformcu yasal partilere açtığı alanın verdiği icazetin de itilimiyle vites
büyüttü. Bugün o, karşımızda koyulaşan reformizmini 3. Enternasyonal çizgileri kisvesi ile örtmeye ça-
lışan tipik bir 2. Enternasyonal partisi olarak duruyor.

Bunu çeşitli yönleriyle irdelemeye ve tahtanın iyiden iyiye çürüdüğünü göstermeye çalışacağız.

EMEP'in teori ve pratiği Leninist öncü parti anlayışının kaynağını nesnellikle öznel etmen arasındaki
ilişkinin anti Marksist kuruluşundan alan kaba, oportünist inkarına bu topraklarda ilk verilebilecek örn-
eklerden biridir. Teoride bunu, Marksizme yöneltilen teoriyi gerçekliğe uydurma suçlamasına karşı
güçlü bir çürütme olmakla kalmayıp aynı zamanda Narodnik öznelciliğin belini de kıran Halkın Dostl-
arı Kimlerdir'deki vurguları bilinçli bir tarzda kullanarak yapar. Lenin'in ilk eserlerinden olan Halkın
Dostları Kimlerdir, bilindiği gibi tarihsel materyalist yöntemin güçlü bir savunusunu içerir. "Marks'ın
yalnızca gerçek süreci incelediğini ve araştırdığını, onun tanıdığı tek teori ölçütünün, bu teorinin gerç-
ekliğe uygunluğu olduğunu" tanıtlar. Gerek polemik konusu olan sorunun bağlamından dolayı, gerekse
de öncü parti düşünce pratiğinin Lenin'de olgunlaşma sürecinin başlangıcında bulunmasından –yine
ekonomik toplumsal siyasal koşullarla da bağlantılı olarak– Lenin'in vurguları kaba Materyalizm temel-
inde yükselen ekonomist ve Menşevik güçler tarafından bolca eğilip bükülerek kullanılmış ve özü boş-
altılarak oportünizme meşruiyet gerekçesi yapılmaya çalışılmıştır. Aynı nedenle EMEP örneğin Len-
in'in sosyal demokrat teorik ve pratik çalışma için Liebknecht'in "inceleme, propaganda, örgütlenme"
formülasyonundan övgüyle sözetmesine, bağlamından kopartarak sarılır. Ya da tarihsel materyalist
yöntemi belirlemek için Lenin'in kullandığı şu ifadeyi "kurtarıcılar, işçi sınıfı hareketinden dışarı!" dem-
agojisine temel olarak kullanmaya çalışır:

"Bir öğretinin en üst ve tek ölçütünün gerçek toplumsal ve ekonomik gelişme sürecine uygunluğu old-
uğu yerde, dogmatizm olamaz; görev proletaryanın örgütlenmesini ilerletmek olduğu zaman ve bu
yüzden de 'aydınların' rolünü, aydınlar arasından özel liderler çıkmasını gereksiz kılmak olduğu

1 TDKP'ye ve ÖD çizgisine yönelik eleştirilerimizi onların bütün süreçleri boyunca sürdürdüğümüz, özel olarak da '91 'den beri koyulaşarak son 3 yılda resmi
ifadesine kavuşan yasalcı reformizme ve ekonomist işçi siyasetine karşı teoride ve pratikte mücadele ettiğimiz, bilinen bir olgudur. DP'nin 1995 Şubatı'nda
yayınlanan "Derinleşen Tasfiyecilik ve Yasal Parti Merakı" başlıklı yazı, ÖD çizgisinin yasal parti hazırlıklarını tasfiyeci reformist bir tutum olarak mahkum
ediyordu. Keza komünist işçi gazetesi Alınteri de, hem genel politik hem de özel olarak politik taktik planda, işçi hareketinin seyri içerisinde EMEP çizgisinin
sürekli olarak ensesinde olmuştur. Bütün bu yayınlarda da gösterdiğimiz gibi, TDKP, ÖD ve EMEP, '71 devrimciliğini sağ bir yorumla eleştiriye tabi tutarak
girdiği yolda 12 Eylül tasfiyeciliği ve sosyalizmin çöküşü ile birlikte devrimci demokratik ömrünü tamamlamış ve devrimcilik-reformculuk ayrımında çizginin
öbür tarafına geçmiştir.
Burada Proleter Doğrultu'da yer alan (Sayı 11, Temmuz-Ağustos 1997) bir yazıda TDKP'yi "komünist görmekten vazgeçtiğini" açıklayan MLKP öncellerinden
TKP/ML Hareketi, TDKP'nin 1975'te komünist bir örgüt olarak doğduğunu söylerken (Seçenek, sayı 3); TKİH, TDKP'nin komünist oluşunu 1979'da başlatıy-
ordu. Birlik görüşmeleri sürecinde birlik çağrısı yapılan örgütler içerisinde yer alan TDKP'nin de diğerleri gibi 1979'da komünist bir örgüt olduğu sonucuna
varıldı. MLKP-K Kuruluş Belgeleri'nde bu kesinliğe kavuşturuldu. Atılım çizgisi, 1995 Eylül ayında yayınlanan "TDKP Nereye?" adlı kitapta, TDKP'nin diğer
yasal partilerden farklı olarak "ideolojik ve örgütsel çizgisi sağ oportünizmle sakatlanmış olsa da "hâlâ komünist bir örgüt olduğunu" savunuyor ve onları geri
dönmezlerse bir ceset haline gelecekleri "dostça" uyarısında bulunuyordu.
Bu kitabın çıktığı sürecin Gazi Antifaşist Halk Direnişi sonrasında TDKP'nin komünist ve radikal güçlere açıkça TKP ağzıyla saldırdığı, "kör terör", "gürültü
grupları" karalamalarının koyulaştığı dönem olduğu anımsanacaktır. Gerçekte ortada soğumakta olan bir ceset vardı. Peki bütün bunlara rağmen MLKP,
TDKP'yi komünist görmeye nasıl devam edebiliyordu? Kuşkusuz bu sorunun yanıtını vermek bizden önce bu tespitlerin ve buna dayanarak TDKP'ye birlik
çağrısı yapanların kendilerine düşer. Ancak yine de oportünizmin karakterinin görülmesi açısından biz biraz daha geriye gidecek bazı çarpıcı örnekler verec-
eğiz:
MLKP öncellerinin "komünizm" kavrayışı oldukça esnektir. Örneğin TKP/ML Hareketi'nin merkez yayın organı İleri'de "Ülke kapitalizmin orta düzeyde gelişt-
iği bir ülke olduğu... halde, onu yarı Feodal değerlendirmek, komünistlik üzerinde doğrudan bir etkide bulunmaz" tespiti yer alabilmişti. Yine birlik görüşmel-
erinin bir evresinde '91 seçimleri döneminde TKİH, seçimlerde Kurtuluş ve Emek'le (Bugün ÖDP çatısı altındadırlar) seçim bloku yapan Emeğin Bayrağı'nı
eleştiriyor; bu eleştiriye karşı ondan bu blokta yer almasının "geniş bakış" ve "sek-terlikten arınma" yönünde anlamlı olduğu yanıtını alıyordu.
Örnekler çoğaltılabilir. Ancak MLKP, öncellerinden genetik olarak devraldığı oportünizmin en kaba biçimlerine karşı bile esneklikle malul olmaktan kurtulam-
amıştır. Onun TDKP'yi "komünist" değerlendirmekten vazgeçmesi için muhatabının ceset olmaktan çıkıp iyice çürüyerek sadece kemiklerinin kalmasına
kadar beklemek gerekmiştir!
zaman, sekterlik olamaz." (Halkın Dostları Kimlerdir, s. 176)

Nesnel ve öznel etmen arasındaki ilişkinin bu bayağı ve oportünist kuruluşu, EMEP'te –ve onun teorik
yayın organı Özgürlük Dünyası'nda (ÖD)– her türden anti Marksist akımın buluşma noktası olan,
Leninist partiye "ikameci parti" saldırısının yöneltilmesi biçimini alır. ÖD açısından ayırdedici olan,
bunu diğer liberal reformculara özgü bir tarzda Marksist teorinin kendisine açık ve cepheden bir saldırı
biçiminde değil, doğrudan ML'nin tezleri ile oynayarak ve onlara dayandığı kisvesini korumaya
çalışarak yapmasıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, biz bu "özgüllüğü" geçmişte iğreti bir tarzda
giyilen elbisenin –uluslararası komünist hareket içerisindeki saflaşmada devrimci bir varoluş değil Arn-
avutluk Emek Partisi'nin arkasına dizilme diyelim– bugüne kalmış yırtık pırtık parçaları olarak değerl-
endiriyoruz. Bu yüzden de muhatabımızı bu parçalardan kurtarıp sarı giysiler ile salınarak dolaşması
için elimizden geleni yapmak istiyoruz. Devam edecek olursak, EMEP, Leninist parti düşüncesine
saldırıyı özellikle komünist ve devrimci yeraltı örgütleri üzerinden yöneltiyor. Teoriyi buradan bozmaya
çalışıyor. Bunların nesnel ve öznel etmen arasındaki ilişkiyi öznelci bir anlayışla ele aldıklarını, kendil-
erine "kurtarıcılar" misyonu yükleyerek kendi iradelerini işçi sınıfının iradesinin yerine geçirdiklerini,
bunun da işçi kitlelerinin öz dinamiklerine dayanmak yerine dışardan mücadele ve örgüt biçimleri da-
yatmakta somutlandığını iddia ediyor.

"Bu tür bir anlayış,... işçi sınıfının şahsında tüm ezilenlerin, kendilerine ait herhangi bir düşünce ve
davranışını 'mutlak olarak' reddeden ve onları, her koşulda ancak yönlendirilebilir, dahası, iplerini her
zaman başkalarının ellerinde bulunan 'kuklalar' düzeyine düşürür. Sınıflar mücadelesinin bu saçma
yorumunun bir başka varyantı, toplumsal sorunları salt soyutlamak yoluyla ulaşılan 'ideal plan'lar
çerçevesinde çözmeye çalışan aydın yaklaşımıdır" (13 Temmuz 97, Emek)

Öykü hem komik hem de eğiticidir de: EMEP, öznelciliğe karşı Lenin'in mevzilerinde imiş gibi davr-
anmaya her yazısında buna ilişkin binbir kanıt getirmeye çalışıyor. Fakat Leninizm onu ait olduğu yere
doğru itiyor ve karşımıza EMEP'in polemiğin öteki tarafında olduğunu gösteren bir fotoğraf çıkıveriyor.
Nasıl çıkmasın ki; öznel toplumbilimciler de Marks'ın her şeyi "Hegelci üçlülerle" açıkladığını iddia
ediyorlardı! Onlara göre, "Geleceğe ilişkin olarak toplumun içkin yasaları salt diyalektiğe da-
yandırılmış"tı. Daha açık bir ifadeyle örneğin mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi zorunluluğu, kap-
italist toplumun nesnel gelişim yasalarından değil, diyalektik mantığın cilveli oyunlarından türüyordu!

Konuyu biraz daha genelleştirmek gerekiyor. Leninist öncü parti anlayışı, nesnel ve öznel etmen aras-
ındaki ilişkinin devrimci kuruluşunun billurlaşmış ifadesidir. O, tam da bu nedenle kendi üstüne kapalı
bir tarzda ele alınamaz. Leninist öncü parti devrimci sınıf mücadelesi zemininde ve her türden antim-
arksist akımla mücadele içinde çelikleşen, olgunlaşan bir düşünce ve pratiğin ürünüdür. Tam da bu
yüzden, komünist partiye ideolojik saldırı, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin komünist parti fikrine karşı
kışkırtılması, burjuvazinin sınıf mücadelesinin devrimci gelişimini baltalamak için kullandığı en eski –ve
kendi cephesinden de isabetli– yollardan biridir. Onlar bunu en kaba demagojilerden "ince" usullere
dek birçok araca başvurarak yaparlar. "İnce" yöntemlerin yürütülmesi, her türden antimarksist akıma,
özel olarak da Marksizm kisvesi altında faaliyet gösteren küçük burjuva siyaset erbabına düşer. Bunun
örgütsüz işçi sınıfı tarafından alınabilir biçimi –herkese felsefe alanından yutturmacalar yapamazsınız;
kitleler söz konusu olduğunda bunu oportünizmin günlük diline çevirmek zorundasınız– (arka planını
burjuva propagandanın sürekli beslediği gözardı edilmeksizin) sosyalist harekete sözde işçi hareketi
adına "kurtarıcılar" damgasının vurulmasıdır. Burada öz olarak öncü parti, öncü teori, öncü taktik ge-
reksiz, geçersiz ilan edilir; kendiliğinden işçi hareketinin burjuva ideolojisini her gün yeniden üretme
özelliği –dikkat edin, EMEP, Ne Yapmalı'yı tam da bu vurguyu ve öncü teorinin rolünü içerdiği içindir ki,
anmaktan hiç hoşlanmaz!– "işçi sınıfının kendisine ait düşüncesi" olarak kutsanır ve yüceltilir. Bu dur-
umda parti kitlelere komuta değil yardım etmeli; politika ve taktikler bizzat devrimci sınıf mücadelesinin
ihtiyaçları doğrultusunda örgütten kitlelere doğru değil, kitlelerin bilincini teorize ederek kitlelerden örg-
üte doğru taşınmalıdır.

2. Enternasyonal partileri, öncü ile kitle arasındaki ilişkiyi stabilize eden ve iflasıyla da Bolşevik parti
teorisi ve pratiğinin devrimci gelişimini alabildiğine ivmelendiren bu anlayışın zirvesini oluşturuyorlardı.
Ancak biz EMEP'in hattının Leninist parti öğretisini ortaya koyduğundan fersah fersah zıt yönde olduğ-
unu göstermek için 2. Enternasyonal partilerinin değil, tarihsel devrimci çıkışlarıyla bu gelenekten
kopan, ama yalnızca belirli yönleriyle kopan Rosa Luxemburg'un parti anlayışını ele alacağız:

Rosa Luxemburg, bir yandan 2. Enternasyonal liderliğinin işçi hareketi karşısında tutucu, açıkça ger-
iye çekici bir rol oynamasını, ama bir yandan da kendisinin de bizzat bu geleneğin içinde şekillenmes-
inin bir sonucu olarak Bolşevikleri "sınıf çıkarının bilincine varmış bir proletaryayla birleşen
Jakobenler" ("kurtarıcılar"ın bir başka versiyonu olarak kullanıyor) diye niteliyor ve onları şöyle eleştir-
iyordu:

"Sosyal demokrasi proletaryanın örgütlenmesine katılmaz. Kendisi proletaryadır... İradesi Cenevre'den


Liege'e, Tomsk'dan Irkutsk'a dek uzanan, her şeyden güçlü bir merkez komitesi yerine, yönetici rolü
işçi sınıfının kolektif egosuna verilmelidir." (Rosa Luxemburg, s. 277)

O, 1905 kitle grevleri ortamında şunları yazıyordu:

"Eğilim yönetici organların... muhafazakar bir rol oynaması yönündedir... Almanya'da bir atalet ve
parlamenter taktiklere aşırı vurgu görülüyorsa, bunun kaynağı çok az değil, çok fazla yönetim olmas-
ıydı. Lenin'in formülünün benimsenmesi bu türden muhafazakar bir uyuşukluğu harekete geçirmekten
çok, daha hareketsiz bırakacaktır. Çarlığa karşı vereceği kavgaların arefesinde henüz yeni yeni gelişm-
ekte olan Rus Sosyal Demokrasisine böylesi bir deli gömleği giydirilmesi ne kadar kötü." (age, s.
277)

Rosa Luxemburg, dünya işçi hareketini yıkıma götüren çürümüş bir önderliğe karşı tam da EMEP'çiler
karşı mevzilerden, taban tabana zıt devrimci kaygılarla yola çıkarken, parti-kitle ilişkisini kuruşta işte
böylesi tarihsel bir yanılgıya düşüyor; Leninist parti öğretisi ile çelişiyordu. Rosa Luxemburg'un tanığı
olduğu dönemdekinin aksine, zaten sınırlı bir gelişim içerisindeki işçi-emekçi kitle hareketinin paçalar-
ına yapışarak onu devrimci bir önderlik ve konumlanıştan uzak tutmaya çalışan reformist bir pratik ile
karşılaştırılmayacak devrimci bir erdemle yüklü Rosa Luxemburg'a haksızlık gibi gelebilecek bu yan
yana getirmeyi bile bile yapıyoruz. Burada görülmesi gereken, Leninist öncü parti anlayışından her-
hangi bir uzaklaşmanın, bu açıyı ne denli büyütebileceği ve işte bu yaptığımız gibi bir yanyana
gelmeye ideolojik zemin yaratılabileceğidir. Kuşkusuz EMEP, bu açının teorisi ve pratiği ile bilinçli ve
istikrarlı bir tarzda büyütülmüş bir örneğini oluşturuyor. O, bin kez çiğnenmiş yolda sarı bayrağını
açıkça sallayarak yürüyor ve proletaryanın sınıf mücadelesindeki biricik öncü silahı olan parti fikrini
onu bir su tabancasına çevirerek işlevsizleştirmeye soyunuyor.

EMEP, sosyal devrim partisi ve onun özsel nitelikleri ile karşıtlık oluşturan 2. Enternasyonal partilerinin
yolundan nasıl ilerliyor? Bunu sergilemek için öncelikle bu partilerin devrim fikrini nasıl dışladıkları; nih-
ai hedef perspektifi ile hareket eden sosyal devrim partisi yerine evrimci, barışçıl, ajitasyon-propagand-
aya, barışçıl örgütlenme ve mücadele biçimlerine, dolayısıyla süreç olarak taktiklere ve "hareket her
şey, nihai amaç hiçbir şeydir"e dayalı sosyal reform partisini nasıl geçirdiklerini ele almak gerekiyor.

2. Enternasyonal partileri, şekillenmeleri itibariyle sosyal devrimin örgütlenmesi, parti faaliyetinin


özünün bu olması, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere sürekli bu fikrin taşınmasına kapalıydılar. Onlar kapital-
izmin nispeten barışçıl geliştiği –gerçekte aynı zamanda emperyalizm ve proleter devrimler çağına evr-
ilinmekte olan– kesitinde, sosyalizmin geniş kitlelere propagandası ortamında geliştiler ve bu yolla
serpildiler. Ancak emperyalizmin bir olgu olarak ortaya çıktığı bu aşamada artık sosyal devrimler, kapit-
alizmin yıkılması sosyalizmin kurulması dönemine girilirken, devrimci kitle mücadelelerinin ha-
zırlanması, partinin buna göre örgütlenmesi gerektiğini görmezlikten geldiler; bu görevlere yanıt ver-
emediler. Almanca konuşmayı iyi biliyorlardı; ama Fransızca konuşmayı sökemediler! Onlarda teori ile
pratik arasındaki zincir kopmuş, nihai amaç ile günlük çalışma bağlantısı ortadan kalkmıştı. Bu,
giderek, dayanılan teoriyi de devrimci Marksizm olmaktan çıkardı. Bağlantılı bir tarzda pratiği iyiden
iyiye yozlaştırarak her ikisini de iflas ve dünya proletaryasına ihanet noktasına getirdi.

2. Enternasyonal'in faaliyeti, Kautsky'nin formüle ettiği, "yıpranma stratejisi" üzerine kurulmuştu.


Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) bu stratejiye uygun olarak "uzun süreli barışçıl hazırlık evresi"ni
savunuyordu. Bu, ajitasyon-propagandayı, sendikalar, kooperatifler, parlamento çalışması, belediyeler
gibi yasal araçlara dayalı yaygın örgütlenmeyi esas almak; bütün bunları da barışçıl mücadeleyi güçl-
endirecek tarzda değerlendirmek –partinin kendisi de yasaldı– anlamına geliyordu. Kautsky'ye göre,
"hareketi yapay olarak zorlamaya" gerek yoktu:

"... devrim kendi kendini üreten bir şeydi... Devrimin zorunlu koşulları; varolan rejime güvenin yık-
ılması, halkın çoğunluğunun kesinlikle rejime karşı olması, bu hoşnutsuzluğun meyvesini toplayıp
sözcülüğünü yapmak, egemen rejimin yerine nüfusun etrafında toplanabileceği gözle görülür bir odak
oluşturmak üzere muhalefette iyi örgütlenmiş bir partinin bulunmasıydı." (Rosa Luxemburg,
s.379)
2. Enternasyonal'i içten çürüten bu sağ hat, iflas sinyallerini açıkça ilk olarak 1905 Rus Devrimi'nin
egemen mücadele biçimi kitle grevleri sorununun uluslararası işçi hareketinin gündemine girişi ile
verdi. Alman SPD, "çoğunluğun sözcülüğünü yapma", kitlelerden kopmama anlayışının bir ürünü
olarak bir yandan kendisine de "aşırı devrimci" gelen devrimci kitle eylemine Almanya'da yol verirse
kitlelerden tecrit olacağı kuşkusunu ciddi ciddi yaşıyordu; öte yandan –ve aynı ölçüde– ise bunun
Alman militarizmini tahrik edip partinin üzerine salacağı, varlığını tehlikeye atacağı korkusunu duyuyor-
du. "Saldırı" bu partinin literatüründe yoktu! Alman Sosyal Demokratların kitle mücadelesinde günün
en ileri biçimi olan, silahlı ayaklanmaya evrilen politik kitle grevine yaklaşımları, sadece öncü mücadele
biçimlerine değil, sosyal devrime duydukları uzaklığı yansıtır. Nehir kabarmamalı, usul usul akarak
ilerlemelidir onlara göre. Bu tür biçimler ise ancak –gerçekte asla gelmeyecek olan– "son aşamada",
ya mevcut kazanımlara bir saldırı olduğunda veya "yıpratma stratejisinin" olanaklarının tamamen tük-
endiği kendisini ortaya koyduğunda gündeme gelebilirdi. 1905 Jena Kongresi'nde Bebel, "Devrimci
bir savunma hareketi olarak gördüğünden, kitle grevini ya genel oy hakkı ya da birlik (sendika –DP)
koruma hakkına ... yönelik bir saldırıya karşı … öncelikle bir savunma hareketi olarak tavsiye
ediyordu." (Rosa Luxemburg sf. 297)

Aynı yaklaşım Avusturya Sosyal Demokratları için de tipiktir. "Yavaş evrim"i savunan Avusturya Sosyal
Demokratları, 1926'da işçi sınıfı hareketinin ancak "cumhuriyet rejiminde demokratik araçlarla kaz-
anmış olduğu sivil politik ve toplumsal hakları korumak için 'savunucu şiddet'e başvurmak zorunda kal-
abileceği koşullardan" söz ediyordu.

2. Enternasyonal'in işçi hareketinin öncü müfrezelerinin boynuna, bilincine taktığı bu ağır gelenek zinc-
iri, emperyalist savaş sırasında ondan koparak oluşan Bolşevik bir parti, bir sosyal devrim partisi
olarak örgütlenme çalışmasına girişen Almanya Komünist Partisi (KPD) vd.lerinin kırıp atamadığı bir
ayak bağı oldu. Ancak bu bağlantıya gelmeden önce, Lenin'in sorunun özünü nasıl koyduğunu
görmek gerekiyor:

Lenin, sosyal devrim örgütü olarak parti çalışmasını, Almanca konuşmakla Fransızca konuşmak aras-
ındaki ilişkiyi şöyle tanımlıyordu:

"Parti örgütünü kurarken yalnızca patlamalar ve sokak çatışmalarına, ya da 'tek düze günlük
çalışmanın ilerleyişine' güvenmek büyük hata olur. Biz her zaman günlük çalışmamızı yapmalıyız ve
her zaman her şeye hazır olmalıyız, çünkü çok kez patlama dönemleri ile durgun dönemlerin birbirinin
yerini ne zaman alacağını önceden kestirmek hemen hemen olanaksızdır. Bu değişimleri önceden gör-
ebildiğimiz durumlarda da bu öngörüden örgütümüzü yeniden kurmak için yararlanmalıyız: Çünkü
otokratik bir ülkede böyle değişiklikler şaşılacak bir hızla meydana gelir... Ve devrimin kendisi de ...
tek bir hareket olarak değil, az çok güçlü patlamalar döneminin az çok mutlak durgunluktaki döneml-
erinin dizi halinde birbirinin yerini alması olarak düşünülmelidir. Bundan ötürü, parti örgütümüzün
eyleminin başlıca içeriği, bu eylemin yoğunlaşma noktası, en güçlü patlama dönemlerinde olduğu gibi
en durgun dönemde de olanaklı ve kesin olarak gerekli çalışma olmalıdır..." (Ne Yapmalı, sf. 187-
189)

Lenin, birçok eserinde "bir ayaklanma anı için en uygun anı seçme yeteneği"nden, bir ayaklanmanın
iradi olarak hazırlanmasından söz eder. Parti faaliyetinin içeriği ve biçimi, parti yaşamı, öncü teori ve
taktikler, her evrede çimentoyu oluşturan sosyal devrimi örgütleme gücünü yaratma ile
ilişkilendirilmiştir. Lenin, "plan olarak taktikler"in önemini vurgular –Stalin'in sözleriyle "Leninizm prol-
etarya devriminin teorisi ve taktiğidir"– ve tam da bu nedenle EMEP'in saldırdığı türden "ideal planlar"
peşinde koşar. 2. Enternasyonal'in kirli soyağacında yer alan bütün antimarksist akımların Leninizmi
"aşırı iradeci" bulmaları bundan kaynaklanır. Ekonomizm; örneğin, EMEP'in hevesle altına imza attığı
gibi devrimci sosyal demokratın görevini "yalnızca kendi bilinçli çalışmasıyla nesnel gelişmeyi hızland-
ırmak" olarak tanımlarken, Lenin onları şöyle yanıtlar:

"Öznel planlar hazırlayan bir kimse, nasıl olur da nesnel gelişmeyi 'küçümseyebilir'? Bu, ancak nesnel
gelişmenin bazı sınıfları, katmanları, grupları, bazı ulusları ya da ulus gruplarını vb. yarattığını ya da
güçlendirdiğini, yıktığını ya da zayıf düşürdüğünü ve böylelikle nesnel gelişmenin güçler arasında
belirli bir siyasal mevzilenmeyi ya da devrimci partiler tarafından takınılan tutumu vb. belirlediği
gerçeğini gözden kaçırmakla olabilir. Eğer planları hazırlayan bunu yaptıysa onun suçu kendiliğinden
unsuru küçümsemek olmayacak, tersine bilinçli unsuru küçümsemek olacaktır; çünkü o zaman plan
hazırlayıcının nesnel gelişmeyi anlamada gerekli "bilinçten" yoksun olduğunu göstermiş olacaktır."
(Ne Yapmalı sf. 58)
Pekala, EMEP açısından durum nedir? EMEP'in nesnel ve öznel etmen arasındaki ilişkiyi sosyal
devrim fikri ve pratiğini lafzen de tasfiye edici tarzda, antimarksist açıdan kurduğunu gördük. O halde
onun programı, örgütlenmesi, taktikleri de bu temel üzerinden yükseltilecektir ve yükseliyor da. Bizzat
parti olarak EMEP'in varlık bulması, devrimci demokrasi saflarından programatik, örgütsel ve taktik
kopuşunun ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Bunun güncel ifadelendirilmesini EMEP'in 1. Kongresi'nde
buluyoruz. EMEP, 1. Kongresi'nde çalışmasının temelini açıkça "ajitasyon ve teşhir" faaliyeti olarak
belirliyor. "Sermayenin platformunun durmak bilmez bir eleştirisi"ni –kuşkusuz reformcu bir eleştiri– gö-
rev olarak koyuyor. Sendikal içerikli, barışçıl "günlük çalışma"sını ve günlük gazeteyi her şeyin
temeline yerleştiriyor. Şimdi 2. Enternasyonal'in ilkesini hatırlayabiliriz: "İnceleme, propaganda, örg-
ütlenme"! Ele aldığımız icazetli kulüp, kendisine bunu düstur ediniyor...

Burada EMEP'in sosyal reformcu hatta yürüyüşünün temel bir yönünü oluşturan yasalcı örgütlenme
anlayışına özel bir vurgu zorunludur. Bilindiği gibi EMEP'e "hayat veren" önceli, tasfiyecilik yolunda
özgül bir yol izledi. Başlangıçta ancak oportünizme karşı duyargaları güçlü Marksist-Leninistler taraf-
ından teşhis edilen, tasfiyeci batağa doğru bu gidiş, yasal olanaklardan –bu arada bunun muhtemel bir
biçimi olarak da yasal partiden– yararlanma demogojisi ile yapıldı. Gerçekte elbette ki kafalarda bilet
çoktan kesilmişti. Bu açıdan onun "ideal bir plan"la hareket ettiğini söyleyebiliriz. Daha sonra sıra ülk-
emizdeki komünist, devrimci demokrat örgütlere sol sekterlik, sol tasfiyecilik, "kurtarıcılık" iddiası vb.
saldırılarla birlikte özde yeraltı devrimciler örgütü fikri ve pratiğine vuruşlar indirmeye geldi. 94'le
birlikte oyun nispeten daha açık oynanmaya başlandı; kitle mücadelesinin gelinen evresinde ortaya
çıkan öncü işçi-emekçi birikimini örgütlemek ve harekete geçirmek için bir yasal partinin zorunluluğu
ilan edildi. Ancak daha "sadede" gelinmemişti. Yasadışı örgütlenmenin varlığını koruyacağı, bunun bir
temel oluşturacağı, geleneğin terkedilmediği işleniyor; EMEP'i oluşturacak parti güçlerinin tam bir kıv-
ama getirilmesi biçimindeki gerçekten de zorunlu olan bu farklılaşmanın –yasadışılık taşıması gittikçe
yük oluşturan bir kabuktu!– tasfiyeci anlamının kavranıp devrimci bir kopuş yaratmaması için "Mark-
sizm" referans gösteriliyor; taktik esneklik vurgusu ÖD sayfalarını dolduruyordu. Esnekliğin ancak
Bolşevik ilkelilikle birlikte devrimci bir anlam taşıyabileceği, aksinin belkemiksiz bir oportünizm anlam-
ına geldiği sözkonusu bile edilmiyordu elbette! EP'in kuruluşu ile birlikte frenler patladı. Artık yeraltı
devrimciler örgütü fikrine açık saldırılar yöneltilebilirdi. Tıpkı ekonomistlerin Bolşevikleri Narodniklere
benzeterek onların ideolojik, politik ve fiziki sonlarını ima ettiği gibi EMEP de devrimci yeraltına
Aydınlık ağzıyla pervasızca saldırıyor ve onları "sol kör terör örgütleri" olarak karalayarak işçi-emekçi
kitle hareketinden dışlamaya çalışıyor, devrimin mevzilerini savunmak, değerlerini korumak, yolunu
açmak için can bedeli yaratılıp korunan devrimci değerleri, emeği alaya almak, özellikle kitle mücadel-
esinin evrelerinde –1 Mayıs'lar gibi– daha da yoğunlaşmış halde olmak üzere, ÖD ve günlük "işçi bas-
ını" Emek'in tipik özelliğidir. Özellikle gençliğin devrimci enerjisinin komünist ve devrimci yeraltı örgütl-
erinin kanallarına akması gibi olgular karşısında EMEP açıkça polis ağzıyla konuşmaktan çekinmiyor;
devrimci örgütlerin gençliğin devrimci coşku ve heyecanını "kullandığını" söyleyerek burjuva propag-
andayla açıkça birleşiyor. Devrimci eylemler, kitle mücadelesinin –barikatlar gibi– öncü biçimleri, ama
özellikle de silahlı eylemler sözkonusu olduğunda 2. Enternasyonalci atalarına layık bir tarzda bunlar
üzerine "provokasyon" gölgesinin düşürülmesi gibi yöntemlere sıkça başvurduğu, işçi-emekçi kitle har-
eketi nezdinde devrim güçlerini itibarsızlaştırmaya çalışması da, yine EMEP'in karakteristik bir özelliğ-
idir.

Bu bağlamdaki örnekler daha da çoğaltılabilir. Fakat EMEP'in devrimci güçlere yönelttiği "marjinal sol"
saldırısının altında bir sosyal reformcunun devrimci ve radikal olan her şeye düşmanlaşması sırıtıyor.
Bu ise kendi başına bir şey olmayıp, asıl olarak faşist diktatörlük koşulları altında yasalcı
örgütlenmenin yalnızca devrim itfaiyeciliği anlamına gelmesinden kaynağını alıyor. Devrimci
proletarya, en demokratik burjuva cumhuriyetinde dahi yasal olanakların, yasal örgütlenme kolaylıklar-
ının cazibesine kapılmaz ve kendisine kapitalizmi yıkacak politik, örgütsel, askeri temeli yeraltında ve
faaliyetinin bütününde yaratmaya çalışır. Bu, EMEP'in göstermeye çalıştığı gibi illegalitenin bir fetiş,
kendi başına bir amaç olarak ele alınmasından değil, sosyal devrim programının kendisinden doğar.
Özel olarak faşist diktatörlük koşulları ise bu zorunluluğu kat be kat artırır. Burjuvaziye karşı mücadele
genel bir sorun olarak ele alınamaz. Devrimci proletarya burjuva devletin özel siyasal biçimlenişi ile ilg-
ilenmek ve programını gerçekleştirebilmek için komünist partinin varlığını güvenceye almak zorun-
dadır. Açık terörcü diktatörlük koşulları, en başta komünist partinin örgütlenmesini, faaliyetinin devrimci
içeriğini ve sürekliliğini teminat altına alabilmesi açısından ayırdedici çizgileri ile ele alınmak
zorundadır. Yoğunlaşmış, dönem dönem askeri ya da yarı askeri biçimlere bürünebilen kudurgan bir
gericilik, bırakalım, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri iktidar mücadelesinde ilerletebilmeyi, partinin varlığını
sürdürmesi açısından dahi özgül bir donanımı gerektirir. Bunun asgari niteliklerine sahip olmayan bır-
akalım bir komünist partiyi, rejimi bütünsel bir tehdit altına sokma potansiyelinden yoksun küçük bir
antifaşist çevre bile faşizmin pençeleri arasında ezilip unufak edilmeye mahkumdur. Aynı zamanda
faşist diktatörlük rejimi, faşizme karşı mücadeLenin stratejik olduğu kadar güncel bir görev olarak
kavranıp yürütülmesi gerektiği anlamına gelir. Antifaşist mücadeLenin başlı başına zorlu bu güncel
gereklerini omuzlamayan bir parti, bizzat hasım olduğunu varsaydığı faşist rejim tarafından dahi bir
sosyal reform gücü olarak tanımlanmakta gecikmeyecektir. EMEP'in karşı karşıya kaldığı durum da
budur.

EMEP'in faşizme karşı "mücadelesi", bir iktidar mücadelesi değil; kendi ifadesiyle –ve doğru olarak–
bir "ajitasyon ve teşhir" faaliyetidir. O halde onu kavramak çok kolay olmalıdır: Bununla sınırlı bir
faaliyet, en fazla parlamenter reformcu rüyalarında "aşırılığa" kaçabilir. Ve bilinir ki burjuvazi, hele hele
yasadışıIığı terkederek görülmeye başlayan bu tür rüyalara en fazla şükran duyacak; siyasal toplumsal
koşullara bağlı olarak da ona rüyasını başkalarına da anlatması için yer bile gösterecektir! İşte bu yere
şimdi EMEP diyorlar...

Bir sıçrama yapıp öncü taktikle bağlantılı bir tarzda ajitasyon-propagandanın kapsamının daraltılmas-
ına geçelim. EMEP'e göre dünyada bir "işçilerin gündemi" vardır; bir de "kurtarıcıların gündemi".
EMEP'in gündemi de işçilerin gündemidir. İşçi hareketi eğer ilerlemek istiyorsa "kurtarıcıların gündem-
ini" reddetmek zorundadır; çünkü o hemen her seferinde işçi hareketini yolundan saptırmak isteyen
sermayenin gündemine hizmet etmekle malûldür. "İşçilerin gündemi", mezarda emeklilik, SSK, ekmek
zamları, TİS'ler, özelleştirme, sendikasızlaştırma, esnek üretim vb.'dir. "Kurtarıcılar" ise bunu dikkate
almayan, işçi hareketini onun gündeminden kopuk bir tarzda zorla politize etmeye çalışan bir
ajitasyon-propaganda, örgütlenme ve eylem çizgisi izlemektedirler. Öte yandan sermaye de çeşitli biç-
imlerde işçi gündemini silme, kendi gündemini dayatarak işçi sınıfının mücadelesini boşa çıkartma
peşindedir. Bunun için örneğin 1 Mayıs gösterisine saldırır, cezaevlerine saldırır, Susurluk
skandalından bir rejim tartışması açar, vb. "Kurtarıcı" kılığında işçi hareketini tasfiye ile meşgul sol
gruplar da bu gündemlerin izleyicisi, uygulayıcısı ve tabii kurbanı olurlar. Bununla da kalmayıp sermay-
enin gündemini işçi hareketine taşımaya çalışırlar. İşçiler için "siyaset" "elbette ki" gereklidir; ama
zaten anılan "işçi gündemi"nin kendisi odur. Peki, dolaysız siyasal olanla ilişki nasıl kurulacaktır? Basit:
Parti, "İktisadi mücadeLenin kaçınılmaz kıldığı polis zorbalığına karşı ajitasyonla siyasal ajitasyonu
birleştirir, iktisadi mücadeleden siyasal ajitasyon için yararlanır, yığınların ekonomik kurtuluşunun siy-
asal bir devrimle mümkün olabileceğini anlamalarına yardımcı olur." (30 Ekim 1996 Evrensel)

Bu ekonomizm klasiği, Evrensel gazetesinin sürekli başyazısı, gerçekte tüm parti faaliyetinin sürekli
ekonomizmi ve sağ oportünizmi gösteren pusulasıdır. Ne tatlı tesadüftür ki, Rus ekonomistleri de siy-
asal ajitasyona ancak "iktisadi mücadeLenin deneyiminden hareket edilerek girişilebilir ve
girişilmelidir" görüşündeydiler. Önce ekonomik mücadele, buna bağlı olarak ve bunun elverdiği zemin
üzerinden siyasal mücadele –kısacası oportünist "aşamalı bilinçlendirme" teorisi bu anlayışa dayanıy-
ordu. EMEP de aynısını yapıyor. O, işçilerin bildiğini de unutturmaya çalışarak –sanki işçiler bu ülkede
yaşamıyorlar!– uyguluyor, "aşamalı bilinçlendirme teorisi"ni.

Türkiye'de Kürdistan'da –ya da başka bir ülkede– polis zorbalığı mutlaka yalnızca ekonomik-sendikal
mücadeLenin gereklerinden dolayı mı "kaçınılmazlaşıyor"? Kitlelerin yaşamında sanal bir özgürlük
bile hissedilmezken, dört yandan kuşatılmışlarken, onlara sadece ekonomik-sendikal mücadeleye
atıldıkları için faşist zorbalıkla karşılaştıklarını söylemek, gözlerinin içine baka baka yalan söylemektir!
Köylerden zorla sürülen milyonlarca Kürt köylüsü, ki faşist rejimin zorbalığı ile en fazla karşılaşan onl-
ardır, "sendikal mücadele" içinde miydi; yoksa ulusal özlemleri uğruna mücadele gibi saf bir siyasal tal-
ebin mi peşindeydiler? Tutsak aileleri, kayıp anaları sendikal mücadele mi veriyorlar? Emekçi
semtlerindeki polis terörü buralardaki emekçilerin anti-faşist uyanışlarından değil de "sendikal harek-
etlenmesinden" mi gündeme geliyor? Türkiye'de bu boyutta bir zorbalığı kendi başına gerektirecek
yoğunluk, şiddet ve yaygınlıkta bir ekonomik mücadele var mı? EMEP, işçilerin ekonomik-sendikal
mücadelede karşılaştıkları (ve bu mücadeLenin yükselmesiyle gerçekten daha da üst boyuta evrilecek
olan) resmi-sivil faşist terörü, bunun nedenlerini ve kaynaklarını, faşizmin bir bütün olarak emekçi kitle
hareketine yönelmiş bir aygıt olduğunu gizlemekle yetinmiyor. Zorbalığın en koyu biçimlerini
sözkonusu bile etmeyerek faşizme karşı duyulan –hangi boyutta olursa olsun– öfkeyi yumuşatmaya
çalışıyor. Proletaryanın kuşkusuz bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliği, faşist terörün yoğunluğu gibi
nedenlerle kendi dışındaki emekçi sınıf ve tabakaların, Kürt halkının mücadelelerine ve sorunlarına
uzak durma veya duyarlılığını fiilen göstermeme tutumunu bir erdem gibi savunarak onun öncülük pot-
ansiyellerini köreltmeye girişiyor. Proleter sınıf bilincini tıpkı atası Bernstein gibi "dar ve ke-simsel bir
çıkar" düzeyine düşürerek sınıf hareketini soysuzlaştırmaya soyunuyor. Lenin'in Ne Yapmalı'da eko-
nomistlere verdiği tarihsel yanıt, EMEP için de geçerlidir:
"Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne
karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de
sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç
olamaz... Kim, işçi sınıfına dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi
sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi sosyal-demokrat değildir, çünkü kendini iyi tanıyabilmesi
için işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilg-
isi, yalnızca teorik bilgisi değil... hatta daha doğru olarak ifade edelim, teorik olmaktan çok, siyasal
yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir. Bu nedenle yığınları siyasal harekete çekmek
için en geniş uygulanabilirliğe sahip araç olarak ekonomistlerimizin vaaz ettikleri iktisadi savaşım
kavramı, pratik sonuçları bakımından çok zararlı ve gericidir." (Ne Yapmalı sf. 79-80)

Lenin'in koyduğunun aksine, EMEP'in yaptığı ve işçilerden de geliştirmelerini istediği, işyeri-fabrika


koşullarının teşhirinin ötesine geçmiyor. Emek gazetesinin 3. sayfasında ne varsa,2 EMEP'in ufku da
parti faaliyeti de işçilere taşıdığı da "işçi gündemi" saydığı şey de ondan ibarettir. Lenin, Proudhon ve
Weitling'leri olumlu örnek göstererek, işçilerin kendilerini "işçi yazınının" –EMEP'in anladığı tarzda bir
"işçiyazınının"– sınırlarına hapsetmemeleri, ama daha çok da ekonomistlerin yaptığı gibi "hapsedilm-
emeleri" gerektiği konusunda uyarır. Lenin'in sosyal demokratlara ve işçilere önerdiği yol ile EMEP'inki
arasındaki uçurum, gözle görülür açıklıktadır.

Ajitasyon-propagandanın ekonomik-sendikal mücadele ile daraltılıp bu mücadeLenin bilinen barışçıl


biçimlere hapsedilmesi, basit siyasal sezgilerle de kavranabileceği gibi, "masum" bir hata değil ekon-
omizmin dik alâsıdır. Ama aynı zamanda o, gerçekte faşist rejimin şiddetinden, hışmından korunmanın
da bilinçli bir aracıdır. EMEP'in devrimci olmak bir yana uzun süre politik çizgilere bile bürünmemiş bir
ajitasyon yürütmesi, başlangıçta şaşkınlıkla karşılandı. Oysa o, bunun için çok yönlü bir temele sahipti.
EMEP'in bir kitle eylemini rejimle çatışma çizgisinde, bu rotada yürüttüğü, örgütlenmeye giriştiği gör-
ülmüş şey midir? Bu beklenmez, sonuçları denenmiş, sınanmış, 12 Eylül'de dersi alınmıştır! Özellikle
rejimin karakterine ve onun içinde orduya ilişkin ajitasyon, EMEP tarafından günlük ajitasyon, ancak
çizmenin aşılmayacağı ön garantisinin de genel politik hattı ile verildikten sonra, liberal reformculuğa
alan açıldığında ve elbette ki olabilecek en reformist içerikle ortaya atılmıştır.

Ajitasyon-propagandanın sınırlandırılmasının bu konuya ilişkin en bayağı örneklerinden biri yine 2.


Enternasyonal hainlerinin pratiğinde buluruz. Çarpıcı bir buluşma olduğundan anılmalıdır. Alman SPD
militarizm sorununu gündeme getirmekten kaçardı. O, siyasal-toplumsal yaşamda kitlelerin şekillenm-
esindeki yeri de dahil olmak üzere özgül bir konumu olan militarizm ve burjuva ordunun teşhirinden
özenle uzak duruyordu. Alman emperyalizminin yükseldiği ve emperyalist paylaşım savaşının
taşlarının döşendiği yıllarda SPD, 2. Enternasyonal kongrelerinde bu konunun gündeme alınmasına
dahi muhalif tutum takınıyordu. Emperyalist savaş öncesinde partinin orduya ilişkin politikası, ajitasy-
onu, "acemi askerler için daha iyi koşullar" gibi taleplerin öne sürülmesi ile sınırlıydı. 1911-1912'de
ulusal liberallerle yapacağı seçim ittifakını garantiye almak için SPD, "okullarda askerlik öncesi eğitim"
gibi öneriler getiriyordu. 1907'de partinin "ulusal savunma ve ordu" konularındaki sözcülüğüne,
sonradan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'in katledilmesinden birinci dereceden sorumlu
olacak olan Noske getirilmişti!

Şimdi de yine belirleyici bir sorun olan parti ile volan kayışları ve partisiz kitle örgütleri, özel olarak da
sendikalar arasındaki ilişkiler sorununa geçelim. Parti ile sendikalar arasındaki ilişkide, sendikaların
örgütsel bağımsızlıkları korunurken bunların birer volan kayışı, sosyal devrim kaldıraçları olarak işlevl-
endirilmesi yaklaşımı, EMEP'te tersten kuruludur. EMEP, sendikalist, reformcu politik hattından dolayı
sendika bürokrasisinin sözcüsü gibi davranıyor. Ara kademe hatta büyük boy sendika ağalarının çizgi
ve politikalarının politik planda işçilere onaylatılmasında onların çevresel bir gücü gibi hareket ediyor!
Sendikaların burjuva ajanlarının elinde olması ve işçi hareketinin geri düzeyi de EMEP'in re-
formculuğun batağına daha da batmasında kendi cephesinden özel bir rol oynuyor.

Burada yüzümüzü yeniden 2. Enternasyonalcilere dönmek, parti-sendikalar ilişkisinin bu tarz yozlaştır-


masının en yıkıcı örnek ve sonuçlarına başvurmak zorundayız. Bilindiği gibi, 2. Enternasyonal partil-
eri, başta Alman SPD olmak üzere sendikalar, kooperatifler, belediyeler, parlamento grupları gibi, kitl-
esel olarak da güçlü birçok yasal kuruma dayanıyorlardı. Ancak bu partilerin ve paralel bir biçimde
2 Fabrika ve işyerlerindeki sömürü koşullarının teşhiri, ama daha genel bir tanım ve içeriği ile ekonomik ajitasyon, işçi basınının olmazsa olmaz bir
parçasıdır. Ekonomik taleplerin geniş kesimlerini harekete geçirici işlevi, özel olarak içerisinde bulunduğu koşullarda burjvazinin saldırısına karşı bunların
sınıfın genel talepleri olarak kazandığı önem, devrimci bir sınıf bakış açısı ile formüle edilerek siyasal savaşıma bağlanmasının yakıcılığının yanı sıra, sınıf
dayanışmasını geliştirmedeki eğitici etkisi... bütün açılardan yaklaşıl-malıdır. EMEP'i ve Emek gazetesini işyeri ve fabrika teşhirlerine yer verdiği için değil,
sınıfın ufkunu sendikalist bir kafayla bunlarla sınırladığı için eleştiriyoruz.
sendika vd. kurumların politik-örgütsel çürümesi, bunların her iki cepheden de kitleleri yozlaştırma
araçları olarak işlemesini getirdi. Tıpkı parti gibi sendikalarda da kurumlaşma, sosyal devrimci değil
bürokratik reformcu bir aygıta dönüştü. Milyonlarca oy alabilen, 80'den fazla milletvekili çıkaran parti
nasıl bir hantal yapı olarak örgütlü ise, güçlü sendikalar da işçilerin devrimci sendikal eylemini engell-
eme aracına dönüştüler. Sendikalar grevden kaçar oldular! 1905 Ocak'ında maden işkolundaki
sendika yöneticileri Ruhr'da bölgesel bir grevi engellemeyi başardılar. Aynı yıl yapılan sendikalar
kongresinde, "Kitle grevlerinden söz etmeyelim artık... Genel grev saçmalıktır" deniliyor; madencilerin
"lideri", Rus devriminin ruhunu ve derslerini, siyasal kitle grevini Almanya'ya taşımak isteyen devrimci
işçi önderlerine "Rusya'ya gitmelerini" tavsiye ediyor; onları "aşırı devrimci coşkuya kapılmakla" suçlu-
yordu. Sonuçta "çözüm" bulundu: 1906'da parti, "sendikacıların onayını almadan sendikalara herhangi
bir politik çizgiyi zorla kabul ettirme hakkından" vazgeçti; sendikalara sendikal alanda "özerklik"
tanındı. Gerçekte bu olgunlaşmış olanın resmi ifadesiydi; çok geçmeden ortaya çıkacaktır ki, parti
çizgisinin de sendikalara taşımayı düşünebileceği devrimci bir çizgisi yoktu. Sendikaların gerici
hattından farksızlaşmıştı.

EMEP'e ilişkin hangi konuyu ele alsak, karşımıza 2. Enternasyonal'in bildik çizgileri oldukça saf
haliyle çıkıyor. Ancak EMEP'te özgül olanı kaçırmamak da gerekiyor. Çünkü o, 2. Enternasyonalcilikle
olan bu rafine ve dolaysız ilişkisini örtebilmek için Marksizmin lafını, onun tarihsel biçimlenişinin bir
kesitini özel olarak kullanmaya çalışıyor. O halde, bize düşen, EMEP'in yüzünün daha iyi görülebilmesi
için bu ince örtüyü de kaldırmaktan başka bir şey değildir. Bu örtü, 3. Enternasyonal döneminin devr-
imci politikalarının bilinçli olarak sağa doğru bükülmüş yorumundan imal edilmiştir.

Şimdi EMEP'in komünizmin dünya partisi Komintern politikaları ile kendi sosyal reformcu çizgisini
nasıl iliş-kilendirerek kafa bulandırmaya çalıştığını görmeliyiz. Özel olarak buna neden ihtiyaç duyuld-
uğu düşünülebilir. Birincisi, ta yazının başında da söylediğimiz gibi sorun salt EMEP değildir; o, kendi
başına da önem taşıyan, ama bir figür olarak ele alınıyor, içinde bulunulan dönemde işçi sınıfı ve
emekçi kitlelerin örgütlenmesi ve sosyalizmin ufku ile karşı harekete geçirilmesinde yeni ve zor olanı
başarma görevi ile karşı karşıyayız. Bu bir yandan dar bir örgütlenme geleneğinin kısıtlayıcılıklarına
karşı mücadele ederken, öte yandan sağ tasfiyeciIiğin görünürdeki en kaba biçimleri ile yetinmeyip
köklerini kurutma yönündeki savaşı her zaman önde tutmayı gerektiriyor. Özel olarak yeni sağ tasfiyeci
dalgaya karşı taktik plandaki mücadele bizzat sınıf ve kitleler zemininde kesinlikle daha fazla önem
kazanmıştır. Komünist sağlamlığı devrimci sınıf tavrı alarak işçi sınıfı ve emekçilere benimsetmek,
reformizm kanalından düzene akışı durdurmak, bu yolla mümkündür. Bu yazınımızda sağlamlıkla
esnekliğin Bolşevik bileşimini yaratmak olarak formüle edildi. İşte, tarihin gördüğü –ve işçi sınıfının da
öncü partileri ile birlikte varolduğu– en şiddetli kriz ortamında şekillenen Komintern politikalarının bu
bileşimi yakalayan devrimci özünün kavranması, tam da bu nedenle dünya komünist hareketinin tarih-
ine ilişkin tartışmaların çok ötesinde bir önem kazandı. Dolayısıyla EMEP'in 3. Enternasyonale ilişkin
demagojik öykünmesini boşa çıkartmak, salt onun teşhiri ile sınırlı olmayan bir anlam taşıyor.

İkinci olarak ise, EMEP'in nispeten diri güçleri nezdinde onun maskesini düşürme ve varolan enerjiye
doğru kanallar açma görevimiz geliyor. Bu komünist sorumlulukla hareket ediyoruz ve edeceğiz.

Burada uzun uzadıya ve her boyutuyla Komintern politikaları ve bunların uygulanışına girmeyecek;
konumuzla ilintili temel noktalar üzerinde duracağız.

3. Enternasyonal (Komintern), bilindiği gibi hain 2. Enternasyonal oportünizminin iflasının ardından


1919'da Bolşevik Partinin inisiyatifiyle RKP (B) ve Avrupa'daki çeşitli 2. Enternasyonal partilerinden
kopan devrimci grup ve partiler tarafından kuruldu. Komintern'in faaliyetinin başlangıcında iki temel
gündemi vardı. Birincisi, üye partilerin birer sosyal devrim örgütü olarak şekillenmesi, Bolşevikleşmesi,
2. Enternasyonalcilikle ideolojik, siyasal, örgütsel bağların kökten kopartılıp atılması idi. İkincisi ise, 2.
Enternasyonal oportünizmine tepki olarak gelişen sol sekterizmle mücadele idi. Komintern, bunu "Kitl-
elere!" sloganı ile ifade ediyor ve işçi sınıfının içinde etkin bir güç olarak varolmayan, sınıfın devrimci
dönüşümü için zor ve zahmetli günlük çalışmaya uzak duran dar sekter yapıların aşılmasını, üye partil-
erin birer sosyal devrim partisi niteliği kazanması için kesinkes zorunlu görüyordu. Gerçekte bu mü-
cadelenin başarıya ulaştırılmasının her iki açıdan da ciddi handikapları vardı. Üye partiler, 2. Entern-
asyonal'e tepkinin örgütlenmesi olmakla birlikte bu geleneğin ve içinde şekillendikleri koşulların bütün
izlerini üzerlerinde taşıyorlardı. Hemen hiçbirinin bir yeraltı temeli yoktu; devrimci kitle mücadelelerinin
ve örgüt biçimlerinin birikimlerine ama asıl olarak onları geliştirme perspektifine yeterince sahip değill-
erdi. Üye yapısı açısından köklü bir temizlik zorunluydu. Öte yandan 2. Enternasyonalce oportünist bir
tarzda kullanılmış bulunan sendikalar, parlamento grubu gibi yasal araç ve olanaklara bunların ömrünü
doldurduğu ya da kirlendikleri –gerici sendikaların varlığı– sırtlarını dönüyorlar, özellikle sınıfın geniş
kesimlerinin örgütlü bulunduğu gerici sendikalarda çalışmaya direniyorlar, köylülük, ulusal sorun gibi
konulardan uzak duruyorlardı, keza kriz koşullarında işçi sınıfına sermaye ile doğrudan cepheleşme
olanağı veren ekonomik-sendikal mücadele alanına dudak büküyorlardı. Devrimci taktik üretme gücü
zayıftı. Bunlar kendisini siyasal tahlillerde –özellikle kapitalizmin gelişimi, buna bağlı olarak faşizmin
giderek ivmelenen yükselişi gibi– ve buna uygun olarak proletaryanın öncü kuvvetlerinin mevzilendir-
ilmesine yaklaşımda sağlı "sollu" tutumlar biçiminde ortaya koyuyordu. Komintern Yürütme Komitesi
–komünist partilerin en seçkin önderlerinden oluşuyordu– bir bütün olarak Komintern'in ve tek tek
partilerin faaliyetini, ortaya koyduğu politikalar temelinde ele alıyor ve verilen taktik kararları yaşama
geçirmek için aynı zamanda üye partiler içerisinde ve arasında şiddetli mücadelelerle yürütülen bir
denetim uyguluyordu.

Komintern'in ilk yıllarında 2. Enternasyonalci ve orta yolcu unsurların tasfiyesinden sonra bir süre sol
sekterizme karşı mücadele edilmesi zorunluydu. Bu "Kitlelere!" sloganının ve direktifinin yaşama
geçmesi ile bağlantılıdır. Burada belli bir yönelim sağlandıkça, Komintern partileri kitlelerin daha geniş
kesimleri ile yüzyüze geldiler ve daha önce de geri planda olmamakla birlikte asıl olarak reformizme
karşı mücadeLenin zaferi, sınıf mücadelesinin kaderi açısından belirleyici hale geldi. Çünkü özellikle
kısa bir stabilizasyon sürecinden sonra, '20'li yılların sonlarına doğru kapitalizmin krizi çöküntü halinde
ortaya çıkmış; bu, işçi ve emekçiler içerisinde radikal eğilimleri kızıştırıcı bir rol oynamaya başlamıştı.
Komintern üye partileri saflarına özellikle sosyal demokrat partilerden bir akış yaşanıyordu. Ancak bu
tek yönlü bir akış değildi; özellikle işsizlik ve onun yarattığı etkileri kullanmaya, terörün yanı sıra dem-
agojik etkisini de artırmaya yönelen faşist hareket, sınıfın dışına itilen unsurlar başta olmak üzere kitl-
eselleşiyor ve örgütlü bir hal alıyordu. Devrim olanağını büyütmek, reformizmin etkisini kitleler içeris-
inde kırmaktan, onları sendikalar başta olmak üzere yığınlardan tecrit etmek için sistematik bir faaliyet
yürütmekten ve militan bir sınıf hareketi geliştirmekten geçiyordu. Kuşkusuz burada sosyal demokrat
parti ve sendikaların tabanındaki işçi ve emekçileri de düşman hanesine yazmayan ve onları sabırla
dönüştürmeyi hedefleyen bir çaba zorunluydu. Komintern, "kitlelerin çoğunluğunu kazanma" politikas-
ını belirlemişti ve buna uygun taktik esneklikleri de çeşitli biçimlerde gösteriyordu.

Burada durup EMEP'e bir bakalım. EMEP, daha ilk adımda Komintern üyesi partiler için getirilen Bolş-
evikleşme ölçütlerinin hiçbirine uymaması ve bunların adını dahi anmaması ile baştan ayrı bir yolda
olduğunu ortaya koyuyor. O, Türkiye'de sağ tasfiyecilik ve reformizmle mücadelede başarı kazanıldığ-
ını, şimdi esas olanın sol tasfiyecilikle mücadele olduğunu söylüyor. Biçim olarak dahi Komintern'in
çizgi ve ruhuyla tam ters bir gidişle karşı karşıyayız yine. Ancak ondan bindiği dalı kesmesini beklemek
elbette ki mümkün değil! Reformist hattını ortaya koyduğumuz ve sözde "sınıf mücadelesinde tasfiye
edici bir rol oynayan kör terör grupları" adını verdiği komünist ve radikal devrimci örgütlerle temel farkl-
ılaşmasını sergilediğimiz için, okuyucunun bunu yakalaması çok kolay olacaktır. Bu durumda olsa ol-
sa, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri içerisinde devrimci çalışmanın etkisi, derinlik ve kapsamının zayıflığ-
ından dolayı ilk elde doğru bir hedef gibi gözükebilecek "Kitlelere!" sloganının kullanımı aldatıcı olabilir.
Burada da EMEP, sloganın içeriğini, kitlelerin geri kesimlerine ve onları da uyuşturacak tarzda sendik-
alist reformcu bir içerikle, "kitleleşmekle" doldurmaktadır. Evet, kitlelere! İşçi sınıfına! Ama sınıfı ve
emekçileri reformizmin kucağına atan politikalarla değil... İşçilerin günlük talepleri ile birleşmek, buna
kayıtsızlığı yarmak ve krizin derinliğinden ötürü daha fazla önem kazanan bu yoldan da sermayeye
karşı şiddetli mücadeleler örgütleyebilmek; ama işçilere lapa taşımak değil!

Komintern, işçi sınıfının ekonomik talep ve mücadelelerine verdiği önem ile –ve bu açıdan kazanılan
çeşitli ülkelerde başarılarla– bilinir. O, bunu 12. Plenum'unda şöyle ifade ediyordu:

"Proletaryanın ekonomik mücadelesi gittikçe daha devrimci bir karaktere bürünmektedir ve siyasi eyl-
emlerin çeşitli unsurları ve biçimleri gittikçe daha sık birleşerek şimdiki aşamada ve kapitalist
ülkelerin büyük çoğunluğunda gelecek büyük devrimci mücadelelere çekilmesi için kavranacak halk-
ayı oluşturmaktadır."

Yine Komintern Yürütme Komitesi'nin 1. Genişletilmiş Plenumu'nda şunlar söyleniyordu:

"Komünist Enternasyonal, önümüzdeki uluslararası konferansta yalnızca, işçi yığınlarının dolay sız
pratik eylemini ilgilendiren soııanları ele almayı önerir. Uluslararası konferansın gündemi tamamen,
temel siyasal görüş farklılıklarından bağımsız olarak işçi yığınlarının eyleminin derhal kurulabilecek
olan birliğini sağlamaya yönelmelidir."
Komintern'in birçok belgesi, üye partilerin saflarında "kısmi talepler" olarak küçümsenen ve bir kriz
döneminde kazanabileceği devrimci anlamı kavranmayan, 8 saatlik işgünü, işsizlik sigortası, vb.
talepler doğrultusundaki mücadeleye önderlik etmenin önemi konusundaki uyarılarla doludur. Ancak
EMEP'in, "Biz de zaten bunu yapıyoruz" diye işin içinden sıyrılmaya kalkacağını bildiğimizden hemen
şunu belirteceğiz: "Kısmi taleplerle sonal hedef arasındaki bir çelişki yalnızca, birini diğerinden ayırdığ-
ımızda çıkar." Ve siz de "İş, ekmek, özgürlük" ve şimdilerde de "Demokratik Türkiye"den öteye gitme-
yen sosyal reformcu platformunuzla, yasalcı örgütlenmeniz ve sağ taktiklerinizle, bu çelişkinin canlı
örneğini oluşturuyorsunuz! Öte yandan, uzmanı geçindiğiniz ekonomik-sendikal mücadele alanında da
Komintern politikaları ile nasıl bir zıtlık içerisinde olduğunuzu bizzat Komintern'in Kızıl Sendikalar
Enternasyonali –size göre tam da "icat edilmiş" bir örgütlenme!– için hazırladığı Eylem Programı'nın
1. maddesinde krizin keskinliği ve reformist sendikalarca kullanılan eski yöntemlerin geçersizliğinin,
devrimci sendikaların önüne yeni görevler koyduğu belirtiliyordu:

"Kapitalizmin çürümesinin ortaya çıkardığı yeni mücadele yöntemleri gereklidir; sermayenin saldırıs-
ını defetmek ve eski pozisyonları sağlamlaştırdıktan sonra bizzat saldırıya geçmek için, saldırgan bir
iktisadi politikaya gereksinim vardır."

İkinci maddede ise, sendikal taktiğin temelini devrimci kitlelerin ve örgütlerinin dolaysız eyleminin oluş-
turduğu koyuluyordu. Dolaysız eylemle kastedilen grevler, boykotlar, gösteriler, işletmelere el koyma,
işletmelerden mal çıkartılmasına karşı direnişler, silahlı ayaklanma vb. idi. Komintern, grev pazarlıkl-
arının grev kırıcılara karşı "özel bir kadronun" da örgütlenmesi ile birlikte yürütülmesini istiyordu.

Lenin'in dediği gibi ekonomik mücadele vardır. Sizinki 3. Enternasyonalin öngördüğü devrimci kitle
mücadelesine değil, bizzat mücadele ettiği reformist sendikaların eski yöntemlerine denk düşmektedir!

Komintern'in gerek kitlelerin politik örgütlenmesinde, gerekse ekonomik-sendikal mücadelenin devr-


imci tarzda yürütülmesinde sendikalara verdiği önem de bilinir. Bir yandan Komintern çizgisindeki
Kızıl Sendikalar Enternasyonali'nin bağımsız etkinliğini güçlendirirken, öte yandan reformist gerici
sendikalar içerisindeki kızıl sendika fraksiyonlarının kurulması ve hain bürokratların defedilmesi için
Komintern sürekli bir yönlendiricilik içerisinde olmuştur. Bu, özellikle sendikal hareketin beşiği olan
Avrupa açısından tayin edici önemde görülüyordu. Kızıl Sendikalar Enternasyonali, kendi içerisin-
deki bazı sekter eğilimlere karşı, reformist sendikalardan çıkılmaması doğrultusunda özel bir karar da
almıştı. Keza bu sendikalar içerisinde devrimci muhalefet hareketinin örgütlenmesine de sıkı sıkı vurgu
yapılıyordu.

Ancak bununla sendikalar konusundaki sağ politikaları –ki değişik boyutlarıyla ayrı bir yazının konus-
udur– ile tanınmış EMEP pratiği arasında taban tabana zıtlık vardır.

Komintern, kurulduğu yıllarda üye partilere yeraltı örgütlenmesinin güvence altına alınmasını burjuv-
azinin koyulaşan beyaz terörüne karşı mücadele açısından zorunlu gördüğü gibi, proletaryanın beyaz
teröre direnişini örgütleme görevini de tespit etmişti. Faşizmin uluslararası bir olgu olarak ortaya çıkm-
ası ile birlikte, reformizme karşı mücadeleyle faşizme ve savaş hazırlıklarına karşı da proletaryanın
örgütlenmesini üstlendi. Faşizm olgusunun ayırdedilmemesi, tehlikenin küçümsenmesi ya da onun
karşısında teslimiyetçi tutumlar, Komintern içerisinde de ortaya çıkan eğilimlerdi ve bunlar faşizme
karşı mücadeleyi içten zayıflatıcı rol oynuyorlardı. Ama yine de tarihinde proleter şiddetin, grev kırı-
cılığa karşı mücadele örgütlemenin, silahlı ayaklanmaların çeşitli örnekleri bulunan Komintern tarihi,
bu yanıyla EMEP'e tamamen yabancıdır. O, bunlara yalnızca Almanya Komünist Partisi'ne (KPD)
ilişkin tarih özetlemelerinde yer verir ve bundan öteye asla geçmez!

Komintern dönemi, devrimci politik çizginin üye partilerin organik zayıflıklarını giderememesi
nedeniyle aynı zamanda taktiklerin birçok ülkede yetersiz derecede yaşama geçirilmesi ve hedeflenen
sonuçlara varılması ile de karakterizedir. Burada sol sekter tutumları ama temelde asıl olarak 2. Ent-
ernasyonalci şekillenişin tamamen altedilmemesinden kaynağını alan, politikaları –ki bazıları zaten
esnekliğin örnekleri olarak ortaya atılmışlardır– sağdan yorumlayıp uygulamanın ciddi etkisi vardır.
Sendikalar sorununa yaklaşım, Birleşik Cephe politikaları, faşizme karşı mücadelenin örgütlenmesi,
yeraltı temelinin yaratılması gibi bir dizi açıdan –aynı zamanda dönemin siyasal-toplumsal koşulları
içerisinde tarihsel tecrübe eksikliğinin özellikle faşizme karşı mücadele yönünden taşıdığı önem– zay-
ıflıklar sergilenmiştir. Örneğin EMEP'in bu zayıflıklarına hiç değinmediği KPD, barışçıl ve yasal mücad-
ele araç ve biçimlerinde ciddi başarılar elde etmekle birlikte, bunları sosyal devrimci bir maddi güce
çevirmeyi başaramamıştır. Yeraltı temelinin yakıcı zorunluluğu, ancak, faşizmin yükselişi ile birlikte gör-
ülmeye başlanmış; ancak bu dünyayı kasıp kavuran Hitlerciliğin karşısında tutunamamayı getirmiştir.
KPD, faşizm iktidara geldikten bir süre sonra fiziki bakımdan büyük ölçüde imha edilmiştir. Ama EMEP
on yıllardır faşist diktatörlük altında yaşanılan, antifaşist geleneklerin güçlü olduğu bir ülkede, KPD ile
ilgili asla bu yorumu yapmaz! Yine KPD'nin yiğit proleter önderi, Bolşevik Thaelmann'ın partinin antif-
aşist mücadele görevlerine yakınlaşmasına yanıt vermesini sağlamak için Komintern politikalarının
sürekli arkasında duruşu, ancak bunun uzun süre sağ ve sol –her iki yönden de partiyi faşizme karşı
mücadelede baltalayan– sapmalarca engellenmesi, EMEP yazınında söz konusu edilmez. Keza Birl-
eşik Cephe politikalarının sosyal demokrasinin tabanı –ve ilerleyen süreçte yönetim kademesi, ile parti
politikaları temelinde ilişkiyi gerektirmesi, bir yandan BC politikalarına karşı sol sekter tutumlarla müc-
adele ederken, bir yandan da bu zorunlu (ve ucu tehlikelere de açık) esnekliğin, özellikle faşizme karşı
mücadelenin daha militan ve atak bir eylem çizgisi temelinde örgütlenmesinin önünde yarattığı
engeller, EMEP açısından sorun değildir. O, bu konuda kendi belkemiksizliğine bir örtü edinmekten
başka bir şey düşünmemektedir!

EMEP'in Komintern deneyimi ile ilgili yazını okunur ve incelenirken, onun gerçekte hangi reformist
yoruma tabi tutularak bozulduğuna, devrimci özünün boşaltıldığına dikkat edilmelidir. Burada reformist
amaçlarla yapılan tarih çarpıtıcılığının özgül bir örneğinden başka birşey yoktur zira...

EMEP'in "Demokratik Türkiye" kampanyası:


Anayasal reformizm burjuvazinin hizmetinde

Ekonomizmin kaba ve kitabi kavranışı, onun siyasal mücadele ile hiç mi hiç ilgili olmadığı, kendisini
tamamen ekonomik ajitasyon, örgütlenme ve eylemle sınırladığı biçimindedir. Bu kavrayış, iki yönden
çarpık, dolayısıyla ekonomizmle mücadele açısından da çürük bir temele sahiptir, ilkin, işçi sınıfı har-
eketinin salt ekonomik mücadele ile sınırlanması da, "siyasetin" bir biçimidir. Burjuvazi, işçilerin ekon-
omik mücadelesine en amansız saldırılarda bulunduğu koşullarda bile çeşitli araç ve yöntemlerle bu
"siyaset"i besler. Bizzat en küçük talep ve hak arayışının üzerine üst boyutta bir ekonomik-siyasal
şiddetle gidilmesi, işçilerin ekonomik mücadelelerini bastırıp iyiden iyiye küçültmenin yanı sıra; onların
siyasal mücadele alanında iki kat kuşku ve korku ile yaklaşması amacını güder. İkincisi ise,
ekonomizm, hiçbir zaman yalnızca en rafine haliyle ortaya çıkmaz. Ekonomistler, Marksizm maskesini
kullandıklarından ve çizgilerinin doğal bir gereği olarak politik mücadele ile de (kimi zaman daha da
dolaysızca) ilgilidirler. Bu, politik planda kendisini liraya kuruş ekleme, reformlar için reformcu
mücadele siyaseti olarak ortaya koyar. İster en bayağı parlamenter ve barışçıl bir hatta seyretsin, ist-
erse radikal biçimler alsın, ekonomizmin politikası reformizmdir. Lenin, Ne Yapmalı'da ekonomistlerle
ilgili genel yanılsamayı gidermek için şunları söylüyordu:

"Sendikacılık (trade-unionism), kimilerinin sandığı gibi, siyaseti tümüyle dışlamaz. Sendikalar her
zaman bazı siyasal (ama sosyal-demokrat olmayan) ajitasyon ve savaşım yürütmüşlerdir." (Ne Yapm-
alı, s.38)

Bu, hükümete karşı reformlar için savaşımdan başka bir şey değildir. Bu temel anahtarla konumuz
olan EMEP'in politikası arasındaki bağı nasıl kuracağız? Öncelikle tek cümleyle: Anlatılan sizin hikay-
enizdir!

EMEP'in son aylardaki ajitasyonu "Demokratik Türkiye" üst sloganı ile yürütülen yeni bir kampanya
üzerine oturuyor. Kampanya aşağıdaki talepleri içeriyor:

Demokratik anayasa; MGK'nın kaldırılması; ordunun demokratikleştirilmesi; örtülü ödenek harcamalar-


ının açıklanması; adil, bağımsız yargı; DGM'lerin kaldırılması; Özel Tim, JITEM, ÖKK, kontrgerilla ve
Çevik Kuvvet'in dağıtılması; siyasi partilere seçime katılma koşullarında eşitlik sağlayan seçim ya-
sası; seçme-seçilme yaşlarının 18-25 olması; memur, öğretmen, öğretim üyesi ve askerlere siyaset
yapma, siyasal örgütlenme özgürlüğü; basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasaların kaldırılması; din
ve vicdan özgürlüğü, din dersinin zorunlu olmaktan çıkarılması; işkence ve faili meçhul cinayetlerin fai-
llerinin cezalandırılması; halkların eşit-özgür birliği önündeki engellerin kaldırılması; Kürt sorununda
demokratik-halkçı çözüm için önlemler alınması; genel af; Kürt göçerlere tazminat, kentlere zorla göç-
ettirilenlere konut ve iş sağlanması; koruculuğun kaldırılması; OHAL'in kaldırılması; Susurluk belgel-
erinin açıklanması; kontrgerilla operasyonları ve MİT arşivlerinin açıklanması; '77 1 Mayıs katliamının
yeniden soruşturulması; üniversite sınavının kaldırılması, YÖK'ün kaldırılması, demokratik, bilimsel
özerk üniversite; NATO, GB ve AB'ye hayır; İsrail ve ABD'yle yapılan anlaşmaların iptal edilmesi;
Çekiç Güç'ün bölgeden çıkarılması, üslerin kaldırılması; tarıma sübvansiyon; GATT vd. anlaşmaların
iptali; küçük üreticiye destek; özelleştirmeye son verilmesi; taşeron işçi çalıştırmanın yasaklanması;
sendikal hakların kısıtlanmaması; YHK'nın kaldırılması; kapsam dışı personel çalıştırmanın yasakl-
anması; grev yasaklarının kaldırılması; sigortasız işçi çalıştırmanın etkin biçimde yasaklanması; genel
sağlık sigortası; parasız eğitim ve sağlık; siyasi grev; hak ve dayanışma grevi özgürlüğü; esnek ça-
lışmaya son verilmesi; işçi ve emekçiyi koruyan yasaların uygulanması; 8 saatlik işgünü; işsizlik sigort-
ası; memura grevli toplusözleşmeli sendika hakkı; sendikal faaliyetlerden ötürü işten çıkarılan, sürül-
enlerin göreve iadesi; memurların fişlenmesinin kaldırılarak mevcut fişlerin iptal edilmesi.

EMEP, kendisine en kabasından ekonomizm tanısını koyan biz komünistlere bu "dağı" gösterip,
"Gördünüz mü? Artık bizde yok yok!" diyecektir. Ancak biz buna, onun kronik reformizm hastalığının
iyileşme değil, daha da derinleştiğini göstererek yanıt vereceğiz. Zira karşımızda günün modasına3
uygun tarzda bir burjuva devleti yeniden yapılandırma önerisinden, genişletilmiş bir siyasal reform
programından türetilmiş anayasal reformcu girişimden başka bir şey yoktur. EMEP, devrimci de-
mokrasi saflarında başladığı ömrünü girdiği liberal reformcu düzleme kesin bir biçimde yerleşerek
sürdürmektedir. "Demokratik Türkiye", "Demokratik Anayasa", platformu bunun bayrağının arsızca
çekilmesinin yalnızca yeni bir örneğini oluşturmaktadır. Ancak bu sonuca varmamızın temellerini
ortaya koymadan önce, bir ara durağa uğramak gerekiyor. Bilindiği gibi, uzun bir süredir ajitasyonu
ekmek zamları, mezarda emeklilik, özelleştirme, SSK gibi konularla sınırlı olan EMEP, iki tarihsel
olayda emekçi kitlelerin gündeminin açıkça dışına düştü. Bunlardan biri '96 Süresiz Açlık Grevi ve
Ölüm Orucu Direnişi, diğeri ise Susurluk olayı idi. EMEP, SAG-ÖO Direnişi'nin, tam da işçi sınıfı
burjuvaziye karşı yeni bir atağa hazırlanırken, 1 Mayıs '96 "provokasyonu" ile birleşerek gündemi
sermaye lehine değiştirdiğini ilan etti.4 Yine ona göre özellikle Susurluk olayının büyütülmesi, sermay-
enin emek düşmanı iki yönteminden kaynağını alıyordu:

"Birincisi, suni gündemler de yaratılarak emeğin gündeminin saptırılması ve olguların üstü örtülerek,
talepleriyle mücadelesinin en az zarar verecek, mümkün olan en daraltılmış sınırlar içine
sıkıştırılması. Dolayısıyla, tepkilerin yatıştırılarak asgari düzeye çekilmesi.

Ve ikincisi, bunun yetmeyeceği bilinerek ve ... iktidar oyununda bir adım ileri atmak üzere, Susurluk
olayından yararlanarak ve yapay bir şekilde gündeme sokulan sorun ve olguları kullanarak sistemi
yeniden üretmek." (ÖD, sayı 84)

Ancak her iki tespit de bizzat emekçilerin sezgisel bilinci, ruh hali ve pratiği tarafından reddedildi. SAG-
ÖO Direnişi, can bedeli kazanımlarıyla emekçi kitlelerde devrimci tutum ve değerlere sempati, faşist
rejime öfke uyandırdı; en hafif haliyle rejimin "adalet" mekanizmasının sorgulanmasına yol açtı. Sus-
urluk olayı ise, rejimin üzerindeki örtüyü hızla kaldırdı. Öte yandan faşist rejim, ortaya çıkan kitle muh-
alefetini emmek, kendi karşı-devrimci amaçları için değerlendirmek üzere onu hem iç dalaşındaki bir
"kitle motifine" çevirecek hem de sistem dışına çıkmasını önleyecek tarzda liberal reformcu yasal parti
ve güçlere kontrollü bir biçimde alan açmaya girişti. Başlangıçta yeşil ışığa rağmen harekete geçe-
meyen, grogi durumundaki EMEP bir süre sonra bu imkanı değerlendirmek için, tükürdüğünü herkesin
gözü önünde yalamak zorunda kaldı. 1997 yılı başında yaptığı değerlendirmede, kitle hareketinin siy-
asal boyutu açısından 1996'da önemli adımlar atıldığını tespit ediyordu. Bunlardan birincisi (elbette ki!)
EMEP'ken, ikincisi SAG-ÖO Direnişi ve Susurluk olayıydı. Sözkonusu tespiti yaptıktan sonra, karş-
ımıza EMEP'in bir dönem daha yoğun biçimde işleyip daha sonraları gerektiğini düşündüğü yerde and-
ığı "Demokratik Türkiye" platformu çıktı.

"Demokratik Türkiye" platformu, kendisinin liberal reformcu bir hatta olduğunu gizlemek için özel bir
çaba harcamayan bir siyasal akım tarafından formüle edilse idi –nitekim ÖDP, EMEP'inkine benzer
içerikli "demokratik cumhuriyet" istemi ile bunu yapıyor– eleştiri silahımızı yine boşaltacaktık. Ancak
EMEP, bundan küçük bir farkla yasalcı reformcu partiler arasında Marksizm-Leninizm'i esas aldığı
demagojisini kullanan, onun değerlerini, geleneklerini ve söylemini sömüren bir parti özelliği taşıyor. Bu
yüzden onun teori ve pratiği, aynı zamanda ML'nin açıkça yozlaştırılması gibi daha da tehlikeli bir son-

3 Son 1 yıldır "anayasa" temelinde bir ajitasyonun EMEP'le sınırlı kalmayıp DHKP/C, PKK gibi güçler tarafından da kullanılması şaşırtıcı değildir. Bu,
örneğin DHKP/C programındaki –bir durgunluk döneminde üretilmiş, sağ, kuyrukçu taktiklerle sınırlı kalmayan– halkçı reformcu yöne doğru kırılmanın bir
göstergesidir.
4 Emek, işçilerin kavrayabilmesi için bunu daha "popüler" bir tarzda şöyle ifade etti: Medya işçi direnişlerini yansıtmazken ve tam da EMEP ekmek zamları
ile ilgili "etkili" bir ajitasyona başlamışken...
uca yol açıyor. Dolayısıyla EMEP'in program, örgütlenme ve taktiklerine yönelik mahkum edici eleştiri-
lerimiz, ideolojik olarak ML'nin arılığını korumak, reformizm tarafından en bayağı tarzda yozlaştırılmas-
ına izin vermemek, siyasal planda da işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin reformcu kanallara çekilmesini önl-
emek gibi ikili bir amacı gözetiyor.

"Demokratik Türkiye" kampanyası için en başta şu iki temel noktanın altını çizelim: Birincisi, o,
EMEP'in programının ta kendisidir. İkincisi ise, teorik bakımdan, EMEP'in göstermek istediğinin tam
tersine kitleleri dişine kadar silahlı ve örgütlü faşist diktatörlük karşısında silahsızlandırma, "bir parça
demokrasi" diye avuç açma kampanyasıdır. Bunu nasıl yapıyor?

"Demokratik Türkiye" platformu, ML'nin devlet sorununa ilişkin evrensel tezlerini reformizm mevziler-
inden revize ediyor. O, reformizmin en eski silahına sarılarak "sınıflarüstü devlet" kavramını kitlelerin
bilincine yeniden şırınga etmeye soyunuyor. Devlet kavramı, bizzat kampanyanın temel sloganı başta
olmak üzere EMEP tarafından sınıfsal içeriğinden soyundurulmuş olarak kullanılıyor: "Demokratik
devlet", "demokratik ordu"... Lenin, sosyalizmin ezbercilikle öğrenilemeyeceğini söylemekte haklıydı.
EMEP, artık hücrelerine işlemiş reformizminden ötürü, bir zamanlar ezberlemiş olduklarını da unutuyor
ve daha ilk adımında Marksizmin ABC'si ile karşı karşıya geliyor. Bu durumda Özgürlük Dünyası'nın
sayfalarında bolca yer alan kurutulmuş, zararsızlaştırılmış Marksist klasik özetlemelerinin gerçekte
nasıl yalnızca reformist yozlaşmanın örtüsü olarak kullanıldığını göstermek de biz komünistlere
düşüyor.

En başta EMEP'e devlet sorununda Marksist yaklaşım konusundaki düşkün konumunu gösterecek
bazı hatırlatmalar gerekiyor: Devlet, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı organıdır. O, reformizmin
sınıflarüstü devlet anlayışının söylediğinin aksine, "Topluma dışardan dayatılmış bir erklik değildir...
Devlet, daha çok, toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun, önlem-
ekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıkları biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülemez bir
çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama, karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kend-
ilerini ve toplumu, kısır bir savaşım içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer
alan, çatışmayı hafifletmesi, 'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul
ettirir: İşte toplumdan doğan, ama onun en üstünde yer alan ve ona gitgide yabancılaşan bu erklik,
devlettir." (Engels'ten aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s.18) Üretim araçlarını elinde tutan sınıf, devlet
erkini de elinde tutar ve onunla ezilen sınıflar üzerinde amansız bir diktatörlük uygular. Baskı ve zor'un,
bunun için özel olarak örgütlenmiş kurumlar aracılığıyla uygulanması, her devletin özüdür. Bu özsel
yaklaşımıyla Marksizm, devlet konusunda pompalanan bütün reformist yanılsamaları yere çalar ve onl-
arı ezilen sınıfları ebedi bir kölelik ve boyun eğme durumunda tutmak için işleyen safkan burjuva
teoriler olarak deşifre eder.

"Saf demokrasi" hayallerinin beslenmesi, bu çarpıtmaların en aşağılık, tahrip edici ve eski


biçimlerinden biridir. Reformizm, her birini ayrı kategorilermiş gibi göstererek demokrasi ve diktatörlük
kavramlarını karşı karşıya koyar. Diktatörlüğü lekeli ilan ederken demokrasiyi yüceltir! Burjuva demokr-
asisinin olanaklarına övgüler düzülürken, proletarya diktatörlüğünün ise demokrasiyi olanaksız kıldığı
biçiminde karalanması, aynı zamanda proletarya devrimi ve proletarya iktidarı fikir ve pratiğine
yöneltilen en eski saldırılardan biridir. Oysa "Mantık ve tarihle alay edilmedikçe, ayrı ayrı sınıflar va-
rolduğu sürece, 'arı demokrasi'den değil, ama yalnızca sınıfsal demokrasiden sözedilebileceği"
Marksizmin temel tezlerinden ve reformizmle ayrım noktalarından biridir. Demokrasi soyut bir kategori
değil, bir devlet biçimidir. Her devlet gibi demokrasi de egemen sınıfların örgütlenmiş zorunun ezilen
sınıflara uygulanması anlamında bir diktatörlüktür. Demokrasi, üretim araçlarını elinde tutan sınıf için
demokrasidir. Kapitalizmde en "demokratik" burjuva cumhuriyet bile bir avuç mülk sahibi azınlığın prol-
etarya ve emekçileri sömürmesinin güvenceye alınmasını temsil eder.

Her cinsten devrim düşmanının hedef tahtasına çaktığı proletarya diktatörlüğü ise, sosyalizmi yıkarak
sömürü cennetini varetmek isteyen devrilmiş burjuvazi ve ajanları üzerinde acımasız ve yasalarla sın-
ırlanmayan bir diktatörlükken, proletarya ve emekçiler için demokrasidir. Bu niteliği ile –toplumun çoğ-
unluğunun çıkarlarını temsil etmesi ve bundan kaynağını alan kurumlaşması– o, kendisinden önceki
bütün devlet tiplerinden ayrılır. Proletarya, kendisinin kapitalizm tarafından sömürüsüne son vererek,
gerçekte, kaynağını toplumun sınıflara bölünmüşlüğünden alan devletin varlığına da son verir. Bir sın-
ıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı ve zor uygulama zorunluluğu, devlet tüm toplumun temsilcisi dur-
umuna geldikçe, demokrasi yeğinleştikçe gereksizleşen "Devlet olmayan devlet", proletarya diktatörl-
üğü, yalnızca demokrasinin en gelişkin biçimini ifade etmekle kalmaz. O, aynı zamanda, sınıfların varl-
ığını ortadan kaldırmanın, sınıfsız komünist topluma geçişin ön aşamasıdır. Bir başka ifadeyle, o, aynı
zamanda bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı ve zor aygıtı olan devletin kendisinin ve onun bir biç-
imi olarak demokrasinin de gereksizleşmesi, giderek ortadan kalkması anlamına gelir. Proletaryanın
diğer emekçi sınıflarla birlikte parçaladığı burjuva devlet makinesinin yerine koyduğu proletarya diktat-
örlüğü, işte bu "devlet olmayan devlet" karakterinden dolayı, giderek sönümlenir.

Sorunun "kitabi" ele alınışında bunların hiçbirini "reddetmeyen" EMEP, işte bu özsel noktada, Marks-
izmin devlet sorununda Kautskyci alçaltılmasına ilişkin olarak Lenin'in verdiği tanıma giriyor:

"Burada 'teorik olarak' ne devletin bir sınıf egemenliği organı olduğuna karşı çıkılır ne de sınıflar aras-
ındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğuna. Ama şu olgu gözden kaçırılır ya da üstü örtülür. Eğer devlet,
sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve
'ona gitgide yabancılaşan' bir iktidar ise, açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın
değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o 'yabancı' niteliğin maddeleştiği
devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır. Teorik bak-
ımdan kendi başına açık olan bu sonucu, daha sonra göreceğimiz gibi, Marx devrimin görevlerinin
somut tarihsel çözümlemesinden yetkin bir belginlikle çıkarmıştır. Ve işte Kautsky'nin ... unutup çarp-
ıttığı şey de bu sonuçtur."

EMEP, Kautsky ile işte bu unutulup çarpıtılan sonuçta birleşiyor! Ancak bugün bu unutkanlık, dünk-
ünden çok daha fazlasıyla, emperyalizm çağında burjuvazinin reformcu dayanaklarından biri olmak
anlamına geliyor. Çünkü burada emperyalizm çağının ve devletin özsel niteliklerinin de bilinçli bir çarp-
ıtması vardır. "Emperyalizm, temel iktisadi nitelikleri nedeniyle, kendini en düşük barışçıllık ve
liberalizm ile, militarizmin en yüksek ve en genelleşmiş gelişmesi ile gösterir." (Proletarya Devrimi ve
Dönek Kautsky, s. 24) Ve bu çağda "Demokrasi ne kadar gelişmişse, burjuvazi için derin ve tehlikeli
bir siyasal anlaşmazlık durumunda insan kırımı ve iç savaşa o denli yakındır." (age, s. 31 abç) EMEP
bütün bunların üzerini özenle örtüyor. Faşist diktatörlük altında yaşayan bir ülkede, onda gerek devlet
iktidarının ortadan kaldırılmasına, gerekse de bu yolla yıkılacak olan burjuva devletin yerine konulacak
proletarya diktatörlüğüne ilişkin ne teoride, ne örgütlenmesinde, ne program, strateji ve taktiklerinde
hiçbir şey bulamazsınız. Reformistlerce genellikle komünistlere yöneltilen burjuva devletin biçiminin
önemsenmediği yönündeki çarpıtılmış suçlama, dönüp sahibini buluyor. Burjuva devletin yıkılması
lafzen dahi terkedildiğinden, istenen ancak bir biçim farklılaşması olabiliyor. Daha eli yüzü düzgün,
çıplak terör yerine parlamenter avanakların geceleri rahatça uyuyabileceği bir biçimleniş talep ediliyor.
Sosyal reform programı ve ona birebir denk düşen icazetli yasalcı örgütlenme, reformcu taktik ve polit-
ikalar, birbirini bütünleyerek ortaya çıkıyor.

EMEP, ülkeyi bir halklar hapishanesine çeviren kanlı bir faşist diktatörlük aygıtından "demokratik
devlet" doğurmayı vaadediyor! Faşizme karşı mücadele, bir devrim ve iktidar sorunudur. Burjuva devl-
etin bu özel –ve dünyada da oldukça yaygın– biçimlenişinin, faşizme karşı mücadelenin yalnızca genel
ve stratejik bir tarzda değil güncel bir görev olarak ele alınmasını gerektirir. Öncü partinin
örgütlenmesi, kullanılan mücadele ve örgüt biçimleri, politika ve taktikler hep bu temel gerçeğin göz
önünde bulundurulmasını gerektirir; ki bu komünistler açısından bir asgari program sorunudur, işte
EMEP bütün reformist partiler gibi bu ilk eşikte takılıp düşer ve çizginin "öbür tarafında" yer alır. Onun
"demokrasi" istemi, işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin siyasal ve ekonomik iktidarına
halel getirmeyen, bir sosyal reformun üzerinden kazanılacaktır! EMEP'in burjuva devletin "demokratik
dönüşümü" konusundaki tatlı hayallerinin en açık sırıttığı nokta, ordu sorununa yaklaşımıdır.5 EMEP,
kampanyanın öne çıkan bir boyutu olarak "demokratik ordu", "ordunun demokratikleştirilmesi" ajitasy-
onunu yürütüyor. Ona göre, faşist devlet örgütlenmesi ve asker-sivil bürokrasinin halk kitleleri karşıs-

5 "Ordu, monarko faşist kliğin elinden kurtarılmalı ve ordunun halka karsı amaçlar için kullanılmasını önleyecek tedbirler alınmalıdır. Subaylara, astsubay-
lara ve erlere ergin vatandaş hakları verilmelidir." Bu sözler Bulgaristan Vatan Cephesi'nin 12 Temmuz 1942 tarihli programından alınmıştır. Vatan Ceph-
esi programı, faşist işgale karşı Bulgaristan Komünist Partisi ve Bulgaristan Tarım Birliği'nin ortak eylem programıydı. Devrimci halk iktidarı döneminde
de siyasal kitlesel örgütlenme olarak varlığını sürdürdü. Benzer formülasyonlar, Fransa'daki Halk Cephesi vb. tarafından da öne sürülmüştür.
Ancak bu formülasyon ve talepleri EMEP'in ortaya attığı liberal sloganla hiçbir ilgisi yoktur. Bulgaristan Vatan Cephesi'nin bu hedefleri ortaya atması, o
günkü toplumsal siyasal koşullarla ilişkili bir tutumdu. Ülke faşist işgal altındaydı; işbaşındaki faşist rejim işgalcilerle işbirliği halindeydi. BKP, işgale karşı
tutum alan burjuva yurtsever unsurlara dek en geniş cepheyi oluşturmayı hedefliyordu. Vatan Cephesi yükselttiği gözüpek savaşım ve kitleler içerisindeki
örgütlülüğü ile iktidar alternatifi maddi bir güçtü. Bu koşullarda iktidarın alınması için geliştirilen savaşla birleşik olarak, işgalcilerle işbirliği halindeki orduyu
çözen bir politika uygulandı. Sorunu aynı zamanda Sosyalist Sovyetler Birliği'nin dünya çapında faşizme karşı savaşın başını çektiği, uluslararası planda
Hitlerciliğe karşı sıcak savaşın sürdüğü ve burjuva ordu mensuplarının da bu atmosfer içerisinde hareket etmek durumunda oldukları koşullarla
ilişkilendirmek gerekir.
Keza Fransa'daki Halk Cephesi açısından da faşizmin henüz kurumlaşmadığı ve burjuvazinin kendi içerisinde şiddetlenen bir mücadelenin söz konusu old-
uğu, aynı biçimde komünistlerin işçi sınıfı ve emekçi kitleler nezdinde geniş bir prestij ve örgütlülükle donandığı (parti, kızıl sendikalar vb.) gözardı edilmem-
elidir.
ındaki "kast konumu", bu mücadeleyi zorunlu kılıyor. EMEP, ordunun politik yaşama sürekli müdahale
etmek, kitle hareketine zorbaca darbeler vurmakla kalmadığını, kendi içinde, erler ve astlar üzerindeki
despotik yönetimle de faşist yapısını sağlamlaştırdığını söylüyor. EMEP, ordunun "toplumun ve
devletin diğer kurumları tarafından denetlenememesinden" yakınıyor. Genel Başkanı Levent Tüzel'in
ifadesiyle "Böyle demokrasi olmaz!" O, "demokratik ve aydınlık Türkiye"nin, "ordusu yurt savunması
dışında görev üstlenmemiş" bir Türkiye olduğunu vurguluyor.

Uzatmak pahasına biraz geriye gidip 2. Entemasyonal'in Alman Sosyal Demokratlarının zorlamasıyla
yumuşatılmış bir kongre kararını okuyalım: "Kongre, ordunun demokratik biçimde
örgütlenmesinde, ... saldırgan savaşları önleyip uluslar arasındaki farklılıkları kaldırmayı kolaylaşt-
ırmanın temel bir güvencesini görür." (Rosa Luxemburg, s.372, abç)

EMEP rahatlayabilir! Demek ki, emperyalizm çağında ve burjuvazinin iktidarı altında demokratik ordu
hayali kuran ve emperyalist boğazlaşmaların önlenmesinde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin devrimci
mücadelesi yerine bunu güvence olarak gören başkaları da varmış! Ama hemcinslerinin tarihin görd-
üğü en büyük sosyal ihanetin temsilcileri olduğunu da unutmamak koşuluyla!

Bunlar nerede, hangi çağda yaşıyorlar? Sürekli ordu, bürokrasi ile birlikte, burjuva devletin temel kar-
akteristik kurumlarındandır. O, içte işçi ve emekçilerin mücadelesinin bastırılması, dışta da bölge ya da
–kapitalist ülkenin gücüne, emperyalist politikalarına ya da bağımlılık ilişkilerine bağlı olarak– dünya
çapında şu ya da bu ölçüde saldırgan bir dış politikanın yürütülmesinin aracıdır. "'Düzenin bozulması
durumunda', ama aslında sömürülen sınıfın kendi kölelik durumunu 'bozması' durumunda ve hele köl-
ece davranmamak gibi bir hevesi de varsa, bu sınıfın anayasasında burjuvazinin işçiler üzerine asker
sürmesine, sıkıyönetim ilanına vb. izin veren dolambaçlı yollar ya da kısıtlamalar bulunmayan, en
demokratı da içinde, hiçbir devlet yoktur" (Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 29) Dolayısıyla
azdırılmış bir militarizmin varlığı, kaynağını ordunun "despotik iç örgütlenmesi", "halkın dışında bir kast
olmasından" değil, bizzat burjuvazinin çıkarlarını silahlı güçle koruma gereğinden alır. Ve aynı nedenle
de ordunun devlet aygıtının en sıkı, en despotik, toplumdan en yalıtılmış kurumu olarak örgütlenmesini
zorunlu kılar. Burjuvazinin iktidarı altında ordunun işlevinin "yurt savunması" ile sınırlanabileceğini ileri
sürmek, emekçi sınıflara alçakça yalan söylemekten başka bir şey değildir. Emperyalizm koşullarında
"yurt savunması", haklı savaşlar dışında burjuvazinin çıkarları için kardeş halkları boğazlamaya ve
ölmeye gönderilen üniformalı işçi ve köylüleri aldatmak için kullanılan en bayat demagojilerden biridir.
EMEP'in yaptığı, bu demagojiye Marksizm(!) adına destek çıkmaktan başka bir anlam taşımaz.

Faşist ordu ve MGK, işçi-emekçi kitle hareketinin sivri ucunu yöneltmesi gereken siyasal hedeflerin
elbette ki başında geliyor. Biz komünistler, ajitasyon/propagandamızda, kitle çalışmamızda, kitle göst-
erilerinde bu sloganı yükselterek işçi ve emekçilerin tam da bu konuda karmaşık burjuva etkilerle bul-
andırılmaya çalışılan bilincini devrimci yönde etkilemeye çalışıyoruz. Örneğin Susurluk'a karşı tepkil-
erin özel olarak MGK'yı hedefe çakarak yükseltilmesine, hareketin devrimci siyasallaşması ve militan
bir karakter kazanması açısından temel bir anlam biçiyoruz. EMEP reformistleri ise, orduya karşı kitlel-
erde gelişen tepki ve sorgulamaların ordunun demokratikleştirilebileceği, faaliyetlerinin "yurt savunm-
ası"na çekilebileceği hayallerini yayarak yumuşatma, ateşe kum atma peşindeler.

EMEP, orduya ve onun günlük politikaya müdahalesine bir reformistin yüz yıllık gözlükleri ile bakıyor.6
Doğru; her burjuva ordu, Türkiye'de olduğu gibi her gün ve daha önemlisi göz göre göre günlük iç polit-
ikaya müdahale etmiyor. Bu daha örtülü yöntemlerle gerçekleştirildiği gibi –örneğin ABD'de– burjuvaz-
inin politikalarının uygulanması nispeten daha "zengin" bir burjuva kurumlar bileşimi üzerinden, bunları
daha ince yöntemlerle işlevlendirerek de yaşama geçiriliyor. Türkiye'de işbaşında olan açık terörcü
faşist rejim ve sistemin ihtiyaçları, iç ve dış politikanın bütün temel unsurlarının MGK tarafından belirl-
enip yürütüldüğü bir müdahaleyi koşulluyor –ki, bu birçok yarısömürge ülkede karakteristik bir olgudur.
İkinci olarak, Türkiye'nin siyasal toplumsal koşulları, emperyalizmin Türkiye'ye biçtiği bölgesel
jandarma rolü ile daha da önem kazanan bölgedeki konumu, içteki çelişkilerin ancak zorla bastırılabil-
ecek keskinlik ve derinlikte oluşu, özel olarak Kürdistan'daki kirli savaş faktörü devrede duruyor. Bun-
unla bağlantılı bir tarzda, kitlelerin tarihsel-toplumsal şekillenişinde orduya biçilen sınıflarüstü
misyonun devrim cephesince yeterince açığa çıkarılamamış oluşu, Kemalist önyargı ve şartlanmaların
etkisi, gericilik birikiminin yoğunluğu, şovenizm ve sosyal demokrasinin beslediği yanılsamalar da dahil
olmak üzere bir dizi etmen, ordunun politikadaki "aktif" rolünü meşrulaştıran bir işlev görüyor. Son

6 Ordunun siyasal yaşamdaki konumundan, onun denetlenemez bir güç olduğu gibi sonuçların çıkarılması yeni bir olgu olmadığı gibi EMEP'e özgü de değ-
ildir. 12 Eylül'de faşist orduya ilişkin bu tür Bonapartist yaklaşımlar türemişti. Gerçekte ordu, emperyalistler ve işbirlikçilerince pekala "denetleniyor". Aradaki
çelişkileri tamamen yok saymamakla birlikte, örneğin bir Kürt sorununda ordunun Türkeş'i "sağında" bırakan hızlandırılmış tutum değişikliği neyin ifadesidir?
olarak, daha güncel gibi görünen ama burjuvazinin stratejik hedeflerine bağlanan boyutu ise, düzen
partilerinin uğradığı prestij kaybı vd. etmenleri de değerlendirerek bir bütün olarak politik arenaya ist-
enen rengin verilmesinde, devletin yeniden yapılandırılmasında, özelleştirme gibi büyük pay savaşlar-
ının sonuçlandırılmasında orduya açıkça bir siyasal kumanda merkezi rolünün oynatılması geliyor.
Genellikle bu bağlantılardan soyutlanarak tek başına ele alındığında yanıltıcı olabilen ordunun
konumu, sivil toplumcu hayal ve beklentilerin de burjuva demokratik özlemlerin de besleyicisi durum-
undadır. Keza EMEP de orduya ilişkin "toplumun ve devletin denetimi dışında" değerlendirmesiyle tam
da liberallerin karakteristik temasını işliyor: "Kışlasına dönmüş, pençeleri içine çekilmiş" ordu! Kendis-
ine bunca "talep" varken bu nasıl olacak? Yanıt yok! EMEP, ordu mensuplarının halkla, kitlelerin
günlük yaşamı ile "kaynaştığı", "ordunun yurt savunması ile meşgul olduğu" '60'lı yılları özlüyor ve
"pazardan alışveriş yapan" "namuslu dürüst" Kemalist subaylara7 tıpkı Aydınlık'ın bir zamanlar yaptığı
gibi tatlı tatlı göz kırpıp yanaşmaya çalışıyor! Sosyal demokrat partilerin, liberallerin, Genelkurmayın
Milli Savunma Bakanlığına bağlanması biçiminde formüle edilen "politikayı sivilleştirme" reçeteleri,
bir kez de EMEP tarafından dillendirilmiş oluyor.

Konunun uzayan ama kritik bu boyutundan bir başka temel noktaya geçelim: EMEP nasıl bir "demokr-
asi" istiyor? Soyut, sınıflarüstü, devrim ve iktidar kavramından arındırılmış "demokratik devlet" istemini
kendi dilinden nasıl formüle ediyor? 27 Ocak 1997 tarihli Emek gazetesinde yayınlanan "Nasıl Bir
Demokrasi?" başlıklı yazıda "gerçek demokrasi" için yapılması gerekenler, "antidemokratik içerikli tüm
yasaların iptal edilmesi ve egemenliğin, kendi dışında başka egemenlik organı tanımayan her kadem-
ede örgütlenmiş emekçilerin, seçtiklerini her istediklerinde geri alabildiği ve seçilenlerin sıradan bir işçi
kadar maaş aldığı demokratik bir mekanizma kurulması" diye tanımlanıyor. Çünkü, "Hangi ülke yasal-
arı olursa olsun, tüm yasalar bir bütündür ve önemli olan yönetim mekanizmasının bürokratik, militarist
değil ama demokratik olmasıdır. Yasaların bütünlüğü içerisinde işleyiş mekanizmasına göre, bir ülkede
demokrasi vardır ya da yoktur. Ülkemizde gerçek demokrasinin kurulabilmesi için, iptal edilen antidem-
okratik yasaların yerine düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü güvenceye alacak yeni yasalar hazırlan-
malıdır." Bu sayede "gerçek demokrasi", "emeğin tam karşılığının alınması"nı ve işten atılmaların son
bulması vb. de dahil olmak üzere ve emekçilerin yararına bir dizi gelişmeyi garantileyebilecektir.
EMEP'in "demokratik halk devleti" için kullandığı bir başka tanım da şudur:

"Her kademede örgütlü halka dayanan, seçmenler tarafından geri alınabilir, yöneticileri bir işçiden çok
maaş almayan yerel yönetimler. Ve onun nesnel temeli olarak özelleştirmeyi geçersizleştirmek, gel-
irlerin artan oranlı vergilendirilmesi ve bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, en başta doğal olan
kaynakları değiştirerek kullanılır kılan, doğal olmayanları da tek başına yaratan tükenmez güç kaynağı
olarak emeğin, mümkün olan en yüksek üretkenlik ve verimlilik düzeyi gözetilerek halkın yararına
kullanılması ve dağıtımın örgütlenerek, işsizlik, açlık ve sefaletin, enflasyon belası, spekülasyon ve
faizciliğe dayanan para dalaverelerinin, rantiyerliğin yok edilmesine geçiş." (ÖD, sayı 84, abç)

Nereden başlamalı! EMEP, burjuva devlet hangi biçimi alırsa alsın burjuva diktatörlüğü olmasından
kaynağını alan bürokratik ve militarist yapının onun özsel niteliğini oluşturduğunu gizliyor. Devletin yap-
ısı, karakteri, "yasalar bütünlüğü içinde işleyiş mekanizmasına" indirgeniyor. Yasalar (ve onların en üst
ifadesi olan anayasa) toplumsal sınıflar arasındaki sömürü ve ezme ilişkilerinin hukuki formülasyonu
olarak değil, devletin gerçek içeriği, temeli olarak gösterilmeye çalışılıyor.

Yasalar, devletin işleyiş mekanizması vb. kategoriler, burjuvazinin egemenlik sisteminin hukuki ifades-
inden başka bir şey değildir. Yasaların değişimi, bir bütün olarak anayasalardaki belirli bir sınıfın egem-
enliği temelinde değişim, sınıflar arasındaki mücadelenin şiddeti, derinliği ve ortaya çıkan dengeler
üzerinden yükselir ve ancak bunların oluşup oturmasıyla birlikte formüle edilir. Bu, kimi durumlarda
(burjuva anayasalarda) emekçi sınıflar lehine kısmi kazanımları ifade edebileceği gibi, kimi kez de
burjuvazinin ezilenler üzerindeki diktatörlüğünün çok daha zorbaca gerçekleşmesinin sonucu da
olabilir. Ülkemizde yükselen emekçi halk hareketinin zorla kırılması ve yenilgiye uğratılmasının
ardından oluşturulan 12 Eylül faşist Anayasası bunun bir örneğidir. Ya da devrimci proletarya burjuva
devlet makinasını devrimle kırıp parçalar ve kendi sınıf egemenliğini hukuki bakımdan da sosyalist
anayasa ile ifade eder. Zaten yasaların, Anayasaların, işleyişin toplumun emekçi çoğunluğu için dem-
okratik olabilmesi, burjuvazinin ezilmesinin hukuki bakımdan da formüle edilmesinin sağlandığı
siyasal-toplumsal koşullarda mümkündür.

EMEP, devrimci demokratik bir anayasa bile değil, mevcut sistem içerisinde demokratikleştirilmiş bir
anayasa istiyor. Demokratik bir anayasa, devrimci bir programın gerçekleştirilmesini, siyasal ve sosyal
7 EMEP, "subayların halkın arasına karıştığı, aynı mekanlarda oturup alışveriş yaptıkları '60'lı yılları" özlemle anıyor. (11 Temmuz 1997, Emek)
bir devrimin gerçekleşmesinin üzerinden, bu koşula bağlanarak formüle edilmiyor. Bağımsızlık ve dem-
okrasinin elde edilmesini, bir iktidar sorunu olarak değil, genişletilmiş siyasal reform taleplerinin bütünl-
üğü içerisinde ileri sürüyor. Demokrasi sorununun çözümünü işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sah-
ipleri iktidarının tasfiyesi sorununa değil, rantiyelerin tasfiyesine bağlıyor. Bugünkü egemenlik koşulları
altında, yumuşatılmış bir siyasal iklim talep ediyor.8

Bunun çıplak göstergesi, demokrasinin kazanılmasını açıkça "antidemokratik yasaların yerine


düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü güvenceye alacak yeni yasaların hazırlanmasına" bağlamasıdır.
Bu reformist kırıntı ile elde edilebilecekler arasına EMEP, emeğin tam karşılığının alınması, işten atılm-
aların son bulması vb'ni de katıyor. Kapitalist ekonominin demirden yasaları, EMEP'e göre "özgür fikir
mücadelesi" ile ortadan kaldırılacak! Yine Marksizmin ABC'sidir ki, proletarya kapitalizm altında en iyi
durumda dahi işgücünü kendisi için bir parça daha ehven koşullarda satabilir, çalışma saatlerinde dü-
şüş sağlayabilir ve işten çıkarmalara karşı ekonomik terörün bu biçiminin hafifletilmesini gerçekleştir-
ebilir. Ancak üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti hüküm sürdüğü müddetçe, o, kaderi kapitalist
ekonominin işleyiş yasalarına bağlı bir ücretli köle olmaktan kurtulamaz. Örneğin emeğin tam karşılığ-
ını alması, artıdeğer sömürüsü varoldukça mümkün değildir. İşçi ile kapitalist arasındaki ilişkinin temeli
de tam da bunda somutlanmamış mıdır? Kaynağını kapitalistlerin keyfi davranışlarından değil, bizzat
kapitalist ekonominin gereklerinden alan işten çıkarmalar, kronik yedek sanayi ordusunun ekonomideki
dalgalanmalara bağlı olarak genleşip daralması, ancak sosyalizm koşullarında mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirilmesi ile son bulabilir. Dolayısıyla EMEP'in demokratik anayasası ile işçilere kazan-
dırmayı vaadettikleri, bir kasaba politikacısının arkasını döner dönmez unuttuğu popülist
palavralarından başka bir şey değildir. EMEP, gitgide parlamenter bir oy avcısına ne kadar çok
benziyor!

İkinci alıntıya gelelim: (ÖD'nin emeğin tükenmez güç kaynağı olduğu konusundaki "aydınlatmalarını"
bir kenara bırakacak olursak) karşımıza ilk çıkan bir belediye sosyalizmi'dir. Ne istiyoruz? Demokratik
halk devleti! Ne zaman istiyoruz? Şimdi! O halde istediğimizde geri alabileceğimiz "namuslu ve dürüst"
yerel yöneticileri seçmekten kolay ne var? Aday kim? EMEP! İşte size demokratik halk devleti!! Pekala,
bu harika icadın "nesnel temeli" nedir? Özelleştirmeye son verilmesi, adil bir vergi sistemi kurularak
"kayıtdışı"nın ortadan kaldırılması (bunu biz ekledik ancak EMEP'in karşı çıkacağını hiç sanmıyoruz.
Zira Emek gazetesinin ekonomi sayfaları bize bunu "öğretiyor"!) rantiyeliğin yok edilmesi... Ancak
EMEP'in yaklaşımı yine boş çıkıyor. EMEP, siyasal liberalizme eşlik edecek ekonomik reformunu, kapi-
talizmin temel politikalarından birine karşı çıkmakla sınırlıyor. Bir bütün olarak ücretli kölelik sistemine
karşı mücadeleyi ağzına bile almadıktan başka, özelleştirmeyi geriletmenin –ki bu politika, burjuvazinin
toplumsal dengeleri biraz daha gözetmek zorunda kalarak, kimi yerlerde ise ülkemizde olduğu gibi
buldozerle uyguladığı temel bir politikadır– bugünkü vızıldanmalarla mümkün olacağı havasını yayıyor.
Artan oranlı vergi sistemi konusunda ise emekçileri yine aldatıyor. Kapitalizm koşullarında vergi, adı
üzerinde emekçilerin alınterinin bir bölümüne devlet adına el konması ve bunun burjuvaziye aktarılm-
asını içerir. O, yasal bir soygundur. Çok reklam edilen –ve görüldüğü kadarıyla EMEP'in de başını
döndüren– bazı kapitalist ülkelerde burjuvazinin "sosyal adalet" ilkelerine göre daha fazla vergilendir-
ildiği, kayıt dışı ekonominin kontrol altına alındığı balonunu uçuruyor EMEP emekçilere. Sosyal dem-
okrasinin adil vergi yoluyla adil bölüşüm ilişkileri tezi, reformizme batan EMEP'i yalnızca aldatmakla
kalmıyor, aynı zamanda diline de yerleşiyor.

"Demokratik Türkiye" kampanyası, antiemperyalist mücadele sorununda da burjuva milliyetçi bir


platforma denk düşüyor. Çıta burada iyice düşürülerek Aydınlık çetesi ve Mümtaz Soysal gibileriyle
buluşma gündüz gözü yapılıyor. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, bir röportajda, "'Bedelsiz
ithalata' karşı çıkmadan, 'özelleştirmeye hayır' demeden, ulusal sanayinin gelişmesinin engel-
lenmesine karşı çıkmadan antiemperyalizm bir laf olarak kalır" diyor ve antiemperyalizmi gerçekten de
boş bir laf haline getiriyor! Elbette ki bu burjuva milliyetçi yaklaşım, özellikle 80'li yıllarda Türkiye'de
egemen olan milliyetçi sosyalizm anlayışının, ithal ikameci politikalarla gelişen sanayinin "ulusal" old-
uğu tezlerinin bir yeniden üretiminden başka bir şey değildir. Kapitalizmin mevcut örgütlenmesinde
emperyalizme bağımlı bir ülkede yalnızca işbirlikçi tekelci burjuvaziye ait işletmeler değil, orta burjuv-
azinin elinde tuttuğu küçük ve orta büyüklükteki işletmeler de emperyalist-kapitalist ağ içerisinde işlevl-
endirilirken, EMEP'te hâlâ varlığını sürdüren Maocu köklerin ürettiği "milli burjuvazi ile ittifak" fetişinin
yeni bir versiyonu ile karşı karşıyayız. EMEP, burada Aydınlık hainlerinin Koç vb. işbirlikçi tekelleri de
8 Bu EMEP'in kaba bir tarzda yaptığı gibi, Lenin'in işaret ettiği "örtülü geçiş", "ara aşama", vb. teoriler ile de gerçekleştirilir. Lenin, bunlar için şöyle diyordu:
"Diyalektik, somut ve devrimcidir. O, bir sınıfın diktatoryasından başka bir sınıfın diktatoryasına 'geçiş'i, demokratik proleter devletin devlet olmayana 'geçiş-
'inden ('devletin solması') ayırır. Kautskyler ve Wanderveldelerin seçmecilik ve safsatacılığı, burjuvaziye yaranmak için sınıflar savaşımı yerine içine
devrimin yadsınmasının sokulabileceği (ve çağımız resmi sosyal demokratlarının onda dokuzunun soktukları) genel 'geçiş' fikrini geçirerek, sınıflar sav-
aşımında somut ve kesin olan ne varsa el çabukluğuna getirir!" (Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 117)
kapsayacak tarzda propagandasını yaptığı "yıkıma uğrayan ulusal sanayi", "yeni kompradorlaşma"
tezi ile aynı telden ses veriyor. Yine bu bağlamda, rantiyelik sanki emperyalizm çağında burjuvazinin
çürüme ve asalaklaşmasının belli başlı biçimlerinden biri değilmişçesine başlı başına hedefe çakılıyor.
Dünyada ve ülkemizde kapitalist sermayenin kâr oranlarının korunmasında faiz ve rant alanının, bors-
anın kazandığı devasa önem, özel olarak Türkiye'de en büyük sermaye gruplarının içinde bulunulan
kriz döneminde kârlarının ağırlıklı bölümlerini bu alandaki vantuzlarını gererek vurdukları görmezlikten
geliniyor. EMEP, Leninist emperyalizm tahlilleri ve pratik olguyu elinin tersiyle iterek "üretici" ve "rant-
iye" sermaye arasına yapay ayrımlar koyuyor. Bilindiği gibi 1994 5 Nisan Kararları sonrasında da ÖD,
aynı propagandayı yürüterek -Rantiyelere hücum!"- burjuvazinin en yüksek temsilcilerinin demagojisi
ile buluşmuştu! Fakat elbette ki bu basit bir ekonomik tahlil hatası, kendi alanı ile sınırlı bir çam
devirme olarak kalmıyor; siyasal pratik alanda sınıfı güçsüzleştiren, silahsızlandıran bir ittifaklar anlay-
ışına da temel oluşturuyor! "Demokratik Türkiye" platformunun temel unsurlarını teşhir etmekle birlikte
taleplere ilişkin, bunların formüllendirilmesindeki tüm çarpıklıklara girmiyoruz. Ancak bunların içerisinde
siyasal ve programatik bakımdan daha temel olan ve alt taleplere de ruhunu verenleri esas aldık. Bun-
lardan birisi de EMEP'in Kürt sorununa yaklaşımıdır. Önceli, Kürt sorununda sosyal şoven tutumu ile
tanınır. EMEP, bu geleneği farklı bir tarzda, liberal reformist bir tavırla sürdürüyor. EMEP'in "Dersim
şovları" ile varmak istediği göz boyama hedefine rağmen, bu böyle! EMEP, pratiği bir nebze olsun
uygun düşmeyecek de olsa, demagojik olarak ve lafzen dahi Kürt ulusunun kurtuluşunun ayrılıp kendi
devletini kurma hakkı da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkını kullanmasından geçtiğini dil
ucuyla olsun ağzına almıyor. Ah bu Siyasi Partiler Yasası! İnsanın ağzını böyle bağlıyor işte! Ama
EMEP'in bunu savunmak gibi bir düşüncesi de yok ki zaten! Kürt sorununa devrimci-demokratik çöz-
ümünü, görülüyor ki, o, "demokrasi ve aydınlığın" temel bir unsuru olarak görmüyor. Onun yerine
EMEP, devletten Kürt sorununa "demokratik ve halkçı bir çözüm için önlemler almasını", göçettirilenl-
ere konut vb. sağlamasını talep ediyor. Dünyanın öbür ucundaki devrimci demokratik silahlı kurtuluş
hareketlerinin sönmesinden gizleyemediği bir haz duyan EMEP ve ÖD, "toplumsal barış" özlemiyle lib-
eral reformcu içerikli barış faaliyetlerinin en hevesli destekleyicileri –ama tabii bunu dahi bedelini
ödemeden!– arasında yer alıyor. "Demokratik Türkiye" platformunun Kürt emekçilere vaadettiği,
onların söndürülemeyen devrimci dinamikleri ve özlemlerinin yanında her yönüyle koskocaman bir hiç
olarak kalıyor.

"Toplumsal barış" dedik... Bu aslında bir özettir; "Demokratik Türkiye" platformunun özü, işçi-emekçi
sınıflarla, Kürt halkıyla burjuva karşıdevrim arasında yeni bir temelde "toplumsal barış"ın yaratılma
çabası olarak ifade edilebilir. O, bu amaçla emekçilerin önüne, reformlar için reformist tarzda "dövüşm-
eyi" ve iktidar mücadelesini aklına bile getirmemeyi koyuyor. Aksi düşünülemez bile; reformizm devr-
imci fırtınaların değil, ancak durgun suların keyfini sürebilir. Her reformist gibi, içinde bulunulan kesitte
biriken devrimci dinamikler, EMEP'i de rahatsız ediyor. Ancak, işin iyi bir tarafı da var: Cin şişeden çık-
alı çok oldu. EMEP, her somut durumda gerilimin düşmesi özlemini açıkça itiraf etmekten artık hiç kaç-
ınmıyor. Örneğin Emek gazetesinin sürekli yazarlarından Halit Keskin, 18 Nisan 1997 tarihli
yazısında "genel af"tan, bunun geniş tutulması gereğinden söz ederek bir "genel aff"ın "toplumsal
barış"a katkılarının neler olacağını kavratmaya çalışıyor! "Toplumsal barış" ve "devrimci işçi partisi"!
Emek, "genel af" kavramını kullanarak devrimci tutsaklara duyulan sempatiyi "Tutsaklara Özgürlük"
sloganına taşıyan öncü işçi ve emekçilerin gerisinde olduğunu gösteriyor. Levent Tüzel de benzer bir
tarzda, "cezaevleri sorununun bazı siyasi çevrelerin sorunu olmaktan çıkarılması" gereğinden
sözediyor. Oportünist reformistler daha düne kadar "sınıf dışı gündem" olarak gördükleri cezaevleri
sorununda bu kadar "derin" bir duyarlılığa aniden ulaştıklarına kimseyi inandıramazlar! Devrimci tuts-
akların rejimin süreklileşen ve gitgide daha fazla bedelle göğüslenmesi gereken saldırılarına karşı
geniş kitle mücadelesi zemininde değil, asıl olarak kendi öz güçleri ve yakın çevreleri ile çarpışmak
zorunda kaldıkları, bilinen ve değiştirilmesi gereken bir olgudur. Ancak EMEP'in sorunu bu değildir. O,
cezaevleri sorununu işçi ve emekçilerin sahiplenmesini sağlamak gibi demokratik bir görevin değil,
devrimci tutsaklara duyulan sempatinin devrimci direniş ruhunu esinlemesinden, kitle kahramanlığı
dinamiklerini beslemesinden rahatsızdır. Bir dizi demokratik sorunda olduğu gibi, bunu da liberal muh-
alefet sosuyla eritmenin, devrimci bir gerilim unsuru olmaktan çıkarmanın peşindedir.

Lenin, "İşçi sınıfının siyasal savaşıma ve hatta siyasal devrime katılmasının, tek başına onu siyasetini
sosyal demokrat siyaset yapamayacağını" söyler. (Ne Yapmalı, s. 105). Bunun için işçi sınıfının müc-
adelesi her cephede ML ideolojisinin kılavuzluğundaki öncü komünist partinin program, strateji ve takt-
iklerinin ışığında yürümelidir. Proletaryanın özgürlük ve demokrasi kavgasındaki pratik tutumu, bu
devrimci ışığa bağlı olarak yalnızca onu devrimci siyasallaşmasına hizmet etmesi açısından değil; bir
bütün olarak emekçi sınıfların hareketinin devrimci bir rotada yürümesi, bir damla devrimci enerjinin
heba edilmemesi, kısaca proletaryanın hegemonyasının sağlanarak sosyalizme kesintisiz geçişin bug-
ünden güvenceye alınması açısından belirleyici önemdedir.

Bırakalım geniş kapsamlı reformları, burjuva karşıdevrime karşı özgürlük ve demokrasi kavgasını, en
basit kazanımları bile bugün dişine kadar silahlı iç savaş aygıtı faşist diktatörlükle dişe diş bir çatışm-
anın konusudur. Kazanılmaları, elde tutulup bir nebze olsun genişletilmeleri, resmi-sivil faşist güçlerle
politik askeri çatışmaları göze alan, yöneten ve ileriye taşıyarak iktidar mücadelesi kanallarına akıtan
komünist devrimci bir önderlikle güvenceye alınabilir. EMEP'in "Demokratik Türkiye" kampanyası, bize
bir kez daha şunu öğretiyor: Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz. Reformist bir teori, ref-
ormist bir program, reformist bir örgütle ancak reformist taktikler üretilebilir. Kitlelere en fazla liberal
muhalefet "bilinci" taşınabilir...

O halde hükmü siz verin. "Demokratik Türkiye" platformu, kimin değirmenine su taşıyor?

Aydınlık Çetesinden Akıl Hocası


Türkiye devrimci hareketinde bir siyasal akımın duruşunu, devrimci karakterini derinliğine tespit etmek
için kullanılması gereken ML bir ölçü vardır. Komünistler olarak sık sık kullandığımız ve bizi şimdiye
kadar hiç yanıltmayan bu ölçüyü şöyle tanımlayabiliriz. "Aydınlık'ın neresinde duruyor, ona nasıl
bakıyor, politik perspektifler ve özellikle de güncel politik taktiklerde onunla buluşan, benzeşen yanları
var mıdır, bunun pratik işbirliği ve ortak tutum alışlara taşındığı oluyor mu?" Bu soruların yanıtı, ele
alınan siyasal akımın kendi devrimci karakteri –hatta ML oluşu– ile ilgili iddialarının ötesinde, konuml-
anışının gerçek ve objektif bir tablosunu verir. Ve bu tablo bize, TİKB'li komünistler dışındaki küçükb-
urjuva devrimci demokrat her akımın Aydınlık'la çeşitli konulara bağlı olarak karşı karşıya gelmesine
rağmen, gerçekte kimisi daha kalın, kimisi daha ince ipliklerle bu şer çetesinin ideolojik-politik etkisi alt-
ında olduğunu gösterir. Aydınlık'a karşı en keskin söylemlere sahip akımlar, örgütler açısından dahi,
bugün ve gelecek açısından bu can sıkıcı tablo geçerlidir.

Kuşkusuz konumuz EMEP; ve bu yasalcı reformist politik akım açısından bakıldığında karşımıza çok
daha ağır bir durum çıkıyor. Ancak biz yine de Aydınlık'a ilişkin bazı belirlemeleri yeri gelmişken yapm-
alıyız.

Türkiye devrimci hareketi, Aydınlık çetesine karşı '70'lerin sonlarından itibaren pratik sınır çekme çab-
asına girdi. Özellikle antirevizyonist kampta yer alan küçükburjuva akımların -TDKP, TKP/ML Harek-
eti, TKİH gibi ideolojik ve politik gıdalarını uzun yıllar Aydınlık'tan aldıkları düşünüldüğünde, bu olumlu
bir gelişme idi. Kuşkusuz bu noktada revizyonist "Üç Dünya Teorisi" ve Mao Zedung Düşüncesi'ne
karşı Türkiye'de TİKB'nin açtığı mücadele bayrağı etkili olmuştur. Aydınlık'ın yörüngesinde dönen bu
küçük burjuva oportünist akımlar, yüzeysel bir tarzda ve parçada (ve kimileri için de oldukça uzun bir
sürede) olmakla birlikte, ona karşı ideolojik, politik tutum almaya başladılar. Sınıf mücadelesinin
gelişim düzeyi, Aydınlık çetesinin o kesitte de açıkça faşist karşıdevrimin yanında saf tutma (ihbarcılık,
devrimci güçlere fiziki saldırılar) pervasızlığı, antifaşist mücadelenin örgütlenmesi görevlerinin önde
oluşu, buna pratik bir nesnel temel de sağladı. Ancak Aydınlık çetesi, ideolojik etkisini bu küçük burj-
uva akımlar üzerinde göstermeye gerçekte devam ediyor. Aydınlık'ın sağdan basıncı hala etkili duruy-
ordu. Elbette ki bu tek başına Aydınlık'tan kaynaklanmıyordu; Üç Dünyacılığın, Mao Zedung Düşünc-
esi'nin köklü bir reddinin gerçekleştirilememesi ve antifaşist mücadeledeki sağ konumlanışla ilişki onl-
arı Aydınlık'ın manyetik etkisinin içine alıyordu. Bu etkinin en güçlü olduğu örgütlerden biri de TDKP
idi. TDKP, güçlü Maocu kökleri "maceracılık" olarak değerlendirdiği antifaşist mücadele görevlerine ka-
palılığı üzerinden Aydınlık'la buluşuyordu.

Aydınlık çetesi 12 Eylül mahkemelerindeki pratiği ile devrimci saflarda –ideolojik, politik bir kopuşa
dönüştürülemeyen– genel bir nefret uyandırdıktan sora, '80'lerin sonlarına doğru sol saflara yeniden
sızmak için ucuz ama sonuçları itibariyle barışma üzerinden yol almaya çalıştı. Halen toparlanamayan
devrimci örgütlerin zayıflıkları, emekçi kitle hareketinin politik açıdan göreli düzeyi, ama asıl olarak da
pragmatizm ve bilinen ideolojik geçirgenliği nedeniyle Aydınlık'a karşı devrimci duyarlılığı zayıflamış
birçok siyasal akım, "Aydınlık'ın değiştiği" hayaline kapıldı. Hangi somut bağlantılar içerisinde bulund-
uğu, belki de tam anlamıyla devrim sonrasında açığa çıkarılabilecek olan bu çete, legal basının ve kitle
örgütlerinde erkenden ele geçirdiği kimi mevzileri kullanarak yeniden kendisini sol (hata devrimci) safl-
arda meşrulaştırdı. "Aydınlık karşıdevrimin ajanıdır" tespitleri geri alındı, buna politik kılıflar geçirildi,
2000'e Doğru bürosunda '91 seçimleri sürecinde "Yasal parti caizmidir" toplantılarına katılındı!
Elbette su hep böyle bulanık kalmadı. TİKB'li komünistlerin basınında Aydınlık'ın hem genel olarak
hem de çeşitli konulardaki politikalarını teşhir amaçlı yazılar yer alıyor; komünistler Kürt sorunu ve işçi
hareketi gibi temel alan başta olmak üzere sürekli olarak devrimci harekete bu açıdan yol gösterici
olmaya çalışıyorlardı. Çeşitli küçük burjuva akımlar, platformlarda, panel vb. etkinliklerde Aydınlık'ın
da yer alma çabasına karşı durmazlarken, komünistler bunun cepheden karşısında durdular. Ve dergi
sayfalarındaki Aydınlık eleştirileri bir kenarda dururken, örneğin işçi hareketinde Aydınlık'la çeşitli
dirsek temaslarına veya ortak tavırlara girmek gibi oportünist pratiklere asla girmediler. Girenleri de
acımasızca eleştirip teşhir ettiler. Bu konuda İSŞP Kurultayı pratiği (1995) özellikle anılmalıdır.

Toplumsal-siyasal sürecin farklılaşıp sınıf mücadelesinin nabız atışlarının hızlanması, Aydınlık'ın


bugün açıkça Genelkurmay solu konumundan konuşmasını sağlayan temel etmen oldu. Bu da elbette
ki yeniden tepki topladı. Çeşitli siyasal güç ve çevreler, farklı etmen ve güdülenmelerle de olsa –kimisi
devrimci yönden, kimisi sivil toplumcu mevzilerden– Aydınlık'la arayı açmaya daha fazla yöneldiler. 1
Mayıs ve 2 Temmuz '97 gösterilerinde olduğu gibi, başta TİKB'li komünistler olmak üzere Aydınlık çet-
esi ile çatışmalar yaşandı.9

Bütün bu süreç boyunca Aydınlık'a karşı lafzen de olsa en az tutum alanın TDKP ve EMEP olmasına
şaşmamak gerekir! Daha önce de ortaya koyduğumuz gibi, o belirlediği politik kulvarda devrimci akıml-
arın tasfiyesi için uğraşmayı başlıca görev olarak görüyordu ve Aydınlık'ın bir hedef olarak seçilmesi
dahi tabanını uyandırıcı olabilirdi. Çünkü o, bu mücadelede gerçekten "kendi hikayesini" anlatacaktı!
EMEP, Aydınlık'a ilişkin olarak birkaç kez yazıp çizdi de; İP-Aydınlık çetesinin MGK'ya destek politik-
asını "eleştirdi"! Ama aralarındaki bağ, bununla bozulmayacak kadar güçlüdür. Bilindiği gibi İP,
EMEP'in kuruluşunu selamlamıştı. Tabii bu, yıllanmış sokak kadınının yenilerin çürüyüp sokağa düşüş-
ünü sevinçle karşılarken aynı zamanda piyasa sorununu düşünmediği anlamına gelmiyor! O yüzden
de EMEP'in iyice sağa doğru attığı her adımı desteklerken, bir yandan da "Dediğimize geldiniz; iyi de,
neden ayrı bir yasal parti?" sorusunu soruyordu. Zira Aydınlık çetesi düşülebilecek en derin çukurun
kendisininki olduğunu bilir ve herkesin aynı lağımda buluşmasını ister.10

Aydınlık'ın EMEP üzerindeki etkisi tek boyutlu değildir.11 Onun çok yönlülüğü ve derinleşen sürekliliği,
bunu sürekli açığa çıkarma görevini yükler biz komünistlere. Bu devrimci geleneğimizi sürdüreceğiz.
Burada ise Aydınlık'ın EMEP üzerindeki etkisini iki noktadan sergilemeye çalışacağız.

Birincisi, artık yabancısı olunmayan, komünist ve radikal devrimci güçlerin faaliyetlerine ve işçi-emekçi
hareketi içerisindeki varlığına düşmanlıktır; yani kısacası devrim düşmanlığı! Bu kendisinin, işçi ve
emekçilerin sürekli olarak ve aynı söylemle komünist ve radikal devrimcilere, devrimci yeraltına karşı
kışkırtılması; devrimcilerin kitle örgütlerinden, kitlesel gösterilerinden vb. dışlanması için birbirini tam-
amlayan bir propaganda ve taktik üretimi olarak ortaya koyuyor. Devrimcilerin provokasyon peşinde
koştukları, bu nedenle sendikaların düzenledikleri gösterilere, işçi toplantılarına vb. basın konumunda
dahi, sokulmaması her iki örgütün basınında da düzenli işleniyor. Özel olarak da eylem dönemlerinde
yoğunlaşan bir faaliyet yürütülüyor. "Fark", İP çetesini kitle eylemlerine Türk bayrakları vb. ile katılarak
provokatif tutumlarıyla devrimcilere sürtünürken, EMEP'in sendika ağalarının politikalarına onay verm-
esi ve işçilere bu zehri şırınga etmesi. Kısacası bir doz farkı ile karşı karşıyayız. 12 Ancak bazen bunda
da sıçramalar yaşanıyor ve örneğin 1 Mayıs '97 sonrasında Emek'te yayınlanan Vahdet Sinan imzalı
"İsyan ediyorum, marjinallikte ısrar ediyorum!" başlıklı yazıda olduğu gibi komünist ve radikal devrimci
güçlere karşı düşmanlık iyice gemi azıya alıyor.

İkincisi ise, EMEP'in "uzman"ı geçindiği özelleştirme sorununa yaklaşımla ilgilidir. Aşağıdaki alıntıları
9 Silahlı mücadelenin her dönem temel olduğunu savunan ve pratiğine bunu yansıtan Halkın Günlüğü çizgisinin Aydınlık'ı hala karşı-devrimci olarak görm-
emesi, Aydınlık'ın devrimci saflardaki etkisinin ne kadar derinlere nüfuz ettiğinin –kuşkusuz aynı zamanda ortak Maocu köklerinden kaynaklı– tipik bir göst-
ergesidir. İnsan, Aydınlık'ın pis geçmişi bir yana, bugün onun karşıdevrimci olarak değerlendirilmesi için daha neler yapması gerektiğini doğrusu merak
ediyor?
10 Aydınlık'ın hain çizgisinin teorik köklerine ilişkin daha kapsamlı bilgi için bkz. Devrimci Proletarya, sayı 37, "Yeniden Hortlatılan Üç Dünyacılık: 'Kuzey-
Güney' Edebiyatı."
11 Gerçekte kapsam çok daha geniştir ve gitgide de genişleyecektir. '90'ların başlarında dinci gericiliğe karşı Kemalist orduyla işbirliği yapılabileceğini sav-
unan ÖD çizgisinin 8 yıllık eğitim konusundaki ajitasyonunun satır aralarına dikkat edilsin... Yine ÖD, 84. sayısında hain Doğu Perinçek'in bir başka sapt-
amasına da onay veriyordu. Susurluk sonrası "kontrgerillaya çekidüzen verilmesini" de içeren değişiklik, Türkiye'nin ABD uşaklığından "genel olarak
emperyalizm uşaklığına" geçiş olarak gerçekleşmekte imiş! ÖD'nin de paylaştığı bu tespitinde Perinçek haini, Türkiye'nin ABD'nin bölgesel taşeronu olarak
kullanımının bölgede kızışan hegemonya mücadelesiyle birlikte daha da genişleyip derinleşebileceğini gizleme peşindedir. ÖD'nin ise buna tek bir itirazı var:
Perinçek'in tesbiti doğru, ama orduya taktığı "Kuvayı Milliyeci" vb. sıfatlar yanlışmış. Bu kadar yol yürüdükten sonra, Perinçek'i üzmeyip son durağa kadar
gitmemenizin ne engeli var?
12 Ancak EMEP, Aydınlıkçı ustalarının devrimcilere fiziki saldırılarına sadece heves etmekle kalmıyor. Gerçekte çok iyi bildiği bu dili arada bir konuşuyor da.
Metin Göktepe'nin canice katledilmesinin anma yıldönümünde TİKB'li komünistlere saldırmayı ihmal etmiyor...
vermeden önce bunların Aydınlık'tan alınmadıkları uyarısında bulunalım:

"Özelleştirmenin uzun vadeli bir sermeye birikim modeli olarak değil, günü kurtarmaya yönelik bir
proje halinde tasarlandığı..." (Özgürlük Dünyası, sayı 75)

"Kamunun neyi var yoksa tümünü yok pahasına satma, ülkeyi emperyalizmin talanına ardına kadar ve
bütünüyle açma, globalleşme ve ekonominin uluslararası piyasalara açılması adına tam sömürgeleşm-
eye geçiş olarak, sermayeyi baştan aşağıya birleştiriyor." (ÖD, sayı 83)

"... Özelleştirme açık pazar haline getirilmekte olan Türkiye'de emperyalist talanın önündeki ulusal
engellerin tamamıyla temizlenmesi anlamına gelmektedir." (agd)

"Yerli tekelci sermaye, büyük burjuvazi, kendi çıkarını ulusal değerlere sahip çıkmakta değil, empery-
alistlere taşeronluk ve onlarla himaye altındaki ortaklıklardan payına düşecek kırıntılarda
aramaktadır." (agd)

"Sermaye vatana ihanet içindedir." (agd)13

Ve daha yeni bir örnek:

Özelleştirmenin amacı, "... ekonomiyi geliştirmek değil; tersine halkın dişi ve tırnağı ile kurduğu
KİT'leri işçilerin ve kamu emekçilerinin primleriyle kurulan sosyal güvenlik kurumlarının,
hastaneleri, enerji santrallerini, elektrik dağıtım ağlarını, ülkenin yeraltı ve yerüstü servetlerini yerli ve
yabancı tekellere peşkeş çekmektir. Kısacası özelleştirme; bir yanıyla ülkenin bağımsızlığının temeli
olacak temel sanayi, ulaşım ve enerji kaynaklarını emperyalistlere ve onların yerli işbirlikçilerine
yağmalatmanın adıdır." (20 Mayıs 1997, Emek)

Söyleyin: Bu satırların altına bırakalım Aydınlıkı, Mümtaz Soysal'ı, arpalandığı KİT yönetiminden
alınmış hangi CHP'li genel müdür imza atmaz! Özelleştirmeye yaklaşımınızın onlarınkinden, KİGEM'-
cilerin, Kemalistlerin yaklaşımı ve karşı çıkış noktalarından ne farkı var? Aksine bunlar söylem olarak
dahi iki su damlası gibi aynıdır. Onların da savları tıpkı sizinki gibidir. Özetle: Türkiye'de bir ulusal san-
ayi var ve özelleştirme bunu yoketmeye yöneliktir; özelleştirme günü kurtarmaya yöneliktir;
özelleştirme adilce ve "centilmence" değil, yağma biçiminde mafyayı da işin içine karıştırarak yapıl-
maktadır; yerli tekelci sermaye ulusal değerlere sahip çıkmak yerine vatana ihanet etmekte, emperyal-
istlere taşeronluk yapmaktadır. İmza, Aydınlık, utangaçça sosyal demokrasi, Kemalistler; onaylayan
EMEP...

Özelleştirme konusundaki komünist yazına bir parça aşina olanların dahi yakalayacağı bu sınıf işbirl-
ikçi tutum üzerinde biraz durmalıyız: Özelleştirme EMEP'in sandığı ve egemen sınıfları eleştirdiği gibi,
"günü kurtarmaya yönelik bir proje" olarak gündeme gelmiyor. O, kapitalist ekonominin ve devletin
yeniden yapılanmasının, özel olarak yarı sömürge ülkelere uygulatılan "Yapısal Uyum Programları"nın
asli bir parçasını oluşturuyor. Kapitalist ekonominin işleyişini yeğinleştirme ve üretilen toplam artı değ-
erin daha büyük bölümünü tekellere daha dolaysızca akıtmayı hedefliyor. Bu doğrudan üretim ve hizm-
etler alanından azami kâr olanaklarını büyütmenin yanı sıra, devlet bütçesinden işgücünün yeniden
üretimine ve genel olarak emekçiler için "sosyal harcamalar" adı altında ayrılan kırıntılara son verilm-
esi ile gerçekleştiriyor. EMEP'e bir soru: Özelleştirmenin "uzun vadeli bir sermaye birikim modeli" olup
olmaması sizi neden bu kadar ilgilendiriyor? Siz kapitalizmin işleyişinin, sermayeye birikiminin avukatı
mısınız? "Uzun vadeli bir sermaye birikimi", "günü kurtarmaya yönelik projeler"in yanında emekçiler
için ehven-i şer mi oluyor? Bu ulusal kalkınmacı kafanın Türkiye'de sizden önce hiç ortaya çıkmadığı,
dolayısıyla sınıf işbirlikçi düşüncelerinizin teşhis edilemeyeceği hayaline sizi Aydınlıkçı akıl hocalarınız
mı inandırıyor da bu kadar pervasız olabiliyorsunuz!

İkincisi, EMEP'in düşündüğü gibi özelleştirme "ulusal sanayiyi tasfiye" etmiyor. Emperyalizme
bağımlılık olgusu, daha Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri varolan ve yarım kalan demokratik
devrimle birlikte süreklilik kazanan bir ilişki biçimidir. '40'lı yıllardan itibaren de daha sıçramalı bir
gelişim çizgisi izlemiştir. '80'li yıllar ve sonrası, bu arada özelleştirme politikalarının kendisi, bu sıçram-
alı gelişimin unsurlarından birini oluşturur ve önemlidir. Bu süreç, yalnız büyük tekellerin değil, uluslar-
arası emperyalist işbölümünün yeni biçimlenişine bağlı olarak küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin
13 Yeni sağ tasfiyeci dalganın temsilcilerinden Kurtuluş da son 3-4 yıldır politik ajitasyonunu bu temele oturtuyor. Ayrı bir yazının konusu olduğundan dikkati
çekip geçiyoruz...
de bu ağ içerisinde konumlandırılmasını getirmiştir. Ayırdedici özelliklerinin çözümlenmesi bir yana,
özelleştirme politikalarının ulusal sanayinin sonunu getirdiğini, "ülkenin bağımsızlığının temeli olacak"
ulaşım ve enerji kaynaklarını emperyalistlere ve yerli işbirlikçilerine yağmalatmak vb. anlamına geldiğ-
ini iddia etmek, Marksizm-Leninizm'e açık bir saldırının ötesinde, aynı zamanda bilinçli bir tarih çarp-
ıtıcı lığıdır. EMEP'in özelleştirmedeki amacın, "ekonomiyi geliştirmek değil" bu yağmanın önünü açmak
olduğu eleştirisi, onun siyasal reformculuğuna da denk düşmektedir. Gelişkin ekonomi –sanki bu
emekçilerin daha yoğun sömürüsü demek değilmiş, ancak onun üzerinden yükselmeyecekmiş gibi–
gelişkin demokrasi... iyi ya, liberaller de bunu söylüyorlar!

Bir başka çarpıtma, özelleştirmenin tam bir yağma biçiminde yapıldığı üzerinedir. EMEP, olgulardan
yola çıkıyor, ama bunlarda tam vahşi kapitalizmin, tekelciliğin özünü görmediği için şaşkınlıkla
karşılıyor; tekelleri terbiye dairesine davet ediyor. Doğrudur; özelleştirme birçok işletmenin arsa
fiyatının dahi altında satılması biçiminde gerçekleşiyor. Bu alanda inanılmaz vurgunlar gerçekleşiyor,
işin içinde mafyanın olduğu, bazı işletmelerin silah zoruyla kapatıldığı bir gerçektir. Özelleştirme past-
ası, özellikle kremaya doğru gelindikçe burjuvaziyi birbirinin boğazına çöktürmüş; amacın da içerisinde
bulunduğu siyasal hamleler –28 Şubat darbesi gibi– gerçekleştirilmiştir. Peki, bunun tekelci
kapitalizmin karakteri ile çelişen nesi vardır? Dünyanın hiçbir yerinde özelleştirme burjuvazinin iç dal-
aşmasına, pay savaşlarına, rüşvet, mafya ilişkilerinin yoğunlaşmasına, sık hükümet, bakan vb. değiş-
ikliklerine sahne olmadan gerçekleşmemiştir. Yine özellikle yarı sömürge ülkelerde emperyalistler
"alıcı" konumuyla doğrudan devrede olmuşlar ve her biri kendisine en yakın siyasal güçleri harekete
geçirmiştir. Satışlar da hakkaniyet ölçülerine uyarak değil, elbette ki emperyalist ve işbirlikçi tekellerin
en fazla kâr edebileceği biçimde gerçekleşmiştir. EMEP, tekelci kapitalizm denen şeyi sadece
piyasada sınırlı sayıda deterjan, otomobil vb. firmasının bulunmasından ibaret mi sanıyor!

Özelleştirmeye EMEP tarzı reformcu karşı çıkışların, vızıldanmaların başında, devlet işletmelerinin
halk tarafından yaratıldıkları, halka hizmet ettikleri ve bu nedenle halkın malı oldukları, bu nedenle sat-
ılmamaları gerektiği, gelir. Bu sadece EMEP tarafından yürütülmeyen, Aydınlık'ın, Kemalist'lerin vb'nin
de kullandığı bir propaganda malzemesidir. Bu, devlet işletmelerinin tekelci kapitalist niteliklerinin,
devletin tekellere ekonomide kolektif kapitalist olarak hizmet ettiğinin gizlenmesine dayalı bir tezdir.
Devletin çeşitli "sosyal hizmetleri" yerine getirmesi, işçi ve emekçilerin uzun süreli mücadelelerinin
sonucu olmuş ve can bedeli mücadeleleri gerektirmiştir. "Primler"den önce bunu görmek gerekir.

İkincisi bunların daha gelişkin hale gelmesi, yine sınıflar mücadelesinin uluslararası düzlemdeki koşull-
arıyla bağlantılıdır. 2. Emperyalist Savaş sonrasında dünyanın üçte birinin sosyalist kampta yer aldığı,
sosyalizmin canlı propagandasının tüm dünya proletaryası ve emekçileri için güncel bir çekim merkezi
ve mücadele çağrısı olduğu koşullarda, kapitalist ekonomilerin kısmi refah koşullarının da etkisiyle bir
tür hizmetlerin sağlanması bilinçli bir politika olarak gündeme gelmiştir. Çalışma ve yaşam koşulları
nispeten hafiflemiştir. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, vb. alanlarda kısmi iyileştirmeler sağlanmıştır.
Ancak bu sömürünün ortadan kalktığı anlamına gelmediği gibi, sosyalizmin basıncının düşmesiyle,
özellikle revizyonist sistemin çöktüğü '89 sonrasında sosyal hakların bütünü, kapitalizmin şiddetli sald-
ırısının konusu olmuştur. Öte yandan enerji santralleri, elektirik dağıtım ağları, vb. hiçbir zaman "halkın
malı" olmamıştır! Koç'un fabrikaları ne kadar "halkın malı" ise bunlarda o kadar halkın malıdır. Ve
tersten: KİT'lerde işçi sınıfının birikmiş alınteri, emeği varsa, herhalde Koç da sermaye birikimini "tut-
umluluğu" sayesinde yaratmamıştır! KİT'ler tekellere ucuz enerji, elektrik vb. sağlamanın bir aracıdırlar
ve şimdi tekeller burada yatan kâr olanaklarına doğrudan konmak istemektedirler. Bu basit öyküyü
"KİT'ler halkındır, satılamaz!" yaygarasıyla karmaşıklaştırmak, emekçi kitlelere devlet kapitalizminin
propagandasını yapmaktan başka bir şey değildir. Aydınlık hainlerinin "Özelleştirme değil, kamulaşt-
ırma" propagandası tam da bu içeriktedir.

Devrimci proletarya, özelleştirmeye karşı mücadeleyi ücretli köleliğe son verme perspektifi ile yürütür.
O, devlet işletmelerini, ulusal sanayinin temeli ya da halkın malı olarak görme oportünizmine düşmez.
Burjuvaziyi de "ulusal değerlere sahip çıkmak yerine emperyalistlere taşeronluk yaptığı" için
şaşkınlıkla protesto etmez! Özelleştirmeye karşı mücadele, getirdiği sosyal yıkım karşısında proletary-
ayı ücretli kölelik düzenine karşı sosyalizm mücadelesine yöneltmenin devrimci zemin ve olanaklarını
görür ve bunları değerlendirir. Bu mücadelede en aktif ve net duruşu onun sergilemesinin kaynağı da
budur. Sağlık, eğitim gibi alanlarda ve tek tek işletmelerde, sektörlerde özelleştirmeye karşı
örgütlenme ve mücadele için somut politik ve sendikal politikalar üretirken, mücadeleyi boşa
çıkartacak burjuva, küçük burjuva yanılsamalardan işçi ve emekçileri kurtarmaya çalışır. Çünkü amac-
ımız, neoliberal politikalardan önceki "eski güzel günlere"(!) dönmek değil; sosyalist geleceğimiz için
mücadelede proletaryanın hegemonyasını sağlamak, emekçi yığınları bu doğrultuda eğitmektir.
O halde sözümüzü bağlayabiliriz: Demek ki, "İşçi Partisi" EMEP, "İşçi gazetesi" Emek, işçilere tam da
sınıf dışı güçlerin, sosyal demokrasinin, Genelkurmay solu Aydınlık çetesinin fikirlerini aşılıyor; onu
saçtığı zehri şekere bile bulamadan yutturmaya çalışıyormuş!

Demek ki, EMEP'in parti bayrağının rengi, Aydınlık'ın kirli sarı tonuna gitgide daha fazla bulanıyormuş!
Galaksimizde yeni bir gezegen:
Komünizmin özgürlük dünyası
Bilimsel Sosyalizme Karşı Liberal Sosyalist Ütopyalar

Önceki yazımızda eleştirdiğimiz görüşler, sosyalizmle kapitalizmin "aynı iktisadiyatçı temel üzerinde
durduklarını" ileri sürerek, Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyet sosyalizmine "ekonomizm"
eleştirisini yöneltiyor ve "odağına insanı koyan" yeni bir sosyalizm anlayışım ileri sürüyorlardı. Bu
görüşlerin "yeni" bir yanının olmadığı, revizyonizmin tarihi olarak oldukça eski –Bernstein dönemine
kadar inen– bir tezi olduğu gösterildi. Sosyalizmle kapitalizmin "üretimci kalkınmacılık" denilerek
paydalaştırılması saçmalığı, iki sistemin karşıtlığının temel unsurlarına işaret edilerek ortaya konuldu.
Sosyalizmi yeniden tanımlama iddiasındaki bu görüşlerin "ekonomi politik"i yadsımasının anlamı,
tarihsel materyalizmi yadsırken diyalektik materyalizmi de yadsıyıp nasıl felsefi revizyonizme
kaydıkları da gösterildi. Üzerinde durduğumuz bir başka nokta sınıf mücadelesi içerisinde tümüyle
farklı konumda olan PKK ve Birikim'in, birisi ulusal devrimci bir silahlı mücadele çizgisi yürüten,
diğeri oportünist liberal iki ayrı akımın bilimsel sosyalizm karşıtlığında birleştikleri temelin aynılığı ve
her İkisinde de bunun marksist materyalist diyalektiği yadsıma düzeyine vardırmış olmasıydı.
Bu yazımızda eleştirilerimizi yeni örneklerin irdelenmesiyle birlikte genişleterek derinleştireceğiz. Bu,
tümünün kavranılmasını kolaylaştıracaktır. Ele alacağımız yeni örnekler, "yeni" sosyalizm görüşleri
içerisinden seçilmiş prototiplerdir. Bu görüşlerin hemen hepsi bilimsel sosyalizm karşısında aynı
noktalardan çıkış almakla birlikte kısmen içeriklendirmede, peşi sıra da alternatif modellerini ileri
sürerken farklı varyantlar oluşturmaktadırlar. Her birinin kendi varyantlarını da "piyasalar"da bolca
bulabilmek mümkündür. Bunlardan birisi, eleştiregeldiğimiz Birikim yazarlarının görüşlerinin bir üst
varyantı sayılabilecek –büyük ölçüde "esin"'lenmiş oldukları– Andre Gorz'un "İktisadi Aklın
Eleştirisi" vb. kitaplarında ifade ettiği görüşlerdir. O en kısa haliyle söyleyecek olursak kapitalizmle
sosyalizm arasındaki "devamlılık bağı"nı büyük üretimin örgütlenişinden kurduktan sonra çözümü
"iktisadi aklın" dışına çıkmakta, "çalışmadan özgürleşme"de görür. Eleştirisini, bu noktada "çelişkili"
bulduğu Marx'a kadar götürür. Vardığı yer ise sınıf mücadelesi dinamiklerini yadsıyan varoluşçu bir
özgürlük/sosyalizm anlayışıdır.
Üzerinde duracağımız ikinci görüş, artık ahı gitmiş vahı kalmış, çıktıklarından bu yana geçen sürecin
pratik eleştirisiyle gerçek kimlikleri ayan beyan ortaya çıkan –diğerlerine de ayna tutan– Yeşilci
sosyalizmin görüşleridir. Eski "radikalizm"lerinden eser kalmayıp sosyal demokrasinin az solunda
uysal bir muhalefet akımına dönüşen Yeşilci sosyalizmin görüşleri, tarihin tekerleğini geriye doğru
çevirmeye çalışan pirimitive yapısıyla diğerlerinin de kavranılmasını kolaylaştıracaktır. Ele alacağımız
son görüş ise, modernize edilmiş bir anarşist özyönetimci modeldir. "Katılımcı ekonomi" adını
verdikleri ayrıntılı bir projeyle ortaya çıkmaktadırlar. Kuşkusuz onu da diğerleri gibi saf haliyle
bulabilmek olanaklı değildir. Yadsıdıkları sosyalist planlamanın, amentüleri devlet karşıtlığı olmakla
birlikte devletin gerekliliğinin eteklerinde gezinmenin –hoş bu yeni sayılmaz– örneklerini de
vermektedirler.
Öte yandan ele aldığımız bu görüşler, eskilerinin yenilenmiş haliyle modern teorilerdir. Günümüz
kapitalizmini kapitalizmin gelişkin örneklerinden incelemektedirler. Ve bu halleriyle bize bilimsel
sosyalist teorinin bu alandaki boşluğunu, ertelenemez bir görevin varlığını hatırlatmaktadırlar. Sadece
ve sadece bu kadar! Tüm bu teoriler bilimsel sosyalizm/proletarya sosyalizmi karşısında gericidirler.
Kapitalizme muhalif olmalarına karşın kapitalizmin zemininin dışına çıkamayan teorilerdir.
Sosyalizmin tarihsel yenilgisi ve gerileyişinden sonra onu yadsıma temelinde ön açmaya
çalışmaktadırlar.
Oportünist teorilerin oluşturduğu kalın kir tabakasını bir çırpıda silip temizlemek mümkün
olmayacaktır. Sonsuz çeşitliliklerine, görüşlerindeki ayrımlara karşın pek çok noktada birleştikleri,
hareket noktalarının benzerliği açıklığa kavuşturulduğunda bunun sanıldığı kadar da zor olmadığı
görülür. Demirden süpürgenin sapına bir kez daha sıkıca yapışılmalıdır.

Liberal burjuva sosyalizm ütopyası


"Topluma Karşı İktisadi İnsan" isimli yazılarının (II.)'sinde Ahmet İnsel, kapitalizmle sosyalizmi
"iktisat" paydasında eşitleyen görüşlerinden sonra alternatif toplum tasarımı olarak "Ama meta
olmayan emeği düşünebilmek, bugünün toplumunu da bir özerkleşmiş ekonomi alanı olarak,
ekonominin toplumdan ürediği toplumun/toplumsallığının yeniden yaratılmasının (üretilmesinin değil)
amaç, ekonomik ilişki olarak adlandırdığımız ilişkilerin ise bu yolda bir araç olarak tanımlanmasını
gerektirir." dedikten sonra "... toplumsal ilişkiyi meta değişimi yerine armağan ilişkisi kavramıyla
düşünme..." görüşünü ileri sürmektedir. Bu görüşlerin temelinde yer alan sosyalizmde ekonomik
ilişkilerin, üretimin kendi başına amaçlaştırılıp amaçlaştırılmadığına, bu iddiaların en fazla hedefi
durumunda olan Stalin'in şahsında nasıl bayağı bir iftira olduğuna sonra geleceğiz, şimdi yazarın
görüşlerini aktarmayı sürdürelim ve bu görüşlerin onu nasıl başaşağı dikilmeye götürdüğünü görelim.
"Armağan ilişkisi üç süreçten oluşur. Vermek, almak, iade etmek. Alınan ve verilen aritmetik bir
eşitlik içinde düşünülemez." "Armağan ilişkisinde amaç değişimde bulunulan simgeye indirgenmediği
için, simgenin bir araç, ilişkide bulunmanın amaç olduğu tahayyül dünyasının ürünüdür. Armağan
karşılığının ne miktarda ve ne biçimde geri geleceği belli olmayan, kişiler arasında toplumsal ilişki
yaratmak, varolan ilişkiyi beslemek veya bir ilişkiyi yeniden yaratmak için verilen bir mal veya
yapılan bir hizmettir." (Birikim, sayı 12) Yazar bu yaklaşımıyla karşılıklı içki ısmarlamada,
misafirliğe gidilirken yemeğin karşılığı olacak kadar hediye götürülmesinde, verginin alınışında,
sosyal kurumların işleyişinde vb. açık ya da örtük ekonomik çıkar ilişkilerinin varlığını inceler. Pazar
ilişkisinin sadece "almak" düşüncesini güdüleyen mantığını ortaya koyar. Önerdiği "armağan
ilişkisi"nde de "iki tarafın da bir yarar beklentisi" olacağını ve bunun gizlenemeyeceğini belirterek
"Tersine bunu temel beklenti olarak ortaya koyup, ilişkideki aritmetik eşitliği değil kişi denkliğini öne
çıkarır. Armağan ilişkisinde mal veya hizmet kendisi için değil, ilişkinin gerçekleşmesi, yenilenmesi ve
yaratılması için dolaşır." der.
İleri sürülen bu görüşlerle bağdaşmayan "mal", "hizmet" gibi kavramların bir arada kullanılmasını bir
yana bırakalım, yazar bu görüşleriyle bireyler arası ilişkiyi meta ve para ilişkisi olmaktan,
şeyleşmekten kurtardığı görüşündedir. Ama O bize bugünkü ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel
yapıdan önerdiği biçimde bir "armağan ilişkisi"nin kurulacağı bir topluma nasıl geçileceği üzerine
birşey söylemez. Sosyalizmle kapitalizm arasındaki farkı bu yönden incelemez. Yazar kapitalizmin
ortaya çıkardığı yabancılaşmaya, onun toplumsal ilişkilerdeki yansımalarına pek çok küçük burjuva
aydın gibi tepki duymakta ama onun iktisadi özüne, sorunu temellerinden ele almaya da uzak
durmaktadır. Metaların fetiş bir karakter kazandığı kapitalizmle, meta üretim ve değişiminin etkime
alanını sınırlandırıp yok etmeye yönelen sosyalizmi bu ayrımı koyarak değerlendirmemektedir.
Paranın artık hiçbir rol oynamayacağı ve ona ihtiyaç duyulmayacak olan, mal değil ürün değişiminin
olacağı komünizm ve onun ilk aşaması olan sosyalizmin, ekonomik, toplumsal, kültürel yapı ve
ilişkilerini ve bu perspektifle incelemeyen bir görüşün "armağan"a dayalı bir toplumsal ilişki sistemi
önermesi ancak bir tahayyülün, boş bir tahayyülün ürünü olabilir.
Kapitalizmle sosyalizm arasında kuruluveren basit paralellikler, "ekonomi politik"in yadsınması yazarı
başaşağı dikmekte, gerçekleşmesinin hiçbir olasılığı olmayan ütopyalar kurmaya yöneltmektedir.
Ahmet İnsel, "İnsanoğlunu ütopyalar harekete geçirir, ütopyaları sayesinde insan tarihi yaratır!"
demektedir. Evet, ama hangi "ütopya"lar? Kapitalizmin ebediliği ilan edilip emekçi insanlığın köleliğe
ve geleceksizliğe mahkum edildiği bir dünyada bizim yaralı kuşumuz güneş ülkesine doğru
uçmaktadır. Dünü bugününde taşıyarak sonsuzluğa doğru kanat çırpmaktadır. Bizim ütopyamız,
"tahayyüller" dünyasından değil somut tarihsel koşullara sıkı sıkıya bağlı yaşamın içerisinden
fışkırarak doğmaktadır. Bundan dolayı bir o kadar gerçekleşebilir ve kaçınılmaz, öte yandan
emekçileri yanılsama içerisine sokarak sistemin devamına hizmet etmeyecek olan bir ütopyadır!
Ahmet İnsel'in önerdiği "armağan ilişkisi"ne dayanan "tahayyüller" toplumunun üretim ilişkileri
nedir? Hangi mülkiyet biçimleri –ilişkileri içerisinde doğmakta ve şekillenmektedir? Üretici güçlerin
ve üretim ilişkilerinin bugünkü düzeyinde ve halihazırdaki mülkiyet türleriyle bu olanaklı mıdır?
Yazarın bu konularda ne söylediğine bakalım. O ekonomi politiği yadsır, "tahayyüller" dünyasında
gezinirken bu görüşleriyle yadsıdığı kayalara çarpıp parçalanmaktadır. İzleyelim.
"... özel mülkiyet/devlet mülkiyeti, pazar ekonomisi/planlı ekonomi kutuplaşmasının ötesinde bir
toplumsal anlamı olan armağan ilişkisi, çoğul toplumun yaratıcı tek gücüdür." "Burada belirleyici
araçlar, ne üretim araçlarının özel mülkiyeti ne de tersine bunların toplumsal mülkiyetidir. Çeşitli
mülkiyet ilişkilerinin çeşitli varoluş biçimleri olarak, aralarında seçim yapılması, birinden diğerine
geçilmesi olanaklı bir denklik içinde bulunmaları, bürokratik–ekonomist fantazmanın kalkınmacı
yıkımından toplumu sakınır." (Topluma Karşı İktisadi İnsan (II), age.)
Hangi biçimler altında ve nasıl gerçekleşeceği bir yana ama ancak komünizmde geçerli olabilecek
bireyler arasında belli bir değişim değerine ve eşdeğere tabi olmayacak bir ilişkinin kurulması üzerine
onca cafcaflı laftan sonra karşımıza sosyalize edilmiş bir kapitalizm ya da liberalize edilmiş bir
sosyalizm türü çıkıyor. Yazara göre "özel mülkiyet" ya da "toplumsal mülkiyet" olması, ya da "pazar
ekonomisi" veya "planlı ekonomi" olması önemli değildir hatta "aralarında seçim yapılması",
"birinden diğerine geçilmesi olanaklı bir denklik içinde bulunmaları" "bürokratik-ekonomist
fantazmanın kalkınmacı yıkımından toplumu" sakınacaktır! Dolayısıyla bu bir tercih sebebidir.
Hepsinin üstünde her halde insanların iyi niyetli dilekleri üzerinde yükselecek olan "armağan ilişkisi"
vardır. Şimdi biz hiçbir ekonomik, toplumsal, kültürel temeli olmayan bu "armağan ilişkisi"ne dayalı
toplumsal formasyonu olsa olsa yılbaşları ve doğum günlerinde bulabiliriz. Fakat yazarın hediye alıp
vermekte de bir eşdeğer karşılık gözetildiğini söylemiş olduğunu göz önünde tutacak olursak bunlar
için de bir umut besleyemeyiz.
Genellikle bu tür görüşlerin sahipleri nasıl olacağını bize pek söylemeseler de –mantığına uygun
olarak büyük kapitalist özel mülkiyetin olmadığını varsayalım –bir kapitalistle bir işçi arasında
"kişilerin denkliği"ne dayalı bir "armağan ilişkisi" nasıl olacaktır? Birbirini dengeleyen ve birinden
diğerine geçilebilecek bu iki mülkiyetli sistemin, siyasal ve toplumsal biçimlenişi, sınıfsal yapısı,
iktidarın niteliği ne olacaktır? "İnsan", "insanoğlu", "insanlar", "birey", "toplum" yazarın literatürüne
bütünüyle egemen olan kavramlardır, peki sınıflar var mıdır? Varsa ya da yoksa "özel" ve "toplumsal"
mülkiyet biçimleri ne tür "insan grupları"na denk düşmektedir? Yazarın önerdiği sistemin sosyalizm
olamayacağı açıktır; o ıslah edilmiş bir kapitalizm önermektedir. "Armağan ilişkisi" üzerine söylenmiş
süslü ütopyayı çekip aldığınızda bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan bu olmaktadır.
Başta ileri sürülen görüşlerin onca çarpıcılığına, çekiciliğine karşın böylesi basit gerçeklere takılıp
kalmaları kuşkusuz insanda bir şaşkınlık uyandırıyor. Ama bu A. İnsel vb.lerinin neo-liberalizmin
görüş alanından hareket ettikleri, sosyalizmi onun penceresinden eleştirip oradan sınır çekmeye
çalıştıkları bilindiğinde basit gerçeklere neden takılındığını anlamak güç olmayacaktır.
Demokrasi sorununa girdiğimizde saklambaç oyununun orada da sürdüğünü görürüz. Görüşlerinden
yazarın proletaryanın öncülüğü ve proletarya diktatörlüğüne bütünüyle karşı olduğunu, zaten bütün
görüşlerin aynı zamanda ona karşıtlık temelinde ve bu amaçla oluşturduğunu biliyoruz. O oportünist
liberal bir mevziden yola çıkmaktadır ve bu konudaki görüşü bir adım öteye götürülmüş burjuva
demokrasisidir. A. İnsel liberal batı demokrasilerinde "çoğulcu demokrasi"nin geçerli olduğunu
söyledikten sonra "Ama demokrasi çoğul değildir. ... tekelci demokratik bir biçim egemendir." (tek
itiraz noktası bu oluyor.) ve "Varoluş biçimlerinin çoğulluğunun tanınması, demokrasinin biçimsel ve
içerik olarak da çoğul düşünülmesini gerektirir." demektedir. Ütopist küçükburjuva düşüncesi
demokrasinin tekellerin hakimiyetinden kurtarılmasını istemektedir. "Demokrasiyi demokrasi ideali
olarak" idealleştirmektedir. Ama ünlü sözle tarihin tekerleklerini geriye çevirmek olanaklı değildir.
Tekelci kapitalistlerin iktidarını yıkmak ve gerçek bir demokrasi için devrimden başka bir yol
bulunmamaktadır. Bunun stratejisini yazmayan bir hareket en gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi
tekellerin egemenliği altında ve çerçevesini onun çizdiği sınırların içerisinde bir demokrasiyle
yetinmek durumundadır. Oportünist liberallerin "çoğul"luk arayışı sisteme eklemli "sivil
toplumculuk"ta vücut bulmaktadır. "Sivil toplum", "hisse senetli pay ortaklığına dayalı halk
kapitalizmi" vb. tekellerin hakimiyeti altında burjuva demokrasinin "genişletilmiş" ve egemenliğini
pekiştirici biçimleri olarak oportünist liberalleri de içerisine çekmekte, onları sıkıca kucaklamaktadır.
Oportünist liberallerin "çoğul demokrasi"sinin ekonomik özü budur.
Liberal oportünistler, sosyalizmin gerilemesine de bağlı olarak burjuva demokrasisine sosyalist
demokrasiden çok daha fazla yakındırlar.1 Bir de ona biraz "toplumsallık" sosu dökebilseler, bireylere
ve gruplara bir parça daha bulundukları yerden/konumdan kendilerini ifade etme olanağı tanınsa ...
Hiçbir itirazları kalmayacaktır. Onlar liberalizmde sosyalizmi, sosyalizmde ise liberalizmi düşlemekte,
ne o ne de öteki olmayınca "tahayyüler" dünyasına doğru yola çıkmaktadırlar.

A. Gorz neyi savunuyor?


Kapitalizmle sosyalizmi aynı paydada eşitleyen bir diğer görüş, Andre Gorz'un görüşleridir. 2 İktisadi
Aklın Eleştirisi" isimli kitabında A. Gorz, "herşeyin sayılabilir ve satılabilir olduğu", "daha fazlanın
daha değerli olduğu" iktisadi akılsallığı reddeder. Üretim, tüketim, verimlilik gibi kavramları sorgular.
Çalışmanın "iktisadi akılsallık" tarafından kutsallaştırıldığım ileri sürer. A. Gorz'a göre, sosyalizm de
"çalışma ideolojisini kapitalizmden devralmıştır. Motivasyon unsurlarını değiştirmiş fakat çalışmanın
özüne ve hiyerarşisine dokunmamıştır. Dışsallık, üretimin hiyerarşik örgütlenmesi, işbölümü...,
sosyalizmde de kapitalizmdeki gibi sürmektedir. Yazarın görüşleri, "çalışma ideolojisinin eleştirisi
üzerine kuruludur. Alternatif sosyalizm projesini de bu temelde "boş zaman toplumu" olarak
şekillendirir. A. Gorz'un "çalışma"ya ilişkin eleştirisinin temelini şu görüşler oluşturur:
"Bireylerin önceden saptanmış bir örgütlenme tarafından dışardan koordine edilen işlevler olarak
yerine getirmek zorunda oldukları uzmanlık faaliyetlerini heteronomi alanı olarak adlandırıyorum.
Bu heteronomi alanı içerisinde görevlerin doğası, içeriği ve ilişkileri dışardan belirlenir; öyle ki,
kendileri de karmaşık olan bireyleri ve kolektifleri, büyük bir (sınai, bürokratik, askeri) makinenin
çarkları gibi işletir veya aynı anlama gelmek üzere, boyutları ve talep ettiği hizmetli sayısı yüzünden,
işçileri faaliyetlerim kendi kendine düzenleyen işbirliği yöntemleri (özyönetim) yoluyla eşgüdümleme
imkanlarından yoksun bırakan bir makinenin gerektirdiği uzmanlık görevlerini bu birey ve kolektifleri
birbirinden habersizce yaptırır. Örneğin haberleşme ağlarının, demiryollarının, havayollarının,
elektrik şebekelerinin durumu böyle olduğu gibi, tek bir nihai ürün oluşturan maddeleri üretmek için
genellikle birbirinden oldukça uzak olan çok sayıdaki uzmanlaşmış kuruma başvuran bütün
sanayilerin durumu da budur" (sf. 48)
"Uygulamada bütün modern toplumlar, 'iletişimsel' özörgütlenme, kendiliğinden dışardan düzenlenme
alt–sistemlerinin etkileştikleri karmaşık bir sistemdir. İktisadi akılsallık, dev teknik tesisler ve dört bir
yana yayılan örgütlenmeler yarattıkça, programlanmış dışardan düzenlemeli alt-sistemler, yani,
bireylerin, kendilerin kişisel hedefler sunulanlardan farklı ve genellikle bilmedikleri hedefler
doğrultusunda, bir makinenin parçaları gibi tamamlayıcı tarzda faaliyette bulunmaya itildikleri
yönetsel ve sınai makinelere verdiği ağırlık artmıştır." (sf 51)
Andre Gorz kapitalizmin temel çizgilerinin sosyalizmde de sürdüğünü, "karikatürleşerek büyüdüğünü"
söyler ve "Sovyetçilik, temel hedef olarak iktisadi birikimi ve büyümeyi sürdürerek, pazar tarafından
kendiliğinden dışardan düzenlenmenin yerine bütün olarak iktisadi aygıtın sistemli biçimde, programlı
ve merkezi dışardan düzenlenmesini koyarak bu işleyişi akılcılaştırmaya çabalıyordu. Böylece bütün
faaliyet alanlarında, sistemin topyekün akılsallığı tarafından istenen işlevsel davranışları, bireyleri
kendi düzenledikleri davranışların akılsallığından ayırmaya varıyordu." (sf. 58)
A. Gorz çalışma içerisinde grup inisiyatifinin artırıldığı kalite çemberleri türü iş örgütlenme biçimleri
ile ilgili olarak "Taylorculuğun parçalara ayırdığı çalışmayı niteleyen heteronomi derecesini iyice
azaltır. Ama heteronomiyi ortadan kaldırmaz: Yerini değiştirir." (sf. 102) der. Bu görüşlerin devamı
olarak "proses işçisi"nin ürünle bir ilişkisinin kalmadığını, robotlaştırılmış bir fabrikanın profesyonel
emekçisinin işlevsel bir uzmanlık görevini yerine getirdiğini söyledikten sonra üretim tekniğinin son
gelmiş olduğu düzeyin de heteronomiyi ortadan kaldırmadığı tespitini yapar ve çözümünü çalışma
alanının dışında "çalışmadan özgürleşme"de aranmasının gerektiğini ileri sürer. A. Gorz, alternatif bir
sosyalizm esas olarak "boş zaman toplumu" olmalıdır der; "boş zaman toplumunu" da "kendisi için

1 Bu yakınlık tekelci medyanın liberal yayınlarında personel birliği biçimini almaktadır. Görüşlerini eleştirdiğimiz Ahmet İnsel, Murat Belge, Tanıl Bora, Ümit
Kıvanç gibi Birikim Dergisi yazarları ve çevre unsurları Yeni Yüzyıl, Radikal gazetelerinde köşe yazarlarıdırlar. Üstelik bu "köşe"lerde yazarlarken
liberalizmlerinin sosyalist askısı da düşmekte geriye alelade bir liberallik kalmaktadır. Gazetelerdeki köşelerinden sistemin politikadaki sıkışmasına liberal bir
varyantın açılmasında katkı sağlarken, Birikim, İletişim vb. de oportünizmin av sahası olmaktadır.
2 A. Gorz, Birikim yazarlarının önemli ölçüde etkilendikleri, görüşlerine kaynak oluşturan yazarlardan birisidir. Görüşleri tam bir aynılık içermese de –örneğin
A. Gorz'da "bireyin varoluşsal özerkliği" gibi felsefi düşüncesini de açıktan yansıtan değerlendirmeler vardır– ayrım ekseninde, "armağan ilişkisi" (A. İnsel)
vb. birleşmektedirler.
amaç olan özerk faaliyetler" sürdürülmesi olarak tanımlar. "Özerk faaliyetler"i de eleştirisinin
temeline yerleştirdiği "iktisadi akılsallık" ve "mega makine"ye karşıtı yönde alınıp satılır olmayan,
saate bağlı olarak ölçülmeyen ve yapıldığının tatminini kendisi üreten müzik, aşk, eğitim, düşünce
alışverişi, bir hastaya güç verme, yaratıda gibi faaliyetler olarak tanımlar.
Kimi yerlerde ayrıntılara inerek verdiğimiz yazarın görüşlerinin genel çerçevesi budur. O duygusal bir
yakınlık ve yer yer kesişmeler göstermekle birlikte Yeşiller gibi çözümü küçük ölçekli üretime
dönmekte görmemekte "mega–makine"ye karşı daha umutsuz bir bakışa sahip olduğundan "üretimin
özyönetimine dayalı örgütlenmesi" türünden anarşist önermelere de uzak durmaktadır. Onda önerdiği
alternatif toplumun nasıl gerçekleşeceği, ona nasıl geçiş yapılacağı, bir iktidarın olup olmayacağı,
olacaksa sınıf karakterinin ne olacağı konusunda açık görüşler bulamıyoruz. Önerilerini Avrupa
solunun genel gidişatı, program ve hedefleriyle ilişkilendirerek sunmaktadır. Sosyal demokrasiyi
uygulanmış örnekleri ve yönelimleriyle bu perspektifin içerisinde değerlendirmektedir. Proletaryaya
ise bu kitabı yazışından (1991) on bir yıl önce "elveda" dediğini biliyoruz. Sözü uzatmaya gerek yok,
A. Gorz'da Avrupa'daki birçok benzeri gibi toplumsal sistemler arasında bir ayrım koymadan evrimci
bir sosyal dönüşüm programı ileri sürmektedir. Ve salt bu açıdan bile değerlendirdiğimizde görüşleri
ütopizmle sisteme bağımlı bir pasifizmin, sistemin ezici, yıkıcı, dağıtıcı saldırısı karşısında
küçükburjuvazinin düşsel/ahlaksal tepkisiyle pratikteki teslimiyetin, reformculuğun ötesine geçmeyen
görüşlerin ifadesidirler. Sınıf mücadelesi dinamiklerine sıkıca dayanıp, kendisini proletaryanın
kurtuluşu mücadelesine bağlamayan ve devrimci dönüşümler öngörmeyen hiçbir görüş, alternatif bir
sosyalizmin kurucusu olamaz. Soruna siyasal ve proletaryanın sınıf mücadelesi ekseninden
baktığımızda söylenmesi gereken en başta budur.
Şimdi bu "alternatif toplum" modelinin önermelerini temellerine inerek ve onların hareket noktalarıyla
birlikte değerlendirelim.

Karşıt iki sistem: sosyalizm ve kapitalizm


A. Gorz sosyalizmle kapitalizmi paydalaştırırken işçinin üretimle ve ürünle ilişkisini salt fabrika
boyutuna indirgemekte, değerlendirmelerin üretim tekniklerindeki gelişme ve bunların çalışma
üzerindeki etkileri üzerinden yapmaktadır. Bu yaklaşım onu serbest zaman toplumunu (amaç ve
içeriğe daha uygun olduğu için bunu kullanacağız) tarihsel somutluğu içerisinde ve gelişme evreleriyle
birlikte düşünmekten uzaklaştırdığı, üretici güçlerin gelişiminin bundaki rolünü gözardı etmeye
götürdüğü gibi bizzat onun hazırlayıcısı durumunda olan, ona köprü kuran sosyalizmi kapitalizmle
aynı kefeye koymaktadır. Bu bir dizi temel karşıtlığın silinmesidir.
Sosyalizmde de fabrika ve işletmelerde büyük sınai üretimin gerekli kıldığı yönetim, işbölümü,
uzmanlaşma üretimin gerçekleşebilmesinin koşulları olarak yürürlüktedir. Bilimsel iş organizasyonları
işçilerin yaratıcı katılımını sağlayacak ve üretkenliği artıracak şekilde gerçekleştirilir. Hiyerarşi üretim
faaliyetinin zorunlu kıldığı sınırların içerisindedir ve kapitalizmde olduğu gibi egemen sınıfın
hakimiyetini karmaşık mekanizmalarla pekiştiren bir yönetim biçimine olanak tanınmaz. Kafa/kol
emeğinin fabrika düzleminde ortaya çıkan sorunlarını da bu çelişkinin çözümü yönünde ele alır;
politeknik eğitim kapsamı içerisinde, işçilerin bilinç düzeyini ve teknik kapasitesini geliştirici, yönetici
işlevlere doğru çeken yaratıcı bir çalışmanın örgütlenmesine girişir. İşçi ile yönetici ve uzman kadrolar
arasındaki ilişkinin niteliği kapitalizmdekinden tümüyle farklıdır. Fabrikadaki yöneticiler, uzmanlar şu
ya da bu kapitaliste ve onların iktidarına değil işçi sınıfına ve halka hizmet etmektedirler. Üretimin
amaç ve hedefleri açısından aynı ortak çıkarda birleşmektedirler. (Sorunun nihai çözümü ise, kafa/kol
emeği arasındaki çelişkinin sosyalizmde ele almışı ve çözümünde bulunmaktadır. )
Sosyalizmde işçinin üretimle ilişki kuruşu, A. Gorz'un sıkıştırdığı bir fabrikada işçi/ürün ilişkisinin
çok ötesinde onun yok farzettiği alanlardan başlar. Yapılan işe, işin yapılış biçiminin–teknik
örgütlenişinin ötesinde anlam kazandıran etmenler bulunmaktadır artık. İki sistem, kapitalizmle
sosyalizm arasındaki temel karşıtlığı oluşturan etmenlerdedir bunlar. Yazarın "mikro" alana indirip
"çalışmanın dışardan örgütlenmesi-heteronomi" olarak tanımladığı "tipoloji"yle özsel bir karşıtlık
vardır tam da burada.
Sosyalizmde proletarya iktidarı ve toplumsal mülkiyet vardır. Üretim kapitalizmdeki gibi artı-değer
sömürüsü ve kapitalistin azami kârı elde etmesi amacıyla değil toplumun maddi ve kültürel
gereksinmelerinin karşılanması ve buna süreklilik kazandırılması amacıyla gerçekleştirilir. Demagoji
ve gizleme çabalarına karşın temel yasalar, merkezi planlar –SB ve Arnavutluk'ta olduğu gibi–
kitlelerin önerilerine açık ve nihai olarak onların onayıyla kararlaştırılırlar. Kitleler üretimin
hedeflerinden kopuk olarak değil onun bilincinde olarak üretim süreçlerine katılırlar. Emekçi kitlelerin
maddi ve kültürel refahının sağlanması, sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünün –dolayısıyla
kapitalizmin ömrünü doldurmuş bir sistem olduğunun– kanıtlanması, toplumun gelişimiyle uyumlu bir
şekilde bireyin özgürce gelişiminin sağlanması ve bunun komünizmle birlikte gerçekleşecek üst
koşullarının hazırlanması, –onun bir parçası olarak, çalışma sürelerinin giderek daha da kısaltılacağı
bir gelişme düzeyine üretici güçlerin çıkarılması– artık üretim bu amaçlarla yapılmaktadır ve işçi de
bunun bilincindedir.
Sosyalizmde üretim araçları toplumsallaştırılmıştır. Sömürücü sınıflar ve insanın insan tarafından
sömürülmesinin koşulları ortadan kaldırılmıştır. İşgücü meta değildir. Emeğin, gerekli ve artı emeğe,
ürünün gerekli ve artı ürüne bölünmesi, dolayısıyla artı-değer sömürüsü yoktur. Üretim tüm
toplumun ve onun her bir üyesinin gereksinimlerini karşılamak amacıyla yapılır. Bunun için de emek,
kendisi ve toplum için emek olarak ikiye ayrılır. Kendisi için emek, emeğin niceliği ve niteliğine
göre dağıtılır, ailesiyle birlikte işçinin gereksinimlerinin giderilmesini sağlar. Toplum için emek,
işçinin çalışmasını toplum için olan bölümüdür; üretimin genişlemesi, yeni teknolojiler, eğitim, sağlık,
yaşlıların ve iş yapma yeteneği olmayanların (hasta vb.) bakımı, konut yapımı, yönetsel işler, savunma
giderleri vb. toplumsal gereksinimlerin karşılanmasını sağlar. Bu fonlar, üretici güçlerin ileri
düzeydeki gelişimi ve toplumsal üretimdeki artışla ve toplumun kültürel düzeyinin yükseltilmesiyle
komünizme geçişin koşullarım hazırlar.
Toplumsal üretim ve elde edilen ürünler, bütün sonuçlarıyla emekçilerin yararınadır. Üretim araç ve
hedefleriyle ortak toplumsal çıkarla emekçinin bireysel çıkarı arasında tam bir uyum yaratır. Bu uyum
emekçiyi üretim süreciyle bütünleştirir. Yabancılaştırıcı öğeleri ortadan kaldırır. Dolayısıyla
çalışmayla ilişki kuruş kapitalizmdekinden tümüyle farklıdır, özsel bir değişikliğe uğrar. Sosyalist bir
ülke, emekçilerin ülkesidir. Bir işçinin kendisi için çalışmasıyla toplumsal gereksinmeler için
yürüttüğü çalışma birbirini içerir bir bütünlük oluşturur; ikincisi bütün sonuçlarıyla emekçiye döner.
A. Gorz'un heteronomi kavramı içerisinde ifade ettiği "çalışmanın dışardan koordine edilen işlevlerin
yerine getirilmesi..." –biz biraz daha vurgulu söyleyip "çalışmanın dışardan dayatılması" diyelim–
Sosyalist toplumsal koşullara, sınıf yapısına, iktidarın niteliğine, amaç ve hedefleriyle üretimin
örgütleniş tarzına yabancıdır. Kapitalizmdeyse işçinin işle ve emeğinin ürünleriyle ilişkisinde ortaya
çıkan yabancılaşmanın kökleri kapitalist özel mülkiyette, kapitalist toplumsal yapı ve ilişkilerdedir.3
Üretim organizasyonlarına, yönetim ve uzmanlık ilişkilerine yön verip biçimlendiren de bu temel
farklılıklardır.
Sosyalist çalışmanın örgütlenmesi, üretim ve iş organizasyonları konuları, A. Gorz'un yaptığı türden
kapitalizmle sosyalizm arasındaki özsel karşıtlıkları silerek indirgemeci paralellikler kurarken, liberal-
anarşist özyönetimci modeller fabrika örgütlenmelerine taşınırken, tam bir bellek silmeyle birlikte
demagoji ve spekülasyonun en fazla yürütüldüğü konular olmalarından dolayı bazı hatırlatmalarla
üzerinde biraz daha duralım.

Komünist çalışma ve yaratıcı çalışmanın örgütlenmesi


Sosyalizm çalışma konusunda devrimsel bir değişikliği gerçekleştirdi. Devrimle birlikte çalışma tüm
köleleştirici bağlarından kurtuldu. "Başkaları için çalışma, sömürücülerin hesabına zorlamaya dayalı
çalışma yüzyıllarından sonra, çağdaş kültürün ve tekniğin tüm kazanımlarından yararlanarak kendisi
için çalışmanın olanağı ilk kez ortaya çıkmaktadır." (Lenin) Baskı, sömürü, işsizlik, sefalet, işçiler
arasında rekabeti körükleyen koşullar bütünüyle ortadan kalkıyordu. İşçi, tekniğin gelişiminde
kapitalizmde olduğu gibi kendisini işsiz bırakıp mahvına yol açacak bir düşman görmüyordu artık,
tersine, yeni üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünü açmasında toplumsal üretimin

3 A. Gorz, sorunu iyice daralttığı temel ve özsel olanları dışarıda bıraktığı için kalite çemberleri türü grup inisiyatifini artırıcı iş örgütlenme biçimlerini "...
heteronomi derecesini iyice azaltır..." biçiminde değerlendirmekte fakat onun kafa/kol emeğini birlikte sömürmesi ve emek sömürüsünü artırmasına,
taylorizm/fordizme göre daha modern bu sömürü biçiminin emeğin yabancılaşmasına yol açan sistemdeki temel etmenleri daha görülür hale getirmesine
ilişkin hiçbir söz etmemektedir.
artışım, maddi ve kültürel gereksinimlerini daha fazla karşılayabilmeyi, kendisine daha fazla serbest
zaman sağlayacak çalışma sürelerinin kısalmasını görüyordu. Her işçi katkıda bulunduğu toplumsal
zenginliğin kendisine döneceğinin bilinciyle çalışıyor, zoraki bağlarından kurtulmuş toplumun maddi
ve kültürel refahını geliştirecek olan kolektif çalışmanın bir parçası olmaktan mutluluk duyuyordu. Bu
nedenle çalışma bir kıvanç kaynağıydı.
Sosyalist çalışmanın niteliği işçinin çalışmaya bakışını, tekniğe bakışını, işle ilişki kuruşunu
farklılaştırıp üretim ve iş organizasyonlarında büyük bir atılımı da ortaya çıkarttı.
İşçi sınıfının çalışmaya bakışının değişmesinin iş ve üretim organizasyonlarına yansımasının ilk büyük
örneği devrimin ilk yıllarında iç savaş sürerken ortaya çıktı. RKP Merkez Komitesi'nin devrimci
tarzda çalışma çağrısı bir grup demiryolu işçisi tarafından yanıtlandı. Aralarında komünistler ve
komünist sempatizanların bulunduğu toplantıda devrimin içerisinde bulunduğu zorlu iç ve dış koşullar
göz önüne alınarak dinlenme sürelerinden özveride bulunularak cumartesileri 6 saat fazladan çalışma
tartışıldı ve oybirliğiyle kabul edildi. İşçilerin yaptığı açıklamada "Devrimin kazanımları söz konusu
olduğunda, komünistlerin yaşamları ve sağlıklarını sakınmamaları gerektiği gözönüne alınarak
çalışma ücretsiz yapılmalıdır. Kolçak üzerinde tam zafere dek tüm alt bölgede Komünist Cumartesi
yürürlüğe konmalıdır." deniliyordu.
Lenin işçilerin kendi inisiyatifleriyle başlattıkları bu gönüllü ve ücretsiz çalışmada bilinç ve
gönüllülük üzerinde yükselen yeni bir toplumsal disiplini/sosyalist disiplini, komünizmin kapitalizm
üzerindeki zaferini ve "fiili başlangıcı"nı görür. Bunun kazandırdığı devrimci coşkuyu her satırında
gördüğümüz "Büyük Başlangıç" yazısında iktidar ele geçirildikten sonra "zaferi kazanabilmenin"
ikinci koşulu olarak"... tüm emekçiler ve sömürülenler kitlesini ve tüm küçükburjuva katmanları, yeni
bir ekonomik inşa yoluna, yeni bir toplumsal bağ, yeni bir çalışma disiplini, bilimin ve kapitalist
tekniğin son sözünü, sosyalist büyük üretimi yaratan hedef bilinçli çalışan insanların kitlesel bir araya
gelişiyle birleştiren yola götürmek.
"Bu ikinci görev birincisinden daha zordur, çünkü tek bir darbenin kahramanlığıyla asla çözülemez,
aksine günlük kitle çalışmasının en sürekli, en inatçı, en zor kahramanlığını ister. Fakat bu görev aynı
zamanda birincisinden daha da önemlidir, çünkü son tahlilde burjuvazi üzerinde zaferler kazanma
gücünün en derin kaynağı ve bu zaferler kalıcılığı ve geri döndürülemezliğinin birinci garantisi,
sadece yeni, daha yüksek bir toplumsal üretim tarzı olabilir, kapitalist veya küçük burjuva üretimin
yerine sosyalist büyük üretimin konması olabilir." (SE; c.9–Sf.472)
Sosyalist ülkenin efendisi olan işçilerin özgür ve bilinçli çalışmasını izleyen atılımları 1920 ve
1930'larda gelişen Udarnik (vurucu işçi) ve Stahanovist Hareket'tir. İsmini cephede en şiddetli
çarpışmaların olduğu bölgelere gönderilen vurucu kuvvetlerden esinlenen vurucu fabrikalar
kızılordunun ihtiyacı olan silah ve donanımı rekor denebilecek sürelerde karşılarlar. Bu yaygınlaşır,
vurucu gruplar, vurucu takımlar oluşur. Birinci Beş Yıllık Plan köylülerin ve aydınların da içerisine
çekildiği çok daha geniş, yığınsal bir atılıma önderlik eder. Tarihte ilk kez bir halk kendi geleceğini
planlamakta ve kendi elleriyle kurmaktadır. Plan bu açıdan olağanüstü bir anlama sahiptir ve kendisi
başlı başına bir coşkunun kaynağıdır. "Beş yıllık planı dört yılda gerçekleştirelim!" sloganı atılır ve
gerçekleştirilir. Gönüllü ve özverili çalışmanın, kolektif seferberliğin zaferidir bu.
Stahanovist hareketi karakterize eden ise sadece özverili bir çalışmaya dayanan bir üretim artışının
sağlanması değildir. "Heteronomi", "çalışma demokrasisi", "özyönetim" vb. türden anarşist, oportünist
gevezeliklere karşı iyi bir yanıt vardır burada. "Bilimin ve kapitalist tekniğin son sözünü" söylediği
yerden başlayan sosyalizm, üretim tekniği ve iş organizasyonunu yeni bir düzleme sıçratmaktadır.
Kömür üretiminde makinenin, yeni tekniğe uygun bir işbölümüyle kullanımı sonucu büyük bir artış
sağlanır. Daha önemlisi sosyalizmde işçinin robotlaştırıldığı ve üretim süreçlerinde hiçbir inisiyatifinin
olmadığı demagojilerine asıl yanıt oluşturan iş ve üretim organizasyonundaki bu yeniliğin sıradan bir
işçi tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Stahanovist hareket de genelleşti. Çeşitli üretim dallarında yüzlerce, binlerce küçüklü büyüklü tekniği
geliştirici buluşla, gelişen tekniğe uygun iş örgütlenmesi yaratma birleşti. Bu atılımları gerçekleştiren
işçiler, emeğin niteliği ve niceliğine göre daha yüksek ücret alıyorlardı. Fakat onları dürtükleyen bu
değildi; sosyalizmin yaşatılması ve sosyalist Sovyetler'in kapitalizme kesin üstünlüğünün
gösterilmesiydi.
Günümüzde kapitalizm iş ve üretim organizasyonları ve "insan kaynakları"nın kullanımı üzerine
büyük bir propaganda yürütüyor. Gelişkin bir teknikle, üretim sürecinde kafa ve kol emeğinin birlikte
kullanımını ve hatasız üretimi hedefleyen bizdeki yaygın ismiyle "kalite çemberleri" denilen sistemi
bulanlar da yine sosyalist işçilerdir. Bu buluşta sosyalizmin kafa ve kol emeği arasındaki çelişkiyi
çözme ve bunun sonucu daha yüksek üretim ve kalitede ürün alma perspektifi yönlendirici rol
oynamıştır. 1955 yılında Saratovlu bir grup makine yapım uzmanı üretimin kusursuz gerçekleşmesi ve
ürünün hemen teslimini içeren bir sistem geliştirdiler. Yüksek bir kalite normu belirleniyor, buna
ulaşmak için ürünün denetimi son aşamaya bırakılmadan işçilerce gerçekleştiriliyordu. Saratov sistemi
başlangıcından itibaren üç unsurun, tekniğin, iş organizasyonun ve eğitimin birbiriyle bağlantılı olarak
yürütülmesi ve geliştirilmesine dayanıyordu. Bunun için atölyelerde tekniğin, yaratıcı yarışma ve
enerjinin kullanımıyla birlikte değerlendirildiği toplantılar ve aylık teknik organizasyon planları
belirleniyordu.
Bellek silmeye karşı yaptığımız bu kısa hatırlatmalar, sosyalizmle birlikte kendi ülkelerinin ve
kaderlerinin efendisi olan emekçilerin çalışmaya ilişkin bakış açılarındaki değişimi, tekniğin
geliştirilmesinde, iş ve üretim organizasyonlarında nasıl yaratıcı yenilikler ortaya koyduklarını, büyük
bir inisiyatifin nasıl doğduğunu, geri bir ülke iken en gelişmiş kapitalist ülkelerin önüne geçen ve
sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünü kanıtlayan sosyalist Sovyetler Birliği'nin gelişimini
anlatmaktadır.

Bilimsel sosyalizme karşı varoluşçu perde


Kapitalizmin birçok eleştirmeni gibi A. Gorz da sayma, hesaplama, ticarileşme, yetinmeme, azamiye
sahip olma, liberalizmin bireyciliği rasyonalleştirmesi, makineleşme, meta üretim ve dolaşımının
genelleşip yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan bir dizi "kötülüğün", birey ve bireyin yaşamındaki bozucu –
yıkıcı etkilerinin– varoluşçu teorisyenlerin referanslarıyla güçlü bir betimlemesini sunar bize.
Anlatımında feodal ve loncacı sosyalizmin görüş açısı olsa da onların kapitalizmin gelişiminin bireysel
ve toplumsal alandaki yıkıcı etki ve sonuçlarına karşı çıkış biçimlerine hayırhah bir noktadan bakar.
Toplumsal alanın örgütlenmesine ilişkin –heteronomiden kurtuluş ve özerk faaliyetler kapsamındaki–
önermeleri denildiğinde loncacı sosyalizme yakınlaşan bir anlayışı buluruz Gorz'da.
Gorz'un "çalışmadan özgürleşme" görüşünün alternatifleri "kendi için çalışma" ve "özerk
faaliyetler"dir. Kendisi amaç olan, gerçekleşme biçiminde buna uygun olan, zaman kaygısı olmayan,
zevk veren, doğruyu, iyiyi, güzeli gerçekleştirme gibi bir arzudan kaynağını alan, ticari değişim
karakteri olmayan, karşılık beklemeden verilen, bağışa dayalı ilişkilerin kurulduğu özerk faaliyetler...
Eğitim, sağlık, sanat, felsefe, din, bilim alanlarında bir satın alma ilişkisine dönüştürülmeyen koşulsuz
kendinden bağış içerir ilişkiler kurulabileceğini söyler. Gorz'da bireyin varoluşsal özerklik arayışı onu
yaşamın mikro/sosyal alanına götürür. Varoluşçu düşünce burada cüceliğiyle ortaya çıkar ve fırlattığı
bumeranga çarpar. Toplu konut yapımlarının, oturanlar arasında iletişimi sağlayacak (İsveç örneğini
vermekte. Gerek sosyal demokratların, –Gürbüz Çapan öneriyor– gerek İslami cemaatlerin önerip kimi
yerlerde uyguladığı) biçimde bir sosyal plana göre yapılması, eğitim, sağlık, yaşlıların bakımı gibi
sosyal faaliyetlerin "özerk faaliyetler" kapsamında değerlendirilmesi gibi önerilerden sonra,
önerilerinin mikro-sosyal alanın iyice daraltılarak birlikte ekmek yapma, ev işleri alanına doğru iniyor.
"Bir özerklik alanının genişlemesi, zaman artık hesaplanmadığından, bireyler zaman yokluğu
yüzünden dış hizmetlere terk ettikleri faaliyetlerin bulunduğu ev işi alanına veya gönüllü işbirliğinin
mikro-sosyal alanına geri dönmeyi seçmelerini gerektirir" (İktisadi Aklın Eleştirisi, sf. 207)
"Mikrososyal" alanda getirilen bu öneri ve verilen örnekler, şaşılacak bir ufuksal darlığın ifadesidirler.
Gorz'un ufkunu bu kadar sınırlayan nedir? "Mega makine", "bilişsel akılcılık", "toplumsal
heteronomi" onu kendi adacığına sığınmaya, kaçışa götürmekte, öznelci kimlik arayışı ve bireyin
kendini varetme çabası yaşamın mikrososyal alanına indirgenip boğulmaktadır.4 Bu noktada bir
4 "Megamakina", "bilişsel akılcılık", "toplumsal heteronomi", "kültürel hegemonya"..., gibi kavramlar oportünist teorilerin değerlendirmelerini yansıtır ve
alternatif önerilerinin çıkış noktalarını oluştururlar. Egemen sınıfın iktidarını politik egemenliğin yanısıra ekonomik, toplumsal, kültürel alanlarda eskisine göre
daha derinlemesine ve birbiririni güçlendirecek yöntemlerle örmesi –oportünist teorilerin de çıkış aldıkları zemini oluşturmaktadır. Örneğin, burjuvazinin
medya silahıyla, iletişim kanallarıyla kitlelerin yaşamı üzerinde sağladığı hakimiyete karşı bu görüş, politik mücadeleyi, sınıf savaşımının dıştalayıp
"ideo/kültürel hegemonya"ya karşı mücadelenin merkeze alınması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Ya da burada "toplumsal hetoromomi" kavramında
ifadesini bulan görüş, çok daha kapsamlı "alternatif" teorilerin üzerine bina edildiği bir alandır. Kaçışa dayalı "alternatif" küçük topluluk yaşam biçimleri
kurmak, yerel, grupsal, marjinal toplulukların kendisini ifade ettiği sistemin içerisinden örgütlenecek " sivil toplumcu" ve "dayanışmacı" modellerle
teorinin olanca açıklığıyla sefaletini görürüz.
Teorik sefalet kendisini Yeşillerde olduğu düzeyde açık ifadelerde olmasa bile, gelişkin teknolojinin
sunduğu daha ileri bir yaşam düzeyine gerici bir temelde karşı çıkışıyla ortaya koyar. Örneğin, şunu da
söyler: "Zamanın ender olmaktan çıktığı toplumlarda çözülmesi gereken sorun, demek ki, 'elektronik
ev' modelinin ve kendi için bütün çalışmayı profesyonel hizmetlere aktarmanın (kadını bunaltıp
aptallaştıran, köleleştiren, ev içi işler için söylüyor bunları. Çözümü de tekniğin sağladığı imkanların
kullanılmasında değil aile içi işbirliğinde görüyor –nba) tamamen tersidir. Tersine, kendi için çalışma
alanını yeniden genişletmek gerekir, insanlar bu sayede kendilerine ait olurlar; karşılıklı olarak
topluluklarına veya ailelerine ait olurlar ve her biri dünyanın duyulur maddiliğinde köklerini bulur ve
bu dünyada herkes başkalarıyla ortaklık kurar." (sf. 194) Bu görüşleri mega tekniğin mega kentine
karşı komşuluk ilişkilerini, mahalleye, köye, herkesin birbirini tanıdığı, selamlaştığı, hal hatır sorup
yardımlaştığı o eski kasabalara, mahallelere duyulan özlem izler. Garip ama gerçek!
Yaşamı mikro-sosyal alana indirgemek Gorz'u o kadar daraltmaktadır ki bireyi/özgürleşmeyi evrensel
ilişkiler içerisinde düşünememektedir. Bireyin özgürlüğü ve "özerk faaliyetlerde ilgili tasarımları bir
emeklinin ya da kapitalizmin yozlaştırıcılığından kendisini uzak tutmaya çalışan küçükburjuva bir
ailenin beklentileri kadardır. "Mega-makine"nin yıkıcılığından uzak ve onun toplumsal ilişkiler
alanında ortaya çıkardığı cangıldan kurtulunduğu iyi ve güzelin hükmettiği bir mikrososyal yaşam!
Tasarımlarında biraz bunun dışına çıksa "makine çağının teknikçiliği"5 –ile– karşı karşıya kalacaktır.
Sınıfların, sınırlar olmadığı, yaşamsal zorunluluklarından kurtulmuş bireyin komünal düzeyde ve
evrensel ölçeklerde gireceği ilişkiler ve bunların ona sağlayacağı evrensel zenginleşmenin, çok
yönlülük, sayılamayacak çeşitlilik ve özgünlüğün bireyi çok farklı bir gelişme düzeyine çıkartacağını,
ilişkilerin temelinde bir değişiklik yaratacağını düşünememektedir. Örneğin insanın doğaya hakim
olması ve özgürleşmesinin sonsuz bir açılımını sunan uzayın fethinin yeni buluş ve keşiflerle iç içe
geçmiş yaratıcı mutluluğu ya da zorunluluk olmaktan çıkmış bir işi topluma en fazla yarar sağlayacak
şekilde yapmak (mikro-sosyal alanla sınırlandırmadan) özgür bireyin gelişimini bu etkinliklerin
içerisinde düşünmek, Gorz'a çok uzaktır. Çünkü bunlar, bireyi toplumsallaşmış birey olarak geniş
ölçekli ilişkiler içerisinde düşünmeyi gerektirir. Keza bunlar "mega-makine"ye; bilgisayarlara,
tekniğin en yeni ürünlerine ihtiyaç duyurur ve ancak onlarla yapılabilir.
Üretici güçlerin ileri gelişme düzeyi ile, sınıfların ve sınırların ortadan kalkmasıyla kültürel ilişkilerin
yeni bir düzeye çıkmasıyla bireyin toplumsallaşmasını evrensel ölçekleri doğmuşken, bireyin sonsuz
çeşitlilik ve zenginlikte gelişmesinin koşulları ve olanakları ortaya çıkmışken bireyin "varoluşsal
özerkliği"ni mikro-sosyal alanda varetmeye çalışmak, ancak çıkışını bireyden alan bunalımlı teorilerin
sefaletini gösterir.
A. Gorz ekonomiye felsefeden bir yanıt arayışına girer daha sonra da sosyolojiye geçer. O,
"Heteronomi" tanımıyla birlikte varoluşçuluğun alanına girmiştir; çözümlemelerini varoluşçu
felsefenin görüş açısından yapmaktadır. "Makine çağının teknikçiliği", "bilgisayarlaştırılmış işçi"
karşısında birey için "varoluşsal özerklik" arayışındadır.
Kapitalizmin kriz ve çalkantıları içerisinde kendisini arama/bulma, varetme ve kanıtlama çabası
içerisine giren küçükburjuva bireyin öznelci çabasının A. Gorz'daki gelişme biçimi "mega-teknik
makine" ve çalışmanın "heteronomi"yi ortadan kaldırmayan koşulları karşısında çıkış bulamayarak
varoluşsallığın bu alanın dışında –çalışmadan özgürleşmede– aranmasıdır. Gorz varoluşçu düşüncenin
kaynaklarından biri olan Husserl'den (olaybilim) bir aktarma yaparak sorar: "Husserl tarafından
sorulan ve eleştirel teori yandaşlarının çıkış noktası olacak uygun soru burdan kaynaklanır: Doğaya
egemen olma matematikselleştirilmiş dünyanın soyut gerçekliğine mi dayanır yoksa yaşam–

demokratik sosyalist bir alternatifin geliştirilmesi (ÖDP'de ifadesini bulan), gibi görüşler ileri sürülmektedir. Bu tür görüşler hangi alanı çıkış alıyorlarsa o
alanda bir sınırlandırıcılık teorilerinin temelini oluşturmakta, kimileri politik mücadeleyi bütünüyle yadsıma ya da iyice dolayımlandırma biçimine giderken,
yaygın olarak da, proletaryanın öncülüğünü yadsıyıp genel bir "toplumsallık" içerisinde eritme, proleter sınıf savaşımını ve proletarya diktatörlüğünü yadsıma
tutumu içerisindedirler. Günümüzde burjuva egemenliği uluslararası ve ulusal planda çok daha gelişkin birçok yönün içiçe örüldüğü karmaşık bir sistem ve
bir ağ oluşturmaktadır. Bu ağı parçalamak için savaşımın da eskisine göre çok yönlü, çok cepheli yürütülmesi şarttır ve parti, bu çok yönlü savaşımın
kurmayı ve organik yönetim merkezidir. Bundan da anlaşılacağı gibi, her cephede yürütülecek olan savaşım politik savaşıma bağlı, onun bir parçası olarak
yürütülecektir. Çeşitli grup ve toplulukların özgül talepleriyle yerel inisiyatifler geliştirmesini demokratik sosyalist dönüşümün asli dinamikleri olarak görüp
proleteryanın öncülüğünü ve proletarya öncülüğünde sınıf savaşımını yadsıyan ve bu sınıf savaşımını proletarya diktatörlüğüne vardırmayanIar, bayağı
reformistlerdir. Anarşizmin politikaya kayıtsızlığını da bunun yanına yazmak gerekir...
5 Adomo'dan aktarıp "Adorno'nun mükemmel bir şekilde formüle ettiği: Makine çağının teknikçiliği..." diyor.
dünyasının hissedilir gerçekliğine mi?" ve kendisi ekler "Veya: bir tekniğin yöntemli olarak
uygulanmasını, kişinin gövde sayesinde dünyaya ilişkin, hissedilir, cisimsel bir varlık olarak
kendisiyle kurduğu hangi ilişki belirler?" (İktisadi Aklın Eleştirisi, sf. 110)6
İnsanın kendi kendini varetmesi, gerçekleştirmesi, varoluşçu düşüncesi "megateknik makine" ve
çalışmanın bugünkü koşulları karşısında çıkış ararken toplumsal gelişme yasalarını yadsıyan tek benci
bir arayış içerisindedir. Sınıf, sınıflar mücadelesi, sosyal devrim, (proletaryanın tarihsel rolünü yadsır),
insanın insan tarafından sömürüsünün, her türlü sınıf egemenliğinin ve sınıfların ortadan kalkmasıyla
ancak bireyin gerçek özgürlüğe ulaşabileceği düşüncesi yoktur.
Toplumun gelişme yasaları, bu yasaların uygulanışı, ekonomik, sosyal, kültürel hangi aşamalardan
geçileceği ile hiç ama hiç ilgili değildir. O sadece bireyden yola çıkmakta ona varoluşsal özerklik
yaratmak istemektedir. Bu görüş kendini varetmenin koşulu olarak özgürleşme/özerklik üzerine çok
durmasına karşın bireysel arayış ve tıkanmaların ötesine geçemez. Kendi özünü yaratma arayışındaki
birey, toplumsal olanla çelişir, toplumun kişiyi bireyselliğinden yoksun kıldığını ve baskı altına
aldığını ileri sürer. Gorz'da toplum-birey ilişkilerinde pozitivist sosyolojinin yaklaşımlarını irdelerken
de bunu görürüz.
"Öz olarak; toplum, toplum olarak işlemek için ihtiyaç duyduğu bireyleri üretir ve onlar aracılığıyla
kendini yeniden üretir. İlk veri olarak toplumdan –yaşanan kişisel deneyimden yola çıkarak farkına
varamayacağı bir veridir bu– yola çıkan sosyolog, sonuçta toplumu bireyin anlaşılırlık ilkesi olarak
ortaya koyar, bu da onu toplumun kendi kendini anladığını; toplumun hakiki özne olduğunu ileri
sürmeye mecbur eder. (...) Böylece, her bireyin kendi içinde bir gerçeklik olduğunu, bu gerçekliğin
toplumun bireye söylemesi ve yapması için verdiği araçları aştığını ve sosyologların bireyin
'toplumsal kimliği' veya 'bireyselliği' veya 'kişiliği' olarak adlandırdıkları şeyle hiç kimsenin
çakışmadığını anlamayı imkansızlaştırır." (Age. sf. 212)
Bireyin kendi özünü yaratma varoluşçu düşüncesi bu noktada burjuva sosyolojisine karşı gerici bir
eleştiri yöneltmektedir. Orijinal bir özne olarak gördüğü bireyi toplum ilişkisinin dışına çıkarmaktadır.
Toplum/birey ilişkisinin doğru diyalektik kuruluşuna aykırıdır varoluşçu görüş. Bireyin özerk
varoluşunu sağlayabilmesini toplumla karşı karşıya gelişte, toplumla gireceği çatışmada bulmaktadır.
"Birey-özne ile toplumun zorunlu kıldığı veya ifade etme araçlarını verdiği 'kimlik' arasındaki
uyuşmazlık hem bireysel özerkliğin hem de bütün kültürel yaratının kaynağındadır." (Age. sf. 213)
Bu düşünce sistematiği devamında toplum parametrelerini de bireylerin özerkliğinden yola çıkarak
yeniden oluşturur. "Toplum yeni ilişkilerin, yeni dayanışmaların oluştuğu ve mega makineye ve
yıkımlarına karşı mücadele etmek için yeni kamusal alanlar yarattığı sistemin zaman aralıklarından
başka bir yerde değildir'' dedikten sonra "toplum ancak bireylerin özerkliği üstlendikleri yerde var ve
geleneksel bağların parçalanması ve aktarılan yorumların çöküşü bireyleri mahkum eder; ve
bireylerin kendilerinden yola çıkarak, gelecekteki bir toplumun tohumları olabilecek toplumsal
hedeflerin, ilişkilerin ve değerlerin yaratılmasını görev edinecekleri yerde varolur" (Age, sf. 216)
Sonuçta bu görüşlerle "bireylerin kendilerinden yola çıkarak toplumu varetme" biçiminde
özetlenebilecek öznelci bir toplum yaratma saçmalığına varırız. Proleter sınıf mücadelesinden, sosyal
devrimden, somut-tarihsel koşullardan kopartılan, denklemi "birey-özne"den topluma doğru tersten ve
tek yanlı kuran "bireyin varoluşsal özerkliği" arayışları çözümsüzdür. Ayrımsız olarak toplumu bir
cendere gibi gören, bireyin özerk varoluşunu toplumla çatışmada bulan bu görüşe karşılık, toplumla
birey arasındaki ilişkinin çatışmalı ve birbirini dıştaladığı değil her birinin gelişiminin diğerinin
gelişimine önayak olduğu, uyumlu bir ilişkinin sistemi olacaktır komünizm. Ancak yeni toplumsal
ilişkiler düzlemine geçilmesiyle birlikte, toplum/birey arasındaki çelişkilerden bu yeni düzlemde yerini
uyumlu ilişkilere, çözümü güç olmayan sorunlara bırakmasının koşulları doğmuş olacaktır. Zaten
esasen sorun gösterilmek istendiği gibi toplum/birey arasındaki bir çelişki değil uzlaşmaz sınıf

6 Gorz, dünyayı da özneden yola çıkarak tanımlamaktadır. Dünyayı algılayış ve ilişki kuruşu varoluşsaldır. Görüşünü ifade etmek için şunu söyler:
"Husserl'de 'yaşam dünyası' öncelikle, tıpkı gövdemizde doğrudan sahip olduğumuz dünya gibi, hissedilir maddiliği içerisindeki dünyadır; ve bu dünya
gövdemizinki kadar güçlü bir kesinlik ve gerçekliktedir. Dünya, gövde yoluyla bize aittir ve biz dünya yoluyla –dünyadayızdır– gövdeye aidizdir. İçine
doğduğumuz insanlaştırılmış dünyayla ve başkalarıyla ilişkili olarak gövdemizi yaşamayı, görmeyi, yürümeyi ve konuşmayı öğrenirken, aynı zamanda
öğrendiğimiz kültürel bir matrise göre bu karşılıklı ayrılmazlık ilişkisinin anlamı hakkında her zaman bilgi edinilir ve üzerinde değişiklik yapılır. Yine de kültür
tarafından biçimlendirilecek, çizilecek, üsluplaştırılacak veya barbarlık tarafından yadsınacak madde olan şey, içindeki bedensel varlığımız sayesinde
yaşantılanan dünyanın tözüdür." (Age. sf. 111)
karşıtlıklarının olduğu sistemde öncelikle söz konusu bu karşıtlıktır. Ki bunun çözümü devrimdir.
Sosyalizmde sömürücü sınıfların tasfiyesiyle birlikte geriye kalan işçi sınıfı, köylüler, aydınlar;
kır/kent, kafa/kol emeği arasındaki çelişkilerin çözümü, komünizmin gelişkin iktisadi temeli ve
kültürel düzeyinin yükselmesiyle birlikte yeni bir toplumsal temel ortaya çıkartacaktır. Daha önceki
toplumsal sistemlerin değişiminde, birinin yerini diğerinin alması gibi sosyalizmden komünizme
geçişte "... daha gelişmiş üretici güçlere ve bundan dolayı da bireylerin daha yetkinleşmiş faaliyet
tarzlarına uygun düşen yeni biçimin, bir engel haline gelen daha önceki tarzın yerini alması..."
kuralına uygun olacaktır.7
Birey özgürlüğünün gelişimi komünizmin gelişkin ekonomik temelinin ortaya çıkması, işçi sınıfı dahil
bütün sınıfların ortadan kalkması, kent/kır, kafa/kol emekleri arasındaki çelişkilerin çözümü ve daha
üst bir kültürel temelin doğmasından ayrı düşünülemez. Üretici güçlerin ileri gelişme düzeyi ile
"herkesin ihtiyacına göre" ilkesinin uygulanabileceği bir ekonomik temelin ortaya çıkmasıyla,
sınıfların ortadan kalkmasıyla komünizmin sosyal temeli de ortaya çıkmaktadır. Siyasal işlevlerini
yitirmesiyle bir devlete de gereksinme kalmayacaktır.) Sınıfların varlığı koşullarında "bireylerin
bireyler olarak değil, ama bir sınıfın üyeleri olarak katıldıkları ilişkilerden farklı olarak komünizmin
ortaklaşalığı bireylerin bireyler olarak katılımıyla gerçekleşir. Birliğin koşulları bireyler arasında özgür
ilişki temeline bağlı olarak oluşur. "Bireyler bu ortaklaşalığa bireyler olarak katılırlar. Ve (kuşkusuz,
bireylerin birliğinin şimdi artık gelişmiş oldukları varsayılan üretici güçler çerçevesi içinde işlemesi
koşuluyla), bireylerin özgürce gelişmesinin ve (birliğin) kendi denetimi altındaki koşullarını koyan bu
birleşmedir." (Alman İdeolojisi, sf. 111)
Birey özgürlüğü, eşitlik, demokrasi üzerine her türlü liberal, anarşist gevezelikle bilimsel
sosyalizmi/komünistleri ayırdeden gelişkin bireylerin ve bireylerarası özgür ilişkilerin gelişmesinin
somut tarihsel çerçevesinin konuluşu ve bunun için yürütülen mücadeledir. Komünizmin bir alt evresi
olarak sosyalizm, içerisinden çıktığı kapitalizm üzerindeki derin iz ve lekelerini yok ederek bu geçişin
(komünizme geçişin) koşullarını hazırlar. Sömürücü sınıfların tasfiyesi ve kendisiyle birlikte tüm
sınıfların kurtuluşuna ve kendisininki dahil her türlü sınıf egemenliğinin ortadan kalkışına öncülük
edecek olan proletarya iktidarının varlığı bunu hazırlar ve olanaklı kılar.
Sosyalizmin bireyi toplumsallaşmış bireydir. Sosyalist bilincin partinin önderliğinde yığınsallaşması,
bireyin toplumsallaşmasında devindirici, dönüştürücü rol oynar. Bu bir devrimin içerisinden gelişir,
onun üzerinden yükselir ve işçi sınıfının, emekçilerin giderek yığınsallaşmış faaliyetine dönüşür. Fakat
sosyalist bireyin toplumsallaşması sadece bilinçsel/kültürel bir faaliyete bağlı olarak gelişmez,
sömürücü sınıfların tasfiyesiyle başlayan süreç, sosyalizmin ekonomik toplumsal inşası ona temel
oluşturur ve birbirlerini güçlendirerek gelişirler. Komünizmin ekonomik, sosyal, kültürel temeli
bireylerarası özgür ilişkilerin eskisine göre çok daha gelişkin yeni koşullarını verir. Komünizmde
bireyin özelliği olarak toplumsallık, ekonomik, sosyal, kültürel temellerinin tümüyle ortaya çıkmasıyla
doğallaşmıştır. Birey özgürlüğü ve bireyler arasındaki ilişkiler, bu doğal toplumsallık zemininde
gerçekleşir. İşte bugün insan beyninin kavramakta ve tasarlamakta zorlandığı budur.8 Marks, bireyin
özgürlüğü ile toplumsallığının gelişimi arasındaki ilişkinin tarihsel çerçevesini çizdikten sonra "Ancak
(başkaları ile) ortaklaşalık halindedir ki, her birey kendi yetilerini her doğrultuda geliştirme ça-
relerine sahip olur; kişisel özgürlük, yalnız ortaklaşalık içerisinde olanaklıdır. ... Gerçek
ortaklaşılıkta, bireyler, ortaklıklarıyla birlikte, aynı zaman içinde bu ortaklık sayesinde ve bu
ortaklıkta kendi özgürlüklerini elde ederler." (Alman İdeolojisi, sf. 107/108)
Sınıflaştırıcı ve sınırlandırıcı her türlü etkiden kurtulmuş olarak bireyin eksiksiz gelişiminin koşulları
ortaya çıkmıştır. Komünizmin bireyi belirtilen temellerde öncekilerden farklı, çok daha gelişkin
bireydir. Koşullarının ve ortaklaşalığın ilişkiler zemininin sağladığı olanaklarla çok yönlü ve zengin
7 Bir fark ve koşulla, bir "engel haline gelmesi" ve giderilmediği koşullarda antagonist bir nitelik kazanmasına olanak tanımadan üretici güçlerle üretim
ilişkilerinin uyumlu gelişmesi sağlanarak.
8 Engels Dühring'in "eşitiik=adalet" en yüksek ilke olarak tanımlamasına karşı "eşitlik"in de tarihsel bir ürün olduğunu ve karşıtıyla birlikte varolduğunu söyler
ve komünizmde böylesi bir eşitlik arayışının nasıl anlamsız ve gülünç hale geleceğini bir örnekle açıklar. "Bu durum, bu tezin ölümsüz adalet ve ölümsüz
doğruluğu oluşturduğunu daha şimdiden dıştalar. Komünist rejim altında ve artırılmış kaynaklarla birlikte birkaç toplumsal evrim kuşağı, insanları zorunlu
olarak eşitlik ve hukuk çevresindeki bu tezgahtar ağzının, gözlerinde soyluluk, doğum, vb. ayrıcalıkları çevresindeki güncel propaganda kadar gülünç
olacağı, eski eşitsizlik ve eski pozitif hukuka, hatta yeni geçiş hukukuna karşıtlığın pratik yaşamdan yokolup gideceği, ürünlerden kendi eşit ve adil payının
verilmesini ukalaca istemekte direnecek kişinin, istediğinin iki katı verilerek maskaraya çevrileceği noktaya getireceklerdir. Dühring bile bunu "olmadan
bilinebilir" bulacaktır: Öyleyse eşitlik ve adalet, tarihsel anıların sandık odasından başka nerede kalacak? Bunlar bugün ajitasyon için iyinin iyisidirler ama
ölümsüz doğruluklar olmaktan da çok uzaktırlar."
ilişkiler içerisinde gelişebilme olanağına sahip olduğu gibi, gelişmenin evrensel ölçeklerine ulaşma
olanaklarına da sahiptir. Komünizm ve komünizmin bireyi bu özellikleriyle, kölelerin üzerine basarak
yükselen antikçağın özgür vatandaşından da, meta üretim ve dolaşımına, işçinin köleleştirilmesine,
tüm emekçilerin soyup soğana çevrilmesine sınırsız özgürlük anlamına gelen kapitalizmin özgürlük,
eşitlik, demokrasi yalanını siyasal, sosyal ve ahlaksal bir kıyafet olarak üzerine geçiren liberal
bireyden de, kapitalizmin "kötülükleri" karşısında ortaya çıkan loncacı, cemaatsel, komünal (küçük
toplulukların bireyi bu temelde varetme çabalarından da bütünüyle farklı ve karşıttır.

Özgürlük/zorunluluk; çalışma/boş zaman


Gorz, özgürlük/zorunluluk, çalışma/boş zaman ilişkisini karmakarışık etmekte ilkinin önüne (yerine)
özerklik/heteronomi ikilisini geçirerek "Çalışmaktan özgürleşme, çalışma içinde özgürleşmeye yol
açacaktır" görüşünü ileri sürmektedir. Varoluşçu belirlemelerle ileri sürdüğü bu görüş,
çalışma/özgürlük ilişkisini tarihselliği içerisinde ele almayan, mevcut haliyle sistemin dışına çıkmayıp
onun içerisindeki bir önermeler dizgesine dönüşmektedir.
"Oysa Marks'ın dönemindeki zorunluluk alanıyla günümüzdeki zorunluluk alanının ne genişliği
aynıdır ne de benzer özellikleri vardır. Üretimlerin ve yaşam için gerekli görevlerin hemen toplamı
sanayileştirilmiştir; zorunluluğu bize özellikle heteronom çalışma sağlar; yani toplumsal olarak
bölünmüş, uzmanlaşmış ve profesyonelleştirilmiş, ticari değişim amacıyla gerçekleştirilen ve ne
değişim değeri, ne süresi, ne doğası, ne hedefi ve yönü tarafımızdan egemen olarak belirlenmeyen
çalışma tarafından sağlanır. Dahası, bu heteronom çalışma, ki bunu satarak gerekli olan hemen
herşeyi sağlarız –hem artık üretmeye yarar hem de gerçek veya varsayılan sembolik değerinin tek
işlevi, ürünün görünümünü değiştirerek değişim değerini (fiyatını) değiştirmek olan yararsızlıkları
zorunlu ürünlerin içine yerleştirmeye yarar. Dolayısıyla, zorunlu olanı ve fazlalığı, iktisadi ve karşı-
iktisadı, üretkeni ve yıkıcıyı ayrım yapmaksızın sağlayan toplumsal bir üretim ve örgütlenme aygıtının
buyruklarıyla, yaşamın 'zorunlulukları'ndan çok yaşamımız ve faaliyetlerimizin dışardan
belirleniminin kölesi oluruz."
"Bu yüzden, gündelik deneyimimizde, belirleyici olan özgürlük/zorunluluk çifti değil,
özerklik/heteronomi çiftidir. Özgürlük bizi yaşamak için zorunlu çalışmadan kurtarmaktan çok (ya da
daha ziyade) bizi heteronomiden kurtarmaktan ibarettir, yani yaptığımız şeyi isteyebileceğimiz ve
sorumluluğunu alabileceğimiz özerklik alanlarını yeniden fethetmekten oluşur." (Age. sf. 203/204)
Aslında Gorz'un söylediklerinin ilk paragrafından çıkarılacak sonuç, kapitalizmin ömrünü dolduran bir
sistem olduğudur; gelişkin kapitalist ülkeler üzerinden çizilen tablo bunu daha net bir şekilde
göstermektedir ve ancak onun yıkılışıyla özgürlük alanına doğru bir geçiş yapılacaktır. Fakat Gorz,
zorunluluğu kapitalist üretim tarzı ve onu ortadan kaldırılmasıyla ilişkilendirmez; üretici güçler ve
üretim ilişkilerinin gelişme düzeyi ile birlikte somut tarihsel çerçevesi içerisinde ele almaz –"...
zorunluluğun hükmü altındaki bir faaliyetteki özerkliğin biçimsel kalmaya mahkum" olacağı yönünde
bir kaydı ihtiyat payı düşmesine karşın– sorunun kapitalizm çerçevesi içerisinde genişleyen "boş
zaman" alanı içerisinden "çözüm"üne, "özerk faaliyetlerin örgütlenmesine girişir. Bu yöndeki
önermelerini sıralar. Ticari bir değişim hedefi olmayan, zorunluluğa bağlı olmayan, kendisi amaç olan
özerk faaliyetler... Doğruyu, iyiyi, güzeli dünyaya getirmekten başka bir arzunun yön vermediği, bağış
ilişkisinin geçerli olduğu, yaşamın mikro-sosyal alanında birlikte haz alınan işlerin yapıldığı
faaliyetlerdir bunlar. Bu faaliyetlerle birey kendi egemenliğini yaşar, kendi kendini gerçekleştirir.
Gorz emperyalist-kapitalist ülkelerdeki çalışma dışı zamanın artışına dikkat çeker. "Özerk faaliyetler"
kapsamındaki önerilerini çıkış aldığı ve teorik önermelerine temel oluşturan alan burasıdır.
Genişleyen çalışma dışı zamanı "kullanılır zaman" ve "özerk faaliyetler" alanı olarak yeniden
tanımlayıp anlamlandırarak şu sonuca varır: "Kullanılabilir zamanda yeni işbirliği, iletişim ve değişim
ilişkileri hazırlamak mümkün olabilir ve bunlar hedefleri özgürce seçilmiş özerk faaliyetlerden oluşan
toplumsal ve kültürel yeni bir uzam açabilirler. Çalışma zamanı ile kullanılabilir zaman arasında
tersine dönmüş yeni bir ilişki böylelikle oluşmaya başlar: Özerk faaliyetler çalışma yaşamına kıyasla,
özgürlük alanına zorunluluk alınan kıyasla baskın olabilir; bir yaşam projesinde, altta yer alması
gereken çalışmadır." (Age, sf. l 17)
Gorz bu değerlendirmesiyle çalışma zamanına baskın olarak özerk faaliyetlerle özgürlük alanını
kapitalizm içerisine taşır ve onun kapitalizm içerisinde baskın olabileceğini ileri sürer. Dolayısıyla bu
bakış açısıyla Marks'ın ve maksizmin eleştirisine girişir. Bireylerin tam gelişimi, bireyselliklerin
özgürce gelişimi, boş zamanın üretici güçlerin gelişimi ile ilişkilendirilmesinde karmaşık, çelişkili,
tarihsel ele alışta tam karşıdan olmayan ama önermeleriyle karşıtlığını ortaya koyan görüşler ileri
sürer. Bireylerin tam gelişimi ve bireyselliklerin özgür açılımı ile üretici güçlerin gelişimi arasındaki
ilişkinin Marks tarafından bilimsel bir mantık çerçevesinde, tarihsel materyalist kuruluşunu kabul eder
görünür ama bunu "iktisadi akılcılığın sınırına ulaşması" olarak değerlendirir. Marks'ın işçiyle makine
arasındaki ilişkinin gelişimine ilişkin belirlemelerini "olağanüstü zekice fenomolojik betimlemeler"
olarak değerlendirir ama burada Marks'ın ve marksizmin bir çelişkisini bulur. Bireylerin
özgürleşmesinin çalışmanın niteliğinin değişmesine bağlı olarak ele almışını ve kafa/kol emeği
arasındaki çelişkinin çözümü –ve politeknik eğitimi– karmakarışık ederek (çünkü o alanda hep
"heteronomi"yi görmektedir) eleştirir.
Özetleyecek olursak, çalışma kapitalizm tarafından akılcılaştırılmıştır, Marksizm'de bu iktisadi
akılcılığı son sınırına kadar götürmekte bireyin tam gelişimi ve özgürleşmesini bunun ötesinde
görmektedir. Bu hayaldir. Günümüzde kapitalist ülkelerde genişleyen çalışma dışı zaman
"kullanılabilir zaman" içerisinde gerçekleştirilecek "özerk faaliyetler"de bireyler kendilerini belirleyip
özneleştirerek özgürleşebilirler, "çalışma" da ancak bunun sonucunda özgürleşebilir.
Gorz bunları söylüyor ve o bunları söylemekle kapitalizmin çerçevesinin dışına çıkmayan, yer yer
ütopizme varan bir özgürlük arayışının ötesine geçmiyor. Söylediklerinin tümüyle gerçekleştirildiğini
varsayalım, önerileri, sistemin sıkıştığı yerden kendisini yeniden üretmesi için rahatlatıcı bir paket
olmanın ötesinde bir anlam taşımaz.
Teorik önermelerinin kırılma noktasını özgürlük/zorunluluk ilişkisinin yerine (bunu yadsımadığını
söylese de) özerklik/heteronomi ikilisini geçirmesi oluşturmaktadır. Koyduğu bu varoluşçu kavramsal
çerçeve: "Heteronomi" kavramıyla mülkiyet ilişkileri, sınıf egemenliği ve üretim tarzından kopartılıp
üretici güçler, üretim ve iş organizasyonlarının gelişimine indirgenmekte sorun teknikleştirilerek
eleştirilmektedir. Üretici güçlerin gelişimini; üretim aletleri ve emekçinin –işbölümü ve
uzmanlaşmanın gelişme süreçlerini hem tarihsel olarak hem geleceğe dönük olarak doğru bir
perspektifle değerlendirmemektedir. Örneğin, işbölümünün ve uzmanlaşmanın gelişiminin üretimi
geliştirici, işçiyi yetkinleştiren, öte yandan tek yanlılaştırıp "parça insan" haline getirişini diyalektik
kavrayışla tarihsel gelişimi içerisinde ele alıp yabancılaşmanın kaynaklarından biri olan –çelişkiyi
zeminiyle birlikte ortadan kaldırmak düşüncesine uzaktır. Buna ulaşamaz çünkü sorunu, bir mülkiyet
biçiminin, sınıf egemenliğinin, üretim tarzının ortadan kaldırılması olarak görmemekte, sistemin
içerisinde çözme düşüncesiyle hareket etmektedir. "Bireylerin önceden saptanmış bir örgütlenme
tarafından dışardan koordine edilen işlevler..." olarak tanımladığı "Heteronomi" belirlemesi de
mülkiyetsiz ve sınıfsızdır! O sorunun bu şekilde teknikleştirerek kapitalizmle sosyalizm arasındaki
ayrımı silmektedir. Oysa sorunun özü ve esası tam da buradadır. Kapitalist özel mülkiyet ve burjuva
egemenliği işgücünün meta oluşu, artı-değer sömürüsü ve işçinin ürünle ilişkisinin olmayışı, üretim
süreci içerisinde emeğin yabancılaşmasının temel unsurlarıdır. İşbölümü ve uzmanlaşmanın tek
yanlılaştırıcı ve parçalayıcı öğelerinin giderilmesi, aşılması yönünde değil de derinleştirici yönde
etkimesi de bunlara dayanır. Sosyalizmde ise, proletaryanın sınıf egemenliği ve toplumsal mülkiyet,
işçinin üretim süreci ve ürün ile ilişki kuruşunu temelden farklı kılar. Bunların üzerinde sosyalizmin
tarihsel sürecinden verdiğimiz örneklerle durduk.
Gorz'un "heteronomi"nin karşısına koyduğu ve "özgürlük"ün önüne geçirdiği "özerklik" kavramı,
dışardan belirlenmeye karşı kişinin kendisini birey olarak belirleme, var etme iradi düşüncesinin
tanımlanmasıdır. Bireyin kendisini bu şekilde gerçekleştirme çabası, birey olarak ve sonuçsuz kalır.
Gelişme yasalarından, sınıf mücadelesinden kendini dışarlayan bu "modern" (moda) burjuva
felsefesinin bireysel kahramanlarının "varoluşsal özerklik" arayışı, "bunaltı" batağında kendilerini
yeniden yeniden üretirler.
Özgürlük zorunluluğun kavranılmasıdır! Gorz ise "zorunluluğu" kavramamıştır. Ekonomik ve
toplumsal gelişmenin yasalarıyla hareket edilir, amaçlarımız doğrultusunda bunlardan yöntemli bir
şekilde yararlanılır, ekonomik ve toplumsal gelişim aşamaları tarihsel bir perspektifle ele alınırsa
zorunluluk üzerinde hakimiyet kurulur, toplumsal ve bireysel gelişmenin özgürleşme alanı açılır,
bireylerin bütünlüklü ve özgürce serpilip gelişebilmesinin koşulları ortaya çıkar. Gorz ise sorunu
diyalektik olarak kavramaktan, materyalist tarih anlayışından uzaktır; özgürlük/zorunluluk ilişkisini,
gelişmiş kapitalist ülkelerdeki genişleyen çalışma dışı zamanı "kullanılabilir zaman" olarak
tanımlayarak "özerk faaliyetlerde doldurmakta ve kapitalizm içerisine taşınmış olarak "özgürlük alanı
zorunluluk alanına kıyasla baskın olabilir'' görüşünü ileri sürmektedir. Bu onu yadsımaktır.
Marks, kapitalist sınai üretimin gelişiminden başlayarak özgürlük/zorunluluk, çalışma/boş zaman
ilişkisinin tarihsel gelişiminin bilimsel bir çözümlemesini yapar. Marks'ın bilimsel öngörü ve
dehasının en güçlü, hayranlık uyandıran bölümlerinden birisidir bu. Marks bu çözümlemesinde
kapitalizmi sistem olarak yokoluşa götüren süreci ve ölümünü zorunlu kılan son noktayı gösterir.
Üretici güçlerin ulaştığı ileri gelişme düzeyiyle kapitalizmin bir üretim tarzı olarak çökmesi, mevcut
üretim ilişkilerinde değişikliğin zorunlu olduğu noktadır bu. Eski üretim tarzının ölümü, yeni üretim
tarzının doğumudur ve özgürlük alanının açılan kapısıdır. Aktaralım. Marks makine ile canlı emek
arasındaki ilişkiyi inceler ve "... büyük sanayi geliştikçe fiili zenginlik üretimi, giderek emek
süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin
gücüne bağımlı olmaya başlar." (Grundrisse, sf. 651) der ve süreci ileriye doğru devam ettirir.
Kapitalist üretim koşulları içerisinde makineleşmenin gelişimi, emekçinin durumu, değer ölçüleri ve
nihai olarak üretim tarzının durumu açısından bilimsel düşüncenin zorunlu ve yadsınamaz sonuçlarına
ulaşır.
"İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir.
Bu dönüştürme sürecinin üretimin ve zenginliğin büyük temel taşı, ne işçinin harcadığı direkt insan
emeğidir, ne de emeğin süresi; temel, insanın toplumsal bir varlık olarak kendi genel üretici gücünü,
doğal bilgisini ve doğa üzerindeki egemenliğini kendi malı haline getirmesidir –tek kelimeyle
toplumsal bireyin gelişmesi. Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek süresi hırsızlığı,
bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak
görünümündedir. Dolaysız biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi
zenginliğin ve dolayısıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak
zorundadır. Yığınların artık-emeği genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan, onunla birlikte
azınlığın emeksizliği insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkar."
Alıntıya kaldığı yerden devam edeceğiz, fakat şimdi aktaracağımız bölüm, zincirin belirleyici
halkasını oluşturur. O dönüşüm noktasıdır. Altını çizeceğimiz iki bölüme ayrıca da dikkat edilmelidir;
bunun nedenini de bölümün sonunda açıklayacağız. Devam edelim. "Bununla, mübadele değerine
dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini
kurtarır. Bireysellik özgürce gelişir. (abç.) Zorunlu emek süresinin artık-emek yaratmak için
azaltması yerine, genelde toplumun zorunlu emeğinin minimuma indirgenerek, herkes için serbest
bırakılmış olan zamanın ve yaratılmış olan araçların, bireylerin sanatsal, bilimsel vb. eğitim ve
gelişimine tekabül etmesi. Bir yandan emek süresinin minimuma indirgenmesi için bastıran, öte
yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vaazeden sermaye, süregiden
çelişkinin ta kendisidir..." (abç) (Age. 652/653)9
Önce okur için bir parça eğlendirici olacak olandan başlayalım. Altını çizdiğimiz iki bölüm, Yapı
Kredi Bankası'nın Kültür-Sanat yayınları arasında çıkan Cogito dergisinin "Çalışmak Yorar" başlıklı
derlemesinde konuyla ilgili Marks'tan yapılan alıntılardan makaslanan bölümlerdir.
Kitapta aynı sayfada yeralıp devamlılık gösteren bölüm, altını çizdiğimiz kısımlar çıkartılıp iki ayrı
alıntı olarak verilmiştir. Çıkartılan bölümler kapitalist üretim tarzının çökmesini zorunlu kılan
etmenlerin ve çökmesinin sürece dayalı bilimsel açıklamasıdır. Burjuvazi kendi yayınında kendi
sonunu yazmaktan korkmuştur. Bu bilimsel/tarihsel gerçeklik karşısında gelecek korkusuna kapılıp bir
kez daha o liberal hileye başvurup onu yok saymıştır.
Aktardığımız anektod bize aynı zamanda A. Gorz'un da es geçtiği belirleyici halkanın ve bu es
geçmeyle özgürlük/zorunluluk ilişkisini kapitalist sistemin içerisine taşımasının anlamını da verir.
Dolayısıyla o sorunu çözmeye doğru geliştirmek değil çözümsüzlüğe indirgemektir ve önermeleriyle
sistemin içerisinde patinaj yapmaktadır.
9 Uzun bir dönemi kapsayan bu bilimsel öngörü, özellikle bu kapsamlılıktaki her genelleme gibi kimi ayrıntıları, ileri ve geri gitmeleri ihmal etmektedir. Bu
kaçınılmazdır. Ayrıca emperyalizm olgusunun ortaya çıkmasıyla makineleşme canlı emek ilişkisinin, sermaye ihracı ve sömürü yöntemlerine bağlı yeni
bileşimleri de sözkonusudur.
Komünizmin özgürlük dünyası
Marks'ın makinelerin gelişimi ile canlı emek arasındaki ilişkiyi kuruşu teknolojinin ileri bir düzeye
ulaştığı, üretim süreçlerinde otomatizasyonun; bilgisayar ve robotların kullanıldığı ve proletaryanın
geleceksizliği üzerine burjuva propagandanın yoğunlaştığı günümüz açısından büyük değer
taşımaktadır. Marks, makineleşme süreci ile canlı emek ilişkisini kapitalizmin iki temel yasası ile
değer (değişim değeri) ve artık-değer yasalarıyla ilişkisini kurarak değerlendirmekte ve nihai olarak
kapitalist sistemin çökeceği ("Bunla, mübadele değerine dayalı üretim çöker.") sonucuna varmakta ve
bireyselliklerin özgürce gelişeceği yeni bir ekonomik ve toplumsal temele işaret etmektedir. "... ve
dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini kurtarır!'' İşte Gorz'un
silikleştirip yadsıdığı zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına geçiş, sıralanan gelişmeleri ve
bunların devrimsel sonucu olarak ortaya çıkar. İleriki bölümde tekrar üzerinde duracağımız için
geçerken bir alt çizme yaparak geçelim. İşgücünün meta olmaktan çıkması, değişim değerinin
kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkması ve değişim değerine dayalı olan üretimin çökmesi,
emekçinin çalışma ile kurduğu ilişkiyi temelinden değiştirdiği gibi, bu değişim sadece üretim süreciyle
sınırlı değildir; meta fetişizmi ve ilişkilerin şeyleşmesine yol açan etmenler çöken sistemle birlikte
ortadan kalkmaktadır. İşte bu gelişmelerin sonucu olarak;
"Gerçekte özgürlük alemi ancak, emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlendiği alanın bittiği
yerde fiilen başlamış olur; demek ki bu alem, eşyanın doğası gereği, fiili maddi üretim alanının
ötesinde bulunur. Tıpkı vahşi insanın, gereksinmelerini karşılamak, yaşamım sürdürmek ve yeniden-
üretmek için doğayla boğuşmak zorunda olması gibi, uygar insan da aynı zorunluluk içerisindedir ve
bunu da bütün toplumsal biçimlenişler içerisinde, akla gelen her türden üretim tarzları altında
yapmak durumundadır. İnsanın gelişmesiyle birlikte, duyduğu gereksinmeler artacağı için bu fiziksel
gereksinmeler alanı da genişler, ama aynı zamanda da, bu gereksinmeleri karşılayan üretici güçler de
artar. Bu alanda özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan
karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan
toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirebilir; ve bu, en az enerji harcamasıyla ve
insan doğasına en uygun ve en layık koşullar altında başarılır. Ama gene de bu, bir zorunluluk alemi
olmakta devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin
gelişmesi, bunun ötesinde başlar; ama bu da ancak temelindeki bu zorunluluklar alemi ile serpilip
gelişebilir. İşgününün kısaltılması onun temel önkoşuludur." (Kapital, Üçüncü Cilt, sf. 720)
Marks'tan yaptığımız bu son aktarmada çalışma ve serbest zaman ilişkisinin koşulları ve açılımını,
zorunluluktan özgürlüğe geçişin bağıntılarını buluruz. "Emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarla
belirlendiği alanın bittiği yerde" başlayan "özgürlük alemi", üretici güçlerin ileri düzeydeki bir
gelişimi ve toplumsal zenginlikteki büyük bir artışa bağlı olarak gelişir. Bu emek üretkenliğindeki
artışla birlikte, öte yandan çalışma sürelerinin kısaltılmasını da olanaklı kılan bir süreçtir. İkisi birlikte
ilerlemelidir. Bir yandan "ihtiyacına göre!" ilkesinin uygulanması –komünizm toplumsal olarak bu
ilkeyle varolur ve bireylerin yeteneklerini çok yönlü olarak geliştirebilmeleri "ihtiyaç"larını
karşılamaya bağlıdır– gerekir, diğer yandan, bireyselliklerin özgürce serpilip açılabileceği –serbest
zaman– dolayısıyla, çalışma süresinin giderek azaltılması. Üretici güçlerin yüksek bir gelişme
düzeyine ulaştığı ve mülkiyetin her türlü bireysel bağından kurtulmuş ve artık geri dönülemez hale
gelmiş toplumsal mülkiyet temeli, komünizmin bu gelişkin iktisadi temeli bunu olanaklı kılar. Bu
temel olmadan komünizmin neden olamayacağı da buradan anlaşılır.10
Çalışma ve serbest zaman ilişkisini ilkinden başlayarak ele alalım. Komünizmin alt-ilk aşamasından
itibaren çalışma niteliksel bir değişikliğe uğrar. Kapitalist üretim tarzının alt-üst oluşuyla iktidarın
proletaryanın eline geçişi ve mülkiyetin toplumsallaşmasıyla emekçinin üretim süreci ve ürünle ilişkisi
temelden değişir. Kafa ve kol emeği arasındaki bölünmenin ortadan kaldırılması, meta üretim ve
dolaşımının, paranın; değer yasasının etkimesinin sınırlandırılıp giderek bütünüyle ortadan
kaldırılması –işçi sınıfı dahil sınıfların ortadan kalkmasının, üretim ve iş organizasyonlarındaki önemli
değişimlerin bu süreci, aynı zamanda daha gelişkin bir iktisadi temel ve kültürel koşulların ortaya

10 Otomatizasyonun ileri düzeyde geliştiği, bilgisayarların, robotların üretim süreçlerinde giderek daha fazla kullanıldığı günümüz koşullarında böylesi
gelişkin bir teknik temelin varlığı hem "ihtiyacına göre!" ilkesine daha kolay ulaşılabileceğini, hem de çalışma sürelerinde "serbest zaman" süresini artıracak
sistemli bir azaltmanın olanaklı ve daha kolay hale geldiğini göstermektedir. Marks için bu, teorik bir çözümlemenin vardığı bilimsel sonuç ve onun dehasını
gösteren bir öngörüydü, bizim için ise zorlanmadan görebileceğimiz bir yerdedir!
çıkışı süreci, çalışma süresini azalttığı gibi işle kurulan ilişkiyi de farklılaştırır. Çünkü, çalışmayı dışsal
amaçlar tarafından belirleyen öğeler yokolmaktadır. Geçimi sağlama yönünden çalışma gereksinimi
bütünüyle ortadan kalkmamıştır fakat içeriği, biçimi, süresi farklılaşmıştır. Engels'le devam edersek,
"... bir yandan hiçbir bireyin, insan varlığının doğal koşulu olan üretken emek payını başkalarının
üstüne yükleyemediği, öte yandan üretken emeğin, köleleştirme aracı olacak yerde, her bireye fizik ve
entelektüel yeteneklerinin tümünü her yönde yetkinleştirme ve kullanma olanağı sunarak, insanların
kurtuluş aracı durumuna geldiği ve çalışmanın yük olmaktan çıkıp, bir zevk olduğu bir üretim
örgütünün geçmesi gerekir." (Anti Dühring, sf. 417) Çalışma ile ilişki kuruştaki farklılaşma,
içerikteki bu değişim üzerine biraz daha duralım. Çünkü, liberalizmin ve anarşizmin penceresinden
bakan gözler, bireyselliklerin özgürce gelişeceği alanı temellerinden kopartıp aşırı "ilgi" gösterirken
çalışma ve onun uğradığı içeriksel değişikliğe karşı, inançsız, karşı ve yadsıyıcıdırlar! Üretici güçlerin
ulaştığı gelişme düzeyi ve emek üretkenliğindeki artış, emek süresini büyük ölçüde azalarak, çalışma
süresindeki serbest zaman lehine olan azalma işi kişiyi sınırlandırıcı ve yıpratıcı olmaktan
kurtaracaktır. Bireyler çalışmaya toplumsallaşmış bireyler olarak katılmaktadır; bireylerin maddi ve
kültürel ihtiyaçlarının sürekli ve artan ölçülerde karşılanmasıyla toplumsal hedefler arasında bir
çakışma sağlanmaktadır. Çalışma, bireylerin günlük yaşam etkinliğinin küçük bir parçası haline
gelecektir. Emekçi insanlık, 16, 12, 10, 8, 6 saatlik çalışma sürelerinden geçerek gelen ve sadece
çalışma süresiyle değil fiziksel yorgunluk, baskı vb. sonucu günün ve yaşamın diğer bölümünü
bütünüyle çalışmanın belirlediği, başka bir şey yapabilmeye zaman ve olanak bulamadığı bağlardan
kurtulmuş olacaktır. Yaşamın günlük belirlenimi içerisinde iş, zoraki bağlarından kurtulmuş olarak
bireylerin özgür etkinliğinin bir parçası olacaktır. Yeteneklerin ve yaratıcılığın geliştiği bir etkinlik
halini alacaktır. (Sovyetler Birliği'nde bu konuda sağlanan gelişmenin örneklerini verdik.) Bu haliyle
çalışma, zihinsel ve bedensel bir ihtiyaç olacaktır. Ki bugün üretimin tekdüze, geliştirici olmayan
işlerini makineler (bilgisayarlar, robotlar...) aracılığıyla yapmak çalışma içerisinde yaratıcı etkinliğe
çok daha fazla zaman ayırmak olanaklıdır.
Binlerce yıllık ve kapitalizm ve kapitalist tarafından planlanıp örgütlenmiş, emekçiyi de makinenin bir
parçası haline getiren zoraki çalışmanın zihinlerimizden kolaylıkla silinip atılamayacak baskısıyla
bugün tasarlamakta zorlandığımız çalışma ile serbest zaman faaliyetleri arasındaki ayrım giderek
silikleşecektir. Günlük 3-2 saate inmiş, tek bir işe bağlı olmayan bireylerin yetenek ve isteklerine göre
tercihler yapabildikleri ve bunları değiştirebildikleri koşullarda yapılacak çalışmanın, geliştirici ve
zevk verici olması kaçınılmaz değil midir? Yapmak istediğimiz için yaptığımız, kendisi için amaç
olan, yetenek, istek ve eğilimlerimizin yön verdiği serbest zaman faaliyetleri ile içeriği, biçim ve
süresi önemli değişikliklere uğramış çalışma arasındaki ayrımlar kaybolup birbirini niye içermesin?!
Oportünist liberaller ve anarşistler, çeşit çeşit burjuva sosyalizm görüşleri komünizmdeki bireyselliği
liberalizmin ve anarşizmin tekbenci bireyi olarak görüyorlar. Bireyler için doğal bir zorunluluk olan
çalışma sorumluluğunu da bu liberal, anarşist bireyin haklarının kısıtlanması olarak!.. Komünizmin
yaşam ilkesi "Herkesten yeteneğine/Herkese ihtiyacına göre!"dir. Doğal bir zorunluluk olarak üretken
çalışma bireylerin sadece bireysel amaçlı bir faaliyeti olarak değil, toplumsallaşmış bireyin toplumsal
zenginliğin artması için yaratıcı etkinliğini en fazla geliştireceği ve yapmaktan en fazla istek ve haz
duyacağı bir özellik kazanır. Bireylerin böyle düşünmesini ve bu yöndeki hareketini sağlayacak olan –
ve gitgide pekişerek doğallaşacak olan– komünizmin ekonomik, toplumsal, kültürel temelleridir.
Marks son yaptığımız alıntının en sonunda özgürlük dünyası için zorunluluk temeline işaret eder:
"Ama gene de bu, bir zorunluluk alemi olmakta devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir
amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar; ama bu da ancak temelindeki bu
zorunluluklar alemi ile serpilip gelişebilir" der. Marks burada diyalektik ilişkilendirmelerde bulunur.
Özgürlük aleminin temelinde zorunluluk alemi bulunacaktır. Fakat bu ikisi antitez durumunda
olmayacaktır.11
Açılım yapacak, gelişecek olan, belirleyici olan özgürlük alemidir. Bireylerin yeteneklerine, istek ve

11 Kapitalizmdeki çalışma ile dinlenme süresi arasındaki antitez durumunun komünizmin "çalışma" ile "serbest zaman" ilişkisinde de olacağı görüşünü
Marks ve Engels reddetmişlerdir. Komünizmde çalışmanın içerik ve biçimindeki farklılaşmayı bu açıdan daha önce gösterdik. Şimdi bunu çalışma süresinin
kısalmasıyla artan serbest zamanın kullanımı açısından görelim. "Emek süresinden yapılan tasarruf serbest sürenin, yani bireyin her yönüyle gelişmesine
ayrılacak sürenin artması demektir; bu çok yönlü gelişme de, en büyük üretici güç olarak, yine emeğin üretici gücünü etkiyecektir... Emeğin yerini,
Fourier'nin iddia ettiği gibi oyun alamaz (...) Bir boş vakit, istirahat vakti olduğu kadar, aynı zamanda bir daha yüksek faaliyetler vakti olan serbest süre,
sahibini şüphesiz başka bir insan haline getirir ve dolaysız üretim sürecine de bu yeni insan girer." (Grundrisse; sf. 662/663)
eğilimlerine göre tercihte bulunabilecekleri, yapmak istediklerini yapacakları, bireyselliklerin serpilip
gelişeceği özgürlük dünyası!.. "Dilediğince kullanılabilen ve zenginliğin kendisi olan", "özgür
zaman", "kısmen ürünün tadını çıkarmak", "kısmen özgür faaliyete geçirilir." Dinlenmenin, yaratıcı
etkinliğin, zevk almanın, eğlenmenin tüm engelleyici bağlarından kurtulmuş ve önüne sonsuz ufuklar
açılmış sınırsız gelişmenin, zevkin iş, işin zevk olabilmesinin alanı. Doğal bir zorunluluk, toplumsal
bir ödev vb. gibi hiçbir zorunluluk içermeyen kendisi amaç olan faaliyetler... Bilimde, sanatta,
kültürün herhangi bir dalında gelişme isteğine ve geniş açılımlara olanak sağlayan koşullar... Ulusal,
yöresel, dinsel, sınıfsal, ailevi bağların gerek düşünsel, gerekse pratik bağlarından kurtulmuş olarak
evrensel ölçeklerde bağlar kurup gelişme olanaklarına sahip olan, öte yandan çok yönlü gelişme
olanaklarını, tam bir insan olarak toplumun öteki bireyleriyle gireceği ilişkilerde bulacağını bilen ve
bunu gerçekleştiren komünizmin bireyi. Ya da yaşamın bir ayrıntısında, kurduğu bir ilişkide
ayrıntıdaki güzelliği, derinliği yakalamak, ondan öğrenmek, onu geliştirmek ya da sadece manevi bir
haz aldığı için faaliyetlerinin amaçlarından birisi haline getiren, bunun olanaklarına sahip olan
komünizmin bireyi.
Bütün bunlar tüm sınırlandırıcı ve sınıflandırıcı bağlarından, bölünmekten kurtulmuş komünizmin tam
ve gelişkin bireylerinin yepyeni, daha üst etkinlik ve ilişki biçimlerinin temelini verir.
Galaksimizde yeni bir gezegen olacaktır; komünizmin özgürlük dünyası!..
Kavgamız bunun içindir.

İşgününün kısaltılması /orta sınıf ütopyası: Boş zaman /komünizmin özgürlük dünyası
Üretici güçlerin bugünkü ileri gelişme düzeyi ve maddi üretimdeki artışla, özellikle
kapitalist/emperyalist ülkelerde sosyalizm için gelişkin bir maddi temel ortaya çıkmıştır. Mücadele
geleneklerine sahip Avrupa işçi sınıfının, bu geleneklerin ortaya çıkardığı tarihi-sosyal faktörlerin
etkin rol oynamasıyla birlikte, emek üretkenliğindeki artış, çalışma sürelerinin kısaltılmasını olanaklı
kılmaktadır. Bu ülkeler aynı zamanda yarı sömürge ve bağımlı ülkelerden transfer edilen yüksek
kârların üzerinde oturmaktadır ve gelişkin bir ekonomik yapıya sahiptirler. Üretimin maddi-teknik
temeli gelişkindir ve nispi artık değer sömürüsü yoğundur. Emek üretkenliğindeki bugünkü artışla
birlikte yaşam koşullarında bir gerileme olmadan hatta önemli bir iyileşme sağlanarak çalışma
sürelerinin 5 saate düşürülmesi olanaklıdır. Buna karşın bazı Avrupa ülkelerinde 7 saatlik işgünü yeni
elde edilmiştir ve 6 saatlik işgünü bir hedef durumundadır. İşçi sınıfının tarihsel birikim ve yönelimleri
ve genellikle sendikal düzeyi aşmamakla birlikte bir geçmişe dayanıyor olmaktan gelen gücüyle
bugünkü mücadeleleri bunda etkili olmaktadır. Nitekim ülkelere göre de durum değişmektedir.
Öte yandan Avrupa ülkelerinin burjuvaları, emek üretkenliğindeki büyük artışa karşın hem nispi hem
mutlak artık değeri artırmanın yollarını aramaktadırlar. Emperyalist tekeller arasındaki şiddetlenmekte
olan ekonomik rekabet, kriz, burjuvaziye sermaye mobilizasyonunun hız kazanmasının sağladığı
avantajlardan yararlanıp, işçi sınıfının politik ve sendikal örgütlülüğünün zayıflamış olmasını, işsizliği
kullanmaya uzanan yol ve yöntemlerle sömürüyü arttırma olanağı vermektedir. Çeşitli Avrupa
ülkelerinde işçi sınıfı esnek çalışma, sosyal hakların gaspı, işgünü süresinin uzatılması gibi saldırılarla
karşı karşıyadır.
Ülkemiz ve bizim gibi Asya, Latin Amerika, Afrika'daki pek çok ülkede ise işgününün kısaltılması
mücadelesi geriye itilmiş bir taleptir. İşçi sınıfı "serbest zamanı" ise hayal bile edememektedir. İşçiler,
iş bulabilmek ve buldukları işi koruyabilmek için birbirleriyle rekabet halindedirler. Kriz, üretim
organizasyonlarında taşeronluk vb. yöntemlerin devreye sokulmuş olması bu rekabeti ve işini
kaybetme korkusunu artırmaktadır. Asgari geçimini sağlayabilmek için "fazla mesai" bizim gibi
ülkelerdeki işçiler için bir zorunluluktur. Ve bunu gönüllülükle istemeyecek işçi sayısı çok azdır. Ya
geçim koşullarını belli bir düzeyde sağlamıştır, ya çalışması, konfeksiyon vb.de olabildiği gibi
doğrudan ailenin geçimini sağlamak için değildir; ya da, kronik iş artışının getirdiği bir tıkanma,
bıkkınlık had düzeyde ortaya çıkmıştır. Avrupa ülkelerinde halihazırdaki çalışma süresinde aldığı
ücretle geçimini belli düzeyde gerçekleştirebilen işçiler arasında ücret artışına göre çalışma süresinin
kısaltılması daha önde gelen bir talep olabilmektedir. Bu dikkate değerdir. İşçileri makinenin bir
parçası haline getiren, ürünü ve işçiyi bölen, elde edilen ürünün sonuçları itibariyle işçinin
yararlanmasını olanaklı kılmayan, üretim ve iş organizasyonlarının ve sistemin yol açtığı emeğin
yabancılaşmasının tepkisidir bu. Kuşkusuz bütünüyle bilince çıkmamış en fazla yarıbilinçli bir tepki.
İş gününün kısaltılması mücadelesi –6 saatlik iş günü, işçi sınıfının mücadelesinin en önemli
taleplerinden birisidir. Bugünkü çalışma süreleri koşulları içerisinde işçi sınıfının insanca yaşayabilme
koşulları yoktur. Ve iş gününün kısaltılması mücadelesi, biraz dinlenebilme, bir parça başka şeylerle
uğraşabilme, onlara ilgi duyma, kendini geliştirebilmek yani asgari insanca yaşayabilmek için
yürütülen mücadeledir. Kriz koşulları ve sermayenin ekonomik terörünün şiddetlenmesi her ne kadar
bugün bu talebi geriye itmişse de, öncü işçiler ısrarla 6 saatlik iş günü talebini sınıfın gündeminde
tutmalıdırlar. Kapitalizmin karnındaki çıplaklığa yöneltilmiş ve işçi sınıfına saldırı inisiyatifi
kazandıracak olan başlıca taleplerden birisidir bu. Sınıf bilincine sahip olmayan işçiler, kapitalistlerce
çizilmiş sınırların içerisinde düşünmeye ve davranmaya alıştırılmışlardır. Kriz ve işsizlik onları bu
anlamda daha da sınırlandırır. Duvarın yıkılması, gözlerdeki perdenin çekilip alınması gereklidir.
Üretici güçlerin bugün ulaştığı gelişme düzeyi, toplam üretim hesap edildiğinde, üretim araçlarının
mülkiyetinin toplumsallaşması koşullarında, elde edilen ürünlerin de toplumsal ürün olması ve emeğe
göre yapılacak dağılımla, daha az çalışmak öte yandan daha iyi yaşamak olanaklıdır. Komünizmden
önce gelecek olan sosyalizm için bir varsayım olarak söylemek gerekirse; bugün dünya sosyalist olsa
çalışma saatleri emeğe göre ücret ilkesi uygulanarak bir anda 3 ila 6 saat arasında düzenlenebilir. 6
saat en üst çalışma süresi olarak sabitlenebilir. Giderek de bu süre hem daha dengeli bir bileşime
götürülecektir, hem de kısaltılacaktır.
Özgürlük dünyası/serbest zaman ise emekçilerin bugün hayallerinin bile ötesindedir. Hiçbir dışsal
ve zorlayıcı etkenin olmadığı sadece ve sadece bireylerin kendi istek, eğilim ve yeteneklerine göre
yapmak isteyeceklerini yapacakları, dinlenmekten eğlenmeye, toplumsal bir ödev olarak iyice
azaltılmış çalışmadan, yaratıcı potansiyellerini istedikleri yönde geliştirebilecekleri açılımları
gerçekleştirme olanaklarına kavuşacakları özgür zaman!.. Bunun onlara anlatılması ve inandırılmaları
gerekir. Tıpkı biz komünistlerin olduğu gibi, işçi sınıfının da ufkunun genişletilmesine, kapitalizmin
ötesinden bakabilmeye ihtiyacı vardır. Sınıfı örgütleme perspektifi de günlük mücadelelerine etkin
bir katılım ve önderlikle birlikte ve onunla sınırlanmadan bu olmalıdır. Propagandamız bu içerikle
doldurulmalıdır.
Boş zaman, kapitalizmin çalışma koşullarında yarattığı baskı; işin eziyete dönüşmesi ve yaşamın
otomatizasyonunun bireylerin üzerindeki düşünsel ve psikolojik etkilerinin sonucu olarak –
yabancılaşma konusunda olduğu gibi– orta sınıf bireylerinin de istek ve özlemi olmaktadır. Yapılan iş,
yaşamı sürdürebilmek ve ihtiyaçların karşılanması hoş, bu konuda daha üst sınıfların tüketim
standartlarına gözlerini dikmişlerdir, bunun altında hem ezilirler hem de pek çoğu onlara ulaşmak için
büyük "özveriler"de bulunmaktan kaçınmaz!) için bir zorunluluk olarak görülmekte, başka işler yapma
ya da hiçbir şey yapmama istek ve özlemi artmaktadır.12
Kapitalist toplumun orta sınıf bireylerinin gündemine de girmiş olan boş zaman isteği, onlarda
yaşamın mikro-sosyal alanında –bu mikro-sosyal alan tek bir bireyden bir gruba kadar değişebilir–
kendi istek ve eğilimlerine, yeteneklerine göre belirlenmiş bir etkinliği gerçekleştirme çabasına
dönüşmektedir. Bugün kapitalizmin orta sınıf bireyi, hatta gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçiler
açısından tatil ya da hobi türü faaliyetler genellikle bu kapsamın içerisindedir ve yapılan işe karşıt
yöndedir. Bunlarda bireylerin sosyal bir yarar sağlama amacı bulunmaz ya da dolayımlıdır. "Sosyal
Faaliyetler" diye tabir edilen kurum ya da bireylerin bu türden etkinlikleri ise, doğrudan parasal
amaçlarla yapılmasalar bile şu ya da bu kurumun çıkarına ya da bireyin belli bir statüyü sürdürme
amacına bağlı olarak gerçekleştirilirler. Hiçbir özel ve kişisel beklenti içerisinde olmadan, toplumsal
yarar sağlayacak bir işi özetkinliğimiz haline getirmek ve en çok zevki bunu yapıyor olmaktan almak,
ancak komünizmin bireyinin özelliğidir.
Öte yandan tüm yarı-anarşist, otonom küçük grupların yaşam tarzı, tüm cemaatsel gruplaşmalar aynı

12 Örneğin IQ'su yüksek sinema sanatçısı Jodie Foster çalışmayı, "istediklerimizi yapabilmemiz için yapılması gereken..." olarak tanımlıyor. Milliyet'in,
Radikal'in köşe yazarları içerisinde "Tembellik Hakkı" üzerine yazanlara rastlamak mümkün. Geçen Mart ayında Milliyet'in hem de pazar ekinde bir köşe
yazarı "Aylaklığa Övgü" başlıklı bir yazı yayınladı. "Bugünlerde aylaklığa övgüler düzüyorum." diye başlıyor ve B. Russell'in kitabından bazı bölümleri
aktarıyordu. Bir paragrafı alalım. "Russell'in çok güzel önerileri var. Mesela şuna bayılıyorum: 'Çalışma saatleri günde dört saat olmalı'. Bana kalsa daha da
az olmalı, hatta iki gün çalışıp beş gün yatmalı ya da bir ay çalışıp üç ay canının istediğini yapmalı, falan... Ama Russell'in önerisine de şimdilik fitim.
Oysa biz ne yapıyoruz? Dünyada çalışma hayatından başka bir şey yokmuş gibi yaşıyoruz. Her şeyimiz ona göre programlanıyor. Hayatımızın odağı iş." (1
Mart '98)
nedenlere dayalı, tepki ve kaçışın, kendini bir tür koruma çabasının değişik türleridir. Dikkate
değerdir, neo-liberalizm en üst düzeyde teknoloji ve lükse boğulmuş, kendini yalıtmış post-modernist
bir yaşam sürdüren kendi klanlarını oluşturmakta, altlarda da bireysel, ailevi, kabilesel tepki ve kaçışa
dayalı yeni klanlar ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bunlar ne sistemden uzaklaşabilmekte ne
kopmaktadır.
Kapitalizmde makine düzenine bağlanmış ve günlük yaşamı makineleşmiş bireyin istemidir boş
zaman. Orta sınıf bireyleri açısından bireysel-grupsal olarak özlem duyulan, şu ya da bu düzeyde
bireysel-grupsal olarak gerçekleştirilebilen özelliktedir. Fakat onlar için bile bir hafta sonunun bedeli,
ya da 15-20 günlük bir yaz tatilinin bedeli bütün bir hafta, bütün bir yıl soluksuz çalışmaktır.
Örneklediğimiz gibi kaçış, yanılsama, yabancılaşmanın yeni boyutlarda derinleşmesi ve duvara
toslamalara dönüşmektedir.
Söylediklerimiz, boş zaman vb. üzerine ileri sürülen yeni teorilerin, ya da "yabancılaşma"yı merkeze
alan ahlaki/kültürel sosyalizm teorilerinin toplumsal temelleri ve koşulları üzerine bir fikir verecek
açıklıktadır. Sistemden kopuşu derinleştirici bir mücadelenin sloganı olarak değil sisteme eklemlenmiş
ve onu revize etmeye çalışan "boş zaman sosyalizmleri" ile ayrım net olarak çizilmelidir. Esasen iş
gününün kısalmaya başlamasından itibaren geriye kalan süre burjuvazi tarafından yöntemli bir şekilde
doldurulmaktadır. Çalışma dışında kalan zamanın gerek TV vb. ile, gerekse tatiller bile programlanıp
ticarileştirilerek, hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde doldurulmuştur. Üzerinde durduğumuz "boş
zaman sosyalizmleri" de nihayetinde farklı bir sonuç yaratmamaktadır.
Komünizmin özgürlük dünyası/serbest zamanı bunlardan ekonomik, sosyal, siyasal temel ve
gelişimiyle bütünüyle farklıdır. Siyasal ve sosyal bir devrimle açılan kapıdan girilecektir oraya.
Kaldı ki, bizim sorunumuz, bir sınıfın bireylerine, gruplara "boş zaman" yaratmak değildir! Tarihe
bakıldığında "boş zaman" köle sahipleri, aristokratlar, burjuvalar –egemen olan sınıf kimse onun
bireyleri için her zaman var oldu. Köle sahipleri, feodaller yönetim işleri ve savaşlar dışında
kendilerini hiçbir işle yükümlü görmediler. Emek sömürüsü üzerine padişahlık kuran burjuvalar ise
rantiyeleştikçe asalaklaştılar. Tekno-evlerinde kupon keserek ve çürümenin aylaklığıyla dansederek
yaşıyorlar bugün.
Komünizmin bireylerinin özgürlük dünyası en başta buradan ayrılır. "Boş zaman", şu ya da bu sınıfın
bireylerine ait ve diğer sınıfların üzerlerine basarak sağlanmış bir ayrıcalık olmayacaktır.
Komünizmdeki "boş zaman" bütün sınıfların ortadan kalkmasıyla toplumun her bir bireyi için
varolacaktır.
Kapitalizmin bağrından çıkmış haliyle sosyalizm, hem içerisinden çıktığı kapitalizmin üzerindeki
lekelerinden dolayı, hem de üretim koşullarının yetersizliğinden dolayı komünizme geçişi
hazırlamakla yükümlüdür.
"Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği
ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim
aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde
gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı
zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum,
bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: 'Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!'"
İşte komünizmin özgürlük dünyasının serpilip gelişeceği temel budur. Bu temel üzerinde bireyler,
ulusal, dinsel, ailevi, sınıfsal bağlarından kurtulmuş özgür bireyler olarak yer alacaklardır. Ama kendi
kabuğuna çekilmiş bireyler ya da gruplar olarak değil. Bireyler, gruplar, komünal ilişkiler, çok daha
geniş bir temel üzerinde, evrensel bağların içerisinde varolacaklardır.
(Devam Edecek)
Parti Kültürü

İÇİNDEKİLER

PARTİ KÜLTÜRÜ
Giriş
Yeni bir toplumsal bağlantı
'Ortalama devrimci kültür' üzerine değinmeler
Gökten inmeyecektir!
Yabancılaşmaya yabancılaşma
Yeraltı ruhu
Leninist taktik
"Emek üretkenliği"
"Hep yeni, durmaksızın daha yeni, en yeni"
Militan okuma faaliyeti
Komünist kişilik canlı propagandadır
Yoldaşlık kültürü

Giriş
"Proletarya diktatörlüğü yalnızca sömürücülere karşı zor kullanmak değildir... Bu devrimci zorlama-
nın ekonomik temeli, etkinliğinin ve başarısının güvencesi şudur ki, proletarya kapitalizme oranla
daha yüksek tipte bir sosyal emek örgütlemesi yaratır. İşin esası budur. Komünizmin kaçınılmaz
olan tam zaferinin güç kaynağı ve güvencesi budur." (Lenin, Büyük Bir Başlangıç: Arka
Saflardaki İşçilerin Kahramanlığı 'Komünist Subotnikler')

Lenin Komünist Subotnikler üzerine teorik değerlendirmesinde, proletarya diktatörlüğünün


ikili görevini ortaya koymaktadır. Sovyet iktidarı, yalnızca eski toplumsal organizasyonu
yıkmanın değil, asıl olarak daha yüksek ve karşıt nitelikte bir toplumsal organizasyonu
kurmanın aracıdır. Ve bu yeni toplum, öncelikle yeni tipte bir toplumsal emek örgütlenmesi
çerçevesinde yükselecektir:

"Bu ikinci görev birinciden daha önemlidir, çünkü tek tek yiğitlik eylemleriyle gerçekleştirilemez; alel-
ade, günlük işlerde sürekli, direngen ve son derece zor olan bir yığın kahramanlığını gerektirir"
(Lenin, age, abç)

Hayır, Komünist Subotnikler hiç de basit bir ekonomik onarım hareketi değildi. Stahanovist
harekette kendini daha olgunlaşmış haliyle duyuracak olan komünist kültürün ilk filizi, ilk
ışığı ve ilk canlı nüvesiydi. "Rusya'da bugün hüküm süren sistemin komünist denilebilecek tek bir
yönü varsa" diyordu Lenin 1919'da, "bu yalnızca Subotniklerdir". Ezenlerin ezilmesine oranla
çok daha zor, ama o ölçüde de umut vaat edici bir şeyin, 'sıradan' işçilerin düşünce ve davra-
nışlarında köklü değişikliklerin habercisidir. Hem de ortada henüz buna dayanak olacak bır-
akalım komünisti, doğru dürüst sosyalist ekonomik temel yokken!

"Emek üretkenliğini artırmak için açlığı yenmek, açlığı yenmek için de emek üretkenliğini artırmak
gerekir". Böylesi kısır döngüleri yırtıp çıkmada tarih tek bir yol tanır: "Bireysel grupların kahr-
amanca girişkenlikleri!" (Lenin, age) Eski alışkanlıkların ve düşünce biçiminin içinde kalınarak
tıkanıklıklar aşılamaz. Komünist çalışma, eski tarz ama eskisinden fazla çalışmak değildir.
Bu olsa olsa nicel ve evrimci bir gelişme olurdu. Komünist çalışma yeni bir ruh ve aşkla çal-
ışmadır. Kendi çıkarları ve günü kurtarmak için değil. Geleceği zaptetmek için ve gelecek
toplum idealini bugünün günlük çalışma ve yaşamında somutlayarak.

Açlık disiplinine dayalı, metazori, kendine yabancılaşmış çalışmadan şu nitel ayrımları göst-
erir; komünist çalışma,

−Bilinçli ve gönüllü çalışmadır.


−Toplumun kopmaz bir parçası olarak toplumsal çıkarlar için çalışmadır.
−Toplumun yalnız bugünkü değil, gelecek çıkarları için ve bunları ger-
çekleştirecek tarzda toplumu dönüştüren çalışmadır.
−Girişken ve tutkulu, kesinkes sonuç alıcı çalışmadır.
−Yaratıcı, kafa ve kol emeğini en üst düzeyde birleştiren çalışmadır.
−Bir işi yalnızca o iş olarak değil, daha ileri işleri hazırlayacak ve sıçratacak tarzda
yapan çalışmadır.
−İşe tabi olmayan, özgüven sahibi ve ne kadar zorlu olursa olsun altında
ezilmeyen, işe başından sonuna kadar hakim olan, örgütleyen çalışmadır.
−İnsanı kirletip bıktırmayan, tam tersine kafaca ve ruhça geliştiren, her gün yeni
yeteneklerini keşfetmesini sağlayan çalışmadır.
−Mutluluk veren çalışmadır. Bir kızıl süvari gibi, tarihin sırtına binip dörtnala
mahmuzlamaktır mutluluk. Geleceğin bugünden canlandırılması!

Komünist Subotnikler 'kahramanca'dır! Yalnızca açlıktan kırılan işçilerin, tatil günlerini de


Sovyet iktidarına –yani sınıf çıkarlarına– ücretsiz çalışmaya adamalarıyla değil. Asıl olarak
toplumun gözeneklerine kadar sinmiş eski alışkanlıklarından silkelenerek, devrimi ve prolet-
arya iktidarını, gündelik çalışma ve yaşama taşımalarıyla kahramancadır! Sömürücülere ve
zorbalara duyulan yıkıcı nefret, yaşamı onların örgütlediğinden çok daha yüksek nitelikte
örgütleme tutkusuyla birleşmektedir. Ve bu, yığınların düşünce, duygu ve davranışlarının
yeni ilke ve değerler çerçevesinde yükseldiği gerçek bir kültür devriminin başlangıç noktas-
ıdır. Bu yeni ve yüksek kültür, tüm eski kültürlerden farklı olarak dış koşullara uymanın
değil, kökten ve kesintisizce değiştirmenin kültürüdür. Kesintisiz devrimin kültürüdür. Sosy-
alizmin kitlelerin yaşam pratiği haline getirilmesi, gündelik çalışma ve yaşam içerisinde yen-
iden üretilebilir olmasıdır. Gündelik çalışma, artık patrona ve bireye değil, topluma aittir.
Toplum ortak çıkarları doğrultusunda onu denetlemektedir. Çıta yükselmektedir.
Gündelik iş yapma tarzını kökünden değiştiren bu atılımdır ki devrime önderlik eden Bolş-
evik Parti'nin saflarını ayrık otlarından temizlemiştir: ''Komünist Subotnik'ler … partiyi isten-
ilmeyen öğelerden temizlemek bakımından önemli bir rol oynamakta ve kapitalizmin çökmekte olduğu
bir sırada partinin karşılaştığı etkilere karşı savaşımda bize yardımcı olmaktadırlar." (Lenin, Mosk-
ova kenti RKP (B) Kongresine sunulan "Subotnik'lerle ilgili rapor) Zafer sarhoşluğuna ya da
devrimin önündeki muazzam zorluklar karşısında yılgınlığa kapılanlar, sosyalizm ve
komünizm üzerine gevezelikten başka bir şey yapmayanlar, iktidarın nimetlerinden yararl-
anma fırsatçılığıyla partiye doluşan çıkarcılar, eski çalışma tarzında ayak direyenler, Subotn-
ikler'in yaygınlaştırdığı yeni standart ve nitelikler karşısında açığa çıkmışlar ve temizlenmişl-
erdir.

Her devrimci atılım –günümüzün devrimci-demokrat hareketlerinin ikide bir açtıkları ve


daha çok basit ajitasyona dayandığı için birkaç ayda sönüp kalan 1 'devrimci atılımlar' değil–
her gerçek devrimci atılım daha yüksek ilke, norm ve nitelikler getirerek, eski alışkanlıkların
gücüne karşı savaşım içinde gelişir. Eskide ayak diretenleri temizleyerek kendini bir anlayış,
bir tarz bir kültür olarak yerleştirir. Stahanovist hareket döneminde de, eski düzenin alışkan-
lıklarından kurtulamamış, hâlâ günü kurtarma kafasıyla hareket eden geri bilinçli işçiler, çıt-
ayı yükselten Stahanovist işçilere suikastlar düzenlemişler, emek üretkenliğini artırma çalış-
malarını sabote etmeye çalışmışlardır. Stahanovizm, parti ve tüm toplum içinde neredeyse
bir iç savaşla ilerlemiş ve partinin arınmasına yardımcı olmuştur. Bugün Troçkistler Stahan-
ovizmi değil, Stahanovist işçileri öldürmeye çalışan geri bilinçli işçileri alkışlarlar ve bunu
Stalin'in despotluğuna(!) karşı sınıfın direnişi olarak lanse etmeye çalışırlar. Kesintisiz
devrim ve sıçramalı gelişme öğretisine karşı savundukları, bireycilik, bencillik ve küçük
esnaf kültürüdür.

Lenin'in tarımda kooperatifleşme hareketi için söylediği gibi: "Ortaklaşa çalışma bir çırpıda
gerçeklenmez. Bu olanaksızdır. Bu gökten inen bir şey değildir. Çaba ve acılar pahasına elde edilir,
savaş süreci içinde yaratılır" (Gençlik Birliklerinin Görevleri). Her çalışma tarzı, düşünce ve
davranış tarzında belli kalıpları sabitler. Eski alışkanlıkların direnişini kırmadan yeni ilke ve
normlar geliştirilemez. Yeni ilke ve normlar konulmadan eski alışkanlıkların direnişi
kırılamaz. Bir darbede kazanılamaz. Kuru ajitasyonla kazanılamaz. Burada darbeler her gün,
her saat, her dakika bireylerin gündelik çalışma ve yaşamında tortulaşmış alışkanlıkların dir-
enişine, toplumun ve bireylerin iliklerine işlemiş içsel tutuculuğa indirilmelidir. Sözkonusu
olan içsel bir dönüşümdür çünkü.

içindekiler

Yeni bir toplumsal bağlantı


Proletarya diktatörlüğü için söylenenler, günümüzün zorlu düzen koşullarında bir
toplumsal devrim örgütünün inşası ve zaferi için de fevkalade geçerli olmalıdır. Böyle bir
parti, farklı öncelikler ve nesnellikler taşısa da özsel nitelikleri açısından, proletarya diktat-
örlüğünün kapitalist toplum içindeki çekirdeği olacaktır. Tayin edici görevi, işçi sınıfı ve yığ-
ınların yıkıcı devrimci zorunu örgütlemektir. Fakat bu, daha gelişkin bir sosyalizm projesi
başta olmak üzere bir dizi kurucu görevi olmadığı anlamına gelmez. Bunlar arasında en

1 Bu da pek doğal sayılmalıdır. Çünkü, siyasal-örgütsel nitel bir açılım perspektifi konmadan daha fazla çalışma istenmektedir. Oysa
farkında bile değillerdir ki, "daha çok çalışmayı" engelleyen mevcut tarzın ta kendisidir!
önemlilerinden biri de, yalnızca kapitalist emekten değil, ortalama devrimci emekten de
daha yüksek tipte bir toplumsal emek örgütlenmesinin, çok daha yaygın ve derin bir temelde
parti bünyesinde geliştirilmesidir. Parti eski toplumsal bağları kopartacak ve dönüştürecekse,
kendisi daha yüksek ve tamamen karşıt, yeni bir toplumsal bağlantı olabilmelidir. Biz buna
"sosyalizmi yaşam pratiği haline getirmek" diyoruz.

"Önce toplum çıkarları için" der Lenin sosyalizm lafazanlarına Subotnikleri göstererek,
"emekçi halkın çıkarları için ücretsiz çalışma gücünde olduğunuzu, 'devrimci yolda çalışma', emek
üretkenliğini artırma, çalışmayı örnek biçimde örgütleme gücünde olduğunuzu kanıtlayın, ondan
sonra 'komün' gibi şerefli unvanlar için elinizi uzatın."

Gösterilen, parti kültürünün de esaslarıdır. (Kuşkusuz burada yalnızca dar anlamda partili
kültür sanat çalışmasından bahsetmiyoruz. Marx kültürü en geniş anlamıyla, doğada kendil-
iğinden bulunmayan insanın yapıp ettiği, insana ilişkin herşey olarak tanımlar. Lenin de
kültür tanımının içine ahlâk, yaşam tarzı ve organizasyon becerisini katar. Önemli olan bu
olağanüstü geniş ve çeşitli öğelerin, nasıl bir ideolojik-siyasal eksende ve hangi hedefler
doğrultusunda sistemleştiğidir). Komünizm, ancak bu temelde yalnızca bir doğrultu ve uzak
bir hedefe verilen bir ad olmaktan çıkarak, günümüzde, evet kapitalizm ve faşizm koşullar-
ında kendini nüve halinde gösteren, canlı bir şey, bir çalışma ve yaşam kılavuzu haline geleb-
ilir.

Ve burada, tekil kişilikler ve tek tek kahramanca eylem ve direnişlerden değil, yüzlerce ve
binlerce militanın kişiliklerinin derinlerine kadar işleyecek, düzen bulaşığı tortulardan
arınmış bir kültürden bahsediyoruz. Ve burada, az sayıdaki ve içe kapalı bir seçkinler örgütü
kültüründen değil, geniş kitlelere doğru açılan, ama yarattığı ileri ve çelikleşmiş niteliklerle
kitlelerden korkmayan, bunlar karşısında etkilenen ve şekilsizleşen değil, etkileyen ve dön-
üştüren konumda olan bir kültürden bahsediyoruz.

Bu bir komünistin yaşamını, belli saatler ve kesitlerle sınırlanmadan, tepeden tırnağa –evet
rüyalarını bile, hatta en önce rüyalarını!– devrim ve sosyalizm için etkinleştirmesidir. "Alel-
ade, günlük işler"in yapılışına komünizmin ışığının düşürülmesidir. Subotniklerin, yıldırım
ekiplerinin, Stahanovizm'in, bugünkü parti çalışması ve yaşamına taşınmasıdır. Yaşamların,
psikoloji ve kişiliklerin dönemlere göre ve kesitler halinde değil bir bütün olarak eylemsell-
eşmesidir.

içindekiler

'Ortalama devrimci kültür' üzerine değinmeler


Parti tarzı, süreç devrimciliğine göre biçimlenmiş ortalama devrimci kültürden de kesin ve
keskin bir kopuşu şart koşmaktadır.

Nedir günümüzün "ortalama devrimci kültürü"? Antifaşist direnişçilik temelinde oldukça


güçlü değerler ve gelenekler yaratılmıştır. Ancak bu temel değerler de, tarihsel bir perspek-
tifle ileri doğru açılacağı yerde kendi içinde bile dar-idealist biçimde algılanmaktadır. Dön-
emle ilişkilendirilip yeniden üretileceği yerde basit ajitasyon malzemesi ve tüketim konusu
yapılmaktadır.
Durgunluk dönemlerine ve özellikle bireysel-gündelik yaşama doğru gidildiğinde ise iyice
vasatlaşmaktadır. Yüzeyde oldukça diri ve militan görünümüne karşın, derinlere, gündelik
yaşama inildikçe, örgünlüğünü kaybederek gevşemekte ve düzen kültürüyle iç içe geçmekt-
edir.

Bu, kitlelerin geri duruşuna –özellikle ara tabakaların karakteristik özelliklerine–"


uyarlanmış, kozmopolit bir kültürdür. Ve bu haliyle de, düzen içi yaşam tarzına köktenci bir
alternatif olamamakta, kişilikleri geleceğin insanı perspektifiyle yoğuramamakta, durgunluk
dönemlerinde ise iyice genleşmekte, kozmopolit bir alt kültür özelliğini kazanmaktadır.
Burjuva ideo-kültürün kitleler üzerindeki ve içindeki etkinliği ve 'kapsama alanı' geniştir.
Sistem çok çeşitli araçlarla emekçilerin boş zamanlarını kendi çıkarlarına göre örgütlemekte,
kendi normlarım içlerine nakşetmekte, emekçilerin birinden sıyrılsa ötekinin ağına takılacağı
yanılsatıcı bir alternatif kültürler bolluğu yaratmaktadır. Buna karşılık, yalnızca genel bir
baskı ve eşitsizlik karşıtlığı ile sınırlı antifaşist bir direnişçilik kültürü oldukça dar ve yü-
zeysel kalmaktadır.

Bu, örgüt içinde örgütsüzleşmenin, politika içinde politikasızlaşmanın kültürüdür. Bir-iki


rutin iş yapıp geri kalan zamanı siyasi gevezelik ve dedikodu ile geçiren, kısır, durağan
"dernekçilik kültürü" genele damgasını vurmaktadır. Düşünce ve gündelik çalışma, üretkenl-
iğini büyük ölçüde yitirmiş, belli bir-iki kalıbın içinde sıkışıp kalmıştır! Devrimcilik ve tekd-
üzelik yan yana durabilmektedir! Fakat her kendini tekrar, tutucu alışkanlıkları da pekiştirm-
ektedir.

Bu, part-time devrimcilik kültürüdür. Yalnızca devrimcilerin önemli bir bölümünün 'devrim
mesaisini' 8-10 saatle sınırlamaları ve bunun dışında bir 'düzen insanı' oluvermeleri yönüyle
değil. 24 saatini devrime hasreden profesyonel ya da yarı-profesyonel devrimcilerin ezici bir
çoğunluğunun üretken biçimde değerlendirdikleri sürenin toplam 4-5 saati geçmemesiyle!
Devrimci emek üretkenliğindeki muazzam gerilikle! Bu, yüksek toplumsal ideallerle canlı
bağlantısı iyice zayıflamış bir kültürdür. Ve yüksek toplumsal ideallerin zayıfladığı bir
yerde, toplumsal özveri de doğallaşarak bir yaşam felsefesi haline gelemez. Canını verm-
eyi göze alanların, konformist alışkanlıklarını, düzenden getirdikleri küçük dünyalarını
kırmaya yanaşmamaları ne yaman çelişkidir!

Bu, tarihsel ilerleme perspektifinden yoksun bir kültürdür. Günübirlikçi ve günü kurtarmac-
ıdır. Günler birbiri ardına kurtarılır ve ... gelecek kaybedilir!

Bu, kolektivizmden oldukça uzak bir 'ortak çabada yeteneksizlik' kültürüdür. Sorunlar kişil-
eştirilir ve kendi dışında görülür. Ortak hedeflerde irade ve organize emek yoğunlaşmasının
yerini sinsi veya açık bir bireycilik yoğunlaşması alır. Tarihsel hedef bilincinin zayıflığı ve
giderek bulanıklaşması, bundan kaynaklanan biçimde ölçülerdeki çarpılma ve bununla birl-
eşen dar olguculuk vb. geri etkenlerin de devreye girmesi ile artık herşeye kişisel bir odaktan
bakılmaya, ölçüler buradan konulmaya başlanır.

Bu, gündelik yaşam ve çalışmada iktidarsızlaşmanın kültürüdür. Bilgisizlik, düşünce temb-


elliği, ilkellik, amatörlük, inisiyatifsizlik, plansızlık-programsızlık, hedefsizlik, iddiasızlık,
geleceğe güvensizlik, ufuksuzluk, mümkün olan ve zaten yapılagelenle yetinmecilik, faydac-
ılık, iş yerine laf üretme, işleri zamana yayma, beceriksizlik, yaratıcı olmamak, yeni şeylere
meraksızlık, gevşeklik... tüm bunlar bireysel yaşam ve çalışmada iktidarsızlığın göstergele-
ridir. Ve gündelik yaşam ve çalışmada iktidarını kuramayan bir devrimci yaşam felsefesi,
toplumsal yaşam ve çalışma üzerinde hiç kuramaz!

Tolstoy'un 1905 Rus Devrimi'nin aynası olması gibi, günümüzün devrimci-demokrat basın-
ında da ortalama devrimci kültürün aynasını bulabiliriz. Orada belli yazılardaki belli gelişm-
eler karşısındaki heyecan ve öfke ile, gündelik haber-yorumlardaki yüzeysellik, düz yansıtm-
acılık, basmakalıpçılık, politikasızlık yanyana durur.

Bu "Türkiye Devrimci Hareketi'nin iliklerine işlemiş kendiliğindenlik hastalığının" bir yansımasıdır


ve yeni sağ tasfiyeci dalganın kültürüdür.

Toplumsal çözülme yaşamın her alanında kendini göstermektedir. Böyle bir toplumsal-kült-
ürel ortamdan gelen devrimciler de örgütlü-devrimci yaşamın abc'si sayılması gereken
kolektivizm, komiteli çalışma, disiplin, inisiyatif, düşgücüne daha az yatkın olmaktadır.
Kendini bir devrimci örgütle daha ileri düzeyden bütünleştirenlerde dahi partisiz dev-
rimcilik özelliklerinden kesin bir kopuş zayıftır. Geri ve düzen bulaşığı yönlerini açığa
çıkarıp, bunlarla amansız bir savaşım verme refleksi gelişmemiştir. Genel devrimcilik kriterl-
eriyle yetinilmektedir. Kendiliğindencilik hastalığı, devrimcilik kriterlerinin, mevcut mücad-
ele koşullarına göre genel devrimciliğin sınırlı kendini veriş ve sınırlı yeteneklerine göre bel-
irlenmiş olmaktadır.

Komünist hareket, her koşulda savaşımı en ileri düzeyden ve hücum ruhuyla sürdürme prat-
iği içerisinden ortalama devrimci kültürün üzerine çıkan gelenek ve normlar yaratmıştır.
Fakat burada sorun, darkafalıların sandığı gibi, geçmişin kazanımlarını fetişleştirmek,
onlarla böbürlenip durmak değildir. Böyle bir yaklaşım yaratılan ileri değerlerin savu-
nulması demagojisi altında geriye doğru çözülen yorgun bir ruh halini ele verir olsa olsa.
"Parti konusunda sadece kendi özsel gelişiminden çıkış alan hiçbir düşünce, görece gelişkin bir ön
temel yaratmış olsa dahi bugüne yanıt verecek bir parti görüş ve pratiğine ulaşamaz. Önce komünist
partinin bugün çözmekle karşı karşıya olduğu görev ve hedeflerle birlikte tanımlanması, bunun temel-
ini oluşturan ideolojik-teorik, siyasal zeminin ortaya konulması zorunludur.” (Parti, Parti, Parti)
Parti kültürü sorununun merkezinde de geçmişin kazanımları değil onları da ileriye doğru
geliştirip derinleştirecek olan geleceğin görevleri vardır.

İleri militanlık, disiplin, kolektivizm, yeraltı ruhu; örgütsel kültürümüzün can damarlarıdır.
Onları, günümüz koşullarında korumanın yolu, tek tek eylem ve direnişlerin ötesinde, günd-
elik yaşam ve çalışmaya doğru derinleştirmekten geçer. Parti kültürü, "günlük alelade" çalışm-
anın, günlük ve alelade olmaktan çıktığı yerde başlar. Kaldı ki, örgütsel kültürümüzün ileri
militanlık ve yeraltı karakteri yanında genellikle ihmal edilen temel bir çizgisi "çiğnenmemiş
bir yolda yürümektir."

İlerilik bundan böyle, 'ortalamaya göre' ilerilik değildir. 'Kimi özellikleriyle' ilerilik değildir.
'Bazı kişiliklerdeki' ilerilik değildir. 'Tek tek eylem ve tavırlardaki' ilerilik değildir. Her
durum ve koşulda, her alan ve cephede sınırsızlığa yürüyüş olarak tanımlanmaktadır. Her
durum ve koşulda sınırları parçalama, sınırların dışında düşünme ve davranmanın
alışkanlık haline gelmesiyle mümkündür. "Dar örgüt çalışma tarzı ve alışkanlıklarının, koşull-
ardan gelme her türlü sınırlılığın üstüne çıkabilen, proletaryanın geniş yığınsal eylemini ve diğer
emekçi sınıfların hareketini örgütleme yeteneğinde olan, güçlü bir tarih bilinci, dönem kavrayışı ve
gelecek perspektifi ile donanmış, profesyonel bir yetkinleşme düzeyine ulaşmış, taktik önderlik yeteneği
gelişkin, sonuç alıcı üretken bir çalışma geliştirebilen ... komünist kişilik özellikleriyle, yüksek bir
bilinç, yüksek bir disiplin anlayışı ve proleter saflık düzeyine ulaşmış moraldik değerlerle donanmış"
kadro tanımı, kadroların yoğrulacağı farklı hamur olarak parti kültürünün tanımıdır.

içindekiler

Gökten inmeyecektir!
Evet; çaba ve acılar pahasına elde edilir. Savaşım süreci içinde yaratılır. Ve daha gelişkin bir
savaşım kültürü, savaşımın daha geri biçimlerine göre şekillenen tarz ve alışkanlıklara karşı
da yoğun bir savaşımdan ayrılamaz.

Düzenden toplumsal-kültürel şekillenme açısından da kesin bir kopuş, öncelikle ona ilişkin
hiçbir şeyi doğal ve meşru saymamayı gerektirir. Düzenin fizik güçlerine karşı sınıf kiniyle
davranılmaktadır. Fakat içimizdeki düşünsel, psikolojik, kültürel uzantılarına karşı sınıf kini
yerini "barış içinde birlikte yaşamaya" bırakmaktadır.

Nasıl ki burjuva kültür, emekçilerin sınıf çıkarlarına en karşıt düşünce ve davranış ritüeller-
ini onların gözünde meşrulaştırıyorsa, ortalama devrimci kültür de sosyalist yaşam pratiğine
en-karşıt şeyleri devrimcilerin gözünde meşrulaştırmaktadır.

Verimsizlik, komitesiz çalışma, plansızlık, hedefsizlik, rutinlik, işten çok laf üretme, dedikod-
uculuk, faydacılık, hatta bazı dinsel adetler birçok devrimci çevrede doğal karşılanmaktadır.

"Tembellik, sıradan insan tembelliği. Evet, ne zaman ki insan artık çalışma dürtüsü ve gereği hisset-
miyorsa, ne zaman ki kalbi boşsa... o felaketin eşiğindedir. Etrafımda insanlar görüyorum, uykulu, ilg-
isiz, bitkin, bezgin. Konuşmaları küf kokuyor. Onlardan nefret ediyorum. Güçlü ve sağlıklı insanların
bizimki gibi gergin zamanlarda nasıl bezgin olabildiklerini anlamıyorum." (Ostrovski, Selam Ya-
şam Ateşi)

İşte bu tamamen farklı bir toplumsal-kültürel şekillenmedir. Bir asalak burjuva nasıl toplum
için çalışmayı anlayamazsa, bir komünist de toplum için tüm yetenek ve enerjisini seferber
etmemeyi anlayamaz. Gevşekliği, tembelliği, başıboşluğu, israfı, tekdüzeliği, kayıtsızlığı,
ehveni şerciliği, gönülsüzlüğü, boş gevezeliği anlayamaz. Ve nefret eder. Onlarda
bireyciliğin ve asalaklığın, ücretli köleliğin kokusunu duyar.

Bu tür tutum ve davranışlar, geçiş sürecindeki devrimcilerde bir yere kadar anlaşılabilir.
Fakat kapitalizme göre çok daha yüksek ve tam karşıt bir 'toplumsal doğa' oluşturan parti
kültürü içerisinde asla doğal karşılanamaz.

Kuşkusuz herkesin ilkel ve amatörce çalıştığı yerde, ne üretimsizlik göze batar ne de yeni
beceriler geliştirmek söz konusu olur. Her yeni devrimciyle örgüt içine taşınan düzen birik-
intilerinin, fazla bir dirençle karşılaşmadan kendini örgüt içinde hızla sistemleştirmesi ve
devrimci kültürü aşağıya doğru çekmesi de şaşılacak bir şey olmaz. Bir devrimci, kendisinde
ve çevresindeki düzen bulaşığı duygu, düşünce, davranış biçimlerinden rahatsız olmuyorsa;
bunların düzen bulaşığı alışkanlıklar olduğunun farkında bile değilse, o halen düzenin değer
yargılarıyla düşünüyor, düzen kültürü içinde hareket ediyor demektir.
Yapılması gerekenler "bir şekilde" yapılıyordur! Peki ama, "yapılması gerekenlerin" yalnızca
bunlar olduğuna karar veren yargıçlar kimlerdir? Boşa geçirilen her dakikanın, işlerin daha
ileriden örgütlenememesinin, "bir şekildeliğin" hesabını soracak bir kolektif vicdan –kişi bir
alanda tek başına kaldığında da yakasını bırakmayacak olan bir kolektif vicdan– oluşmuş
mudur? Tam da burada ihtiyaç duyulacak olan partinin yaşam ilkesi, komite ve kişisel çal-
ışmamızın düzeltici ve geliştirici ilkesi devrimci eleştiri-özeleştirinin harekete geçirilmesi
değil midir?

Çürüyen sistem yalnızca sömürü ve zorbalığın en kaba biçimleriyle değil, ideolojik, kültürel,
psikolojik her türlü toplumsal uzantısıyla, yani engeliyle nefret uyandırmalıdır.

içindekiler

Yabancılaşmaya yabancılaşma
Sosyalizm nedir? Devrimden sonra düşünülecek bir şey midir? Ya da "şuranın kamulaştırılm-
ası, buranın kooperatifleştirilmesi"nden mi ibarettir? Emekçiler üzerindeki sömürü ve baskı ort-
adan kalkacak, diğer her şey aynı mı kalacaktır? Emekçiler iş dışı zamanlarında kahvelerde
oturup dedikodu mu yapacaklardır? Günlük yaşam nasıl olacaktır? Maddi özendiriciler olm-
adan çalışma ve gelişme dürtüsü ve gereği nasıl sağlanacaktır? "Emeğine göre" ilkesi nasıl
uygulanacaktır?

Bir komünist, kendini yalnızca kapitalizmin köktenci karşıtı değil aynı zamanda gelecek
toplumun temsilcisi olarak görür. Onun her tutum ve davranışında referansı, sosyalist topl-
umun değerler sistemi ve yaşam felsefesidir. İçinde yaşanılan toplumsal-kültürel iklimden
elastiki olmayan köktenci bir kopuş, tam karşıt bir toplumsal bağlantı ve yaşam tarzının canl-
andırılmasıyla mümkündür. Sosyalizm kitaplarda okunanla, tarihsel deneyimlerle sınırlı
kalmayan, her komünistin toplumsal-bireysel yaşamın ve kendi yaşamının ayrıntılarına
kadar kendi kendine de düşünüp tartıştığı, bir kişilik ve yaşam kılavuzu olmalıdır.

Kaba ve genelgeçer olmayan, tarihsel deneyimlerin getirdiği sorunlara ML içerisinden çözüm


üreten, bugünkü sosyo-ekonomik gelişme düzeyine uygun, kapsamlı ve canlı bir sosyalizm
projesi, asi olarak bilimsel-teorik faaliyetin konusudur. Fakat bu, teorinin yaşamın içerisin-
den çıkarılan kolektif bir faaliyet olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. Geleceğin toplumu
üzerine ciddi biçimde kafa yormalı, temel eksenlerin kavranışı üzerinden gündelik ya-
şamdan örneklerle karşılaştırmalar yapmalı –kültür-sanat organlarının da daha derinlikli
canlandırma ve ürünleriyle katkıda bulunacağı– parti kültürünün bir parçası olmalıdır. Parti
kültürü asıl bu yönüyle, yabancılaşmanın her türlüsüne yabancılaştırıcı olacaktır! Brecht'in
devrimci diyalektik tiyatro yönteminde kullandığı 'yabancılaştırma' efektleri gibi: İşçi karı-
koca kendi küçük dünyalarında öfkelerini birbirine yöneltiyorlar, incir çekirdeğini bile dold-
urmayan nedenlerle saç saça baş başa kavga ediyorlardır. Birbirlerini yemek onlar için çok
doğal ve bildik, istemeseler de engel olamadıkları bir şey haline gelmiştir. Seyirci de bu kavg-
aları, kendi yaşamından da bildiği doğal ve eğlencelik bir şey olarak izlemektedir. Yine böyle
bir kavganın en civcivli esnasında, birden kapı açılır ve sahneye karı-kocanın tanımadığı,
yabancı biri girer, kendilerine ve birbirlerine yabancılaşmış karı-koca bir an içine düştükleri
düşkünleşmeyi yabancının varlığında farkederler ve utanarak kendilerine çeki düzen verm-
eye çalışırlar. Kavgayı yaşamının alışageldik bir parçası olarak biraz da mazoşist bir keyifle
izleyen seyirci de, bir an yabancının şaşkın, sıkıntılı, ne yapacağını bilemeyen gözleriyle
görür ve suçüstü yakalanmış gibi bunun rahatsızlığını duyar.

Hemen her militanın, düzenden aldığı olumsuz kişilik özellikleri, düşünce ve davranış ritüe-
lleri vardır. Aykırılıkların açığa çıkarılması ve yok edilmesi için, kişinin belli bir anda sahip
olduğu kendini doğallaştırmış düşünce ve davranış kalıplarının dışından, o yabancının göz-
üyle kendine bakabilmesi gerekir. O "yabancı" sosyalist toplumdur.

Alışmamalıyız. En başta kendimize!

içindekiler

Yeraltı ruhu
Yeraltı örgütü nasıl ki partinin çekirdeğiyse yeraltı ruhu da parti kültürünün özüdür.

Yeraltı ruhundan tek başına örgütsel güvenlik ilke ve kurallarına uymayı anlamıyoruz kuşk-
usuz. Bilinçsel derinlik, ilkeli davranış, kararlılık, süreklilik, parti görevlerini en geniş açıdan
görebilmeyi, dünyayı kucaklamayı ister. Düzen dışılık, teoriden kültüre, siyasetten alışkanl-
ıklara uzanan her alanda bilinçli bir karşıtlık içermiyorsa, eğer bu düzeni zor yoluyla yıkma
ve ona kökten karşıt ve daha yüksek bir düzen kurma tutkusu ve tutarlı yaşam pratiği ile
birleşmiyorsa, son tahlilde düzen içiliktir.

Partiye bağlılık, sorumluluk duygusu, disiplin ve militanlık yeraltı ruhunun kendisi değil ete
kemiğe büründüğü somut görüngüleridir. Güvenlik kurallarında son derece titiz, parti talim-
atı ve görevlerinde son derece disiplinli, karşıdevrimin baskı ve saldırılarına karşı son derece
direşken ve militan olabilirsiniz. Fakat yetmez! "Mümkün olan ve zaten yapılagelenle" yetiniy-
orsanız, her şeye işçi sınıfı ve emekçi kitleleri partiye yakınlaştırmak ve parti önderliğindeki
yıkıcı zorunu örgütlemek gözüyle bakmıyor, liraya kuruş mantığı içinde dönenip duruyors-
anız... yeraltı ruhunun oldukça uzağındasınızdır. Çünkü belki düzenin kaba, fizik sı-
nırlamalarına, yasa ve kurumlarına tabi olmuyorsunuz fakat halen düzenin toplumsal-kült-
ürel şekillendirmesi, alışkanlıkları ve düşünce tarzı içinde hapsolup kalmışsınız demektir.

Yeraltı ruhu, faşist düzenin ve kapitalist sistemin her türlü –siyasal, hukuki, ideolojik,
kültürel, psikolojik– sınırlamasından bağımsız düşünme ve hareket etme gücüdür. Sistemin
kurallarına biçimsel olarak uymak durumunda olduğumuz açık alanda da bunu, sistem
karşıtlığı ve yıkıcılığı içeriğini yaygınlaştırmak için yaparsınız.

Yasalar ve baskılarla sınırlanmamak yeraltı ruhudur. Fakat mevcut koşulların dış duvarlar-
ıyla, "mümkün olanla", kitlelerin geri duruş ve bilinçleriyle sınırlanmamak da yeraltı ruhu
ister. Yasalar gibi, kendiliğindenciliğin duvarları da delinecek, yıkılacaktır.

Burjuvazinin mezar kazıcısı proletarya, tarihsel zorunluluk bilimini ortaya koyan Marksizm,
yolu açan ve çok daha yüksek nitelikte alternatif bir toplumsal sistemin hayata geçiri-
lebileceğini gösteren Ekim Devrimi –tüm bunlardan sonra kapitalizm artık "ölü" bir
sistemdir. Tarihsel işlevini ve ömrünü tamamlamıştır. Bugün, büsbütün çürüyerek ve batakl-
aşarak işçi sınıfını ve kitleleri hala avucunda tutuyor olabilir. Fakat tarihsel ve bilimsel açıdan
geçerliliğini çoktan yitirmiştir: "insanlığın tarih öncesinde" ayak diremekte, toplumsal-insani
gelişmeyi engellemekte, yok oluşa sürüklemektedir.

Meşru olan tek şey, yalnızca emeğin sömürü ve zorbalıktan kurtulması için değil,
insanlaşmak, toplumsal-bireysel sınırsız gelişmenin önünü açmak için onu yıkmaktır. Meşru
olan yalnızca bu eksende yapılıp edilmesi gereken her şeydir. Bunu engelleyen, bunu gecikt-
iren, bunu aksatan her şey, her düşünce, her davranış, boşa harcanan her dakika çürümüşl-
üğe aittir.

Komünistler çürüyen sınıfa karşı gelişen sınıfın; kokuşmuş bir toplumsal sisteme karşı, yeni
ve üstün bir toplumsal sistemin temsilcileridir, işte yeraltı ruhu da, çürüyen ve geçmişe ait
olanın karşısındaki bu üstünlük duygusu ve bilinci, bu üstünlüğü savaşımın her alanında; ve
gündelik yaşam ve çalışma tarzında somutlamaktır.

içindekiler

Leninist taktik
Belirli bir tarihsel kesitte, sınıf ve kitle hareketini ileriye çekmek, partiye yakınlaştırmak,
devrim savaşımını bir üst düzeye çıkarmak için ne gerekiyorsa, parti kültürü odur. Partinin
taktiğidir.

Herkesin "bir yerlerde, bir şekilde" yürüttüğü dağınık ve gelişigüzel devrimci çalışmadan
farklı olarak, parti taktiği muazzam bir irade yoğunlaşması ve seferberlik ruhudur. Kolektif
bir kilitlenme ve zaptetme bilincidir.

Kadrolar o taktikle yatar, o taktikle kalkar. Çalışmalarını ve yaşamlarını o taktiğin


gereklerine göre yenimden düzenler. Her sorun taktik halka merkezinde ele alınır. Eğitim
çalışmalarından, kültür-sanat organlarının etkinliklerine, gündelik sohbetlere kadar düşünce
ve çalışmanın ağırlık merkezinde taktik, onun sorunları, açılımları, bağlantıları, hedefleri,
planları, deneyimleri, vb. vardır.

içindekiler

"Emek üretkenliği"
Her kadro ve birimin günlük çalışmasında, bir şey yapar göründüğü, fakat ne savaşımı ne de
kendisini geliştirici olmayan, tamamen işlevsiz bir sürü "iş" ve zaman vardır. Ortalama bir
devrimci gününün kaç saatini üretken biçimde geçirir? inanması güçtür fakat, 24 saatini
devrime adamış görünenleri de kapsayacak biçimde –bazı özel kesitler hariç, ki bu da çoğ-
unlukla işlerin son ana sıkıştırılmasından kaynaklanır– 3-4 saati geçmez. Gevezelik ve ortal-
ıklarda dolanarak vb. katledilen zaman bir yana, bir de işleri yaydıkça yayarak işkence edilen
zaman vardır. Birçok işe kolektif olarak gerekenin 3-4 katı zaman, emek, bazen para harcand-
ığı halde, arzulanan sonucun alındığı nadirdir. Ciddi bir sonuç alınmadığı halde, öyle gelmiş
öyle giden bir sürü iş vardır, vb.

Yarı-oblomovcu çalışma tarzının temelinde, ortalama devrimci kültürün kilit


kavramlarından biri, dar pratikçilik vardır. Dar pratikçilik bir çalışma tarzı olduğu kadar tut-
ucu bir kültürel şekillenme de yaratır; çünkü devrimcilerin ezici bir çoğunluğunun tüm düş-
ünce ve davranış özellikleri buna göre sınırlanır. Yapılacak belli başlı üç-beş çeşit iş vardır.
Bir altıncısı akla gelmez. Sınırları bellidir, nasıl yapılacağı bellidir. Onları da ister zamana
yaya yaya yaparsın, ister ardarda yapar, geri kalan zamanda aylaklık edersin. Yeni bir açılım
sağlama, farklı bir taktik geliştirme, zorlanılan bir işte başka bir yoldan sonuca gitme, eldeki
işlere de yeni bir ruh katma dürtüsü ve gereği duyulmaz.

Bu kısırlığın bir yanında teorik-siyasi zayıflık, diğer yanında ise lonca tipi usta-çırak ilişkisi
vardır. Kuşkusuz, iş temelinde göstererek ve yaptırarak eğitme esastır. Fakat yalnızca bun-
unla sınırlı bir eğitim de hep aynı birkaç işin hep aynı biçimde yapılmasından ancak nadiren
ilerisine geçebilir. Dar pratikçiliği iyice kronikleştirir. (Hele ki her yerde bol sayıda usta
yoksa!) İşin yalnızca teknik mantığı değil, geniş bir perspektif içinde siyasi mantığı, hedefi,
başka işlerle ve bütünle bağlantısı kavratılmalı, yeni fikir ve açılımlar teşvik edilmelidir.

Kültürün bir tanımı da, "nasıl yapacağını bilmek"tir. Nasıl ki el değirmeniyle un fabrikası farklı
kültürler yaratırsa, devrimci çalışmada da el yordamı ile planlı-programlı komiteli-hedefli-
siyasi bir perspektif ve derinlik kazandırılmış çalışma tarzı farklı kültürler yaratır. Yöntem
bilgisi ve beceri düzeyi yükseltilmeli, emek üretkenliği artırılmalıdır. Yapılan ve yapılacak
her iş, harcanan zaman ve emek, üretkenlik, etkinlik, işlevsellik, geliştiricilik, ön açıcılık, hed-
efler, açılımlar, yöntem, araçlar, motivasyon, siyasi kavrayış açısından gözden geçirilmeli,
daha ileri standartlar konulmalıdır.

Sabırsız okuyucu, emek üretkenliği (burjuva jargonunda verimlilik) gibi ancak iktisat kitapl-
arında bulunabilecek bir kavramın parti kültürü konusunda ne aradığını soracaktır.

Kapitalizmde emek üretkenliğinin artırılması, kârların azamileştirilmesi sorunudur.


Sosyalizmde ise emek üretkenliğinin artırılması, yalnızca ekonomik değil, manevi-kültürel
bir sorundur. Kapitalizmde emek üretkenliğinin artması bir yanda sömürünün, diğer yanda
işsizliğin artmasıdır. Sosyalizmde ise, bir yanıyla karşılandıkça büyüyecek olan toplumsal
ihtiyaçların karşılanması için "üretkenlik dürtüsü ve gereğinin hissedilmesine" dayanır; bir yan-
ıyla da iş saatlerini kısaltarak daha çok yönlü ve daha ileri toplumsal-kültürel gelişmenin
yolunu açar.

Günümüzde, komünist emek, dünyayı kökünden değiştirme etkinliğidir. Üretkenliği bu eks-


endeki sonuç alıcılığı ve ilerlemesiyle değerlendirilir. Dünyayı değiştirmeyen emek,
bırakalım komünistliği, emek bile değil boşa harcanmış zamandır.

içindekiler

"Hep yeni, durmaksızın daha yeni, en yeni"


Yeni fikir, yöntem ve açılımların olmadığı yerde, içsel dinamikler zayıflar, ilerleme alabildiğ-
ine yavaşlar. Tersi de doğrudur: Yeniliksizlik, içsel dinamiklerdeki zayıflamanın başlıca göst-
ergesidir. Yeni açılımların yalnızca teoriden pratiğe değil, gündelik çalışma içinden fışkırm-
adığı bir parti kültürü düşünülemez.

Ortalama devrimci kültür içinde 'yeni'ye karşı kötü bir kuşkuculuk ve ağır bir tutuculuk
vardır. Mümkün görünenle sınırlanma, ufuksuzluk, iddiasızlık, hücum ruhu yoksunluğu,
bireysel rekabetçilik, sağlamcılık, teorik-siyasi gerilik bu ağır tutuculuğun bazı nedenleridir.
Ve tabii, alışkanlıkların gücü! Öne çıkanı geri çekmek, yeni olanı kavramaya bile çalışmadan
çamur atmak...

Komünist hareketin "çiğnenmemiş bir yolda yürümek" geleneği devrimci demokrasinin siyasi
darlığının yanı sıra alışkanlıklarının tutucu gücüyle de (ki ikisi birbirini beslemektedir) sav-
aşarak yolunu açmıştır. Lenin, "Oportünizme karşı savaş, burjuvaziye karşı savaşımından ayrıl-
amaz" der.

Şubede direnişle açlık grevinin birleştirilmesi, uzun bir dönem –gözaltına alman kitlelerce de
yapılıncaya kadar– anlaşılamamış, 'düşman da zaten bizi yıpratmaya çalışmıyor mu?' gibi bir
gerekçeyle yersiz bulunmuştur. Ölüm Orucu gibi denenmiş, bilinen bir eylem biçimi varken,
yeni kitlesel SAG taktiğimiz bir türlü anlaşılmak istenmemiş, "Siz de kitlesel Ölüm Orucu
yapmış olmadınız mı?" vb. denilmiştir. 1996 1 Mayıs taktiğimize karşı "Eylem içinde eylem olur
mu, kitlenin güvenliği" vb. demagojiler yapılmıştır, İşçi Kurultayı politikamıza, "işçi sınıfına
dışarıdan örgüt dayatılamaz, bu bir kere toplanıp dağılacak bir Kurultay olmalı" diye bakılmıştır.
Örnekler çoğaltılabilir ve önümüzdeki süreçte Parti perspektifi ve ileri taktikler ekseninde
daha çok yaşanacaktır. Fakat hepsinde ortak olan şudur: Alışkanlıkların gücü, "mümkün olan
ve zaten yapılagelenle" sınırlanmanın yani Türkiye Devrimci Hareketinin iliklerine işlemiş
kendiliğindenlik hastalığının gücünden başka birşey değildir.

Ancak komünistler açısından sıcak savaşım ve taktik planda sergilenen ileri dinamizmin
gündelik yaşam ve çalışmada geçerli olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün değildir.
Organlarda yeni bir fikir ortaya atıldığında "Bakarız" der geçilir. Ve genellikle "bakılmaz".
Başlangıçta bulanık da olsa esinleyici yeni fikirler öne çıkarılacağı yerde, ancak olağan iş ve
görevlerden zaman kalırsa –kalmaz– "bakılacak" tali şeyler sayılır.

Oysa, bir kez daha vurgulayalım, "parti kültürü" "günlük alelade işlerin" günübirlik ve alelade
olmaktan çıkarıldığı yerde başlar. Günlük çalışma sınırları içerisine hapsolan bir kafa yapısı
ne yenilik yapabilir ne de yeni'yi kavrayabilir.

Günlük pratik içerisinden birkaç olumlu örneğe de değinilebilir. SAG-ÖO yıldönümü kamp-
anyasında afiş ve posterlerin, merkezi yerlerden önce sendikalara, fabrika ve işyeri içlerine,
temsilcilik odalarına, kitle örgütlerine işçi evlerinin içine astırılması yeni bir fikirdi ve birçok
yoldaşta tereddütler yarattı. Öyle ya, alışılageldik biçimde yalnızca kendi güçlerine
dayanarak yollara ve sanayi bölgelerinin duvarlarına yapmak varken bir kısmı hiç
tanınmayan işçilere gidilecek, belki de "bölücülük"(!) gözüyle baktıkları SAG-ÖO anlatılacak,
işten atılma korkusuyla kendi sorunlarına bile sahip çıkamayan işçilerden üstelik SAG-ÖO
afiş ve posterlerini fabrikalarının içlerine asmaları istenecekti! Fakat bu taktik, kitlesel SAG
taktiğinin siyasi açılımına dayanıyordu ve tereddütlerin aksine son derece olumlu sonuçlar
alındı. Halen bazı sendika ve temsilcilik odalarında posterler işçilerin kendi inisiyatifleriyle
çerçeveletilmiş olarak durmaktadır.

40 gündür süren ve bir bizim gitmediğimiz bir işçi direnişi vardı, işçiler grev kırıcıları engell-
emeye çalışıp defalarca gözaltına alınmaktan sendika basmaya, kendiliğinden yapabile-
cekleri belki de her şeyi yapmışlar, bir tıkanma yaşıyorlardı. Reformist ve oportünistlerin
tüm yaptıkları müzmin destekçilik ve öğütçülükten ibaretti. Gidildiğinde, önderlik arayışı
içinde oldukları tespit edildi. Fakat bize karşı, "Bugüne kadar neredeydiniz, bizim direnişimiz
yankı yaratınca parsa toplamaya mı geldiniz?" diye soğuk davranıyorlardı. Bir yoldaşın ortaya
attığı yeni bir fikir yine önce bir tereddüt yarattı, işçilere bir özeleştiri mektubu yazılacak ve
dağıtılacaktı! Öyle ya, bir siyasetin işçilere bırakalım yazılı özeleştiri vermeyi, en bariz
hatalar için bile herhangi bir özeleştiri verdiği görülmüş şey miydi? Reformistler ve oportün-
istler bunu istismar etmezler miydi? Yapıldı ve son derece olumlu sonuç alındı. En geriden
başlanan direniş, en önden sürdürüldü. Yazıda kuşkusuz mazeret filan sıralanmadı. "Des-
tekçiliğin ötesinde önderlik sorumluluğunu yerine getirmemenin mazereti yoktur" denildi. Faydacı
destekçilik kafası eleştirildi ve işçilerle birlikte, direnişi ileri taşımak için yapılması gereken-
ler kondu. Somut durumun somut tespiti –işçileri direnişe bir şey katmayan faydacı yaklaş-
ımlardan rahatsızlığı ve önderlik arayışı– üzerinde yükseltilen bu yeni araç, özeleştirideki
içtenlik ve kendine güven, işçilerin bize karşı güvensizliğini kırmakla kalmadı, daha ileri bir
güvenle sarılmalarını getirdi.

Girişkenlik, yaratıcılık, yenilikçilik! "En kötü yeni en iyi eskiden iyidir." Bu, parti kültürünün
temel bir ilkesi olmalıdır. Ve bir komünist, yeniye, yeniliğe, yenilenmeye çılgınca aşık olan
insandır.

içindekiler

Militan okuma faaliyeti


Parti kültürü, ortalama devrimci kültürde ağırlıkta olanın aksine yalnızca inanca dayanmaz.
Geleceğe duyulan inanç ve hasret, direngenliğin ve militanlığın kartal kanatlarıdır. Fakat
inancı sarsılmaz kılacak olan da bilinçtir. ML ideoloji, herhangi bir inanç sisteminden farklı
olarak, bilimsel bir ideolojidir.

Ezberciliğe, olguculuğa, kendi yakın devrimci çevresinden gördüklerini taklide –yalnızca


bunlara dayanan bir devrimci şekillenme en iyi durumda bile son derece güdüktür. Dar den-
eycilik, yani devrimcinin kendi ya da yakın çevre deneyimleriyle sınırlı gelişmesi, doğal yet-
eneklerden kaynaklanan mutlu rastlantılar dışında, evrimci ve sığ bir gelişmedir. Kaldı ki,
kişinin kendi deneyimlerinden ileri dinamikler çıkarabilmesi için de çoğu durumda o an için
sahip olduğundan daha fazla bilgi birikimi gerekir.

Parti kültürü, bir pratik savaşım kültürü olduğu ölçüde aynı zamanda bir yazılı kültürdür.
Türkiye'de sözlü kültürün egemenliğine ve son dönemde görsel medya kültüründeki hızlı
gelişmelere karşın, ML açısından yazılı kültür temel ve belirleyicidir. Öyle olmayı da sürdür-
ecektir.

Çünkü yazılı kültür, sözlü ve görsel kültürün yarattığı düşünce yüzeyselliği ve gelişigüzell-
iğine –yani düşünce tembelliğine– karşılık bir düşünce disiplini ve derinliği yaratır. Devrimci
teori olmadan devrimci pratik olmaz. Parti niteliği, bir yanıyla da yazılı kültürün gelişkinliğ-
ine bağlıdır: Teorik inşanın hızlandırılması ve kolektifleştirilmesi, başta parti basını olmak
üzere okuma disiplini, politikaları derinlemesine kavrama ve pratiğe taşıma yeteneği, ufuk
genişliği, sözün ağırlığını arttırmak... Belli eylem kesitlerinden her günkü/bireysel yaşam ve
çalışmaya gidildikçe eriyen, düzen alışkanlıklarıyla (dedikodu, geyik muhabbeti, vakit öld-
ürme, kişisel sürtüşmeler, teknisizm, vb.) buluşan örgütlü yaşamın örgütlülüğünü artıracak,
siyasallaşma düzeyini yükseltecek olan budur. Örgüt yapısı ve alışkanlıklarından farklı
olarak, parti tarzında yapılı kültürün özel bir ağırlığı ve önemi vardır. Genişleyen faaliyet
içerisinde her zaman her yerde, en ince ayrıntısına kadar ''Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın"
diyen "yukarıdan" birileri olmayacaktır. Merkezi kurumların, her alan ve birime ayrıntılı,
özel, günlük politikalar üretmesi söz konusu olmayacaktır. Her komite merkezi perspektif,
politika ve taktikler ekseninde, alan politikalarım üretecek; alanının yalnızca pratik-örgütsel
değil teorik-siyasi uzmanlığım da geliştirecektir. Öte yandan uygulanan teori ve siyasetlerin,
örgütsel politikaların ve deneyimlerin olumlu ve olumsuz sonuçlarıyla yine teorinin ışığı
düşürülerek kadrolar tarafından sistematize edilmesi, yani deneyim aktarımı deneyimlerin
yazılı hale getirilerek genele taşınması özellikle günümüzde büyüyen bir ihtiyaç, bütünsel ve
hızlı bir gelişmenin en önemli araçlarındandır. Merkezi aşağıya çekme yerine, onun da polit-
ika ve perspektifleri koyarken danışma zorunluluğu duyacağı birikim ve uzmanlıkta komit-
eler!.. İllegal ve legal; merkezi, alansal ve yerel parti basını, genelgeler, rapor sistemi, partinin
sinir sistemi olacaktır.

Tüm bunlar için militan bir okuma faaliyeti şarttır. Fakat militanlıkla okumanın ne ilişkisi
var? Bu basit ajitasyon eki midir? Hiç de değil!

Okuma faaliyetinin önünde zorlu engeller vardır. Zorlu engellerdir, yoksa devletle çatışmada
dağları deviren militanlar birazcık uzun ve teorik bir yazı karşısında teklemezlerdi. Pratik iş
yoğunluğu bahanesini geçelim, işler planlanarak ve emek üretkenliği artırılarak bu beylik ba-
hane, saflarımızdan kovulur. Asıl olarak iç engeller vardır.

Genç devrimci, düzenden cahillik, düşünce tembelliği, metafizik-olgucu düşünme mekan-


izması içinde gelmektedir. Ve bunu kırmak için özel bir bireysel çaba harcamadan, devrimci
olmak kendiliğinden cahilliği, düşünce tembelliği ve sığlığını ortadan kaldırmamaktadır.

Söylenenlerden kimse gocunmamalıdır. Gocunulması gereken düşünce tembelliği ve sığlığın


sergilenmesi değil, kendisidir. 12 Eylül faşizminin ve medyanın alabildiğine derinleştirdiği
biçimde, kapitalizmin bir eseridir.

Sistem, emekçilerin düşünme yeteneğini ve okuma hevesini daha çocukluklarından itibaren


kırmakta, beyinlerini sakatlamakta ve düşünmemeyi öğretmektedir. Sistemin kendini yık-
ılmaktan korumasının en güvenli yollarından biri emekçileri kafadan silahsızlandırmasıdır.
Kendi küçük dünyalarında debelenip dursunlar! Aralarından bazıları devrimci olursa, onlar
da iktidara yönelik bir tehdit oluşturmadan dar pratikçilik içinde debelenip dursunlar! Yoks-
unlaştırmanın en ağır ve zalim biçimlerinden biridir bu: Düşünme yeteneğinden yoksunlaşt-
ırma!

Lenin, Sol Komünizm kitabına düştüğü öfkeli bir dipnotta "Liberallerin yüzde 99’u tasfiyecil-
erin yüzde 98'i, Bolşeviklerin ise yüzde 60-70'i düşünmesini bilmiyorlar!" diye söyleniyordu. Gün-
ümüzün ortalama devrimci kültüründe ise Bolşeviklerin tutturduğu yüzde 30-40'lık "düşü-
nenler" oranı ne kadar ulaşılmaz görünüyor!

Ortalama devrimci kültür, kitlelerin ve dayanılan yeni devrimci güçlerin bu geriliğine karşı
savaşmadığı, tersine kendini buna uyarlayıverdiği için "ortalamadır". Politikayı alabildiğine
kabalaştırır ve haplaştırır. Yazılı kültürün düşünce disiplinini sözlü kültüre taşıyacağına,
sözlü kültürün sığlığını yazıya taşır. Genç devrimcilere yapılacak en büyük kötülük! Düzen
kültürüyle en güçlü bağı, düşünce tembelliğini ve sığlığını kronikleştirir. Gelişme yataydır.

Parti, düzenin önümüze diktiği bu zorlu engelle de savaşılarak yükselecektir. Bu durumu


nesnellik olarak dikkate almakla birlikte ne teori, ne politikalar ortalama kavrayış düzeyine
göre yapılacaktır; "Mümkün olan ve zaten yapılagelenle" asla sınırlanmadan hücum ruhuyla
daha ileriden konulacaktır. Kadro ve taraftarlar ısrarla, direngenliği ve militanlığı en zayıf
oldukları bu alana da taşımaya, militan okuma faaliyetini kişisel eğilim sorunu olmayan bir
parti geleneği haline getirmeye çağrılacaktır. Çünkü günümüzde, sınıf savaşımı, ekonomi-
politik, felsefe, sanat, vd. alanlarda, süreçleri dönüştürmek için kavrayan öncü, ileri ve kur-
ucu teoriye duyulan ihtiyaç on kat daha büyümüştür. Kuşkusuz düzen tarafından dört işlem
basitliğine göre kurulmuş bir düşünce mekanizmasının teori dilinin "karmaşık ve bağıntılı"
kavramları ve kategorilerini kendi araçları ve giderek doğası haline getirmesi bir çırpıda
gerçekleşmez. Sancılı, inatçı bir savaşım süreci gerekir. "Bilime giden geniş bir yol yoktur" der
Marx, "ve ancak, onun sarp patikalarının yorucu dikliğinden korkmayanlar onun ışıltılı doruklarına
varma şansına sahiptir".

Bu kesinkes şarttır. Çünkü "Derinleşmiş bir devrim bilinci, stratejik hedeflere yöneltilmiş bir çal-
ışma ... ufuk derinliği yoksa kendiliğindenlik aşılmamıştır." (Bir Adım Daha: Örgüt ve Kadrolar)

Ve kendiliğindenliğin diğer adı ve başlıca kaynağı düşünce tembelliği ve sığlığıdır. "Teorinin


küçümsenmesi", der Engels, "doğalcı düşünmenin (yani düşünceye bir disiplin ve yöntem kaz-
andırmadan, üç-beş ezberlenmiş formülasyon dışında düzenden gelindiği gibi gelişigüzel ve
olgucu düşünmenin –DP) ve bu yüzden yanlış düşünmenin en güvenli yoludur." (Doğanın Diy-
alektiği, s. 83)

Bir örgütün teorisi, politika ve taktikleri son derece devrimci olabilir; devrimci disiplin ve
coşku, eylemlerdeki militanlık ileri düzeyde olabilir. Fakat militan bir okuma faaliyeti yoksa,
gündelik yaşam ve çalışmadaki kendiliğindenlik aşılamamıştır. Çünkü düşünce tarzında
kendiliğindenlik sürüp gitmektedir. Dağınık, bölük pörçük, sığ, gelişigüzel, ezberci, ilk elde
akla gelebileceklerin ötesine geçemeyen bir düşünce tarzı, kaçınılmaz olarak çalışma tarzında
da "mümkün olan ve zaten yapılagelenle" sınırlanmayı getirecektir.

Okuma faaliyeti militan olmalıdır. Düzen düşünce yeteneğimize el koymuştur. Bu, düzene
karşı savaşımın ayrılmaz bir parçasıdır. Düzenin toplumsal-kültürel-düşünsel şekil-
lendirmesinden kesin kopuşun gereğidir.

Okuma faaliyeti militan olmalıdır. Kafamızdaki kendiliğindenciliğe karşı savaşım, dışımızd-


aki kendiliğindenciliğe karşı savaşımdan ayrılamaz.

Okuma faaliyeti militan olmalıdır. Yöntemi kavramaya, sonuç çıkarmaya, çalışma tarzını
geliştirmeye, eyleme dönük olmalıdır. Teori-pratik bütünlüğü, bir yönüyle de militan okuma
üzerinden, uygulamaya geçirme refleksi ile uygulama içerisinde sınama ve böylece teorik
geri besleme ile sağlanır. Taktikler ve taktik önderlik bu bütünlüğün somutlandığı alanların
başında gelir. Yoksa politikalardaki geniş solukluluk ile uygulamadaki darlık arasındaki uçu-
rum, kapanacağı yerde açılacaktır.

Süreç devrimciliğinin altedilmesi için, dönemlerdeki değişikliklere hakim olmak için, günd-
elik çalışmanın nihai amaç ve sonuçlarıyla birleştirilmesi, güçlü bir gelecek perspektifi ve
tarih bilinci ile içice örülmesi için –tüm bunlar için ve öncü kadro atılımı açısından, okuma
faaliyeti militan olmalıdır.
Kitleselleştikçe artacak olan geriye çekici, şekilsizleştirici basınçtan etkilenmemenin,
uyarlanan değil dönüştüren olmanın bir güvencesi de politikalara derinlemesine hakimiyet,
ML düşünce disiplini ve yöntemi kazanmış olmaktır.

Teorik-siyasi eğitim (bireysel ve organsal) günlük işlerden zaman kalırsa yapılacak tali bir iş
olamaz; günlük çalışmanın diğerlerinden daha az önemli olmayan organik bir parçasıdır.
Yapılamadığında boşluğu hissedilen, ihtiyaç duyulan bir parçası olmalıdır.

Bir kafa, polislere kafa atmakta kullanıldığı kadar, binlerce başka kafayı örgütlemekte ve mil-
itanlaştırmakta da kullanılabilmelidir.

içindekiler

Komünist kişilik canlı propagandadır


Parti kültürü, kendinden menkul bir adacık kültürü değildir. Kitlelere doğru açılan, politik-
anın yanı sıra kitlelerin gözünde başlı başına bir toplumsal çekim merkezi olan bir
kültürdür. Komünist kişilik ve parti işçiliği, yalnızca siyasal değil, insani-kültürel gelişmenin
de en ileri düzeyidir. Bu yönüyle, bataklaşmış burjuva toplum içinde, insanlıktan çıkarılmak
istenen ve bundan sonsuz acı duyan emekçilerin gözünde başlı başına canlı ve güçlü bir
propaganda aracıdır.

Gittiğiniz işçi evinde, erkek işçiyle konuşurken eşinin size yemek ve çay hazırlamasına sey-
irci kalamazsınız, çocukları başınızdan savmaya bakamazsınız, geride bulaşıklarınızı ve topl-
anmamış yatak bırakıp çekip gidemezsiniz. Örgütlemeye çalıştığınız bir direnişte akıl satm-
akla ("Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın") yetinemezsiniz. Bunlar bilinen şeyler. Fakat daha
fazlası gereklidir: Kişiliğinizde, kitlelere gündelik ilişki kuruş tarzınızda gelecek toplumun
ışıltısı yansımalıdır.

İşçiler, söylediklerinizi anlamadıkları, belki de ciddiye almadıkları durumda bile içtenlik ve


özgüveninizden, onların davasıyla bütünleşmenizden, pratik çalışma ve yaşam
disiplininizden, çevrenize yaydığınız enerji ve kararlılıktan etkileneceklerdir.

Örgüt içi yaşamda, yoldaşları karşısında belli bir disiplin ve "yetkinlikle" davranan, fakat bir-
eysel yaşam ve çalışmasında kendisini düzene bırakıveren bir devrimci tipi vardır. Kitlelerle
kurduğu 'ahbap-çavuş' ilişkisidir, evine adımını attığında ise aile geleneklerinin kalıbına gir-
iverir. 3-5 yıllık devrimci geçmişi olmasına karşın hâlâ devrimciliğini ailesinin gözünde
meşrulaştıramamış, ailesinin hiç olmazsa birkaç üyesini hayırhah bir destekçi konuma bile
getirememiş devrimciler vardır. (Aile düzenin en tutucu kurumlarından biridir; Marx'ın
söylediği gibi, "Kapitalizmin hücre yapısıdır." Bu demektir ki, ailesiyle ilişkisini eski içerik ve
biçimiyle, olduğu gibi sürdüren devrimci, başka zaman ve yerde ne kadar farklı davranırsa
davransın, düzen kültürüyle de bağını sürdürüyor demektir. Fakat sorun aile bağını kop-
artmadan, bu bağın etkin tarafı olarak aileleri de devrime yakınlaştırmaktır.) Kitlelerin kar-
şısında bir misyon sahibi kimliğiyle davranan, örgüt içi yaşamda ise 'Aramızda yabancı yok'
rahatlığıyla düzen alışkanlıklarını meşrulaştırmaya çalışan bir devrimci tipine de az rastl-
anmaz.

Bu tür kişilik kasılıp gevşemelerin içinde durduğu kabın şeklini alan, Mr. Hyde ve Dr. Jekyll
türü kişilik yapısı, devrimcileşme sürecinde belki kaçınılmaz olabilir. Fakat süreklileşirse,
hangisinin gerçek kişiliği olduğunu kendisinin bile bilemediği şizofren kişilik oluşumlarına
yol açar ve sıkışma dönemlerinde kaçınılmaz olarak düzen kişiliğine doğru çözülür.

içindekiler

Yoldaşlık kültürü
Yoldaşlık, devrimciler açısından en yüksek paye verilen, en çok üzerine titrenilen bir kavr-
amdır. Fakat o ölçüde de yanlış anlaşılan ve çarpık yaşanan bir kavram olagelmiştir. Çevrec-
ilik tipi ilişkiler yoldaşlık ilişkilerinin yerine geçirilmekte, yoldaşlıktan anlaşılan da ahbapç-
avuşluk olmaktadır.

Sevgi ve bağlılığa dayanan, hatta birbiri için acı çekmeyi, ölmeyi göze alan kişisel dostluk
ilişkileri günümüzde oldukça seyrelmiş olsa da halen düzen içinde de kurulabilmektedir.
Zaten toplum içindeki sevgi, bağlılık, dayanışma ilişkilerindeki bu seyrelmedir ki, biraz
sevgi, biraz bağlılık ve birbirini sahiplenme içeren bir kişisel ilişki biçiminin yoldaşlık ilişkis-
iyle hemencecik karıştırılmasına yol açmaktadır.

Öyleyse nedir yoldaşlık? Yanlış, en başta onun bir kişisel ilişki biçimi olarak algılanmasında
başlamaktadır. Yoldaşlık, evet kişisel ilişkilerin en ileri ve insani niteliklerini kapsar: Tutkulu
bir bağlılık ve sahiplenme, duyarlılık, özveri... Yoldaşının içinden bir bulut geçse edasından
anlayacaksın. O bulut senin içinden de geçecek.

Fakat yoldaşlık, somut kişisel ilişkilerin en gelişkin biçimleriyle de olsa sınırlanamaz. Sınırl-
anırsa, ahbapçavuşluktan pek öteye geçmiş sayılmaz. Pekçok yeni genç devrimci, yeni filizl-
enen devrimci duygu ve düşünceler kadar, belki de onlardan önce insani bir sıcaklık, şefkat
ve güven ortamı arayışı ve beklentisi ile örgütsel yaşama katılır. Kapitalizmin gösterdiği topl-
umsal yaşamın ürkünçlüğüne, acımasızlığına, renksizliğine ve ruhsuzluğuna karşı hem bir
savaşım isteği, hem de bunlardan bir kaçınma ve sığınma arayışı vardır bu geçiş aşamasında.
Yoldaşlık konusundaki en büyük sorunlar da bu ikinci eğilimin –ki bunu romantik bir mahr-
emiyet dünyası arayışı olarak adlandırabiliriz– birinciyi bastırmasından kaynaklanır.

Devrimcilere yakın çevrelerden ve yeni devrimcilerden sık sık devrimci örgütler içerisindeki
sıcak insani ve dostluk ilişkilerinin zayıflığından ya da yokluğundan yakınmalar duyarsınız.
Dar, rutin, teknisist çalışma tarzına bir tepki olduğu ölçüde haklılık payı vardır. Fakat dikkat!
Özellikle günümüzde, bu eleştiriler devrimci bir temelde, ilişkileri örgüt ve politika eksen-
inde geliştirme kaygısıyla değil, tam tersine, biraz da küçük burjuva romantizminin doğası
gereği bir tutuculukla, ilişkilere örgüt ve politika dışı bir alan açmak ve meşruluk kazand-
ırmak kaygısıyla yapılmaktadır. Kolektivizmi geliştirmekten çok geriye çekici ve dağıtıcı
olmaktadır.

Özel mülkiyetçi alışkanlıkların gücü, kendisini, bu kez "yoldaşlık" kılıfı altında, ilişkileri
özelleştirme eğiliminde de göstermektedir. Kapitalizm bireysel benlikleri (psikolojik iç
yaşam), bireylerin temel kaygısı haline getirmektedir. Toplumsal ilişkilere de bu merkezden
bakılmakta, maddi değilse bile manevi bir faydacılık şekillenmektedir. Kimi kişisel özellikleri
hoşumuza giden yoldaşlar, "özel" yoldaşlar olmakta, onlara farklı bir ilgi ve özen gösterilm-
ektedir. Psikolojik iç yaşantımızda özel bir yankı ve haz yaratmayan yoldaşlar ise sıradan ve
yararsız görünmektedir.

Fakat bu tam da, kapitalizmin toplumda yarattığı öznelci, antikolektivist çöküntünün bir
ifadesidir. Marx, burjuva ideolojisinin "özelleşme" yönelimi üzerine henüz 19. yüzyılda şu
önemli tespiti yapmıştı: Ruhsuz meta ilişkilerinin hakim olduğu toplumsal yaşantıda yab-
ancılaşmış bireyler, işlerine aktaramadıkları hislerini, aile ve çocuk yetiştirme alanına aktar-
arak telafi etmeye çalışırlar.

Alabildiğine darlaşma ve rutinleşme içinde, yaptıkları işin kolektif ve devrimci özüne yab-
ancılaşan devimciler de, işlerine aktaramadıkları hislerini, örgüt içinde kendilerine özel bir
ilişkiler ağı yaratarak telafi etmek eğilimi göstermektedirler: Tıpkı burjuva aile kurumunun
kutsal mahremiyetinde olduğu gibi! Böylece devrimcinin eyleminin nesnel karakteri ile
kurduğu özel ilişkiler ağı (iç dünyası) birbirinden kopmakta, örgüt yaşantısında gizli bir
ademi merkeziyetçilik yaratmaktadır. Yoldaşlar arasındaki bireysel rekabetçilik, adam seçm-
ecilik, kayırmacılık, kayıtsızlık vb. buradan türer.

"Yoldaşlar arası ilişkiler örgütü oluşturur." Çevreciliğin formülasyonudur bu! Ve zaten komite
çalışmalarının yarısından fazlasının kişisel sorunlara harcanıyor olmasından bellidir ki, ilişk-
iler yataydır. Öznelci bir temelde kurulmaktadır. Eksen yoktur.

Komünist yoldaşlık tanımı bu kavramı ayakları üstüne dikecektir: "Yoldaşlık örgütle kurulan
bağdır." Burada, kimin için ne hissedildiğinden önce, kimin parti ve devrim için ne yaptığına
bakılır. Eksen budur ve tamamen nesneldir. Güçlü ve sağlıklı yoldaşlık ilişkileri her yoldaşın
bu eksendeki ileri yönelimleri temelinde –ve düzen bulaşığı yönleriyle de tavizsiz bir savaş-
ımla– kurulur.

Yoldaşlık sorumluluktur: Partiye ve Devrime! Örgütü daha ileriden örgütlemenin temel bir
ayağı olarak örgüt içi örgütçülüktür. Parti içi yaşamında, komitede ve çevre ilişkilerinde –ve
tabii, kitlelerle olan ilişkilerimizde– dönüştürürken dönüşmek, dönüşürken dönüştürmek
kolektivizmin bir ilkesi olarak benimsenmelidir.

içindekiler

You might also like