You are on page 1of 424

Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Geleceği Geçmişten
Geçmişi Gelecekten
Kurtarmak

Denemeler

415
Denemeler

TÜM HAKLARI SAKLIDIR. BU KİTABIN TAMAMI YA DA BİR KISMI


5846 SAYILI YASA’NIN HÜKÜMLERİNE GÖRE,
KİTABI YAYINLAYAN KÖKSÜZ YAYINLAR’IN VE YAZARININ
İZNİ OLMAKSIZIN, ELEKTRONİK, MEKANİK, FOTOKOPİ YA DA
HER HANGİ BİR KAYIT SİSTEMİ İLE ÇOĞALTILAMAZ, YAYINLANAMAZ, DEPOLANAMAZ.

KÖKSÜZ YAYINLAR
DİVANYOLU CAD. NO 54
ERÇEVİK İŞHANI 102
34110 EMİNÖNÜ
TEL/FAKS:+90.(0)212.519 56 35
koksuz@yahoo.com.tr

GELECEĞİ GEÇMİŞTEN
GEÇMİŞİ GELECEKTEN KURTARMAK - DENEMELER

BİRİNCİ BASIM
OCAK 2010

ISBN 978-605-60414-2-6

Sayfa Düzeni ve Hazırlık: Köksüz Yayınlar


Baskı: Mart Matbaacılık Sanatları Tic. ve San. Ltd
Ceylan Sok. No 24 Nurtepe, Kağıthane – İstanbul
Tel: 0212.321 23 00

416
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Geleceği Geçmişten
Geçmişi Gelecekten
Kurtarmak

Denemeler

Demir Küçükaydın

417
Denemeler

Demir Küçükaydın
1949’da Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde doğdu. Lisede kompozisyon dersinde “Ana-
dilinizi neden seversiniz?” sorusunu, “Soru yanlış, anadilimi sevmek zorunda değilim”
diye yanıtladığı için okul değiştirmek zorunda kaldı. Soğuk demircilik mesleğini
öğrendi. İzmir’de TİP Karşıyaka İlçe örgütünde ve mensucat fabrikasında çalıştı.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde okudu. 1968 üniversite
işgallerine katıldı. Samsun-Ankara yürüyüşünde yer aldı. Deniz Gezmiş’in önderi
olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’ne girdi. Yapı İşçileri Sendikası’nda İsmet Demir’le
çalıştı. Aliağa rafineri inşaatı örgütlenmesine katıldı. Dev-Genç’in İstanbul yönetimine
seçildi. Filistin’e gitti, Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nde askeri eğitim aldı.
Dönerken sınırda yakalandı, işkence gördü. Nizip ve Antep cezaevlerinde 2,5 ay yattı.
Çıkınca tekrar işçi örgütlenmelerinde çalıştı. Aliağa grevlerinin örgütlenmesinde yer
aldı. Necmettin Giritlioğlu yanı başında öldürüldü. Dev-Genç davasından tutuklandı,
beş ay hapis yattı. Çıkınca tekrar fabrika ve işçi örgütlenmelerinde çalıştı. TSİP’i kuracak
olanların çizgisine karşı çıktığı için tecrit edildi ve kendi başına örgütlenmeye başladı.
TKP’nin yeniden örgütlenmesi faaliyetlerine katıldı. Bunun organı Kıvılcım gazetesini
çıkardı. Altı sayı sonra gazete kapatıldı ve tutuklandı. Gazetedeki yazılarından dolayı
önce yüz üzerinden 36, sonra 17 yıla mahkûm oldu. On yıl hapis yattı. Hapiste teorik
çalışmalar yapıp çeşitli kitap ve makaleler yazdı. Hapisten kaçmak için tünel kazmaya
katıldı. Tünel yakalanınca tekrar ceza aldı. 1984’te Malatya E Tipi cezaevinden
tahliye oldu. Mevcutlu olarak askere götürüldü. Tebdilihava alınca askerden firar etti.
Fransa’da politik mülteci oldu. Dördüncü Enternasyonal Fransız seksiyonunda (LCR)
çalıştı. Almanya’ya gitti ve Alman seksiyonunda (GİM) çalıştı. Ne Yapmalı dergisi ve
Devrimci Marksist Tartışma Defterleri’nin redaksiyonunda yer aldı. Ayrıca Almanca
SoZ Magazin adlı teorik derginin redaksiyonunda çalıştı. Türkiye’de Kuruçeşme Süreci
diye bilinen tartışmalarına Avrupa’da katıldı. Bu çalışmalarını Birlik mi Rekompozisyon
mu adlı kitapta topladı. Hamburg’da taksi şoförü olarak çalışmaya başladı. Özgür
Gündem’de haftalık denemeler yazmaya başladı. Sosyalizmin Sorunları dergisinin
yayınında çalıştı. Bu dönemde yeni sosyal hareketler, Marksizm’in devrimci ve eleştirel
geleneğini sürdüren damarların (Kıvılcımlı, Troçki, Benjamin) sentezi, ulus teorisi,
dünyanın siyah-beyaz bölünmüşlüğü, süreksiz devrim gibi teorik sorunlar üzerinde
yoğunlaştı. Yabancılara yönelik Köxüz dergisi ve teorik Yeni Zamanlar’da yazdı.
İnternet yaygınlaşınca Demirden Kapılar sitesinde ve çeşitli forumlarda tartışmalara
katıldı ve yazılarını yayınladı. Özgür Politika ve Özgür Gündem gazetelerinde yazarlık
yaptı. 2001’de Kıvılcımlı Sempozyumu’nun örgütlenmesine katıldı. Radikal demokrat
çizgide bir politik dergi için girişimlerde bulundu. Bunlardan sonuç çıkmayınca halen
yazarı olduğu Köxüz sitesinin kuruluşuna katıldı. Son yıllarda ulus, din, üstyapı teorileri
alanında yoğunlaştı.

Kitapları: Tersinden Kemalizm (Araf Yayınları-2004); Büyük Ortadoğu Projesi ve


Sosyalist Strateji (Araf Yayınları-2005); Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı (Versus
Yayınları-2007, derleme); Marksizmin Marksist Eleştirisi (Köksüz Yayınları-2009);
Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi (Köksüz Yayınlar-2009) Ayrıca
yayınlanamamış çok sayıda kitabı <www.koxuz.org> internet adresinden ücretsiz
olarak indirilebilir.

418
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Annem ve Babama...

419
Denemeler

420
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

İçindekiler

Önsöz .......................................................................................................... 1
Kıvılcımlı’nın Mirası .................................................................................. 9
Hayat Hızlı Gideni Cezalandıracaktır.......................................................15
Politik Olan Özeldir ...................................................................................19
Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak .............................................................. 25
1 Mayıs’ın Doğuşu, Bugünü ve Geleceği Üzerine Düşünceler ................41
Türk Nedir?................................................................................................51
Azınlıklar ve Demokrasi ...........................................................................55
Tarihin Laneti ............................................................................................59
Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı ............................................. 63
Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar ...................................................................67
Hayat ve Ölüm ...........................................................................................71
1 Mayıs Düşünceleri..................................................................................75
Taşralılık ................................................................................................... 83
Kendiliğindenliğe Övgü ........................................................................... 87
Politik İslam Nedir? ...................................................................................91
Requiem ve 11 Eylül ................................................................................. 97
Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı ................................................................ 99
Umutsuzluk İlkesi....................................................................................107
Doğu ve Batı ............................................................................................ 111
Eurovizyon, Modernleşme ve Demokratikleşme ...................................115

421
Denemeler

Bonapartizm ............................................................................................119
Sıfırın Değeri ...........................................................................................125
Minima Politika .......................................................................................129
“Almanların En İyisi” Olarak Marks veya
Yenilgide Zaferi Kutlamak ......................................................................141
Fizikte Bunalım: Karanlık Madde ve Karanlık Enerji ...........................155
Ararat .......................................................................................................161
Kemalizm ve İslam ..................................................................................165
Sabetaycılar, Yahudiler, Anti-Semitizm ve Kemalizm ...........................169
Doğu Toplumları ve Ütopya ....................................................................177
Saçma Dünya ...........................................................................................185
Polemik Yapmak ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün
İzlerinin Ardında .....................................................................................189
Zina Özgürlüğü........................................................................................197
Teori ve Politika .......................................................................................201
Şu Azınlıklar Tartışması ........................................................................ 205
Che’nin Che Olmadan Önceki Yolculukları .......................................... 209
Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı ..................................215
Kürt Olduğu İçin Vurulan 5-C Öğrencisi
Uğur’un Anısına ......................................................................215
Doğa ve Toplum.......................................................................................219
1905 – Özel Görelilik ve Sürekli Devrim .............................................. 223
Kurban Bayramının Ekonomi Politiği ................................................... 227
‘‘Pardus – Ulusal İşletim Sistemi” ..........................................................237
Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük
veya
“Çok Kültürlü Toplum” Sloganı
Niçin Gericidir? .......................................................................................247
Avrupa-Merkezcilik Nedir? .................................................... 248
Kültür Nedir? .......................................................................... 256
Kültürün “Çok kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı...............261

422
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Almanların En Meşhuru..........................................................................267
Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme,
Kapitalizm ve Ulusal Devletler ...............................................................271
Ek 1 – Basına ve Kamuoyuna ............................................... 284
Ek 2 – Grip Kuş ve... ............................................................... 289
Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar.........................291
Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve
Uygarlıklar/Kültürler Çatışması..............................................................301
Yaradılış Teorisi, Tanrı ve Ulusçuluk ..................................................... 311
Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi?
Bugün Kimdir? ........................................................................................315
Bir Anlık Gecikme ..................................................................321
Bir Lâhza-i Teahhur .................................................................322
Da Vinci Şifresi’nin Şifresi......................................................................325
Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri .......................................................331
Sol Neden “Ofsayt”ta?.............................................................................335
Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol .........................................341
Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler ........................................................353
İşçi Sınıfı ve Futbol..................................................................353
Uluslar, Spor ve Politika ..........................................................354
Gerici Ulusçuluk ve Spor ........................................................359
Sosyalizm, Sosyalist Ülkeler ve Spor ......................................362
Napolyon’un Sözleri ................................................................362
Türkler, Güvercinler ve İnsanlar .............................................................367
İnsan Olmak, Demokrat Olmak ve Yenilgicilik .....................................371
Türban’ın Diyalektiği ..............................................................................375
Şu “Ötekileştirmek” Meselesi .................................................................387
Özür Dilemenin Sorunları ve
Her Şeye Rağmen
Niçin Kampanyaya Destek? ................................................................... 403
Tarih ve Demokrasi ................................................................................ 409

423
Denemeler

424
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Önsöz

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde doğmak ve 90’larla sonu ilan edilen tari-
hin tek kutuplu muzaffer dünyasında devrimci Marksizm’i savunmak. Ne
Ekim Devrimi, Doğu Avrupa devrimleri, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü,
ne de ’68 sürecinin toplumsal hareketlenmesi, Kızıl Tugaylar, Deniz’lerin
idamı, Mahir’lerin, Kaypakkaya’ların katledilişi. Bunların hiçbirinde bir
anlam bulmayan ve hiçbirine aşina olmayan yeni jenerasyonun imaj ve
markalarla sınırlı dünyasında genç bir sosyalist olarak giderek yalıtılmak,
yalnızlaşmak.
Bir banka şubesinde güneşin doğuşundan batışına dek zamanını bilgi-
sayardaki rakamlara harcayan bankacılar, kilometrelerce uzayan şehir tra-
fiğinde saatlerini yitiren yolcular, bir ömür karın tokluğuna çalışıp ev sahi-
bi olmaktan yoksun işçiler, oranı giderek artan işsiz, yoksul, aç, sefil yığın-
lar, yeryüzü ölçeğinde geri dönülemez etkiler yaratan eriyen buzullar, in-
sanlığı pençesine alan depresyonun tescilli yeni ruh hastaları ve hastalıkla-
rı, işlenen akıl almaz nefret cinayetleri, göçmen karşıtlığı, ırkçı katliamlar,
şoven yükseliş: İşte yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinden birkaç fotoğraf.
Ancak sayılan bu irrasyonel olgulardan daha da vahimi, toplumun tüm bu
olanları hayatın olağan bir parçasıymış gibi normalize etmesi ve meşrulaş-
tırması. İşte benim 1984’lü çağım.
Sanırım ne Hikmet Kıvılcımlı’nın ne de Demir Küçükaydın’ın yitik ku-
şağı, modern uygarlığımızın bugün giderek içinden çıkılamaz hale gelen

1
Denemeler

çelişkilerle tükenme noktasına ulaşabileceğini tahmin ederdi. Zira zikret-


mekte beis yok ki uygarlığımız hiçbir dönem böylesine bir çürüme, yoz-
laşma, yabancılaşma ile kuşatılmamıştı ve daha fazla kâr hırsı gezegeni-
miz için hiç bu kadar yıkıcı ve kapsayıcı olmamıştı. Adaletsizliklere, eşit-
sizliklere ve sömürüye karşı hiçbir dönem böylesine bir kayıtsızlık ve di-
rençsizlik söz konusu değildi. Hiçbir dönem durum bu kadar umutsuzluk
verici değildi ve hiçbir dönem toplumsal bilinç apolitizmle bu denli hadım
edilmemişti.
Onların kuşağında dışsal olan faşizm, “evet, faşistler var ve onlarla sava-
şılmalı” saikindeki faşizm bugünkü neoliberal dünyada içselleştirilip gün-
delik ilişkilerde neredeyse bir kurala dönüşmüş durumda. Toplum artık, bi-
reylerin sıradan biraradalığından müteşekkilmiş gibi kurgulanırken birey
de gemisini kurtaranın kaptan addedildiği bir bireycilik sarmalında kutsanı-
yor. Laissez faire (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) anlayışı devletle-
rin piyasaya müdahalesini dışlayan liberal bir hükümden, bireylerin örgütle-
nip devlete aşağıdan müdahalesini engelleyen ve alttakinin ezilmesi pahası-
na üste çıkabilmek için her şeyin mümkün, meşru ve mubah olduğu bir dün-
ya görüşüne doğru tekabül ediyor. Paranın nasıl kazanıldığından çok na-
sıl harcanıldığının, neyin nasıl üretildiğinden çok neyin nasıl tüketildiğinin
esas ölçüt olduğu bireyci bireyler toplamı: “post-materyalist” yaşam tarzla-
rının belirleyici hale geldiği transnasyonal bir marketing toplumu!
Piyasa, kendisini bireylere tek gerçek özgürlük alanı olarak pazarlar-
ken, birey üretim süreçlerindeki ezilen, sömürülen, aşağılanan konumu-
nu yok sayan bir atomizasyon içinde aşiretsel, yöresel, cinsel, mezhepsel ve
ulusal kimliklere bölünüyor, ayrıştırılıyor. Atomizasyon, çalışan ve sömü-
rülen kitlelerin örgütlülüğünün ve dayanışmasının önüne set çekilmesinde,
toplumdaki servet ve güç dengesizliklerinin manüple edilmesinde artık,
evrensel bir anahtar haline geliyor. Thatcher’ın buyurduğu üzere: “Toplum
diye bir şey yoktur: sadece bireyler ve devlet vardır!”.
***
Modern uygarlığımız yeryüzünü Foucault’nun Panoptikon analojisindeki
gibi görülmeden gözleyen gardiyanlarla görmeden görülen mahkûmların
olduğu büyük bir hapishaneye dönüştürmüş durumda. Tahakküme dayalı
iktidar, ilişkilerle, bireyleşmelerle, fikirlerle, süreçlerle tüm toplumsal yü-
zeyleri bio-politik olarak kapladı.
İnsanlığın ve yeryüzünün siyasal geleceği henüz çeyrek yüzyıl öncesi-
ne dek ateşli tartışmalara konu olurken bizim jenerasyonumuz bugün dün-
yanın pek yakın bir gelecekte nasıl sonlanacağını tartışıyor, kıyamete bi-

2
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

limden dayanaklar, tarihten referanslar bulunuyor. Hollywood gişe rekor-


ları kıran kıyamet senaryolu filmler çekiyor, kıyamet kitapları basılıyor,
hep birlikte nasıl öleceğimiz konuşuluyor. Dünyayı değiştirme arzusu ye-
rini dünyayla vedalaşma arzusuna bıraktı. Hegel’in modern varsayımının
aksine gerçek olan irrasyonele, rasyonel olan ise gerçek dışına dönüştü.
Kurtuluş ve devrim fikriyatının yerini ölgün bir kanıksama kültürü aldı.
Toplumsal sistemin radikal dönüşümüne dönük tahayyül, kitlesel bir siniz-
min içinde paramparça oldu.
Peki, ne oldu da geleceğe dönük kolektif inanç ve umut, ufkumuzun dı-
şına taşındı? Lüksemburg’un önceki yüzyılın başlarında “Ya sosyalizm, ya
barbarlık!” diyerek attığı çığlık, ne oldu da Orwell’in 1984’ünü aratmayan
yüzyılımızın vahşi yeni dünya düzeni içinde boğuldu? Yeryüzümüzün ne-
redeyse beşte üçü eşitlik ve özgürlük idealleriyle adına sosyalist denilen ik-
tidarlarca fethedilmişken o görkemli idealler nasıl kendi acıklı taklitlerine
dönüşüp çözündü? İşçilerle birlikte ve işçilerin kurtuluşu adına kurulan ik-
tidarlar, örülen duvarlar, dikilen heykeller nasıl oldu da aynı işçilerce öz-
gürlük ve kurtuluş adına yıkıldı?
Dahası Aydınlanma projesinin adaleti, eşitliği, özgürlüğü modern top-
lum sözleşmesiyle evrensel ölçütlerde kurma gayeleri neden Batılı devlet-
lerin beyaz erkekleriyle sınırlı kaldı? Spinoza’nın doğa üretmez dediği baş-
ta etnik ve ulusal kimlikler neden insanın beşeri varoluşunun tek mutlak
temeli olan emeğin yerini aldı? Ezilenler, öfkesini neden egemenlere kar-
şı yöneltmiyor da kendi etnik bölünmüşlükleri içinde tüketiyor? Halklar
açısından sınıfsal gerilimleri baltalayıp görünmezleştiren şovenizmle, dev-
letler açısından hukuksal bir birim olarak yurttaşlığın askıya alındığı anti-
demokratik ulusçulukla, yeryüzümüz açısından katı bir apartheid rejimiy-
le somutlaşan bu ucube gidişatın önüne neden geçilemiyor?
Bu soruları hususiyetle sormaktan imtina edip Enver Hoca’nın ölüm
yıldönümünde, bıraktığı komünist mirası anısına törenler düzenleyen ya
da destalinizasyon siyaseti hasebiyle Kruşçev’e veya Amerikan işbirlikçisi
Gorbaçov’a küfrederek reel sosyalizmin çözülüşünü açıklayan bir solu ke-
limenin en kibar anlamıyla yeterli bulmuyorum, tıpkı pek yakında vukuu
bulacak devrimin öncüsü olduğunu addedip bizleri saflarına çağıran sol
bir örgütü yine en naif tarifiyle mütenebbih bulmadığım gibi. Solun tarih-
sel trajedisi, bir bakıma kendi tarihsel trajedisini açıklamakta kaldığı kayıt-
sızlıkla alakalı olmakla beraber yalnız bununla sınırlı değildir. Nitekim ne
Marksizm Endüstri Devrimi sürecinin ilk ve en ağır koşullarında Marx’ın
söylediklerinden ibarettir, ne de Leninizm Çarlık Rusya’sının amansız sa-

3
Denemeler

vaş koşullarını yaran devrimci kriz sürecinde ya da savaş komünizmi dö-


neminde Lenin’in yapıp ettiklerinden ibarettir.
Dünyayı anlamak ve değiştirmek hususunda insanlığa güçlü bir rehber-
lik sunan Marksizm-Leninizm’i kendilerinin de birçok defa ifade etmiş ol-
dukları üzere tamamlanmış ve dokunulmaz olarak görüp mutlaklaştırmak,
onları ilk sözü söylemiş olmak yerine son noktayı koymuş olarak değer-
lendirmek yanlıştır ki bu hem anti-tarihsel bir materyalizmle vücut bulan
anakronizmle hem de bir bilim olarak tarihsel materyalizmin ideoloji dere-
kesine indirgenmesiyle neticelenir. Demir Küçükaydın’ın önem ve değeri-
ni de böyle açıklıyorum ve şöyle bir öyküyle benzerlik kurmak istiyorum.
Türkiye İşçi Partisi’nin genel başkanlarından ve Türkiye sosyalist hare-
ketinin mihenk taşlarından biri olan Behice Boran, henüz Marksizm’le ta-
nışmamış bir üniversite öğrencisiyken gördüğü sosyoloji öğreniminin, ka-
fasındaki birçok soruya yanıt bulamadığını fark etmiştir. Fenomenolojiden
sembolik etkileşimciliğe, pozitivizmden işlevselci kuramlara dek gördü-
ğü bir dizi yaklaşımın birbiriyle tutarsız ve varsayımlara dayalı mantığın-
dan rahatsız olan Boran, bu düşüncelerini okuldaki bir arkadaşına açar ve
arkadaşı, Boran’a bu çelişkileri gidermenin bir yolu olarak Marksizm’den
bahseder. Sosyolojinin dolduramadığı boşluklar, Boran’ın Marksist kura-
mın derinliklerine inmesiyle yapboz gibi bir bir kapanır. Bundan sonra
Marksizm, Boran’ın uğruna hayatını adayacağı bir dünya görüşüne ve aka-
demisyenliğinden men edilmesinden yıllarını cezaevinde tüketmesine dek
bedelini fazlasıyla ödediği bir siyasal eylemliliğe dönüşür.
Bu öykünün, kendi öykümle –hatta Küçükaydın’ın öyküsüyle de– kesi-
şen bir yanı var. Marx’ın fikirleriyle belli bir düzeyde henüz lisedeyken ta-
nışmış biri olarak üniversiteye sosyoloji öğrencisi olarak girdiğimde kar-
şıma çıkan bir kısmı varsayımlara dayalı, birbiriyle tutarlılığı olmayan ve
Boran’ın dönemindekinden de bir hayli fazla olan çeşitli kuramlarla tanış-
ma ve tartışma olanağı buldum: işlevselcilik, göstergebilim, psikanalitik
kuram, feminist kuram, varoluşçuluk, fenomenoloji, eleştirel okul, post-
kolonyal kuram, post-yapısalcılık, dünya sistemi kuramı, tarihsel sosyoloji,
şizo-analiz gibi birbirinden çok farklı dertleri olan ve birbirinden çok ayrı
bakışlar sunan, çoğunun varlığı ve epistemolojisi Marksizm’in yapıcı ya da
yıkıcı eleştirisinde yatan bir yığın teori ve teorisyen. Sanki tüm sosyal bi-
limler tarihi, Marx’tan ve onun doktriniyle kavgadan ibaretmiş gibi.
Tamamlanmamış ve son noktayı koymamış bir düşünce sistemi olarak
Marksizm’in ele almadığı ya da yeterince ele almadığı edebiyat, dil, kül-
tür, sanat, cinsellik, toplumsal cinsiyet, beden, öznellik, arzu, söylem, kim-
lik gibi pek çok konu yüzyıllık toplumsal teori tarihinin çok sayıdaki deği-

4
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

şik temsilcisi tarafından mercek altına alınıyordu; reddiyeden olumlamaya,


yıkmaktan geliştirmeye uzanan bir değerlendirme cetvelinin belli bir nok-
tasına denk düşerek. Üyelerinin her biri Marksizm’den yola çıkan ve ente-
lektüel çalışma alanlarındaki çeşitlilikle ilgi çeken Frankfurt Okulu ya da
yazdıklarının çoğunu Marx’a borçlu olduğunu söylemekten çekinmeyen,
çağın kuşkusuz en görkemli entelektüel figürü olarak meydan okuyan ça-
lışmalarıyla Foucault, metnin dışındaki gerçekliğin namümkünlüğünden,
dilin yapıbozumundan söz edip Marx’ın hayaletlerini geri çağıran Derrida,
başta sermayenin farklı varyasyonları olmak üzere Marx’ın kavramlarını
keskin bir sosyolojik analizin içinden geliştiren Bourdieu, çağın yeni ko-
münist manifestosunu yazmakla selamlanan Negri&Hardt, tüm felsefeleri
Hegel’e duydukları öfkeyle biçimlenmesine rağmen onun mirasını tersine
çevirerek devam ettiren öğrencisi Marx’tan ve yeni tür bir komünizmden
söz edebilen Deleuze&Guattari ikilisi vs…
Düşünce dünyasındaki değişimlerin dışında politik eylemliliğin kendi-
sinde de önemli değişimler vardı. Salt emek-sermaye çelişkisiyle birebir
açıklanamayan ekolojik tahribat, etnik ayrımcılık, savaş ve şiddet, cinsiyet-
çilik, ataerkillik, heteroseksizm gibi kurumsallaşmış sorunlara karşı fail-
lerinin kendi sesini devletlere karşı aşağıdan örgütlediği ve adına yeni top-
lumsal hareketler denilen etkili bir politik mücadele ve toplumsal muhale-
fet formu ortaya çıkmıştı.
Tüm bu gelişmeler ister istemez şunu açığa çıkarmaktaydı: Marx’ın
epistemolojisinde, ontolojisinde ya da metodolojisinde nasıl bir boşluk var-
dı ki yirminci asır, sınıfsal olmayan toplumsal teori tartışmalarıyla, top-
lumsal mücadele biçimleriyle ve dejenere olmuş bürokratik devlet kastla-
rının sosyalizm adı altında modern burjuva uygarlığına eklemlenişlerinin
dramatik öyküleriyle tamamlanmıştı. Katı olan her şeyin buharlaştığı mo-
dern dünyada ne oluyordu da Marksizm’in adına yaslanan her hareket, her
iktidar onun silik bir gölgesine dönüşüyordu. Feci düşüşün zafersi bir yük-
seliş olduğuna bir yüzyıl boyunca nasıl kanaat getirilebiliyordu.
***
İşte tıpkı benim gibi ve benden kırk yıl önce gördüğü sosyoloji öğrenimi sü-
recinde Küçükaydın’ın selefi Kıvılcımlı’yı keşfedişi bu meseleleri dert edi-
nen biri olarak benim Küçükaydın’ı keşfedişime benzemektedir. Frankfurt
Okulu başta olmak üzere Batı Marksist geleneği içindeki okumalarını Troç-
kist (Devrimci Marksist) gelenekle harmanlamakla yoldaşlarından epey bir
mesafe kat eden Küçükaydın, perspektifine Kıvılcımlı’nın dünyada nere-
deyse hiç bilinmeyen modern uygarlık öncesine ilişkin tarih tezlerini de

5
Denemeler

katarak uluslararası anlamda tüm Marksistlerden ayrışmış biridir. Bu ay-


rışma, umutların tükendiği, ufukların köreldiği, bilinçlerin hadım edildiği
böyle bir çağa denk düştüğünden Küçükaydın iki kere yalnızdır: hem inan-
dığı dünya görüşünün bilinen ezberlerini o dünya görüşünün yeniden do-
ğuşu adına bozduğundan hem de Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşan-
maz” aforizmasını andırır gibi çağın yanlışlığına fazla doğru geldiğinden.
***
Elinizdeki kitap, Köksüz Yayınları tarafından basılan üçüncü Demir Küçük-
aydın kitabıdır. Küçükaydın, “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” başlıklı ilk
kitapta görüşlerini yukarıda sözü edilen üç temel teorik sacayağının üstü-
ne geliştirmişti. Marx’ta çözüme kavuşturulmadan bırakılmış ve kökenle-
ri yapı-fail gerilimine dek giden boşlukları teşhis ve tahlil etmekte izlediği
özgün metoduyla Marksizm’de üstyapı teorisinin noksanlığını tespit eden
Küçükaydın, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin düzeyi olarak dinin tüm
üstyapının kendisi olduğunu ve devrimin bir dinden bir başka dine geçmek
anlamına geldiğini, modern uygarlığın dininin de özel-politik alan ayrımı
üstünden temellenen ulusçuluk olduğunu detaylı biçimde ortaya koymuş-
tu. Bu tahlilin, yukarıda Marksist kaygılarla dillendirdiğim sorulara yöne-
lik tatmin edici bir açıklama sunduğunu söylemekle yetinmeliyim bura-
da. Elbette bunun postmodernlerce determinist, ekonomist, ilerlemeci ve
Avrupa-merkezci olmakla yarı haklı olarak itham edilen Marksizm’e yöne-
lik tecrit koşullarını kırmakta çok güçlü bir olanak sunduğunu da.
“Bir Devrimcinin Otobiyografisi” başlıklı ikinci kitap ise Küçükaydın’ın
söz konusu savunularını hangi tartışmaların içinden evrilerek geliştirdiğini
Türkiye’de pek alışık olmadığımız otobiyografi türüyle göstermesi bağla-
mında önemli. Bu, hem kendisinin bir devrimci olarak geçmişle hesaplaş-
ması ve özeleştirisini hem de Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel topog-
rafyasını sunması bağlamında –özellikle de yeni muhalif jenerasyon açı-
sından, ilgi çekici.
Elinizde tuttuğunuz “Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtar-
mak – Denemeler” başlıklı kitap ise çeşitli dönemlerde Politik İslam’dan kuş
gribine, ulusçuluktan futbola dek uzanan çeşitli güncel konulara ilişkin ya-
zılmış zevkle okunabilecek denemelerden oluşmaktadır. Küçükaydın, her
satırda aynı devrimci kaygıları taşımaktadır: tüm dünyayı kuşatan ulusçu-
luğun nasıl bir barbarlık olduğunu tariflemekte ve bu kuşatmayı yarmanın
somut yollarını ortaya koymaktadır.
Kabul, dili insanın kafasını tutup duvarlara vuran cinsten, şu postmo-
dernlerin tabiriyle fazla büyük-anlatı’cı, dolambaçsız, oto-didaktik, non-

6
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

poetik, fazla ’68’li, fazla huysuz ve fazla ihtiyar; üslubu fazla kavgacı ve
katı… Ancak bunların hangisi gerçekliği kalbinden vuran sözlerine ve söy-
lediklerinin ardındaki muazzam metodolojiye halel getirebilir?
Önceki yüzyıl sosyalizmin ulusçulukla girdiği ensest ittifakın ortak
kan bağından gelen bozuk ve patolojik mantığının zaferiydi. Şimdiki mese-
le, yeryüzü ölçeğinde tüm siyasetimize sirayet eden bu patolojinin daha sü-
rüp sürmeyeceğidir. İnsanlık ya ulusçuluk denilen patolojinin pençesinde
bölünüp yok olacak ya da bu patolojinin tecridi yoluyla komünizm bir Anka
kuşu gibi özgürlüğü, eşitliği küllerinden yeniden yaratacaktır.
Küçükaydın’ın elinizdeki kitapla cisimleşmiş tüm çabası kuşkusuz bu
barbarlığın görünümlerine dikkat çekmeyi ve bundan çıkış yollarını hangi
somut program aracılığıyla bulabileceğimizi göstermektir.
İyi okumalar…

Birol Dinçel
Aralık, 2009.

7
Denemeler

8
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kıvılcımlı’nın Mirası

Yüzyılın başında doğmak ve yetmişlerin başında ölmek!..


Gençliğinizde Ekim Devrimini yaşarsınız. Sadece o coşkuyu yaşamak
bile bir devrimciye ezilenlere adanacak bir hayatı sürdürecek bir enerji-
yi sağlamaya yeter. Ama tarihin ve talihin yüzüne güldüğü bir kuşaktan-
sınızdır. 1929’larda Kapitalizm tarihinde gördüğü en büyük buhranla sar-
sılırken, Sovyetler büyük bir hızla kolektifleştirme ve sanayileşmeyi ba-
şarmaktadır. Daha sonra faşizmin yükselişiyle bir karanlık dönem başlar-
sa da, bu dönem bile kapkara değildir: İspanya umutları yeşertir. Sonra
Stalingrad Zaferi. Bütün Doğu Avrupa’nın “Sosyalist Blok”u kuruşu. Çin
Devrimi. Küba Devrimi. Sputnik, Yuri Gagarin ve nihayet 1968’lerin bü-
tün dünyayı saran devrimci kabarışı. Zaman zaman geriye çekilişler olsa
da iyimserliği besleyen, zaferden zafere koşan bir dönemde yaşamışsınız-
dır. Umutla ölebilirsiniz.
Hikmet Kıvılcımlı bu kuşaktandı.
Yüzyılın ortasında doğmak; 60’ların devrimci kabarışıyla ezilenlerin
yanında saf tutmak; 90’larda hâlâ şu rezil dünyada yaşamak. Belki bizler
bile yine de şanslıyız. Hiç olmazsa 68’in havasını soluduk. Ya bizden son-
raki kuşaklar? Yenilgiden ve çürümeden başka hiç bir şey görmediler ve
öyle görülüyor ki daha uzun süre de göremeyecekler.
Viktor Serge 30’ların sonu için “çağın gece yarısı” der bir yerde. Bugün
o dönemin belki kısa bir güneş tutulması olduğu, ama asıl çağın gece yarı-
sına daha yeni yeni girdiğimiz görülüyor. Bizler ve bizden sonrakiler böy-
le bir kuşaktanız.
Hikmet Kıvılcımlı’dan gelecek kuşaklara ne kalabilir?
***
Adanmışlık.
İnsan hayatına anlam veren şey onun amacıdır. Sınıfsız, sömürüsüz, zu-
lümsüz bir dünya için savaşmak ve bu savaşta hep ezilenlerin yanında saf

9
Denemeler

tutmak. Böyle bir hayat için kendini adamak. Evet, bu gelecek kuşaklara
kalabilecek bir niteliktir Kıvılcımlı’dan, ama bazı kayıtlarla.
Kıvılcımlı’nın adanmışlığını sağlayan ruh hali ve gerekçeler bizlerin ve
gelecek kuşakların adanmışlığının gerekçesi olamaz.
Onlar insanları daha güzel bir dünya umudu için savaşa çağırıyorlardı,
bizler ise daha da kötüsünü engellemek için, hiç bir umut kalmadığı için
savaşa çağırmak ve savaşmak zorundayız.
Kıvılcımlı ve kuşağı, çağrılarına bilimsel gerekçeler bulabiliyorlardı.
Örneğin kapitalizmin ömrünü doldurduğunu, sosyalist bir toplum için nes-
nel koşulların var olduğunu söyleyebiliyorlardı. Bizler ise kapitalizmin öm-
rünü doldurup doldurmadığının önemli olmadığını; aksine eğer gençliği-
ni yaşıyorsa bile insanlık için çok daha büyük bir tehlike olduğunu ve bel-
ki tam da ömrünü doldurmadığı için ona karşı savaşmak gerektiğini söyle-
mek ve savaşmak zorundayız.
Bizler ve gelecek kuşaklar adanmışlığı tamamıyla ahlaki bir tavır alışa
bağlamak zorundayız. Bizler ve gelecek kuşakların devrimcileri Kıvılcımlı
ve kuşağından farklı olarak “Ezen var ezilen var, ben ezilenden yanayım.
Tarihsel süreç ezilenlerin kurtuluşu için koşulları olgunlaştırmış mı, ol-
gunlaştırmamış mı? Bunun hiç bir önemi yok. Hatta eğer olgunlaştırma-
mışsa ve kapitalizm eğer hala gençliğini soluyorsa tehlike daha büyüktür
ve insanlığın yok oluştan kurtulabilmesi için daha büyük bir kendini ada-
mışlık gerekmektedir” demek ve öyle yapmak zorundayız.
Kıvılcımlı ve kuşağı için devrimler “tarihin lokomotifleri” idi, bizler ve
sonraki kuşaklar için “imdat frenleridir”.
***
Kıvılcımlı’nın politik eyleminden gelecek kuşaklara bir tecrübe olmanın öte-
sinde, ibret verici bir örnek olmanın ötesinde pek bir şey kalacağı söylenemez.
İnsanların son eylemleri bir bakıma onların vasiyetleri kabul edilebilir.
Kıvılcımlı’nın ölümünden önceki son iki eylemi İstanbul’daki Sıkıyönetim
Mahkemesine ve SBKP genel Sekreteri L. Brejnev’e yazdığı mektuplardır.
Bugün ne Sovyetler Birliği var, ne SBKP, ne de onlara şikâyet edilen
TKP. Hepsi pazar ekonomisinin faziletlerini keşfetmekle meşguller.
Sıkıyönetim Mahkemelerine yazdığı mektuplarda Kıvılcımlı, “Ordu
Gençliğinin” “Anti-emperyalizmi”ni okşuyordu. O “anti-emperyalizmin”
nereye vardığı, bugün en açık biçimde, İlhan Selçuk ve benzerlerinin, Kürt
ulusunun yüzde yüz haklı direnişi karşısında takındıkları, anti-emperyalist
gerekçeli şovenizmlerinde görülebilir.

10
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Hayatını sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya adamış ve bunun için hep


ezilenlerin yanında saf tutmayı ilke edinmiş bir dava adamı için son iki po-
litik eyleminin, gelecek kuşaklara yanılsamalardan başka bir şey anlatma-
yan bu anlamsızlığı ve yanlışlığı, ölümünden 21 yıl sonra ortaya çıkan bu
manzara, ne acıdır ve tarih ne kadar acımasızdır.
Kıvılcımlı’nın politik tavır alışları aslında Üçüncü Enternasyonal’in ve
SBKP’nin resmi çizgisinin damgasını taşımıştır daima. 1930’larda yazdığı
Yol, Üçüncü Enternasyonal’in “Üçüncü Dönem” politikalarının damgasını
taşır ve radikalizmi de oradan gelir. Aynı Kıvılcımlı 1960’larda 20. Kongre
sonrasının politik tezlerine uygun tavır alışlar geliştirir. Bu fark bugünlerin
en yakıcı konusu “Kürt Sorunu”nda açıkça görülebilir. 1930’larda “Kürt
Sorunu”nda işçi hareketine en büyük desteği görürken; Kemalizmi en ağır
biçimde mahkûm ederken; 1960’larda bu yöndeki her girişimi emperyaliz-
min bir komplosu olarak değerlendirmek eğilimindedir.
Fakat Kıvılcımlı SBKP politikalarının bir papağanı da değildir. O poli-
tikaları savunuşunda bile bir derinlik, bir orijinalite, radikal bir yan vardır.
Kendi devrimci ve radikal eğilimleriyle savunduğu resmi politika arasında
daima bir çelişki vardır. Bazı momentlerde bu çelişkiyi açığa da vurur, ör-
neğin Çin Kültür Devrimi vesilesiyle yazdığı “Kızıl Bekçiler”; Küba için
yazdığı “Küba Feleğe Meydan Okuyor” yazılarında ya da kaçaklığından
ölümüne kadar yazdığı anılarının son bölümünde olduğu gibi. Anılarının
ilk bölümlerinde neredeyse Suriye’de sosyalizm; Bulgaristan’da komü-
nizm varmış gibi değerlendirmeler yaparken; gerçekleri yakından gördük-
çe; ölümünün arifesinde Sovyetlerde bir “devlet Sınıfları”nın egemenliğin-
den; Troçki’nin son günlerinde de iddia ettiği gibi Lenin’in öldürülmüş ola-
bileceğinden söz eder. Bir kopuşun arifesinde gibidir adeta, ama ömrü bu
çelişkiyi aşmasına zaman bırakmadan biter.
1930’ların başında yazdığı Yol’da, sosyalist teorinin (özellikle strateji,
taktik, örgüt sorunlarında) uluslararası işçi sınıfının deneylerinin sistem-
leştirilmesi olduğu yolundaki Lenin’in önermesini yazar. Fakat Kıvılcım-
lı’nın eserlerine bakıldığında bu konuda bir tek bile orijinal eseri görülmez.
Örneğin, 1933’te Almanya’da tarihin gördüğü en büyük ve en moral bozu-
cu işçi hareketi yenilgisi ve faşizmin iktidara gelmesi konusunda bir tek ya-
zısı bile yoktur. Marksizm Bibliyoteği’nden çıkan İspanya İç Savaşı ile il-
gili kitap ise resmi Sovyet görüşünün popülarize edilmesinden başka bir
şey değildir.[*]

[*] Bu kitap Kıvılcımlı adıyla yayınlanmış olmasına karşın, yazarın o olmadığı


daha sonra anlaşıldı. Kıvılcımlı bu kitabı kendi yapıtları arasında saymaz.

11
Denemeler

Bu eksiklik ve çağı kavrayamayışın sırrı yine Yol’un başka bir yerin-


de uluslararası işçi hareketinin deneylerini sistemleştirmeyi Üçüncü Enter-
nasyonal’in yaptığı dolayısıyla kendisine bu alanda yapacak iş kalmadığı
şeklindeki önermededir. Kıvılcımlı çağı anlamak işini Sovyetlere havale
etmiştir. Büyük bir iç huzuruyla da kendi ülkesi ve ülkesinin tarihsel top-
lumsal yapısına yönelmiştir.
***
Kristof Kolomb’un temel önermesi (Dünyanın yuvarlak olduğu) doğru ol-
makla birlikte; çıkarsaması (sürekli batıya giderek Çin ve Hint’e ulaşılaca-
ğı) yanlıştı. Ama bu yanlışa rağmen ve tam da bu yanlış nedeniyle keşfetti-
ği yeni bir kıtaydı. Kıvılcımlı da çağın deneylerini Sovyetlere havale eder-
ken yanlış yapıyordu, ama bu yanlışa rağmen ve biraz da tam bu yanlış ne-
deniyle kendi mücadele alanını, yani Türkiye’yi anlamak için “onun için-
den çıktığı daha doğrusu bir türlü çıkamadığı” Tarih’i anlamak gerekir der-
ken Tarih alanındaki en büyük keşiflere doğru yelken açıyordu.
Doğa ve Toplum gibi bilim de hiç bir şeyi bedavadan vermez. Frankfurt
Okulu felsefedeki ileriliğini, Politika ve Tarih konusundaki geriliğinin ke-
faretiyle ödemiştir. Troçkist geleneğin uluslararası işçi hareketinin deney-
lerini sistemleştirme çabası, Tarih ve Felsefe alanındaki geriliğin kefare-
tiyle ödenmiştir. Kıvılcımlı da Tarih alanında sağladığı başarıları politi-
ka ve felsefe alanındaki geriliğiyle ödemiştir. (Aslında birbirinden ayrı bu
üç gelenek birbirinden bağımsızca, ama birbirini tamamlayıcı bir şekil-
de gelişmiştir. Dünya bunlardan ilk ikisini biraz olsun biliyor, ama henüz
Kıvılcımlı’yı bilmiyor.)
Marks, nasıl Kapital’de modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırma
çabasına girdiyse, Kıvılcımlı da kapitalizm öncesi medeniyetlerin yüzün-
deki peçeyi kaldırmış ve onların hareket yasalarını bulmuştur. Bu muaz-
zam keşif bir tek kavramla özetlenebilir: Tarihsel Devrimler.
Bugün en kabadayı Marksiste devrim deyince sadece Hollanda ve İngi-
liz devrimlerinden bu yana gelen modern devrimleri sayar. Peki, bundan
önce en az beş bin yıllık sınıflı toplumlar, uygarlıklar vardı, bu dönem bo-
yunca devrimler olmamış mıdır? En kabadayı Marksistler bile bu soru-
yu sormamışlardır. Bu soruyu soran ve cevabını arayan bir tek Dr. Hikmet
Kıvılcımlı olmuştur. Cevap: medeniyetlerin kuruluş ve yıkılışlarının ve bu
kuruluş ve yıkılışlara yol açan barbar akınlarının aslında birer devrim ol-
duğunun keşfidir. Bu devrimler modern devrimlerden farklı olarak bir sını-
fın değil bir uygarlığın yıkılışına yol açarlar.

12
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bu devrimlerin mekanizmaları Kıvılcımlı’nın eserlerinde en ince ayrın-


tılarına kadar işlenmiştir.
İşte gelecek kuşakların devrimcilerine Kıvılcımlı’dan kalan en büyük
miras bu Tarih çalışmaları, kısaca kendi adlandırmasıyla “Tarih Tezi”dir.
O geçmiş tarih geleceğin devrimcilerine ne sunabilir? Çok şey. Bir ka-
çına değinelim.
Marksizm, işçi hareketi bütün dünyaya yayıldıkça Avrupa Merkezli
olmakla eleştirilmiştir. Bu eleştirinin görünüşte haklı bir yanı vardır da.
Kıvılcımlı Tarihte Avrupa merkezliliğe kesin bir son vermiştir. Bugün gi-
derek dünya çapında bir apartheit rejiminin gelişmesiyle, dünyanın siyahla-
rı kendilerini entelektüel kölelikten yani euro-sentrizmden kurtaracak güç-
lü bir tarih anlayışı bulacaklardır. Aynı zamanda Kıvılcımlı bir Marksist
olduğu için Marksizmdeki euro-sentrizmin teorinin kendisinden doğan bir
yapısal özelliği olmadığının da somut bir kanıtıdır ve o eleştirileri varlığıy-
la boş düşürür.
Marksizm aydınlanmanın doğrusal gelişimci, iyimser ve teknik hayra-
nı etkileri bakımından eleştirilmektedir. Bu eleştirinin de görünüşte hak-
lı bir yanı vardır. Ama Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi ve incelemeleri varlığıy-
la bu eleştirileri boş düşürür. Tarih Tezi, antik Tarih boyunca tarihsel sü-
recin motorunun Teknik değil (çünkü binlerce yıl pek az gelişmiştir) insan
olduğu önermesine dayanır. Tarih tezi doğrusal gelişimci anlayışlara ölüm
darbesi vurur. Kapitalizme feodalizmden değil İlkel Sosyalizm’den sıçra-
nır. Ve nihayet Walter Benjamin’in devrimlerin tarihin imdat frenleri oldu-
ğu yolundaki önermesi Tarih Tezi’ni bilene hiç de yadırgatıcı gelmez; aksi-
ne bu önermenin kanıtlarını sunar.
Kıvılcımlı’nın mirası sadece bununla sınırlı da değildir. Modern toplu-
mu anlamak; tüm öznelerin radikal kanatlarını birleştirebilecek; global bir
program geliştirmeyi sağlayabilecek metodolojik bir katkı da yapmıştır. Bu
katkı, modern kapitalizmin kapitalizm öncesi ve diğer toplumsal ilişkiler-
le kaynaşması ve bu kaynaşma sonucunda, somutta Marks’ın kapital’de ele
aldığı saf ve soyut kapitalizmden çok farklı bir toplumsal ilişkiler ve güç-
ler sisteminin ortaya çıkışına yol açmasıdır. Kıvılcımlı’nın bu alandaki me-
todolojik katkısı 60’ların strateji tartışmaları içinde anlaşılamadan unutu-
lup gitmiştir. Bu tartışmalarda iki taraf da kapitalizm geliştikçe kapitalizm
öncesi ilişkileri tasfiye ettiği varsayımını paylaşıyor ve buna göre bir dev-
rim stratejisi çiziyordu. Kapitalizm öncesi ilişkileri ağırlıklı görenler de-
mokratik devrimi; diğerleri de sosyalist devrimi öneriyordu. Daha sonra
Troçkistler gecikmiş olarak eşitsiz gelişmeden hareketle tam da demokra-
tik görevler nedeniyle ve devrimin dinamiğiyle sosyalist devrim olacağını

13
Denemeler

söyledilerse de bu temel varsayımı sorgulamadılar. Kıvılcımlı ise, onun sa-


dece kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye etmekle kalmadığını, ama aynı za-
manda onları güçlendirdiğini, yaşattığını ve ortaya basit şemalara sığma-
yacak bambaşka toplum ve sınıf ilişkileri çıktığını söylüyordu. Aynı meto-
dolojik yaklaşımı ölümünden bir süre önce yazdığı bir bölümü yayınlanmış
“Türkiye’nin Çok Katlı Sosyal Ehramı: Kadın Sosyal Sınıfımız” adlı ince-
lemesinde de geliştirir.
Batı’daki feminist hareket de Kıvılcımlı’dan bağımsızca benzer bir me-
todolojik ilkeyi bulup geliştirmek zorunda kaldı. Kapitalizm sadece aileyi
ve ev içi emeği tasfiye etmekle kalmaz, onu yeniden üretir, güçlendirir,
değiştirir ve bir bütün olarak kendi de değişir.
Kanımızca bu metodolojik ilke gelecekte tüm ezilenlerin hareketlerini or-
tak bir program ve teori etrafında birleştirebilmek için gerekli radikal, bütün-
sel ve eleştirel bir teorinin dayanması gereken temel bir yaklaşım olmalıdır.

***
Kıvılcımlı’nın politik tavır alışları Tarih Tezi’nin ya da metodolojik katkı-
larının mantıki bir sonucu değildir. Hele kimilerinin iddia ettiği gibi o poli-
tikalara teorik bir zemin bulma çabası hiç değildir. Öyle olsaydı, bilime bi-
lim dışı kaygılarla yaklaştığı için alçak diye nitelenmesi gerekirdi.
Kıvılcımlı’nın tarih ve metodoloji alanındaki katkılarıyla ve bunların
gerçekten devrimci özüyle politik tavırları arasında daima bir çelişki ol-
muştur. Resmi Sovyet görüşü ve bu görüşün Türkiye’deki savunucuları
bu çelişkiyi çok iyi sezdikleri için Kıvılcımlı’nın gelecek kuşaklara miras
kalacak bu esas eleştirel ve devrimci yanını yok saymaya, küçümsemeye
hatta deli saçması gibi göstermeye çalışmışlardır.
Aslında Kıvılcımlı’nın tarih alanındaki katkılarıyla politikası arasın-
da Hegel’deki yöntem ve sistem çelişkisine benzer bir çelişki vardır. Nasıl
Marks, Hegel’in devrimci çekirdeğini, yöntemini benimsedi ise, gelecek ku-
şakların devrimcileri de Kıvılcımlı’nın tarih çalışmalarında ihtiyaçları olan
devrimci özü bulabileceklerdir. Ama öyle görülüyor ki, şimdi Kıvılcımlı’yı
anan ve geçmişin yükünü sırtında bir kâbus gibi taşıyan sosyalistler onun
tutucu kabuğunda oyalanıyorlar.
11 Ekim 1992

Bu yazı Özgür Gündem gazetesi için yazıldı ve muhtemelen


Kıvılcımlı’nın ölümüne denk gelen günde yayınlandı.

14
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Hayat Hızlı Gideni Cezalandıracaktır

İnsanın hiç bir zaman bugünkü kadar çok zamanı olmadı, ama hiç bir za-
man da bugünkü kadar zaman sıkıntısı çekmedi. Geçen yüzyılda iş saatle-
ri haftada 80 saati buluyordu; bugün birçok ülkede 48 saat yasalaşmış du-
rumda, hatta birçok ileri ülkede 40 veya 35 saatlik iş haftaları giderek ku-
ral oluyor. Buna rağmen günümüzün insanının en büyük problemlerinden
biri sürekli zaman kıtlığı çekmek; modern toplumda herkes zamanın çok
süratli akıp gittiğinden şikâyetçi.
Yeryüzündeki insan sayısından daha fazla üretilmiş tek sofistike tüke-
tim aracı belki de saat. Modern şehirlerde hemen hiç bir büyük alan, istas-
yon, salon yoktur ki orada bir kocaman saat bulunmasın. Zamanı kontrol
altına almak için yatırılmış bu muazzam emeğe rağmen insanın zamana
köleliği giderek pekişiyor.
Bir toplumun refah düzeyinin ve günlük yaşamdaki ortalama hızın art-
ması insanların daha bol zamana sahip olmalarına değil; bir zaman kıtlığı
içinde yaşamalarına yol açıyor. Modern toplumun en büyük sorunlarından
biri zamansızlık. Son yılların en ilginç tarih ve sosyoloji araştırmalarının
özellikle zaman kavramı üzerinde yoğunlaşmaları; Dali’den M. Ende’ye
kadar birçok sanatçının insanın zamanın kölesi oluşunu estetik imgelerle
ele almaları bu problemin yansımalarıdır.
Yeni bir yıla giriş, zaman üzerinde düşünmek için bir fırsat olamaz mı?
***
Zaman fiziksel bir kavram olarak, Newton’un “dışındaki herhangi bir nes-
neyle ilişkisi olmadan, doğası gereği eşit şekilli ve kendi kendine akan mut-

15
Denemeler

lak, gerçek ve matematiksel” Zaman’ından Einstein’ın değişken ve ancak


uzay ve madde ile birlikte var olabilen rölatif zamanına doğru bir evrim ge-
çirir. Fiziksel zamanın, sadece kavranışının değil, ama bizzat kendisinin
de bir tarihi vardır ve bugünkü bilgi seviyesine göre zamanın tarihinin po-
püler bir özeti Stephen Hawking’in “Zamanın Kısa Tarihi”nde bulunabilir.
İnsanın Zaman duygusu, köklerini her ne kadar Termodinamiğin İkinci
Yasası’ndan (Entropi) alsa da, insanın zaman kavrayışının ve bilincinin bir
de sosyolojik boyutu vardır ve sosyolojik bir olgu olarak zaman bilincinin
ve kavramının tarihi fiziksel zamanın tarihinden hiç de daha az heyecan
verici değildir.
***
Doğuşu ve yaygınlaşması topu topu bir kaç yüz yıllık bir geçmişi olan bur-
juva uygarlığının zaman kavrayışı doğrusal (Lineer) bir niteliktedir. Herkes
ilkokuldaki dersliklerin duvarlarındaki bir ucu uzak bilinmeyen geçmişten
gelen, diğer ucu bilinmeyen geleceğe giden bir doğrudan oluşan doğa ya da
toplum tarihi şemalarını hatırlayabilir. Bilim kurgu film ve romanlarının
en çok sevilen konularından biri olan zaman içinde ileri veya geri gidişler
yine zamanın doğrusal bir yapısı olduğu varsayımına dayanır.
Kapitalizm öncesi uygarlıklarda üretim her şeyden önce bir tarım üre-
timiydi ve bu nedenle doğanın ritmine bağlıydı. Mısır’daki Nil taşkınları;
Güneş’in, Ay’ın hareketleri; Mevsimler; hatta insanların hayatları sürekli
tekrarlar değil miydi? Bu nedenle modern kapitalizmin doğuşuna kadar
insanlığın zaman kavrayışı aslında doğrusal değil, dairesel ya da helezo-
nikti.
Modern kapitalizmin doğuşu ile birlikte, üretim doğanın ritminden kur-
tuldukça ve artı değerin kaynağı işgücü oldukça ve emek süreci ancak za-
manla ölçülebilir bir süreç olarak ortaya çıktıkça; bu “görünmez, elle tu-
tulmaz şey”i, Zaman’ı, ölçmek ve birimlere ayırmak ihtiyacı doğdu. Doğal
Zaman’dan Mekanik Zaman’a geçildi. Dairesel zaman fikrinin yerini dai-
resel çarklarla ölçülen ve birimlere ayrılan, ama doğrusal zaman fikri aldı.
Denebilir ki, insanın hayatında dairelerin (tekerlek, çark vb.) önemi arttık-
ça zamanın dairesel kavranışının yerini doğrusal kavranışı almıştır.
Kapitalizm öncesinde her uygarlığın kendine göre bir tarihi ve zama-
nı vardı. Modern kapitalizmin dünya ticaretine egemen olmasıyla birlikte
Dünya Zamanı fikri (1884) doğdu ve kapitalizmin anavatanı İngiltere’deki
Greenwich rasathanesine göre bütün dünya bir tek zaman birimine bağlan-
dı (1911) ve zaman dünya ölçüsünde standardize edildi.
***

16
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Olabildiğince az zamanda uzun yol; olabildiğince az zamanda daha çok


enformasyon; daha çok üretim. İnsanoğlu hiç bu kadar hızlı değildi, ama
hiç bu kadar zamansızlık da çekmedi. Denizin ortasında susuzluktan ölür-
cesine bir enformasyon denizi içinde enformasyonsuzluktan boğuluyoruz.
Kapitalizmin bayrağında tek slogan var: “Daha Hızlı!”
Kapitalizmle ilk karşılaşan insanlar modern burjuva uygarlığının bu
sürati ve dakikleşmesinin insan doğasına aykırı niteliğini seziyorlardı.
Artizanlığın güçlü izlerini taşıyan Paris komünarları belki bu yüzden; bur-
juva devleti gibi saatleri de parçalamışlardı.
Ama sosyalist harekette bu güzel gelenekler unutuldu. Sosyalistler bur-
juva zaman modeli ve idealinin en ateşli savunucuları oldular. Süratte bur-
juvaziyle yarışa girdiler. İngiltere ya da Amerikan tekniğine; yani o sürate,
yani o zamansızlığa; zaman köleliğine ulaşmak tek hedef oldu.
Bizler artık insanlara daha büyük süratler ve daha çok enformasyonlar;
dolayısıyla daha az zaman değil; daha çok zaman; yani daha yavaş, daha
ritmi düşük bir hayat ve üretim; daha değerli ve özgürce seçilmiş enfor-
masyonlar vaat etmeliyiz.
Doğrusal, programlanmış, neredeyse sonsuz küçüklere bölünmüş bur-
juva uygarlığının mekanik zamanına karşı; insan doğasına ve doğanın rit-
mine daha uygun; değişen, büyük birimli ve yumuşak bir zamanı ezilenle-
rin bayraklarına yazması gerekiyor.
Bu gibi sorunları gündemine almayan, tartışmayan ve programına koy-
mayan bir geri ülke devriminin; ne uluslararası kapitalizm karşısında da-
yanabilme ne de ona karşı bir zafer kazanabilme; yani ne insanlığın çoğun-
luğunu ne de zengin ve ileri ülkelerin ezilenlerini etkileme, yanına alma
şansı yoktur.
***
Kemalizm, Batı uygarlığını zaman kültürüyle de örnek almıştı. Milâdi tak-
vimden, alafranga saate ve radyo saat ayarına kadar insanların günlük ha-
yatını belirleyen; kapitalist üretime uygun kültürel koşulları oluşturan ted-
birler alındı.
Biz sosyalistler Kemalizmi hiç bir zaman bu yönüyle eleştirmedik.
Hatta eleştirimiz onun bu kültürel koşulları yeterince başaramaması yö-
nünde yoğunlaştı.
Türk solu sadece burjuva zaman kültürünü idealize etmek ve bayrağına
yazmak hatasını işlemedi; küçük burjuva ve kapitalizm öncesi ilişkiler or-
tamı nedeniyle, örgütlerin çalışmasının büyük bir bölümünü, normal olarak
kapitalizmin kendiliğinden gerçekleştirdiği, modern toplumun kültürünü

17
Denemeler

üye ve taraftarlarına benimsetmeye harcadı. Örneğin randevulara zama-


nında gelmeyi, yani modern zaman kültürünü öğretmek örgütlerin daima
önemli bir sorunu olmuştu. Bırakalım sosyalist olmayı, burjuva anlamda
bile politik olmayan; özünde kültürel nitelikteki bu çalışmalar politik ça-
lışmanın özü ve kendisinin yerini bile aldı. Bu nedenle sosyalistlerin faa-
liyetlerinin çok büyük bir bölümünü, Türkiye’nin geri kapitalizminin bir
türlü yeterince beceremediği, modern topluma uygun kültürel niteliklerle
donatılmış insan yetiştirme çalışması aldı. Bir bakıma Tarih sosyalistleri
Türk kapitalizmini güçlendirmek için kullandı. Bu anlamda Türk sosya-
listleri sadece Burjuva Uygarlığını ve Kemalizmi eleştirmemekle kalmadı-
lar; nesnel olarak Kemalizmin hedeflerine ulaşmasına hizmet eden, hem de
Kemalizme rağmen hizmet eden, kültürel değişimin araçları oldular.
***
Ezilenler elbette ezenlere karşı savaşlarında, savaşın kendisinin dikte et-
tirdiği kurallara uymak zorundalar. Örneğin elbet dakik olmak zorunda-
lar. Ama bunun insanın doğasına aykırı olduğunu bir an bile akıldan çı-
kar madan.
Pratik çalışmada elbet: “Hayat geç kalanı cezalandırır” ya da “Geç gel-
menin faziletlerinden yararlanamayanlar, geç kalmanın reziletleri içinde
bunalırlar” ilkeleri geçerliliğini koruyacaktır. Ama tarihsel ve programa-
tik düzeyde; burjuvazinin bayrağında “daha hızlı” yazdığına göre, bizim
de bayrağımıza şunu yazmamız gerekiyor: “Hayat hızlı gideni cezalandı-
racaktır!”
Ve de cezalandırıyor: Zamansızlıkla.
Aralık 1992

18
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Politik Olan Özeldir

Kadın hareketinin ezilenlerin kavgasına yaptığı en büyük katkı, onun “özel


olan politiktir” parolasında özetlenebilir. Bu parola sadece kadınların ezi-
len bir cins olarak mücadelesini bir politik mücadeleye dönüştürmenin ola-
naklarını sunmak ve dönüştürmekle kalmaz, ama aynı zamanda kapitaliz-
me karşı radikal bir reddiye olarak, kadınların mücadelesini diğer ezilenle-
rin mücadelesiyle bağlamanın olanaklarını yaratır. Çünkü kapitalizm, as-
lında hiç bir şekilde birbirinden ayrılmayan insan hayatının çeşitli yönle-
rini, özel hayat, iş hayatı, politik hayat, kültürel hayat gibi, birbirine karşı
su geçirmez bölümlere ve gettolara ayırır. Bu “hayat”ların her biri için, her
biri diğeriyle çelişen ayrı ahlaklar ve normlar yaratır. Böylece bir fotoğraf-
çının hiç bir insani kaygı duymadan bir felaketi “profesyonelce” çekmesi;
“özel hayat”ında çocukları seven bir politikacı veya askerin, “politika” ya
da “iş hayatı”nda binlerce çocuğu öldürecek kararlara imza ya da çocuk-
ların başına bomba atabilmesi ve bütün bunları tam bir vicdan rahatlığıyla
yapabilmesi, bu ayrımın zihinlerdeki gizli, alışılmış egemenliğiyle müm-
kündür.
İş ya da politika hayatının normları, “özel” hayatın normlarından ayrıl-
mış ve ona tamamen zıt normlar koyulmuştur. İş ya da politika hayatında
sevginin duygunun yeri yoktur örneğin. Orada “aklın” kuralları geçerlidir.
Akıl ise eni sonu kar ya da zaferi sağlamanın aracıdır. Böylece insani her

19
Denemeler

şey sermayenin zaferine kurban edilir. Bu ayrım insanları sürekli değişen


kimlikler ve roller içinde bir yaşam sürdürmeye zorlar. Kapitalist toplum-
da aslında her birey şizofrenik bir vakadır. En “başarılı” politikacıların, sa-
natçıların, savaşçıların ardında, zavallı, tükenmiş, kendisine bile saygısını
yitirmiş insan posaları yatar. Bu şizofrenik duruma karşı durabilmenin bir
yolu, tüm diğer alanları yok edip ya da onları tek başarılı olan alanın ku-
rallarına tabi kılıp hayatı çölleştirmektir ya da bu bölümlenmeye karşı çık-
maktır. Ama karşı çıktığınız an, toplumun kurallarını anlamayan, tanıma-
yan bir ruh hastası muamelesiyle akıl hastanesine tıkılırsınız ya da en ha-
fifinden amatör görülürsünüz. Profesyonellik, bir işi ya da mesleği iyi bil-
mek anlamından çıkmış, her alanın kurallarını bilen, birinin normlarını di-
ğerinin alanına sokmayan anlamını kazanmıştır. Yaralı bir insanı gören bir
foto muhabiri, orada fotoğraf çekmeyi değil de, o yaralı insana yardım et-
meyi düşünüyorsa, henüz bir amatördür. Geçici olarak hoş görülebilir bel-
ki, ama biraz ileri giderse, geri zekalı ya da uyumsuz damgası yiyip akıl
hastanesine tıkılabilir.
Kapitalizmle yüz yüze gelen henüz kapitalist olmamış toplumlardan
gelen insanların modern burjuva uygarlığında anlamakta en çok zorlandık-
ları ve en çok uyum zorluğu çektikleri konu bu hayatın ve alanların par-
çalanmışlığı ve birbirinden soyutlanmışlığıdır. Modern sanatın en önemli
eserleri bu bölünmüşlüğün yol açtığı durumları anlatır.
İşte kadın hareketi “özel olan politiktir” parolasıyla, zihinlere egemen-
lik kurarak sermayenin düzenine en büyük desteği sağlayan bu ideoloji, en
zayıf yerinden su almaya başlar. Bu ayrımın kendisi tartışma konusu olur.
Ne var ki, şu ihtiyar diyalektiğe göre, her şey kendi zıddına döner. En
şifalı ilaçlar, yerinde ve dozunda kullanılmazsa, en öldürücü zehir olur-
lar. Bunun tersi de doğrudur. “Özel olan politiktir” parolası da, tarihsel bir
program ve radikal bir eleştiri olarak yüzde yüz doğru olan bu parola, eğer
yerinde ve zamanında kullanılmazsa, bir zamanlar vulgar marksistlerin
“temel neden ekonomiktir” dedikleri gibi, her duruma uygun her kapıyı
açan sihirli bir anahtar haline getirilirse, kendi zıddına döner ve aslında
“özel” olanı gizlemenin bir aracı haline dönüşür.
Bu durum en çok küçük politikleşmiş gruplarda ve çevrelerde görülür.
Her özgül çatışma, ayrılık, çelişki böyle tarihsel sosyolojik kavramların
ardına gizlenerek açıklanmaya çalışılırsa, aslında baskıya karşı çıkmış bu
parola bir baskı aracı haline dönüşür.
Küçük grupların alanında, insanlar arası ilişkileri belirleyen, tarihsel ya
da sosyolojik yasalar değildir, ya da şöyle diyelim, tarihsel ya da sosyolojik
yasalara göre belirlenmiş küçük gruplara ilişkin yasalardır. Bir toplumdaki

20
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

değişimleri, belirli sınıfların eğilimlerini, belki üretici güçlerdeki, teknik-


teki ya da iktisadi ilişkilerdeki bir değişimle açıklayabilirsiniz, ama orada
tabiri caiz ise, iktisadi, teknik, sınıf kuvvetleri geçerlidir. Ama küçük grup-
lardaki insanlar arası ilişkiler alanında, cinsel yönelimler, en basit doğru-
dan maddi ya da manevi çıkarlar, kültürel ya da duygusal yakınlıklar veya
zıtlıklar çok daha belirleyicidir.
Bu farklılık belki modern fizikten bir benzetmeyle daha iyi açıklanabi-
lir. Modern fizik teorilerine göre evrende dört temel kuvvet bulunmakta-
dır: çekim kuvveti, manyetik kuvvet, güçlü ve zayıf kuvvetler. Aynı yüklü
parçacıklar birbirini iterler. Ancak atomun çekirdeğinde, protonlar pozitif
yüklü oldukları halde bir arada bulunurlar. Atom-altı alanda, artık başka
kuvvetler geçerlidir. Atom-altında örneğin gravitasyon (çekim) kuvvetinin
esamisi okunmaz. Etkisi rahatlıkla sıfır kabul edilebilir. Ama evrenin ka-
deri, galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin oluşumları ve hareketleri söz
konusu olduğunda, orada son sözü gravitasyon söyler.
Toplumda da böyledir, teknikteki gelişmeler, bunun yol açtığı toplumsal
ilişkiler son duruşmada tarihsel gidişi belirler. Gravitasyon gibidir onlar.
Tarihsel sürecin kaderini onlar belirler. Ama küçük gruplar alanına girince,
tıpkı atom altı dünyada ya da çekirdek fiziğinde olduğu gibi, orada başka
kuvvetlerin egemenliği vardır. Örneğin orada sınıfsal çıkarlar veya eğilim-
ler değil de örneğin cinsel sempatiler ya da eğilimler çok daha belirleyici
olur. İktisadi ilişkiler değil de, kişilerin en çim çiğ maddi çıkar beklentileri
çok daha belirleyici olur. Davranışları belki ideolojiden çok modern top-
lumdaki yalnızlık korkusu belirler. Örnekler çoğaltılabilir.
Bu noktaya niye geldik. Politik mücadelenin bir problemini açabilmek
için. Kitlesel partilerde ya da örgütlerde, o örgütlerin davranışlarını ya da
sorunlarını, değişimlerini, sosyolojik, gravitasyon kuvveti benzeri değiş-
meler belirler. Örneğin bir sosyalist partinin reformistleşmesi, pekâlâ, o
partinin dayandığı sınıfın ya da tabakaların toplumsal konum ve çıkarla-
rındaki, dolayısıyla iktisadi ilişkilerdeki ve teknikteki değişmelerle açıkla-
nabilir. Binlerce üyenin seçtiği delegelerin kongrelerde aldıkları kararları
bu tür güçler belirler.
Ama küçük bir grubun ya da çevrenin kararlarında, sempatilerin, an-
tipatilerin, küçük hesapların öylesine büyük bir yeri ve ağırlığı vardır ki,
o kararlar bir tarihsel, toplumsal eğilimle açıklanamaz. Küçük bir toplu-
lukta, birkaç kişinin tavrının çoğu kez büyük bir ağırlığı olur. O tavırlar
ise, tarihsel ya da sosyolojik ölçülerle bakıldığında rastlantısal denilecek
durumlar tarafından belirlenir.

21
Denemeler

Hele böyle küçük grupların, büyük tarihsel deneyleri yaşamadan, ka-


dın ya da işçi hareketinin yeterince içe sindirilememiş, kulaktan dolma ya
da yüzeysel bilgileriyle ve de bir gericilik döneminin tecrit ortamında var
olduklarını düşünün, ortaya tam anlamıyla bir saçma durum çıkar. Kahra-
manlar, büyük sosyal hareketlerin vokabüleriyle (ya da “söylemiyle” diye-
lim) konuşur.
Fransız devriminin önderleri eski Yunan ve Roma yurttaşlarının dilini
kullanıyorlardı. ‘48 devrimcileri ‘89’un. Marks buna bakarak, birincisinde
trajedi, ikincisinde komedi olur diyordu. Ama küçük gruplarda büyük sos-
yal hareketlerin diliyle konuşmak, ortaya komedi bile değil, saçma şizofre-
nik bir durum çıkarır.
Fikir ayrılıkları: sınıfsal ihanet; tartışmada biraz yüksek sesle konuş-
mak “seksizm” vb. olarak tanımlanır. İşin ilginci, ezilenlerin çoğu kez
kendi ezilmişliklerini, bu ezilmişliğe karşı mücadeleye sempati duyan ezen
gruplardan bireyler üzerinde bir egemenlik ve baskı aracı olarak kullan-
ması gibi olgular nedeniyle, toplumsal bir ezilmişlik durumu, kişisel ya da
küçük grup ilişkileri alanında, diyalektik olarak tam zıddına döner ve bir
baskı durumuna dönüşür. Sosyolojik olarak ezilen bir cins, “sınıf”, “ırk” ya
da milliyetlerden kişiler, küçük gruplarda pekâlâ bu konumundan dolayı
ezen ve egemen duruma geçebilirler o küçük grubun ilişkileri bağlamında.
Baskıya karşı tarihsel mücadelenin parolaları, küçük gruplar içinde birden
baskının ideolojik araçları haline dönüşürler. Örneğin “özel olan politiktir”
parolası, son derece “özel” bir çıkarı veya konumu korumanın ve güçlen-
dirmenin; onu politik gibi göstererek, gerçek çıkarı gizlemenin bir aracı
haline dönüşebilir ve dönüşür de. Aslında küçük grupların tarihsel kaderini
bu tür sorunlar belirler. Canlı ve yükselen bir harekete dayanmayan, gü-
cünü ondan almayan her türlü küçük politik gruplaşma ya da gruplaşmayı
koruma çabası, küçük grupların davranışlarına yön veren kuvvetlerin bas-
kısı altında kalmaya mahkûmdur. Ve bu nedenle de, müthiş enerji ve güç
tüketen, moral bozukluğu yaratan, kemikleşme ve buharlaşma eğilimini
bir arada taşıyan küçük gruplaşmalara basit insani ilişkiler ötesinde fazla
bir değer vermemek gerekir. Hatta mümkün olduğunca bu tür şekillenme-
lerden uzak durmak yararlıdır.
Politik küçük gruplarda kadın hareketinin tarihsel parolası değil onun
zıttı doğrudur. “Politik olan özeldir”. En politik gibi görünen ya da öyle
anlamlandırılan tartışma, ayrılık ve kararların ardında, aslında tamamen
“apolitik”, ama tamamen insani, “hatalar ve unutkanlıklar karmaşası insan”,
“insanım, insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir” anlamında insa-

22
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ni, “akrebin sokması kötülüğünden değil, tabiatı icabıdır” anlamında insa-


ni zayıflıklar, eğilimler, beklentiler yatar. Özel olan politik olarak görünür.
Ama bu görünüm gerçekliği çarpıttığı, onun özünü anlamayı zorlaştır-
dığı, hatta bir baskı aracı olduğu için, çoğu kez aslında gerici tarihsel bir
ruh halinin, gerici bir “zeitgeist”ın, sol bir grubun içinde gizlenmesinin
aracı da olur. Ve orada daire kapanıp bir üst düzeyde tarihsel yasa hükmü-
nü yine gerçekleştirir. Politik biçimde görünen özel aslında politiktir, fakat
tam da zıt konumda.
Onun için küçük gruplar alanında, gerçeğin özünü daha iyi verdiği için,
“Politik olan özeldir” parolası, genel bir parola olarak, o küçük grubun
ilişkileri içinde kullanılmamak şartıyla, o ilişkileri genel olarak tanımla-
mak için, “özel olan politiktir” parolasından çok daha devrimci, özeleşti-
rel, ayıktırıcıdır.
3 Mart 1997

23
Denemeler

24
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak

Evreni sayılar mı yönetiyor yoksa? Bugünkü modern – Batı uygarlığının


benimsediği takvime göre ikinci bin yılın bitişi, sanki ilahi bir sağduyu-
nun nehirleri kentlerin ortasından geçirmesi gibi, tam da bir tarihsel dö-
nemin bitişine denk geliyor. İnsanlık tarihinde eşi benzeri olmamış bir kı-
rılma çizgisi, bir fay, aynı zamanda, tarihin bütünü göz önüne alındığında
pek önemli olmayan on yıllık bir hata payıyla, şiddet ve acıyla dolu yirmin-
ci yüzyılın ve ikinci bin yılın bitişiyle çakışıyor.
Sayıların sihirli gücüne inanış, bütün antik uygarlıklarda görülür. Tek
tanrılı dinler öncesi Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Akdeniz uygarlıklar
zincirinin son halkası eski Grek uygarlığında, Pisagorcular değil miydi ev-
renin hâkiminin sayılar olduğuna inananlar? Bütün bu uygarlıklarda, di-
ğerlerinin yanı sıra on ve katlarının daima özel bir anlamı olmadı mı?
Uzak Asya’ya giden ticaret yollarının destanı Bin Bir Gece Masalları’nın
adında, bin sayısının büyüsüne bir gönderme yok mudur?
Bu gelenek aslında bir doğu dini olan Hıristiyanlık aracılığıyla, Avru-
pa’nın geleneğine de geçmedi mi? Avrupa Orta Çağında dünya tarihi,
Yaradılış, Sel, İbrahim’in Dönemi, Davud’un Dönemi, Babil Esareti, İsa’nın
Doğumu gibi her biri bin yıl tutan dönemlere ayrılmamış mıydı? Ve ilk bin
yılın sonunda, Avrupa Orta Çağında insanlar kıyameti beklemiyorlar mıy-
dı, aynı dönemde doğu uygarlıkları yeni çiçeklenmelerini yaşarken ve örne-
ğin İslam uygarlığı kendi takvimine göre ilk yüzyıllarındayken.
İkinci bin yılın sonunda, geleceği kendisinden kurtarmanın konu oldu-
ğu, binin büyüsüne inanan geçmişin hiç mi izi yok bu yarışmada. Ve o geç-

25
Denemeler

miş, kendisinden kurtarılacak gelecekten önce, üçüncü bin yılın kapısında


karşımıza çıkıp, bizlere alaycı bir gülümsemeyle, kendisinden kaçılamaya-
cak bir alın yazısı olduğunu hatırlatmıyor mu?
***
Üstelik bin yıl değişimiyle çakışan çağ değişimi, rakamların büyüsüne ina-
nan mistisizme ölümden sonra yeniden bir diriliş yaşatan koşulları besliyor.
Bütün uygarlıklar ve imparatorluklar, kendilerini ciddi olarak tehdit
edebilen, bir maddi güce dayanan muhalefetlerle, gençliklerini solurken
karşı karşıya gelirler. Ve bütün bu direnişleri öylesine şiddetle bastırırlar
ki, artık gençlikleri bittiğinde, yatalak olduklarında, beyinleri skleroza uğ-
radığında, ortada bu can çekişmeye, bu sürünüşe son verebilecek, ona bir
merhamet vuruşu yapabilecek hiç bir güç kalmaz ortada. Silahlı ve isyancı
partilerin yerini bir şeylerin değişebileceği inancının bittiği noktada mistik
tarikatlar alır. Mistisizm çürümeye bir tepki ve kişisel düzeyde bir direnişin
ifadesi olduğu kadar, bir uygarlığın çürüyüş döneminin de göstergesidir.
Spartakist ayaklanmasında Roma henüz gençliğini yaşıyordu. Spar-
takistlerin yenilgisinden sonra hiç bir güç Roma’yı öylesine tehdit edeme-
di. Roma’nın çöküşüne, bir tür mistik direniş olan Hıristiyanlık eşlik etti.
İslam uygarlığında da farklı olmadı. İlk bir kaç yüz yıl boyunca, bu uy-
garlık gençliğini yaşarken, aynı zamanda en güçlü halk ayaklanmaları, en
güçlü kitlesel ihtilalci mezhepler ortalığı kaplamıştı. Ama sonunda öylesi-
ne yenildiler ve ezildiler ki, memnuniyetsizliğin kendisini dışa vurabilece-
ği tek yer mistik tarikatlar oldu. Bundan sonra İslam âlemini sûfi, mistik
tarikatlar doldurdu
Eğer dışarıdan gelen “barbar” halklar olmasaydı, yatalak uygarlıklara
ölüm vuruşu vurabilecek hiç bir güç kalmamıştı ortalıkta.
Modern batı burjuva uygarlığı da pek farklı bir yol izlememiş görünü-
yor. Ona karşı da en ciddi direnişler ve tehditler, o tam da gençliğini yaşar-
ken görüldü. 1848 devrimleri, Paris Komünü, Ekim Devrimi, Çin, Yugos-
lavya, Küba, 1968. Bütün bunlar ona gençliğini yaşadığı dönemde bir teh-
dit olarak tarih sahnesine çıktılar. Ama şimdi, artık tam da stabilize olduğu
ve gençliğini yitirdiği dönemde, ona direnebilecek, ona bir tehdit oluştura-
bilecek hiç bir güç yok ortada. Mistisizm bir yeniden doğuş yaşıyor. Bizzat
mistisizmin bu yayılışı, bir çağ bitişinin bir sonucu ve ifadesi değil mi?
Eski uygarlıklar çağında, dünyada uygarlıklar henüz bütün yeryüzünü
uygarlaştırmamışken, o uygarlık alanlarının dışında “barbar” halklar vardı
o uygarlıklara son verebilecek, tarihin Gordiyon düğümlerini kesebilecek
İskender’ler, Cengiz’ler Atilla’lar vardı. Ama Coca Cola’nın satılmadığı bir

26
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

tek köy bakkalının bile kalmadığı bugünkü yeryüzünde, bu çürüyen batı


uygarlığına son verebilecek hiç bir güç kalmamış görülüyor.
Ufo hikayeleri, artık dünyada kalmamış, Gordiyon Düğümü’nü çöze-
cek, uzaylı “barbarlara” bir davet değil mi? Ama artık “barbarlar” gelme-
yecek ve bu uygarlık, yeni bir bin yılla birlikte girdiği bu çağda, kendisi-
ne bir ölüm vuruşu yapacak celladı arayacak, bulamayacak; sürünmeye ve
çürümeye devam edecek.
***
Bizzat bu yarışma sorusu bile, bu uygarlığın kaderinin bir sezişi, ondan
kurtulmak için bir arayıştır. Geçmiş ve gelecek üzerine bin yıl bitişinin bu
yarışma konusu da, tıpkı mistisizm gibi, bir çağ dönüşünün, yitirilmiş bir
gençliğin lanetli damgasını taşıyor.
Antik uygarlıklarda, hele doğrusal ve geçmişten geleceğe doğru bir ok
şeklinde bir zaman anlayışının egemen olmadığı ya da hiç olmadığı geç-
mişte, geçmiş, erdemin, yiğitliğin, üstün ahlaki niteliklerin egemen olduğu
bir altın çağ, bir cennettir. Roma hep ilk döneminin özlemiyle yaşamadı mı?
İslam’da Ergin Halifeler Dönemi hep bir ideal olarak kalmadı mı? Homeros
destanları, geçmişe ve geçmişin kahramanlarına bir övgü değil midir?
Antik uygarlıklar, geçmişlerini yüceltirken pek de haksız sayılmazlar.
O kahramanlık ve erdem dolu dönemler, onların henüz uygarlaşmadıkları,
kandaşlık ilişkilerinin egemen olduğu, sınıf bölünmelerinin ve zengin fa-
kir farkının uygarlıktaki gibi uçurumlarla ayrılmadığı bir döneme denk dü-
şer. Antik uygarlıkların geçmişi yüceltişlerinde ve şimdiyi bir çürüme ola-
rak görmelerinde gerçekçi ve dürüst bir yan vardır.
Geçmişin özlemle anıldığı antika uygarlıkların çürüme çağlarında dahi,
geçmişten geleceği ve şimdiyi kurtarmak diye bir sorun düşünülemezdi bile.
Modern burjuva uygarlığı, henüz gençliğini soluduğu dönemde, geçmi-
şi bu şerefli yerinden alıp, eski Greklerin analık hukukundan babalık huku-
kuna geçerken, kadın tanrıları karanlıklar âlemine itmesi, kötü ve korkunç
olarak tasvir etmesi ve alt duruma geçirmesi gibi, lanetliler ülkesine yolladı.
Geçmiş bir enkazdı, bir harabeydi; gelecek bir hazine. Geçmiş, kaçırıl-
mış fırsatlarıydı insanlığın; gelecek olanaklar. Geçmiş kendisinden kur-
tulmaya çalışılan bir egemen, ezen; gelecek, geçmişin esaretinden bizler
tarafından kurtulmayı bekleyen bir kurban. Geçmiş cehennemdi, gelecek
cennet. Geçmiş bir geceydi, gelecek gün. Geçmiş, yer altının, ölüler ülkesi-
nin tanrısı Osiris’di, gelecek güneşin ve ışığın tanrısı Ra. Geçmiş, masalla-
rın kötü kalpli kraliçesiydi, her sabah aynasına, benden güzeli var mı diye
soran ve kendinden güzeli yok eden. Gelecek uyuyan güzel.

27
Denemeler

Modern burjuva uygarlığı da, geçmişi lanetlerken pek haksız sayılmaz-


dı, eski uygarlıkların geçmişi överken oldukları gibi. Modern uygarlık,
çürüyen antik uygarlıkların humuslandırdığı topraktan birdenbire çıkan
bir mantar gibiydi. O Çin’den Atlas okyanusuna kadar bir şeridi kaplayan
binlerce yıllık uygarlıklar zinciri artık tam bir çürümeyi ifade ediyordu. Bu
çürüme içindeki eski uygarlıklar, kendilerinin kahramanlık, yani uygarlık
öncesi, uygarlık eşiği dönemleri kadar olsun, bir ideal ve örnek sunmaktan
uzaktı modern kapitalist uygarlığa. Teknik ve bilimdeki gelişmeler ise ta-
rihsel bir iyimserliği besliyordu.
Böyle bir dönemde, gelecek geçmişin veya şimdinin kendisinden kurta-
rılacağı bir şey olarak tasavvur bile edilemez, böyle bir soru akla gelemezdi.
Ancak, şu “kısa yüzyıl”da, şu “aşırılıklar yüzyılı”nda (Hobsbawm) in-
sanlığın yaşadıkları, geçen yüzyılın geleceğe ilişkin bütün hayallerini
gömdü. O çok umut bağlanan teknik, insanlık tarihinde eşi görülmemiş
katliam ve acıların da aracı olabiliyordu. Atom yeryüzünde canlıların bile
var oluşunu tehdit ediyordu. Doğaya egemen olma onun dengesini bozu-
yor, canlı yaşamın şartlarını bile tehdit ediyordu. Üretimdeki onca artışa,
üretkenlikteki müthiş yükselişlere rağmen, insanlığın büyük bölümü, eski-
sinden de daha kötü koşullarda yaşıyor, her gün geçmiştekinden daha faz-
la çocuk ölüyordu. Maddi refah bile, sağlandığı yerlerde insanlara binlerce
yıl boyunca aranmış mutlulukları vermekten uzaktı. Yalnızlık, izolasyon,
zamansızlık, yabancılaşma, ilişkilerin, boş zamanların metalaşması, şidde-
tin yükselişi çok daha aşılmaz sorunlar olarak insanın karşısına dikiliyor-
du. Bütün bunlar, Aydınlanma döneminin iyimser bir gelecek beklentisine
ölüm vuruşu oldular.
Geçmişe anlamını veren gelecek hakkındaki beklentilerdir. Gelecek
için umutları besleyen bir çağ, geçmişin algılanışını da değiştirir. Geçmiş,
bütün olumsuzluklarına rağmen, mutlu bir gelecek için geçilmesi zorunlu
bir aşama, geleceğin mutluluğu için bir kefaret, bir diyet, o mutluluk ülke-
sine giden zahmetli bir yol gibi görünür. Devrimler tarihin lokomotifleri
olarak görünürler.
Ama gelecek umut ışığını yitirdiğinde, bir mutluluk ülkesi vaat etmez
göründüğünde, geçmiş, Tarih meleğinin gördükleri, hayata döndürmek is-
tediği ölüler, yeniden birleştirmek istediği kırık parçalar, gelecek ise bu me-
leğin bir fırtına tarafından sürüklendiği yön olarak görülür. Ve gelecek sa-
dece yeni yıkıntılar vaat eder. Devrimler, tarihin lokomotifleri değil, imdat
frenleri olarak görünürler. (W. Benjamin)
Böylece gelecek yitirildiği için geçmiş de yitirilmiştir artık. Yeni bir
çağa ve bin yıla insanlık ne umut vadeden bir gelecek ne de özlem duyulabi-

28
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

lecek bir geçmiş olmadan giriyor. Tam da bu ruh hali, bin yıl dönüşünün so-
rusunu belirliyor. Ancak geleceğin ve geçmişin yitirildiği bir çağın eşiğin-
de, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak akla gelebilir ve sorulabilir.
Ve o gelecek artık öylesine bir lanetle damgalıdır ki, sahneye yalnız-
ca kendisi çıkamamakta, kendisine yönelecek şiddeti ve laneti biraz olsun
azaltabilmek, saptırabilmek için, kardeşi geçmişin çirkinliğinin ardına giz-
lenmektedir.
Bu bağlamda, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak sorusu, felse-
fi kabuklarından ve imgelerden soyulduğunda, umut vadeden bir gelecek
için, geleceği yeniden kazanabilmek için ne yapmak gerekir sorusundan
başka bir anlama gelmez. Bu anlamda, programatik ve politik bir sorudur.
Bizzat kendisi bir programdır.
***
Sadece geçmiş ve geleceği mi yitirdik? Bir de o geçmiş ve gelecek arasın-
da, insan psikolojisi ve algılamasına göre üç saniyelik bir dönemi kapsadı-
ğı söylenen incecik bir zar gibi şimdi var. İster bu psikolojik boyutuyla, is-
ter çeşitli kriterlere göre tanımlanabilecek başka tarihsel ve sosyolojik bo-
yutlarıyla bir de şimdi var.
Bir zamanlar sadece şimdi vardı. Augustinius, sadece şimdide yaşadı-
ğımızı ve bu şimdinin, “geçmiş şeylerin şimdisi, şimdiki şeylerin şimdisi ve
gelecek şeylerin şimdisi” gibi boyutları olduğunu söylüyordu.
Parisli isyancılar, ebedi olmasını istedikleri an için saatlere kurşun sı-
kıyorlardı. Bugün ise ne saatleri yıkmayı ve onlara kurşun sıkmayı düşü-
nebilecek bir hayal gücümüz, ne de öyle durup ebedi olmasını isteyeceği-
miz bir an var.
Bir bakıma geçmiş ve gelecek yok olmuş ortalığı şimdi ele geçirmiş du-
rumda. Haberleri bir sprinter gibi okuyan spiker, hava raporunu hızla ge-
çip giden bir bahar yağmuru gibi anlatan meteorolog, son liste başı parçayı
çalacağı müzikten daha hızlı bir tempoyla tanıtan DJ, gazetelerin başlıkla-
rı, geçip giderken görülen reklam afişleri, her şey, tarihsiz ve geleceksizce
bir an için yaşıyor ve yok oluyor, buhar olup uçuyor. Tıpkı ömürleri saniye-
nin bile çok küçük bir bölümü kadar süren radyoaktif reaksiyonlar sonucu
ortaya çıkan tanecikler gibi. Sanki gelecek ve geçmiş yok olmuş durumda,
her şey şimdi için var. Bir şimdi diktatörlüğü hüküm sürüyor.
Ama şimdinin bu toplumsal egemenliği, kişi ve algılayışı açısından,
şimdinin yitirilişinden başka bir şey değil. Hayat hiç bir zaman yaşanma-
mış, yaşanmayacak, tadına varılmamış şimdilerden oluşuyor. Her şimdi
sadece bir sonraki randevu için var. Şimdi geleceğin bir hizmetçisi. Ama

29
Denemeler

gelecekteki şimdiler de daha ötedeki bir geleceğin şimdileri. Bütün şimdi


ve gelecek, daha hızlı, durmayalım düşeriz prensibine göre çalışan modern
uygarlığın mihrabında kurban edilmiş durumda.
Bu anlamda, geçmişi ve geleceği birbirinden kurtarmak, şimdiyi yeni-
den kazanabilmek demektir.
***
Ne gelecek, ne geçmiş ne de şimdi kaldı. Her şeyi yitirmiş bulunuyoruz. Yi-
tirdiklerimiz bu kadarla kalsaydı gene iyiydi. Umutsuz bir geleceğin gölgesi-
nin vurduğu bir tarih bile yok artık elimizde, tarihin yıkıntıları bile çalınıyor.
Modern toplumun tanrısı kar ise, dini ulustur. Tarihin gördüğü en etkili,
en kanlı, en saçma illüzyon olan, yalan olan ulus ve ulusçuluk, sadece yıkın-
tılardan oluşan bir geçmişi bile insanlığa çok görüyor, onu gizlice çalıyor.
Ulusların tarihi yoktur. Uluslar ve ulusçuluk, tıpkı bir vampir gibi, ol-
mayan tarihini yaratmak için, kendi varlığını sürdürebilmek için insanlık
tarihinin kanını emiyor, bütün tarihi kendisi gibi tarihsizleştiriyor.
Bütün uluslarda, şimdinin tarihi o ulusal devletin ya da o devlete yol
açan hareketin tarihiyle başlıyor. Böylece bir yandan uluslar tarihsizliklerini
örtük bir şekilde itiraf ederlerken, diğer yandan da geniş anlamıyla Şimdiyi
de sadece bir ulusal ilkeye tabi kılarak ve indirgeyerek, insanlığın elinden
kapıyor. Tarihin geri kalanı ise yine ulusal oluşumların hazırlanışlarının ta-
rihi oluyor. Tarihi olmayan uluslar bütün insanlık tarihini işgal ediyorlar.
Bütün ulusların tarihi yalanlar üzerine inşa edilmiştir. Tarih üzerine ya-
zılan her şey o tarihsize, o soysuza bir tarih, bir soy sağlamaya hizmet et-
mektedir. Bu en açık biçimde, şu an inşa halindeki ulusun, Avrupa ulusunun
tarihinin inşasında görülebilir. İsa’dan, Eski Greklere, Haçlı Seferlerinden
Otuz Yıl Savaşlarına, hatta İkinci ve Birinci Dünya Savaşlarının boğazlaş-
malarına kadar bütün tarih, sanki Avrupa ulusunun oluşumu yolunda ge-
çilmesi zorunlu aşamalarmış gibi ele alınıyor. Tarih, ulusların ve ulusçulun
yağmasına uğruyor ve onun unsurları ulusal tarihlerin inşalarında kullanı-
lıyor. Artık geçmiş, sadece ulusların ve ulusçuların prizmasından bakınca
vardır. Başka bir geçmiş yoktur, uluslar tarafından çalınmıştır.
Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak, geçmişi ulusların ve ulus-
çuluğun elinden kurtarmak demektir.
***
Fakat sadece gelecek hiç bir umut vaat etmediği için yitirmedik geleceği ve
geçmişi; sadece dayanılmaz sürati, ticarileşmesi ve yabancılaşması yüzün-
den yitirmedik şimdiyi; sadece uluslar ve ulusçuluk çaldığı için yitirmedik

30
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

yıkıntılardan ibaret bile olsa tüm insanlığın geçmişini; ama aynı zamanda,
unuttuğumuz için de, unutturulduğu için de yitirdik.
Her hatırlama aynı zamanda başka bir şeylerin unutulması, unutulmaya
terk edilmesidir; her olayın öne çıkarılışı, başka bir olayın arda itilişidir; en
açık gibi görünen her tartışma, tartışılmayana karşı bir susuş komplosudur.
Gerçek Tarih henüz yazılmamış olandır. Var olan tarih ezilenlere karşı
bir susuş komplosudur. Tarih, galiplerin, üstün gelenlerin veya daha baş-
tan üstün olanların tarihidir. Ve bu tarihte sadece iğrençlikler kalmaktadır.
Uygarlıkların doğuşuyla birlikte, tarihi sadece iğrençlikler ve çöküş kap-
lamaktadır. Kahramanlık dönemlerinin tarihi kadar olsun, örnek alınacak
bir erdem yoktur ortada. Böylece ezilenlere karşı bu komplo yüzünden in-
sanlık da tarihinde örnek alacak hiç bir şey göremez olmakta; eski uygar-
lıklar kadar olsun, geçmişiyle barışık olamamaktadır. Geçmiş ezenlerin ve
galiplerin tarihi olarak onlar tarafından yazıldığı için onurunu da yitirdi.
Zafer sarhoşluğu içindeki modern batı uygarlığı, bu zaferini ebedi kılabil-
mek, başka olası bir dünyanın ve hayalin bütün anılarını hafızalardan sile-
bilmek için, onun erdemli yanını unutuyor ve unutturuyor.
Tarih sadece Konsantrasyon Kampları değildir; ona karşı direnenlerdir
de. Sadece savaşlar değildir; barış için savaşanlar, asker kaçaklarıdır; sade-
ce uzlaşanlar, eyyam efendileri, teslim olanlar değildir; uzlaşmayanlar, di-
renenlerdir. Sadece galiplerin zafer arabasına bağladığı yığınların tarihi de-
ğildir; bir inancı sürdüren marjinal, küçük grupların da tarihidir; sadece ki-
lisenin değil, Katarların da tarihidir; sadece engizatörler yoktur, engizatör-
lerin yaktığı ateşte yanarak ışık verenler de vardır; sadece çürüyen Abbasi
ve Emevi halifeleri yoktur, Nesimi’ler, Hallacı Mansur’lar da vardır.
Tarihin bütün dikkati ve enerjisi, geçmiş üzerine bütün bildiklerimiz
hep birinciler üzerine odaklanmıştır, diğerleri unutulmaya ve unutturulma-
ya terk edilmiştir. Ama onlar hep vardılar, varlar ve var olacaklar. Nasıl her
şeylere kadir tanrı bir topal şeytanla baş edemez, onu yok edemez ise öyle.
O şeytanların da bir tarihi var ve yazılmamış gerçek tarih, bizlerden çalı-
nan geçmiş, o şeytanların tarihidir.
Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak, o unutulan geçmişi hatırla-
mak, geçmişe erdemli ve yiğit yanını geri vermek, kazandırmak demektir.
Tarihle barışmak demektir.
***
Bir an için geleceği bir yana bırakalım. Unutulmuş ve çalınmış bir geçmiş
ve yaşamadığımız bir şimdi var. Geleceği geçmişten kurtarmak için, unu-

31
Denemeler

tulmuşu hatırlamak, çalınmışı geri almak, yaşanamayanı yaşayabilir kıl-


mak gerekiyor.
Unutulmuşu hatırlamak, çalınmışı geri almak, yaşanmayan şimdiyi ye-
niden kazanabilmek için ne yapmak gerekiyor? Şimdiyi tekrar kazanmak-
tan başlanabilir. Niçin ve nasıl yitirildi şimdi?
Nedir böylesine ne insan biyolojisinin ne de doğanın ritmini takmadan,
saatlerden saniyelere, saniyelerden nano-saniyelere doğru, müthiş bir hızla
hayatı kıyma eden. Zamanı çalan ve bizleri zamansızlığa mahkûm eden?
Eğer bir metanın değerini içinde yoğunlaşmış emek belirliyorsa, bunun
tek ölçüsü de zaman ise ve ödenmemiş emek miktarı ölçüsünde artı değer
ve kâr artıyorsa ve ancak daha çok kâr ettikçe ayakta kalabiliyorsa sermaye;
sermaye ancak daha hızla devir ettiği takdirde, kâr oranlarında bir yükseliş
sağlanabiliyorsa; makineler ancak, durmaksızın ve en hızlı tempoyla çalış-
tıkları takdirde daha verimli oluyorlarsa, yani üretim sisteminin mantığı,
kişilerin iradesinden ve isteğinden bağımsız olarak bunu gerektiriyorsa; bu
nedenle bu modern batı uygarlığı “durmayalım düşeriz, daima daha hızlı
ve daima daha çok” diye yazmışsa; zamanı ve şimdiyi yeniden kazanmak
bu kâra dayanan anarşik üretim, değişim ve tüketim sistemini yok etmeden
mümkün olabilir mi? Ama bu sistemi yok etmek ise, kâr yerine insanların
ihtiyaçlarını daha çok ve daha hızlı yerine; daha yavaş ve daha az yaban-
cılaşmış emekli zaman diyen; kârı değil insanı merkeze koyan bir sistem
kurmak; dokunulmaz kutsal, bugünkü batı uygarlığının temelini oluştu-
ran özel mülkiyete dokunmadan olabilir mi? Şimdiyi, yeniden kazanmak,
sadece sürat boyutuyla bile, batı uygarlığının temelini oluşturan modern
sermayenin temellerini dinamitlemek demektir. Şimdiyi kazanmak biçi-
mindeki bu masum istek, bu son derece insani arzu, bugünkü sistemin du-
varlarına çarpmak zorundadır.
Ya o hızla geçen zamanın, yaşanmayan şimdinin içeriğine gelince; her
şeyin metalaşması yol açmıyor mu insan ilişkilerindeki metalaşmaya, so-
ğukluğa ve yalnızlığa; sadece üretken işgücü, artı değer üreten bir iş gücü
önemli olduğu için değil mi, çocukların okul ve kreş gettolarında çocuk-
luklarını yaşamadan, eski Çin’de kadınların ayaklarının daha küçük yaşta
kalıba vurulmaları gibi, sermayenin ve pazarın isteğine ve ihtiyaçlarına
uygun formlara sokulmaları. Ve aynı nedenle kapatılmıyor mu, artık artı
değer üretemeyecek olanlar yaşlılar evi denen gettolara. Sırf daha yüksek
Kâr oranları değil mi, böylesine akıl almaz süratle gerçekleşen teknik de-
ğişikliklerin nedeni. Ve o teknik değişiklikler, sadece henüz fiziksel bir
yıpranmaya uğramadan, makineleri moral yıpranmaya uğratmakla kalmı-
yor, insanları, özellikle yaşlıları da modeli geçmiş makineler gibi çöplüğe

32
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

atmıyor mu? Böylece çocukluk, gençlik ve yaşlılık, bir stres ya da gereksiz-


lik duygusu içinde yaşanmadan yaşanıyor. Olgunluk ise, yani ücretli olarak
çalışılan dönem ise, ya müthiş bir tempo içinde yabancılaşmış emek olarak,
yani yaşanmamış bir hayat olarak, ya da onun yeniden üretimi için uyu-
mak, yemek gibi işlerle geçiyor. Geriye kalan boş zamanlar ise, ticarileş-
miş, soğuk, yalnız ve sevgisiz olarak uçup gidiyor. Bu sefaletin turizmden
evlere, aşktan seksüel ilişkilere kadar daha nice yanından söz edilebilir.
İşin ilginci, bütün o “üçüncü dünya”nın sefaletinin, yani Batı Uygar-
lığının kasapları, manavları, bakkalları, hizmetçileri ve genelevleri olma-
ya mahkûm edilmelerinin nedeni, o fiziki yoksulluğun nedeni, şu Batı
Uygarlığının çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını yaşayamayan, erginliğini
ise yabancılaşmış emek ve onun yeniden üretimiyle geçiren, geri kalan kü-
çücük boş zamanı da ticarileşmiş, soğuk ve yalnızlığa mahkûm olmuş ça-
lışanlarının iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak ve dola-
yısıyla artı değer ve kâr oranlarında yükseliş sağlamaktan başka bir şey de-
ğildir. Manevi olarak savunmaya bile değmeyecek bir hayat için, insanlığın
dörtte üçünün ölüme ve acıya mahkûm edilmesi.
Fakir ülkelerdeki maddi ve zengin ülkelerdeki manevi sefaleti yok et-
mek isteyen her girişim, biraz olsun sorunun nedenlerine girdiği an karşı-
sında, şu özel mülkiyete, kâra, her şeyin metalaşmasına dayanan bugünkü
batı uygarlığının temellerini görmek ve onlara yönelmek zorundadır. Bu
yöneliş ise karşısında, şaşmaz bir şekilde sermayenin fiziksel gücünü ve
baskı araçlarını bulur.
Ama hayal gücünü ve umudunu yitirmiş bir insanlık, bu durumun nede-
nini çok iyi bildiği ve gördüğü halde bu temellere yönelemiyor. Eleştirisinin
sonuçlarından korkuyor, son sözünü yutuyor ve geriye adım atıyor. Bütün
dünyadaki aydınlar, düşünce adamları, bu maddi ve manevi sefaleti her yö-
nüyle, en sanatsal ve çarpıcı ifadeleriyle ele alıp anlatıyorlar. Ama neden-
ler konusuna gelince diller tutuluyor. Bu tutuluşun ardında, uygarlığın bu
çürüyüşüne son verecek bir gücün görülmemesi yatıyor. Ortada bu tas-
vir ve eleştirilerin gerektirdiği çıkarsamaları yapmak için cesaretlendiri-
ci bir güç yok. O zaman da umutsuzluk sonunda teslimiyete yol açıyor.
Teslimiyet kendine saygının yitirilmesine yol açıyor. O zaman da unutma-
ya ve unutturmaya çalışıyor ve sistemin suç ortaklarına, kapolarına dönü-
şüyor.[*] Kurbanlar cellâtlarının iş birlikçiliğine soyunuyor.
Niye mümkün olmasın, insan ihtiyaçlarına, doğanın ve insan biyoloji-
sinin ritmine göre insanların özgürce ve demokratik olarak planladıkları
[*]
Kapo: Nazi Almanyasının toplama ve imha kamplarında tutuklular ara-
sından arasından seçilen sadist ve yaltakçı hizmetliler.

33
Denemeler

bir üretim, değişim ve dağılım sistemi. İnsan bu kadar yeteneksiz midir?


Bu insana güvensizlik değil midir? Yıkılmış, sözüm ona planlı denen bü-
rokratik keyfilik ekonomileri bunun olanaksızlığının bir kanıtı olarak gös-
terilebilir mi? İnsanlık bu kadar yeteneksiz değildir. Ama bunun için önce
hayal edebilmek, var olanın kader olmadığını, başka yollar da olabileceğini
düşünmeye cesaret etmek gerekiyor. Ancak o zaman şimdiyi yeniden ka-
zanabiliriz.
***
Ya bizden ulusun ve ulusçuların çaldığı geçmiş. Onu nasıl kazanabiliriz?
Daha iki yüz yıl kadar önce, kendilerini ulus olarak tanımlayan devlet-
ler, Atlas okyanusunun iki kıyısında, insanlığın çok küçük bir bölümünü
kapsayan topluluklardan ibaretti. İnsanların büyük çoğunluğu için, ulus-
çuluğun anladığı anlamda bir ulustan olmanın bir anlamı yoktu ve böyle
bir problem bile bilinmiyordu. Ama bugün yeryüzünde, bir tek santimetre
kare toprak kalmamıştır ki bir ulusal devlete dâhil olmasın, bir tek bile
insan yoktur ulusu olmayan. Ulusu olmayan bir insanı düşünmek, çağdaş
hayal gücünü aşırı zorlamak olur, nasıl gölgesiz bir insan olamazsa, ulus-
suz da olamaz (E. Gellner).
Ama daha yakın zamana kadar insanlar için bir ulustan olmak, kültü-
rel ya da soysal bir yakınlığı ifade etmekten başka bir anlam taşımazdı.
“Ulusal birimle, siyasal birimin çakışması gerektiği” (E. Gellner) yolun-
daki ulusçuluğun anlayışı, akla bile gelmezdi, Bugün, şu ya da bu soydan,
şu ya da bu aşiretten olmanın siyasal bir anlamı olmadığı gibi bir anlama
sahipti bir ulustan olmak.
Belki bu uygarlığın gençliğini yaşadığı çağda insanlığın hayrına olmuş
bu ulus ilkesi ve ulusçuluk, modern uygarlığın dini, globalleşen bir dün-
yada, sadece bir apartheit sisteminin dayanağı olabilir. Güney Afrika’da
klasik aphartheit biterken, dünya ölçüsünde bir apartheit sistemi kurulmuş
bulunuyor. Yeryüzünün beyazları, Amerika, Avrupa, Japonya, Avustralya
gibi ülkelerin ulusları, yeryüzünün siyahlarını, “Üçüncü dünya” denilen
rezervuara hapsediyor. Amerika, Çin Seddi benzeri yüksek teknolojili du-
varlar örüyor, Meksika’nın kuzeyine, benzerini Avrupa başka biçimlerde
Asya’nın Batısına ve Afrika’nın kuzeyine yapıyor. Rezervuara hapsedilen-
ler ve rezervuar yapılan alan öylesine büyük ki, bu duvarların bir rezer-
vuarın etrafındaki çitler olduğunu kavramak için hayal gücünü zorlamak,
anlayışlarda bir Kopernik devrimi yapmak gerekiyor.
Örülen duvarlar, beyazların etrafına değil, siyahların etrafına örülmek-
tedir, ama bu siyahlar öylesine büyük ve çoktur ki, ilk bakışta bu görüleme-

34
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

mektedir. Bu rezervuar koskoca bir hapishanedir ve oradan artık kimsenin


kaçmasına müsaade edilmemektedir. Kaçmaya kalkanlar, ya hapishane ya-
pılmış adalardan kaçmaya kalkanlar gibi, nehirlerde ve denizlerde boğul-
makta, balıklara yem olmakta, dağlarda donmakta ya da duvarlara takılıp
kalmaktadırlar. Bu hapishanenin sahibi beyazlar ise, turist olarak iş gücünü
daha ucuza yeniden üretmek için istedikleri zaman oraya girip çıkabilmekte
ya da politikacı ve iş adamı olarak, istedikleri zaman ve biçimde bu hapisha-
neyi kontrol edebilmektedirler. Beyazların idare binasına ise sadece hapis-
hanedeki işbirlikçilerinin çıkma hakları oluyor. Bazen de idare binasının te-
mizlik gibi bazı ihtiyaçları için bazı siyah mahkûmların orada bir parya ola-
rak çalışmasına müsaade ediliyor. Bu sistemin bir tek adı vardır: Apartheit.
Ama ulus ilkesinin ve ulusal devletlerin egemenliği, bunun sorgulanmasız-
ca kabul edilmişliği, bir ırkçılık olduğunun görülmesini engelliyor. Ulus ve
ulusçuluğa son verilmeden ise bu apartheit sistemi yok edilemez.
Ama bu sistem, ulus ilkesine ve ulusal devletlere dayandığı ve artık insan-
lık, ulusun dışında bir varoluş tarzını unuttuğu ve hayal bile edemediği için,
bu sistemin kurbanlarınca, yani siyahlarca bile, sistemin korkunçluğu, akıl
ve insanlık dışılığı görülemiyor ve bir itiraz getirilemiyor. Gerçekliğin tam
bir kavranışı ancak hayallerin aynasında olabilir. Bu nedenle, sistemin kur-
banlarının bile önce hayal görmeye bunun için de hayal gücüne ihtiyacı var.
Batı uygarlığı bir yandan globalleşir ve globalleşmeden söz ederken,
sermaye, kârlar ve mallar hiç bir sınır tanımadan dünyanın her yerine ko-
laylıkla geçebilirken iş gücünün ve insanların serbest dolaşımının önüne
koyulan ulusal devletin sınırlarının akıl ve insanlık dışılığını gizlemek için,
çok kültürlülük ya da etniklik diye bir yalan uyduruyor. Ama bu gizleme
çabası, ulus ilkesine dayanan devletin gereksizliğinin de üstü örtük bir iti-
rafından başka bir şey değildir.
Çok kültürlülük bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi
kültür anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır. Diğer kültürlerin
kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına alınmasıdır. Kültürel olan
bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir, günlük
hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp,
benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye
bir kavram yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültü-
rümde özel mülkiyet yok, benim kültürümde polis yok, benim kültürümde
mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük efsanesi biter,
söyleyen soluğu cezaevinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus
ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının
kültür anlayışının diktatörlüğüdür.

35
Denemeler

Avrupa uygarlığının kültür karşısındaki tutumu, dinler karşısındaki


tutumuna benzer. Bu uygarlıkta din, kişinin bir vicdan ve inanç sorunu
olarak tanımlanmış ve en ideal biçimlerinde tümüyle politik alanın dışına
itilmiştir. Ama bu aslında, diğer dinlerin din anlayışları üzerinde bir dikta-
törlüktür. Örneğin sıradan halk İslam’ı değil, politik İslam, ya da Şeriatın
tanımladığı İslam, tıpkı ulusçuluğun, siyasal birimle ulusal birimin çakış-
masını ön görmesi gibi, siyasal birimle din biriminin çakışmasını ön gö-
rür. Bu anlayış karşısında batı uygarlığının din anlayışı bir diktatörlüktür,
ona izin veremez çünkü. Bunun tersi de doğrudur, politik İslam da, dini
kişinin vicdan ve inanç sorunu olarak, politik alanın dışında anlayan yak-
laşım üzerinde bir diktatörlüktür. Bunlar uzlaşmazlar. Aynı şekilde başka
kültürlerin kültür tanımları karşısında da aynı durum vardır. Bir kültürün
siyasal alan içinde gördüğünü, diğer kültür görmüyorsa, bunlardan birinin
geçerliliği diğeri üzerinde diktatörlüktür. Çoğulculuk, çok kültürlülük, de-
mokrasi, çok renklilik gibi kavramlar bu diktatörlüğü gizlemeye yarayan
ideolojik araçlardır.
Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş. Mademki batı uy-
garlığı, dini ve kültürü öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona
da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve ulusçuluğa niye aynı ceza veril-
mesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın hayali, işe,
batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi?
Bugün dünyadaki bütün devletler, var olan ve var olmaya çalışan bütün
devletler, hepsi, ulusal birimin politik birimle çakışması anlayışına göre
kurulmuş bulunuyor. Tıpkı bir şeriat devletinde, dinsel birimle politik biri-
min çakışmasında olduğu gibi. Aslında bugün bütün dünya, ulus ilkesi açı-
sından şeriat devletleri tarafından ele geçirilmiş bulunuyor. İnsanların din-
siz olma hakkı var, ama ulussuz olma hakkı yok örneğin. Üç kişi bir araya
gelip bir din ya da tarikat kurabilir, ama bir ulus kuramaz. Çünkü ulusçu-
nun ulus anlayışı, ulusal birimle siyasal birimin çakışmasını öngörür.
Ulusçuluğun ulus anlayışını kabul etmek için hiç bir neden yok ortada,
aksine 80’li yılların başından beri, ulus ve ulusçuluk alanındaki anlayışın-
da devrim yapmış kitapların hepsi, ulusçuluğun ulustan önce geldiğinin,
varoluşu bakımından sınıflara değil örneğin dinlere benzediğinin kanıtla-
rıyla doludur.
Bu anlayışı reddetmek enternasyonalizmle de olamaz ve enternasyona-
lizm değildir. Enternasyonalizm, ulusçuluğun ulus anlayışını reddetmez,
dışlamaz, onu olduğu gibi kabul eder ona dayanır ve onu yeniden üretir.
Onun içindir ki, yeryüzündeki ulusların çoğunu enternasyonalistler yarat-

36
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

mışlardır. Ulusun ne olduğunu ulusçulardan öğrenemezsiniz derler, enter-


nasyonalistlerden de öğrenemezsiniz.
Tıpkı tanrısızlık ya da dinsizlik gibi, ulussuz olma hakkını savunan bir
anlayış –ki bu anlayış otomatik olarak siyasal olanla ulusal olanın çakış-
ması gerektiği anlayışını reddetmek zorundadır– ulusların ve ulusçuluğun
mezar kazıcısı olabilir. Böyle bir anlayış, ulusu siyasal alanın dışına iterek,
isteyene istediği ulusu kurma, girme, çıkma, ulussuz olma hakkını sağla-
yabilir. Ulus kişisel bir seçim, din gibi bir inanç sorunu veya tıpkı, bugün
kültürün tanımlandığı gibi bir kültür sorunu olur.
Elbette böyle bir yaklaşım, ulusal olanla politik olanın çakışmasını red-
deden ve ulusal olanı, tıpkı daha iki yüz yıl önce insanlığın çoğunda oldu-
ğu gibi, politik alanın dışına iten yaklaşım, ulusçunun yaklaşımı üzerinde
bir diktatörlüktür. Ama bugün bütün dünyaya egemen olan ulusçuluğun
anlayışı da diğeri üzerinde bir diktatörlük.
***
Ulusların bir araya gelip çok uluslu birlikler (Avrupa Birliği) ya da uluslar
üstü (Birleşmiş Milletler) birlikler kurması, ulusçuluğu yok etmez, sade-
ce güçlendirir ve görünmesini gizler, daha büyük ve güçlü olarak başka bir
isimle yeniden üretir, ulusal olanla politik olanın çakışmasını sorgulamaz.
Ulusların aralarındaki çatışmaların, uluslar arasındaki yakınlaşmalar-
la; uluslar arası örgütlenmelerle; ulusçunun anladığı biçimiyle ulus ilkesini
ret etmeyen, dışlamayan, ama yeniden üreten mekanizmalarla kaybolacağı
inancı çocuksudur ve hiç bir tarihsel tecrübe bunu desteklemez. Ulusçunun
ulus anlayışını ret eden, onu dışlayan, onun üzerinde bir diktatörlük oluş-
turan, başka bir ilke ancak bugün insanlığı apartheit sisteminden kurtarıp,
ulusal çatışmalara son verebilir.
Bu, bir tarihsel analojiyle daha kolay anlaşılabilir. İslamiyet öncesi dö-
nemde, insanlar Arap yarımadasında aşiretlere göre örgütlenmişlerdi.
Geçerli ilke, soy kardeşliği, kan kardeşliği idi, tabiri caiz ise, siyasal olan
kan ve soyla belirleniyordu. Muhammet, bu aşiretleri birleştirmeye, birleş-
miş milletler ya da Avrupa Birliği gibi, aşiret birlikleri ya da federasyonla-
rı gibi yollar denemedi, o kandaşlık ilişkisi ve ilkesinin yerine başka bir il-
keyi getirdi, kan kardeşliği yerine din kardeşliği. Ancak böylece her aşire-
tin içindeki din kardeşliği ilkesini kabul edenler, kan kardeşliği ilkesini ka-
bul edenlere karşı başka bir ilkeyi dayattılar.
Diğer bir örnek, modern batı uygarlığının tarihinden verilebilir. Burju-
vazi, ilk muhalefetini dinsel biçimler içinde örgütledi. Bu biçimler içinde
kaldığı sürece, tüm insanlığı, tüm dinleri etkisi altına alabilecek bir uygarlık

37
Denemeler

geliştiremezdi burjuvazi. Hıristiyanlığın hangi yorumunun daha doğru ol-


duğu, bir Müslüman ya da bir Budist için hiç bir şey ifade etmez ve anlaşıl-
maz kalırdı. Burjuvazi, Muhammet’in aşiretler kardeşliği ya da federasyo-
nu denememesi gibi, bir dinler birliği ve kardeşliği de denemedi. Burjuvazi,
bütün antik uygarlıkların ve dinlerin dayandıkları ilkeleri dışlayan, geçer-
siz kılan ve onlar üzerinde bir diktatörlük oluşturan bambaşka bir ilke ile,
örneğin ulus ilkesi ile onlar üzerinde kesin bir zafer kazandı. Burjuvazi, bü-
tün dinleri, antik uygarlıkları ve aşiretleri, tıpkı Muhammet’in bir zaman-
lar, din kardeşliği ilkesiyle yapabildiği, yani kardeşleri siperlerin karşı ta-
raflarına sürebilmesi gibi, ulus kardeşliği ilkesiyle, din ve kan kardeşleri-
ni birbirine karşı sürüp ekonomik gücüne dayanan zaferini ideolojik olarak
pekiştirebildi. Modern uygarlık, ancak, başka bir ilkeye dayanarak, her din
ve kandaşlık birliğinin içinden yığın yığın gönüllü savunucular bulabildi.
Ulusçuluğun sonu da böyle olabilir. Ulus ilkesini ret eden, boş düşüren,
onu dinlerle aynı kefeye ve gerçek yerine koyan bir ilke, bizden tarihi ve
günümüzü çalan; insanlığın bir apartheit sistemine mahkûm eden ulusal
devletlerin sonunu getirebilir. Her ulus içinde, ulusal olanla politik olanın
çakışması gerektiğini savunanlarla, bunun kişisel bir tercih sorunu olması
gerektiğini savunanlar arasında bir bölünme olmadıkça ve ikincileri birin-
cilere üstün gelmedikçe, çalınmış geçmişi yeniden kazanmak ve geleceği
geçmişin lanetinden kurtarmak mümkün olamaz.
Modern uygarlığın dini ulusçuluk ya da onun heretik karşıtı enternas-
yonalizm, klasik dinler kadar olsun böyle bir eleştiri ve bakış karşısında
dayanacak güçte değildir. O insan varlığına ilişkin temel soruları ne sorar
ne de ona bir cevap arar. Sanıldığından çok daha güçsüzdür.
Burada bütün sorun bunun olabileceğini düşünmek, bunu hayal edebil-
mekte. Var olanın ufku dışından ona bakabilmekte.
***
O halde hayal görmeliyiz.
Ama hayal görmeyi bile unutmuş bulunuyoruz. Hayal görmeyi de unut-
tuğumuza göre, onu yeniden hatırlamak, sanki ağır bir ameliyat ve uzun
bir yatalaklık döneminden sonra bir hastanın yeniden yürümeyi öğrenmesi
gibi, hayal görme çalışmaları yapmamız, tembelleşmiş kasların itaatsizliği-
ne son vermemiz, yol açtıkları acılara dayanmamız gerekiyor.
Tabakhanede çalışan işçiler gibi burnumuz ufunetin kokusunu almaz
olmuş durumda. O pislik kokusunu tekrar fark edebilir olmak için, önce
temiz bir havaya gerek var. Bu temiz havayı ancak hayaller sağlayabilir.

38
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ancak hayallerin ışığı altında gerçekliğin akıl ve insanlık dışılığı daha iyi
görülebilir, onun daha derin bir kavranışına ulaşılabilir.
Herkes, kuyuya düşmemek için önüne bakıyor, kimse yıldızlara bak-
mayı aklından geçirmiyor bile. Kafalar yukarıya kaldırılsa, kuyunun ağzı
görülebilecek ve belki o zaman kuyudan çıkma çabasına girilebilecek.
Hayallerin ufku olmaksızın gerçekliğin daha tam bir kavranışı olamaz.
***
Gerçekliğin hayallerin ışığında gerçekçi bir değerlendirilişi ise şunu gös-
terir: durum umutsuzdur. Öylesine umutsuzdur ki artık ciddi bile değildir.
Belki çoktan insanın var oluşunu sağlayan koşullar tahrip oldu geri dö-
nüşsüzce. Bir gökdelenin tepesinden aşağı düşene yere çakıldığı ana kadar
bir şey olmaz, belki insanlık bu durumda.
Paraşütün ipini çekecek, ya da uçuruma doğru hızla giden trenin imdat
frenini çekecek bir güç de görülmüyor ortada. Tarihin tersinden açılan yu-
mağının yol açtığı Gordiyon Düğümü’nü kesecek, İskenderler de yok artık.
Modern uygarlık bütün insanlığı kendi zafer arabasına bağlamış, geçmişi
çalmış, unutmuş ve unutturmuş.
Yapılacak ilk iş, durumun böyle olduğunu görmektir, durum hakkında
sahte umutlar ve hayaller yaymamaktır. Durumun umutsuzluğu görülme-
li ve gerçeğin gözlerinin içine cesaretle bakılabilmeli. Gerçekliği görebil-
mek için hayal görebilmek; umutsuzluğu görebilmek için gerçekçi olmak
gerekiyor.
Hiç bir umudun ve kaybedecek bir şeyin olmaması; bunun görülme-
si ve kabulü çok sağlam bir hareket noktası sağlar. Çok radikal ve eleşti-
rel bir tutumun koşullarını sağlar. Bu radikalizm yine aynı ölçüde radikal;
ne umuda, ne başarıya bir referans noktası olarak bakmayan bir ahlaki ta-
vır alış gerektirir.
Ezen var ezilen var, galip var mağlup var, üstteki var, alttaki var, kadın
var erkek var, siyah var, beyaz var. Bunlarda hep lanetlilerden yana olmak
gerekir, hep öyle olmaya çalışmak gerekir; tarihin ve geleceğin, baskının
ve sömürünün olmadığı bir dünya için bir olanak vaat edip etmediğinin
önemi yoktur. Gişenin ve barikatın bu tarafında olmak, ahlaki bir ilke ol-
malı. İnsan hayatına anlam veren şey, onun amacıdır. Amaç ise, sömürüsüz
ve baskısız bir dünyaya ulaşabilmek içir azami olanı yapmaktan başka bir
şey olamaz.
Hayal gücüyle gerçekliğin rezaletinin kavranışı; gerçekçilikle umutsuz-
luğun kabulü ve umut ve umutsuzluğa bir anlam yüklemeyen ahlaki bir se-
çimle konumun belirlenişi.

39
Denemeler

Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden


alan böyle bir tavrın, bir zafer beklentisine bile ihtiyacı yoktur. Tarihte
eğer ezilenlerin kurtuluşu yolunda zaman zaman bir parça ilerlemeler kay-
dedildiyse, bunlar zafer kazananlar değil, yenilenler sayesinde olmuş-
tur. Kurtuluşa azami katkı, çoğu kez yenilgiyi gerektirmiştir, zaferi değil.
Zaferi kazanan kilisenin değil, onun yaktıklarının, cadıların örneğin daha
çok katkısı vardır insanlığın kurtuluşuna.
Bir zafer bile beklemeyen, umutsuz bur durumdan yola çıkan ve umudu
bile olmayan bir tavır olabilir ancak umudun kendisi.
Kaos teorilerinde kullanılan bir metafora göre, Çin’deki bir kelebeğin
kanat çırpışı, Amerika’da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil açabilir. Bu
küçük küçücük de olsa bir olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir. Çin’deki
bir kelebeğin kanat çırpışı olmak.
***
Yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih değildir. Bugünkü tarih olası
tarihlerden sadece biridir. Tarihin bugünkü yolunu zorunlu olarak kat etti-
ğine dair hiç bir kesin toplumsal yasa yoktur. Sadece toplum değil, doğa ta-
rihi için bile geçerlidir bu durum. Daima başka olanaklar vardır.
Bugünkü evren, muhtemelen olası evrenlerden sadece biridir. Belki o
başka olası evrenler bile var evrenimizin dışında. Ama bu fikir şöyle de ifa-
de edilebilir. Eğer Big Bang’tan bugüne, evrenin tarihinin kaseti ya da fil-
mi yeniden oynatılsaydı, aynı filmin görüleceğinin hiç bir garantisi yoktur.
Bugünkünden bambaşka özellikleri olan başka yapı taşlarına dayanan bir
evren olabilirdi.
Doğa tarihi için de geçerlidir bu durum. Hayatın doğuşundan beri filmi-
ni yeniden oynatmak mümkün olsa, bugünkü canlı türlerinin aynı şekilde
olacağına dair hiç bir yasa ve garanti yoktur. Aksine, bizlere doğal evrimin
kaçınılmaz sonucu gibi görünen insan “bir rastlantı”dan (S. J. Gould) baş-
ka bir şey değildir. Paleantoloji ve Jeoloji bunun yığınla kanıtını sunuyor.
Peki, aynı şey toplum için geçerli değil mi? Bugün yaşadığımız tarih,
olası tarihlerden sadece biri değil midir? Kaset başından çalınsa, aynı mü-
ziğin dinleneceğinin bir garantisi ve zorunluluğu yoktur. Ve tarihin her anı,
kasetin yeniden çalınabileceği bir başlangıç noktasından başka nedir ki?
9 Kasım 1998

40
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

1 Mayıs’ın Doğuşu,
Bugünü ve Geleceği Üzerine Düşünceler

Modern toplum tarihindeki ulusla sınırlı ulusal bayramlar bir yana, bütün
büyük bayramların kökeninde dinsel bayramlar ve onların kökeninde de
insanlık tarihindeki, avcılık ve toplayıcılıktan göçebeliğe veya tarımcılığa
geçiş gibi, büyük devrimler yer alır.
Gerek ulusal, gerek dinsel bütün bu bayramları kutlayanlar ya da kutla-
maya çağrılı olanlar bir ulusun ya da dinin taraftarlarıyla sınırlıdır. 1 Mayıs,
tarihte, tüm uluslardan, kavimlerden, dinlerden, “ırk”lardan, cinslerden,
yaşlardan insanların kutladığı ilk ve tek “bayram” olma özelliğini koruyor.
(8 Mart Kadınlar Günü, uluslar, “ırk”lar ve dinler üstü olma özelliğine
sahipse de ve 1 Mayısın aksine, son yıllarda kutlanışı nicel ve nitel olarak
yükselme eğilimi gösteriyorsa da, onu kutlayan öznenin ezilen cinsle sınırlı
olması onu 1 Mayısa göre daha sınırlı kılıyor. Ancak, 8 Mart’ın 1 Mayıstan
daha uzun ömürlü olacağı düşünülebilir. Kadının üzerindeki baskının kök-
leri çok daha derinlerdedir ve sınıfsız bir toplumla ortadan kalkmayacak-
tır. Belki sınıfsız bir toplum, bu en eski ve köklü bölünme ve baskı biçimi-
ne karşı mücadelenin yükselişi için yepyeni olanaklar da sunup ona büyük
bir atılım gücü de kazandırabilir.) 1 Mayıs’ın bütün dinler, uluslar, kavim-
ler, “ırk”lardan insanlar tarafından kutlanması onun mesajının tüm insan-
lık için bir mesaj olmasıyla ilgilidir ve insanlığın ulusal, dinsel vb. bölün-
me ve düşmanlıklar olmadan da var olabileceğinin sadece bir umut değil,
bir olanak olduğunun da en esaslı kanıtını oluşturur. O ulusal, dinsel, ırk-

41
Denemeler

sal vb. bölünmeler ve düşmanlıklar olmadan yaşamanın ancak bu bölün-


melerle bölünerek; yani bütün dinlerden, dillerden, uluslardan, “ırk”lardan
işçilerin “kendi” uluslarıyla, dinleriyle, “ırk”larıyla bölünmesiyle mümkün
olabileceğini gösterir ve bütün diğer bölünmelere karşı bir meydan okuma;
bir provokasyondur ve onların var oluşları için en büyük tehdittir.
Tarihte birçok kereler, bütün insanların kardeşliğini öğütleyen öğreti-
ler çıkmışsa da bunlar hep belli bir dinin içindeki bir sekt olma özelliğini
aşamamışlardır. Tarihte ilk kez işçiler, bunu tüm insanlık için bilinçli bir
program ve görev olarak ortaya koyabilmişlerdir.
İşçi sınıfının ancak dünya ölçeğinde ve dünya tarihsel ölçülerde var ola-
bilmesi nedeniyledir ki, onun hedeflerinin evrenselliği ile bir işçi sınıfı bay-
ramı olması arasında içsel bir bağ vardır. Ve yine bu nitelik, onun hiç bir
zaman bayram olamayacak bir bayram olduğunu gösterir.
Aslında 1 Mayıs bir bayram da değildir, bir projedir, bir çağrıdır, bir çağ-
rı için “işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü”dür. Dolayısıyla,
öyle bir bayramdır ki, eğer yaşamaya devam etse ve tekrar bir canlanma
sağlasa bile, gerçekten bir bayram olarak kutlanabileceği gün, onu kutlaya-
cak özne olmayacak ve çağrısı ise artık gereksiz olacaktır.
1 Mayıs, “işçi bayramı”dır. Ama işçi sınıfı, kendini yok etmek üzere var
olan bir sınıftır. O kendisini var eden toplumsal koşulları, yani kapitaliz-
mi ortadan kaldırdığı an kendisini de ortadan kaldırmaya başlar, proletar-
ya, yani ücretliler ancak burjuvaziyle bir zıtlık içinde var olabilir; burjuva-
ziyi ortadan kaldırdığında kendisi de ortadan kalkmaya başlar. Dolayısıyla
1 Mayısta sembolleşen amaçlara ulaşılırsa, yani sınıfsız bir topluma ulaşı-
lırsa, işçiler de ortadan kalkmış olacağından ve 1 Mayısın çağrısına artık
gerek kalmayacağından; ne öznesi ne de vesilesi kalmamış böyle bir bayra-
mı kutlamak anlamsız olacaktır. Dolayısıyla 1 Mayıs, tıpkı Marks’ın eseri-
nin alt başlığının, “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” alt başlığını taşıması gibi,
yani Marksist ekonominin hedefinin bizzat kendi konusunu, yani meta üre-
timini ortadan kaldırmayı hedeflemesi gibi, bizzat kendi konusunu ve öz-
nesini yok etmeye yönelik; bayram olarak kutlanabileceği an artık bayram
olarak kutlanmasına gerek olmayacak bir bayramdır. Eğer yaşarsa ve gele-
cekteki mücadeleler için bir sembol görevini görmeye devam ederse, geç-
miş mücadelelere bir şükran günü olarak bir bayram olabileceği düşünüle-
bilir belki. Ama eğer bir gün gerçekleşirse, geleceğin sınıfsız toplumunun
insanlarının bayramlara gerek duyacakları şüphelidir. Bayram kıtlık, bas-
kı, yoksulluk, aşırı çalışma koşulları vb. altında anlamlıdır. Bunların aşıl-
dığı bir dünyada insanların, en azından bugünkü anlamıyla bayramlar kut-
lamayacakları tahmin edilebilir.

42
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

O halde, 1 Mayıs’ın tarihsel kaderini belirleyen, her şeyden önce bir


bayram değil, onun bir özneye bağlı bir proje olmasıdır. Öznenin ve proje-
nin kaderidir 1 Mayıs’ın tarihsel kaderini belirleyen ve bu kaderin ne ola-
cağı çok belirsizdir. Ama kökleri ve bugününe bakarak, genel bazı eğilim-
ler belirlenebilir belki.
***
1 Mayıs, modern kapitalist uygarlığın iki büyük merkezindeki, Amerika
ve Avrupa’daki işçi hareketlerinin çocuğudur. 1 Mayıs’a vesile olan olaylar
Amerika’da olmuş, ama onun Amerika’nın sınırlarını aşıp bütün modern
işçi hareketinin bulunduğu ülkelere yayılması, çekirdeğini Avrupa ülke-
lerindeki işçi hareketine dayanan partilerin oluşturduğu İkinci Enter nas-
yonal’in kararları ve uygulamalarıyla gerçekleşmiştir.
Amerika, modern toplumun, kapitalist toplumun modeli ve idealidir.
Amerikan kapitalizmi dünya burjuvazisine, gangsterleri, modern reklam-
cılığı, ilk zırhlı savaş gemilerini, Fordist üretimi, vb., verdiyse; Amerikan
işçileri de dünyaya, beyaz işçilerin siyah köylülerin müziği Blues’undan
kaynaklanan, isyancı ve muhalif bir özellik taşıyan Rock müziğini veya si-
yah işçilerin Jazz’ını; Batı’nın uçsuz bucaksız otlaklarındaki büyük çiftlik-
lerdeki tarım işçilerinin (cowboy) ya da demiryolları inşaatlarında çalışan
proleterlerin, pratik, sağlam ve ucuz kıyafeti Blue Jean’ın (kot pantolonu)
yanı sıra 1 Mayıs’ı da verdi.
Amerikan western filmlerinin çekiciliğinin ardında, Amerikan işçi
hareketini istikrarsız kılan nedenlerden biri vardır. Uzak ve Orta Batı’nın
küçük özgür çiftçisinin atası, ne köle, ne serf, ne aşiret bağlarıyla bağlıdır.
O tüm kapitalizm öncesi bağlardan, daha bir küçük üretici olmadan önce
kurtulmuş modern özgür işçinin özgür bir köylüye dönüşmüş hali olarak
eşi benzeri olamayan bir tarihsel tiptir. Engels, İbsen’in romanlarının çeki-
ciliğinin ardında, Norveçli küçük üretmenin tarihinde hiç bir zaman serfli-
ği yaşamamasının, onlu serflikten çıkmış bir Alman küçük burjuvası kar-
şısında gerçek bir insan kılışının yattığını yazar. Benzer şekilde, Amerikalı
küçük toprak sahibini böylesine çekici kılan, onun bir işçiden küçük özgür
köylüye dönüşmüş olmasıdır.
Ama bizzat bu süreç, yani sanayileşmiş doğudaki işçiler için daima,
Batının topraklarında özgür bir küçük köylüye dönüşme olanağı; Amerikan
işçi hareketinin güçlü bir gelenek ve teorik temele sahip olmasını engelle-
miş ve Amerikan işçi hareketine daha ziyade, sanayi buhran ve canlanma-
larına aşırı bağımlı ve gelenek biriktiremeyen bir nitelik vermiştir.
Ne var ki, Amerikan işçi hareketinin tek sorunu bu da olmamıştır. Siyah
ve beyaz işçiler; beyaz işçilerin de göçmen ve Amerika doğumlu işçiler;

43
Denemeler

ve yeni gelen göçmen işçilerin de dinlere ve dillere göre bölünmüşlüğü ve


Batı’daki boş toprakların yedek sanayi ordusunu emmesi ve yeni göçmen
akınlarının bile sanayinin ihtiyacı olan ihtiyacı karşılamaması nedeniyle
Amerika’da işçi ücretlerinin kıta Avrupa’sına göre yüksekliği de Amerikan
işçilerinin güçlü bir politik işçi hareketi yaratamamasında etkili olan diğer
nedenler arasında sayılabilir.
Bütün bu olumsuz etkilere rağmen, iç savaş sonrasındaki dönemde sa-
nayinin hızla gelişmesine paralel olarak işçi hareketinin ve örgütlerinin de
yükselişi görülür. Ve 1 Mayıs’a yol açan olaylar, bu yükselişin tepe noktası-
nı temsil ederler. Bu olaylar aynı zamanda, Amerikan İşçi Hareketinin tari-
hinde, daha ziyade zanaatkâr işçiliğe denk düşen örgütlenme biçimlerinin
zirvesi ve çöküşü olduğu kadar; yeni sanayi tipi işçi sendikalarının yükse-
lişini de işaretlerler. İşçi sınıfının yeni bileşimi artık, Emek Şövalyeleri’nde
sembolleşen örgütlenme biçimlerinin kabuğunu çatlatıyordu. 1 Mayıs’a yol
açan olaylar, Emek Şövalyeleri’nin de sonunu getirmiştir.
Yeni olan önceleri daima eski biçimler altında ortaya çıkar. Nasıl, daha
sonra Fransız Devrimi’nde artık tümüyle din dışı bir biçimde ortaya çı-
kacak olan modern burjuvazinin ilk partileri dinsel tarikatlar biçiminde
ortaya çıktılarsa; nasıl ilk otomobiller at arabalarına benzerse, ilk modern
işçi örgütleri de ortaçağın esnaf loncalarının biçimleri ve ilişkileri altında
ortaya çıktılar. Bugünkü modern sanayi sendikaları, sanayi devriminden
sonra ortaya çıkmış ve modern işçi partilerinin ortaya çıkışına da denk dü-
şen sonraki biçimdirler. Ama bundan önce, uzunca bir süre işçi hareketine
meslek dalına göre, büyük ölçüde lonca karakteri de taşıyan işçi sendikala-
rı ve birlikleri egemen olmuştur. Ve işçi hareketi içinde, bir biçimden diğer
biçime geçiş daima çatışmalı bir yol da izlemiştir.
Amerikan işçi hareketi de başlangıçta bu kurala uyar. İlk büyük işçi
örgütü masonluktan ve mistik zanaatkâr loncalarından esinlenmiş, 1869’da
New York ve Chicago’dan sonra Amerika’nın üçüncü büyük sanayi şehri
olan Philadelphia’da dikimevi işçilerince gizli olarak kurulmuş “Soylu ve
Kutsal Emek Şövalyeleri Tarikatı”dır
İşçi hareketinin ve örgütlenmelerinin yükselişi en iyi Emek Şövalyeleri
örgütünün üye sayılarında görülebilir. Örgütün üyesi 1878’de on bin dola-
yında iken, bu sayı 1885’te 110.000 ve 1 Mayıs’ın ortaya çıkmasına neden
olan olayların geçtiği yıl olan 1886’da 700.000’e fırlamıştı. Örgütün gerçek
etkisi ise, üye sayısını kat kat aşıyordu.
İşte 1 Mayıs’a yol açan olaylar ve gelişmeler, Amerikan İşçi hareketin-
deki bu yükselişin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu yükselişin sağla-

44
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

dığı 8 Saatlik iş günü kazanımının ve buna karşı Amerikan burjuvazisinin


karşı saldırısının sembolüdürler.
1 Mayıs, 1 Mayıs olmadan önce, 5 Eylül idi. On dokuzuncu yüzyılda işçi
hareketinin bütün kapitalist ülkelerdeki temel sloganlarından biri: sekiz saat
iş, sekiz saat dinlenme, sekiz saat da kültür idi. (Ve bugün bile dünyadaki
işçilerin büyük çoğunluğu için gerçekleşmiş değildir).
İlk işçi sendikaları, işçileri daha sonraki gibi sanayi kollarına göre de-
ğil, mesleklerine göre örgütlerlerdi. İşte işçi hareketinin bu yükselişi için-
de, yine böyle sendikalardan biri olan Marangozlar Sendikası’nın önder-
lerinden biri olan Peter McGuire, New York’taki merkezi işçi sendikaları
toplantısında, işçilerin kent sokaklarında yürüyüş yapabilecekleri özel bir
güne sahip olmalarını ve Eylül’ün ilk Pazartesi gününün Emek Günü ola-
rak ilan edilmesini önerdi. Öneri coşkuyla kabul edildi. Ve o yıl, 5 Eylül
1882’de otuz bin işçi çeşitli sloganlar atarak yürüdü. Aynı olay 1883’te de
tekrarlandı. Daha sonra, Eylül’ün ilk Pazartesi gününün Emek Günü ola-
rak kutlanması, ABD ve Kanada Örgütlü Meslek kuruluşları ve işçi sendi-
kaları Federasyonu (FOTLU) 1884 Chicago toplantısında da kararlaştırıldı.
Daha sonra Amerikan İşçi Federasyonu’na (AFL) dönüşecek olan FOTLU,
o zamanlar Emek Şövalyeleri’ne göre çok daha güçsüzdü. İki işçi örgütlen-
mesi biçimi arasındaki ayrılık, özellikle, Emek Şövalyeleri’nin, vasıflı işçi-
lerin diğer işçilerden ayrı olarak meslek sendikalarında örgütlenmeleri nok-
tasında yoğunlaşıyordu. Bu ayrılık, yarı zanaatkâr işçilikle, modern sanayi
işçiliği arasındaki farkı ifade ediyordu. 1 Mayıs olaylarına yol açan bütün
gelişmeler, o zaman daha güçsüz olan, ama geleceğe yönelik eğilimi ifade
eden FOTLU tarafından önerilmiş ve gerçekleştirilmiş bulunuyordu. Yine
aynı yıl, 1886’da FOTLU da modern sanayi tipi örgütlenmenin ilk örnekle-
rinden biri olan AFL’ye dönüşüyordu.
İşte bu Emek Şövalyeleri’ne göre daha güçsüz, ama geleceği temsil eden
FOTLU daha sonra, 8 saatlik iş günü mücadelesini yükseltmek ve işçilerin
kararlılıklarını göstermek için 1 Mayıs 1886’da 8 saatlik iş günün için bir
günlük grev yapılması kararı aldı. O gün bütün ülkede 350.000 işçi greve
gitti. Örneğin Chicago’da 1 Mayıs 1886’da 40 bin işçi greve çıktı. Böylece
greve çıkmamış işçilerin bile dâhil olduğu işçilerin büyük bölümü 8 saat-
lik iş günü hakkını kazanıyordu. Sermaye muazzam bir yenilgiye uğramış-
tı. Bu yenilginin rövanşını almalıydı.
3 Mayıs’ta Chicago’da bir grev sürerken, Polis grevci işçilere ateş açarak
dört kişiyi öldürdü. Ertesi gün, 4 Mayısta işçiler bu cinayeti protesto etmek
için Haymarket (Saman Pazarı) meydanında toplandılar. Konuşmalar ya-
pıldı ve miting olaysız dağılırken, kalabalığın içinden biri polise bir bomba

45
Denemeler

attı ve beş polis memuru öldü. Bunun üzerine de polis kalabalığa ateş açıp
on kişiyi öldürdü.
(Bombayı atan bulunamamıştır, ama daha sonra bütün kuşkular anarşist
rolü yapan polis ajanı Rudolph Schnaubelt üzerinde toplanmıştır. Benzer
senaryolar bütün ülkelerde görülür. Türkiye’deki 1 Mayıslar da tipik bir ör-
nektir. 1976 1 Mayısının kitleselliğine ve Türkiye tarihindeki en büyük po-
litikleşme ve radikalleşme dalgasına karşı 1977 1 Mayısında burjuvazinin
yaptığı aynıdır).
Burjuvazi böylece, işçi hareketine gözdağı vermek ve ezmek için gerek-
li bahaneyi bulmuş ve daha doğrusu kendisi yaratmış olur. Tutuklananların
hepsi herkesin gözü önünde daha önceden konuşmalarını yapıp gitmiş veya
olayın olduğu sırada kürsüde konuşan genellikle Anarşist inançlı işçi ön-
derleridir. Olayla hiç bir ilgileri bulunmamasına rağmen idama mahkûm
edilirler. Bu hukukun ayaklar altına alındığı resmi cinayete karşı protes-
tolar yükselir. Tutuklananlardan biri hapishanede intihar eder, sadece ikisi
vali tarafından affedilir ve geri kalan dördü 1887 Kasım’ında idam edilirler.
Bu açık intikam eylemi, daha sonra bizzat yine burjuvazi tarafından iti-
raf edilmiştir. 1893’te Illinois eyaletinin yeni valisi, dosya üzerinde altı ay
çalıştıktan sonra “sanıkların hiç bir suçunun sabit olmadığını” açıklar ve
geri kalan hayattaki üç sanığı serbest bırakır. Böylece yaşamını yitirmiş
beş işçi önderinin hukuk dışı yöntemlerle öldürülmüş olduğu da resmen
saptanmış olur.
Bu olaylarla birlikte, Amerikan işçi hareketi tarihinde bir dönem (Emek
Şövalyeleri dönemi) biter ve yeni bir dönem (AFL dönemi) başlar. Ama
bu aynı zamanda, Amerikan kapitalizminin emperyalizme dönüşmesinin,
Amerikan işçisinin giderek Amerikan burjuvazisiyle iş birliğine yönelişi-
nin tarihidir. Bu dönüşümü en açık biçimde, Samuel Gompers sembolize
eder. Samuel Gompers hem 1 Mayısın “işçilerin uluslar arası birlik, müca-
dele ve dayanışma günü” olmasına yol açan kişidir hem de daha sonra sen-
dikalarda işçilerle işverenlerin işbirliği siyasetinin dünya çapında teorisyen
ve pratisyeni olmuştur.
Gompers başlangıçta Amerikan işçi hareketindeki Marksistlerin görüş-
lerine yakındır. Lassale’cıların daha etkin olduğu Emek Şövalyeleri karşı-
sında FOTLU’nun kurulması ve AFL’ye dönüşmesine öncülük edenler ara-
sında yer alır. AFL’nin kuruluşundan sonra, bu örgütün tek ücretli persone-
li olur. Daha sonra da, Sınıf işbirliği sendikacılığının teorisini ve pratiğini
geliştirir. Örneğin Türk-İş, İsmet İnönü’nün adamı ve MİT ajanı Sabahattin
Selek’in, 1946’daki işçi ve sosyalist yükselişe karşı kullandığı adamlarına,
Amerika’da Gompersizm şırıngası yapılarak oluşturulmuştur.

46
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

İşte bu Gompers, daha henüz Marksistlerle ve Sosyalistlerle flört ettiği;


meslek sendikacılığı karşısında sanayi sendikacılığının geliştiği ve henüz
Amerikan İşçi hareketin yükselişini yaşadığı bu dönemde, İkinci Enternas-
yonal’in Paris’te 1889’da toplanan kongresinde, AFL (Amerikan İşçi Fede-
rasyonu) temsilcisi olarak 1 Mayıs’ın “işçilerin uluslararası birlik, mücade-
le ve dayanışma” günü olarak kabulünü önermiş ve öneri kabul edilmiştir.
Bu tipiktir. 1 Mayıs, Amerikan İşçi Hareketinin bir armağanı olmakla
birlikte, Gompers’te sembolleştiği gibi, 1 Mayıs daha sonra Amerika’ya uğ-
ramaz olmuştur. Bugün zengin ülkelerdeki işçiler, bütün güçlü gelenekleri-
ne rağmen aynı yola girmiş bulunuyorlar. 1 Mayıs zengin ülkelerde, sendika
bürokratlarının çoğu kez adet yerini bulsun diye veya gelecek sözleşme dö-
nemi için biraz diş göstermeyi denedikleri veya iş olarak (çünkü 1 Mayıs’a
katıldıkları saatler mesaiden sayılır) katıldıkları ruhsuz bir gösteridir.
***
İlk 1 Mayıs gösterileri yapılalı tam 110 yıl olmuş. Bundan sonra, 1 Mayıs,
yine uzun mücadelelerle çeşitli ülkelerde yaygınlaştı. Çoğu kez 1 Mayısı
kutlayabilmenin, o günü tatil olarak kabul ettirebilmenin, o gün miting ya-
pabilmenin kendisi bile hemen her ülkede büyük işçi mücadeleleri gerektir-
di ve hala da gerektiriyor. Böylece hemen her ülkede, 1 Mayıs uluslar ara-
sı olduğu kadar o ülkedeki işçilerin ve ezilenlerin yine çoğu 1 Mayısta ya-
şanmış katliamlarının ve baskıların anısını da taşır. Dolayısıyla bu neden-
le artık sadece işçilerin bir bayramı da olmaktan çıkmış; sömürü ve baskı-
ya karşı tepki ve hedeflerin dile geldiği daha genel ve yaygın bir nitelik ka-
zanmıştır. Türkiye tipik örnektir. 1 Mayıs bir uluslararası işçi günü olmak-
tan çok, en azından 1977’deki katliamdan beri Türkiye’nin kendi tarihinin
ve sorunlarının damgasını taşıyan bir gündür.
***
Eğer yuvarlak hesap Duvar’ın yıkılışını veya Sovyetlerin çöküşünü sembol
olarak alırsak ve ilk 1 Mayıs’ın uluslar arası kutlanışının da 1890 olduğu
göz önüne getirilirse, 1 Mayıs, klasik anlam ve biçimiyle yüz yıl sürmüş-
tür. Klasik biçimiyle 1 Mayıs’ın bittiği söylenebilir. Elbette birçok ülkede
1 Mayıs militan mücadelelere sahne oluyor, ama bunlar artık işçi hareketi-
nin uluslar arası program veya birliğini ifade etmekten ziyade, o ülkelerde-
ki özgül mücadelelerin, çoğu kez de demokratik ve ulusal karakterdeki mü-
cadelelerinin bir vesilesi olarak bir işlev görmektedir.
Bugün işçi sınıfının ne uluslar arası örgütleri kaldı, ne uluslar arası bü-
tün işçileri birleştirebilecek programı var. Ne enternasyonaller var 1 Mayıs-

47
Denemeler

ları uluslar arası parolalar altında kutlamayı önerecek; ne de ortada o örgüt-


sel birleşmeyi sağlayacak program ve sloganlar.
Bugün her hangi bir Avrupa ülkesinde bir 1 Mayıs gösterisi, 1 Mayısın,
dolayısıyla da dünya işçi hareketinin içinde bulunduğu hazin durumu çok
açık olarak göz önüne serer.
1 Mayıs gösterilerinde artık işçiler yoktur. Sadece, zaten giderek nüfu-
sun çok küçük bir bölümünü kaplayan ve giderek sayıları azalan sanayi iş-
çileri değildir olmayanlar; genel anlamıyla ücretlilerden oluşan işçiler işçi
kimlikleriyle yokturlar. Onların yerine, işçi örgütlerinin görevlileri, sendi-
ka bürokratları vardır. Bir miktar, küçük militan ve sekter grupların mili-
tanları vardır. Bunların da sloganları toplumun önüne bir ufuk açmaktan zi-
yade protestoya yönelik ve esas olarak “hayır”larla sınırlıdırlar en iyi halde.
Geri kalanlar da, çeşitli ulusal bayraklar altında yer alan göçmenlerdir.
1 Mayıslar tam bir diaspora milliyetçiliği karnavalıdır. Aslında çoğu top-
lumsal konumlarıyla işçi olmalarına rağmen, oraya işçi olarak değil; ulus-
lar arası bir gücün bir parçası olarak ve uluslar arası bir hedef için değil;
ulusal kimlikle ve çoğu kez bulunulan ülkenin içindeki sorunlara bile ya-
bancı, uzaktaki memleketin sloganlarıyla oradadır. İşçi sınıfının anarşizm
ve sosyalizm gibi uluslar arası eğilimlerinin kırmızı ve siyah renkleri değil,
ulusal bayrakların renkleri ve sembolleri doldurur manzarayı.
1 Mayısların ne işçi ne de Enternasyonalist karakteri kalmamıştır göste-
rilerin yapıldığı yerlerde. Bu anlamda, işçilerin uluslar arası birlik, müca-
dele ve dayanışma günü olarak 1 Mayıs artık yaşamamaktadır; ne işçi var-
dır ne de uluslar arası dayanışma.
Elbette, toplumun tarihinde geçmişteki geleneklerin yeni mayalanmala-
ra vesile olduğu çok görülür; geleceğin eşitlikçi mücadeleleri de tekrar
1 Mayısa sahiplenip onu canlandırabilir, ama bu artık içeriğiyle başka bir
anlam taşıyacaktır.
1 Mayıs elbette yeniden canlanmalıdır, ama bambaşka bir içerikle, pro-
gramla ve özneyle. Klasik 1 Mayıs, geçen yüzyıldaki, işçi hareketinin ürü-
nüydü. O zamanlar tek bir özne vardı toplumun karşısına bağımsız bir
programla çıkabilen: işçiler. Ne var ki, sermayenin gerçek tarihsel hareke-
ti, yepyeni özneleri ortaya çıkarmış bulunuyor: ezilen uluslar, ırklar, cins-
ler; sırf insan olduğu için bir atom savaşına veya ekolojik felakete kurban
gitmek istemeyen insanlar.
O halde ilk olarak 1 Mayıs, işçilerin birlik mücadele ve dayanışma günü
olmaktan çıkıp, tüm ezilenlerin birlik mücadele ve dayanışma günü olma-
lıdır. Böylece bir baskı biçimine uğrayanların diğer baskı biçimlerine uğ-

48
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

rayanlar karşısındaki körlüğüne karşı bir fonksiyon üstlenmelidir ve farklı


öznelerin ortak bir program etrafında birleşmesini hedeflemelidir.
İkincisi, bir uluslararası gün olmaktan çıkıp, uluslara karşı bir gün ol-
malıdır. Yani ulusu kişinin bir inanç ve tercih sorunu yapma çağrısı; ulu-
sal olanla politik olan arasındaki ulusçuluğun öngördüğü bağı parçalama
çağrısı olmalıdır. Ancak böylece tekrar var olan sisteme karşı bir meydan
okuma ve gelişme gücü kazanabilir. Ancak böyle evrensel bir parola, bütün
ezilenleri tekrar ortak bir bayrak ardında toplayabilir.
Bugün yeryüzündeki insanların büyük çoğunluğu işçi; sermaye her za-
mankinden daha uluslar arası ve globalleşmiş; buna karşı global bir prog-
ram gerekir. Savunmaya yönelik hiç bir somut alternatif önermeyen slogan
ve programlarla veya gerçek somut politikalardan uzaklaşmanın aracı olan
globalleşmeye karşı retoriklerle bu sağlanamaz.
25 Nisan 2000

49
Denemeler

50
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Türk Nedir?

Bundan bir asır önce, Batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne


de soyca “Türklük” denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir
şehirli aydın azınlık dışında, kimse kendini Türk olarak tanımlamıyordu.
İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar Müslüman’ım, Kızılbaş’ım,
Çerkez’im, Türkmen’im, Yörük’üm, Kürdüm, Arnavut’um diyorlardı; an-
cak Türk’üm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik
bir anlamı olmadığı gibi, bir etniyi ya da ortak bir dili konuşan insanla-
rı değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve yoksul Müslümanları ka-
tegorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete ege-
men Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına
“Türk” dense, kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.
Ve bugün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde
milyonlarca insan kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun to-
runları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın bir Türk devleti olmadığı ise, artık
o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.
Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman kas-
tı “Türkler” olarak tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isim-
leri bile, bugün Türkiye denen topraklarda yaşayan insanların kendileri-
ni ve ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler değil, onlara Batılı
devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bugün kendi-
ne Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtuldukların-

51
Denemeler

da, ilk yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddet-
mek oldu ve kendilerini ve ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı
denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe” dediler. Ama Türkler, ülkelerini
ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bugüne kadar hiç bir sorun
görmediler.
Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir
geçmişe sahiptir. Çünkü ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması ge-
rekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik Türk ulusunda saçmalığın
zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi insanlar vardır,
daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.
Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevir-
me planlarının ihtiyaçlarına uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü.
Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu Türklüğe sahiplenen Osmanlıya
egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce Anadolu’daki
Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı,
Bizans’ı fethettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın deva-
mıdır. Bu fatihler sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için,
Bizans tarafından din ve dil olarak fethedilemediler. Onun haricinde, mü-
zikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey Bizanslıdır bu dev-
lete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan,
Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yarat-
mak ve ona dayanmak ihtiyacındaki Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da
cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk milliyetçilerinin Yahudilerden
çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin kültürü de, tıpkı Müslüman
ve devlete egemen kast gibi tipik Doğu Akdeniz-Bizans kültüründen baş-
ka bir şey değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı
ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak ya-
ratılmış bir ulustur Türkler.
İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık,
şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslü-
man devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı ve sonra, Allah’ın insanı kendi su-
retinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi suretinde yarattı. Türk
ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir?
Bizans kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü de-
mektir. Bugün bile dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile
karşılaşan şunu görür: Din ve dil haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu
Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve Ermenilerden ayırmak olanak-
sızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk ulusunu yaratan

52
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Müslüman devlet kastı, tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır ve dolayı-
sıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.
Ancak bu ulus, var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu oldu-
ğundan, gerçek kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır.
Bu da ona hasta ve şizofrenik bir karakter verir.
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan
Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğ-
ramış yaşayan Bizanslılıktır. Ama o, varlığını bu gerçeği inkâr ve unut-
ma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk, aslını inkâr eden bir
haramzadedir. İnanmayan, Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin
kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası,
sürgünü ile edinilmiş bir ilkel sermaye birikimi vardır.
Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtu-
labilmeleri, kendi geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için
ulus olarak bir tür toplumsal terapi görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile
öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş bulunuyorlar ki, kendi
güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde küçük
kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok.
O küçük kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt
hareketine borçlu.
Kürt hareketi demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya
ulaşabilirse, bu Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlik-
leriyle barışmasının yolunu açabilir. Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi ge-
lişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor, ama o kendi egemenliği-
ni sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan Osmanlı-
Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hasta-
lığını tüm topluma zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir
sağlıklı gelişim için “baba katili” olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden
bağımsız bir kişilik gelişemez.
26 Eylül 2000

53
Denemeler

54
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Azınlıklar ve Demokrasi

Demokrasiyi savunanların çoğunda, demokrasinin gericilikle, şovenizmle,


ırkçılıkla bağdaşmayacağı yönünde yanlış bir anlayış vardır. Sanılanın ak-
sine, Lenin’in de dikkati çektiği gibi, “demokrasi genel anlamıyla, savaş-
çı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir.” Hiç unutmamak gerekir, Hitler
demokratik seçimlerle en büyük parti olmuştu. Türkiye’de son seçimlerde,
Türk ulusunun yüzde sekseni inkârcı ve şoven politikalara oy verdi.
Demokrasi, “ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden re-
jim” olduğundan, çoğunluğa azınlık hakkında karar hakkını vererek ona
bütün silahları sunar. Çoğunluk, çoğunluk olarak azınlığı öldürme kararı
bile alabilir son derece demokratik olarak. İlk bakışta bu ifade çok abartı-
lı gibi görünür, ama yakın zamana kadar toplantılarda, sigara içen çoğun-
luğun kararıyla sigara içilebilme kararı alınırdı. Yani bir tür taksitle öldür-
me kararı. Genel olarak demokrasi her türlü gericilik, milliyetçilik vb. ile
gayet güzel uyuşabilir.
Ama özel bir demokraside, daha başta, “hiç kimsenin başkasının sağ-
lığına onun rızasına dayanmadan bir zarar veremeyeceği” gibi bir ilkenin
olduğu bir demokraside, çoğunluk bu konuda karar alamaz. Böyle bir de-
mokraside, on bin kişilik bir topluluğun 9999’unun sigara içtiği bir toplan-
tıda, bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık
bu öneri “demokratik bir şekilde” oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer
uyulmaz ise, başta koyulan ilke ihlal edilmiş, çoğunluk yasa dışına düşmüş
olur. Bu durumda o bir kişi, 9999 kişiyi, mahkemeye verip hapse tıktırabilir.

55
Denemeler

Demokrasinin genel olarak, her türlü gericilik ve şovenlikle bağdaşa-


bilen genel olarak demokrasi olmaktan çıkıp, bunu sınırlayan, özel bir de-
mokrasi olabilmesi için, çoğunluğun bazı konularda karar alamayacağı yö-
nünde ilkeler belirlemiş olması gerekir.
Demokrasinin gelişim tarihi, bir yanıyla çoğunluğun karar alabildiği
alanlara kısıtlamalar getirilmesinin tarihidir. Bugün Türkiye’de örneğin,
Çoğunluk Türkçe konuşuyor ve diğerlerini Türkçe konuşmaya bin bir yol-
dan zorluyor. Ama herkesin ana dilini öğrenme, konuşma ve geliştirme
haklarının garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk artık azınlığın
dilleri hakkında bir karar alamaz.
Böyle bir demokraside bir tek kişi için dahi, ana dilini öğrenmesi için
öğretmen, mahkemede ona tercüman bulmak gerekir. Bugün Avrupa ül-
kelerinin çoğunda, birçok azınlık grubunun kimi hakları böyle garantiler
altına alınmış bulunuyor. Örneğin engelliler, eşcinseller, sigara içmeyen-
ler, yaşlılar, çocuklar, uyuşturucu bağımlılığı olanlar vb. çoğunluğun karar
alma alanını kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyor. Çoğunluk
eşcinsel olmasa ve bunu bir hastalık olarak görmeye devam etse de, kendi
ahlakını eşcinsellere dayatamıyor. Engelliler, merdivenlerin yanında, te-
kerlekli sandalyenin hareket edebileceği düz yollar veya asansörler talep
ediyor. Çoğunluk “hayır, vergilerimizi küçük bir azınlığın talebine harca-
yamayız” diyemiyor. Örnekler çoğaltılabilir.
Demek ki, bir takım hakların ilke olarak dokunulmaz, çoğunluk tara-
fından karar alınamaz olarak tanımlanması gerekiyor. Tabii burada şu soru
ortaya çıkıyor: Nasıl oluyor da çoğunluk, belli ilkeleri kabul ederek, karar
alma hakkını sınırlıyor?
Bir kere bu hakların ve ilkelerin hepsi belli mücadeleler sonunda çoğun-
luk tarafından kabul ediliyor. Peki, azınlık çoğunluğu buna nasıl zorluyor?
Nasıl oluyor da gücü yetiyor?
Elbette, bu kabullerde, geleneklerin, yerleşik değerlerin, yaygın anlayış-
ların bir yeri var. Ama bir de “ekonomi politiği” var. Bütün bu kabuller öyle
kolay olmuyor. Azınlığın uzun direniş ve mücadeleleri gerekiyor. Buna
rağmen nasıl oluyor da azınlık çoğunluğa galebe çalıp hakkını ona kabul
ettirebiliyor? Burada şöyle bir yasanın varlığı seziliyor: Azınlığın direni-
şinin sonuçlarının, o hakkın verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı
görülünce genellikle o haklar bir ilke haline dönüşüyor.
Azınlıkların haklarının tanınması konusunda ikinci bir tarihsel eğilim
de bir toplumun zenginliği ölçüsünde bu sınır ve ilkelerin çoğalma eğili-
mi göstermesidir. Bu nedenle iktisadi kriz dönemleri bu hakların yitirildiği
dönemler olur, Alman faşizminde olduğu gibi örneğin, yani çoğunluk, ço-

56
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ğunluk olarak yine azınlığın haklarını iptal etme kararı alabilir. Burada da
yine, azınlığın haklarını yok etmenin getireceği karların, zararlardan fazla
olmasının önemli bir rol oynadığı seziliyor. Yani azınlık hakları ile toplum-
daki refah düzeyi arasında bir ilişki bulunuyor. Tabii bu çok genel bir eği-
lim, somut tarihte, binlerce kırılma ve etki buna ekleniyor.
Bu bağlamda ulusal azınlıklar konusuna da kısaca değinmek gereki-
yor. Son dönem tarihine baktığımızda iki eğilim görülür. Ulusal devletlerin
oluşması ve bunların bütün yeryüzünü kaplamaları dönemi. Bu dönemde,
azınlıkların hakları pek gündeme gelmemekte, standartlaşma, dolayısıy-
la azınlıkların imha, sürgün, katliam, özümleme yoluyla yok edilmesinin,
modern standart üretime uygun standart dili konuşan ulusların oluşumunun
belirleyici olduğu görülüyor. Bu sanayi devrimiyle başlıyor ve fordizmde
zirvesine ulaşıyor. Adeta uluslar bir banttan çıkan ürünlere benzetiliyor.
Ancak son on yıllarda, tersi bir eğilim de ortaya çıkıyor. Bir kere, şimdi-
ye kadar bu standartlaşma sağlandığından, artık kapitalist üretimin işleyişi
için ciddi bir problem oluşturmuyor. Ama bütün buna rağmen, hiç bir dev-
let, yüzde yüz bir saflığa ulaşamıyor. Azınlıklar var olmaya devam ediyor.
Buna ilaveten modern işgücü göçleri de yeni azınlıklar yaratıyor ve hatta
eski azınlıklara yeniden bir canlanma getiriyor. Diğer yandan bilgisayar ve
buna bağlı olarak üretim tekniğindeki gelişme ve esneklikler, eski bir ör-
nek üretimin yerine, gerçi yine o bir örneklik çerçevesinde, ama daha fark-
lılıklar gösterebilen ürünlere olanak sağlıyor. Bu durumda, eski standart-
laşmayı sürdürmek hem anlamsız hem de gereksiz hale geliyor. Bunun ye-
rine standartlaşmayı “çok kültürlülük”, “çok etnilik”, “çok renklilik” gibi
esnekliklerle donatmak, kapitalist üretimin daha sancısız gelişmesi bakı-
mından zorunlu hale geliyor. Bu nedenledir ki, son on yıllarda azınlıkların
ve onların haklarının ön plana çıkması bir rastlantı değildir.
Bu da bir tek dil ya da etniye dayanan veya bunu ideal olarak koyan ulu-
sal devlet anlayışı yerine, Amerika’da olduğu türden, dil ve kültürü politik
alanın dışına iten, ulusu başka ortaklıklarla tanımlayan, ulusal devletlerin
ilk doğum döneminin anlayışlarının yeniden itibar bulmasına yol açıyor.
Bugünün Türkiye’sindeki temel mücadele, bu ulusçuluğun eski biçi-
mi ile yeni biçimi arasındaki bir mücadele olarak da kavranabilir. Türkiye
Cumhuriyeti, klasik standardize edici dönemin damgasını taşımaktadır.
Kürtler ise, bugünün dünyasına uygun, esnek, dili ve kültürü ulusun tanımı
dışına iten, yeni ulusçuluğa uygun bir projeyle ortaya çıkmış bulunuyorlar.

6 Ekim 2000

57
Denemeler

58
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Tarihin Laneti

Kıta Avrupa’sı ve İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar ve Ana_


dolu’daki gelişim zıtlıklarına benzer. Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuva-
zi, önce Hıristiyanlık içinde, Püriten/Protestan mezhepler biçiminde eği-
lim ve çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva muhalefetin kaderi, Kıta
Avrupa’sı ve İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de iktidar
olurken, aynı Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında kılıçtan
geçiriliyordu. (Doğan burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artık-
larının, Hügontların, Osmanlı modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelen-
meye değer bir konudur.)
Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva
gelişiminin yüz yıl gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini
yaparken, Fransa aynı devrimi 1789’da yapabiliyordu.
Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına
Protestanları kesenler, yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl
dini önerecekler, sonra da en azından dini politik alanın dışına iteceklerdi.
Balkanlar ve Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik
gösterir. Fransız Devriminden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman dev-
let kastlarının kapitalizm öncesi dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan
kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Püritenliğin zafer kazanması gibi
zafer kazandı ve Osmanlı egemenliğini ve Müslümanlığı, Balkanlardan sü-
pürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını Ermeni katliam-
ları ve Rumların temizlenmesiyle, yani burjuva ve modern olan her şeyin
tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. Ermeni ve Rumların Anadolu’dan tasfiyesi,
Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir.

59
Denemeler

Bu nedenle Anadolu, Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkeleri-


nin bugünkü durumu kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya
Savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde kalmasalardı, en azından şimdi-
ki Yunanistan’ın gelişmişlik ve zenginlik düzeyinde bulunurlardı. Örneğin
Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati gibi
yazarlar ve başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teoris-
yenler yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya.
Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avru-
pa’nın doğusunda ise aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk bi-
çiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının kuruluşu, Protestanlığın zaferine
denk düşüyordu; Anadolu’da Rum ve Ermeni ulusçuluğunun tasfiyesi ise,
Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katle-
denler nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini ge-
çirme ve sonra da en azından dini politik alanın dışına atma zorunda kal-
dılarsa, Anadolu’da Ermeni ve Rum ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu,
ulusu dil, kültür ve etni olarak tanımlayan klasik biçimiyle yok etmek, bü-
tünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama biri-
kimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, ta-
rihin bu emrini yerine getirmekten başka bir şey değildir.
Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler ve Müslümanlar için aynı zamanda bir
modernleşme, uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk
burjuva devrimleri, burjuvaziye karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın dev-
let sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye eden, kapitalizm öncesi
sınıf ve ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti budur.
Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum ve Ermeni burjuvazi-
sinin malları, Türk ve Kürt ağaların ve tefeci bezirgânların servet ve ser-
mayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin daireleri olmuştur.
Böylece yıllarca, Modern Ermeni burjuvalarının mallarına konmuş
feodal ağaların kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgân partilerin oy
deposu oldu Kürtler. Aynı durum aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölge-
leri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük şehirlerdeki sola yatkın
işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha fazla
temsilci veriyordu.
İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var
olan sistemin karşısına geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyları silme götürme-
sinin anlamı budur. Egemen sistemin Kürtler içinde, maaşlı koruculardan
başka dayanağı kalmadı.
Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel
bulmak, korucuları, ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt bur-

60
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

juvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması gerekir Türk burjuvazisinin.


Ama bunun yapılabilmesi, Kürt ve Türk burjuvazisinin eşit bir partner
olarak iş birliğine girmesi, bugünkü ordunun vesayeti, egemen ideoloji ve
politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için
gerekli bir normal parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun
ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya devam edecektir.
Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini
yıkayıp yeniden yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçim-
sel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta Kürtçe radyo ve televizyon ile varlığı-
nı sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez. Toplumdaki ve sınıf ilişki-
lerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez. İdeolojisi, par-
tileri, ordusuyla bugünkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt
burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalım-
lardan çıkamaz. Bu politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif
eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak büyük kitle hareketleri son verebilir.
Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan
kapitalizmini tasfiye ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk ve
Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için, kendi 1789’larını yapmak duru-
mundalar. Ama çok elverişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak, İşçiler tarihin
en büyük yenilgileriyle dünya çapında bir demoralizasyon, programsızlık,
yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız. Bugünkü hareketsizlik
ve çürüme kimseyi yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler batak-
lıklarda yetişir.
20 Kasım 2000

61
Denemeler

62
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı

Son yıllarda, “beton” kafalı Türk ve Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus
ve dilden insanlara karşı “toleranslı” olmaya çağıran yine çoğunluktan olan
“mozaik” kafalıların temel argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; on-
ların varlığının kendilerini de zenginleştireceği gibi noktalarda toplanıyor.
Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani
kendilerini zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmekte-
dir. Ya da “azınlıklar” iyi insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara
karşı “toleranslı” olmak.
“Azınlıklar”, yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her
zaman “iyi insanlar”dır. Türkiye’de Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryani-
ler, Aleviler, Kürtler hep “iyi insanlar”dır. Çünkü onlar “iyi” olmak zorun-
dadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her davranışını kılı kırk yara-
rak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar. Çünkü
“iyi olmak” onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu in-
sanları “iyi” olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur.
Bir Türk’ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yap-
ma hakkı vardır. Bir Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi
olarak mahkûm edilir. Hiç bir yayın organı onun aynı zamanda bir Türk
olduğunu belirtmez. Ama maazallah bir Ermeni bir suç işlese, önünde bir
de Ermeni sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının
bile önemi yoktur, o bir Ermeni’dir.

63
Denemeler

Ezilen ulus ve inançtakilerin hakları, onlar sizi zenginleştireceği ya da


iyi oldukları için değil; sizi fakirleştirecekseler de savunulmalıdır. Onların
kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da inançları bir sıfat olarak koyul-
madan kötülük yapabilme hakları savunulmalıdır.
Aslında, Kürt uyanışı karşısında, Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk
ve düşmanca durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü
Kürtler, artık “iyi” Tom Amca olmaktan çıkıyorlar, onlar artık “iyi” olma-
dıkları, kötü olmayı göze aldıkları ve kötü olma hakkı uğruna mücadele et-
tikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları kadar mozaik ka-
falıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar. Hâlbuki onlar “iyi” ol-
maya devam etseler, mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına ka-
nıt oluşturmaya devam etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün.
***
“Azınlıkların” kötü olabilme hakkı gibi ezilenlerin, baskı ve sömürüye
karşı direnenlerin hata yapma hakkı da yok. Şu an cezaevlerinde yüzlerce
mahkûm ölümün sınırında geri dönüşü olmayan bir noktada. Ve de çıt çık-
mıyor, çünkü onlar hatalı!
Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik kafalıların tav-
rından farklı değildi. (Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.) Nasıl onlar
kötülük yapma hakkını savunmaya hazır değilseler; kimi solcular da ezi-
lenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak “doğru” yapıyorlarsa
desteklemeye hazırlar.
Sanki ortadaki bir sportif mücadele ve önceden belirlenmiş kurallar var
gibi olaya yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış, ama öbürküler de şöyle yap-
malıymış!.. En mahkûmdan yana görünen solcu ve gazeteci “arabulucu”lar
bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi yaklaşıyorlar olaya.
Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan yeniktir, alt-
tadır; öbürü daha baştan zaferi kazanmıştır ve üsttedir. Biri ne kadar aptal-
ca, ne kadar yanlış mücadele yürütürse yürütsün, haklılığına zerrece halel
gelmez; öbürü ne kadar akıllıca ve doğru mücadele yürütürse o kadar teh-
likeli ve o kadar yanlıştır. Ezen ve ezilenin kavgasında tarafsızlık mümkün
değildir. Koca bir adam küçük bir çocuğu döverken tarafsızlık, çocuğun
dövülmesine yardım etmektir. Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın
taşaklarına tekme attığında, mozaik kafalı solcular, “belden aşağı vurma”
diye itiraz ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı vurma hakkını savunmayı
akıllarına bile getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak ve hata yap-
mayan solcular olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar.

64
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları ve mücade-


leleri açısından yaptıkları tartışmalarla ve ayrılıklarla karıştırılmamalıdır.
Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı zaten veridir; kendi araların-
da bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu hakemler, ezen-
ler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların; işveren karşısın-
da işçilerin; erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında ezilen ulus-
ların özünde her zaman haklı olduğunu; ne kadar aptalca işler yaparlarsa
yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan kaldıramayacağını ve ezilenle-
rin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak istemiyorlar ya
da unutmak istiyorlar. Ve bunu hala hatırlatmak isteyen dinozorlarla köp-
rüleri atıyorlar.
Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme ve yanlış yapabilme
hakkını savunmaktır.
20 Ocak 2001

65
Denemeler

66
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar

Fransa’nın kararı ile birlikte, Ermeni Katliamı üzerine tartışmalar günde-


me oturdu. Aslında ne Fransa’nın aldığı kararın, ne de bugünkü tepkilerin
Ermeni Katliamı ile ilgisi yoktur. Ermeni Katliamı konusu, başka bir poli-
tik çatışmanın aracıdır. Arkada libero oynayan Almanya’nın öne sürdüğü
Fransa, bu kararla, Avrupa Ordusu’na Amerika’nın desteğiyle çomak sokan
Türkiye’ye politik baskı amaçlıyordu. Özel Savaşçılar için de Fransa’nın
kararı, hem şiddet politikasına dönüşün gerçek nedenini gizlemeye yara-
yan, hem de onu haklı göstermeye yarayan bir gerekçe olarak gökten in-
miş bir nimetti. Böylece barış ve demokratikleşmeden yana olanları, “mil-
li menfaatlere” kaygısız Avrupa’nın gönüllü işbirlikçileri olarak suçlayıp
savunma mevzilerine sokabilirdi. Yani karar da, tepkiler de, doğrudan
Ermeniler veya Ermeni katliamıyla ilgili olamayan başka politik hedeflerin
aracından başka bir şey değildirler. Zaten bu da, tarihin, tarihten ziyade gü-
nümüzle, günümüzdeki sınıfların ve politik güçlerin konum ve çıkarlarıyla
ilgili olduğunu gösterir. Bu nedenle, Tarih tarihçilere bırakılamayacak ka-
dar politik bir konudur. Keza tarihi tarihçilere bırakmanın kendisi de tarih-
sel gerçeği bulma değil, günün politik kaygılarıyla ilgili basit bir taktikten
başka bir şey değildir ve ciddiye alınacak bir yanı da yoktur.
Elbet bu tartışmalar, başka bir çatışmanın aracı, Kürtlere karşı saldırı-
nın sis örtüsüdür, ama bütün bunlara rağmen aynı zamanda, bizzat bu kat-
liamın varlığının bu yükseltilen inkârıyla bile, Türkiye’nin egemenleri için

67
Denemeler

bir yenilgidir. Çünkü Türk kimliği, hafıza kaybına dayanılarak oluşturul-


maya çalışılmıştır. Cumhuriyet, geçmişindeki tüm gerçekleri unutmaya ve
unutturmaya dayanıyordu. “Harf Devrimi” bile, kapitalist dünya ile ticare-
ti kolaylaştırmak kadar, bu geçmişi unutma ve unutturma çabasının da bir
ifadesidir.
Hatalar insanlardan hızlı koşarlar. Onlardan kaçıp kurtulma olanağı
yoktur. Tam unutulduğunu, kurtulduğunuzu sandığınız anda, karşınıza
aşılmaz bir duvar gibi dikilirler
Türk ulusu da, kendi hafızasını yitirme bahasına, doğuştan günahlarını
unutmak ve unutturmak, onlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Altmışlı ve
yetmişli yıllarda neredeyse hedefe varılmış gibi görünüyordu. Günahları
işleyip onların lanetini üzerinde taşıyan kuşak yavaş yavaş sırasını savıp
giderken, önceki kuşağın günahlarından habersiz kuşaklar meydanı doldu-
ruyordu. O günahları hatırlatacak kimse de kalmamıştı ülkede. O günahla-
rın kurbanlarının diasporadaki kalıntıları da aynı şekilde sıralarını savıyor-
lardı. Sonraki nesiller ise zaten doğdukları ülkelerin insanları olmuşlardı.
Galiba bu sefer günahlardan kaçmak, onlardan kurtulmak, o günahların
hafızalardan yitip gitmesini sağlamak başarılmış gibi görünüyordu.
Yeni kuşaklar için bu unutturulma öyle başarıya ulaşmış görünüyordu
ki, çoğu sola ilgi duyan, hatta Marksist yeni kuşaklar, Türkiye’deki sınıf
ilişkileri ve toplumsal yapı ile bu günahlar arasında bir ilişki bile kurma ye-
teneği gösteremiyordu. Örneğin sosyalistler arası toplumsal yapı, sınıflar,
tarih konularında yoğun tartışmaların yaşandığı ve bu tahlillerden strateji
ve programların çıkarıldığı altmışlı ve yetmişli yıllarda Ermeni Katliamı,
sonraki mübadeleler, Kafkas ve Balkanlardan insan göçleri ve bunların sis-
temin örgütlenmesi ve sınıf ilişkilerinin şekillenmesi bakımından etkileri
gibi konularda hemen hemen hiç bir şey bulunmaz. Bu konular ve kavram-
lar, Türkiye’nin toplumsal yapısı ve sınıf ilişkileri bağlamında değil; bu
paradigmalar ortadan kaybolduktan sonra; hatta bu paradigmalara karşı
olarak doksanlı yıllarda solcuların tartışmalarına girmeye başlamıştı.
Örneğin, Ermeni katliamı, hangi tarihsel ve toplumsal ilişkilerin sonucu
olarak gerçekleştiği ve bu katliamın sonraki Türkiye’nin toplumsal ve sı-
nıfsal ilişkileri üzerindeki etkileri gibi bir bağlamda değil de; Ermenilerin
katledilmesi ve sonradan yok olup gitmesinin çok renkliliği azalttığı gibi
(aslında gizli bir ırkçılığı da yansıtan) bağlamlarda konuya yaklaşıldı, za-
manın ruhuna uygun olarak. Yani konunun tarihsel ve toplumsal ilişkiler
bağlamında tartışılabileceği dönemde Ermeni Katliamı diye bir konu akla
gelmiyordu dolayısıyla o analizler havada kalıyordu; Ermeni Katliamının
gündeme geldiği dönemde ise, konuyu toplumsal ve tarihsel bağlamda;

68
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

politik mücadele stratejisi bağlamında tartışacak paradigma ve kavramsal


araçlar bir kenara atılmış bulunuyordu.
Bu arka plan, sanki sınıfsal ve Marksist bakış açısıyla örneğin Ermeni
sorununun tartışılması arasında bir çelişki ve uzlaşmazlık varmış gibi bir
yanılsama ortaya çıkmaktadır. Ama Türkiye’deki sınıf ilişkileri, bizzat bu
katliam ve sonraki Rum mübadeleleri olmadan anlaşılamaz.
Türkiye ve Kürdistan’da egemen sınıflar bu katliam ve başka zorunlu
göçlerden elde ettikleri servetle oluşmuştur. Denebilir ki, ilk sermaye bi-
rikimi batıda nasıl korsanlık ve köle ticaretine dayanırsa, Türkiye’de de
Ermeni katliamına ve Rumların sürülme ve mübadelesine dayanmıştır.
Bütün egemen devlet kastının ve sınıfların servet ve sermayelerinin kayna-
ğında bu katliam ve mübadeleler bulunmaktadır.
Ermeni ve Rumlar nispeten gelişkin kapitalist ilişkiler içindeki burju-
val ve proleterlerdi. Tasfiye ve katil, aslında aynı zamanda, modern toplum-
sal ilişkilerin de tasfiyesi olmuştur. Modern Kapitalist Rum ve Ermenilerin
malları ve sermayeleri; prekapitalist tefeci-bezirgân sermayeye dönüşmüş
veya toprak ağalığını ve ortaçağ artığı iktisadi, sınıfsal ilişkileri güçlendir-
miştir. Böylece katliamla birlikte gerilik ve gericilik birbirini üretir olmuş-
tur. Türkiye ancak, 1960’lı yıllarda, katliam öncesinin ekonomik düzeyini
yakalayabilmiştir.
Bu nedenlerle egemenler, hem kendi egemenlik ve imtiyazlarının kay-
nağını gizlemek; hem de bir ulus yaratabilmek için unutmaya ve hafıza
kaybına dayanabilirlerdi. İşte tam başardıklarını sandıkları anda, geçmiş
günahları karşılarında aşılmaz bir duvar olarak dikilmiş bulunuyor. Bütün
yaptıkları olmamışa döndü, her şey unutmaya ve unutturmaya dayanmıştı,
bu proje çöktü; bu nedenle ağır bir darbedir Türkiye’nin egemenleri için.
Ermeni Katliamının, inkâr için bile olsa tartışılmak zorunda kalınması,
unutulmaması ve tekrar hatırlanması bile projenin iflasıdır. Çünkü Türk
Kimliği, unutmak ve hafıza kaybı ile şekillendiriliyordu. Şimdi bu suskun-
luk yıkıldı.
10 Şubat 2001

69
Denemeler

70
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Hayat ve Ölüm

Ölüm hayatın özüdür doğada. Ölüm, türün ve canlıların varlığını sürdürme-


si için doğanın bulabildiği biricik çözümdür. Tür kendini oluşturan bireyle-
rin, bireyler de diğer canlıların yok oluşlarıyla var oluşlarını sürdürebilirler.
İnsanın insan olması bir bakıma, doğanın bu karşı koyulmaz yasasına
manevi bir direniştir. İnsan, mezarı olan ilk canlıdır. İnsan öleceğini bile-
rek yaşayan ilk ve tek canlıdır. Hayat ölüme doğru bir koşudur.
İnsanın alet kullanan bir hayvan olmaktan çıkması ve insan olması me-
zarı olmasıyla başlar. İnsan varoluşunu, doğanın bu karşı koyulmaz yasası-
na, biyolojik ölüme, toplumsal karşı koyuşuna borçludur. Bir mezar, ölüme,
dolayısıyla da yaşamın ölüm olduğu kuralına manevi bir başkaldırıdır.
Gılgameş ölümsüzlüğün peşinde koşar; bütün dinlerde “ba sü bad el
mevt” (ölümden sonraki diriliş) veya ölümsüz bir ruh, inanç sisteminin
temelini oluşturur. Ölümden sonraki bir hayata inanmayan en ateist kahra-
manlar bile, toplumun hafızasında bir ölümsüzlüğü umarak, insanın doğa-
ya bu isyanını sürdürürler.
Ölüm daima yaşayanlar için ölümdür. Ölenin bakış açısından yazılan en
duygu yüklü şiirler bile bir canlının dünyasını yansıtırlar aynadaki sureti
gibi. Ölen öldüğünü bilmez.
***
Ölüm kol geziyor.
Türkiye’de açlık grevlerinde toplu halde ölüme gidenler; Hollanda’da
ölümde yardım yasasının bir tabuyu yıkışı; Güney Afrika’da ölüme mah-
kum 4,5 milyon AİDS’linin dokunulmaz özel mülkiyet mihrabında kurban

71
Denemeler

edilmesi, Avrupa’da pazar ve rekabet için dağlar gibi hayvan kadavraları-


nın yakılması... Bütün bunlar aynı bütünün parçaları.
Türkiye’de yüzlerce insan çoktan artık geri dönüşü olmayan bir sınırı
aşmış, adım adım ölüme gidiyor. Para Fonu’yla ya da bankalarla milyonlar-
ca insanın kaderleri üzerine devlet olarak pazarlık yapmaktan utanmayan
bu devletin yöneticileri, bir parça insanca bir cezaevi yaşamı isteyen ve
bunun için canlarını veren insanlar karşısında “devlet pazarlık yapmaz”
nakaratını tekrarlayarak, buralarda beş bin yıldır insanın değil, devletin
önceliği olduğunu, burjuva uygarlığının temelinde yatan “toplumsal söz-
leşme” kavramının, yani devletin insanlar için var olması gerektiği anlayı-
şının buralara uğramadığını bir kez daha kanıtlıyor.
İnsanlar ölümden başka bir seçeneklerinin kalmadığını düşünüyor ve ses-
lerini duyurabilmek için ölmeye yatıyor. Ölüm yaşamın son sığınağıdır artık.
***
Meta üretimine dayanan kapitalizm, insan ilişkilerinin bile metalaşmasına,
şeyleşmesine, giderek insanın var oluşunun temelindeki toplumsallığın ve
toplumsal ilişkinin yitirilmesine yol açıyor. Sonuçta yalnızlık, modern top-
lumdaki insanlar için en büyük ve aşılmaz sorun oluyor ve yaşam her gün
yeniden tekrarlanan bir işkenceye dönerken, insanın insan olma sürecin-
de üzerine basarak ve bastırarak yükseldiği cinsellik, insanların insani bir
ilişki kurma arayışlarının kalan biricik imdat kapısı oluyor.
Geri ülkelerde, insan olma sürecinde kendisine baş kaldırılan ölüm na-
sıl yaşamın son sığınağı ise; metropollerde de insan olma sürecinde üzerine
basılan ve bastırılan cinsellik de toplumsallığın son sığınağı olarak ortaya
çıkıyor. Ölümün ve cinselliğin; insan olmak için birine baş kaldırılan di-
ğeri bastırılan canlılığın bu iki temel özelliğinin insanlığın sığındığı son
sığınaklar olması, ayrılmaz bir bütün ve tümüyle kapitalizmin insanın var
oluşuyla uzlaşmazlığının bir görünümü.
Ama o sığınaklar bile bir hayal artık. Ölüm unutulmaya bir isyanken
artık bir an önce unutulmak için var.
Yine aynı kapitalizm, insan hayatını ancak iş gücü olarak kullanıp artık
değer üretebileceği erginlik ve onun da gençlik dönemiyle ölçüyor; yaşlıla-
rı bilgileriyle ve bilgelikleriyle toplumsal yaşamın tamamlayıcı bir parçası
değil; toplumun sırtında gereksiz sosyal masraflara yol açan bir yük ola-
rak görüp onları yaşlılar evi denen gettolara kapatıyor. Böylece gettolara
kapatılmış yalnız ve yaşlı ruhlar işe yaramazlık, yük oluş ve dışlanmışlık
içinde ölümü bekleme cezalarını çekiyorlar. Ölüm insanların ölümsüzlüğü
sembolize eden mezarlarla baş kaldırdığı bir doğa yasası değil artık kapi-

72
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

talizmde, bir an önce unutmak ve masraflardan kurtulmak için hoş gelmiş


bir davetli.
Üstüne üstlük, bu yalnızlık ve dışlanmışlık içinde, hastanelerin beyaz
ve soğuk yoğun bakım servislerinde, suni yaşatıcı tekniklerin gelişimi ne-
deniyle ölüm ve yaşamın sınırlarının belirsizleştiği bir dünyada, modern
tıbbın makinelerine bağlı olarak ve o makinelerin basit bir eki olaraktan bir
ölüme mahkûm artık insanlar.
İşte bu koşullarda Hollanda ölümde yardım yasasını karar altına aldı.
Kamuoyu araştırmaları, politikacıların bütün itirazlarına rağmen halkın
büyük çoğunluğunun, hiç olmazsa acısız ve seri bir ölümden yana oldu-
ğunu gösteriyor. Kapitalizme bu bilinçsiz isyan, bir süre sonra, hep olduğu
gibi, hastane masraflarından kurtulup karlarını yüksek tutup, hisse senet-
lerinin fiyatını yükseltmek isteyen sigorta şirketleri; yaptığı işe giderek ya-
bancılaşmış ve çeşitli “tasarruf tedbirleri” ile aşırı bir stres altında bunalan
hastane personeli; yaşlı ve işe yaramaz yakınlarına hastane ziyaretleriyle
sınırlı serbest zamanlarını yitirdiklerini düşünen genç kuşakların sessiz ve
gizli işbirliği ile toplu ve toplumsal bir cinayet ve suç ortaklığının kapısını
açabilir.
Yanlış bir hayatın içinde doğru bir yaşam olamayacağı gibi, doğru bir
ölüm de olamaz.
***
Kapitalizmden hayvanlar bile nasibini alıyor.
İnsan, kendisini sürekli kıtlıktan kurtaran hayvan ehlileştirmeyi bul-
duktan sonra, varlığını sürdürmek için öldürmek zorunda olduğu, ama kıt-
lıktan kurtuluşunu da borçlu olduğunu bildiği hayvanların ölümünü bile
insancıllaştırmış, toplumsallaştırmıştır. O hayvanları tanrı yapıp tapmıştır.
Kurbanlık koyunu bile, kınalamış, süslemiş; öldürme eylemindeki vahşe-
ti kendi toplumsal varlığı bakımından kabul edilebilir kılmak ve daha düne
kadar birlikte yaşadığı hayvanın çekeceği acıyı azaltabilmek için bir sürü
ritüeller geliştirmiştir. Kapitalizm öncesinde hayvanların öldürülmesinde
bile insanca bir yan vardır, kapitalizmde insanların ölümünde bile insanlık
kalmamasının aksine.
Kapitalizm öncesindeki toplumsal fonksiyonunu yitirmiş, modern top-
lumda bir prestij, gösteri ve politik tavrın aracı olmuş kurban bayramların-
daki hayvan katliamları kadar; ucuz ve seri üretim, dolayısıyla rekabet ya-
sası altında, doğanın ritmini ve devir hızını sermayenin devir hızının ve
sabit sermayenin maddi ve manevi yıpranma hızının altına düşürerek yani
rasyonalize ederek ayakta kalabilen bu sistemde, son deli dana ve şap has-

73
Denemeler

talıklarında görüldüğü gibi yüz binlerce küçük ve kocabaş hayvanın yakıl-


masıyla irrasyonelliğinin şahikasına ulaşıyor. Bütün sorun tüketicinin tale-
bini yeniden canlandırmak ve rekabet şansını korumakta toplanıyor.
Dokunulmaz özel mülkiyet ve kâr sadece ölümü değil, yaşamı da kendi
mihrabında kurban ediyor.
***
Afrika AİDS’in hızla yok ettiği bir kıta. Bu kıtanın devrimci ve demok-
ratik geleneklerin henüz yaşadığı biricik ülkesinde, Güney Afrika’da, 4,5
milyon AİDS’li insan ölüme mahkûm. Zulu ve Natal kadınlarının üçte biri
AİDS’li. Bugün AİDS’i durduran hatta gerileten ilaçlar var. Ama bunlar
tekellerin patent hakları namı altında olağanüstü tekel karlarıyla ve pahalı
olarak satılıyor. Buna karşı Güney Afrika’nın, bu ilaçların patentsiz üretil-
miş ucuz benzerlerini kullanmasına karşı 39 ilaç tekeli saldırıya geçmiş bu-
lunuyor. Bu saldırı karşısında, ilaçların geri ülkelere daha ucuza verilme-
si kararı, Davut’un Golyat’a karşı bir zaferi olarak kutlanıyor. Aslında in-
san hayatı ve sağlığı dokunulmaz özel mülkiyetin mihrabında kurban edi-
liyor. Yani artık özel mülkiyeti sorgulamak bile hayal gücünün ötesine geç-
miş bulunuyor.
***
Bütün bu ölümler bir bütün. Neden ve sonuç zincirlerinin sonunda hep,
özel mülkiyet, kâr, iş gücünün artı değeri ürettiği ve onun fiyatının düşük-
lüğünün önemi var. Her şeyin genelleşmiş meta üretiminin girdabına ka-
pıldığı bir dünya bu.
Kapitalizmin bu sonuçlarına direnişler bile kapitalizme hizmet ediyor.
Kapitalizm gevşetmeye çalıştıkça, kımıldadıkça sıkan bir kelepçe gibi.
Geniş bir tarihsel açıdan bakıldığında, geri ülkelerde insanların direnişleri,
bu direnişlerde ölümü göze alışları, son duruşmada, toplumdan dışlanmış
bir biçimde, işe yaramaz bir yaşlı olarak, makinelere bağlı yapayalnız bir
ölüm için değil mi? Veya ilerde böyle bir ölümdense, hızlı ve acısız bir
ölüm için değil mi?
Başka bir hayat tasavvur bile edilemez durumda. Hayal gücümüzü yi-
tirdiysek geçmişe bakalım. Öyle uzaklara ki, insanın doğadan ilk kopuşu-
na; ilk cins ayrımlarına, ilk sınıflı toplumların ortaya çıkışına ve kapitaliz-
min doğuşuna. Onlar bize belki tekrar hafızamızı kazandırabilir ve hayal-
lerin kapısını açar. Gelecek hayallerini geçmişi de yitirdiğimiz için yitir-
medik mi?
25 Nisan 2001

74
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

1 Mayıs Düşünceleri

Kendilerine sol diyenlere egemen olan bir stil vardır. Hep kendi gücünü ve
yeteneklerini övmek, hataları, zayıflıkları ve zorlukları görmezden gelmek.
Ne var ki, bir harekete bu stil, bu meşrep egemen olduğu zaman o hareke-
tin hiç bir başarı şansı yoktur. Gerçekten yaptığı işi ciddiye alanlar ise, tam
aksine, hep yetersizlikleri, zaafları, yanlışları vurgularlar.
Bu farkın farkına ilk kez Türkiye’de işçi hareketinin yetiştirdiği gerçek
bir işçi önderi olan; Zapataların, Panço Villa’ların hamurundan yoğrulmuş
İsmet Demir’de varmıştım. TİP’liler, sosyalistler işçilerle ilişki kurduk-
larında, onların ne kadar iyi, ne kadar cesur ve güçlü olduklarını onlara
anlatmaya kalkarlardı. Bizim İsmet Demir ise, tam tersini yapardı, onlara
beş para etmediklerini, bir işe yaramadıklarını söylerdi. Ve işçiler de bi-
zim İsmet Demir’e güvenirlerdi, o diğerlerine değil. Çünkü onlar İsmet
Demir’in kendi içlerinden biri olarak onlara doğruyu söylediğini biliyor-
lardı.
Burjuva sosyalizmi ile işçi sosyalizmi arasında böyle bir fark vardır.
Burjuva sosyalizmi, ezilenleri, işçiyi, halkı idealize eder, kutsar ve bunlar
hep onun dışından bir övgü ve kutsamadır. Bu stilin en uç örneği Ruhi
Su’dur. Bu nedenle Ruhi Su, burjuva sosyalizminin türkücüsüdür; emek-
çilerin, halkın ezilenlerin değil, onun dışından ona ilan-ı aşk edenlerin.
Ama tutkularının kör ettiği bu âşıklar, âşık olduklarının gözlerinin badem

75
Denemeler

gibi değil kör olduğunu göremezler ya da görmek istemezler. Ruhi Su’nun


müziği, işçinin, ezilenin, alttakinin dünyasını ve duygularını yansıtmaz.
Onun dünyasını ve duygularını dile getiren Orhan Gencebay’dır. O Ruhi
Su hayranı burjuva sosyalizmi ise, Orhan Gencebay’dan iğrenir, katlanıl-
maz bulur. Aslında nefret ettiği o uğruna methiyeler düzdüğünün ta ken-
disidir. Bunu bilmek ve anlamak istemez. Ola ki fark ettiğinde bu sefer de
sevgi ve övgünün yerini ilgisizlik, hatta nefret ve yergi alır.
Elbette burada Orhan Gencebay ve Ruhi Su bir farklılığı ve yaklaşımı
yansıtan birer semboldürler. Sorun, ezilenlerin kendilerine nasıl yaklaştığı
ve onların stiliyle ilgilidir ve aslında sanıldığından çok önemlidir.
Franz Fanon ırkçılığa karşı aynı zamanda en radikal eleştirileri içeren
kitaplarında sanılanın aksine beyaz adama saldırmaz doğrudan, siyaha ne
kadar berbat bir insan olduğunu, ne kadar düşürülmüş olduğunu anlatır.
Siyah’a övgü bulamazsınız.
Aslında Marksizm’in ruhu da böyledir. Sosyalistlerin çoğu işçiliği ide-
alize ederler. Marks’ın eseri, işçiliğin, sömürü ve yabancılaşmış emeğin
insanı nasıl insanlıktan çıkardığının, düşürdüğünün hikâyesidir. Kapital
toplumu işçi yapmak için değil, işçileri işçilikten kurtarmak içindir, işçiliği
yok etmek içindir, işçiliği yok etmek için de patronluğu yok etmek gerek-
mektedir.
Ömrü yabancılaşmış emekle geçen işçi kadar düşürülmüş, insanlıktan
çıkmış varlık yoktur. Bu nedenle toplumsal tabakalar kıyaslandığında, tek
tek insanlar olarak, ortalamasına bakıldığında, işçiler kadar sıkıcı, tek düze
toplum kesimi az bulunur. Bir köylü, bir küçük burjuva, bir patron, bir ay-
dın çok daha renkli ve hatta derin bir tip sunarlar işçi karşısında. Tek tek
işçiler, diğer toplum kesimleri karşısında insanlığa en uzak, insanlıktan en
çıkmış ortalamayı yansıtırlar.
Tek tek burjuvazi, köylüler ve küçük burjuvazi karşısında kesinlikle kay-
betmeye mahkûm bu işçiler, bir sınıf olarak, bir bütün olarak toplumu de-
ğiştirme yeteneğindedirler. Burada Engels’in o klasik örneği anlamayı ko-
laylaştırır. Engels, Mısır seferinde Memluklarla savaşmış Napoleon’un söz-
lerini aktarır. Napoleon, bir Memluk askeri tek tek iki Fransız askerinden
üstündü, iki Fransızla iki Memluklu karşı karşıya gelince, eşit olunuyordu,
dört Memluklu ve Fransız karşılaşınca kesinlikle biz kazanıyorduk anla-
mında bir şeyler söyler. Tam rakamlar hatırımda değil, ama böyle bir şeydi.
İşçilerle diğer toplum kesimleri arasındaki temel fark buradadır. İşçiler in-
sani kaliteler bakımından bu örnekteki Fransız askerlerine benzer. Burjuva
sosyalizmi hayalinde, bu Fransız askerlerine, birer Memluk giysisi giydirir,
altına saf kan bir Arap atı çeker ve sonrada bu yarattığı hayale tapar.

76
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Sadece Franz Fanon mu böyle? Malcom X de öyledir örneğin. Siyah


adamı “Tom Amcalar” diye eleştirir. Aslında o kadar uzaklara gitmeye de
gerek yok. Kürt hareketinde de aynı olgu geçerlidir. Abdullah Öcalan da
Kürtlere hep öyle yaklaşmıştır. Kürt burjuvazisinin ideal bir Kürdü vardır,
ona övgüler düzer, Türkiye’nin burjuva sosyalistlerinin işçilere ve halka
yaklaştığı gibi yaklaşır Kürtlere. Öcalan ise İsmet Demir gibi. Öcalan’ın
konuşma ve yazıları Kürt’ün ne kadar düşürülmüş olduğunu, bir işe yara-
madığını anlatır durur. Ama tabii bizzat Kürtlere ve nasıl burjuva sosya-
listleri bir işçi hareketi yaratamadılarsa, bu Kürt burjuvazisi de bir ulusal
hareket yaratamadı. Bunu İsmet Demir gibi, onları övmeyen aksine yeren
ve eleştiren Abdullah Öcalan başardı. Aslında bu stil, onların bizzat kendi
eğiliminin yansımasıdır. Bir sınıf, bir ulus, bir hareket bir şeyler yapmak
istiyorsa önce kendi zayıflıklarıyla hesaplaşmak, onları açık yüreklilikle
ortaya koymak ve üzerine gitmek zorundadır, bu önderlerin fonksiyonu da
aslında bu tarihsel sürecin bir aracı olmalarıdır. İsmet Demir’in işçilere,
Öcalan’ın Kürt’lere yönelik ağır eleştirileri aslında o sınıfın veya ulusun
kendisiyle hesaplaşması, kendi zayıflıklarını açık yüreklilikle ortaya koy-
ması ve kendini değiştirmesinden başka bir şey değildir.
***
1 Mayıs gösterilerine ve bu gösteriler hakkında sol basında verilen haberle-
re, bu ezilenlerin kendi zayıflıklarını sermesi ve onlarla ciddi hesaplaşma-
ya girmesi açısından bakılınca durum gerçekten umut kırıcı, bu sol bası-
nın yansıttığının aksine, ne gösterilerde, ne haberlerde kendi zaaflarını bir
sergileme ve onlarla mücadelenin izi bile olmaması, söylenenin aksine mü-
cadelenin yükselmekten çok uzak olduğunu gösteriyor. Bir mücadele yük-
selme eğilimi taşıdığında, düşmanlarından önce kendi zaaf ve yanlışlarıy-
la mücadele etmeye başlar. İslamiyet’in dediği gibi, en zor savaş olan ken-
di nefsine karşı savaşa yönelir. Bunun izi bile yok ve bu da sanılanın aksine
ezilenlerin henüz böyle bir değiştirme ve değişme hedefinden veya yöneli-
şinden çok uzak olduğunu gösteriyor.
Burjuva sosyalizmi, işçiye hayrandır. Hadi gene burjuvazinin işçiye
hayranlığının iyi kötü bir mantığı vardır. Ama bu işçiye hayranlığın slo-
ganları, sendikalar ve sendikacılar aracılığıyla işçi örgütlerinin de slogan-
ları olarak ortaya çıkınca, işçilerin kendine hayranlığı gibi garip bir durum
ortaya çıkar. Aslında burjuva sosyalizminin işçiye hayranlığı ile sendika-
cılar zümresinin kendine (tabii bu işçiler biçiminde ifade edilir) hayranlığı
birbirini tencereyle kapak gibi tamamlar. Bu iki stilin egemen olduğu yer-
de işçi olmaz. Sadece, bu tür burjuva sosyalizminin etkisinde kalmış veya

77
Denemeler

kendiliğinden işçi bilinci olan sendikacılığı aşamamış tek tük işçiler olur
ki, bunların olduğu yerde işçi olmaz. Dolayısıyla gerçek bir işçi hareketi
ancak bugün işçi hareketi diye ortalığı kaplayanların ortadan kaybolmasıy-
la ya da sürülmesiyle mümkündür. Gerçek işçi hareketinin olduğu yerde,
işçilerin kendilerine yönelik, kendileri için bir şey isteyen, kendilerini öven
sloganları olmaz. Tüm topluma yönelik sloganlar olur. Burada kopmaz bir
bağ vardır, kendine karşı gaddarlık, toleranssızlık ve eleştirellik ile tüm
toplumu değiştirmeye yönelik, sadece kendine ilişkin düzenlemeler iste-
meyen, kendine övgü düzmeyen slogan ve hedeflerin birliği. Tersi de bir
bütündür, kendini hayranlık, kendine ilişkin sloganlar bir bütündür.
Olaylara bu açıdan bakılınca, solun varlığının, kendiliğinden bir işçi
hareketlenmesinin bile önünde bir engel olduğu görülür. Bu stillerin ege-
menliği, işçilerin gösterilerden uzak durmasına yol açıyor. Bugün dünyada
duvarla birlikte, soldan ne kalmışsa onlar da yıkılsaydı, örneğin dinozorla-
rın bir kozmik felaketle yok olması gibi, memeli hayvanların gelişimi için
bir fırsat doğması gibi, yepyeni ve canlı bir sol harekete olanaklar açılabi-
lirdi. Maalesef olmadı. Bizlerin kuşağının bir şekilde yok olması gerekiyor
solun yeniden canlanabilmesi için.
Solu inleten problem aynen burjuvazide de var. Ama burjuvazi daha tec-
rübeli. Yavaş yavaş eski kuşaklarını değiştiriyor. Ecevit’lerin, Yılmaz’ların,
Demirel’lerin kuşağı gidiyor ve yerine Derviş, Sezer, Pişkinsüt’lerin kuşa-
ğı geliyor. Burjuvazi bunu yolsuzluk dosyalarıyla, skandallarla adım adım
gerçekleştiriyor. Koşullar biraz daha olgunlaştıktan sonra, bambaşka parti-
ler ve tiplerle bir seçim yapabilirse sonraki yirmi otuz yılı götürür. Şimdiki
bunalım bu kabuk değişiminin sancıları.
İşte bu kabuk değiştirdiği an sistemin en zayıf anıdır. Şimdi bir şey ba-
şarıldıysa başarıldı, yoksa yeni sistemin sağlayacağı olanaklarla bir kaç on
yıl daha sistem kendine sürdürecek gücü bulur. İnönü’nün çok partili ha-
yata geçiş reformu olmasaydı; 27 Mayıs olmasaydı ve Özal’ın reformları
olmasaydı bu sistem çoktan çökerdi. Bunların her biri en azından sonraki
on veya on beş yılı götürmeyi sağladı.
İşte bu kabuk değiştirme anında gördüğümüz ne? Burjuvazi bile kuşak
değişimini yaparken, solun içinde giderek taşlaşmanın yaşandığı. Elbette
ortalama olarak solun yaşı küçük olduğundan biyolojik bakımdan fazla
yaşlı sayılmaz sol. Ama problematikler olarak baktığımızda, sosyolojik
olarak yaşlıdır. Duvar sonrasının solu değildir bugün Türkiye’ye egemen
olan. Duvar sonrasının bir solu da yok. Dolayısıyla duvar öncesinin kuşa-
ğı damgasını vuruyor.

78
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

1980’lerin sonunda, Kuruçeşme tartışmaları olurken bile sol bugünkün-


den daha yakındı bugüne, daha genç, dinamik ve canlıydı. Çünkü kendi-
siyle hesaplaşıyordu, kendisini acımasızca, aslında biraz acıyarak, ama o
kadarı bile önemliydi, eleştirmeye başlamıştı. Ve bu eleştiri onu, yüzyı-
lın başının problemlerine götürmüştü, sosyalizmi yavaş yavaş kaynağın-
dan tanımaya başlamıştı. Aslında paradoksal gibi görünebilir, ama şu an
130 yaşı civarında olacak Ekim Devrimi öncesi kuşaklar, bugünün dünya-
sını anlamaya bugünün kuşaklarından daha yetenekliydi. Zaten oralara git-
meden bugünlere gelemez sol. Kimliğini kaybettiği yerde aramak zorunda-
dır. 1980’lerin sonuna doğru böyle bir eğilim belirmişti. Sol içi bu ayaklan-
ma, bu isyan toplumsal bir yükseliş ile desteklenseydi belki şimdi bu örgüt-
ler de olmayabilirdi. Ama Kuruçeşme olurken Duvar yıkılıyordu. Onu dok-
sanların terör ortamı izledi. Bugünün ortalığa egemen örgütleri, bu dünya
ve Türkiye ölçüsünde karşı devrimci dalgaların sol içinde tekrar yükselt-
tiği örgüt ve eğilimlerdir ve aynı laneti taşımaktadırlar. Burjuvazinin için-
den iyi kötü Sema Pişkinsüt’ler çıkıyor. Sol’un kendi Pişkinsüt’leri yok.
Hiç bir örgütün, hareketin sarsıldığını, içinden muhalefet ve isyancılar çık-
tığını duymuyoruz. İşin kötüsü, bu içinde bulunulan toplumsal bunalım dö-
nemindeki memnuniyetsizlik, bu örgütlere daima bir takım memnuniyet-
sizlerin akmasına yol açarak, bu örgütlerin krize girmelerini engelleyen bir
dış yardım işlevi de görür. Eh, iyi kötü büyüyen bir örgüt de krize girmez.
Şu an ortalığa egemen olan ve damgasını vuran hareket ve eğilimler da-
ğılmıştı seksenlerin sonuna doğru. Bütün örgütler yenilikçiler ve gelenek-
çiler diye hızla bölünüyordu. Bu isyan halindeyken, yenilikçiler geleneksel
çizgi ve örgüt biçimlerini savunanlara karşı uzlaşmasız bir mücadele yürü-
tüp onları imha etmeleri gerekirken onlarla uzlaştılar. Kuruçeşme bu uzlaş-
manın hikâyesidir. Sosyalistlerin yenilikçi kanadı Frankfurt Parlamenterleri
gibiydiler 1848’deki. Sol çapındaki bu devrimci kabarış yeterince uzlaş-
maz ve kararlı olamadığı için, bunu gericilik ve restorasyon dönemi iz-
ledi, bütün örgütler tekrar canlandı. Örgütler mezbahası olması gereken
Kuruçeşme’den zaferle çıkan örgütler oldu. O dönemde bunun dışında ka-
lan bir Dev-Yol olmuştu. Kuruçeşme’nin örgütler için gördüğü fonksiyonu
da, Dev-Yol için ÖDP gördü. Böylece Dev-Yol’u, Sol’u, Aydınlık’ı, Halkın
Kurtuluşu, Partizan’ı, TİP’i, vb. hepsi tekrar yerlerini aldılar. İşte Türk
solu, şimdiki bunalımı burjuvazinin aksine, solun içindeki bir restorasyo-
nun örgüt ve kuşağıyla karşılıyor. Dolayısıyla hiç bir şansı yok. Hatta bu
sol olmasaydı, ezilenlerin ve işçilerin çok daha şansı olabilirdi. Bu sol onun
bizzat yaratıcı kendiliğindenliğinin bile önünde bir engel. Bu solun olduğu
yere işçi gelmez. Gelmeyince de kendiliğinden hareketlerin yolu tıkanır.

79
Denemeler

Rosa, Alman Sosyal demokrasisini Lenin’den çok daha iyi tanıyordu.


Savaş kredilerine Sosyal Demokrasinin oy verdiğini duyunca inanamamış-
tı Lenin. Rosa ise hiç şaşırmamıştı. Onun kokuşmuş bir ceset olduğunu
biliyordu. Tam bu nedenle Rosa biricik umut olarak kendiliğindenliğe daha
büyük bir vurgu yapmıştır.
Bugün de durum aynı. Şu an bütün örgütlü sol tutucudur. Kitle hareketi
ancak buna rağmen bir şeyler yapabilir. Ama bizzat bu solun varlığı bunun
önünde de bir engel.
Bugünkü bütün sol hareketler, 1980’lerin sonundan beri gelen, Dünya
ve Türkiye ölçüsündeki gericilik ve karşı devrim dalgasından güç alan, sol
içindeki restorasyonun, karşı devrimin ürünü olarak ortadalar. Toplumsal
bunalım burjuvaziyi aynı dönemin tiplerini değiştirmeye zorlarken, aynı
bunalım solda bu tiplerin ve eğilimlerin stabilize olmasına yol açıyor ve
toplumsal bir köklü dönüşümün önündeki muazzam bir engel haline dö-
nüşmesine yol açıyor.
Ama bu örgütlerin dışında kalan sol da farklı sayılmamalı. Yani şu si-
vil toplum vurgulular, küçük ve somut hedefleri öne çıkaranlar, vb. Bunlar
genellikle daha sonra politize olmuş bir kuşak, daha esnek gibi görünüyor.
Ama bizzat o örgütler gibi, aynı gericilik ve karşı devrim döneminin çocu-
ğudurlar, dolayısıyla içi dışına çevrilmiş olarak tıpkı örgütlerle aynı olum-
suzlukları taşımaktadırlar.
İşin ilginci, örgütler ve örgütsüzler, “dinozorlar” ve “post-modernler”
birbirlerinin varlığına haklılık kazandırıp birbirlerini güçlendiriyorlar.
Bunların dışında başka bir alternatifin varlığı akla bile gelmiyor.
Ama daha da ilginci şu, solun bu genel bölünmüşlüğü, Türkiye’nin ege-
men sınıfları arasındaki çatışmadaki bölünmeye de denk düşüyor.
Örgütler genellikle anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm vurgularıyla,
farkına varmadan veya vararak, tıpkı benzer argümanlarla Sovyet bürok-
rasisinin değişimlere karşı direnmesi gibi (ki bu hareketler aynı zamanda
Sovyet ve Çin bürokrasilerinin de aynı gerekçelerle destekçileri olmuşlar-
dır), Genelkurmayın, “Devlet Sınıfları”nın, Bonapartizmin ya da “Devlet
Partisi”nin liberal burjuvaziye saldırısında mızrak ucu rolü oynuyorlar.
Buna karşılık, sivil toplumcu muhalifler, daha genç ve modern görünen-
ler ise, bu saldırılara karşı Liberal burjuvazinin bir kalkanı işlevi görüyor-
lar. Böylece bağımsız bir sol hareket aktüel politik gelişmeler bağlamında
da olanaksız hale geliyor.
Bütün bu manzarada bir tek istisna var: Kürt Ulusal Hareketi. Bütün
dünyada gericiliğin yükseldiği dönemde yükselme ve canlanma eğilimi
gösterdi. Bu yükselişin dinamiği bu harekete de yansıdı. Başlangıçta bugü-

80
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

nün taşlaşmış küçük sol örgüt ve hareketlerinden pek az farklılıklar göste-


ren bu hareket, kitle bağları ve yükselen bu harekete dayanması nedeniy-
le kendini yenileme yeteneği gösteren tek hareket oldu. 1990’ların başın-
dan beri, Türk solundaki karşı devrimci restorasyonu pekiştiren gelişme-
ler, (duvarın yıkılışı, özel savaş rejimi) bu hareketin ve örgütün sürekli ola-
rak kendini yenileme girişimlerine yol açtı. Kürt hareketinin iç mücadele-
leri bu açıdan incelendiğinde, mücadelenin aslında değişim ve eski biçim-
leri sürdürmek isteyenler arasında olduğu görülür. Bir bakıma demokrat-
lar ve milliyetçiler mücadelesidir. Bir yandan liberallere ve burjuvaziye, bir
yandan da aşırı sola karşı bir mücadele görülür.
Kürt hareketinin bu iç mücadelelerinde kazanan yenilikçiler oldu de-
nebilir. Bir rastlantı değildir, Kürtleri en ağır dille eleştiren kişinin bu ha-
reketin önderi olması. Öcalan’ın aynı zamanda, sadece Kürtleri değil, tüm
toplumu, hatta bölgeyi değiştirmeye yönelik proje sunması.
Kendi içine kapanma, kendini övme, toplumun tümüne yönelik hedef
yokluğunun bir bütün olduğu olgusuyla burada da karşılaşırız. İdeal bir
Kürt’e en çok övgü düzenlerin aynı zamanda yeni stratejiyi anlayamama-
sı ve onun en büyük düşmanı olmaları rastlantı değildir. Buna karşılık,
Kürtlere en ağır eleştirileri yapan, onun yüzüne sürekli eksik ve yanlışları-
nı vuranların da aynı zamanda tüm toplumu değiştirmeye yönelik bir pers-
pektif sunması da bir rastlantı değildir.
O halde bu gözlemlerden bir tek sonuç çıkıyor. Bu bunalım döneminde,
olur da sol hareketlerin kontrolü kendiliğinden bir kitle hareketlenmesini
engelleyemezse ve böyle bir hareketlenme ortaya çıkarsa, bu kitle hare-
ketinin kendiliğinden radikalleşmesine cevap verebilecek tek olanak Kürt
hareketi oluyor. Devrimci demokrasiyi temsil eden bu hareket liberaller
ve Genelkurmay karşısında üçüncü bir kutup olabilir ve tüm gayrı-mem-
nun alt kesimleri etrafında toplayabilir. O zaman gericilik döneminin güç-
lendirdiği bütün sol örgütler ve sivil toplumcular liberal burjuvazinin ve
Genelkurmayın yedeği olarak bu hareketin karşısında yer alır. Demokratik
bir devrim, Kürt hareketini iktidara getirebilir.
Bugün Öcalan’ın resmini parçalayanlar yarın onun resimleriyle yürür-
se kimse şaşırmasın. Çünkü tüm toplumu değiştirmeye yönelik demokra-
tik bir programı, gücü ve bunu yürütecek tecrübesi olan tek hareket Kürt
hareketi. Türkiye’deki bir radikalleşmenin ve devrimci kabarışın bununla
buluşması kaçınılmazdır. Şimdilik, krizin derinliği bunu desteklerken, sola
egemen olan örgütler ve sivil toplumcular bunun önünde en büyük engel,
bu nedenle kendiliğinden yükselişler bunun ön koşulu. Ama bir kendiliğin-

81
Denemeler

den hareketlenme ve yükseliş olursa, bu Kürt hareketini iktidara getirir. Ve


ortaya Ortadoğu ortamında Mandela’nın Güney Afrika’sı gibi bir şey çıkar.
Aslında bu yazıda ifade edilen düşünceler açısından 1 Mayıs gösteri-
lerini ele alacaktım. Ama düşünce aldı başını başka yerlere uçtu. Fakat 1
Mayıs gösterileri bu yazıda ifade edilen yaklaşımlar açısından ele alınır-
sa, onun hakkındaki haberler ve ondaki sloganların onun bütün zayıflığını
yansıttığı görülür. Bunu, okuyucunun kendisine bırakmak en iyisi.
Solun kendini övmeyen, kendi eksikleri ve yanlışlarını sergilemekten
kaçınmayan geleneğini de sürdürmüş oluyoruz böylece kendini öven, ken-
dinden memnun sloganlar ve 1 Mayıs haberleri karşısında.
2 Mayıs 2001

82
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Taşralılık

Türkiye’nin sağcısı da solcusu da, Dünya’ya Türkiye’den bakarlar, Türki-


ye’ye Dünya’dan değil. Bu nedenle dünyayı ilgilendiren en genel ve temel
konularda bile yazsalar, bir ulusal dar görüşlülük, bir taşralılık egemendir
bütün yaklaşımlarına.
Gelişmelere yukarıdan bakma yeteneksizliği, artık Türkiye’nin kültürel
ortamının bir özelliği olmuş durumda. Dolayısıyla sadece sağcısının değil,
tıpkı diğer günlük kültürel kodlar ve alışkanlıklar gibi solcusunun da bir
karakteristiği.
Bu taşralılık ise her şeyden önce Kemalizm’in mirasıdır. Bu taşralılığa
yol açan Mustafa Kemal bile böyle taşralı değildir. Kendisi Osmanlı ordu-
sunun hiç de parlak olmayan generallerinden biri olmasına rağmen, bir du-
rum yargılamalarına bakın, belli bir “global” bakışın olduğunu görürsünüz.
Bu geleneğin Mustafa Kemal’den de yeteneksiz sürdürücüsü İsmet
İnönü’de bile bu global bakış vardır. Her sözü en sıradan iç politika ko-
nusundaki konuşması bile, ifade edilmemiş, ama içine sindirilmiş, dünya
dengelerini gözeten bir özelliğe sahiptir. İsmet Paşa’nın her sabah, Paris,
Londra, New York, Moskova’nın ne dediğini öncelikle öğrendiğini anlatır-
lar. Bugünkü Türk Başbakanı Ecevit’in politik kariyerine de, iyi İngilizce
bildiği için, sabahları İsmet İnönü’ye İngilizce basını ve yorumları okuyup
aktarmakla başladığı söylenir. Ecevit’in İsmet Paşa’ya yaptığı işin anlamı-
nı kavradığı şüphelidir. Çünkü Avrupa’larda da okusa, artık taşralılığa düş-
müş bir kültürün ürünüdür. İsmet Paşa’nın her sabah yaptığı işi kendisinin
yaptığına dair en küçük bir emare bulunmamaktadır.

83
Denemeler

Bu Osmanlı yadigârı politikacılar kuşağı gittikten sonra, bizzat bu ku-


şağın yaptıklarının sonucu olarak (harf devrimleri vb.) politikaya, ülke-
nin kültürel ve entelektüel hayatına tam anlamıyla taşralılık hâkim oldu.
Binlerce yıllık uygarlıkların, Arap ve Fars kültürlerinin o muazzam biri-
kimi, bir harf devrimiyle yeni kuşaklarca bilinmez ve özümlenemez oldu.
Bütün bunlar sözde o Batı kültür ve uygarlığına ulaşmak için yapılmıştı.
Ama o kültürle bağlantı kurmanın ekonomik temelini oluşturan burjuva-
zi ve ilişkilere Hıristiyan halkların sürgün, katliam ve mübadeleleriyle son
verildi. Bu aynı zamanda Batı ile kültürel bağların kopması da demekti.
Ama sadece bu da değil. Osmanlı, Bizans’ın bir devamıydı. Hıristiyan
halkların bu yok edilişi aynı zamanda, eski Yunan ve Roma’dan beri gelen
Akdeniz uygarlığı ile tüm kültürel bağların koparılması anlamına da geli-
yordu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin entelektüel ve kültürel ortamı, ne
doğunun antik Akdeniz, Arap ve Fars uygarlıklarıyla ne de batının modern
burjuva uygarlığıyla ilişkisi olmayan, korkunç bir taşralılığa gömüldü. Bu
taşralılık giderek yeni kuşaklarla birlikte toplumun tüm kültürel, entelek-
tüel ve politik hayatına damgasını vurdu.
Bir politikanın sonuçları kültürel bir karakter kazanınca sağcısı da sol-
cusu da bundan kendini kurtaramaz. Öznel bir yönelişin sonuçları adeta
nesnel koşullar haline gelir. Bu nedenle burjuva politikacılarına, kültürüne
ve entelektüel hayatına damgasını vuran taşralılık solun da bir özelliği olur.
Osmanlı ve Cumhuriyet kuşakları arasındaki uçurum solda burjuva dünya-
sından bile daha derindir.
Tipik iki örnek alalım. Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı. Bu iki kişi
de birer Osmanlı aydınıydılar. Temel kültürel ve entelektüel şekillenmele-
ri Osmanlı İmparatorluğu ve onun çöküş döneminde gerçekleşmişti. Şimdi
bir bu insanların kitaplarını şiirlerini okuyun, bir de 1960’lardan sonra
binlercesi ortaya çıkmış sosyalistlerin en kaliteli bilinenlerinkileri oku-
yun. Aradaki korkunç uçurumu kimse görmezden gelemez. Türk solu hala
Kıvılcımlı ayarında bir teorisyen yetiştiremedi örneğin. Nazım hala Türk
aydınının ve sanatçısının aşılamamış örneği olmaya devam etmektedir.
Cumhuriyet’in bugün yeni kuşaklarca unutulmuş, ama gerçekten 60
sonrası entelektüel hayatın gelişmesine muazzam bir etki yapmış en ile-
ri aydını bir bakıma Doğan Avcıoğlu’dur. Karşılaştırın Doğan Avcıoğlu ili
Kıvılcımlı’yı. Osmanlı çocuğu Kıvılcımlı’nın Cumhuriyet çocuğu Avcı-
oğlu’na birkaç numara büyük geldiği hemen görülür.
Cumhuriyet aydınının örneği, uzun yıllar, Bizim Köy’ün yazarı, öğret-
men Mahmut Makal olmuştur. Bu bile farkın ne olduğu hakkında bir fikir
verir.

84
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Benzer bir durum Kürtler arasında da görülür. Kürtlerdeki medrese ge-


leneğinden gelenlerde, sonrakilerle arasında müthiş bir fark vardır. Tahribat
Kürtleri de Türkler kadar hatta daha da fazla etkilemiştir.
Evet, o Fars, Arap, Yunan, Roma, Akdeniz uygarlıklarının tüm kültürel
ve entelektüel birikimi yok edildi ve modern batı uygarlığının tüm köprü-
leri yıkıldı, ama bu uygarlıklardan en lanetli kurum kaldı ve ona hiç doku-
nulmadı ve işin ilginci bütün bu katliamı da o lanetli kurum varlığını sür-
dürebilmek için yaptı. Devlet!
Osmanlı, Bizans’ın devlet yapısını aldı. Ona biraz Arap ve Fars uygar-
lıklarının boyasını kattı. Bütün batılılaşma çabaları ise, bu devletin devlet-
liğine modern toplumun araçlarını verdi. Böylece toplum modern toplumun
ve geçmişin mirasından mahrum olurken, devlet geçmişin ve modern top-
lumun bütün olumsuzluklarının konsantre olduğu, toplumun kanını emen
bir ur olarak ekonomiden politikaya ve kültüre, her şeye damgasını vurdu.
Bu durum bir kara deliğin oluşumuna benzer bir durum yaratmakta-
dır. Tıpkı maddenin kendi ağırlığı altında çökmesi ve sonsuz yoğunlaşması
gibi, çürüme çürümeyi beslemekte, tüm çıkış yollarını kapamaktadır. En
radikal muhalefet çabaları bile, tıpkı ışığın kara deliğin çekim gücünden
kendini kurtaramaması gibi, antika ve modern uygarlıkların çifte kambu-
runu taşıyan devletin çürütücü etkisinden kendini kurtaramamakta, taşra-
lılığa geri dönmektedir.
Dünya sorunlarını konu yapmakla ilgisi yoktur taşralı olmayan bir yak-
laşımın. Bu içe işlemiş, elle tutulmayan, ama hissedilen bir yaklaşım tar-
zıdır. Türk solu, globalizmden bile bir köylü gibi söz eder. Taşralı olma-
yan bir bakış ise, köyden, ardında global bir birikimi hissettirerek konuşur.
6 Haziran 2001

85
Denemeler

86
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kendiliğindenliğe Övgü

En kendiliğinden hareketlerin bile, o kendiliğindenlik boyasının altı kazı-


nınca, altından daima isimsiz bir anarşistin, bir komünistin, bir isyancının
uzayın sağır boşluklarında yok olup gittiği sanılan unutulmuş çabasının kı-
zıl tortusu çıkar, bir kaç yıl önce ölmüş bir devrimcinin dediği gibi.
Bu kızıl tortu, tıpkı bir yağmur damlasının oluşması için toz zerrecikle-
rinin gördüğü türden bir işlev görür kendiliğinden hareketlerin oluşmasın-
da. Bu tortu, hareketin kendisi ya da örgütlü ifadesi değildir, ama onun or-
taya çıkması için bir tohum, bir katalizör, bir mayadır.
Ama bu mayanın da etki gösterebilmesi ancak onun etkiledikleriyle
aynı doku grubundan, aynı dalga boyundan olmasıyla mümkündür.
Bir de bunun tersi durum vardır. En muhalif, devrimci örgütlerin bile
tutuculaşıp, kendiliğinden bir şekillenmenin bile önünde bir engel oluştur-
duğu durumlar vardır. Şimdi Türkiye’deki durum bu.
1960’larda Türkiye’deki toplumsal muhalefet, gübreli boş bir araziye
ekilmiş bir tohum gibiydi. Kendiliğinden yükselişlerin zamanıydı ve bu
yükselişte örneğin eski komünistlerin ektiği tohumlar bu kızıl tortunun iş-
levini görüyordu. Eski örgütler, toplumsal muhalefetin yükseliş ve şekille-
nişini engelleyebilecek kadar güçlü değildi, ama ondaki kristalleşmeler için
bir tohum işlevi görebiliyordu. Yeni örgütler yükselen hareketlerin ifade-
siydi. TİP örneğin, yükselen, genç ve dinamik işçi hareketinin; Dev-Genç,
yükselen gençlik hareketinin.

87
Denemeler

Bu örgütler bu hareketlerle birlikte doğmuşlar ve onların ifadesi olmuşlar-


dı. Bütün dinamizm ve yaratıcılıkları buradan geliyordu. Bu eğilim yetmiş-
lerde de sürdü, daha geniş kitlelerin radikalleşmesi ve politize olmasına pa-
ralel ve bunun ifadesi olarak bilinen bütün o sol örgütler yelpazesi oluştu.
Bakir bir alanda her şeye baştan başlamak kolaydır. Ama bir kere şekil-
lenme ve paylaşma gerçekleştikten sonra, yeni bir şekillenme adeta olanak-
sız hale gelir. Önce gelenler sonra geleceklerin yolunu tıkar. Paleontoloji,
doğa tarihinde bile böyle doğanın farklı canlı türleri ile ilgili denemeleri
rahat rahat gerçekleştirdiği dönemlerle; stabilize olmuş türlerin diğerleri-
nin gelişimini engellediği dönemler arasında bir farka dikkati çekmektedir.
Yumuşakçalar döneminin “büyük deneme”si o dönem denizlerinin böy-
le bir patlama için adeta gübreli bir toprak gibi olmasıyla ilgiliydi. Buna
karşılık, dinozorlar, memelilerin gelişmesi önünde bir engel oluşturuyor-
lardı. Eğer bir göktaşı dinozorların egemenliğine son vermeseydi, yeryü-
zünde hala dinozorların egemenliği sürüyor olacak; bir kaç memeli de ge-
lişmek ve patlamak için ortam bulamayan ayrıksı bir dal olarak kalmaya
devam edecekti.
Bugünün Türkiye’si dinozorların egemenlik dönemine benziyor. Muha-
lefet sol örgütlerce parsellenmiş durumda. Bu örgütler ise, 60’lı yılların
yükselişinin ürünleri. O yılların politik ve kültürel atmosferiyle, paradig-
malarıyla, anlayışlarıyla şekillenmişler. Bugünün dünyası karşısında sade-
ce birer tutucu kabuk işlevi görüyorlar. Bu örgütlerin hiç birisi bugünkü
toplumsal muhalefetin eğilimlerini ifade etmiyorlar. Bununla kalsalar iyi,
bu muhalefetin kendini ifade edecek hareketler ve örgütler geliştirmesinin
de önünde bir engel oluşturuyorlar.
Seksenlerin sonunda, yükselen toplumsal muhalefete paralel olarak bü-
tün örgütlerde bir çatlama, otantik kaynaklara dönüş çabası görülüyor ve
bu çabalar yükselen toplumsal muhalefetle paralellik içinde bulunuyordu.
Ama bu süreç kısa sürdü ve eski örgütleri ve anlayışları süpürüp ata-
madı. Sovyetlerin çöküşü, Kürtlere karşı özel savaşın yükselişi, Türkler
arasında milliyetçiliğin ve çürümenin yükselişi yaşandı.
Dikkat edin bugünkü örgütlerin hepsi böyle bir dönemin ürünüdürler.
İdeolojik alanda seksenlerin sonunda görülen otantik Marksizm’e dönüş
eğiliminin değil, ona direnişin ifadesidirler. Toplumsal olarak yükselen bir
harekete değil çürümeye dayanırlar. Bu nedenle Türkiye’deki toplumsal
muhalefetin önündeki en büyük engel, bugün var olan sol hareket ve ör-
gütlerdir. Eğer bu örgütler olmasaydı, toplumsal muhalefet şimdi çok daha
canlı, dinamik ve güçlü olurdu.

88
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Dünyada hiç bir büyük devrim, örgütlü partilerin eseri olmamıştır.


Tersine, devrimci kabarışlar, kendilerine en uygun partileri, devrim fırtı-
nalarının dalgaları üzerinde yükseltip iktidar kumsalına oturtmuştur. Ve
çoğu kez bu partiler bile devrimci kabarışları hızlandıran değil, frenleyen
bir etki göstermişlerdir. Dünya tarihinin gördüğü en büyük iki devrim,
Fransız ve Rus devrimleri, tamamen kendiliğinden patlamalardır. Yanlış
olarak Bolşevik Partisinin bilinçli ve planlı bir eyleminin sonucu olduğu
sanılan Ekim Devrimi bile bunu kanıtlar.
Bolşevik partisi, bizzat kendisi, sürekli art arda gelen dalgaları yükse-
len dinamik ve genç bir işçi hareketinin örgütsel ifadesiydi Türkiye’deki
altmışların TİP’i gibi. Bu parti aynı zamanda tarihte eşine az rastlanır bir
şekilde, çağının en ileri düşünce akımı olan otantik Marksizm’den besleni-
yordu. Ama sadece bu da değil, bu parti, burjuva uygarlığının İngiltere’de
doğup, Fransa ve Almanya üzerinden Rusya’ya kayan ve orada devasa Rus
romanını, Rus klasik müziğini yaratan kültürel ikliminde soluk alıp veri-
yordu. Daha saymakla bitmeyecek, olağanüstü tarihsel koşulların bir araya
gelmesine ve birbirinden büyük kafaları bünyesinde barındırmasına rağ-
men, bu parti bile, Şubat Devrimi’nden sonra, devrimin önünde engel, bir
tutucu kabuk haline dönüşmüştü. Lenin gibi bir iki önderin hayatın yeşil
yoluna ilişkin söyledikleri, aşağıdan gelen yığın hareketinin baskısı ve dev-
rimci kabarışı olmasa, ilk tepkilerde olduğu gibi, klasik Bolşevik kadrolar-
ca sapkınlık olarak aforoza uğramaktan kurtulamazdı.
Bolşevik Partisi gibi, sınıfsal, teorik kültürel kökleri ve temeliyle böy-
lesine uygun koşullarda şekillenmiş tarihin gördüğü en demokratik parti
bile böyle tutuculaşabiliyorsa, varın Türkiye’deki solun durumunu siz göz
önüne getirin.
Yükselen bir hareket mi?
Yok. Aksine çürüyen bir toplum var.
Çağın en ileri düşünce akımı mı?
Yok. Marksizm diye öğrenilmiş bir bürokratik kastın ideolojisi ve kapi-
talizmin tarihsel zaferinin ortaya çıkardığı bir liberalizm hayranlığının bir-
birinin varlığında kendine haklılık bulan kayıkçı dövüşü var. Marksizm’in
eleştirel ve devrimci özünü sürdüren akımlar Türkiye’nin devrimcileri için
hep bilinmez olmuş. Seksenlerin sonundaki kaynağa dönme çabası yarı
yolda duvarın altında kalmış.
O devasa Rus romanını, Rus müziğini, Roketlerin dinamik hesaplarını
yapan Çar suikastçıları yetiştiren, Aydınlanmadan beri gelen burjuva uy-
garlığının düşünce disiplini ve geleneği mi?

89
Denemeler

Yok. Ruslar Kapital’i çevirirken, Türkler A. Comte, Durkheim ile tam


tersi akımlara dalmışlardır.
Türkiye’de sadece Kürt hareketi yükselen Kürt uyanışının ifadesi ola-
rak ve ondan güç alarak ve ona güç vererek, çok elverişsiz toplumsal te-
meline, kültürel kaynaklarına ve ideolojik hareket noktalarına rağmen bir
parça dinamizm ve kendini yenileme yeteneği gösterdi ve gösteriyor. Türk
solu ve Kürt hareketi arasındaki bugünkü doku uyuşmazlığının bir nedeni
de bu farklı eğilimlerin ifadeleri olmalarıdır.
Bir fırtınaya ihtiyaç var. Şu devleti, şu partileri ve şu solu, önüne katıp
sürükleyecek; havadaki çürük kokularını yok edecek. Bugünkü sol örgüt-
ler ancak toprağı zenginleştiren bir gübre olarak yararlı bir işlev görebilir-
ler. Yoksa onlar bugün toplumsal muhalefetin şekillenmesinin ve kendini
ifade kanalları oluşturmasının önünde en büyük engeldirler.
Türkiye’de büyük bir devrime ihtiyaç var ve böyle bir devrim bugünkü
örgütlerle değil, onlara rağmen olabilir.
11 Ağustos 2001

90
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Politik İslam Nedir?

Politik İslam da tıpkı Ulusal kurtuluş savaşları gibi, son duruşmada, tari-
hin yumağının ters ucundan çözül(eme)mesinin, diğer bir deyişle, sosya-
lizm çocuğunun ayakları önde geldiği için doğamamasının sancılarının yol
açtığı bir çığlıktır.
Diğer bir deyişle, İslam dinine inanan toplumların modernleşmesi illa
ki kapitalizm çerçevesinde, sömürgecilik koşullarında olacak diye bir zo-
runluluk yoktur tarihte, bu ülkeler pekala, zengin ve ileri ülkelerde iktidarı
almış, sömürme gibi bir derdi olmayan, bilgisini ve zenginliğini bu ülkele-
rin refahını yükseltmeye aktaran bir işçi sınıfının desteğiyle, kapitalist ya
da sömürgeci olmayan, bu yaşanan acıların hepsine yabancı olarak, tıpkı
normal bir doğumun olağan sancılarıyla da modernleşebilirlerdi. Böyle bir
dünyada, sömürü, baskı olmayacağından, ne ulusal hareketler, ne de politik
İslam olmazdı.
Yaşanan tarihin iğrençliği ve gerçek anlamı ancak hayallerin aynasında
görülebilir, olası başka tarihlerin hayali olmadan da yaşadığımız bu tarih
ve ona has olgulardan biri olan politik İslam anlaşılamaz.
Politik İslam’ın ve onun temelindeki Müslüman Kardeşler’in, İşçi ha-
reketinin devrimci geleneklerinin bir bürokratik kastın terörüyle tümüyle
silinip süpürüldüğü, işçi hareketinin İspanya ve Almanya örneklerindeki
gibi peş peşe tarihindeki en büyük yenilgilerini aldığı otuzlu yıllarda doğ-
ması bir rastlantı değildir.
***

91
Denemeler

Politik İslam, ilk bakışta, sanki arkaik bir hareket gibi görülür. Kendisinin
iddiası da budur üstelik. Moderniteye ve onun sonuçlarına karşı olduğunu,
geçmişteki, ideal bir İslam’a dönme gerektiğini söyler. Televizyonlarda,
hiç de modern giyinişli olmayan entarili, şalvarlı, sarıklı, sakallı, kadınları
örtülü oraya buraya saldıran insan resimleri de bu ön yargıya çürütülmez
kanıtlar sunar sanki.
Bu yargıyı yaratan her şeyden önce, modernliğin parlamenter demokra-
si, din ve devlet işlerinin ayrılması, eski kurum ve adetlerden kurtulma bi-
çimini alacağı yönündeki, Batı modernleşmesini modernleşmenin biricik
yolu ve tarihi düz ve aşamalı bir süreç olarak gören burjuva aydınlanmacı
ideolojinin etkisidir. Hâlbuki bu şema bile gerçeğin çarpıtılmasıdır. Batı mo-
dernleşmesi bile, Calvin ve Luther’lerin din bayraklı partilerinin açtığı yol-
dan, İngiltere’de Cromwell’in Püriten devrimi olarak uzun bir yol almıştı.
Politik İslam modern toplumun ürünü bir hareket olduğu gibi aynı za-
manda modernist bir harekettir. Bu anlamda kültürel bir boyutu vardır ve
kültürel bir değişimin ifadesidir. Müslümanlar, modernizme karşı bir söy-
lemle modernleşmektedirler. Politik İslam’ın taraftarlarının, bizzat son ikiz
kuleler saldırısında da görüldüğü gibi, modern toplumun ürünü, modern
topluma en iyi entegre olmuş, onun tekniğini, ilişkilerini, kurumlarını en
iyi tanıyan insanlar olması bir rastlantı değildir. Şehir modern toplumun
ürünüdür. Politik İslam şehirli bir harekettir. Yoksullaşan şehirli orta sı-
nıflar ve batı tekniğini bilen okumuşlar politik İslam’ın militanlarının te-
mel kaynağıdır. Politik İslam, sosyalizm bayraklı Çin’deki Mao’nun geril-
lalarından, hatta Kürt Ulusal hareketinin gerillalarından bile daha şehir-
li bir harekettir.
***
Gerek ulusal, gerek sosyalist hareketler, kültür ve inancı kendi konuları ola-
rak görmemelerine rağmen, pratikte kültür ve inanç pratiklerinin bir ara-
cı haline gelmektedirler. Politik İslam ise, daha baştan bu alanı da kapsar.
İnanç, gelenek, günlük yaşam ve politik faaliyet ayrılmaz bir bütün olur.
Geri ülkelerdeki sosyalist ve Ulusal hareketlerin, olayların zorlamasıyla fi-
ilen vardığı nokta, onda daha baştan kabul edilmiştir ve ona önemli bir
avantaj sağlar. Bu bakımdan, politik İslam’ın modern toplumdaki insanla-
rın günlük yaşam ve kültürlerine ilişkin sorunlarına da cevap sunmak gibi
bir fonksiyonu da vardır, tıpkı aynı noktaya olayların zorlamasıyla varan
sosyalist ve ulusal hareketler gibi.
***

92
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Politik İslam ile şeriatı devlet dini yapan devletler ile bunların maddi des-
teğiyle ayakta duran ve toplumsal bir direniş hareketine tekabül etmeyen
örgütleri karıştırmamak gerekir. Pakistan’ın generalleri, Kaddafi, Suudi
Krallığı gibi devlet ve rejimler politik İslam’ı ifade etmezler. Bu gibi dev-
letlerle, politik ve İslami hareketler arasında kimi yakınlıklar destekleme-
ler olabilir. Bu tıpkı bir zamanlar Üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluş hare-
ketleri veya işçi hareketlerinin, o dönemin sosyalist denen ülkelerindeki
bürokratik kastlarla ilişkilerine benzer. Bu bürokratik kastlarla bu hareket-
ler nasıl hep sosyalizmden söz etmelerine rağmen, birbirinden çok ayrı ve
zıt toplumsal güçleri ifade ediyorlardı ise, politik İslam’ın da İslam’ı bayrak
yapan rejimlerle ilişkisi benzer bir karakter taşır. Bu rejimler bu hareket-
leri dış politikalarının aracı olarak kullanmaya çalışırlar. Hatta zaman za-
man kullanırlar da. Örneğin Bin Laden’ın Taliban’larla ilişkisi, biraz aşiret
toplumunda sosyalizm kurduğunu iddia eden Enver Hoca’nın partisinin,
Brezilya, Türkiye veya Almanya’daki Arnavutluk çizgisindeki modern ve
şehirli partilerle ilişkisine benzer. Aynı kavram ve bayraklara sahip, ama
iki ayrı dünya, iki ayrı toplumsal güç vardır ortada
***
Politik İslam, her şeyden önce emperyalist sömürü ve baskıya, onların o ül-
kelerdeki işbirlikçilerine direnişin partisi olarak ortaya çıkmıştır. Güçlene-
bilmesi için de ulusal bayraklı ya da sosyalizm bayraklı ulusal direniş ha-
reketlerinin sırasını savması gerekmiştir. Dünün ulusal ya da kızıl bayrak-
larla yürüyenleri bugün İslam bayrağıyla yürümektedirler. Hatta bu sadece
dayanılan toplumsal kesim bakımından değil, bizzat kişiler düzeyinde de
böyledir. Dünün ulusçu ya da sosyalistleri bugünün politik Müslümanları
olmuştur.
***
Modern toplumda her şeyden önce, burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi sı-
nıfı olmak üzere üç sınıf vardır. İktisadi ve politik tavır alış bakımından,
küçük burjuvazi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yer almakla birlikte, kül-
türel ve tarihi olarak burjuvazinin altında yer alır. Sınıfların ekonomik ve
tarihsel konumlanışı özdeş değildir. Küçük burjuvazi, geçmiş üretimin
yadigârı veya modern üretimin zorunlu sonucu olmayan tabakaları kapsar.
Bu onların kültürel bakımdan, işçi sınıfına burjuvaziden bile daha uzak ol-
ması sonucuna yol açar. Burjuvaziden bile daha geri bir dünyayı yansıtıyor
olması, onun burjuvazinin ufkunu aşan bir program geliştirmesini olanak-
sız kılar. Proletarya bağımsız bir programla ve güç olarak çıkıp kendi ar-

93
Denemeler

kasına takamadığı sürece, burjuvaziye karşı muhalefetini, onun ufku için-


de ve en uzlaşmaz ve sert mücadele biçimleri altında ifade etmeye çalışır.
Proletarya ise, genel ve tarihsel çıkarını ifade eden bir program etrafın-
da bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkmadığı sürece hiç bir zaman modern
toplumsal mücadelelerde ayrı bir üçüncü toplumsal güç olarak yer almaz.
Onun alt tabakaları, küçük burjuva radikalliğine, üst tabakaları ise burjuva
reformizmine yönelir. Bu nedenle, modern toplumda iki temel eğilim bü-
tün toplumsal çatışmalara damgasını vurur: küçük burjuvazinin radikaliz-
mi, burjuvazinin reformizmi.
Politik İslam da, bu iki temel eğilimden oluşur. Bir yanda ılımlı, daha
ehli, diğer yanda daha radikal ve keskin İslam akımları arasındaki savaş,
aslında, Burjuva reformizmi ile küçük burjuva radikalizmi arasındaki sa-
vaştan başka bir şey değildir. Küçük burjuva radikalizmi, ne kadar radikal
ise, burjuvaziyle araya sınır çekmede o kadar mücadele biçimlerine, sem-
bollere ilişkin aşırı biçimlere ağırlık verir. Böylece küçük burjuva ve burju-
va sosyalizmlerinde de görülen tipik paradokslar ortaya çıkar ve radikallik
kendini yıkan bir saçmalığa varır.
***
Politik İslam burjuva ve küçük burjuva tepkilerinin aracı olabilir, ama mo-
dern işçi sınıfının olamaz. Modern işçi sınıfı, sendikalar, partiler, fikir öz-
gürlüğü, seçilmiş organlar olmadan var olup kendini ifade edemez. Bu ne-
denle politik İslam’ın yükselişi ile işçi hareketinin demoralizasyonu ve çö-
küşü arasında kopmaz bir bağ vardır. Politik İslam işçi hareketinin bütün
savunma ve varoluş mekanizmalarını ret ve imha eder. Bu nedenle, işçi ha-
reketini atomlarına ayrıştırıcı, bir özelliği vardır ve bu yanıyla faşizan bir
karaktere de sahiptir.
Politik İslam, aynı zamanda ezilenleri dinlere göre bölüp örgütleyerek,
ezilenlerin direnişini de daraltıcı ve bölücü bir nitelik göstermektedir. Bu
niteliği, başka dinlerden olanların genellikle ezen sınıflar veya uluslardan
olması nedeniyle yeterince açığa çıkmamış olmakla birlikte, Türkiye’de
Alevi’lere karşı görüldüğü gibi, kesinlikle baskıcı bir niteliğe sahiptir.
Böylece Politik İslam, İşçiler, kadınlar, ezilen azınlıklar gibi, modern
toplumda kendi konumuna benzer bir konumda bulunan ve demokratikleş-
me bakımından büyük destek olabilecek güçleri karşı tarafa iterek, sömür-
geciliği ve baskı rejimlerini güçlendirir.
***

94
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kaynağa, gerçek İslam’a dönüş ideali, gerçekten sonuna kadar gider, kendi
sonuçlarından korkmaz, bu araştırmayı politik konumları meşrulaştırma-
nın bir aracı olarak görmezse, sosyalizmle, Marksizm’le buluşma potansi-
yeli taşır. Hatta buna buluşma bile denemez, kendisi onu yeniden yaratır,
kendisi o olur. Yani mantık sonuçlarına varmış politik İslam, Marksizm ve
Sosyalizm olmak zorundadır.
Çünkü İslam’ın bozulmamış halinin ne olduğu ve o bozulmanın niye
gerçekleştiğinin ve mekanizmalarının anlaşılması, sınıflar savaşı ve tari-
hin maddeci kavranışıyla mümkün olabilir. Bu nedenle, saf teori bakımın-
dan, gerçek İslam’a dönüş hedefi, o İslam ve Tarihi tahrif edildiği için, po-
litik İslam için potansiyel bir yıkıcılık taşır. Bu nedenle, gerek kadınlar, ge-
rek sınıflar alanında İslam’daki tahrifatları gösterip, en kaynağına giden-
lerin, politik İslam’ın aynı zamanda en büyük şiddetini çekmeleri bir rast-
lantı değildir.
Ama bu mantık sonuçlarına gitme ve sonuçlarından korkmama, ancak
kaybedecek bir şeyi olmayanlar, araştırmasının sonuçları kimi imtiyazları-
nı tehdit etmeyenler ya da bu sonuçlarla ters düşecek imtiyazı olmayanlar
başarabilir. Bu nedenledir ki, gerçek devrimcidir ve devrimci sınıf gerçeği
aramak zorundadır.
20 Ekim 2001

95
Denemeler

96
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Requiem ve 11 Eylül

“Tanrım, onlara ebedi sükûnu bağışla”


Son yıllarda Bach’a daha fazla eğilim duyuyorum, ama önceden Mozart’ı
en büyük kabul ettiğim yıllarda, “Eğer Allah var ise o Mozart’tır ve onun
da şaheseri Requiem”dir derdim, o gürül gürül yaratıcılığı ve o yaratıcılı-
ğın zirvesini tanımlamak için.
Kapitalizmin dünya çapındaki zaferinin ve ideolojik sonuçlarının bir
tank gibi önüne geleni ezip geçtiği; biricik yükselen hareket olan Kürt ha-
reketine karşı özel savaşın en yoğun biçimde sürdürüldüğü; bu senkronize
gericiliğin bizleri tümüyle tecrit ettiği; özel hayatlar alanından bile kuşatıp
nefes alamaz bıraktığı yıllarda Requiem’i dinlemediğim gün, günlük dua-
sını aksatmış bir müminin iç huzursuzluğunu duyardım.
Her akşam, takside işe başladığımda ilk önce Requiem’i dinlerdim. Her
dinleyişimde de onu ilk kez dinliyormuş gibi yeniden, daha önceki dinle-
melerinde fark etmediğim bir yönünü keşfederdim. Her seferinde yeniden
taptaze bir dayanma gücü kazanırdım. İşin stresine, ırkçı ya da sarhoş müş-
terilerin yarattığı gerginliklere karşı da en etkili sakinleştiriciydi Requiem.
Requiem’in bambaşka, Akdenizli müzik kültüründen gelmiş bir met-
ropol taksi şoförünün ruhunda, yüz yıllar sonra nasıl olup da böyle derin
titreşimler yaratabildiği sorusu da epeyce kafamı meşgul etmişti. Requiem,
Avusturya’nın gericiliği ortamında, Paris donsuzlarının isyanının yankı-
sıdır. Onun tükenmez derinliğini yaratan işte bu gerilimdir. Yükselen bir
gericilikte radikalleştiği için yalnız kalan, yalnız kaldıkça radikalleşen ve
sonunda mezarı bilinmeyen bir yoksul olarak ölen bir yüreğin çağrısıdır.
Dini bir biçim altında olmasına rağmen, belki de bütün zamanların gelmiş
geçmiş en devrimci müziğidir ve tıpkı Marks’ın Kapital’i gibi, tamamla-
namamış ve hiçbir zaman da tamamlanamayacak ve tamamlanması gerek-
meyen bir eserdir.

97
Denemeler

Burjuvazi nasıl Che’yi bir pop ikonu yaptıysa, şimdi de Requiem’i, bir
medya gösterisine dönüştürme kararı almış. 11 Eylül’ün yıl dönümünde,
bütün ülkelerde Mozart’ın bu Requiem’i çalınacakmış. 20 zaman diliminde
40 ülkedeki koro ve solistler, Requiem’e bir dünya turu yaptıracaklarmış.
Requiem’in seçilmesi elbette biçimsel, sadece devasa anıtsal özellikleri
nedeniyle göz alıcı bir gösteri için uygun olması değildir, Hıristiyan dinine
ait bir müzik formudur Requiem. Ölünün ardından söylenen İlahi; daha da
doğrusu Ağıt’ın Katolik kilisesindeki karşılığıdır. Yani dünya insanlığının
büyük bölümünün gözünde, kapitalizm ve emperyalizmle özdeşleşmiş bir
dine ait biçimdir.
Sınıflar savaşı ile ordular savaşı arasındaki temel fark, ordular sava-
şında cephelerin ve tarafların kesinliği, sınıflar savaşında ise baştan üstte
olanın ancak bu sınır ve taraflar bin bir yanılsamayla karıştırıldığı takdirde
üst konumun sürdürülebileceğinde toplanır.
Requiem’in seçilmesi bu tercihin değiştiğini gösteriyor. Ezilenlerin kafa-
sını karıştırmaya yönelik bir seçim, örneğin, farklı kültürlerin ve ulusların
kendi ilahi ve ağıtlarının tüm dünya medyasında 11 Eylül’ün anısına icra
edilmesi biçiminde olabilirdi. Bu 11 Eylül’ün hedefi olan Emperyalizmin,
bir cepheyi genişletme; karşı tarafı içinden bölme ve tarafları karıştırarak
egemenliğini sürdürme yolunu seçtiği anlamına gelirdi.
Ama Requiem’e dünya turu yaptırmak, kulağı bambaşka bir ses düzen-
lemesine göre şekillenmiş; Mozart’ın Requiem’inin teneke gürültüsünden
farklı bir etki yaratmayacağı uzak doğunun milyardan fazla; Hint alt kıta-
sının bir milyar, İran, Arap ve Akdeniz’in “makamat müziği”ne göre şe-
killenmiş yine milyarlara yakın insanının ruhunda zerrece titreşim yarat-
maz. Bu şu demektir: Dünyanın ezilenlerini ikna değil, imha anlayışı seçil-
miş bulunuyor. Requiem’in seçilmesi, Irak’a ve onu takiben ABD’nin dün-
ya egemenliği için başka ülkelere de saldırılacağının habercisidir.
Ezilenler için, karşı tarafın böyle aptallıklar yapması iyidir. Saflar netle-
şir. Onun karşısında bizlerin yükseltmesi gereken, ezilenleri bölecek İslam
veya Hindu, Budist ilahileri değil; Requiem’in dinsel biçimi değil, devrimci
ve yoksuldan yana özüdür; Requiem’in mesajının o kültürlerin müziklerin-
deki karşılıklarıdır.
Biçim onların olsun, öz bizim. Ağıt yakan kadınlar aslında ölene değil,
kendi kaderlerine ağlarlar. Belki de Requiem’in seçilmiş olması, Kapitaliz-
min farkına varmadan, ölümünü görüp kendi kaderine ağlamasıdır?
10 Eylül 2002

98
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı

Başörtüsünde sembolize olan kıyafet kavgası niçin bu kadar önemlidir?


Benzeri kavga ne nüfusunun çoğu Müslüman olan diğer ülkelerde, ne de
başka ülkelerde görülmektedir. Niçin Türkiye’ye has bir görüngüdür ve
bunca önemlidir?
Başörtüsüne karşı çıkanlar da, onu örtmek isteyenler de aynı neden ve
kaygılarla bunca zıt gibi görünen konumlardadırlar, bu zıtlık onların temel-
deki özdeşliğinden kaynaklanır.
Bu tersliği açıklayacak iyi bir örneklerden biri, trafiğin İngiltere, onun
eski kolonileri ve Japonya’da soldan, Fransa ve sonradan Fransız devrimi-
nin etkisiyle bütün dünyada sağdan olmasının, yani bu iki zıt ilkenin aynı
nedenden kaynaklanması olabilir. İkisinin de temelinde insanların büyük
çoğunluğunun solak değil de sağlak olması vardır. Soldan ve sağdan gibi,
birbirine zıt bu trafik ilkelerini yaratan aynı sağlaklıktır. Çoğunluk sağ
kolunu kullandığı için, atı ve kalkanını sol; kılıcını veya silahını sağ elle
tuttuğu ve soldan gidildiği takdirde sağ kolla dahi iyi savunma ve saldı-
rı yapılabileceği için eskiden karada soldan gidiş yaygındır; yine insanlar
bir sandala bindiklerinde küreği sağ ellerinin gücünü kullanacak şekilde
tutmaları nedeniyle, suda sağdan gitme daha rahat hareket ve özellikle is-
kelelere yanaşmalarda daha geniş bir manevra ve daha yüksek bir isabet
olanağı sağladığı için su trafiği sağdan çalışır. İngiliz sistemi kara trafiğine,
Fransız sistemi de su trafiğine dayandığı için biri sağdan, diğeri soldan
olmuştur. Aynı neden, farklı koşullarda birbirine zıt biçimlerde ortaya çık-
maktadır.

99
Denemeler

Gerçi şöyle bir soru da sorulabilir: İngiltere ve Japonya birer adadır ve


bunlar denizci uluslardır, niye oralarda su trafiğinin ilkesi olmamıştır da
aksine karada su trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur. Bu ilk başta çelişki gibi
görünen durumun da sırrı yine onların ada olmasıyla ilgilidir. İngiltere
ve Japonya uygarlıkların kenarlarında kalmış adalar olduğu, uygarlık-
la çok geç buluştuğu, her ikisinde de Komünün gelenekleri ve şövalyelik
(Japonya’da Samuraylık) daha uzun süre yaşadığı ve etkili olduğu; buna
karşılık kara Avrupa’sında uygarlık daha önce yayıldığı; uygarlık ise ticaret
demek olduğu; ticaret de her şeyden önce su yolları boyunca yayıldığı için
Kıtada Su trafiğinin; adada Kara trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur. Diğer
bir deyişle, Kapitalizme ilk geçiş, medeniyetten değil, “İlkel Sosyalizm”den
olduğu için, Kapitalizme ilk geçen ülkede, trafik soldan olmuştur.
Neyse konumuz bu değil, ama kıyafet meselesinde de, benzer bir durum
söz konusudur. Aynı neden, farklı koşullarda başka ilkelerin öne çıkarılma-
sına yol açmaktadır.
Matematik problemleri çözülürken, önce problemle ilgisizmiş gibi gö-
rünen temel başka önermelere gitmek gerekir. Benzer şekilde, biz de bu kı-
yafet kavgasını anlamak için, önce çok temel, ama konuyla ilgisiz gibi gö-
rünen başka önermelerden başlamalıyız.
Kapitalizm ve kapitalizm öncesinde sınıf mücadeleleri arasında temel
bir fark vardır. Kapitalizm öncesinde, egemen sınıflar, zümreler, kastlar,
giyinişleri, davranışları, mekânları dilleri ve hatta kavimleriyle diğer sınıf-
lardan ayrılırlar. Sadece egemen sınıflar değil, bu ayrım bütün toplum için
geçerlidir. Her mesleğin, her sınıfın, her cemaatin kendine has giyinişleri;
mekânları; hatta dilleri ve “ulusları” bile vardır. Her şey çok açık ve ke-
sin olarak belirlidir. Bu nedenle kapitalizm öncesi toplumlar sistematik bir
kastlaşma eğilimi gösterirler. Eğer “barbar” denen kavimlerin akınları sık
sık o kapitalizm öncesi uygarlıkları alt üst etmeseler bütün antika uygarlık-
ları bu türden, Hindistan’daki gibi bir kastlaşma beklerdi.
Kapitalizmde ise, durum tam tersinedir. Zaten ulusun ve ulusçuluğun
nedeni de budur. Geniş yeniden üretim standartlaşma gerektirir. Ulus da
bu standartlaşmanın bulunmuş en son biçimidir.
Ama kapitalizmde, kapitalizm öncesinden daha farklı bir durum daha
vardır. Kapitalizm öncesinde, silah taşıyanlar zaten aynı zamanda egemen
sınıftırlar. Kapitalizmde ise, bütün ulus gereğinde silahlandırılır. Hem diğer
uluslara, hem de Fransız devriminden sonra olduğu gibi, bütün Kapitalizm
öncesi dünyaya meydan okuyabilmek, onun tehditlerine karşı koyabilmek
için de bu zorunludur. Ama bu çok riskli bir durumdur. Egemen sınıf, yani

100
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

burjuvazi, çok küçük bir azınlıktır; buna karşılık ücretliler ve diğer emek-
çiler çok büyük çoğunluk.
Bunun mahzurlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi, kapitalizm ön-
cesinin tamamen tersi bir savaş yöntemi izler ve kendisi ve ezilen sınıflar
arasındaki bütün biçimsel dil, giyim, yaşam alanı gibi farklılıkları ortadan
kaldırır. Ancak bu koşulda kendisinin ayrı bir sınıf olduğunu gizleyip ege-
menliğini sürdürebilir. Bu ideolojiden kıyafete kadar her alanda yapılır.
Bunu anlamak için modern toplumdaki sınıflar savaşı ve ordular savaşı-
nın zıtlığını göz önüne getirelim. Ordular savaşında her ordunun ayrı bay-
rakları, ayrı siperleri, ayrı kıyafet ve parolaları vardır. Her şey kesin ola-
rak ayrıdır. Modern sınıflar savaşında böyle olsaydı, burjuvazi bir saniye
bile iktidarını sürdüremezdi. Bu ancak bin bir parçaya bölünmüş kapita-
lizm öncesi uygarlıklarda mümkündü. O halde burjuvazinin, egemeni ol-
duğu ulusun; sömürdüğü işçilerden biçimsel özellikler bakımından (giyim,
yaşam tarzı, yaşam yerleri vb.) farklı olmamasının, onun egemenliğini sür-
dürmesi için hayati bir önemi vardır.
Burada Türkiye’nin özgüllüğüne geliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu,
Bizans adlı Doğu Roma’yı fethetmiş Oğuz boylarından çıkmıştır. Eğer bu
boylar, uygarlıkla ilk ilişkilerini, Karadeniz üzerinden gelen Oğuz boyla-
rı veya yeterince uygarlığa bulaşmamış, Osmanlı ve Selçuklu’nun “Cahil
Türkler” dediği Karamanlılar gibi, Bizans aracılığıyla kursalardı; fethet-
tikleri Hıristiyan Bizans uygarlığı tarafından fethedilirler, onun dinine ge-
çerlerdi.
Ama Oğuz boyları, Müslümanlaşmış Pers ve İslam uygarlıkları aracılı-
ğıyla daha önce uygarlığın gerektirdiği kavram sistemi ile zırhlandıkların-
dan Hıristiyanlaşmadılar. Bizans’ı fethettiklerinde, müziğinden yemeğine,
vücut diline kadar bu uygarlıkça fethedildiler, ama bu fetih din alanına iş-
lemedi. İşlemediği için de dilleri, Pers ve İslam Uygarlıklarının dili oldu,
Bizans’ın dili değil.
Böylece nüfusunun çoğu binlerce yıldır uygarlaşmış Hıristiyan’lara ege-
men, onları Pers ve İslam uygarlıklarının kendine kazandırdığı kurumsal
ve kavramsal araçlarla yöneten batılıların “Türk” dediği Müslüman bir kast
oluştu. İşin ilginci, bu Kast kastlaştıkça, yani devletleştikçe, uygarlaştıkça,
silahlı eşit Oğuz boylarının içinde birinci olmaktan çıkmak, onları silah-
sızlandırmak ve kendine bağlı silahlı özel birlikler oluşturmak zorunda
kalmıştır. Muaviyelerin, Stalinlerin yaptığını yapmıştır. Yani giderek dev-
şirmelerden oluşan, Müslümanlaştırılmış Hıristiyan çocuklarından oluşan
bir devlet kastıdır bu. Yani batılının Türk dediği egemen Müslüman kastın,
Oğuzluk veya “Türklük”le hiç ilgisi de yoktur.

101
Denemeler

Anadolu’nun Bizans’tan önce (Ermeni, Süryani, vb. kiliselerinin ayrı-


lığı bu önceliği ifade eder), Balkanlar’ın Bizans aracılığıyla (Balkan Orto-
doksluğu Bizans aracılığıyla uygarlaşmanın sonucudur) Osmanlı’dan önce
uygarlaşmış kavimleri, zanaat ve ticaret hayatına egemendiler. Müslüman
ahali ise, ya ticaret ve sanayi ile ilgisiz, bunu “haşa min huzur Tüccar tai-
fesinden” diye aşağı ve hor gören devlet kastından; ya göçebelerden ya da
tehdit görüldükleri için zorla yerleştirilmiş Müslüman veya Alevi yoksul
köylülerden oluşuyordu. Dolayısıyla Müslüman ahali veya egemen yönetici
kast içinden bir burjuvazi çıkması söz konusu olamazdı.
Bu ortaya çıkan burjuvazilerin her birinin iyi kötü dilini konuşan bir
nüfusu da bulunuyordu. Balkan ulusları böyle oluştu. Balkan’lardan Os-
manlının atılışı, bir bakıma, oralarda burjuva devrimleri anlamına gelir.
Balkan ülkelerinin bugün bulunduğu geri durum kimseyi yanıltmamalı-
dır. Onların bugünkü geri durumlarının nedeni, Yirminci yüzyılın ikinci
yarısını, Osmanlı benzeri, Ekim devriminin tasfiyesi üzerine oturmuş Rus
Bürokratik kastının egemenliği altında yaşamalarıdır. Eğer İkinci dünya
savaşından sonra, Yunanistan gibi bunun dışında kalsalardı, bugün, Yuna-
nistan, İspanya, Portekiz’in bulunduğu refah ve gelişmişlik düzeyinde bu-
lunurlardı.
Eğer Kıta Avrupa’sı ve İngiltere gelişim zıtlıkları arasında bir paralel-
lik kurulursa, İngiltere’de Püritenlik, ilkel sosyalizm geleneklerinin gücü
sayesinde, Roma’nın “ruh ül habis”i Katolikliği Britanya adalarından süre-
rek, kapitalist gelişimin yolunu açarken, Kıta Avrupa’sında, O “ruh ül ha-
bis”, ilkel sosyalizm geleneklerinden güç alan Protestanları, Sen Barthelmi
katliamlarıyla bire kadar kılıçtan geçiriyor ve kıta Avrupa’sında burjuva
gelişimi bir asır geciktiriyordu.
Balkanlar Anadolu gelişim zıtlıkları kıta Avrupa’sı İngiltere zıtlıkları-
na benzer. Osmanlı’nın Balkanlardan sürülüşü, Katolikliğin İngiltere’den
sürülüşüne, Püriten devrimine benzer. Ama Anadolu’da Ermeni ahalinin
katli ve sürülmesi ile Rumların sürülüşü ve Mübadelesi, Kıta Avrupa’sının
Sen Barthelmi katliamlarına benzer, Anadolu’nun gelişimini yüz yıl gecik-
tirmiştir.
Türklerin; burjuva devrimi olarak gördükleri, ikinci ve üçüncü meşruti-
yetler, aslında Anadolu’daki burjuvaziye karşı, burjuvaziyi tasfiye eden, te-
feci bezirgânlığı ve derebeyliği pekiştiren bir karşı devrimdir. Osmanlı’ya
egemen Müslüman devlet kastı, egemenliğini korumak için, burjuvaziyle
birlikte o Ermeni ve Rum burjuvazisinin dayanacağı kitleyi de tasfiye et-
miştir. Burjuvazinin evleri Derebeyi konakları veya devlet dairelerine dö-
nüşmüştür. Müslüman ahalinin içinde ilk sermaye birikimi de bir bakı-

102
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ma, bu katliamların ve sürgünlerin sonunda ele geçirilmiş zenginliklere


dayanır. Eğer bugün gelişmiş Taşra burjuvazisinin ve Müslüman burjuva-
zinin servetlerinin kaynakları araştırılırsa, ardında hep Ermeni veya Rum
malları veya onların kaçarken bıraktıkları servetlerin bulunduğu görülür.
Kapitalizm dünyanın her yerinde ilk sermaye birikimini, korsanlık, katli-
am, gasp aracılığıyla yapmıştır.
Ama hikâyenin buraya kadar olan kısmı şu kıyafet meselesini açıkla-
maz, onun ortaya çıkış koşulları hakkında bir fikir vermek için bunlara de-
ğinmek gerekti. Osmanlı devlet sınıfları, modernleşme ihtiyacıyla, bir sürü
kıyafet değişiklikleri yapmışlardır. Cumhuriyet’in “Şapka Devrimleri” bu-
nun devamı olarak görülür, ama değildir ve onlardan köklü bir fark göste-
rir. Diğerleri, bütünüyle, modern savaş ve idare veya üretim tekniğinin ge-
tirdiği zorunluluklardır ve bunların uygulanması sadece o görevi yapanlar-
la sınırlıdır. Yani sarık atılıp fes koyulduğunda bu bütün ahaliye zorlama
değil, sadece devlet memurlarına has kalmıştır. Bir tür üniforma değişikli-
ğidir bunlar. Ama Atatürk’ün “Kıyafet Devrimi” bunlardan temelden fark-
lıdır: o bütün toplumu kıyafetini değiştirmek zorunda bırakır; burada yeni
bir üniforma değil, çok başka derin bir farklılık vardır. Bu kıyafet mese-
lesinin bunca önemli olmasının nedeni de budur aslında. Ama bunun için
Tekrar Osmanlı’daki burjuvaziye dönelim.
Osmanlı’da egemen Müslüman bir devlet kastı, Müslüman ve yoksul bir
ahali vardır. Bunların burjuvazisi yoktur. Hıristiyan ulusların burjuvazileri
ve halkları vardır. Ama bir de halksız bir burjuvazi vardır: Yahudiler ve
Sabetaycılar.
Antik uygarlıklarda ticaret daima belli kavimlerin işi olagelmiştir.
Akdeniz uygarlığı bölgesinde, İtalyanlar (Romalılar), Rumlar (Yunanlılar)
gibi ve onlardan çok daha eskilere giden ve köklü Yahudiler de bir ticaret
kastı olarak yaşaya gelmişlerdir. Osmanlı’nın, İspanya’daki engizisyondan
kaçan Yahudilere sığınma ve ticaret ayrıcalıkları sunması, aslında Venedik
ve İspanya gibilerin rekabetine karşı yapılmış girişimler olsa da, belli bir
yakınlaşma da yaratmıştı.
Yahudiler ve Sabetaycılar da, İzmir, İstanbul, Selanik gibi büyük ticaret
ve liman şehirlerinde bulunuyorlardı. Onlar da modern kapitalist ilişkilerle
ilişkiye geçtikçe burjuvalaşıyorlar, aydınlanmanın fikirleriyle silahlanıyor-
lardı. Ancak bu oluşan modern Yahudi burjuvazisinin, Rum, Ermeni veya
diğer Balkan ülkeleri burjuvazilerinden temel bir farkı vardı. Kendi dili ve
diniyle ortak bir nüfusu yoktu. Ayrıca bu burjuvazi, Rum ve Ermeni burju-
vazisiyle ciddi bir rekabet içinde bulunuyordu.

103
Denemeler

Bu Yahudi burjuvazinin kendi egemenliğini koyacağı ve bir ulus yara-


tabileceği aynı dili ve/veya dini olan bir kitle yok; öte yandan burjuvazisi
olmayan Müslüman bir kitle ve egemen devlet kastı var. Ermeni ve Rum
burjuvazisinin girişimleri zaten bu Devlet kastının egemenliğini ve varlı-
ğını tehdit ediyor. Bu durumda bir ulusu, ya da ulus hammaddesi olabile-
cek bir kitlesi olmayan Yahudi burjuvazisinin çıkarları ile bir burjuvazisi
olmayan devlet sınıflarının çıkarları çakışır. İkisi de, farklı gerekçelerle de
olsa, Ermeni ve Rum’ları tasfiye etmek ve Müslüman ahaliden bir ulus ya-
ratmak zorundadırlar.
Böylece tencere yuvarlanır ve kapağını bulur. Sabetaycılar zaten gö-
rünüşte Müslüman’dırlar da. Bu nedenle en büyük Türk milliyetçileri
Yahudiler arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin’den Tekin Alp’e kadar birçok
örnek sayılabilir. İttihat Terakki de bizzat bu Yahudi Burjuvazisinin güçlü
damgasını taşır.
Ama en sembolik kişilik ve zaten Türklerin babası adını alan ve Türk
ulusunu yaratan Atatürk’tür. Hem Müslüman devlet sınıflarındandır,
hem Selanik’teki Aydınlanmacı Yahudi cemaatinin okulunda okumuştur.
Müslüman Devlet’e egemen kast ile Yahudi burjuvazisinin sentezidir, ke-
sişme noktasıdır. Zaten, onu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu yapan da
bu özelliğidir.
Ne var ki, bu Levant’ın liman şehirlerinde yerleşmiş Yahudi burjuvazi-
si, giyimi, yaşamı, dili, şivesi, adetleriyle Müslüman ahaliye hiç benzeme-
mektedir. Tipik bir Avrupalı veya Hıristiyan gibidir. Hâlbuki modern top-
lumda, kapitalizmde egemen sınıfın ayrı bir kast özellikleri taşıması olacak
iş değildir. Daha baştan yenilgi demektir.
O zaman bir tek yol kalır, bütün ulusu kendisi gibi giydirirse, kimin
Müslüman kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılmaz, bütün dünyanın diğer
burjuvaları gibi, bir süre devlet sınıflarının koruması altında palazlandık-
tan sonra, siyasi iktidarı da doğrudan ellerine alabilirlerdi.
Kıyafet inkılâplarının ve laikliğin anlamı, Burjuvazi ile halkın arasında
giyim; yaşam tarzı, din vb. bakımdan olaşabilecek ve sınıf ayrılıklarına
tekabül edebilecek farklılıkları giderme kaygısında gizlidir. Müslüman’ın
fes, gayrı Müslim’in şapka giydiği bir toplumda, kıyafet bir sınıfsal aidi-
yeti de belirler. Ama herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı
Müslim olduğu anlaşılmaz olur.
Hâsılı Atatürk’ün kıyafet devrimi, İkinci Mahmut’unki gibi resmi gö-
revlilerin bir üniforma değişimi değil; burjuvazinin zeytinyağı gibi açık-
ta kalmasını engellemek için tüm toplumu onun gibi giydirme girişimidir.

104
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ama bu Yahudi burjuvazisinin de küçümsenmeyecek teşviki ile Rum


ve Ermeni burjuvazi ve ahalinin tasfiyesi, Anadolu’da tefeciliği, derebeyliği
iyice güçlendirdi. Bu güçlenen gericilik, Hıristiyanların tasfiyesiyle güçlen-
diği; onların mallarına konduğu için, Müslümanlık burjuvaziye karşı oluşun
bayrağı da oldu. Çünkü burjuvazi ve kapitalizmi bir bakıma Hıristiyanlık
sembolize ediyordu. Ama bu bezirgân ağa ve derebeyi Müslümanlığın ege-
menliği demek, şehirlerin Yahudi burjuvazisinin zeytinyağı gibi açıkta kal-
ması ve tasfiyesi anlamına gelirdi. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’ne
egemen Devlet kastı ve egemen liman şehirleri burjuvazisi, buna karşı en
sert tedbirleri almaktan başka bir şey yapamazlardı.
Eğer cumhuriyet burjuvazisi, belli bir refah sağlasa ve bu refahın sağla-
dığı güvenle belli ölçüde bir demokrasiye geçebilseydi, kimse kıyafeti veya
laikliği sorun etmezdi. Ama ne refah ne de demokrasi olmayınca, herkes
zorla aynı kıyafeti giyse de, yaşantısı, zevkleri hatta tipiyle kendinden fark-
lı olanların aynı zamanda üsttekiler olduğu bütün ezilen Müslüman ahali
tarafından görülebiliyordu. Bu memnuniyetsizlik her zaman olduğu gibi,
egemen sınıfı ve onun yaşam tarzının sembollerine yöneliyordu. Tabii bu
memnuniyetsizliği aynı zamanda taşra bezirgânlığı ve derebeylik de ken-
dince kullanıyordu.
Ne var ki, kapitalist ilişkiler geliştikçe, tefecilerin, ağaların, beylerin
çocukları okuyor, yabancı şirketlere acentelikle da olsa giderek modern
burjuvalar haline dönüşüyorlardı. İlk kuşak, yani Erbakanlar kuşağı, hem
geçmişteki Hıristiyan katliamlarıyla müthiş yükselmiş, Müslüman tefeci
bezirgân ve ağa gericiliğinin geleneklerine dayanıyorlardı; hem de büyük
ölçüde, petrol zengini Arap ülkelerinin pazarının cazibesinden etkileniyor-
lardı. Bu iki nedenle, onların kıyafeti sorun yapmalarının, pre-kapitalist
Müslümanlığın, kapitalist Hıristiyanlığa karşı düşmanlığının sembolleriyle
ortaklığı, ayrılığının görülmesini engellemiştir.
Tefeci bezirgânlıktaki şapka düşmanlığı, kapitalizm düşmanlığının bir
ifadesidir. O modernliği reddeder. Onun girişinin kendisinin sonu olacağı-
nı bilir. Radyo, futbol, hâsılı her şey gâvur icadıdır der ve kullanılmasını
reddeder. Gâvur icadı, kapitalizm icadı olarak okunabilir. Ama onların ar-
tık burjuva olmuş çocuk ve torunlarının başörtüsünü bunca sorun etmesi
tamamen farklıdır. Bu torunlar modern tekniği ve araçları en iyi şekilde
kullanmaktadırlar onları reddetmek bir yana. Aynı şekilde, kıyafete bunca
önem vermesinin de nedeni bambaşkadır. İşin ilginci tam da, Yahudi bur-
juvazinin herkese şapka giydirmesinin nedenidir, egemeni olacağı halkın
içinde zeytinyağı gibi açıkta kalmamak.

105
Denemeler

Büyük şehirlerde yaşayan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Finans-Kapital’e


dönüşen bu burjuvazi, herkese şapka giydirerek açıkta kalmaktan kurtulur-
ken, taşrada gelişmiş Müslüman burjuvazi, Cumhuriyet burjuvazisine tep-
ki duyan halk gibi giyinerek, onun gibi yaşayarak açıkta kalmaktan kurtu-
lunabileceğini söylüyor. Hem de böyle yaparak, ezilen halkın, devlete ege-
men bürokrasiye ve büyük şehirler burjuvazisine ve duyduğu tepkiyi onla-
rın sembollerine karşı çıkarak kendi arkasına alabiliyor.
Bu açıdan, bir taşla iki kuş vuruyor Müslüman taşra burjuvazisi. Hem
Büyükşehirlerin burjuvazisine ve Devlet sınıflarına karşı egemenlik mü-
cadelesinde, ezilenleri kendi yedeğine alıyor, hem de diğer burjuva zümre-
lere karşı kendi stratejisinin doğruluğunu kanıtlamış oluyor. Diğer strateji
kimseye refah getirmediği için iflas etmiş ve devlet sınıfları ve şehir orta
sınıfları hariç tüm desteğini yitirmiş bulunuyor. Bu onun, burjuvazinin di-
ğer kanadının da temsilcisi olması olanağını yaratıyor.
Tabii bu arada köprülerin altından çok sular geçti ve burjuvazinin
bu iki kanadı birbirine daha da çok yaklaştı. Birincisi, son yirmi yıldır
Kürdistan’da yürütülen savaşın saçmalığı, Batının büyük şehirlerinin
burjuvazisinin bile devlet sınıfları ile arasının bozulmasına yol açtı. Bu
burjuvazi, yeni kuşak modern Müslüman burjuvazi ile Devlet sınıflarının
keyfiliğine karşı iş birliği yapmaya yanaşıyor. ANAP’tan AKP’ye geçişler
bunun tipik bir örneğidir.
Öte yandan, Müslüman burjuvazi de eskisi gibi retorikle meşgul olmak-
tansa, fiili kazanımlara ağırlık veren bir stratejinin daha geniş güçleri bir
araya getireceğini görmüş bulunuyor. Herkese başörtüsü taktırmaya kalk-
mak, hem orduyu, hem şehir orta sınıflarını hem de batılı burjuvaziyi kar-
şıda bir cephe oluşturmaya itiyordu. Hâlbuki artık, post modern çağdayız.
İsteyen açar, isteyen kapar, açan da kapayan da zenginliktir dediniz mi,
bütün bu kıyafet sorunları bir anda olaylarca aşılmış olur.
Gerek batının batıcı burjuvazisi, gerek taşranın Müslüman burjuvazisi
bu adımı atmış bulunuyor. Aslında, burjuvazinin bu iki farklı kesimi ara-
sındaki bu sorun, olaylarca ve dünyadaki gelişmelerce aşılmış bulunuyor.
Şimdi bunun hala sorun olması, devlet kastının, elindeki iktidarı koruma
çabasıyla ilgilidir.

106
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Umutsuzluk İlkesi

İşçi hareketi tarihindeki en büyük bozgunu yirmili ve otuzlu yıllarda ya-


şadı.
Bu dönemde, bütün işçi sınıfı içinde zaten çok ince bir katman oluşturan
devrimci işçi hareketinin son kalıntıları İspanya’da, Almanya’daki Kon-
santrasyon kamplarında ve Sovyetlerdeki kamplarda fiziki olarak yok oldu.
O zamandan beri dünyada devrimci bir işçi hareketi yok.
Bundan sonra işçi hareketi var olduğu kadarıyla, sendika bürokratla-
rının kontrolünde, insanlığın önüne bir proje sunmaktan uzak bir burjuva
sosyalizmi, bir tür bürokratik sosyalizm olarak var oldu.
İşçi sınıfının daha alt kesimleri ise, radikal devrimci demokratik hare-
ketler içinde kendilerini ifade ettiler. Dolayısıyla, paradoksal görünebilir,
ama yirminci yüzyılın tarihi, devrimci bir işçi hareketinin yok oluşunun ve
yokluğunun tarihidir.
Yine paradoksal gelebilir, ama devrimci bir işçi hareketinin fiilen yok-
luğu, devrimci demokrasinin, yani köylülüğün, küçük burjuvazinin, ulu-
sal hareketlerin var oluşunu mümkün kılmıştır. Devrimci bir işçi hareketi-
nin var olduğu bir dünyada, kapitalizm ve emperyalizm ayakta duramazdı,
kapitalizm ve emperyalizmin ayakta duramadığı bir dünyada, ulusal bas-
kılar, köylülük üzerindeki baskılar, anti demokratik rejimler var olamazdı.
İşçi Hareketi devrimci demokrasinin özlem ve taleplerini, kendi hedefleri-
nin bir yan ürünü olarak geçer ayak gerçekleştireceğinden, bu hareketlerin
var oluş koşulları ortadan kalkardı.

107
Denemeler

Ama devrimci bir işçi hareketinin fiili yokluğu sadece devrimci demok-
rasinin var oluşunun koşullarını yaratmamış, aynı zamanda, onun kendi-
sini sosyalist bir hareketmiş gibi algılamasına ve sosyalist ideolojiye sahip
çıkmasına da yol açmıştır. Eğer yüzyılın başında olduğu gibi, sosyalist
ve devrimci bir işçi hareketi, devrimci demokrasinin yanında var olsaydı:
devrimci demokrasi, devrimci işçi hareketin sosyalizmine karşı her zaman
soğuk ve bağışık kalırdı.
Ama devrimci demokrasi tarafından Ekim Devrimi’nin prestiji nede-
niyle benimsenen sosyalizm, artık milliyetçi, bütün devrimci ve demokra-
tik özünden soyulmuş, bir bürokratik kastın çıkarlarını savunan sosyalizm
olduğu için, devrimci demokrasi burjuva devrimlerinin devrimci demok-
rasisi bile değildi artık.
Devrimci demokratik idealler, yani sınırsız bir örgütlenme ve fikir öz-
gürlüğü ve partiler; dil veya etniye değil, yurttaşlığa, tüm dillerin ve ulus-
ların eşitliğine dayanan rejimler, devrimci işçi hareketini ezerek iktidar ol-
muş bürokrasinin çıkarlarıyla uyuşmazdı. Bu nedenle paradoksal gibi gö-
rünebilir, ama yirminci yüzyıla damgasını vurmuş bütün sosyalist devrim-
ler ve hareketler sosyolojik olarak devrimci demokratik (yani köylülüğe da-
yanan), ama politik, programatik ve ideolojik olarak demokratik bile olma-
yan hareketler ve rejimlerdir.
Böylece sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi olmadığı için, var olabi-
len ve kendilerini sosyalist olarak tanımlayan devletler, yine aynı nedenle
devrimci demokratik değildirler. Ama bu devrimci demokratik olmama,
onu içinde taşıyarak aşma anlamında, yani işçi hareketindeki anlamında
değil, devrimci demokrasiden geriye düşme anlamındadır.
Dolayısıyla yirminci yüzyılı sadece devrimci bir işçi hareketinin yoklu-
ğu değil, gerçek bir devrimci demokratik hareketlerin ve rejimlerin yokluğu
da karakterize eder. Bu nedenle yirminci yüzyılın bütün büyük devrimleri,
sosyalist oldukları ölçüde devrimci demokratik olmaktan uzaktırlar.
Bugün, o dönemin (Yirminci Yüzyılın) kalıntısı olarak var olan bütün
sosyalist hareketler, yüzyılın ilk üçte birinde yok olmuş işçi hareketinin
değil, bu yok oluş sayesinde var olup kendini sosyalist olarak tanımlama
olanağı bulmuş, artık devrimci demokratik bir programı bile olmayan bir
hareketin kalıntılarıdırlar.
Örgütlü işçiler veya gelişmiş ülkelerdeki sosyalist hareketler ise, sendi-
ka ya da parti bürokrasilerinin, reformizmin, burjuva sosyalizminin ifade-
leri ve kalıntılarındandırlar.
Yüzyılın başında yok olmuş devrimci işçi hareketinin kalıntıları, sa-
dece, burjuva kültürünü özümleyerek aşmış, işçi hareketinin devrimci ge-

108
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

leneğiyle tanışmış teorisyenlerin eserlerinde, bir sosyal hareket değil, bir


düşünsel hareket olarak varlığını sürdürebilmiştir.
Somut politik hareketten zorunlu ya da bilinçli olarak uzak olduğu, ken-
dini anlaşılmazlığa ve yalnızlığa mahkûm ettiği ölçüde devrimci işçi ha-
reketinin devrimciliğini, eleştirelliğini ve bağımsızlığını koruyabilmiştir
(Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı, vb.)
Politik harekete enerjisini verdiğinde ise, devrimci demokrasinin ve
burjuva sosyalizmlerinin egemen olduğu dünyada, küçük grupların tüketi-
ci ve çürütücü dinamikleri altında enerjisinin büyük bölümünü harcamak
zorunda kalmıştır. (Troçki, Mandel ve yine bir anlamda Kıvılcımlı).
Bugün var olan sosyalist parti, eğilim veya hareketlerin hiç birisi, yir-
minci yüzyılın ilk üçte biri sonunda yok olmuş bu işçi hareketinin veya onun
düşünsel geleneklerinin devamcısı ya da kalıntısı değildirler. Reformistleri
bürokrasinin veya burjuva sosyalizminin, radikalleri, kendini sosyalist ola-
rak tanımlayan devrimci demokrasinin kalıntılarıdırlar. Bu nedenle dev-
rimci işçi hareketini canlandırmaları söz konusu olamaz.
Geleceğin devrimci işçi hareketi, otuzlarda fiilen tasfiye olmuş, daha
sonra düşünsel olarak varlığını sürdürebilmiş bu geleneğe dayanarak ve
onu aşarak var olabilir. Ortalıktaki sosyalist hareketler ise, bu geleneğin
yokluğu ve inkârı üzerinde var olabildiklerinden, böyle bir dönüşümü ger-
çekleştirmeleri olası değildir. Zaten ancak onların yok oluşu ve dağılışı ve
inkârlarıyla bu geleneğe bağlanışlar ortaya çıkabilir.
Yükselen bir harekete dayanan devrimci demokratik hareketlerin,
Sovyetlerin çöküşü, dolayısıyla sosyalizm diye bildikleri bürokratik kastın
ideolojisinin itibar yitirişi koşullarında, burjuva devrimleri çağının dev-
rimci demokratik ideallerine ve programına dönüşü gerçekleşebilir.
Ne var ki burjuva devrimlerinin ideallerin yarattığı bu uygarlığın, bu-
gün içinde bulunduğu çöküş nedeniyle, sosyalist söylemli ve demokratik
olmayan devrimci demokrasinin yerini, yine demokratik bir programı ol-
mayan, İslam radikalizminin alması veya kendisinin ona dönüşmesi daha
büyük bir olasılıktır.
Örgütlü işçi hareketi veya zengin ülkelerin işçi hareketi ise, giderek
daha Avrupa veya Batı merkezli olma, kendini radikal bir İslam biçiminde
dışa vuran devrimci demokrasiye giderek düşman bir tavra doğru kayma
eğilimi gösterir.
Böylece işçi hareketinin siyah ve beyaz olarak bölünmesi ya da burjuva
reformizmi ve küçük burjuva radikalizmi olarak bölünmesi -ki hepsi aynı
olgunun farklı görünüşleridir son duruşmada- tarihte aldığı en keskin bi-

109
Denemeler

çimi alarak, “radikal politik İslam” ve “laik sosyalizm” ayrılığı biçiminde


ortaya çıkabilir.
Bütün bu karmaşık Gordion Düğümü’nü yaratan, tarihin yumağının
tersinden çözülmesidir. İleri ülkelerde sosyalist devrimlerin olmamasıdır.
Ya da Rusya gibi geri bir ülkedeki devrimin, Batı’nın zengin ülkelerinde
devrimlere yol açmamasıdır. Tarihin bu yola gidişi, o zamanın hiç olmazsa
var olan bu nesnel olanağını giderek ortadan kaldırmaktadır. Devrimci işçi
hareketi tasfiye olduğu için, yoksul ve zengin ülkeler arasındaki fark böy-
lesine büyük ölçülere ulaşmıştır ve artık böylesine büyük ölçülere ulaştı-
ğı için, devrimci bir işçi hareketinin yeniden doğuşu giderek zayıflayan bir
olasılık haline gelmektedir.
Ama bu olasılık ne kadar zayıflarsa zayıflasın, hep yine de bir olasılık
olarak kalır. İşte bu olasılıktır insanlık yaşarsa onu yaşatabilecek olan.
Evrenin kendisi de öyle değil midir? Dört temel kuvvetten birindeki
küçücük bir farklılık bile bugünkü evreni olanaksız kılardı. Evren son du-
ruşmada, o bıçak sırtındaki küçük olasılığın gerçekleşmesidir.
İnsan, evrimin zorunlu bir sonucu değil, küçük, küçücük bir olasılığın
gerçekleşmesidir.
Sosyalizm de öyledir.
Eğer bir gün sosyalizm kurulursa bu yeryüzünde, bu tarihin zorunlu
gidişinin bir ürünü değil, açık uçlu bir tarihte, küçük bir olasılığın gerçek-
leşmesi olabilir.
Bu paradigma değişikliği, adeta olanaksızlıktan hareket etmek, gelece-
ğin devrimci işçi hareketinin sosyalizminin ilk adımı olmak zorundadır.
Böylesine bir umutsuzluk ancak gereken eleştirelliği, radikalizmi, uzlaş-
mazlığı ve devrimciliği verebilir sosyalist harekete.
Ernst Bloch’un aksine: “Prinzip Hoffnung” (Umut İlkesi) değil; Prensip
Umutsuzluk.
Umut, umutsuzluktan doğabilir.
9 Nisan 2003

110
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Doğu ve Batı

Bugün kullandığımız anlamıyla “Doğu” ve “Batı” kavramları kapitalizmin


Avrupa’da zafer yürüyüşüne başlamasıyla doğduğundan, burjuva uygarlı-
ğına göre bir koordinat ekseninden tanımlanmışlardır. “Orta Doğu”, “Uzak
Doğu” gibi kavramlar hep Avrupa’ya göre tanımlanmıştır. Bu ideolojik ka-
rakterini unutmadan, Doğu ile Batı arasındaki temel farka baktığımızda ne
görürüz? Birinde zengin ülkeler ve demokratik rejimler vardır, diğeri yok-
suldur ve anti demokratik rejimler vardır. Doğu’dakilerin en parlamenter
biçimlerinde bile, halkın seçilmiş temsilcilerinin gerçek bir iktidarı, ger-
çek özgürlükler yoktur.
Peki, niye böyledir? Batı’da kapitalizmin doğup gelişti, Doğu’da ise
modern bir kapitalizm doğup gelişemedi. Peki, niye olmadı? Bunun sırrı
Doğu’da devletin güçlü olmasındadır. Yani batıdaki refah ve kapitalizmin
sırrı demokrasidedir. Sanılır ki, demokrasi kapitalizmin ürünüdür, aksine
kapitalizm demokrasinin ürünüdür.
Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Peki Japonya doğunun doğusunda,
orada pek ala kapitalizm gelişmiş ve tıpkı Batı’daki gibi bir ülke ortaya na-
sıl olmuş da çıkmış? Bu bize, doğu ve batı kavramlarını daha dakik olarak
tanımlamamız gerektiğini gösterir. Doğu’nun ayırıcı özelliği nedir? Eski
uygarlık beşikleri olması. Yani Çin, Hint, İran ve Orta Doğu, bunların hep-
si, eski uygarlık beşikleridir. Doğu’nun bu özelliğinden hareket edersek,
Doğu’nun coğrafi değil bir sosyolojik kavram olarak, eski uygarlık beşik-

111
Denemeler

leri olarak tanımlanabileceği ortaya çıkar. Eski uygarlık beşiği olmak ne


demektir? Uygarlık demek ticaret, yani tefecilik ve bezirgânlık demektir.
Uygarlık demek çok güçlü bir devlet demektir.
Doğu’yu böyle sosyolojik olarak tanımlayıp bu kriterler açısından bak-
tığımızda, Japonya’nın istisna olmadığı kuralı doğruladığı görülür. Çin uy-
garlığı Japonya’ya fazla işleyememiştir. Japonya’nın antik tefeci bezirgân
uygarlıklarla ilişkisi, tıpkı Kuzey ve Batı Avrupa’nın Orta doğu ve Akdeniz
uygarlıklarıyla ilişkisi gibidir. Yani Japonya, coğrafi olarak doğulu, ama
sosyolojik olarak batılı bir ülkedir. Tersinden de örnek verilebilir. Örneğin,
Fas, Tunus, Cezayir, Arap uygarlığının Magrep dedikleri, Batının batı-
sındadırlar coğrafi olarak, ama tarihsel ve sosyolojik olarak doğuludurlar.
Fenikelilerden beri, boğazlarına kadar Akdeniz ve orta doğu uygarlığına
batmışlardır.
Hatta bu ölçüt bizzat, Batı’nın kendi içinde bile görülebilir. Güney Av-
rupa, uygarlığa çok daha fazla bulaşmıştır. Kuzey ise çok daha az. Bu an-
tik uygarlıklara bulaşmışlık, Katolik Protestan sınırını bile belirler. Eski
Roma imparatorluğunun iyice içine işlediği alanlar Katolik, uygarlığa ye-
terince bulaşmamış alanlar Protestan’dır. Yani Avrupa ölçülerinde, Güney,
Dünya’daki Doğu’nun benzeridir, Kuzey de Batı’nın.
Bütün bu sonuçlara baktığımızda, medeniyete az bulaşmışlık, yani ko-
münal ilişkilerin güçlülüğü ile demokrasi ve modern kapitalizm arasında
çok yakın bir ilişki olduğu görülür. Bütün Kuzey Avrupa ülkeleri Krallıktır,
ama o Kralların, her hangi bir doğulu ülkenin jandarması kadar bile yetki-
si ve gücü yoktur. Japonya da bir istisna oluşturmaz. Japon İmparatoru’nun
adı imparatordur, yoksa konumu İngiliz krallarından farklı değildir. Bunun
nedeni, o kralların, hiçbir zaman doğu firavunları gibi her şeylere kadir
tanrılar olamamasıdır, yani komünün yaşayan etkileridir. Onlar hiçbir za-
man firavunlaşamamışlar, diğer asiller (komün şefleri) karşısında, eşitler
arasında birinci olabilmişlerdir. Magna Karta da bunun yazıya geçirilme-
sinden başka bir şey değildir.
Batı’da doğan kapitalizmin, bir kere doğduktan sonra, bir yağ lekesi gibi
yayılarak, zamanla Doğu’yu da batılılaştırabileceği düşünülebilirdi. Ne
var ki, bu yağ lekesinin yayılışı esnasında, yirminci yüzyılın başlarında,
Batı uygarlığının kendisi doğululaşmaya başladı. Sermayenin kendisi te-
fecileşti. Demokrasi düşmanlığı, güçlü devlet eğilimi burjuva uygarlığının
da alnına vurulu bir tarihsel lanet oldu. Böylece, Batı uygarlığı Doğu’nun
devletçiliğinde ve tefeci bezirgânlığında, bir düşman değil, kendisinin içine
girdiği eğilimin modelini ve idealini gördü. Böylece, Batı’nın doğululaştığı
dünyada, Doğu’nun batılılaşması, yani o tefeci bezirgânlıktan, devletçilik-

112
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ten kurtulması, demokratikleşmesi ve rekabetçi girişimciliğe yönelmesi


olanaksızlaştı.
Globalizm hayranları, globalleşmeyi, kapitalist yayılma aracılığıyla do-
ğunun batılılaşması olarak görüyorlar; Globalizm Doğu’nun batılılaşma-
sı, yani o doğuya doğru yayılan batılı yağ lekesi değildir; Doğululaşmış
Batının yayılmasıdır. Yani daha çok tefecilik, daha güçlü devletin zaten
bunun vatanlarında pekişmesidir.
Bir tek, modern işçi sınıfı, doğuyu doğu yapan sermayeyi ve o binlerce
yıldır mükemmelleşmiş devlet ve devletçiliği tasfiye ederek, sosyalist bir
devrimle, Doğu’yu Doğululuktan, kurtarabilirdi. Ekim Devrimi, ayakta
kalabildiği ilk birkaç yılda bu alanda hiç küçümsenmeyecek adımlar da
attı. Ama bu arada bizzat Doğu’ya batılı olma perspektifi veren işçi sınıfı,
olağanüstü zor tarihsel koşullarda fiilen tasfiye olduğu ve Batı ülkelerinde-
ki devrimler yardıma gelmediği için tecrit olup yenildi. Ve tıpkı binlerce
yıllık doğu devletçiliğinin bir benzeri bu yenilginin üzerinde ve yok ettiği
devrimin bayrağıyla yükseldi. Böylece Doğu’yu doğululuktan kurtarabi-
lecek biricik yol da bizzat modern bir doğulu versiyonun kurbanı oldu. Bu
ideolojik etkiyle yetişen sosyalist kuşaklar da kapitalizm gibi doğululaştı.
İnsanlığı doğululuktan kurtarabilecek, yani şu kahredici bürokratik,
militer; baskıcı devletleri tasfiye edecek, parçalayacak; kendisi tefeciliğe
dönüşmüş sermayeyi tasfiye edebilecek potansiyele sahip biricik güç, işçi
sınıfı yani ücretliler ise darmadağın, demoralize, programsız ve de üstüne
üstlük, dünyanın zengin ve fakir ülkeleri arasında korkunç bir bölünmeye
uğramış durumda. Zengin ülkelerdeki kültive işçilerin zümre çıkarları ile
dünya çapındaki bir eşitlikçi düzen çelişiyor. Yoksul ülkelerdeki bunu is-
teyebilir, ama yapacak maddi ve kültürel temelden yoksunlar. Amerika ve
Avrupa’da işçiler sosyalizm istemeden dünyaya sosyalizm gelemez, yani
dünya doğululuktan çıkamaz. Ama Avrupa ve Amerika’nın işçileri için
yeryüzü çapında eşitlikçi bir düzen bugünkü refah ve tüketim düzeyinden
bir geriye gidiş demektir. Çıkmaz buradadır.
Bu koşullarda, sadece coğrafi anlamda değil, tarihsel anlamda da, en
batılı doğu olan, Orta Doğuda bir Demokratik Cumhuriyet projesinin şan-
sı var mıdır? Bir yanıyla, orta doğuda komünden uygarlığa son geçiş olan,
Kürt Ulusal Hareketi, dünya dengeleri için başka hiç bir olanak sunmadı-
ğından, tam bir kuşatılmışlık içinde, kuşatılmışlıktan kurtulmak, kendini
kuşatanları arkadan kuşatmak için bu burjuva uygarlığının henüz batılı ol-
duğu dönemin, işçi hareketinin henüz bürokratikleşmediği dönemin projesi
olan Demokratik Cumhuriyet projesine yöneldi. Bu, dünyadaki genel gidiş
eğilimine aykırı, ama yine de kendine özgü dinamikleri olan bir gelişmeydi.

113
Denemeler

Burjuvazi artık doğululaştığı, sosyalistler ise kültürel olarak binlerce


yıllık doğu devletçiliğiyle; ideolojik olarak, bu kültürel kodlara denk ge-
len doğulu devletçiliğin benzeri bürokratik ideolojiyle şekillendikleri için,
Demokratik Cumhuriyet programı, ne Kürt ve Türk burjuvazisinden, ne
de Kürt ve Türk sosyalistlerinden bir yankı görmedi, etkisiz ve tecrit kaldı.
Ama yine de uzun vadede, en azından bölge için, doğululuktan kurtulma
için bir olanak olmaya devam ediyordu.
Ne var ki, ABD’nin Irak’ı işgali, Orta Doğu’nun Doğululuktan kurtula-
bilmek için bu son şansının önünü ciddi biçimde kesiyor. Kürtlerin ulusal
baskıdan kurtulmaları için, şarklı, baskıcı, militer, bürokratik keyfi dev-
letlerin yıkılması koşulu ortadan kalkıyor. Kürtler pek ala, bu devletler yı-
kılmadan, kendileri de böyle devlete veya devletlere sahip olarak da ulusal
baskıdan kurtulabilirler yeni durumda. Yani bütün Orta Doğu için o şark-
lı devletçilik yaşamaya devam eder; Orta Doğu doğulu kalır. Kürtler de,
tıpkı, Araplar, Farslar, Türkler gibi, keyfi, baskıcı, bürokratik ve militer
bir doğulu devlete sahip olabilir. Bir Demokratik Cumhuriyet’e değil, bir
bürokratik cumhuriyete. Bu elbette onlar için ulusal baskının sonu anlamı-
na da gelir. Ama ulusal baskıdan kurtulma otomatik olarak demokrasi ve
doğululuktan kurtulma anlamına gelmez. Artık Batısı kalmamış bir dün-
yada şaşırtıcı da olmaz bu. Ama tıpkı Batı Avrupa’da bir sosyalist devrim
olsaydı, kapitalizme bulaşmamış halkaların kapitalist olmayan yoldan sos-
yalizme geçişi gibi, Orta Doğu’nun bu son batılılaşma olanağı da, tarihsel
olarak yitirilmiş bir fırsat, kaçırılmış bir şans olarak kalır.
Önümüzdeki dönem Orta Doğu halklarının bu tarihsel şansın kulla-
nabilmeleri için “uzatmaların oynanması”dır. Bu uzatmalarda hala bir gol
atma şansı var. Türkiye’deki bürokrasi ve devletçilik yılanı, yani beş bin
yıllık doğululuk, yeni dünya dengelerine kendini uyarlamak için gömlek
değiştirmek zorunda kalacaktır. Yılanların gömlek değiştirdikleri anlar en
zayıf anlarıdır.
13 Mayıs 2003

114
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Eurovizyon, Modernleşme ve
Demokratikleşme

“Her zaman politikayla yaşanmaz” derler. Eğer politikayı dar anlamda


alırsanız bir ölçüde doğru bir sözdür bu. Ama örneğin, “artık politikamı-
zın esası gücümüzü politikaya değil kültür ve eğitime vermektir” sözleri-
ni sarf eden bir politika kavrayışını kastediyorsanız, baştan aşağı yanlıştır.
Kültürle ilgilenme, politikadan uzak durmak bile bir politikadır. Siz poli-
tikayla ilgilenmediğinizi düşünseniz bile politika sizinle hiç ara vermeksi-
zin ilgilenmeye devam eder.
Örneğin, Eurovizyon şarkı yarışması, Avrupa’yı oluşturan ulusların
kültürel olarak birbiriyle yaklaşmaları, birbirlerini daha iyi tanımaları
için oluşturulmuştur. Ama bu amacın kendisi bile politiktir. Bu yarışmaya
katıldığınız an, sırf kültürel kaygılardan söz etseniz bile bir politik seçim
yapmış olursunuz. Avrupalı ulusların birbirini kültürel olarak tanıma ve
kavrama politikasından yanasınız demektir.
Eurovizyon, Avrupalıların yarışmasıdır. Ona katılmak demek on-
lar gibi, onlardan biri olmayı politik bir hedef olarak seçmenin ifadesidir.
Kimse bu hedefin kendisini sorgulamıyor. Avrupalı olmak bugünün dünya-
sında gerici bir programdır. Yeryüzündeki, ulusçuluğa dayanan yeni ırkçı
sistemi savunmak, ama bu ırkçı düzende imtiyazlıların arasında yer almak
demektir. Sosyalistin politikası, hem de uzak değil acil politikası, Avrupalı
olmak onlar arasına katılmak değil, Avrupalılığı yok etmek olabilir. Böyle
bir programın Avrupa’nın işçilerinden yankı bulup bulmayacağı, ayrı bir

115
Denemeler

sorundur ve zaten sosyalizmin en büyük çıkmazı da buradadır. Bir yankı


bulur veya bulmaz, önemli olan bu değildir. Önemli olan doğru olanın ne
olduğudur. Doğru olan Avrupalılığı yok etmektir. Bu bakımdan, bir sosya-
list açısından, örneğin Eurovizyon’a katılmanın kendisi gerici bir politika-
nın uygulanmasıdır.
Yani bu yarışma her türlü politik hesabın dışarıda bırakıldığı, insanların
gerçekten sadece estetik ve kültürel kaygılarla oy verdiği bir yarışma olsay-
dı bile politik bir yarışma olmaktan çıkmazdı.
Ama Kültür dar anlamıyla bile, politikayla yakından bağlı olmaya de-
vam eder. Dar anlamıyla politik hesaplar bile bu olması gereken kültürel
ve estetik kaygıların önüne geçerler. Dünyadaki bütün yarışmalar da böy-
ledir. İster Oscar, ister Nobel, ister Cannes, İster Eurovizyon olsun, isterse
Türkiye veya her hangi bir ülkedeki başka bir yarışma olsun, doğa bilimleri
haricinde (ki orada bile durum karışıktır) tüm yarışmalar ve ödüller belli
politikaları ve güç ilişkilerini yansıtırlar ve onlara hizmet ederler. Elbette,
katılan film veya başka eserlerin en azından bir skandal yaratmayacak ka-
dar, yani o politik amaca hizmet edecek belli bir kalite taşıması temel ko-
şuldur. Bundan sonrasını, politik ilişkiler belirler.
Yani Türkiye Eurovizyon’a çok iyi bir eğitimden geçmiş çok kalite bir
sesi ve fiziği olan bir şarkıcıyı seçmese, ona zamanın ruhuna uygun, bi-
raz Madonna, biraz Britney Spears kırması bir hava vermese (yani orijinal
bir şey de yoktur, sözde kültürleri kaynaştıracak bu yarışmaya katılımda,
baştan aşağı pop ikonlarının taklidi) yine şu sıralar moda olan Shakiravari
oryantal havası olmasa, en iyi koreograf, dansçılar ve müzisyenleri dev-
letin tüm imkânlarını zorlayarak bir araya getirmese bu asgari, skandal
yaratmayacak düzey koşulunu yerine getirmiş olamazdı.
O halde Eurovizyon sonuçlarını da bütün dünyada olduğu gibi, skanda-
la yol açmayacak eserler arasında bütünüyle politik kaygılar belirlediğine
göre, Eurovizyon sonuçları bize politik ilişkiler hakkında bir fikir verebilir.
Avrupa’daki Türkiye asıllı göçmenleri, Türk devleti, tıpkı bir zamanlar
Sovyetler’in komünist partileri ve işçi hareketini dış politika ve diploma-
tik manevralarının bir aracı olarak kullanması gibi, dış politikasının ve
diplomasisinin bir aracı olarak kullanmaya çalışır. Bunun için Avrupa’da
çıkan Türk gazetelerinden derneklere kadar muazzam yönlendirici bir ay-
gıt vardır. Yine bu tür bir kullanımın sonucu olarak Hollanda Belçika gibi
Türkiye asıllı göçmenlerin yoğun olduğu ülkelerden oy alındı. Yunanistan
ve Kıbrıs’ın tıpkı Türkiye’deki politik İslam ve Kürtlerin bir kısmı gibi,
Türkiye’yi Avrupa birliğine katılım aracılığıyla liberalleştirme çabasına,
Irak savaşında ABD önergesine ABD Kürtleri ezmek için yeterince gü-

116
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

vence vermediği için biraz da bir kaza olarak hayır oyu verilmesinin bir
karşılığı olarak diğer Avrupa ülkelerinden gelen oylar da eklenince böyle
bir sonuç ortaya çıktı.
Bu politik olarak şu demektir. ABD’nin Irak işgaline kadar, Türkiye
ABD’nin dengesiydi ve Avrupa bu büyük ülkeyi üye almaz, kapısında
bekletirdi. Ama ABD’nin Irak işgali ile dengeler değişmiş bulunuyor ve
Avrupa Türkiye’ye, oyunun dışında kalmamak için biraz daha açık kapı
bırakabilir. Berlusconi’nin fikir jimnastikleri, Eurovizyon’da alınan birin-
cilik ve Cannes’te “Uzak”a verilen ödül, bu tür göz kırpmalar anlamına
gelmektedir. Avrupa ABD’ye karşı yeni ittifaklar ve stratejiler arayışı içine
girmiş bulunuyor. Eurovizyon’da alınan ödül, bu arayışlarda opsiyonları
geniş tutmanın bir ifadesi. ABD’nin yanında saf tutan doğu Avrupalılara,
bakın Türkiye bile sizden bize daha yakın politik mesajı.
Ama en iyi koşulda bile bu Türkiye’nin gerçekten demokratikleşme-
si veya kelimenin gerçek anlamında Avrupalılaşması anlamına gelmez.
Avrupa ancak kelimenin gerçek anlamında Avrupalı değil, şarklı bir
Türkiye’ye kapılarını açar. Modern görünüşlü, ama şarklı. Tıpkı şarkı ya-
rışması birincisi gibi, bütün o taklitler Modernleşmeyi demokratikleşme ile
karıştıran şarklılığın bir yansımasından başka bir şey değildir.
Eğer Avrupalılık, sadece modernleşme değil, demokratik gelenekler
ve burjuvazinin son beş yüz yılda biriktirdiği kültür birikimi anlamında
anlaşılırsa, Türkiye’nin bu Avrupalılıkla hiç bir ilişkisi yoktur. Bir Çehov,
bir Tolstoy, bir Çaykovsky veya Şostokoviç, bir Pavlov hatta bir Lenin ol-
madan Avrupa, yani Burjuva uygarlığı tasavvur edilemez. Bu anlamda
Rusya Avrupa kültürünün, bu uygarlığın bir parçasıdır. Ama Türkiye’nin
ve Türklerin bir tek sanatçı, bilim adamı veya düşünürü yoktur, Avrupa,
yani burjuva uygarlığının, olmasa bugün eksikliğini hissedebileceği. Ama
bunun yokluğu Avrupa’yı Avrupa yapan devrimci ve demokratik bir gele-
neğin Türkiye’deki yokluğudur. Rus köylüsünün Narodniklerden Sosyalist
Devrimcilere kadar uzanan devrimci demokratik gelenekleri veya geç ve
güçlü doğmuş işçilerinin dünyayı allak bullak eden partileri ile Tolstoy
veya Sostokoviç’ler arasında derin bağlar vardır. Türkiye’de ne devrimci
demokratik bir köylü hareketi vardır ne diğeri.
Yani kültürel olarak Avrupalı olmak, Avrupalılaşmak demek radikal
demokratik hareketleri yaratan ve besleyen bir toplumsal yapı demektir.
Ancak bu çerçevede onun kültürel ifadeleri de ortaya çıkarlar ve toplu-
mun kültürel hayatının derinliklerinde, iktidara gelememiş olsalar bir yer
edinirler. Yunan İç savaşı, İki savaş arasının büyük komünist direnişle-
ri, bu toplumsal mücadelelerin birikiminin ürünü olan Theodorakis’ler,

117
Denemeler

Angelopulos’lar Yunanistan’ı Avrupalı yaptı. Aksi takdirde Yunanistan da


tıpkı Türkiye gibi, batıda yaşayan bir şarklı olmaya devam ederdi. Türkiye’de
Ermeni ve Rum katliamları ve sürgünleri ya da komünist kovuşturmaları
her türlü toplumsal muhalefetin acımasızca bastırılması onun tüm demok-
ratik toplumsal tabanını dolayısıyla kültürel değişimini de engellemiştir.
Türkiye’yi biçimsel olarak batılılaştıran her adım, demokrasinin köklerini
yok eden bir adımla beraber gider. Bütün modernleşme çabalarına Ermeni
ve Rum katliamları eşlik eder. Katledecek kimse kalmayınca bu sefer her
batılılaşma adımına komünist tevkifatları ya da Kürt katliamları eşlik eder.
Türkiye modernleştikçe, demokratik bir hareketten dolayısıyla kelimenin
gerçek anlamında burjuva uygarlığının kültürel bir parçası olmaktan, onu
özümlemekten uzaklaşır.
1960’ların işçi hareketleri ve yetmişlerin güçlü demokratik karakter-
li politikleşmesi olmasaydı, Türkiye bugün olduğu kadar bile bir parça
Avrupa kültürüyle bağlantı kurmuş olamazdı. Burjuva uygarlığının kültü-
rü Türkiye’ye Marksizm aracılığıyla girmiştir. Ya da şöyle diyelim politik
programlarının aksine sosyalistler kadar Türkiye’nin kültürel olarak da ba-
tılılaşmasına ve burjuva uygarlığıyla bağlar kurmasına büyük katkı yapmış
başka bir güç yoktur.
Türkiye’nin bu alandaki son şansı Kürt ulusal hareketidir. Bu hareketin
bir başarısı, güçlü demokratik dönüşümler ve bu anlamda kelimenin gerçek
anlamıyla batılılaşma yani gerçek anlamıyla burjuva uygarlığının bir par-
çası olma anlamına gelir. Ama öyle görünüyor ki, bu son fırsatı da Türkiye
kaçıracak.
Avrupa Birliği için paketler, demokratikleşme anlamına gelmez. Gerçek
iktidar bürokrasinin elinde olmaya devam eder. Sadece ipleri gevşetmiş
olur. Politik İslam da demokratik bir hareket değil bir modernleşme hare-
ketidir. Hükümetin ordu ile çekişmesinin konusu demokratikleşme değil,
modernleşmenin farklı yollarıdır. Bu kayıkçı dövüşünün nasıl bir batılılaş-
ma sonucu vereceğini merak ediyorsanız, stilize şark şalvarıyla İngilizce
her şeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen şarkıcıya bakınız. Bunun için
Avrupa’ya, ta Baltık denizi kıyılarına gitmeye gerek yok. İstanbul’da Tekbir
Defilesine gidin. Göreceğiniz aynı şeydir.
27 Mayıs 2003

118
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bonapartizm

Bonapartizm, modern toplumsal sınıf ve güçlerin zayıflığı ya da denge-


si koşullarında, devletin, sanki onlardan bağımsızmışçasına davranması
olarak tanımlanabilir. Bunun en klasik örneği, 19. yüzyıl Avrupa’sındaki
üçüncüsü birincisinin yeğeni olan Bonapart’ların ve Bismark’ın rejimle-
ridir. Bonapartizm deyimi, onun antik çağdaki benzeri olan Sezarizmden
çok farklı tarihsel ve sınıfsal koşullara dayandığını, modern bir fenomen
olduğunu vurgulamak için türetilmiştir. Nasıl oluyordu da o muazzam dev-
rim- tıpkı antik çağdaki benzeri Roma gibi Cumhuriyet ve demokrasiden
bir İmparatorluğa dönüşüyor; kendini imparator ilan eden bir maceracı ka-
riyeristin ellerine düşebiliyordu? Keza aynı olayın ikinci baskısı da, yine
1848 devriminden sonra, ama bu sefer komedi olarak, birincisinin yeğeni
tarafından gerçekleştiriyordu?
Bu rejimlerin ortaya çıkışının tarihsel koşulları en çarpıcı biçimde:
“Burjuvazi artık yönetemiyor, proletarya ise henüz yönetemiyor” diye
tanımlanmıştı. Bu denge ya da zayıflık durumunda, çapsız bir kariyerist
(Napolyon), bir maceracı (Üçüncü Napolyon) veya dar kafalı bir toprak
ağası (Bismark) siyasi gücü mutlak olarak ele geçirebiliyor ve son duruş-
mada siyasi iktidardan uzaklaştırdığı burjuvazinin sosyal ve ekonomik ik-
tidarının gereklerini yerine getiriyordu.
Bonapartizm 19. yüzyılda, Avrupa’da bile bir istisna sayılırdı. Ne var
ki, Bonapartizm 20. yüzyılda, bir istisna olmaktan ziyade bir kural olarak
ortaya çıktı.20. yüzyılda, uluslar sanki bir zamanlar doğadaki bazı can-
lı türlerinin 300 milyon ve 60 milyon yıl önceleri arasında, yani şu di-

119
Denemeler

nazorlar çağında bir gigantanomi “hastalığına” yakalanması benzeri, bir


Bonapartizm hastalığına yakalanmış gibidir. Zengin batı ülkeleri hariç ki
orada da özellikle iki savaş arası dönemde zaman zaman ortaya çıkar, bü-
tün dünyadaki rejimlerin neredeyse tamamı Bonapartist karakterdedir.
Tarihin bu girdabını yaratan son duruşmada, geri bir ülkede gerçek-
leşen bir devrimin, tarihsel koşullar yeterince uygun olmadan bir sosya-
list devrime dönüşmek zorunda kalması ve bunun da tecrit olup yayılama-
masıdır. Bu hastalığın çıktığı yer Sovyetler’dir. Geri bir ülkede işçi sınıfı-
nın iktidara gelmesi, ama bu devrimin tecrit olarak kalması ve ileri ülke-
lerde devrimlerin gerçekleşmemesi ve de savaş, iç savaş koşullarında bu
işçi sınıfının zayıflaması hatta fiilen yok olması, Rusya’da Stalinizm de de-
nen, bürokrasinin iktidarına dayanan Bonapartist karakterde bir rejimin
ortaya çıkmasına yol açtı. Bu bonapartizm, işçi sınıfının zayıflığının sonu-
cu olarak başarı kazanmıştı. Ama bu Bonapartizm, bir kere ortaya çıktık-
tan sonra, Ekim devriminin prestiji aracılığıyla, bütün dünyada işçi hare-
ketini de darmadağın edip kendi dış politikasının araçlarına dönüştürün-
ce, modern işçi sınıfı iradesini yitirdi; niceliği dünya çapında aksine elver-
mesine rağmen, bağımsız bir sınıf olmaktan çıktı. Yani Rus işçi sınıfının
fiili yok olmuşluğunun ve zayıflığının ürünü olan Stalinizm bir kere orta-
ya çıktıktan sonra bu zayıflığı dünya çapında pekiştirdi ve yaydı. Böylece
tüm dünya çapında öznel nedenlerle işçi sınıfının bir zayıflık ve iradesiz-
liği; bağımsız bir program ve ideolojiden yoksunluğu durumu ortaya çık-
tı. Ve bütün bu sürecin sonuçları tekrar nesnel koşullar olarak ortaya çık-
tı. Tıpkı yuvarlanan bir kartopu gibi, bizzat kendi sonuçları kendi var oluş
koşullarını pekiştiren ve güçlendiren bir süreç. Çin, Yugoslavya, Vietnam
gibi ülkelerdeki devrimler, işçi sınıflarının zayıflığına ek olarak, Sovyet
Bonapartizminin de desteği, baskısı ve örneğiyle hızla Bonapartist dikta-
törlüklere dönüştüler.
Diğer yanda, burjuva karakterli devrimler de, Türkiye’deki Kemalizm,
Arap ülkelerindeki Baas’çı, Nasır’cı veya diğer Üçüncü Dünya devletlerin-
deki rejimler de, Burjuvazinin zayıflığı koşullarında birer Bonapartist rejim
karakteri aldılar ya da baştan o karakterde doğdular. Atatürk’ten Nasır’a,
Nkrumah’tan Sukarno’ya bir saat intizamıyla hep aynı süreç işledi.
Burjuvazi ya da proletarya, bu iki modern sınıf, bir sınıf olarak poli-
tik iktidara, ancak demokrasi ve iktidarın seçilmiş kurumlarda bulunması
aracılığıyla egemen olabilir. Hâlbuki bütün geri ülkelerde, demokrasinin
ve seçilmiş organların yokluğu veya gerçek iktidarla ilgisi olmayan ayıbı
örten asma yaprakları olması söz konusudur. “Doğu”daki Bonapartizmler,
işçi sınıfının zayıflığına dayanıyorduysa, batıdaki Bonapartizmler de bir

120
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

bakıma burjuvazinin zayıflığına dayanıyordu. Ne var ki, aynı zamanda,


doğu ve Batı arasındaki denge durumu da, dünya ölçüsünde, Bonapartist
rejimlerin varlığı için uygun bir hareket alanı oluşturuyordu. Bağlantısızlar
hareketinin aynı zamanda bu rejimlere dayanması da rastlantı değildir.
Yirminci yüzyılın bütün geri ülkelerdeki yaygın Bonapartizmi bir bakı-
ma, paradoksal olarak zayıf burjuvazileri göz önüne getirilirse, 19. yüzyıl
Bonapartizminin aksine, “Burjuvazi henüz yönetemiyor” ve keza işçi hare-
ketinin uğradığı darmadağın oluş göz önüne getirilirse, “işçiler artık yöne-
temiyor” diye tanımlanabilir. Burjuvazi ve İşçiler için, objektif ve sübjektif
koşullar yer değiştirmiş gibidir.
Sovyetler ve ABD, Doğu ve Batı arasındaki denge durumu da bu Bona-
partizmin varlığının ve yaşamasının bir koşuluydu. Bu Bonapartist rejimle-
rin bu dengelere oynaması ve kısmi bir hareket alanı kazanması, Sovyetler’e
egemen Bonapartist bürokratik kast açısından destek ve hareket alanının
genişlemesi anlamına geliyordu. Böylece aslında hiç ilgileri olmaması-
na rağmen, bu rejimler, Sovyet dış politikasının ihtiyaçlarına uygun ola-
rak Antiemperyalist veya milliyetçi olarak tanımlanıyorlardı. Yine Sovyet
bürokrasisinin ideolojik kaygılarının yanı sıra, Sovyet dış politikasının bu
Bonapartist rejimlerle ittifak ihtiyaçlarına da uygun olarak, sosyalist ve işçi
hareketleri bizzat bu rejimlerin destekçisi yapılıyor, sosyalistler ve işçiler
bütün 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi ve sosyalist hareketin bayrağı olmuş
“Demokratik Cumhuriyet” parolasını bile unutuyor; Bonapartist rejimlerle
adeta bağımsızlık ve milliyetçilik yarışına giriyorlardı.
Sosyalist hareketin yaşadığı bu paradigma değişimi sonuçları bakımın-
dan en tehlikeli ve korkunç olanıydı. Böylece Sosyalist hareketler bizzat bu
Bonapartist rejimlerin birer desteği haline dönüşüyordu. Böylece sosyalist-
ler tüm toplumdaki memnuniyetsizleri devrimci ve radikal bir demokrasi
bayrağı altında birleştirme olanağını tümden yitiriyorlar, bürokratik kast-
ların denge hesaplarında basit bir piyon durumuna düşüyorlardı.
Bugün bu Bonapartizmin toplumsal temeli büyük ölçüde aşınmış bulu-
nuyor. Birincisi artık dünya çapındaki Doğu-Batı dengesi yok. Avrupa ve
Amerika çelişkileri bu Bonapartist kastlara çok sınırlı bir hareket olanağı
sağlıyor.
İkincisi, işçi sınıfı ve ezilen halklar, Sovyetlerdeki rejimin yıkılmasıy-
la, Stalinizmin yarattığı tahribata ek olarak, tam bir güvensizlik ve yılgın-
lık ve bunun yanı sıra zengin ve fakir ülkelerin işçileri olarak çok tehlike-
li bir bölünmüşlük içinde. Dünya ölçüsünde ve her ülkede tam anlamıyla,
kendisi için bir sınıf olmaktan çıkmış kendi kendine bir sınıfa dönüşmüş
durumda. İşçi sınıfı, doğuşundan Ekim devrimine kadar kat ettiği yolu ol-

121
Denemeler

madı baştan, ama bu sefer dizleri üzerinde kat etmek zorunda tekrar ba-
ğımsız bir sınıf olarak ortaya çıkabilmek için. Artık ne bağımsız bir ide-
olojisi, ne bağımsız bir programı, ne de örgütlülüğü var. Bu durumdan ne
zaman çıkacağı da belirsiz. Bu durumda işçiler burjuvazi için bir tehlike
olmaktan çıkmış bulunuyor. Zaten ezilen sınıflar burjuvaziyi korkutacak
hiçbir şey yapamıyor ve yapmıyor. Güney Afrika’dan Doğu Almanya’ya
ya da Nikaragua’dan Brezilya’ya işçiler ve ezilenler hiçbir yerde kapita-
lizmi yıkmaya cesaret edemiyor. Kapitalizme bir alternatifi düşünmüyor-
lar bile. İçiler realist insanlardır, bugünkü koşullarda böyle bir şeye giriş-
tikleri takdirde hiçbir şanslarının olmadığını herkesten daha iyi bilmekte-
dirler. En fazla istedikleri kapitalizm çerçevesinde daha adil ve demokra-
tik bir düzen.
Buna karşılık burjuvazi, bu arada hem büyümesi ve güçlenmesi; hem
de tarihsel zaferi ve işçi sınıfının sıfırlanması nedeniyle, tekrar kendine
güvenini kazanıyor. Ezilen sınıflardan eskisi kadar korkmuyor. Artık güçlü
bir devlete dayansa da, burjuvazi iktidarı parlamenter araçlarla sınıf olarak
sürdürebilmek için daha elverişli koşullara sahip bulunuyor.
İşçi sınıfının bir tehlike olmaktan çıkması ve artık burjuvazinin on-
dan korkmaması; hatta kriz dönemlerinde kestaneleri ateşten çıkarmak
için ona kısmen politik iktidarı bile bırakacak güce ve esnekliğe ulaşması;
buna karşılık işçilerin iktidarı almaktan ve sosyalist dönüşümler yapmak-
tan korkması, bütün dünyada adeta bütün devrimci hareketler ve toplumsal
hareket canlanmaları sosyal devrimlerden ziyade, parlamenter rejimlere
dönüşmelerle yol alıyor. Bonapartizmin bu tarihsel konjonktürdeki sosyal
temelinin yok oluşu ve parlamenter rejimlerin yaygınlaşması, yüzeyde bir
değerlendirmeyle, zamandaşlığa bakarak, onun globalleşmenin bir ürünü
gibi görülmesine yol açıyor. Bunların bambaşka toplumsal ve ekonomik
güçlere bağlı, süreçler olduğu görülmüyor. Ama bizzat bu yaygın kanının
kendisi de burjuvazinin artan gücü ve ideolojik egemenliğinin bir ifadesin-
den başka bir şey değildir. Dünya burjuvazisindeki bu kendine güvenin en
son örneği, ABD’nin Irak’ta atadığı konseye bir de Komünist almasıdır.
Bu genel tablo içinde, Türkiye’deki Bonapartizm en çok direnenlerden
biri. Bu direnişte elbette onun müthiş esnekliği, parlamentarizmi iyi kulla-
nabilmesi ve Türkiye’nin uluslar arası dengelere oynamaya iyi imkân sağ-
layan stratejik konumu gibi etkenler var. Bunun yanı sıra, Türkiye’deki sı-
nıflar ve politik güçler de hala, “üzerlerine bir kâbus gibi çöken geçmişin
mirasıyla” davranıyorlar. İşçiler ve sosyalistler Sovyet bürokrasisinin dış
politika ihtiyaçlarına uyan ve bir zamanlar iyi kötü yine de Emperyalizme
karşı dengeleyici bir işlev gören eski bağımsızlık ve anti-emperyalizm pa-

122
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

radigmalarıyla nesnel olarak Türkiye’deki Bonapartizmin yedeği işlevini


görüyorlar. Burjuvazi ise eski korkaklığını ve pısırıklığını sürdürüyor. Kürt
özgürlük hareketi ise bu durumda yapayalnız kalıp kapatıldığı gettonun du-
varlarını yıkamıyor. Bütün bunlar hepsi birlikte, Bonapartist rejimin gide-
rek daralan bir alanda da olsa, çeşitli dengelere oynayarak varlığını sürdür-
mesini mümkün kılıyor.
Bu rezil ortamda, kimi sosyalistlerin, hala iyimser, mücadelenin yük-
seldiğine, kapitalizmin yıkılacağına ilişkin tablolar çizmesi sosyalist hare-
ketin düştüğü sefil durumun sadece bir yansıması olarak görülebilir.
İyimserler olası dünyaların en iyisinde yaşadıklarını düşünürler. Kö-
tümserler ise, bunun doğru olmasından korkarlar. Çünkü o iyi görülen
dünya, olasıların en kötüsüdür. Gerçeğin dayanılmazlığı ancak hayal gü-
cünün aynasında görülebilir. Bu nedenle kötümserlik devrimci bir erdem-
dir. Türkiye’nin devrimcileri ve sosyalistleri, kötümser değiller, çünkü ha-
yal güçlerini yitirmişler. Dolayısıyla ne devrimciler ne de sosyalistler.
21 Temmuz 2003

123
Denemeler

124
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Sıfırın Değeri

Osmanlı bir dünya imparatorluğu olduğundan ve İstanbul’u ele geçirdiğin-


de, binlerce yıllık uygarlıklar zincirinin son halkaları olan Yunan, Roma,
Bizans uygarlıklarının mirası tarafından fethedildiğinden, Mustafa Kemal
gibi en sıradan Osmanlı generallerinin durum değerlendirmeleri okundu-
ğunda, Cumhuriyet döneminin generallerine göre, belli bir klâs farkı, belli
bir ufuk genişliği görülür. Cumhuriyet ise bizzat o Mustafa Kemal’in yap-
tığı “devrimlerle” hem bu antik uygarlıkların hem de modern burjuva uy-
garlığının mirasıyla bağları kalmadığından, taşralılık tüm ülkenin hayatı-
na damgasını vurduğu için, Cumhuriyet döneminin en parlak subay ve ge-
nerallerinin bile, en sıradan Osmanlı generalleri yanında üçüncü sınıf kal-
dığı görülür. Atatürk’ün Türk ordusunca hala böyle yarı tanrı ve dokunul-
maz tabu görülmesinin ardında, birçok diğer faktörün yanı sıra, taşralılı-
ğın uygarlığa duyduğu bu hayranlık ve onu kavrama ve aşma yeteneği ol-
mayan kültürel sığlık da belli bir etkiye sahiptir. 27 Mayıs’ı yapan subaylar,
“Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitaptan başka bir kitap okumamışlar-
dı. Sonrakilerin daha farklı olduğu söylenemez. Emekli olan generallerin
son günlerde basına yansıyan veda konuşmaları ortada pek fazla bir değiş-
me olmadığını göstermektedir.
O anlı, şanlı, insanların ve ülkenin kaderi iki dudaklarının arasında
olan generallerin, sırtlarından üniformaları çıkarıp konuştuklarında ettik-
leri sözlerin, kahve köşelerinde pinekleyen emekli memurlarınkinden bile

125
Denemeler

geri olduğunu görenlerin hayal kırıklıklarının birçok örneği gazete kolek-


siyonlarında bulunabilir.
Ne var ki, son günlerde, şimdiki Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün
konuşma ve mesajları okunduğunda, kullandığı imgeler, kavramlar ve ele
aldığı sorunlara bakıldığında diğer Cumhuriyet dönemi generallerine göre
nispeten daha farklı bir profil çizdiği; aynı zamanda bu konuşmaların, çok
ince dengeleri yansıttığı, daha az hamasi ve daha politik olduğu da görül-
mektedir. O belli ki, bugün başında olduğu kastın içinde biraz farklı bir
kültürü ve eğilimi yansıtıyor. Bu eğilim, kimi gazetelerin bile manşete çı-
kardıkları diyalektik formülasyonla şöyle özetlenebilir: “Var olanı sürdür-
mek istiyorsak değişmek zorundayız”. İnsanın, Genelkurmay Başkanı da
diyalektikçi olmuş diyesi geliyor. Eh her zaman eski Marksistler Atatürk-
çüleşecek değil ya, Atatürkçüler de biraz diyalektikçileşecekler ki borçla-
rını ödesinler.
Özkök, son konuşmasında da anlaşılan oyun teorilerinden esintiler taşı-
yan şu sözleri ediyor:
“Hiç olmama ile belki olur arasında çok büyük fark vardır. Sıfırı
istediğiniz kadar katlayın sıfırdır. Sıfırla bir arası, bir ile iki arasına
baktığınız zaman sıfırla bir arası çok büyüktür. Milli Piyango gibi,
bir şey almazsanız asla çıkmaz. Ama alırsanız belki çıkar. Bu da bir
mantıktır, dış ilişkilerde sıfır çok tehlikeli.”
Bunun söylendiği bağlamdaki anlamı, “Eğer Irak’a asker yollamazsak,
hiçbir şey kazanamayız, ama asker yollarsak, en azından kazanma olası-
lığımız olur.”
Koca Genelkurmay Başkanı, Türkiye’nin insanlarını kumar oynamaya
çağırıyor. Ve bunun için de, sıfırı harcıyor. Sıfırı, hiç olmamak olarak ta-
nımlıyor. Bu ne matematiğin sıfır tanımıdır ne de fiziğin. Modern fizikte
hiçlik diye bir şey yoktur. “Hiçlik” denen şeyde belirsizlik ilkesi gereğin-
ce virtüel parçacıklar oluşur ve bunlar birbirini yok eder ve bu böyle gider.
Matematikte sıfır ise, her hangi bir rakamın yanına geldiğinde, onu on
misli büyültür ya da küçültür. Sıfırın keşfi ateşin ve tekerleğin keşfi gibi,
insanlık tarihindeki en önemli birkaç büyük keşiften biridir. Sıfır olmasay-
dı ne bugünkü matematik, ne cebir, ne eksi sayılar, ne uzay gemileri, hiç
biri olmazdı.
İnanmayan, sıfır kavramı olmayan Romen rakamlarıyla, bırakalım
çarpma ya da bölmeyi bir yana, biraz toplama veya çıkarma yapmaya kalk-
sın ne dediğimizi anlar. Sıfır “hiç” değildir, sıfır eksiler âleminin sonu, ar-
tılar âlemine geçilen sınırdır.

126
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Sıfır olmasa, o imgede kullanılan oyun teorileri dâhil hiçbir şey olmaz-
dı. Çünkü her kazanç bir kayıptır da. Piyangodan çıkacak kazanç kimin
kaybı olacaktır? Yine o oyun teorilerine göre, toplamı sıfır olan bir oyun
olmayacak mıdır bu?
Bugün yapılması gereken aslında tam da sıfırın değerini bilmektir.
Ancak o takdirde eksilerden artılar âlemine geçilebilir. Sonu tüm insanlık
ve bölge halkları bakımından sıfır kazançlı bir kumardan ise, bunların hep-
sinin kazanacağı başka modeller de vardır.
Örneğin Irak’taki bütün Türk kuvvetleri derhal çekilmeli. Türkiye’deki
Kürtlere tüm özgürlükler tanınmalı. Derhal politik bir af çıkarılarak,
Öcalan ve gerillaların yasal olarak politika yapma olanakları sağlanmalı;
ulus dil, kültür ya da etniyle değil, yurttaşlıkla tanınmalı. Diyanet derhal
kapatılıp, dini görevlilerin maaşlarının, tıpkı Alevi dedeleri gibi, cemaatle-
rin özgür bağışlarıyla karşılanmaları sağlanmalı. Orduda derhal büyük öl-
çüde asker indirimi yapıp harcamalar yatırımlara, eğitim ve sağlığa akta-
rılmalı. Kaymakamlık, valilik gibi Osmanlı kurumları lağvedilip, mahal-
li yetki seçilmiş yöneticilere ve meclislere geçmeli, vb. bunlar uzatılabilir.
Bunlar yapıldığında hem kumar oynanmamış olur hem de sadece Tür-
kiye’de değil, Orta doğu’da refah, özgürlük, kardeşlik ve iyimserlik, önleri-
ne, o beğenilmeyen sıfırlar geldiğinden, on misli, yüz misli büyür.
Kumara gerek yok. Sıfırı hiç kabul edenler, eksiler âlemindeki rakamla-
rı kazanç sanırlar. Bilmezler ki o âlemde rakamlardaki büyüme eksilerdeki
bir büyümedir. Çünkü onlar sıfırın öbür tarafında bir artılar âlemi olduğu-
nu bilmezler.

127
Denemeler

128
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Minima Politika

Bu yıl Adorno’nun, Marksizm’in Yirminci Yüzyılda yaşamış son büyük


dâhilerinden birinin, doğumunun yüzüncü yılı. Bu, Tarihsel Maddecilik
Site ve Dergisi’nde, Adorno üzerine geniş kapsamlı bir değerlendirme yaz-
mak için iyi bir vesile diye düşünüyordum.
Sanılanın aksine, yazma okumanın sonucu değildir, okuma yazmanın
sonucudur. Bir konuda yazmaya niyetlenmek o konuda okumaya niyetlen-
mek demektir. Ama esas verimli okuma, yazma eylemi esnasında gerçek-
leşir. Ve bizzat o yazma eyleminin yön verdiği okuma, yazmaya yeni pen-
cereler açar, esinler sunar.
Bu nedenle, uzunca bir süredir el altında bulunması için boş vakitle-
rimde, malzeme topluyordum. Evdeki Adorno, Frankfurt Okulu ve bağlan-
tılı kitapları ayırmış bir yere yığmış; internette, Türkçe ve Almancada ne
var ne yok diye bir tarama yapmış ilginç gördüklerimi emniyete almış hat-
ta bazılarını basmıştım. Ama doğru dürüst bir şey de yoktu. Aslında umu-
dum beni Adorno üzerine yazı yazma işinden kurtaracak, henüz ifade ede-
mediğim, ama sezdiğim, yazmak istediklerimi yazmış, söylemek istedik-
lerimi söylemiş bir yazıyla karşılaşmaktı. Yoktu böyle bir yazı ya da var-
sa bile rastlamadım.
Öyle çok yapılacak iş, yarım kalmış yazı, başlamaya bile zaman bula-
mamış proje var ki, günler yüz saat olsa ve daha yüz yıl yaşasam, şu an
yarım kalmış olanları ve başlayamadıklarımı bile tamamlayamam. Ya her

129
Denemeler

yeni önemli olayla veya öylesine düşünürken daha akla geliverecekler? O


nedenle yazılması gerekeni içeren, aradığım gibi bir yazı, en azından, yine
muhtemelen yarım kalacak bir projenin suçluluk duygusundan kurtarır
umuduyla, arandım durdum.
Yazıya başlamadan önce, yazıda kullanılabilecek, lazım olacağı az çok
kestirilebilen malzemenin el altında bulunması gerekir. Bu tıpkı bir inşaat
yerine, daha inşaat başlamadan önce, gerekli malzemeyi ve aletleri yığmak
gibidir. İşin seri yürümesi için. Bu nedenle, Adorno’nun doğumunun yü-
züncü yılı vesilesiyle yapılmış yayınlar hakkında bir fikir sahibi olmak ve
içlerinden çok ilginç gördüğüm bir ikisini almak için, Üniversite civarında-
ki Heinrich Heine Kitabevi’ne gitmeye karar verdim.
Altona’daki kitapçılarda yoktu bu kitapların hiç biri. En çok satanlar,
ilk onda bulunanlar, yemek, seyahat kitapları vardı, ama Adorno üzerine
bir şey yoktu. Liberter görüşlere eğilimli eski bir altmış sekizlinin kitapçı
dükkânında da biri resimli iki biyografiden başka bir şey yoktu.
Gerçi şimdi artık en fakir kitapçıdan bile istediğiniz kitabı alabilirsiniz.
Ertesi gün elinizdedir kitap. Kitapları eskisi gibi yığılı biçimde el altında
bulundurmaktansa, müşteri isteyince birkaç saat veya en geç ertesi gün
teslim edilmek üzere sipariş etmeyi tercih ediyor kitapçılar. Böylece, ser-
mayelerini mala bağlamamış oluyorlar, depo, düzenleme ve koruma gibi
masraflardan kurtuluyorlar ve kâr oranlarını yükseltiyorlar.
Bu, kitapçının diğer her hangi bir malı satan dükkândan farkının kalma-
ması oluyor. Eskiden kitapçılık, sadece bir ticaret, bir ekmek kapısı değildi.
Pek kâr da bırakmazdı aslında. Bir idealizm gerektirirdi. Kitapçı en iyi
okuyucuydu da. Çoğu kez iyi bir okuyucu olduğu için kitapçılık yapıyordu
insanlar. Hele o Anadolu kasabalarındaki, taşra bezirgânlığının o boğucu
atmosferine karşı, açılmış bir pencere gibi, neredeyse bir örgütlenme ve
aydınlanma merkezi gibi işlev gören kitapçıları hiç anmayalım bile.
Kitabı insan görmeli, içinden bazı şeyler okumalı. Onunla flört etmeli.
Öpüşüp koklaşmalı. Bakmalı, kendini dinlemeli içinde bir şeyler kımıldı-
yor mu diye. Kimi zaman insan bir kitabı adını ilk duyduğunda, kapağını ilk
gördüğünde, içindekilere ilk baktığında âşık olur. İçinde bir şeyler kımıldar,
bir heyecan, onu bir an önce alıp onunla yalnız kalabilmek için dayanılmaz
bir tutku kaplar. Ama bu bile yaşlandıkça azalıyor gibi. Gençliğimde, öyle
çok yaşardım ki bunları. Her kitapçıya girişimde, her sahaflardan geçişimde
başımı döndüren bir kaç kitaba rastlar, oradan sarhoş gibi çıkardım. Şimdi
artık, çok nadir öyle ilk görüşte veya “son bakışta aşk”lar.
Aslında kitapçı kitap almak için de değildi. Hangi kitapların okunması,
hangi kitapların alınması gerektiğine dair bir fikir edinmek içindi.

130
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bir toplumun ve ülkenin fikir hayatı hakkında en iyi, en doğru ve en


sağlam bilgiyi o ülkede basılan kitaplardan, aydınların yayınlarını izledi-
ği yayınevlerinin yayınladığı kitaplardan anlaşılabilir. Bir kitapçının ser-
gisindeki kitaplar, bir kitabın içindekilerden çok daha fazla bilgi verir in-
sana. Bir dostum, “resim okumak”tan söz etmişti. Resimlere bakıp, insan-
ların duruşları, giyinişleri, bakışları, saçları vb.den hareketle o resmi oku-
mak. Benzer şekilde “kitap sergisi okumak”tan da söz edilebilir. İyi resim
okuyucusu olduğumu söyleyemem, ama iyi kitap sergisi okuyucusu, iyi ki-
tapçı vitrini; iyi bir kütüphane okuyucusu olduğumu söyleyebilirim.
Bir eve ilk girdiğimde de böyledir bu. İlk önce kitaplara bakarım. O ki-
taplar, onların dizilişi, adları, evin içindeki yerleri, hâsılı onlarla ilgili her
şey. Saatlerce konuşmayla edinemeyeceğiniz bilgiyi birkaç dakikada edi-
nebilirsiniz.
Tıpkı her evin kütüphanesi gibi, her kitapçının sergisi de başkaydı. O
sergi, sadece o ülkedeki insanların ve entelektüel hayatın bir iz düşümünü
vermez, kitapçıyı da anlatırdı.
Bütün bunlar yok oldu, artık en çok satan on listeleri var. En çok satan
on roman. En çok satan bilimsel kitap vb. vb. Hatta her kitapçıda, en çok
satanlar listesi yapanların, örneğin Almanya’da Der Spiegel, standardize
edilmiş birer köşesi var. Hiç bir kitapçının diğerinden farkı yok. Bir kitap-
çıyı okumanız yeter. Onu ülkedeki kitapçıların sayısıyla çarpabilirsiniz.
Ama o kitapçıdan o ülkenin entelektüel hayatındaki eğilimler hakkında
değil, en çok satanlar, en çok para getirenler hakkında bir fikir edinebi-
lirsiniz. Ya da şöyle diyelim, o ülkedeki aptallaşmanın derecesi hakkında.
Artık kitaplar insanları aydınlatmıyor, aksine dünyayı karartıyor. Onlar da
giderek, analitik düşüncenin taşıyıcıları olmaktan çıkıyorlar, televizyonun,
sansasyonel basınının özelliklerini kazanıyorlar. Sadece kitaplar değil, ki-
tapçılar da. Yine de kitabın yapısı, kapitalizmin ona yüklediği bu aptal-
laştırıcılık işleviyle belli bir çelişki içeriyor. Ve zaten bu çatlaklar olmasa,
dünyada soluk alacak hiçbir yer kalmayacak.
Her neyse, nereden nereye geldik. Heinrich Heine, yine de bu eski dün-
yanın son kalıntılarından, yaşayan fosillerinden biri sayılabilirdi. Ayrıca
biliyordum, bir kere yıllarca önce, bir arkadaşımla yine Adono’nun bir ki-
tabını almak için gitmiştik. Oradaki adam Adorno’nun kitaplarına baktığı-
mızı görünce, bir konuşma vesilesi yaratmak için, ama aynı zamanda ra-
hatsız etmekten de korkarak etrafımızda dolanıp durmuştu. Nihayet sonun-
da arkadaşım bir şey sorunca, bize saatlerce Frankfurt okulu ve Adorno
hakkında, hatta yayınlanmış kitaplar, baskıları vb. hakkında bile ancak bir
kitap kurdunun bilebileceği şeyleri, kitap satmak isteyen bir satıcı olarak

131
Denemeler

değil; kendi ilgisini, tutkusunu paylaşabileceği birilerine rastladığı için, sa-


atlerce anlatmıştı.
Ayrıca, orada çalışan bir tanıdığımdan, bu kitapçının iç dünyasını da bi-
liyorum. Çalışanların söz sahibi olduğu bir kooperatif gibi işleyen bu kitap-
çının artık ilk kuruluşundaki ilkeleri birer birer ayaklar altına almak zo-
runda kaldığı öyle davranmadığı takdirde kapanacağı ve çalışanların da iş-
siz kalacağını; o çalışanların bizzat kendi oylarıyla bir kapitalistin kendile-
ri hakkında verecekleri kararları verdiğini, artık hiç kimsenin saatlerce bir
müşteriyle Adorno üzerine konuşamayacağını biliyordum.
Ama yine de o eski geleneklerin öyle kolay kolay da yok olamayacağı-
nı, bir büyük şehirde iyi kötü bu son kalıntıları bir süre daha sürdürmeye
yetecek, ölümü geciktirecek belli bir müşteri kitlesinin olduğunu da düşün-
düğüm için, o bodrum katındaki kitapçının, girince soldaki felsefe bölü-
münde, aşağı yukarı bütün yayınlanmış kitapları bir arada görebileceğim-
den emindim.
Ayrıca nice olmuştu, şu son birkaç yılda, Türkiye ve Kürdistan politika-
sına yoğunlaşma nedeniyle, pek az uğrayabilmiştim bu kitapçıya. Eskiden
her hafta gelir. Birkaç saatimi, kitapları karıştırarak geçirirdim. Yeniden
bir başlangıç da olurdu. Epey uzak kalmıştım Alman düşün hayatını uzak-
tan da olsa izlemekten.
Günlerdir düşünüyordum. Ama bir türlü fırsat çıkmıyordu. Sonunda
vücut isyan edip, yine ağrılar başlayınca, bir şey yazamaz hale gelince,
fırsat bu fırsattır diyip bisiklete atladım ve güneşli ve serin bir havada, ki-
tapçının bulunduğu Üniversite’nin ve Heine’nin olduğu yerlere gittim.
***
Üniversite’nin bahçesinde, eski kitapların satıldığı sergiler vardır. Bu ser-
giler de ilginçtir. Üniversiteyi bitirenlerin, o öğrencilik yıllarında aldıkla-
rı ve artık “hayata atılış”ın başında, unutulmak istenen bir gençlik günahı
gibi elden çıkardıkları veya bitirdikten sonra bir süre daha ellerinde tutup,
hayatlarında belki geç kalmış yeniden bir düzenlemeye gittiklerinin; daha
doğrusu yenildiklerinin, teslimiyetlerinin bir belgesi gibidir bu eski kitap
satan kitapçılar.
Kapitalist toplumun karşı konulmaz zaferlerinden, tek tek insanların
hayatındaki zaferlerinden elde ettiği ganimetlerdir onlar. Birer teslimiyet
anlaşması gibidirler. O nedenle, bu sergilere de bakarım bir savaş alanında,
yenilmiş bir ordunun yaralılarının ve cesetlerinin arasında dolaşır gibi bu-
lurum bazen kendimi.

132
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Seksenli yıllarda, bu sergilerde en çok Maocu gelenekten gelenlerin el-


den çıkardığı kitaplar olurdu. Aynı yıllarda yine, Doğu Almanya’da basıl-
mış eski DKP’lilerin kitapları da çok olurdu. Belli ki, altmışların sonunda
radikalleşmiş, yetmişleri bir K grubunda geçirmiş ve artık yenilgiyi kabul
etmişlerden kalanlardı bunlar. Şimdi hiçbir belirginlik yok. Sadece ders ki-
tapları veya derslerle ilgili olarak alındığını hissettiren kitaplar. Belli ki,
şimdi kitaplarını satan kuşağın, öyle politikayla toplumsal sorunlarla ilgi-
si olmamıştı pek. Onlar daha baştan yenilmiş olduklarından, onlar için bir
yenilgi anlamı taşımamıştır bu kitapları satmak.
Kitap sergilerinin yanında bir de çorap sergisi vardı. Eskiden de vardı,
hala var. Bu hala çözemediğim bir bağlantıdır kitap ve çorap bağlantısı. Niye
çorap da başka bir şey değil. Her seferinde bu düşünce geçer kafamdan.
Birden bire, çorapçı sergisinin yanındaki merdivenlerde oturan bir ada-
mın, bana tanıdık tanıdık baktığını, bir şeyler söylemek istediğini fark et-
tim. Bana da sima yabancı gelmiyor gibi. Ama hafızam zayıf ve hatırlaya-
mıyorum.
“Merhaba, tanışıyoruz galiba, ama çıkaramadım” dedim.
“Merhaba. Ben sizi tanıyorum Gazete’den. Bir iki kere de gördüm. Siz
beni tanımazsınız.”
“Bu çorap sergisi sizin mi?”
“Yok, ben Üniversite’de işçi olarak çalışıyorum. Hanım burada çorap sa-
tıyor. (Tezgâhın öbür tarafında çorapları düzenleyen eşini gösterdi.) Şimdi
öğle paydosu, buraya geldim. Nasıl gidiyor? Ne yapıyorsunuz?”
“Valla uğraşıyoruz işte. Çalış, yaz çiz. Yazıp duruyoruz. Görüyorsu-
nuzdur.”
“Gerçi siz daha iyi bilirsiniz.
“Estağfurullah”
“Siz yazarsınız daha iyi bilirsiniz. Ama bu Amerika’nın Irak’ı işgali biz
Kürtler için iyi oldu. Sosyalizm olsaydı, Sovyetler olsaydı, size kalsaydı biz
Kürtler daha sittin sene gün yüzü göremezdik. Siz yazarsınız, benden daha
iyi bilirsiniz, ama ben böyle düşünüyorum.”
“Ben de bu gelişmeler üzerine yazıyorum zaten.”
“Bakın şimdi ben akşam eve gidiyorum. Üç tane Kürt kanalı var. PKK
var, Medya TV, Barzani’ninki var... İstediğimi açıyorum. Dün akşam Bar-
zani’ninkinde (burada adını hiç duymadığım ve hatırlayamadığım bir Kürt
şarkıcının adını söyledi) vardı. İki saat onu izledim. Eskiden mümkün
müydü? Evet, Amerika’nın bu Irak işgali biz Kürtler için iyi oldu. Siz ya-
zarsınız. Benden daha iyi bilirsiniz, ama bu dediklerimi yazın. Ben böyle
düşünüyorum.”

133
Denemeler

“Tamam, söz yazacağım.”


“Buyurun oturun, bir çay için.”
“Yok, teşekkür ederim. Kitapçıya gidiyorum. Orada işim var.”
***
Bu Kürt işçinin ifade ettiği görüşler bir istisna değil. Diasporada yaşayan
yüz binlerce Kürt şimdi böyle düşünüyor. Bu diaspora ayrımı önem taşı-
yor. Çünkü bütün dünyada olduğu gibi diasporadakiler her zaman, aslında
gerçek günlük yaşamlarıyla ilgisiz, ama tam da iş gücü pazarının yol açtı-
ğı muazzam göç dalgalarının bir sonucu uzaktan bir milliyetçiliğin en mili-
tan taraftarı olurlar. Amerika’daki İrlandalılardan, Japonya’daki Korelilere
kadar bu değişmez.
Bu işçi, günlük yaşamında Almanya’da yaşayan her hangi bir insan-
dan farklı değil. Euro kullanıyor. Aynı otobüslere biniyor. Muhtemelen bir
otomobili var. Çocukları diğer çocuklarla aynı kreş ve okullara gidiyor ve
muhtemelen Almanca’yı Kürtçe veya Türkçe’den daha iyi kullanıyorlar-
dır. Kendisi de bir daha hiçbir zaman, İster “Kürdistan”, ister “Orta Doğu
Demokratik Cumhuriyetler Federasyonu” olsun, oralara hiçbir zaman dön-
meyecektir. Belki yılda bir izinlerde gidecek ve yaşlandığında oturup için-
de yaşarım diye bir ev yapacak ve belki onda da hiç yaşamayacaktır.
Bu milliyetçilik, ister Kürt, ister Türk, İster Koreli, ister İrlandalı olsun,
ait olunduğu düşünülen ulusun ulusçuluğunu yaratan sorunlarla ilgili de-
ğildir. Bu iş gücü göçlerinin, modern azınlıkların ortaya çıkışının ortaya
çıkardığı bir fenomendir. Ama bu öz, tamamen kendisini var eden gerçek
problemle ilgisiz gibi görünerek ortaya çıkar. Buna ve bunun olası tehlike-
lerine Benedict Anderson bir yazısında değinmişti bir zamanlar.
Bu nedenle internetteki forumlar da yanıltıcıdırlar. Onlara yazanlar da
genellikle diasporada yaşayanlardır. Diaspora milliyetçiliğinin bütün belir-
tilerini dışa vururlar.
Bu nedenle, bu işçinin dedikleri, Avrupa’da yaşayan, Diaspora’da yaşa-
yan Kürtlerin ezici çoğunluğunun eğilimlerini yansıtsa da, diasporada ya-
şayanlar, Kürdistan’da yaşayan Kürtler’e göre çok küçük bir azınlıktırlar.
Dolayısıyla Kürdistan’daki gerçek eğilimlerin tam bir yansıması değildir.
Örneğin, Barzani ya da Güney Kürdistan’da yaşayan bir Kürt böyle ko-
nuşmaz. Konuşmuyor ve davranmıyor da zaten. Bir rezerv bırakır. Belli bir
bağımsız pozisyonu, bir hareket alanını korumak ister. Kuzey Kürdistan’da
ise durum daha da farklıdır.
Ama bu Kürt işçisinin dedikleri, aynı zamanda Kürtler arasında giderek
güçlenen bir eğilimi de dışa vurmaktadır. Seksenli yıllarda Almanya’da dil

134
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

kurslarına giderdim. O dil kurslarında, Doğu Avrupa’dan kaçmış, özellik-


le, Polonyalı, Macar öğrenciler olurdu. Onlardaki kapitalizm ve Amerikan
hayranı eğilimler belki çok aşırıydı ve ülkelerindekini doğru olarak yansıt-
mıyordu, ama aynı zamanda sonraki gelişmelerin de habercisiydi. O genel
tarihsel eğilimi de bir biçimde haber veriyordu.
Avrupa’daki Kürtlerin durumu da biraz böyledir. Evet, belli bir farklılı-
ğı içeriyor Güney ve Kuzey Kürdistanlılardan, ama aynı zamanda genel bir
tarihsel eğilimi de yansıtıyor.
Bu işçi aynı zamanda bir PKK-KADEK sempatizanı. Avrupa’daki PKK-
KADEK destekçi ve sempatizanlarının da büyük bölümü böyle düşünüyor.
KADEK buna daha ne kadar direnebilir ki? Şimdilik hala prestijiyle, hala
durumun belli bir belirsizliği korumasıyla bir ölçüde durumu idare ediyor.
Ama hareket alanı giderek daralıyor. Direndiği takdirde etkisini yitirecek-
tir. Yok, etkisini yitirmemek için eğilime ayak uydurduğu takdirde kendi
programını, ideolojisini, stratejisini, kimliğini.
Duvarın yıkılışının Devrimci Marksizm’e yaptığı etkiyi ABD’nin Irak
işgali, devrimci demokrasiye, yani PKK’ya yapacaktır.
Benzerlikler olağanüstüdür. Devrimci Marksistler bürokratik diktatör-
lüklere karşı muhalefetin yıllarca en önündeydiler ve onların terörünün
gerçek kurbanları oldular. Devrimci Marksistler bu ülkeler için, kapitaliz-
me dönüş değil, bürokratik kastın tasfiyesini; tüm özgürlüklere dayanan,
emekçilerin üzerinde yükselmeyen, onlara hizmet edecek demokratik bir
devlet sistemini, bütün özgürlükleri öneriyorlardı. Üretim araçları üzerinde
kamu mülkiyeti kalmalıydı. Planlama bürokratik bir idari işlem değil, her
düzeyde demokratik olarak belirlenmiş, üretici ve tüketicilerin kararlarına
dayanan bir kullanım değerleri üreten ekonomiyi yürütmeliydi. Bütün bu
uzun yıllar boyunca, daha sonradan kapitalizme dönüşün bayraktarlığını
yapacak olanlar, o bürokratik diktatörlüğün de tarafındaydılar çoğu kez.
Ama kapitalist dünyada bir işçi hareketinin ve sosyalist devrimin yük-
selmeyişi ki bu bizzat dünya çapındaki işçi sınıfının bölünmüşlüğünün de
bir sonucuydu, zengin ülkelerin işçileri sadece kapitalist yabancılaşma,
şeyleşme, hayatın parçalanması nedeniyle değil; artık dünya işçi sınıfının
imtiyazlı bir zümresi, beyaz işçiler zümresi oluşunun bir yansımasıydı ve
kapitalist metropollerin bu işçilere sağladığı yüksek refah ve özgürlükler.
Doğu Avrupa’da devrimci Marksist bir hareketin, bürokratik diktatörlüğü
tasfiyeye yönelik bir sosyalist devrimin gelişip güçlenmesinin bütün ön ko-
şullarını ortadan kaldırdı.
Bu öyle bir sonuç yarattı ki, Devrimci Marksizm aslında hiçbir güna-
hına ortak olmamasına hatta bizzat onun en büyük kurbanı olmasına rağ-

135
Denemeler

men, işçilerin bürokratik diktatörlükler karşısında, demokratik bir sosya-


lizmden yana değil, kapitalizmden yana tercih yapmaları nedeniyle, ken-
dileri de bu çöküşün altında kaldılar. Bütün o mücadele, o programlar ol-
mamışa döndü. Kimse hatırlamak, adını bile anmak istemiyor artık. Yanlış
mıydılar? Hayır. Belki eksikleri vardı. Belki henüz örneğin bir uygarlık
programı içermedikleri için eksiktiler, ama yanlış değildiler. Öyle bir uy-
garlığın temelini, üretim araçları üzerinde kamu mülkiyetini; meta üreti-
minin, kâra dayanan üretimin tasfiyesini ve tümüyle özgürlükleri; toplu-
mun üzerinde yükselmeyen ona hizmet edecek devlet cihazlarını savunu-
yorlardı. Bugün onların varlığını kimsenin hatırlamak bile istememesi, on-
ların yenilgisi yanlış olduklarını göstermez. Aksine, tarih, tersinden, bu-
günkü bütün savaşları, açlığı, ölen çocuklarıyla, o programın doğruluğunu
kanıtlamaya devam ediyor.
Bundan 15 yıl önce Devrimci Marksizm’in başına gelen şimdi Devrimci
Demokrasinin başına geliyor. Duvarın yıkılışı, nasıl devrimci Marksizm’i ol-
mamışa döndürdü ise, ABD’nin Irak işgali de PKK-KADEK çizgisinde ifa-
desini bulan Devrimci Demokrasi’yi olmamışa döndürecek gibi görünüyor.
PKK da, tıpkı bürokratik diktatörlüklere karşı yıllarca en önde müca-
dele eden ve onun en büyük kurbanlarını oluşturan Devrimci Marksistler
gibi, yıllarca Kürt ulusal kurtuluş hareketi içindeki en modern, en devrim-
ci, en radikal kanadı oluşturdu. Duvarın yıkılışı, onun sosyalizm sandı-
ğı Stalinizmin ideolojik kabuklarından kurtuluşunu kolaylaştırdı ve sos-
yalizmden uzaklaşma gibi görülen, aslında Stalinizmden kurtuluş ve dev-
rimci demokrasinin, burjuva aydınlanmasının ideallerine dönüşü, kendi sı-
nıfsal konumunun gerçek konumuna uygun bir ideolojiye ve programa geri
dönüşü yaşadı. Bütün bu dönem boyunca, Barzani’ler, Talabani’ler Türk
devleti ile birlikte ona karşı operasyonlar düzenliyor, operasyonlara katı-
lıyordu. Ankara hükümetinin verdiği pasaportları taşıyorlardı. Yani tıpkı,
doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratik diktatörlüklerin aracı olan, sonra
muhalefete ve onun başına geçecek olanların pozisyonundaydılar.
Nasıl Devrimci Marksizm, batı Avrupa veya ABD’de bir işçi hareketinin
yükselişi olmadığı ve batı Avrupa’nın yüksek hayat seviyesi ve sağladığı
özgürlükler ortamı nedeniyle, bir etki sağlayamaz duruma düştüyse, aynı
şekilde devrimci demokrasiyi de, yani PKK-KADEK’i de benzer bir kader
bekliyor gibi görünüyor. Eğer Türkiye’nin batısında, devrimci demokra-
tik bir hareket yükselse ve Kürtlerin ulusal taleplerini karşılasaydı veya
PKK-KADEK Türkiye’nin emekçilerini kendi demokratik programına çe-
kebilseydi bu Devrimci Demokrasi’yi Devrimci Marksizm’inkine benzer
bir akıbetten kurtarabilirdi.

136
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Hatta ABD’nin Irak’ı ele geçirmesi olmasaydı, ABD’nin Güney Kürdis-


tan’a sağladığı askeri koruma ve iktisadi desteğin ortaya çıkardığı refah ve
onun çekiciliği bile, belirsizlik nedeniyle, uzun vadede, PKK’nın Devrimci
Demokratik çizgisi Türkiye’nin ve Orta Doğunun diğer uluslarının emekçi-
lerini kazanma olasılığını yitirmesine yol açmazdı. Demokratik cumhuriyet
çizgisinin, ezen ulusun ezilenlerini kazanmak için, zamana ihtiyacı vardı.
Ne var ki, Irak’ın işgali ve ABD’nin Barzani ve Talabani’ye sağladığı
destek, bu şansın, bu olanağın da büyük ölçüde yitirilmesine yol açmış
bulunuyor. Kürtler tıpkı, duvarın yıkılışı öncesindeki Demokratik Alman
Cumhuriyeti işçileri durumundalar. Doğu Almanya işçileri, nasıl bürok-
rasiye karşı demokratik sosyalist bir devrim yapmaya kalkıp, Batı Avrupa
işçilerinin desteğini beklemek gibi sonu belirsiz bir maceraya girmek is-
temediler ve açıktan, “Biz bir halkız” deyip Kapitalizmi tercih ettilerse,
şimdi Kürtler de, ezen ulusun ezilenlerini kazanmak gibi sonu belirsiz bir
maceraya girmek istemeyen bir çizgiye kayıyorlar.
Bu gidişi sadece Türkiye’de veya İran’da bir Demokratik Devrim engel-
leyebilir. Pahalı baskıcı, bürokratik devlet cihazının tasfiyesi, tüm dil din ve
milliyetlere özgürlüklerinin tanınması. Sadece bu koşulda Kürtlerin karşı-
sında başka bir kurtuluş yolu bir alternatif olarak ortaya çıkar ve onların
ABD’den bağımsızlaşmalarının imkânı oluşur. Böyle bir şey, tıpkı, Doğu
Avrupa halkları, kapitalizmi seçmeye, duvarı yıkmaya hazırlanırken, diye-
lim ki, İtalya veya İngiltere’de İşçilerin bir ayaklanması veya sosyalist dev-
rim yapmaya kalkışmasının yaratacağı türden bir etki yapar. Tarihte böyle
bir şey gerçekleşmedi, ama böyle bir olasılık, hızla azalmakla birlikte zayıf
da olsa var. Türkiye’de de var.
Hızla azalıyor. Tüm burjuvaziyi arkasına almış AKP ve değişmediği tak-
dirde egemenliğini ve gücünü koruyamayacağının farkına varmış ordu ve
bürokrasinin bir kesimi yavaş yavaş Avrupa Birliği bağlamında bazı deği-
şiklikler yaparak, bir patlamaya yol açabilecek çelişkileri azaltıyorlar. Ama
bu gidiş içinde, eskiyi korumak isteyen güçler tecrit olsalar da hala direni-
yorlar. Bu direnişin, bir intihar eylemine dönüşmesi durumunda, örneğin bir
darbe yapmaya kalkmaları durumunda; egemen blok içinde çok ciddi bir ça-
tışma doğabilir. Bu koşulda, devrimci demokrasinin bir şansı olabilir.
Hâsılı, duvarın yıkılışı nasıl Devrimci Marksizmi olmamışa çevirdiyse,
ABD’nin Irak’ı işgali de Devrimci Demokrasi’yi olmamışa çevirecek gibi
görünüyor. Ama nasıl, başarısızlığı Devrimci Marksist programın yanlış-
lığı anlamına gelmiyor aksine onun doğruluğunu tersinden doğruluyorsa,
aynı şekilde Devrimci Demokrasinin başarısızlığı da onun yanlışlığı an-
lamına gelmeyecektir. O da tıpkı Doğu Avrupa’da gerçekleşmeyen poli-

137
Denemeler

tik devrimlerin insanlık için kaçırılmış bir fırsat olarak kalması gibi, Orta
Doğu için, kaçırılmış bir fırsat olarak kalır.
***
Kitapçı’da yeni çıkan kitaplar arasında Eric Hobsbawm’ın yeni çıkan otobi-
yografisi vardı, “Tehlikeli Zamanlar–Yirminci Yüzyılda Bir Hayat”. Adorno
ile ilgili bir kitap mı alayım yoksa Hobsbawm’ın otobiyografisini mi alayım
diye epey düşündüm.
Kitapçıda düşündüğüm gibi Adorno’yla ilgili, çıkmış bütün yeni yayın-
lardan bir köşe yapılmıştı. Tek tek ve uzun uzun karıştırdım. Birden bire
kitaplardan birinde, Adorno’nun doğum tarih dikkatimi çekti: 11 Eylül.
Demek yarın. Sonra birden bire 11 Eylül’ün 11 Eylül olduğunu da hatırla-
dım. Ne kadar ilginç bir tesadüf. Kitaplardan hiç biri çekmedi. Bunun üze-
rine Hobsbawm’da karar kıldım.
Ayrıca Adorno ile ilgili bir yazıyı kısa dönemde bitiremeyeceğimi fark
ettim. Ama bir şeyler de yazmak istiyordum. Sonra birden bire, biraz önce
konuştuğum Kürt işçiye verdiğim söz aklıma geldi. Bu dediklerini yaza-
cağım demiştim. Nasıl bir biçim içinde yazılabilirdi böyle bir konuşma.
Günlük hayatın sıradan gibi görünen konuşmaları. Bu sıradanlık ve günlük
hayat birden bire, Adorno’nun Minima Moralia’sını çağrıştırdı. O kitapta
aforizmalar, kısa değinmeler şeklinde, günlük hayatın en sıradan, en mah-
rem ilişkilerinden hareketle kapitalizmi eleştirmiyor muydu?
Benzer bir yöntem niye şu içinde yaşadığımız politik ortamı yorumla-
mak ve onunla mücadele etmek için kullanılmasın? Damlaya damlaya göl
olur. Yavaş yavaş, arada sırada, en sıradan, en alışılmış söz ve davranışları
ele almak denenemez mi? Niye olmasın?
Böylece hem o Kürt işçiye verdiğim sözü tutmuş, hem bir şekilde Ador-
no’yu anmış olur ve de Eric Hobsbawm’ın kitabını tercih edebilirdim.
Bu nedenle, Adorno’nun Minima Moralia’sından ilhamla arada sırada
yazılacak bu yazılara Minima Politika başlığını koyalım dedik.
***
Demek Adorno da 11 Eylül’de doğmuş. Şili’de darbe de 11 Eylül’de olmuş-
tu. Ama artık, iki yıldır, 11 Eylül denince, akla 11 Eylül geliyor.
11 Eylül sadece Çifte Kulelere ve Pentagon’a yapılan eylemleri değil, o ey-
lemlerden daha fazlasını, bir dönüm noktasını da işaret ediyor. İkinci Dünya
Savaşı’nın 1 Eylül’ü gibi. Ama onlardan daha fazlası. O gün başlayan savaş
bir dönemin sonunu işaret etmiyorlardı. Sadece verili bir dönem içindeki ba-
rışın sonuydu. 11 Eylül ise daha derinden değişimin işaret noktası gibi.

138
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Her halde hiçbir tarih böyle çok kısa bir süre içinde, o tarihte gerçekle-
şen, o tarihin işaretlediği olayların tümünü işaret eden bir kavram özelliği
kazanmamıştır. Bu adlandırma bile, onda o gün televizyonlarda seyredilen-
lerden daha fazla bir şeyler olduğunun bilinçsiz bir ifadesi gibidir. 11 Eylül
adeta, “o gün” gibi bir anlama sahiptir şimdiden. O gün, yani 11 Eylül.
Bugün bir anlamı olan birçok tarih, o gün onu yaşayanlarca öyle önemli
görülmemişti. Hatta çoğu kez, o gün daha sonra hatırlanacak bir tarih ola-
rak belirlenmiştir. 1 Eylül eğer daha sonradan “Dünya Barış Günü” olarak
tanımlanmasıydı, kim hatırlardı ki 1 Eylül’ü ve 1 Eylül’de insanlar nasıl bir
şeyin kendilerini beklediğinin ne ölçüde farkındaydılar.
Ama 11 Eylül öyle değil. En sıradan insan bile, o gün olağandışı bir
şey yaşadığının ve bunun televizyon ekranlarında izlediğinin farkındaydı.
Sadece izlediğinin değil, kendi yaşamıyla bunun çok yakın bir ilişki içinde
olduğunun da.
Gerçi henüz bu kadar yaygın değildi televizyon, ama yine de insanlığın
büyük bir çoğunluğu, örneğin insanın Ay’a ilk ayak basışını da bir şekilde
canlı olarak televizyon olmasa radyodan izlemişti. Ama orada böyle bir kı-
rılma noktası görmüyordu kimse. O günün hangi tarih hatta hangi yıl ol-
duğunu bilen kim var? O günün adı o günün tarihinden çıkmıyor. O gün,
“insanın aya ayak bastığı gün”, tarihin kendisiyle değil eylemin kendisiyle
anılıyor. Hatta tarihin bile önemi yok. Olayın kendisi önemli, insanın aya
ayak basması. Ama 11 Eylül söz konusu olduğunda öyle değil. Belki iler-
de 11 Eylül’ün hangi yılda olduğu bile tam hatırlanmayacak, ama 11 Eylül
denince herkes aynı 11 Eylül’ü anlayacak. 11 Eylül, tıpkı insanın Ay’a ayak
basması gibi bir olay anlamına sahip. Ama bu olayın ne olduğu bile tam bi-
linmiyor. O gün çok, çok önemli bir şeyler oldu. Olanların neler olduğu-
nu böyle sıcağı sıcağına anlama yeteneğinde değiliz, bunu anlayabilecek ve
anlamak için de yaşayabilecek bir zamana ihtiyaç var demek gibi bir anla-
ma da sahip 11 Eylül.
Hani bazı pis, mahrem, korkunç şeyler vardır, insanlar onların adını an-
mak istemezler, onları çağrıştıran kelimeler kullanırlar, sanki o kelimeler
kullanılırsa bir uğursuzluk gelecek gibi düşünülür. 11 Eylül adı biraz böy-
le. O ne olduğu da bilinmeyen lanetli şeyin adını anmayarak lanetten kaç-
ma çabası gibi biraz da.
11 Eylül galiba ilk dünya tarihsel olayı. Gerçi, diyelim ki, büyük san-
sasyonel olaylar, olimpiyatlar vb. de milyonlarca insan tarafından izleniyor.
Ama oralarda hem bütün insanlığın bir ilgisi söz konusu değil, hem de in-
sanlar bir seyirci.

139
Denemeler

Ama 11 Eylül’de, dünyanın en ücra köşesinde olayı izleyen de, ola-


yın katılımcısı. Çünkü olay sadece uçakların dalışlarından ibaret değildir.
Onun tüm dünyada eş zamanlı olarak izlenişinin kendisi de başka kalitede
bir olaydır. Bir futbol maçını izleyenin televizyonda şu veya bu tarafı tut-
ması, o maçın sonucunu etkilemez. Ama ikiz kulelerin yıkılışını görenle-
rin düşünce ve duyguları, o günün, o günle başlayan şeyin kaderi üzerinde
bir etkide de bulunacaktır.
Bu anlamda 11 Eylül, kelimenin gerçek anlamıyla dünya tarihinin ger-
çek zamanda başladığı gündür.
Ama onun çelişkisi tam da bu noktada değil midir? Dünyanın böylesine
bütünleştiği bir dönemde, ondaki muazzam bölünmelerin bir dışa vuru-
şu ve bu bölünmeleri korumak ve ebedileştirmek için ABD’nin bir dünya
İmparatorluğu seferini başlattığı gün. O bölünmüş dünyanın ürünü, ona
karşı bir tepki olan İkiz Kuleler ve Pentagon’a saldırı, o bölünmüşlüğü ebe-
di kılacak bir imparatorluk seferinin başlangıcı.
***
Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti.
İnsanların ilk tepkileri en otantik, kaygıların süzgecinden geçmemiş tepki-
lerdir, dolayısıyla en derinden sezişleri yansıtırlar.
Besteci Karlheinz Stockhausen 11 Eylül üzerine şöyle demişti:
“Orada olan, şimdi beyinlerimizi alt üst etmeliyiz, bugüne kadar var
olmuş en büyük sanat eseridir. Bizim müzikte hayalini bile göreme-
yeceğimiz, böyle bir eylemi gerçekleştiren ruhlar, bu insanlar, on
yıl çılgınlar gibi bir fanatizmle bir konsere hazırlanıyorlar ve orada
ölüyorlar. Bu evrende var olmuş en büyük sanat eseri. Orada ne ol-
duğunu bir tasavvur edin. (...) Bazı sanatçılar düşünülebilir olanın,
mümkün olanın sınırlarının ötesine geçmeye çalışırlar kendimizi
başka dünyalara açabilmemiz ve uyanmamız için.”
Stockhausen’in sonradan gördüğü baskılarla geri aldığı bu ilk andaki
sözleri, 11 Eylül’ü bir sanat eseri, bir konser olarak görüyordu. Sınırların
ötesine gidip yeni sesler bulmaya çalışan çağımızın en büyük bestecile-
rinden birinin böylesine bir değerlendirmede bulunması, çok derinlerde
işleyen bir ilişkinin dışa vurumu değil midir? Ve Adorno’nun önermesinin
tersinden doğrulanışı:
Öylesine barbar bir dünyada yaşıyoruz ki, ancak tasavvurun ötesindeki
bir barbarlık sanat olabilir.
12 Eylül 2003

140
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

“Almanların En İyisi” Olarak Marks


veya
Yenilgide Zaferi Kutlamak

Geçenlerde Almanya’da Alman ZDF televizyon kanalının düzenlediği


“Almanların en iyisi” adlı programda Marks, Adenaur ve Luther’in ardın-
dan üçüncü geldi. Bunu birçok sosyalist önemli bir zafer olarak gördü. Eğer
Marks birinci gelseydi ki uzun süre de önde götürdü, sosyalistler bunu da
bir zafer olarak kutlayacaklar ve bundan gurur duyacaklardı.
O sosyalistlerin anlamadığı ve bizzat kendileri o paradoksun ifadesi
oldukları için anlamayacakları, Marks’ın “Almanların en iyisi” veya en
iyilerinin üçüncüsü olarak seçilmesi “zaferinin”, Marks’ın ve Marksizm’in
yenilgisi olduğudur.
Ama buna geçmeden önce yarışma ve sosyalistlerin hali pür melali hak-
kında birkaç saptama yapmak yerinde olacak.

***
Elbette böyle bir yarışma birçok bakımlardan ele alınabilir.
Örneğin, şimdi hemen her ülkenin televizyonunda da tekrarlanan, “Al-
manya (veya her hangi bir ülke de olabilir bu) süper starını arıyor” tarzın-
daki aptallaştırıcı bir medya gösterisinin özgül bir versiyonu olarak ele alı-

141
Denemeler

nabilir ve medya sosyolojisi açısından eleştirilebilir. Medyanın artık ken-


disini haber haline getirmesi ve kendi haberlerini de yaratarak gerçekli-
ğin yerini alması ve bunun da bir gerçeklik haline dönüşmesi, (örneğin
No Angels grubunun bizzat medya tarafından yaratılması gibi) dairenin ta-
mamlanması olarak; bu sürecin özgül bir fenomeni olarak, ele alınabilir.
Zaten Der Spiegel, Die Zeit gibi ciddi burjuva gazete ve dergileri, olayı bu
açıdan değerlendiren haber yorumlar yayınladılar ve programı Alman tele-
vizyonlarında görülen en kötü programlardan biri olarak tanımlamakta ve
alayla karşılamakta gecikmediler.
Bu anlamda, zaten, Marks’ın medyanın aptallaştırıcılığının bir aracı
olarak üçüncü olması, başlı başına bir zaferde yenilgidir. Ve bu anlamda,
üçüncülüğü kutlayanlar, yenilgilerini zafer olarak kutlamaktadırlar.
***
Ya da bu program ve yarışma, “Gösteri Toplumu”, “Eğlence Toplumu”
gibi kavramlarla ifade edilen, Türkçede Yaşantı denebilecek (“Event”,
“Erlebnis”in), yaşamın (Leben) ve tecrübenin (Erfahrung) yerini almasının
somut bir örneği olarak ele alınabilir.
Modern kapitalizm ve medya her şeyi öylesine metalaştırmıştır ve tıpkı
metalarda olduğu gibi ambalaj ve vitrin öylesine belirleyici olmaktadır ki,
tıpkı ambalajın içindeki kullanım değerinin, adeta ambalajın bir aracı hali-
ne gelmesi gibi, yaşam ve tecrübe de yok olmakta, bir tür ambalaj gibi olan
yaşantı (“event”) hayatın biricik amacı ve kendisi haline gelmektedir. Bu
program elbette böyle bir anlama da sahipti. Artık örneğin Marks ya da fi-
kirleri değildir artık önemli olan, yarışmanın bir yaşantı olarak kendisidir.
Artık, Marks, yarışma dolayımıyla bir anlama sahiptir.
Bu anlamda ele alındığında da bir yenilgiden başka bir şey değildir.
Burada Marks, Marks olarak yoktur artık. O sadece eğlenceye ve gösteriye
hizmet eden bir araçtır. Zafer olarak kutlanacak bir yanı yoktur. Baştan
aşağı yenilgidir.
***
Ya da bu programı, nispeten daha tarihsel bir bağlamda, Almanların ru-
hunda ve anlayışlarındaki bir dönüşümün belirtisi olarak ele alabilirsiniz.
Savaş sonrasında, ellilerin başında yapılan benzeri bir ankette birinciliği
Bismarck, ikinciliği Hitler alıyordu. Hitler ancak altmışlardan sonra, bi-
raz da hileyle, Alman değil Avusturyalı olduğu söylenerek ve oyun dışın-
da tutularak aşağılara düşürülmüştü. Böyle bir bağlamda ele alındığında,
bu yarışma, Almanların artık, “bakın biz de uygar uluslar ailesinin diğer-

142
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

lerinden farklı değiliz, artık geçmişimizi İsa’nın çarmıhını sırtında taşıdı-


ğı gibi taşımamıza gerek yoktur” demeleri olarak ele alınabilir. Dolayısıyla
da, Alman Burjuvazisinin artan kendine güveninin ve güneşin altındaki
yerini isteyişinin bir ifadesi olarak da yorumlanabilir.
Böyle bir bağlamda da; Marks’ın üçüncü olmasının, De Gaulle’nin “Sartre
Fransa’dır”, veya Demirel’in onu taklit ederek “Yaşar Kemal Türkiye’dir”
demesinden farkı yoktur. Bu, “Marks Almanların en iyilerinden biridir”
diyecek cesaret ve kendine güvene tekrar ulaştığını gösterir Alman bur-
juvazisinin. Burada, burjuvazinin, kendine güveni ve en muhalif unsurla-
rı bile kültürün ve ulusal kimliğin bir aracı olarak kullanışı söz konusudur
ki, yine bir yenilgidir.
“Majestelerinin komünistleri” gibi bir durum söz konusudur. Bir za-
manlar Engels, İngiliz sosyalistlerindeki burjuvalaşmayı anlatırken, Burju-
vazinin kendileri hakkındaki övücü ifadeleriyle gururlandıklarını söy-
leyerek onlarla alay ederdi. Engels döneminin sosyalistleri, hiç olmazsa,
Lordların ya da Kraliçenin övgüleriyle gururlanıyorlarmış, ama hiç olmaz-
sa burjuvazi tarafından övülmek için yarış içinde değillermiş. Şimdikiler
Alman burjuvazisinin, kendilerini övmesi için, övülecek değerde olduk-
larının anlaşılması için çabalıyorlar. Bu çabayı gösterenler ister Gysi gibi,
Marks’ı Bismarck karşısında programda savunanlar, ister oy vermeye çağı-
ranlar, ister oy verenler olsun fark etmez. Engels’in zamanının sosyalistle-
ri ne kadar masummuş bugünkülerin yanında. Bu anlamda, yani burjuva-
zinin kendisine güveni, “Marks Almanya’dır” demesi; onu kendi kültürü-
nün bir unsuru olarak görmesi anlamında bir yenilgidir. Zafer olarak görü-
lecek bir yanı yoktur.
***
Ya da bu programı, benzer bazı diğer gelişmelerle birlikte, bir “Zeitgesit”
(Zamanın Ruhu) ifadesi olarak ele alabilirsiniz. Son zamanlarda, Alman-
ya’da, Bern Mucizesi (Alman Futbol takımının savaş sonrasında ilk kez
şampiyon olması); Lengede Mucizesi (Bir maden ocağındaki göçükte ka-
lanların kurtarılması, her ikisi de savaş sonrasındaki yükselişin başlan-
gıç yıllarından) gibi, Alman ulusunun zor zamanlarda pek durarak daya-
nışma içinde, ulusal bir ruhla mucizeler başarabileceği mesajları veren fi-
limler; moda desinatörlerinin defilelerini “Mutter Erde, Vater Land” (Ana
Yeryüzü, Baba Vatan) gibi bir konuyla vermeleri ve kartal (Almanya’nın
sembolü), D Harfi (Deutschland’ın D’si), siyah, kırmızı ve sarı renkleri
(Alman bayrağının renkleri) öne çıkararak Almanya’ya “ilanı aşk” etme-
si gibi, Almanya’daki “Zeitgeist”ı yansıtan fenomenler bağlamında ele alı-

143
Denemeler

nabilir. Bu anlamda da, Marks da o “Alman mucize”lerinden biri olarak


yerini almakta ve Almanya’ya ilanı aşkın sembollerinden biri olmaktadır.
Bir sosyalist için, bu anlamda da, bunun gururlanacak bir yanı yoktur.
Marks’ın üçüncülüğünden sosyalizme pay çıkarmak, yenilgide zafer görmektir.
***
Ya da bu programı ve yarışmayı, onun sonuçlarını vb. bugünkü Alman top-
lumunun eğilimlerinin ve özlemlerinin bir ifadesi olarak da alabilirsiniz.
Örneğin, Adenaur’un seçilmesi, şimdi sosyal devletin budandığı, geleceğe
ilişkin belirsizliklerin ve korkularının arttığı bir dönemde, elli ve altmış-
ların güvenilir, istikrarlı büyüme ve sağlam bir gelecek beklentilerinin bir
ifadesi veya Hükümetin politikasına karşı bir protesto; Luther’in ikinci ol-
ması, artık terk edilen Keynezyan Sosyal Demokrat gelenek ve özlemlerin,
Adenaur’a karşı bir dengesi. Marks da –büyük ölçüde PDS’in örgütlü çaba-
larıyla eski DDR eyaletlerinden oy aldığından– Doğu Almanların hayal kı-
rıklıklarının ve protestosunun bir yansıması olarak görülebilir. (Yarışmada
Marks’ı savunan Gysi bile eski Doğu Almanya olmasaydı Marks’ın ilk ona
giremeyeceğini kabul etmişti.)
Bu yorumda bile, bir protestonun ifadesi olarak Marks, geleceğe yönelik
bir vizyonu ve programı değil, geçmişe bir özlemi ve bir protestoyu ifade
etmekten öteye gitmediği için, üçüncü ya da birinci olması, bir yenilginin,
geleceği olmayışın bir ifadesi olarak, yine yenilginin bir zafer olarak görül-
mesinden başka bir anlama gelmez.
***
Ya da yarışma ve Marks’ın üçüncü olması, bütün bunların hepsi ve daha
burada değinilmeyen nice yönlerin bir bileşkesi olarak ele alınabilir, bütün
yukarıda sıralanan ve sıralanmayanlar, o karmaşık toplumsal fenomenin,
anlayabilmek için bileşenlerine ayrılması, analiz edilmesi; çeşitli yanları-
nın birbirinden soyutlanması olarak görülebilir.
Ciddi burjuva basını, bizim yorumumuz olan yenilgi olarak görme kısmı
hariç, bu yönlerden birini veya bir kaçını öne çıkararak yorumlar yapmış-
tır. Burjuvazi, her biçimde kendi egemenliğine hizmet eden bu programla
bile alay edebilmektedir. Aslında bizzat burjuva basınında ifadesini bulan
bu yorumlar, Alman burjuvazisinin, ne kadar kendine güveninin olduğu-
nun, gereğinde kendisiyle alay edebildiğinin bir ifadesidir.
***
Burjuvazi, her bakımdan kendisinin ideolojik ve politik egemenliğine ve
zaferine hizmet eden böyle bir programla aynı zamanda alay edebilirken,

144
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

sol basın burjuvazinin bu zaferine nasıl katkıda bulunacağıyla uğraşmak-


tadır. Esas korkunç olan ve büyük yenilgi buradadır.
Sol basın, Marks’ın oy oranlarının nasıl arttırılacağına ilişkin taktikler
vermektedir bu yarışmada, tıpkı Türkiye’nin Hürriyet gazetesinin, Time’ın
yaptığı yarışmada veya Eurovizyon yarışmalarında Türkleri oy vermeye
çağırması ve bunun için taktikler vermesi gibi.
Örneğin, Neues Deutschland gazetesi şöyle yazıyor:
“Neues Deustchland günde elli binden fazla satıyor ve yuvarlak he-
sap 200.000 insan tarafından okunuyor. Eğer bu okuyucuların ya-
rısı, 24 sente kıyıp, Marks için otomatik seçim numarasını çevi-
rirse (013769090-98) Marks’ın en iyi üç arasındaki yeri garantile-
nir. Ve bu 28 Kasım’a kadar kalan beş günde, herkes günde bir kere
Marks’a telefon ederse, bütün telefonlar sayıldığından, büyük bir
olasılıkla, Marks en iyi olacaktır. Bu, iyi bir iş için, kişi başına top-
lam 1,20 Euro masraf demektir ki, politik atmosferi etkilemek için
küçük, ama çok değerli bir sinyal yollamış olursunuz. Gerçi bundan
Telekom da kazanıyor, ama olsun. Birçok kez telefon etmenin pek de
dürüst olmadığını düşünenlere de şu denebilir: Televizyon demok-
rasisi böyle oluyor, yoksa D. Küblböck 16. olamazdı veya Marks’ın
Hegelci Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde dediği gibi, ‘kendi şarkı-
mızı söyleyerek taşlaşmış ilişkileri dans etmeye zorlamalı’yız. O hal-
de Marks’la birlikte dansa. Başkaları da gelebilir.
Final günü olan 28 Kasım, aynı zamanda Marks’ın arkadaşı Friedrich
Engels’in 183’üncü doğum günüdür. (Telefonla arayarak) sosyalist
hümanizmin büyük teorisyenlerinden biri için doğum günü hediye-
si de vermiş olursunuz.”
Eh, Hürriyet’in sosyalisti de böyle olmalı, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin
Eleştirisi’nden alıntılar yapıp biraz da medya eleştirisi katmalı ki, bu pisliği
böyle baharatların kokusuyla egzotik bir yemek gibi yutturabilsin.
Bizzat ciddi burjuva basınının kendine güveni ve alayı ile şu sosyalist
basının aktarılan sefaleti, yarışmanın kendisini bir yana koysak bile, yarış-
ma karşısındaki bir tavır olarak, sosyalistlerin var olan toplum karşısında
tüm eleştirelliği yitirdiklerinin, onun basit bir avadanlığı haline dönüştük-
lerinin, insanların güvenini kazanmaya layık olmadıklarının bir kanıtın-
dan başka bir şey değildir. Bu sefil durum üzerine düşünecek ve kafa pat-
latacak yerde, “Türk’e Türklük propagandası” yapar gibi, Marks’ın üçüncü
seçilmesinde iman tazelemek için vesile arayanların da son duruşmada çö-
zümün değil sorunun bir parçası oldukları açıktır.

145
Denemeler

Ama esas yenilgiye gelmedik daha, şimdiye kadar olayın nesnel, top-
lumsal anlamı alanındaydık, Sosyolojik boyutundaydık. Araçların tarafsız
olamayacağı boyutundaydık. Bu boyutlarda bile bir yenilgi olduğuna kısa-
ca değinmeye çalıştık.
***
Ama bir de ideolojik, programatik yenilgi var, daha doğrusu yenilgi de de-
ğil, teslimiyet, karşı tarafa geçmişlik ve bunun bile bilincinde olmamak var.
Esas korkunç olan bu. Daha korkunç olan bu yenilgiyi kutlamak. Ama on-
dan da korkunç olanı sosyalistlerin kendilerinin yenilgisi için savaşması.
Ama esas yenilgiye geçmeden önce, yarışmanın adının bir analizini de
yapmak gerekiyor ki, daha sonra söyleneceklerde bir karışıklık olmasın.
Yarışmanın adı: “Almanların En İyisi”dir. Niye bu ad? Ve bu ad ne de-
mek? Niye “en iyisi” de “en büyüğü” değil? Önce bunu anlayalım. Ondan
sonra, “Almanlar”a geçelim.
“İyi” kendi başına ele alındığında, ahlaki bir kategori olarak, kötünün
zıddıdır. İyilik denen eylemi yapan ya da o şeye (iyiliğe) sahip olandır. İyi,
insanın önündeki bir sıfat olarak, daima kötünün zıttı olarak, ahlaki bir
kategori olarak kullanılır ve anlaşılır.
Ama “iyi” sözcüğü, sıfat olarak bir dizilişte nicelik ya da nitelik bakı-
mından üst bir konumu belirlemek için de kullanılır. Örneğin en iyi ko-
şucu, en iyi koşandır. Ama her şey böyle nicel ölçülebilir olmadığından,
bu anlamda, derecelemedeki üst durumu ifade etmek anlamında iyi yerine
büyük sözcüğü kullanılmaktadır. En büyük koşucu denildiğinde, herkes
bundan en iyi koşucu kastedildiğini anlar. Bu nicelik olarak ölçülebilir bir
iyiliktir. Ama sanat ya da bilimde böyle değildir örneğin. En büyük mü-
zisyen dendiğinde, bundan en yaratıcı, en güzel eserleri vermiş müzisyen
kastedildiğini açıklamaya gerek yoktur. Burada nesnel bir ölçü aramak
mümkün değildir. Bu kişiye göre değişebilir.
Ama bu bize şunu gösterir, iyi, insan hariç başka niteliklerin önünde
sıfat olarak kullanıldığında, özellikle “en iyi” olarak kullanıldığında, “en
büyük” anlamını taşımaktadır. Ahlaki bir kategori olarak “iyi” olmakla bir
ilişkisi bulunmamaktadır. Yani iyi bir müzisyen veya koşucu olmanız sizin
iyi ahlaklı bir müzisyen olduğunuz anlamına gelmez. İyi müzisyen dendi-
ğinde, bundan o kişinin müzikal bakımdan iyiliği anlaşılır, insani olarak
iyiliği değil. Bir müzisyenin insani, ahlaki olarak iyiliğinden söz edilece-
ği zaman, “iyi insan” denir. Çünkü her hangi bir alanda iyi olmak ile iyi
ahlaklı veya iyi insan olmak arasında kanıtlanmış bir ilişki yoktur. (Tabii
burada iyi insanın ne olduğu konusunu bir tarafa bırakıyoruz.)

146
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

O halde, “en iyi Alman” veya “Almanların en iyisi” ile kastedilen, en


iyi ahlaklı Alman değil, en büyük Almandır. Yani Alman ulusuna en çok
katkı yapmış olandır.
Peki, yarışmanın adı niye “En Büyük Alman” veya “Almanların En Bü-
yüğü” değil de “En İyi Alman” veya “Almanların en iyisi”, hatta çoğu yerde
“En iyimiz” (“Unsere Besten”)? Çok açık ki, burada, iyi ile kastedilen, in-
sani iyilik, ahlaki iyilik değildir. Eğer böyle bir şey olsaydı, hayırseverlik,
insanların iyiliği için uğraşma gibi kriterlerle bir yarışma yapmak gerekir-
di. Böyle bir bağlamda, adaylar ve argümanlar bambaşka olurdu. Her hal-
de Bismarck veya Bach veya Beethoven, sıradan diğer insanlardan daha iyi
değillerdi. Onların bu yarışmada öne çıkmalarının iyi insan olmakla, ahla-
ki bir kategori olarak iyi olmakla ilgisi bulunmamaktadır. Kimse Bismarck,
Beethoven ya da Goethe’nin çok iyi bir insan olduğunu öne sürmemekte ve
karşı tarafı bu anlamda çürütmeye çalışmamaktadır. Onların büyüklüğün-
den söz edilmektedir. O zaman, Almanların en iyisinin, Almanların en bü-
yüğünü kastettiği açıktır.
Peki, niye büyüğü değil de iyisi? Burada açıkça, “artık normal olduk,
güneşin altındaki yerimizi istiyoruz, günahlarımızın kefaretini ödedik, hala
bizi geçmişimizle suçlamayın” diyen Alman burjuvazisinin aslında hiç de
normal olmadığını ele verdiğini görüyoruz. “Dil, ağrıyan dişi kurcalar”
derler. Bu “iyi” de tam o ağrıyan dişi gösteriyor: Faşizm ve Hitler.
“İyi”nin Hitler’i büyükler arasındaki klasmandan dışlamak için koyul-
duğu ortada. “En Büyük Alman” ya da “Almanların En Büyüğü” dense,
Hitler’in de klasmana girme, hatta biraz örgütlü bir çabayla birinci gelme
olasılığı var. Onu dışlamak için, mantık yanlışıyla hile yapılıyor. Büyüğün
arandığı yarışmaya iyi aranıyormuş gibi bir ad veriliyor. O büyük olamaz,
çünkü “iyi” değil, “kötü”. Onun için “büyük” yerine “iyi” sözcüğü.
Güçlü bir felsefe ve analitik düşünce geleneği olan Alman burjuvazisi-
nin böyle çelişkileri görmemesi beklenemez. Ama bile bile lades. Ve zaten
bu program böyle incelikleri gizlemeye yarayan toplu aptallaştırma seans-
larından biri değil mi? Yani “iyi” ayrımı sadece, Hitler’e karşı düşünül-
müş bir engellemedir. Altmışlı yıllarda, Alman değil Avusturyalı diyerek
klasman dışında tutulurken şimdi “iyi” ile daha rafine bir biçimde dışarıda
tutulmakta ve en büyük Almanlardan biri olarak seçilmesi tehlikesinin
önüne geçilmektedir.
Ama tam da bu büyük yerine “iyi”yi kullanma Alman burjuvazisinin
“Aşil Topuğunu” veya ağrıyan dişini göstermektedir.
***

147
Denemeler

Ama sadece bu kadar değil. Gerçekten, “Almanların En İyisi”, ahlaki an-


lamda, iyilik yapma anlamında bir yarışma olsaydı, bu, iyiliğin kendisi,
uluslardan azade olduğundan, burada Almanların en iyisi değil, Almanların
içindeki en iyi insan aranmış olurdu. Yani burada Almanlığa katkı değil,
insanlığa katkı bir ölçü ve hedef olurdu. İnsanlığa iyilik olarak en çok kat-
kıda bulunmuş Alman aranırdı. O zaman, tartışma, hedef insanlık oldu-
ğundan, Alman’a ve Almanlığa karşı bir anlam içerirdi. Aydınlanmanın
hümanizmine uygun olurdu. Ama yarışmadaki anlamıyla, “En İyi Alman”
Aydınlanmanın hümanist geleneğine bile karşıdır.
Bunu yarışma adaylarının alanlarına aktardığımızda şunu görürüz.
Örneğin, Almanların En Hızlısı olsa, tıpkı ahlaki anlamıyla en iyi gibi, bu-
rada söz konusu olan, dünyadaki hızlı koşanlara Almanların içinden en çok
katkı yapan söz konusu olurdu. Burada Almanlık değil, Hız önemlidir. Ve
dünyadaki hızlılığa Almanların katkısı söz konusudur. Burada Alman ol-
mak veya Almanlık, seçim alanını belirler hedef değildir. Hâlbuki yarış-
mada yarışanlar, alanlarındaki dünya çapındaki katkıları açısından değil,
Almanlığa katkıları açısından yarışmaktadırlar.
***
Ama “Almanların En iyisi” deyip de, en hızlı, en yaratıcı, en politika-
cı Almanlar arasında bir yarışma yaptığınızda, yani o alandaki en bü-
yük Alman’ı aradığınızda, hızın, yaratıcılığın, politikacılığın derecesi bile
önemli değildir artık, Almanlığa katkıdır önemli olan burada. Yani ister
sanat, ister spor, ister politika olsun, her şey Almanlığa katkının bir aracı
olarak ele alınmaktadır. Burada tam anlamıyla, aydınlanma hümanizmi-
nin kırıntısı bile bulunmayan tam bir milliyetçilik yarışmasıdır söz konusu
olan. Yani insanlığa en büyük katkı yapmış Alman değil, Almanlığa en bü-
yük katkı yapmış Alman aranmaktadır.
(Daha iyi anlaşılması için, Türkiye ile bir paralellik kuralım. “Türklerin
en büyüğü”, dendiğinde ki bu ‘Almanların en iyisi’nin karşılığıdır, burada
insanlığa en büyük katkıda bulunan Türk değil, Türklüğe en büyük katkı
yapan Türk aranıyor demektir. Ve şimdi Türkiye’de böyle bir yarışmada,
Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş ya da Mahir Çayan’ın bu yarışmada aday oldu-
ğunu ve sol basında üst sıralara tırmanması için taktikler verildiğini göz
önüne getirin.)
***
Son olarak Almanların en hızlısı, en büyük filozofu gibi bir anlamda tar-
tışıldığında, ortada Almanlık değil, o spesifik alanda en çok katkı yapan

148
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Alman söz konusu olurdu. Bu o milliyete ya da millete katkının değil, o


spesifik alana, iyilik, hız, teori vb. katkının tartışıldığı bir yarışma olurdu.
Burada milliyet ve millet değil, tartışılan o alanın kendisine katkı olurdu.
Yani en büyük Alman filozofu veya düşünürü kimdir diye bir tartış-
ma olsa, burada Marks’ın üçüncü seçilmesi veya birinci gelmesi bile bir
ölçüde anlaşılabilir. Bu anlamda, Marks’ın diyelim ki Hegel ve Kant’tan
sonra üçüncü olması veya birinci olması, bütünüyle ulustan bağımsızdır,
(ulus burada amaç değil, seçimin sınırlarını belirlerdi) felsefi ve teorik bir
anlama sahip olurdu. Böyle bir yarışmada, onun Almanlığa değil, felsefeye
katkısı, teoriye katkısı tartışılırdı.
Ama yarışma, “iyi” ile “büyük” kastedildiği daha önce kanıtlandığına
göre, Almanların en büyüğünü seçmeye yöneliktir. Burada, artık felsefe,
spor, sanat, bilim veya iyilik konusunda yapılan katkılar söz konusu değil-
dir artık, tek bir ölçü vardır, her şeyin kendisine kurban edildiği Almanlık;
Almanlığa yapılan katkı tek ölçüdür.
Bu çok açıktır. Yarışmanın bir diğer adı da, “Unsere Besten”, yani “En
İyimiz”dir. Burada “biz”, Almanlığı, Alman oluşu tanımlamaktadır. “İyimiz”
de büyüğün karşılığıdır. En büyüğümüz!
***
Bu durumda, bu yarışmaya girdiğiniz andan itibaren, Marks’ın Almanların
en iyisi, en büyüğü olduğunu savunuyorsunuz demektir. Onun felsefi ya
da bilimsel veya hatta insani katkıları, hep Almanlığa katkının araçları
olarak anlam taşırlar artık.
Böylece, Marks’ı Almanların en iyisi olarak savunmak, aslında, Alman
Milliyetçiliğini savunmak, buna en büyük katkıyı Marks’ın yaptığını sa-
vunmak demektir. İstediğiniz kadar kendinize sosyalist deyin, siz bir mil-
liyetçisiniz demektir.
Ama sadece bir milliyetçi değil, hümanizmden ve demokratik gelenek-
lerden zerrece nasip almamış bir milliyetçisiniz, milliyetçiliğin de en ge-
rici ve tehlikeli versiyonusunuz demektir. Çünkü Almanlar içinde En bü-
yük Alman filozof veya dünyada felsefeye en büyük katkı yapmış Alman
olarak tartışılsaydı, burada Marks’ı savunurken yine milliyetçiliği savun-
muş olurdunuz, ama bu milliyetçilik, genel bir milliyetçilik olurdu, özel bir
Alman milliyetçiliği olmazdı, getireceğiniz argümanların felsefeye katkı
bakımından anlamı olurdu, Almanlığa değil. Elbette bunda da insanların
milliyetsiz olamayacakları gibi bir gizli var sayıma, milliyetçilerin var sa-
yımına hizmet ederdiniz. Ama En büyük Alman olarak yarıştığınızda, ar-
tık genel anlamıyla milliyetçilik değil, Alman milliyetçiliği söz konusudur.

149
Denemeler

İşte tam burada korkunç gerçekle karşılaşıyoruz. Almanya’da hiçbir


sosyalist, sorunu burada bizim ele aldığımız gibi ele almadı. Sorunu bu
açıdan tartışmadı. Bu şu demektir. Bütün sosyalistler milliyetçidir. Burju-
vaziyle, Alman ulusuna kimin daha büyük katkı yaptığı konusunda, en bü-
yük Almanın kim olduğu konusunda bir yarış içinde bulunmaktadırlar. Ve
bunu sosyalizm sanmaktadırlar. Onlar burjuvazinin ideolojik egemenliği-
nin basit araçlarından başka bir şey değildirler.
Ama sadece Alman sosyalistleri mi, onların bu tavrında eleştirecek hiçbir
şey bulamayan, Marks birinci olmadığı için Alman burjuvazisini hile yap-
makla suçlayan, diğer sosyalistler de milliyetçidir. Kendileri milliyetçi ol-
duklarından, tabakhanede çalışan işçilerin ufunetin kokusunu hissetmeme-
leri gibi, bu milliyetçiliği görmemekte ve ondan rahatsız olmamaktadırlar.
Marks’ın bu yarışmada üçüncü olmasına sevinmek sadece sosyalizm
karşısında milliyetçiliğin aldığı zaferi kutlamak değildir, düşmanın zafe-
rine hizmet etmek onun için çabalamak da demektir. Kendi hakkınızdaki
görüşlerinizin yani sosyalizme olan inancınızın burada bir anlamı yoktur,
siz nesnel olarak, gerçek sosyalist için bir düşmansınız, siperlerin karşı ta-
rafındasınız demektir. Ne farkınız vardır Bismarck’ın değil de Marks’ın en
büyük Almanlardan biri olduğunu savunurken, alman milliyetçilerinden
ve burjuvaziden? Onun bayrağını yüceltmiş olmuyor musunuz?
İdeolojik egemenlik, varsayımların paylaşılmasıdır sonuçların değil.
Siz o varsayımları paylaşarak ve onları savunarak o ideolojik egemenliğin
bir aracı ve savunucusunuzdur.
***
Keşke bu kadar olsa, söz konusu olan Marks olunca ortaya daha da korkunç
bir durum çıkmaktadır.
En büyük Almanlardan biri olarak savunulan Marks, “işçilerin vatanı
yoktur” diyen bir insandır. Yani kendisini vatansız ve ulussuz kabul eden
bir insandır. Marks Alman değildir.
Yani örneğin, Alman işçi hareketinde ve sosyalist harekette bir yeri ve adı
olan Lassale olsaydı bu savunulan kişi, bir ölçüde anlaşılır olurdu bu. Lassale
bir Almandı ve kendini de bir Alman kabul ediyordu. Ama Marks söz ko-
nusu olduğunda, böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü Marks Alman
değildi. O bugün Almanya denen topraklar üzerinde doğdu, Almanca ana
dili oldu, Alman felsefe kültürüyle yoğruldu diye bir Almandır denemez.
İnsanların bilinçleri ve arzuları dışında bir uluslarının olduğu milliyetçi-
lerin bir yalanıdır. Onlar insanların tıpkı gölgesiz olamayacakları gibi, ulus-

150
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

suz da olamayacaklarını düşünürler. İnsanların seçim ve eğilimlerinden ba-


ğımsız olarak bir uluslarının olduğunu düşünürler ve bunu zorlarlar.
Ama Marks’ın nasıl dini yok idiyse ulusu da yoktu. Nasıl elbette Hıris-
tiyan bir çevrede büyümüş bir insan olarak Hıristiyan kültürüne sahip idiy-
se, ama bu onun kendini Hıristiyan olarak görmesi anlamına gelmiyorduy-
sa öyle. Ya da Yahudi bir soydan gelmesine rağmen, kendini Yahudi kabul
etmiyorduysa öyle.
Marks’ı Almanların en iyilerinden biri olarak savunmak, Marks’ı Hıris-
tiyan veya Yahudilerin en iyilerinden biri olarak savunmaktan farklı değil-
dir. Hıristiyanlık ya da Yahudilik söz konusu olduğunda saçmalığı açıkça
görülen bu durum, milliyetçilik söz konusu olduğunda görülmemektedir.
Çünkü sosyalistlerde, insanların kendi bilinçlerinden bağımsız tıpkı sınıf-
ları gibi milliyetlerinin de olduğu yönündeki milliyetçilerin var sayımları
egemendir. Ve Marks’ı sözde bir sosyalist olarak savunanların bizzat ken-
dileri de milliyetçilerin millet hakkındaki, insanların seçim veya kabulle-
rinin dışında bir milliyetlerinin olduğu; kimsenin milliyetsiz olamayacağı
varsayımını paylaşmaktadırlar. Bu nedenle Marks’ı en büyük Almanlardan
biri olarak savunmanın, bir ateisti en büyük Hıristiyan veya Müslüman ola-
rak savunmaktan farklı olmadığını anlamamaktadırlar.
Ama bunun sosyalizmle ilgisi yoktur. Sosyalizm ulusların, kendinde
şey olarak var olamayacağını; ancak kendi için şey olarak var olabileceğini
kabul eder. Ama kabulü böyle yaptığınız zaman, Marks’ı en büyük Alman
olarak savunmak bir yana; Marks’ın böyle bir yarışmaya sokulmasına karşı
çıkmanız, onun ulusunun olmadığını, dolayısıyla Almanlığa bir katkısının
söz konusu olmayacağını savunmanız gerekir. Bu takdirde ancak; yenilgi-
niz bile zafer olur, çünkü milliyetçiliğin var sayımlarını tartışma konusu
yapmış ve onun egemenliğini sarsmış olursunuz.
Durumun rezaletini görmek için şöyle bir örnek verelim. Bir adam dü-
şünün, Allah’a inanmıyor ve hiçbir dinden değil. Dinlere karşı mücadele-
ye hayatını adamış. Belki onların yeterince bilimsel bir açıklamasını ya-
pamamış, ama onlara karşı olmuş. Sonra bu insan ölüyor. Onun takipçi-
si olduğunu söyleyenlerden, Hıristiyanlar içinde onun görüşlerini savunan-
lar, onun en büyük Hıristiyan olduğunu söylüyorlar. Burada söz konusu
olan artık o takipçisi olduklarının değil, o takipçisi olduklarının kendisi-
ne karşı savaştıklarının zaferidir. Onlar artık, dine karşı savaştıklarını sa-
nan Hıristiyanlardır; tıpkı bugünün milliyetçiliğe ya da burjuvaziye karşı
savaştığını sanan sosyalist milliyetçileri gibi.
***

151
Denemeler

Bu körlük sadece Marks’ta görülmüyor. Diğer adaylar için de söz konusu-


dur. Ve kendine sosyalist diyenlerin buna hiçbir itirazı yoktur. Milliyetçiliği
karşı muazzam bir saldırı olanağı sunan bu yarışmada, bir tek sosyalistten
bile, ne Marks ne de diğerleri için, onların milliyetinin olmadığı itirazı gel-
memiştir; aksine bunu kabullenmişler ve o kabul içinde Marks’ın birincili-
ği için çalışmışlardır.
Yarışmadan birkaç ismi göz önüne getirelim. İkinci olan Luther’i düşü-
nelim. Luther bir Alman mıdır? Hayır. Şeyh Bedrettin ne kadar Türk ise,
Luther de o kadar Almandır. Ne Bedrettin’in ne de Luther’in zamanında
uluslar yoktu çünkü. Ulusların tarihi yoktur. Uluslar insanlığın tarihini
yağma edip, oradan bir ulusal tarih yaratırlar.
Her hangi bir ortak soy anlamında veya ortak bir dili kullanmak an-
lamında eskiden insanlar belli kavimlerden olduğunu söyleyebiliyorlardı
muhtemelen. Ama bunun, bugünün milliyetçilerin anladığı anlamda hiçbir
politik anlamı yoktu. Tıpkı şimdi, gözü yeşil olmanın, solak olmanın veya
belli bir klandan olmanın hiçbir politik anlamı yoksa öyleydi.
Yani Luther Alman değildi. O zamanlar ne Alman ulusu ve ulusçulu-
ğu vardı, ne Alman devleti ne de Almanca vardı. Luther’in Aşağı Saksonya
lehçesine çevirdiği İncil’in lehçesi sonra Almanca adını aldı. Luther’in
İncilinin baskıları ve dili bir Alman ulusunun ortaya çıkışında çok belirle-
yici oldu, ama Luther’in ulusu yoktu. Bu henüz tek tanrıyı bilmeyen, ama
yaptıkları nesnel olarak tek tanrılı bir dinin ortaya çıkmasına etkide bulun-
muş bir insanı o dinden kabul etmeye benzer.
Sosyalistler, bu durumu da kabul ederek, Luther’in de Alman görülme-
sine ve en iyi Almanlar arasında sayılmasına itiraz etmeyerek milliyetçile-
rin millet anlayışlarını paylaştıklarını ve onlara suç ortaklığı yaptıklarını
itiraf etmiş olmaktadırlar.
***
Diğer bir örnek, Einstein.
Einstein bir Alman mıydı? Hayır. Almanlar onu Yahudi diye dışladı ve
Amerika’ya gidip Amerikan vatandaşı oldu. Orada, Almanya’nın atom si-
lahı geliştirip tüm dünyaya egemen olabileceği ve Hitler’den önce atom
bombası yapılması gereği üzerine Rooswelt’e meşhur mektubu yazdı. Bir
daha Almanya’ya dönmedi.
Einstein, hem İsviçre hem de Amerikan yurttaşlığına sahipti. İsrail ken-
disine devlet başkanlığı teklif etmiş ve bunu reddetmişti, ama aynı zaman-
da evrakını İsrail’e bırakmıştı. Ama aynı zamanda Birleşmiş Milletlere bir
mektup yazarak bir dünya devleti kurulmasını önermişti.

152
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Einstein’ın kendisini Alman kabul ettiğine dair ortada hiçbir veri yok-
ken, bir ihtimal Yahudi veya Amerikalı iken, ama daha büyük bir ihtimalle
o da ulussuz, kendini hiçbir ulustan kabul etmeyen bir insanken, yarışmada
o da en büyük Almanlardan biri olarak tartışılıyor. Ve bırakalım Allah’ın
bir tek kulunu Allah’ın bir tek sosyalisti bile buna da itiraz etmiyor.
Burada açık ki, milliyetçilerin insanlık tarihini, bilim tarihini ezilenle-
rin tarihini soyuşu söz konusudur. Bu anlaşılır bir şey. Ama sosyalistlerin
buna bir ses çıkarmaması ve bu hırsızlığa hiçbir itirazda bulunmayarak,
hatta Marks’ı da Alman yapıp burjuvazinin ve milliyetçiliğin çalmasına
yardım etmesi ve sonra da bu hırsızlığı sosyalizmin bir zaferi olarak kut-
laması anlaşılamaz.
Elbet bunun da anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Tek yapılması gereken
şey sosyalistlerin milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını, yani
milliyetçi olduklarını kabul etmektir. O zaman her şey yerli yerine otur-
maktadır.
9 Aralık 2003

153
Denemeler

154
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Fizikte Bunalım: Karanlık Madde ve


Karanlık Enerji

On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru bazı fizik bilginleri, fizik biliminin


yakında biteceğini, keşfedecek bir şey kalmayacağını söylemişlerdi. Ama
daha bu kehanetlerin mürekkebi kurumadan, öyle olaylar gözlemlenmeye
başlanmıştı ki, fiziğin sonuna gelmesi ne kelime, var olan fiziğin temelle-
ri sarsılmıştı.
Bu gözlemlenen olaylarla Fizik, bir bunalım dönemine girdi. Önce eski
bina bazı reformlarla, payandalarla ayakta tutulmaya çalışıldı, ama sonun-
da İzafiyet ve Kuvantum teorileriyle bir devrim gerçekleşti. Ve bu fizik, yu-
varlak hesap yirminci yüzyıl boyunca, mikro ve makro kozmostaki olay-
ları açıklamak için mükemmel bir teorik temel sağladı. Ama şimdi, yirmi
birinci yüzyılın başında, tıpkı yirminci yüzyılın başında olduğu gibi, fizik
tekrar bir bunalıma girmiş bulunuyor. Bu yazıda kısaca bu bunalımı açık-
lamayı deneyelim.
On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın başındaki bunalıma
yol açan gözlemler, eğer aşırı bir basitleştirme yapılırsa, Işık ile ilgiliydi.
Newton fiziğine göre ışık, doğru boyunca yayılıyordu ve parçacıklardan
oluştuğu düşünülüyordu. Ama daha sonra ışığın dalga özellikleri gösterdi-
ği de gözlemlendi. Bu ortaya birçok soru çıkarıyordu. Eğer dalga ise, bu
parçacık anlayışıyla nasıl bir arada bulunabilirdi? Eğer ışık dalga ise, evren-

155
Denemeler

deki boşlukta nasıl yol alıyordu? Bunun için içinde yol alacağı bir “ortam”,
bir “şey” gerekirdi. Bunun için sistemi kurtarmak üzere “Esir” ya da “Eter”
denen bir “şey”in var olduğu düşünülerek bu soruna bir çözüm arandı.
Ama ışık ikinci bir azizlik daha yaptı. O zamana kadar, Newton
Fiziği’nin mantığına göre, hareket halindeki maddeye bir güç uygulanırsa,
sürtünme de yoksa onun hızı sonsuza doğru artmalıydı. Yani hızın bir sı-
nırı olmaması gerekiyordu. Ama deneyler, ışık söz konusu olduğunda, du-
rumun bu kabule hiç de uymadığını gösteriyordu. Işık, kaynağının hızı ne
olursa olsun, ister bize yaklaşsın, ister bizden uzaklaşsın, hep aynı hızla gi-
diyordu boşlukta. Önce ölçümler mi yanlış diye bakıldı. Sonra böyle olma-
dığı kesinlik kazanınca, var olan fiziğin temelleri sarsılmaya başladı.
İşte ışığın bu iki azizliği, biraz basitleştirilmiş bir ifadeyle 20. yüzyıl
fiziğine damgasını vuran ve fizikte devrim anlamına gelen iki büyük teorik
sistemin kurulmasıyla aşıldı.
Aşırı bir basitleştirmeyle denebilir ki, Kuvantum Teorisi ile ışığın ve di-
ğer parçacıkların garip, örneğin hem dalga hem parçacık olma gibi davra-
nışlarını anlama ve hesaplamanın yolu açıldı.
İzafiyet Teorisi ile de ışığın hızının yol açtığı sorun çözüldü. Newton
Fiziği’nde Hız değişken, Kütle ve Zaman sabit iken, bu sefer hız değişmez
sabit olarak alınıyor (Işık Hızı), ama bu sefer Kütle ve Zaman değişiyordu.
Örneğin kütle artıyor saatler yavaşlayabiliyordu. Aslında çözüm çok sa-
deydi. Sabit ve değişkenlerin yeri değiştirilmiş, her şey başka bir ışık altın-
da görülmüştü. Sağduyuya aykırı gelse de büyük hızlar ve uzaklıklarda de-
neyler bu yeni teoriyi doğruluyordu.
Kuvantum ve İzafiyet Teorileri her ne kadar ortak bir kavram sistemi için-
de birleşmiş değilseler de esas olarak, yine yuvarlak olarak söylersek, Ku-
vantum, atom-altı âlemde; İzafiyet astronomik âlemde, harika bir tutarlılıkla
olguları açıklamayı mümkün kıldılar. Ve birkaç yıl öncesine kadar gelindi.
Hatta son yıllarda, bu iki alanı ve teorik inşayı bir tek teoride birleştire-
cek, “Evren Formülü” ya da “Birleşik Alanlar Kuramı” denen alanda bü-
yük ve umut verici atılımlar yapıldı. Zayıf ve Kuvvetli Güçlerin birliği gös-
terildi. Geriye Elektromanyetik Kuvvetin ve Çekim Kuvvetinin de bu çe-
kirdek kuvvetleriyle birliği gösterilmesi kalıyordu. Ayrıca matematik mo-
deller kullanarak on veya daha çok boyutlu ipliksilerden oluşan bir evren
modeliyle dört temel kuvveti bir tek teoride birleştirme yönünde umut ve-
rici teorik ilerlemeler kaydedilmişti. Hâsılı yine fiziğin “sonuna” gelinmiş
gibi görünüyordu.
Tam bu sırada, on dokuzuncu yüzyılın sonunda var olan fiziğe ışığın
yaptığı azizliği bu sefer yirminci yüzyılın sonunda çekim gücü yapıyor ve

156
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

bütün teorik sistemi alt üst eden yeni gözlemler yapılıyordu. Bu gözlemle-
re bağlı olarak, nasıl on dokuzuncu yüzyılın sonunda, hiçbir şekilde varlığı
kanıtlanamayan, ama dalganın boşlukta gidemeyeceği var sayımıyla “Esir”
denen şeyin varlığını kabul ederek sorun çözülmeye çalışılmışsa, bu sefer
de benzer şekilde “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji” denen şeyler ile
sorun çözülmeye çalışılmaktadır.
Şimdi, önce bu Karanlık Madde ve Karanlık Enerji’nin var sayılmasına
yol açan gözlemleri anlatalım. Önce Karanlık Maddeden başlayalım.
Gezegenlerin yörüngelerini ve hareketlerini tanımlayan “Rotasyon
Eğrisi” vardır. Bunun esası Kepler Yasasıdır. Bu yasa en kabaca şöyle ifade
edilebilir: Bir gezegenin Güneş’e olan uzaklığı arttıkça hızı azalır. Yani ör-
neğin Güneş’e yakın olan Merkür, çok uzak olan Neptün’den çok daha hız-
lı döner. Dış çeperdeki gezegenler, daha yavaş dönerler.
Fizik yasaları her yerde aynıdır. Yani bu yasa sadece Güneş Sistemi için
değil, bütün başka sistemler, hatta galaksiler için de geçerli olmalıdır.
Dolayısıyla galaksilerin spiral kollarında da aynı yasaya uygun olarak,
dışa doğru gittikçe, merkez etrafındaki dönüş hızının yavaşladığı düşünü-
lüyordu. Ne var ki, gözlemler gerçeğin hiç de bu beklentiye uygun olma-
dığını gösterdi. Rotasyon eğrisi uzaklıkla azalmıyor, sabit kalıyordu. Yani
galaksinin merkezinden uzaktaki cisimler de tıpkı daha içte olanlarla aynı
hızla hareket ediyorlardı. Uzaklık arttıkça hızın azalması görülmüyordu.
Öyle hızlıydılar ki, normal olarak, merkezkaç kuvvetinin etkisiyle galak-
sinin çekim alanından fırlayıp gitmeleri gerekiyordu. Ne var ki, hiç biri bu
davranışı da göstermiyordu.
O zaman, onları orada tutan bir çekim gücü olmalıydı. Galaksinin bü-
tün görünür maddesi toplandığında ise, fırlamayı engellemek için gerekli
olan kütlenin sadece yüzde onunun var olduğu görülüyordu. Yani galak-
silerdeki kara delikler, pulsarlar, beyaz veya kahverengi cüceler, yıldızlar,
gezegenler, tozlar, gazlar, hâsılı bilinen her şey toplandığında ortaya çıkan
değer, gerekli olan kütlenin ancak yüzde onu kadar çıkıyordu. Peki, bu ga-
laksilerin dağılmasını engelleyen çekim gücü nereden geliyordu? Bu kendi
varlığını sadece çekim gücüyle göstermekte olan, elektromanyetik ışıma-
larla hiçbir iletişim içinde bulunmayan şeye “Karanlık Madde” denildi.
Kaldı ki “Karanlık Madde” varsayımını gerektiren gözlemler sadece
galaksilerin dönüşünde görülmüyordu, başka gözlemler de bu var sayımı
zorunlu kılıyordu.
Einstein’dan beri, çekim gücünün etkisiyle uzayın veya ışığın yolunun
eğrildiği önce ön görülmüş sonra da kanıtlanmıştı. Tabii burada hemen
şöyle bir olanak ortaya çıkar, mademki büyük kütleler, daha arkadaki bir

157
Denemeler

cisimden gelen ışığı eğmektedir, galaksiler veya galaksi yığınlarının çekim


gücü, tıpkı bir mercek gibi kullanılabilir ve çok daha uzaklardaki galaksi-
ler gözlemlenebilir.
Bir mercekte ışığın ne kadar eğildiğinden, örneğin gözlük camında nu-
marasından hareketle, gözlenen cismin gerçek yeri hesaplanabilir. Ya da ter-
sinden bu gerçek yer biliniyorsa, göründüğü yer de biliniyorsa, gözlük ca-
mının kaç numara olduğu da hesaplanabilir. Burada çok açık bağıntılar var-
dır. Aynı şekilde, galaksi veya galaksi yığını bir ışığı eğiyor ve mercek et-
kisi yaratıyorsa, biz arkadaki cismin gerçek yeri ve göründüğü yer hakkın-
da bir bilgiye sahipsek, gözlüğün numarasına karşılık düşen ne kadar bü-
yük bir çekim gücü dolayısıyla kütlenin bu etkiyi yaptığını hesaplayabiliriz.
Bu mercek etkileri incelendiğinde de şu görülüyordu, o çapta bir ışık eği-
lim veya kırılması için, galaksilerin görünebilir kütlesi yetmemektedir. Var
olan kütle gerekli olanın yüzde onu kadardır. Bu çekimi ve ışığın eğrilmesi-
ni yaratan bir çekim gücü gereklidir. Böylece Karanlık Madde, birbirinden
bağımsız başka fenomen ve gözlemleri (Hız nedeniyle fırlamama ve mercek
etkisinin gücü) açıklayabilmek için biricik kabul edilebilir var sayım olarak
ortaya çıkmaktadır. Var olan teorik sistem, ancak “Karanlık Madde” ya da
“Hayalet Madde” denen, varlığı hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir mad-
de türünün varlığını kabul ederek ayakta durdurulabilmektedir.
Ve daha da ilginci, hesaplara göre, görünebilir madde, (ya da Bar yon-
lardan oluşan madde de denebilir; Kara Delikler gibi “görünmez” olanlar da
bu görünebilire dâhildir) evrende var olması gereken maddenin ancak yüz-
de onunu meydana getirmektedir. Gerisi, yani yüzde doksanı, “Karanlık
Madde”dir. Bu karanlık madde olmadığı takdirde, galaksiler, yıldızlar, do-
layısıyla gezegenler ve bizlerin var olması mümkün değildir.
Böylece fizik öyle bir noktaya gelmiştir ki, bütün bu galaksiler, yıldızlar,
kara delikler ,vb. yani gözlemlediğiniz evren, gerçekte evrende olması gereken
maddenin yüzde onudur. Bu evren yüzde doksan, ne olduğunu bilmediğiniz,
hakkında hiçbir fikrimiz olmayan “Karanlık Madde”den oluşmaktadır.
Bu aslında tam anlamıyla bir iflasın ilanından başka bir şey değil-
dir. Fizik, bu evren yüzde doksanıyla ne olduğunu bilmediğimiz karanlık
maddeden oluşmaktadır demektedir. Bu kadar olsa yine de iyi, daha kötüsü
geliyordu. Bir süre sonra, başka gözlemler de yapılmaya başlandı.
Einstein’ın teorisine göre, evrenin genişlemesinin giderek yavaşlama-
sı gerekir. Ne var ki, gözlemler, evrenin giderek artan bir ivmeyle genişle-
diğini; galaksilerin giderek artan bir hızla uzaklaştıklarını göstermektedir.
İlk önceleri yine gözlemlerde ya da hesaplar yapıldığı düşünüldü ve bu
giderek artan bir hızla genişleme kuşku ile karşılandı. Ama bugün artık,

158
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

evrenin giderek artan bir hızla genişlediği, bütün astrofizikçiler için kabul
edilmiş bulunuyor. Zaten 2003 yılında, Science (Bilim) dergisinin yılın en
büyük buluşu seçtiği şey, bunun artık kanıtlanmış oluşudur. Evrenin ço-
cukluk döneminin (400 bin yaşındaki hali, evren 13,7 milyar yaşında), arka
plan ışımasıyla çıkarılan çok hassas resimleri, evrenin artan bir hızla ge-
nişlediğini kanıtlıyor.
İşte bu genişlemeyi yaratan bir güç olması gerekiyor. Ama bu gücün de,
ne olduğu hakkında, en küçük bir fikrimiz yok. İşte, tıpkı karanlık madde
gibi, hakkında en küçük bir fikrimiz olmayan bu güce de “Karanlık Enerji”
deniyor.
Ama hesaplamalara göre, Karanlık Enerji, evrenin yüzde yetmiş üçünü
oluşturuyor. Yani aşağı yukarı karanlık maddeden de üç misli fazla. Yüzde
yirmi üçünü de Karanlık madde oluşturuyor. Geriye kalan yüzde dört de
bildiğimiz bütün maddeden oluşuyor. Yani fiziğin dediği şu oluyor: Yüzde
doksan altısının ne olduğu hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir evrende
yaşıyoruz. Bu, fiziğin iflasının utangaç bir şekilde ilanından başka bir şey
değildir.
Burada fiziğin karşısında iki yol görünüyor. İlk olasılık, bu Karanlık
Madde ve Enerjinin bir şekilde mahiyetinin kavranması olabilir. Örneğin,
diyelim ki, nötrinoların kütlesi varsa, bu, en azından karanlık madde için
bir açıklama sunabilir.
Ama diğer bir olasılık da fizikçilerin tıpkı bir zamanlar var olan teo-
rik sistemi kurtarmak için “Esir” ya da “Eter”i varsaymaları gibi; (o da
doğrudan gözlemlenemeyen, ışık dalgalarının boşlukta gidemeyeceğin-
den çıkarılan bir varsayımdı) “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji”yi
varsayma durumunda oluşlarıdır. Belki yapılması gereken, “Esir” benzeri
“Karanlık Madde ve Enerji”nin aranması değil, bu varsayımlara ihtiyaç bı-
rakmayacak yeni bir teorik sistemin aranması olmalıdır. Tıpkı bir zamanlar
Einstein’ın her şeyi bambaşka bir ışık altında görmesi gibi, her şeyi bam-
başka bir ışık altında görmektir gereken.
Kanımızca, “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji” kavramları, var
olan teorik sistemin yıkılışını engellemeye yönelik payandalardan; reform
çabalarından başka bir şey değildir. Kanımızca sorun, Karanlık Madde ve
Enerji’nin araştırılmasında değil; o kavramları gereksiz kılacak yeni bir
teori ve bakış açısındadır. Astronomlar ve fizikçiler kafalarını, Karanlık
Enerji veya Karanlık Madde’nin ne olabileceğine yormaktan ziyade, baş-
ka bir bakış açısı ve teorik sisteme yorsalar, çok daha iyi ederler. En azın-
dan fizik biliminin tarihinin dersleri, bunun daha büyük bir olasılık oldu-
ğunu ima ediyor. Bu imayı ciddiye almak gerekir, en azından boşlamamalı.

159
Denemeler

Ama Kuvantum ve İzafiyet Teorileri öyle mükemmel bir sistem sunuyor-


lar ki, yeni sistemin kesinlikle onları içermesi gerekiyor. Tıpkı, Einstein’ın
teorisinin, Newton Fiziği’ni özel bir hal olarak içermesi gibi.
25 Aralık 2003

160
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ararat

Geçen hafta Atom Egoyan’ın Ararat filmini görebildim. Bu film üzerine ve


film vesilesiyle bir kaç şey söylemek gerekiyor.
Atom Egoyan’ın filmi sadece film içinde bir film değil, iç içe geçen bir-
çok hikâyeden oluşuyor. Film, Ermeni katliamı üzerine bir film; Ermeni kat-
liamı üzerine bir Ermeni olarak film yapmanın sorunları üzerine bir film;
İki binli yıllarda Kanada’da yaşayan bir Ermeni olarak bu konuda film yap-
manın sorunları üzerine bir film; modern batı metropollerinde yaşayan in-
sanların ilişkileri ve ilişkisizliği üzerine bir film; kuşaklar çatışması üzeri-
ne bir film; ünlü ressam Arshile Gorky’nin hayatı üzerine bir film; Babasız
büyüyen çocukların veya babalarının anısı altında ezilen çocukların sorun-
ları üzerine bir film; mit yaratmak üzerine bir film; mitlerin gerçek hayatla-
rı üzerine de bir film; Dr. Ussher’in anıları üzerine bir belgesel; ama belge-
sellerin ne kadar belgesel olduğu; onların ne kadar gerçeği yansıttığı veya
yansıtabileceği üzerine de bir film. Burada saymakla bitmeyecek ve her bir
hikâyenin, her bir konunun diğerine ayna görevi gördüğü; bir yabancılaşma
etkisi yaratmak için de kullanıldığı, zaman ve mekân ve hikâye geçişlerinin
büyük bir ustalıkla yapıldığı sanat değeri yüksek bir film Ararat.
Ben de kısaca Ararat filmi üzerine, yani bir Ermeni tarafından Ermeni
katliamı üzerine yapılmış bir film üzerine bir Türk olarak yazı yazmanın
sorunları üzerine bir yazı yazmak istiyorum.
Bu film üzerine, her türlü politik kaygıdan azade olarak, sırf estetik kay-
gılarla, sırf felsefi kaygılarla bir yazı yazmak isterdim. Filmin çok önemli

161
Denemeler

gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı yazmak isterdim. Ama böyle bir yazı
yazamam.
Çünkü Türkiye’de devlet ve toplumun büyük çoğunluğu, bir Ermeni,
Süryani katliamı olduğunu inkâr ediyor.
Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun çok.
Baktılar doğrudan yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra
iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniy-
le sinemaların oynatmaması sağlandı. Hâlbuki demokratik bir ülkede, dev-
letin görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme
hakkını savunmak olur.)
Ne zaman Türkiye’de Ermeni-Asuri katliamı inkar edilmez ve üzerine
açıkça tartışılır; ne zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar ve her hangi
bir engelleme girişimine karşı devlet güçleri insanların bu filmi seyretme
özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman Egoyan’ın filmi üzerine her tür-
lü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir.
Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma özgürlüğüm bu-
lunmamaktadır. İnkâr edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış bir
film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı ve savunmasız bir insana vurmaktan
farklı olmaz.
***
Bu vesileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı.
Politikadan ve demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere bilinç gö-
tür meyi; emekçi halkın sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı dün-
yanın bilmem neresindeki gelişmelerin ateşiyle ısınmayı falan bırakın ar-
tık. Nasıl olsa işçiler ve halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir şekilde işe ya-
rayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel ve kalıcı etkiler bıra-
kan çalışmalara yönelebilirsiniz.
Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor mu?
Bu filmin gösterilmesi için, “Ararat’ı seyretme özgürlüğümü savunmayan
devleti protesto ediyorum” diye filmin oynatılması için kampanya başlata-
bilirsiniz.
Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek; bin işçiyi
sendikalı yapmak; on işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır.
Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir tartışma baş-
latmanız, filmin oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer olur.
Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın Ermeni Süryani katliamın-
da, nerelerde ne yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket başlatabilirsiniz.
Herkes tek tek ailesini araştırır, dedelerinin bu katliamlar sırasında ne yap-

162
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

tığını. Ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrı menkul, bir servet, ahret-
lik türünden bir ev kölesi vb. olanlar bunları kamuoyu önünde anlatıp, bu
katliamı lanetleyebilir.
Ermeni, Süryani ve Rum katliamları, sürgünleri ve mübadeleleri dev-
let ve ilk sermaye birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin sınıflar ta-
rafından inkâr dilmektedir, ama sıradan halk bu katliamı ve somut olayla-
rı bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin ve egemen sınıf-
ların ve gerici Türk milliyetçilerinin inkârlarına karşı, aşağıdan bir hare-
ket başlatılabilir.
Hâsılı birçok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların başını çeker-
lerse, tekrar altmışlı yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin önüne geçip,
küçük güçlerine rağmen toplumun gündemini belirlemeyi başarabilirler.
Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev ve anlam da kazandırır sosya-
listlere.
Değmez mi böyle girişimlere?
4 Mayıs 2004

163
Denemeler

164
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kemalizm ve İslam

Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın


Kemalizm’e; Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır.
Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe ve de laikleştikçe Müslümanlaş-
mıştır. Türkiye bu kadar laik ve batılı olmasaydı bu kadar Müslüman ol-
mazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu idi, nüfusunun büyük bölü-
mü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, Batıcı ve de Batılıdır,
ama Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan do-
kuzunu Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta
Politik İslam’ın Kemalizm’e bir itirazı yoktur.)
Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk di-
yen Batılılardı; onlar kendilerini Türk olarak görmüyor ve Türk’ü kaba, ca-
hil anlamında bir hakaret sıfatı olarak kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonra-
dan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey aslında, Bizans-
Osmanlı’dan beri gelen ve kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği
ve ideolojisidir. Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti.
Ve onu da Türkler değil, işte bu Türklerin devlet geleneğinden söz eden,
Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur. Daha doğrusu zaten var olan dev-
leti Türk devleti yapmıştır.
Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını ve egemenliğini
borçlu olduğu devleti sürdürebilmek için her şeyi yapmaya ve her şey olma-
ya hazırdı. Birinci Büyük Millet Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlar-
dı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye.

165
Denemeler

Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski de-


mokratik ve cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan ve Anadolu’da
bir burjuvazi de Hıristiyanlar arasında geliştiğinden, Burjuvazinin mil-
liyetçiliği, bir etniye ve dine dayanan, çoğu kez de etni ve din çakıştığı
için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu milliyetçi-
liği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini ve varlığı buna bağlı Müslüman Devlet
Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için
Osmanlı Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan-İslamizm ile oyalandık-
tan sonra, Türk ulusçuluğunda karar kıldılar ve Müslüman ahaliden bir
Türk ulusu yaratıldı.
Ne bu ulusu ve ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus
yaratılan nüfusun soy olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan ve
Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun büyük ölçüde Müslümanlaşmış aha-
lisinden, biraz da Türkmen ve Oğuz soyundan göçebe ve köylülerden yara-
tıldı bu ulus. Öyle ki, soy ve dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar,
sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir
kelime Türkçe bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara
karşılık alındılar.
Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm önce-
sini temsil eden Osmanlı Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında geliş-
miş modern burjuvazinin çatışmasıydı. Osmanlıcılık da, Pan-İslamizm de,
Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini temsil ediyordu.
Başta Ermeniler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün ve mü-
badeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, pre-kapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıp-
kı, “devlet benim” deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Barthelmi
katliamlarında Protestanlığı, yani burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu
katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini 100 yıl geciktirmiş ve
sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır.
Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı
sıra pre-kapitalist toprak ağa ve beyliğinin; tefeci bezirgânlığın güçlen-
mesi sonucunu vermiştir. Bu tefeci bezirgânlığın ve ağalığın ideolojisi ise
Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirganlığı kontrol altına alabilmek
için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı ve bu resmi
Müslümanlığa da laiklik adını verdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamla-
rıyla, laikliğin temeli olan nüfusu ve toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok
etmişti.
Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirgânlığın ide-
olojisiyken, 1970’lerden sonra yeni çıkan ve çoğu bu tefeci bezirgânların
çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin bayrağı oldu. Politik İslam’ı bay-

166
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

rak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden bıkmış işçileri de-


ğil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle
birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan Sabetaycı Komplo
teorileri Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu.
Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıf-
larına karşı gerçekten onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsil-
cilerin elinde bulunacağı tedbirler almıyor; böyle girişimlerde bulunmuyor.
Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin ka-
panması; Diyanet İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergi-
lerden ödenmesine son verilmesi ve bunların Müslümanların bağışlarıyla
geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve eşitliğini garanti altına
alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile almıyorlar.
Hâlbuki böyle talep ve girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin,
dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır ve Kemalist bürokrasinin
bütün demagojisini açığa çıkarıp onu tecrit eder.
Böyle gerçek bir laiklik ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin
tecridini de getirir, Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edece-
ğinden, Politik İslam’ın mazlumu oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen
yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını getirir. Bu nedenle AKP
Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor. Çünkü
ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik
İslam’ı var olmaya devam edebilir ve bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sür-
dürebilir.
28 Mayıs 2004

167
Denemeler

168
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Sabetaycılar, Yahudiler, Anti-Semitizm ve


Kemalizm

Eskiden İslamcı yazarların ilgi alanında bulunan Sabetaycılar, Yahudiler


ve bunlar üzerine komplo Teorileri, son zamanlarda Soner ve Küçük
Yalçın’ların kitaplarıyla tekrar gündeme geldi.
Sanılanın aksine, bu kitaplarda neyin söylendiği değil, niçin, şimdi ve
nasıl söylendiği daha önemli ve anlamlıdır ve toplumsal sınıfların konum,
yapı ve ilişkilerindeki değişmeleri anlamak için ilginç ipuçları sunarlar.
Herkesin bildiği gibi, tarih tarihle değil, bugünün tartışmalarıyla ilgilidir
ve bugün çatışan güçlerin çıkarlarını korumanın aracıdır. O halde soralım:
“Bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü?” Türkiye’nin devlet
sınıflarının, ya da Kemalist nomenaklaturanın çıkar ve eğilimlerini yan-
sıtan bu yazarlar niye Sabetaycılara taktılar? Bu hangi toplumsal gücün
eğilim, çıkar ve konumunun savunusudur?
Yirminci yüzyıla kadar İslam’ın yayıldığı ülkelerde Yahudi düşmanlığı
yoktur. Yahudi düşmanlığı, Batı Ortaçağının Hıristiyan ülkelerinde, kimi
zaman tefeci-bezirgân sermayeye yönelik bir tepkinin; kimi zaman da ken-
dileri tefeci bezirgânlaşmış Hıristiyan tüccarların ve burjuvaların, bezirgân
bir kavim olan Yahudilere rekabetinin bir aracı olarak görülür.
Burjuva devrimleri Yahudileri gettodan kurtarıp eşit yurttaşlar haline
getirdi. Bundan sonra Yahudiler devrimci demokratik fikirlerin en büyük

169
Denemeler

taşıyıcısı olmuşlar ve İbrani dininde derin kökleri olan ve ihtilalcı tarikat-


lara ilham veren mesiyanik gelenek üzerinden modern sosyalizmin de en
büyük kurucuları ve geliştiricileri olmuşlardır. Proletarya, yeryüzünde bin
yıllık adil düzeni kuracak modern bir Mesih’tir de.
Bu nedenle, burjuva devrimcisi mason derneklerinde de; sosyalist ve
işçi örgütlerinin içinde de, kapitalizmi ve komünizmi bir Yahudi komplo-
su olarak gören teorileri haklı çıkarırcasına, Yahudiler toplumdaki oran-
larıyla kıyaslanamayacak bir nicelik ve nitelikte yer almışlardır. İçinden
Yahudilerin çıkarıldığı bir burjuva uygarlığından ve modern sosyalist ve
işçi hareketinden geriye pek bir şey kalmazdı.
Ne var ki, burjuvazinin ezilen sınıfların korkusu yüzünden gericileş-
mesi ve modern toplumun örgütlenmesinin temeli olan ulusu, yurttaşlık
haklarıyla değil, dil, din, soy, etni ile tanımlamaya başlamasıyla birlikte;
Burjuva gelişim Avrupa’da doğuya doğru yayıldıkça, Yahudileri gettodan
kurtaran burjuva devrimciliğinin; demokratik ve cumhuriyetçi; insan ve
yurttaş haklarına dayalı ulusçuluğun yerini; dine, dile, soya dayanan mil-
liyetçilikle birlikte antisemitizm almaya başladı. Öte yandan hem buna bir
tepki olarak, hem de bizzat kendisi de aynı gericileştirici eğilimin etkisinde
olduğundan; Yahudi burjuvazisi de demokratik ve cumhuriyetçi bir ulus-
çuluktan; dile, dine, soya dayanan Yahudi ulusçuluğuna, yani Siyonizm’e
geçiş yaptı. Buna karşılık, Yahudi işçiler ve entelijansiya, burjuva devrim-
lerinin ideallerinin tek tutarlı sürdürücüsü kalmış işçi hareketine daha bir
güçle yöneldi. Ve bu aşağı yukarı Sovyetlerin bürokratik bir kast tarafın-
dan ele geçirilmesine kadar devam etti.
Yahudiler içindeki sosyalizm ve Siyonizm tartışması, özünde, Yahudiler
üzerindeki baskının tüm diller, dinler, kültürler, etniler arasında eşitliği
sağlayan bir ulusçulukla mı; yoksa Yahudilerin de kendilerini dışlayanlar
ve ezenler gibi, dile dine soya dayanan bir ulusçulukla ve devletle mi son
bulabileceği tartışmasıdır. Yani bugün Kürt hareketi içinde Öcalan ve diğer
Kürt milliyetçileri arasındaki tartışmadır.
Ne var ki, Sovyet devriminin geri bir ülkede olup yayılamaması, tecridi
ve sonunda bir bürokratik kastın iktidarının aracı olması; bunun sonucu
olarak, dünyadaki sosyalist hareketin de ulusu gerici burjuvazi gibi dil,
soy, etni ile tanımlaması ve demokratik geleneklere veda etmesi sonucu,
Yahudiler de, özellikle soykırımın da etkisiyle önceleri hiçbir zaman güç
bulamamış gerici ulusçuluğa, Siyonizm’e akmaya başladılar.
Ve bu gerici milliyetçilikle kurulan İsrail devletinin dünyanın aort da-
marını garanti altına almak için Emperyalist ülkelerce desteklenmesi sonu-
cu, Siyonizm mi sosyalizm mi; yani ulusu dille, dinle, soyla tanımlamayan

170
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

demokratik cumhuriyetçi bir ulusçuluk mu; ulusu dile dine, etniye soya
göre tanımlayan bir ulusçuluk mu çatışmasını, bütün dünyada olduğu gibi,
Yahudiler arasında da, bugün Siyonizm kazanmış gibi görünmektedir.
Ama unutmamalı, yirminci yüzyılın başlarında da Sosyalizm karşısında
Siyonizm’in en küçük bir şansı görülmüyordu. İslam ülkelerinde Yahudi
düşmanlığının ve Siyonist komplo teorilerinin yankı bulması Irkçı, İsrail
devletinin kuruluşundan sonradır ve Arap ve Müslüman burjuvazinin eği-
limlerini yansıtır.
Batı’nın emperyalistlerinin artık bir anti-semitizme ihtiyacı yoktur, ak-
sine, Orta Doğu petrollerini garantilemek için, İsrail devletinin varlığı ve
ona destek hayati önemdedir. Avrupa ve Almanya için, Nazi’lerin yaptığı
Yahudi soykırımı karşısındaki lanet törenleri, bu politikayı meşrulaştırma-
nın bir aracıdır. Nasıl Türkiye’nin solcuları anti-emperyalizm adına genel-
kurmay politikalarının destekçiliğini yaparlarsa; Alman solcuları da; Nazi
vahşetinin lanetlenmesi adına, Siyonist ırkçılığı, İsrail devletinin yaşama
hakkı diye desteklerler ve hatta kendine “anti-Nasyonalist” diyen kimileri,
İsrail ve Amerikan bayraklarıyla yürüyüşler düzenlerler.
Ama aynı zamanda anti-semitizm ithamı, ABD karşısında Arap ülke-
lerini destekleyerek bir denge kurmaya çalışan Avrupalı emperyalistlere
ve güçlere karşı, ABD emperyalizminin ve ırkçı İsrail Siyonizmi’nin on-
ları hizaya getirmeye yarayan bir sopasıdır. Örneğin bu çatışma geçen yıl
Almanya’da, Araplarla daha yakın ilişkileri savunan bir politikacının, İsrail
tarafından manevi olarak öldürülmesi ve onun da dayanamayıp intihar et-
mesine karşılık, Siyonist bir talk showcunun, kirli çamaşırlarının ortaya çı-
karılarak yine manevi olarak saf dışı edilmesinde olduğu gibi, “bir bizden
bir sizden” mesajlarıyla, zaman zaman çok sert biçimlerde sürmektedir.
Arap ve İslam ülkelerindeki anti-semitizm İsrail’in varlığıyla doğru-
dan bağlıdır ve ondan sonra ortaya çıkmıştır. Siyonizm’e karşı Arap ve
Müslüman burjuvazinin bir karşı tepkisi olarak. Osmanlı’da burjuva dev-
rimlerinde ve Türk ulusunun yaratılmasında, yani Türk modernleşmesinde
Yahudilerin oynadığı çok özel rol nedeniyle, Türkiye’deki anti-semitizm ve
Komplo teorileri daha eskilere gider ve çok ayrı sebepleri vardır.
Osmanlı’da Müslüman devlet sınıfları, bütün fatih kavimler gibi, haraç-
la yaşadıklarından ve devleti oluşturduklarından bunlar arasında, ticaret
ve zanaat, “haşa min huzur tüccar taifesinden” denerek aşağılanmıştır. Bu
nedenle, ticaret ve zanaat Hıristiyan nüfusun işi olmuştur. Dolayısıyla da
burjuvazi ilk kez Hıristiyanlar arasından çıkmıştır. Ama bu burjuvazi orta-
ya çıktığında, artık burjuvazi, demokratik ve cumhuriyetçi insan ve yurttaş
haklarına dayalı ulusçuluğu çoktan terk etmiş; dile, dine, etniye dayanan

171
Denemeler

bir ulusçuluğa geçmiştir. Bütün bu Hıristiyan burjuva sınıflarının, kendi-


sinden dile, dine, soya dayanan uluslar ve ulusal devletler kurabilecekleri
bir nüfus vardır. Rumlar ve Ermeniler ve diğer Balkan halkları gibi.
Hıristiyan burjuvazi dışında, bir tek istisna vardır, kendi içinden bir
burjuvazi çıkarmış: Yahudiler. Zaten Fenikelilerden beri Akdeniz ticaretini
elinde tutan; Venedik’e karşı Osmanlı ticaretini güçlendirmek için, İspan-
ya’dan gelmeleri teşvik edilen, Doğu Akdeniz’in (Levant) ticaret yolları ve
liman şehirlerinde bir Yahudi burjuvazisi de oluşmuştur. Ayrıca bu burju-
vazinin önemli bir bölümü, daha önceki yüzyıllarda Mesihçi bir hareket
ve tarikatın dışarıdan Müslüman görünmeyi kabul etmiş; “Sabetaycılar”,
“Selanikliler” veya “Dönmeler” diye tanımlananlarından oluşmaktadır.
Hıristiyan halkların burjuvazisi ile hala pre-kapitalist dünyada yaşayan
ve burjuva değişimlerde kendi varlığına ve yaşamına karşı bir tehdit gö-
ren Müslüman ahali ve oluşacak burjuva devletlerin kendi varlığının koşulu
olan devleti yok edeceğini gören Müslüman devlet sınıfları arasındaki çatış-
manın yanı sıra Yahudi burjuvazi ile Ermeni ve Rum Hıristiyan burjuvazi-
si arasında da bir rekabet ve çatışma bulunmaktadır. Bu durum da ister iste-
mez, Pre-kapitalizmin temsilcisi Müslüman devlet sınıfları ve ahali ile mo-
dern Yahudi burjuvazisi arasında bir çıkar ve konum ortaklığı yaratmıştır.
Gerek Osmanlı’nın Katolik engizisyona karşı sığınma sunması; gerek
İslam’ın kendini özüne dönmüş saf İbrahim dini ve İbrahim’i Müslüman
olarak görmesi; gerek Sabetaycıların Müslüman görünmesi gibi ek katali-
zatörlerle bu yakınlık daha da pekişmiştir.
Böylece, ortada bir yanda burjuvazisi olmayan, Hıristiyan ulus ve bur-
juvaların tehdidi altında pre-kapitalist bir Müslüman nüfus ve devlet sınıf-
ları; diğer yanda yine bir burjuva olarak aynı tehdidi hisseden ve bu burju-
valarla rekabet içinde bulunan, ama aynı dile ve dine sahip içinden dayana-
cağı bir ulus yaratabileceği bir nüfustan yoksun Yahudi ve onun bir biçimi
Müslüman görünüşlü Sabetaycılardan oluşan bir burjuvazi. Tencere yuvar-
lanmış ve kapağını bulmuştur. Müslüman pre-kapitalizmin devlet sınıfla-
rı ve halkın burjuvazisi yoktur; Yahudi burjuvazinin de dayanacağı ve için-
den bir ulus yaratacağı halkı.
Avrupa’daki Yahudilerin arasında o zamanlar henüz Siyonizm çok za-
yıftır ve ulaşılmaz bir hayal gibi görünmektedir. Bu nedenle bu Yahudi
burjuvazisi için Siyonizm’in bir çekiciliği yoktur. Olsa bile Rum ve Ermeni
burjuvazisinin tehdidi ve rekabetine karşı kısa vadede somut bir çare ol-
maktan uzaktır. Diğer yandan Avrupa’daki Yahudilerin çoğu devrimci de-
mokratik özlemlerin biricik tutarlı savunucusu olan sosyalist ve işçi hare-
ketine angajedir. Onlarla arasında bu nedenle her hangi bir rezonans olmaz.

172
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Çünkü kendisi de tıpkı diğer Hıristiyan burjuvalar gibi artık burjuvazisinin


devrimci barutunu tükettiği bir çağın burjuvazisidir ve ulusu gerici impara-
torluk karşısında yurttaşlıkla değil, soyla, dille, dinle tanımlayan gerici bir
ulusçuluğa eğilimlidir. Bu nedenle, Avrupa’dan, aydınlanmanın demokra-
tik devrimciliği ya da sosyalizm değil, pozitivizm ve gerici sosyolojiler ve
gerici ulusçuluklar getirilir.
Ne sonra güçlenen Siyonizm ne de devrimci demokratik idealleri sa-
vunan sosyalizm bu Yahudi burjuvazinin siyasi projesi olamazdı. Öte yan-
dan çıkar ortaklıklarının beslediği olağanüstü bir olanak ortada duruyordu.
Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratmak ve kendilerinin de o ulusun
burjuvazisi olması. Böylece Osmanlı devlet sınıfları ile Selanik ve İzmir
gibi şehirlerde özellikle yoğunlaşmış, ama bütün ticaret yollarının düğüm
noktalarında da var olan Yahudiler ve Sabetaycılar arasında bir çıkar ve ka-
der ortaklığı ortaya çıktı. Bu İttihat Terakki’de açıkça görülebilir. Bugünkü
komplo teorileri bu ortaklığın somut görünümlerine dayanmaktadır.
Tabii Müslüman ahaliden bir Türk ulusu fikri hemen doğmadı önce
Osmanlıcılık gibi denemeler de yapıldı. Bu Türk ulusu fikri oldukça son-
ra, Avrupalıların Osmanlılara ve o topraklarda yaşayan Müslüman ahaliye
Türk demesi; Almanya’nın Rusya’yı arkadan kuşatmak ve Hint yolu için
pan-Türkizmi yaratıp beslemesi; daha önce İpek yolu üzerinde bezirgân-
laşmış ve zenginleşmiş Türk dilinden Hazar kavminin Musevi dinini be-
nimsemesi ve bunların kalıntılarından (Kerait Yahudileri) ortaya çıkmış
burjuvazinin geliştirdiği bir Türk milliyetçiliğinin etkileri gibi birçok rast-
lantının bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkmıştır.
En ateşli Türk milliyetçileri ve Türk milliyetçiliğinin kurucuları genel-
likle Yahudiler ve Sabetaycılar arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin ve Tekin
Alp bunların en bilinen örnekleridir. Türklerin atası olan, Atatürk, Osmanlı
Devlet sınıfları ile bu Yahudi ve Sabetaycı burjuvazinin çıkar ve kader or-
taklığının en somut sembolüdür. Muhtemelen Sabetaycı bir kökenden ge-
len, ama öyle olmasa bile Selanik nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan
Yahudiler ve “Dönme”lerin kültürel atmosferinde; Kerait öğretmenlerden
ders alan; bu “dönme”lerin kurduğu modern okullarda okumuş bir Osmanlı
paşasıdır.
Denebilir ki, Yahudiler dünyada iki ulus yaratmış, iki devlet kurmuştur.
Biri İsrail ulusu ve devleti, diğeri Türk ulusu ve devleti.
Batı Avrupa’nın Yahudileri kendilerini gettodan kurtaran insan ve yurt-
taş haklarına dayalı ulusçulukla kendilerini kurtarmışken; Orta ve Doğu
Avrupa’nın Yahudileri bu devrimci demokrasiye sosyalizm bayrağı altında
İşçi hareketi aracılığıyla ulaşmaya çalışırken, Osmanlı’daki Yahudiler, ka-

173
Denemeler

der ve çıkar ortaklığı içinde oldukları Osmanlı’nın Müslüman devlet sınıf-


ları ile birlikte, Müslüman Ahaliden bir Türk ulusu yaratarak; dile ve dine
dayanan bir ulusçulukla üçüncü ve gerici bir denemede bulundular.
Doğu Avrupa’nın Eskenazi Yahudileri, Siyonist milliyetçilik ile İsrail
devletini ve ulusunu kurmadan önce; Osmanlı’nın ve Levant’ın Sefarat
Yahudileri, Türk milliyetçiliği ile Türk devletini kurdular.
Ama bunu yaparken başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye de
döndüler ve bizzat kendi yarattıkları gerici ulusçuluğun da sık sık kurbanı
olmaktan kurtulamadılar.
Anadolu’nun Hıristiyan Rum ve Ermenilerinin fizikî olarak imhası, sa-
dece Osmanlı Devlet sınıflarının çıkarlarının savunusu değil; bu Yahudi
burjuvazisinin rakibinin tasfiyesi anlamına da geliyordu. Ne var ki, bu
Rum ve Ermeni burjuvazi ve üretmenlerin tasfiyesi, Anadolu’nun üretim
ilişkilerini ve kültürel dünyasını, Fransa’daki Sen Barthelmi katliamında
olduğu gibi en az yüz yıl geriye götürdü ve tefeci bezirgânlığı, derebeyliği
ve devletçiliği hâsılı gericiliği güçlendirdi. Bu da, laiklik denen dinlerin
politika dışına itilmesinin toplumsal temelini yok etti.
Şapka ve gardırop inkılâpları, bu burjuvazinin kendisinden Türk ulu-
sunu yaratacağı Müslüman halkıyla görünür bir farkın olmaması için ya-
pılmıştı. Ama Ermeni ve Rumların tasfiyesiyle güçlenen tefeci bezirgân ve
derebeyliğin ideolojisi Müslümanlıktı. Bu tefeci bezirgânlığı kontrol atında
tutabilmek için, bir yandan laiklik adı altında bir resmi devlet İslamlığı
oturtuldu; diğer yandan yine aynı zorla kıyafet inkılâpları.
Modern Türk devletinin kuruluşunda Yahudilerin oynadığı bu özgül rol
ve katliamların sonucu belirler Cumhuriyet döneminin tarihini ve reform-
larını. Bu nedenle; Türkiye’deki Yahudi düşmanlığı, Arap ülkelerinden
önce, katliamlarla güçlenen tefeci bezirgânlığın ve derebeyliğin, Kemalist
modernleşmeye karşı mücadelesinin de bir aracı olmuştur.
Daha sonra, Anadolu burjuvazisi, tam da bu büyük şehirlerin Yahudi ve
laik burjuvazisinin kıyafet inkılâbını yaptığı nedenlerle, yani sömürdüğü
kitleden ve ulustan farklı olmamak için, yine aynı şekilde kıyafeti bayrak
yaptı. Antisemitizm ve komplo teorileri, taşranın Müslüman burjuvazisi-
nin, bir yandan büyük şehirlerin Yahudi burjuvazisine karşı; diğer yandan
devlet sınıflarının egemenliğine ve onların bu ittifakına karşı mücadelesi-
nin bir silahı oldu uzun yıllar boyunca.
İhtiyacı olan malzemeyi de, önceleri Avrupa’da Hıristiyan ülkelerin ge-
rici burjuvazisi tarafından geliştirilmiş; sonra Araplarca alınmış komplo te-
orileri ve antisemitizmden alıyor, onları Türkiye tarihinin bu özgüllüğüyle
birleştirince, sadece kapitalizm, komünizm ve Siyonizm değil, Kemalizm

174
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

de bu komplonun bir ayağı olarak ortaya çıkıyordu. Bütün burjuva devrim-


leri mason localarında örgütlenmemiş miydi? Marksist ve sosyalist önder-
lerin çoğunun Yahudi olması bir tesadüf müydü? İşte, Türkiye’deki mo-
dernleşmeci Kemalizm de bir Yahudi komplosu değil miydi? Bütün bun-
lar İslamiyet’e karşı Yahudiliğin bir komplosundan başka bir şey olamazdı.
Ne var ki, son yıllarda, Anadolu’nun İslamcı Burjuvazisi ile büyük şe-
hirlerin laik ve Yahudi kökenli burjuvazisi arasında bir fiili yakınlaşma
başladı. Buna karşılık devlet sınıfları ile bu büyük şehirlerin laik burjuva-
zisi arasında giderek büyüyen bir çatlak oluştu.
Kemalist devlet sınıflarının her türlü esneklikten yoksun, özellik-
le Kürtleri inkâra yönelik politikası ve savaş masrafları burjuvazi için
çok ciddi engeller yaratıyordu. Türkiye dünya pazarına entegre olmalıy-
dı, ama bunun için gerekli reformların önündeki en büyük engel bu dev-
let sınıflarıydı. Böylece önceleri devlet sınıflarının gölgesinden çıkmayan
Sabetaycı, Yahudi ve laik burjuvazi, giderek politik iktidarı doğrudan sınıf
olarak burjuvazi ele almadıkça hiçbir reformun yapılamayacağı sonucuna
ulaştı ve İkinci Cumhuriyetçiliği geliştirmeye başladı. Ne var ki, bu İkinci
Cumhuriyetçilik, şehirlerin modern ve genç tabakaları dışında, geniş ezi-
len yığınları hareket geçirmeyi sağlayamadı.
Bunu Anadolu’nun yeni palazlanan burjuvazisinin genç kuşağı başardı.
Bu değişimi de birçok gelişme kolaylaştırdı. 1970’lerde Anadolu burjuvazi-
sinin ayrılıp Erbakan önderliğinde ayrı parti kurması, büyük ölçüde Petro-
dolarların desteğine ve Arap ülkelerinde büyük umutlar vadeden pazarın
desteğine dayanıyordu. Ama arada geçen zamanda, bütün bu Arap pazarı
hülyaları büyük ölçüde yok olmuştu. Bunun yerini Avrupa ve diğer ülke-
lerle ticaret almıştı. O zamanlar Avrupa ve ortak Pazar karşıtlığı bir olanak
açarken şimdi Avrupa’ya girmek hem yeni olanaklar ve pazarlar açar hem
de siyasi iktidarı doğrudan ele almak için daha iyi olanaklar sunardı
Bütün bu ve benzeri değişmelerin sonucu olarak, yeni kuşak taşranın
İslamcı burjuvazisi ile büyük şehirlerin genellikle Yahudi, Laik ve batıcı
burjuvaları arasında Kemalist oligarşinin iktidar tekeline karşı bir yakın-
laşma doğmaktadır. AKP hem seçim başarısını bu yakınlaşmaya ve deste-
ğe borçludur; hem de seçim sonrası politikaları bütünüyle bu yakınlaşmayı
güçlendiricidir.
Burjuvazi artık sınıf olarak gerçek politik iktidarı almak istemektedir.
Bürokrasinin ve ordunun gücünü korumasına karşı değil, hatta ondan ya-
nadır, ama politik iktidar kendi ellerinde kaldığı takdirde. Burjuvazi artık,
işçi hareketinin dünya çapında bir yenilgi yaşadığı; kendisi için hiçbir teh-
like olması olasılığının kalmadığı bu koşullarda kendine güveni kazanmış,

175
Denemeler

hatta işçilerin memnuniyetsizliğini kendi değirmenine akıtmayı başarmış-


tır. Ayrıca yapacağı reformların sağlayacağı nispi refah ile önündeki bir kaç
on yılı bile götürecek bir desteğe bile ulaşması söz konusudur. Bu durum,
şimdiye kadar Doğu Avrupa ülkelerindeki Nomenaklatura gibi yaşayan
devlet sınıflarının imtiyazlarını ve iktidarını ciddi ciddi tehdit etmektedir.
Burjuvazinin bu iki kanadının çıkarlarının birleşmesi, ideolojik plan-
da en iyi biçimde ikinci cumhuriyetçiler ve Politik İslam’ın teorisyenleri
arasındaki yakınlaşmada görülür. İşte büyük şehirler burjuvazisinin ve
bunların eğilimlerinin kültür ve düşün hayatındaki uzantılarının ve temsil-
cilerinin, devlet sınıfları ile arasındaki farkın giderek açılması sonucunda,
elindeki iktidar tekelini sorgulayan burjuvazinin yeni tavrına karşı savaşı-
nın bir aracıdır.
Ne var ki, Kemalist oligarşinin bu Sabetaycılık üzerine komplo teorile-
rinin bazı zorlukları vardır ve kendisini de vurur. Öncelikle şimdiye kadar,
kendisine karşı mücadele ettiklerini söyledikleri, İslamcılarla aynı tezlerde
birleşmiş bulunuyorlar. Ama asıl önemlisi, savunduklarını söyledikleri la-
iklik ve cumhuriyet, Türklük ve Türk Devleti de bir Sabetaycı komplosu
değil midir?
Atatürk’ün hadi soyu bir yana, kültürü ve sosyal şekillenmesi öyle de-
ğil mi?
O zaman eğer söyledikleri gibi bir Sabetaycılar komplosu geçerliyse,
bizzat kendileri de bu komplonun bir ürünüdürler.
O zaman varılacak sonucun şu olması gerekir: Sabetaycı komployu
açıklayan bu tartışmaların kendisi bir Sabetaycı komplosudur. A’yı söyle-
yen B’yi de söyler. Söyleyenler de çıkacaktır.
15 Haziran 2004

176
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Doğu Toplumları ve Ütopya

Doğu Toplumları ve Ütopya ilişkisini anlamak için önce “Doğu Toplumu”


ve “Ütopya” kavramlarını netleştirmek gerekmektedir. Çünkü bu kavram-
lar, sanıldığının aksine, tarihin burjuva uygarlığınca geliştirilmiş metafizik
bir kavranışına bağlı olan zaman ve mekân kavramlarına dayanırlar.
Doğu nedir? Coğrafi olarak güneşin doğduğu yön demektir. Birçok dil-
de doğu zaten güneşin doğduğu ülke ya da taraf anlamına gelen sözcük-
lerle karşılanır. Bizzat Anadolu sözcüğü de böyledir. Eski çağın Grekleri
için güneş küçük Asya yarımadasından doğduğu için, buraya “Güneşin
Doğduğu Yer” diyorlardı.
Ama dünya yuvarlaktır. Bu demektir ki, dünyanın her yeri doğudur.
Amerika’nın Uzak Batı’sı da Uzak Doğu’daki Japonya’ya göre Uzak Doğu’dur.
Demek ki doğu sözcüğü, ancak bulunulan yere göre bir anlam taşımakta-
dır. Bu da bir yön olarak değil, ama bir yer olarak Doğu’nun ancak belli bir
koordinat sistemine göre var olabileceğini gösterir.
Bugün dilimize yerleşmiş Doğu ve Doğu Toplumu kavramları, çok açık-
tır ki, Avrupa’da doğup gelişen kapitalist burjuva uygarlığının kavramları-
dır. Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu, Batı, Orta Batı, Uzak Batı gibi coğrafi
adlandırmaların hepsi, özünde batı Avrupa’nın Koordinat sisteminin bakış
açısından kullanılan birer mekân adlandırılmasıdır ve coğrafi bir kavram
olarak bile nötral adlandırmalar değil, coğrafyanın Avrupa merkezli bir
kavranışını içerirler. Doğu kavramı, coğrafi bir kavram olarak bile masum,
tarafsız bir kavram değildir.

177
Denemeler

Ama doğu, sadece coğrafi bir kavram değil, aynı zamanda sosyolojik
ve tarihsel bir kavramdır. Bütün kapitalizm öncesi uygarlıklar, Çin, Hint,
Pers, Doğu Akdeniz uygarlıklarının hepsi, Kapitalizmin doğduğu Batı
Avrupa’ya göre doğuda olduğu için, doğu sözcüğü aynı zamanda, bu uy-
garlıkların tarihinden gelen, bu uygarlıklara ilişkin anlamında da kullanı-
lır. Bu uygarlık alanları, tam da pre-kapitalist uygarlık alanları oldukları
için daha sonra kapitalizm karşısında geri kalıp sömürgeleştiğinden, doğu
sözcüğü aşağılayıcı bir anlama da sahiptir. Daha sonra kurtuluş savaşları-
nın yükselişinin bir yansıması olarak, buralarda yaşayan halkların dilinde
Doğu, bu sefer, var olan durumda pek övünülecek bir yan olmadığından,
eski uygarlık beşiği geçmişe bir gönderme içerir ve olumlu bir anlam yü-
küyle kullanılır olmuştur.
Bu değer yüklü anlamlardan soyutladığımızda, Doğu, pre-kapitalist uy-
garlıkların yayıldığı yerler anlamına gelir. Ne var ki, bunun yerine Doğu
sözcüğünün kullanılması, sık sık anlam kaymalarına ve karışıklıklara yer
açar. Coğrafi doğu kavramı, bu sosyolojik Doğu kavramının yerini alır.
En tipik örnek Japonya’dır. Japonya, coğrafi olarak Doğu’nun doğusunda-
dır, ama sosyolojik ve tarihsel olarak bir “Doğu Toplumu” değildir. Çünkü
Japonya, tıpkı Britanya Adaları gibi uygarlığa çok geç girmiş, Doğulu olma
fırsatı bulamamış ve tam da bu sayede Doğulu olamadığı için batılı olmuş
bir ülkedir.
Yirmici yüzyılın başında, Japonya’nın Çarlık Rusya’sına karşı kazandı-
ğı askeri zaferi, Doğu’nun Batı’ya karşı bir zaferi olarak selamlayan Lenin
gibi Marksistler bile, ezilenlere sempatilerini belirtmek için bu coğrafi ve
sosyolojik anlamlar arasında kayma yaptıklarını fark etmezler. Japonya’nın
Rusya’ya karşı zaferi, Doğu’nun Batı’ya değil; yine Batı’nın Doğu’ya karşı;
Kapitalizmin Asyalılığa karşı bir zaferiydi. Çarlık Rusya’sı, coğrafi olarak
daha Batıda olmasına rağmen; sosyolojik olarak, Japonya’ya göre çok daha
Doğulu ve Asyatik bir ülkeydi ve de tam bu nedenle yenilmişti Japonya
karşısında.
Fas ve Cezayir, bugün Batılı denen birçok ülkeden çok daha batıdadır-
lar coğrafi olarak, ama onlar tarihsel ve sosyolojik olarak, ta Fenikelilerden
beri, pre-kapitalist uygarlıklar çemberine girdiklerinden doğuludurlar.
Özetle, Doğu demek, sosyolojik olarak, pre-kapitalist uygarlık demektir.
***
O halde soruyu şöyle koymak gerekir: pre-kapitalist uygarlıklarda ütopya
var mıydı?

178
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ama bu soruda açıklanmayı bekleyen bir de ütopya kavramı bulunmak-


tadır. Çünkü ütopya kavramının kendisi de bizzat tarihin çok özel bir döne-
mine ilişkin bir tarih ve zaman kavrayışını yansıtan bir kavram olarak doğ-
muştur ve bizzat kendi burjuva uygarlığının ve toplumsal mücadelelerin gi-
dişi içinde değişmiştir ve değişmektedir.
Ütopya kavramı günümüzde genellikle, gerçekleşmesi mümkün görül-
meyen, ayakları yere basmayan, gerçeklikle bağını yitirmiş anlamlarında,
siyasi veya toplumsal programları ve projeleri tanımlarken kullanılmakta-
dır. Bu kullanımda büyük ölçüde gerçekçinin zıttı gibi olumsuz bir anlamı
vardır.
Reel politik dilde devrimci ve köklü değişiklere dayanan bir mücadeleyi
aşağılamanın bir aracıdır bu kavram bu anlamıyla.
Ama ütopya aynı zamanda, bir program, kendisi için mücadele edilmesi
gereken ve edildiğinde ulaşılabilecek bir hayal anlamında da kullanılır ol-
muştur son yıllarda. Bu anlamda, kendisine ulaşılamasa bile uğruna müca-
dele edilmeye değer, yol gösterici bir hedef anlamına sahiptir. Bu anlamda,
umutsuz “Zeitgeist”ın bir dışa vurumudur.
Ütopya ayrıca, sosyalist gelenekte, insanı arıdan ayıran, yapacağı şeyi
önceden kafasında tasarlaması olduğundan, insan olmanın ve eylemin ol-
mazsa olmaz koşulu olarak, yapılacak bir şeyin hayalini kurmak, onu kafa-
da canlandırmak anlamında da kullanılmaktadır. Burada vurgu gerçekliği
değiştirmeye yöneliktir, gerçeklikle bağın kaybı, ya da onun değiştirileme-
yeceği gibi bir ima yoktur.1

1 Bu anlamda hayal kurmanın savunusunun en klasik ve güzel örneklerinden,


vülger Marksizm savunucu ve eleştiricilerini şaşırtacak biri, Lenin’in Ne Yap-
malı’daki şu satırlarında görülebilir:
“İşte biz bunun rüyasını görmeliyiz!
‘Rüya görmeliyiz!’ Bu sözcükleri yazıyorum ve birdenbire bir korkudur beni
alıyor. Kendimi “Birlik Konferansı”nın bir oturumunda görüyorum ve kar-
şımda Raboçeye Dyelo’nun editörleri ve yazarları oturuyorlar. Martinov yol-
daş ayağa kalkıyor ve bana dönerek sertçe şöyle diyor: ‘İzninizle şunu sora-
yım, özerk bir yazı kurulunun, daha önce parti komitesinin görüşünü alma-
dan rüya görmeye hakkı var mıdır?’ Onun ardından Kriçevski yoldaş dikili-
yor (Plehanov yoldaşı çoktan beri derinleştirmiş olan Martinov yoldaşı, felse-
fi bakımdan daha da derinleştirerek) daha da sert bir tonla: ‘Daha ileri gidece-
ğim’, diyor, ‘size soruyorum: bir marksistin, Marks’a göre insanlığın kendisine
her zaman çözebileceği görevler yüklediğini ve taktiğin partiyle birlikte büyü-
yen parti görevlerinin büyümesinin bir süreci olduğunu bile bile, rüya görme-
ye hakkı var mıdır?’

179
Denemeler

Ütopyanın bu anlamda kullanılışına bağlı olarak, son yıllarda, solun ve


sosyalistlerin bir ütopyasının olmadığından, bir ütopyaya ihtiyacı olduğun-
dan söz edildiğinde, ütopya kavramı, onların bir programı olmadığı anla-
mında kullanılmaktadır.
Ama ütopya, tam bu anlamıyla da, son yıllarda, özellikle post-modern
düşünürler arasında olumsuz bir anlam kazanmıştır. Bu kullanımda ütop-
yaların gerçekleşemezliklerinden söz edilmemektedir artık. Hayır, onlar
gerçekleşebilirler, ama gerçekleştikleri takdirde, toplumu ve insanları bir
cendereye sokarak, büyük acılara ve haksızlıklara neden olurlar denmek-
tedir. “Büyük anlatıların sonu” deyişi, bu tür bir ütopya, hayal ya da top-
lum tasavvuru kavranışına dayanmaktadır. Burada, artık toplumu düzelt-
mek için, modeller, programlar, hayaller kurmanın kendisi kategorik ola-
rak yanlış bulunmaktadır.
Elbette bunlar felsefi bir elbise giymiş yüzeysel ve ideolojik açıklama-
lardır. SSCB ve diğer devletlerdeki rejimlerin açıklamasını toplumsal ve ta-
rihsel koşullarda değil, fikirlerde ve hayallerde gördüğünden; ciddi tarihsel
ve sosyolojik analizler yerine; kestirmeden düşüncelerin varlığı belirlediği
türden bir tarih anlayışıyla sözde bir açıklama sunmayı ifade ederler.
Bu korkunç soruları düşünmek bile beni titretiyor, ve bir tek şeyi düşünüyorum:
nereye saklanacağımı. Pissarev’in arkasında siper alsam nasıl olur?
Rüya ile gerçeklik arasındaki ayrılık konusunda Pissarev şöyle yazar: ‘Ayrılık
vardır, ayrılık vardır. Benim rüyam, olayların doğal akışının ötesine geçebilir
ya da olayların doğal akışının hiç bir zaman gitmeyeceği bir doğrultuya sapa-
bilir. Birinci halde, rüyadan hiç bir kötülük gelmez; çalışan insanın enerjisini
destekler, güçlendirir bile. ... Böyle rüyalarda çalışma gücümüzü çarpıtacak ya
da felce uğratacak hiç bir şey yoktur. Tam tersine, eğer insan böyle rüya görme
yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, ara sıra zihni ilerilere atlayarak elleri-
nin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz tablosunu gözünün
önünde canlandıramasaydı, o zaman insani, sanat, bilim ve pratik çaba alanın-
da büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi itici gücün sü-
rükleyeceğini düşünemem bile. ... Eğer rüya gören kimse, rüyasına ciddi ola-
rak inanırsa, yaşamı dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla kı-
yaslarsa (sayfa: 208) ve eğer, genel olarak söylemek gerekirse, rüyasının ger-
çekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile gerçek arasındaki ayrılığın hiç
bir zararı olmaz. Rüyalarla yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır.’
Ne yazık ki, bizim hareketimiz içinde, bu türden rüya görme çok azdır. Ve bundan
en çok sorumlu olan kimseler, aklı başında görüşleriyle, ‘somuta’ ‘yakınlıklarıyla’
öğünenler, legal eleştiriciliğin ve illegal ‘kuyrukçuluğun’ temsilcileridirler.”
(Lenin, Ne Yapmalı, <www.kurtuluscephesi.com/lenin/neyapmali.html>)

180
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ne var ki, bu anlamda ütopya, ister kategorik olarak reddedilsin, isterse


insani ve politik eylemin ayrılmaz koşulu olarak ele alınsın, daima gizli bir
varsayım olarak gelecekle ilişkilidir. Ütopya ile gelecek arasında zorunlu
ve ayrılmaz bir bağ varmış gibi düşünülür.
Ama ütopyanın şimdiye veya geçmişe değil, geleceğe ait olduğu gizli
varsayımı, daha genel bir gizli varsayıma dayanır. Bir gelecek olduğu ve bu
geleceğin bugünkünden daha farklı olduğu ve olacağı.
Ama bu iki kabul de oldukça yenidir.
Bir gelecek düşüncesi, bütün toplumlarda ve her zaman olmamıştır.
Örneğin Batı Ortaçağı’nda insanlar, büyük ölçüde zamanın sonunda yaşa-
dıklarını düşünüyorlar ve sürekli kıyameti bekliyorlardı. Böyle bir zaman
tasavvurunun olduğu bir dönemde ütopyalar var olsa bile, bunlar ile gelecek
arasında zorunlu bir bağ olması bir yana bunlar birlikte bile düşünülemez.
Ama geleceğin şimdiden ve geçmişten farklı olduğu ve olacağı düşün-
cesi de son derece yenidir. Bu doğrusal, geçmişten gelip geleceğe giden
zaman tasavvuru, kapitalizm ve Aydınlanma ile birlikte gelişip zihinlerde
egemenliğini kurmuştur. Ondan önceleri, zaman doğrusal değil, dairesel;
değişen değil, tekrarlayan; akan değil, dönen bir zamandı.
İnsanlar doğup, büyüyor ölüyorlardı; doğada hep aynı mevsimler tek-
rarlanıyordu. İnsanlar gibi medeniyetler ve devletler de kuruluyor, gelişi-
yor, olgunluğa eriyor, çürüyor ve yıkılıyorlardı. Hâsılı devran dönüyordu.
Dolayısıyla geleceğin geçmişteki geleceklerden daha farklı bir gelecek ola-
bileceği yönünde bir tasavvur da bulunmuyordu.
Geleceğin farklı olacağı tasavvuru bütünüyle kapitalist geniş yeniden
üretim yordamına ve ona bağlı olarak ortaya çıkan, doğrusal ve değişken
bir zaman tasavvuruna bağlıdır.
Dolayısıyla tıpkı Doğu kavramı gibi ütopya kavramının kendisi de, en
azından bugünkü yaygın kullanımlarında Burjuva Uygarlığı’na aittir. Her
ikisi de burjuva uygarlığı ile birlikte ortaya çıkmışlardır.
O halde, doğu toplumları ve ütopya ilişkisini, bu kavramların tarihsel
ve burjuva uygarlığına bağlı, o uygarlığın ideolojik egemenliğinin aracı ol-
maları niteliklerini göz önüne almadan, bir sorun, bir konu olarak ortaya
koymanın kendisi bizzat, burjuva uygarlığının ideolojisinin yaygınlaştırıl-
masının bir aracıdır. İsterseniz, böyle bir kavrayış içinde, Doğu’yu savu-
nun, savunduğunuz sadece içi dışına çevrilmiş biçimiyle burjuva uygarlığı
ve onun ideolojisi olmaktan öteye gitmez.
***

181
Denemeler

Batı’ya ve burjuva uygarlığına bağlanan Ütopya düşüncesi,2 klasikleşmiş


ütopya olarak ele alınan kitaplar göz önüne alındığında, tarihsel gerçekli-
ğe uymaz ve bütünüyle bir yanılsamadır. Yani ütopya kavramı burjuvaziy-
le birlikte doğmuştur, ama bu kavrama adını veren kitap ve benzerleri göz
önüne alındığında gerçeğin pek öyle olmadığı, burjuvazinin gerçekliği tah-
rif ederek böyle bir anlayışı yerleştirdiği görülebilir.
Bugün en klasik ütopyaları göz önüne getirdiğimizde, onların, sanıla-
nın aksine Kapitalizme değil, belki onun şafağına has oldukları görülür.
Ütopyalar burjuva uygarlığının şafağında doğarlar:
Campanella’nın Civitas Solis’i (Güneş ülkesi) 1602 tarihini taşır.
Thomas Moore’un (1478-1535) Ütopya’sı neredeyse bundan yüz yıl
önce, 1516’da yazılmıştır.
Bacon’un Yeni Atlantis’i 1624 tarihlidir.
Dikkat edilirse, en yeni tarihli olan Bacon’unki bile, henüz ticari kapita-
lizm döneminin, burjuva uygarlığının henüz pre-kapitalist uygarlıklar kar-
şısında kesin bir üstünlük sağlamadığı bir dönemin ürünüdür.
Bu, şu demektir: Onlar aslında Batı’nın ürünleri, yani kapitalizmin
ürünleri sayılmazlar. Uzak dış ticaret ile bir ilgileri vardır, ama bu dış tica-
retin modern kapitalizme bir sıçrama yapıp yapmayacağı henüz belirsizdir.
Bu anlamda, klasik Ütopyalar aslında henüz batılı değildirler. Çünkü
henüz ortada tam bir batı yoktur.
Bu onların zaman ilişkisinde de görülebilir. Henüz ilerleyen bir zaman
ve tarih kavramı pek yoktur bunlarda. Bu bakımdan Ütopya, doğuşunda
bugünkü gibi geleceğe göbek bağıyla bağlı değildi. Bu nedenle o Ütopyalar
temporal değil lokal (zamansal değil mekansal) bir gönderme içerirler.
Hemen hepsi bilinmeyen denizlerde bir adadadır. Bu onların uzak dış ticaret
ile ilişkisini gösterdiği gibi, aynı zamanda henüz burjuva uygarlığı ile olu-
şacak zaman ve mekân kavrayışlarına uzaklığını da gösterir. Kapitalizmin
gelişmesinden sonra, o okyanusların bilinmeyen adaları kalmamış ve on-
lar, bir ütopyaya ilham vermek bir yana giderek sömürgeleşmeye bağlı ola-
rak aşağılayıcı bir anlam kazanmışlardır. Bu nedenle henüz Doğu’nun dola-
yısıyla Batı’nın da olmadığı bir döneme aittirler. Aynı zamanda geleceğe de-
ğil, yaşanan döneme ilişkindirler, gelecek göndermeleri yoktur.
O halde, Ütopyalar aslında Doğu’nun ürünleridirler; ama bu Doğu’nun
ürünleri olanlar, aslında bugün Batı’nın olduğu kabul edilenlerdir. Bunların

2 Ki bu derginin sorunu hazırlayışında bile görülüyor. Doğu Toplumu ve Ütopya


ilişkisini araştırmak, gizli olarak Ütopya’nın Batı’ya has bir konu olduğu varsayı-
mına dayanır.

182
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

içinde belki sadece Yeni Atlantis, Batı’nın, burjuva uygarlığının daha açık
bir damgasını taşır. Gerisi, tamamen Doğu’nun ürünüdür. Doğu’nun ütop-
ya geleneğinin devamıdır.
Peki, Doğu’nun ütopya geleneği nedir?
Doğu’nun dönen zaman kavrayışı içinde, geleceğe ilişkin bir ütopya
yoktur. Hele geleceğin geçmişten daha iyi olacağı yönünde bir inanç ve ka-
bul de pek yoktur. O halde, Doğu’da, yani kapitalizm öncesi uygarlıklarda,
Ütopyanın kaynağı Geçmişte olabilir ve de öyledir.
Ama bu geçmiş, sınıf çelişkileri içinde parçalanmış çürüyen medeniyet
olamaz. Komün’ün “Cahiliye” denen sınıfsız toplumu da olamaz. O zaman,
sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçilen Kent (Cite, Medine); Kıvılcım-
lı’nın deyişiyle “Barbar (sınıfsız toplum, Komün) kurdunun, medeniyet ke-
lebeğine dönüştüğü koza” olan Kent olabilir Ütopyalara ilham verebilecek
geçmiş. Orada henüz sınıfsız toplumun erdemleri yaşamaktadır, ama aynı
zamanda Uygarlığın zenginliğine de ulaşılmıştır.
Bu nedenle, aslında bütün ütopyalar genellikle bir Kent’ten ötesini ha-
yal edemez, Kral olsa Soğanın cücüğünden başka şeyi yemeyi akıl edeme-
yen çoban gibi.
Platon’un Devlet’i, bir Kent’i anlatır. Ona ilham veren Isparta kentidir.
Farabi’nin Medinetü’l Fadıla’sı (Erdemli Şehir) da bir Kent’i anlatır.
Campanella’nın Güneş Ülkesi de aslında bir Kent’i anlatır.
Morus’un Ütopya’sı da, bir ada söz konusu olmakla birlikte, toplumsal
örgütlenme olarak bir Kent’in örgütlenmesine sahiptir.
O halde, bütün bu Ütopyalar, bugün Doğu denen kapitalizm öncesi uy-
garlıkların ürünüdürler. Geleceğin toplumunu değil, ideal toplumu anlatır
ve bu toplum, henüz uygarlaşmamış, uygarlığın eşiğindeki Kent’ten başka
bir şey değildir.
Klasik uygarlıklarda, bir de dinlerin içine sızmış bir ütopya daha var-
dır. O da, geleceğe değil, geçmişe aittir: Sınıfsız toplum, tarih öncesi, yani
Cennet.
O halde, toparlarsak, bugün Batılılara ait olduğu düşünülen Ütopya ki-
tapları aslında tamamen Klasik Uygarlıkların damgasını taşırlar, yani on-
lar Doğuludur.
Doğu’nun Ütopyası, yani klasik kapitalizm öncesi ticarete ve tarih ve ta-
rım temeli üzerinde üretime dayanan toplumların ütopyaları, ilhamını geç-
mişin Kent’inde bulur.
21 Haziran 2004

183
Denemeler

184
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Saçma Dünya

Klasik uygarlıkların geliştirdiği, esas olarak lüks mallara dayalı dünya ti-
careti bile, büyük imparatorlukları ve evrensel karakterli dinleri zorunlu
kılıyordu.
Modern burjuva uygarlığında, yani kapitalizmde ise, dünya ticaretinin
en temel ihtiyaçları bile kapsaması ve inanılmaz boyutlara ulaşmasına rağ-
men, bu uygarlık, ulusçuluk dini ve ulusal devlet politik biçimi ile antik
uygarlıklar kadar olsun bu temele uygun bir üstyapı kurma yeteneği gös-
terememektedir. Bu üretim ve ticaretin dünya çapındaki karakteri ile üst-
yapıların ulus denen son derece küçük ve sınırlı biçimi arasındaki derin
çelişki, 20. yüzyılın ve günümüzün kanlı savaşlarının temel nedenidir.
Burjuva uygarlığı, rasyonalizm ile klasik uygarlıkların üstyapısı-
nın temelini politika dışı alana itiyor, ama nasyonalizm ile onlardan daha
da irrasyonel bir din ve siyasi biçimi biricik alternatif olarak sunuyordu.
Nasyonalizm, ne insanlar arası ilişkileri düzenleyecek bir ahlak için refe-
rans noktası sunar, ne klasik dinler kadar bir iç tutarlılığı vardır, ne de üre-
tici güçlerin gelişimine uygun bir siyasi biçim sunar.
Modern toplumun dini olan nasyonalizmden hangi insani ilişkiyi dü-
zenleyecek ahlaki ilke çıkarılabilir? Hiçbir şey. Bu nedenle, bütün nasyo-
nalistler, bir zamanlar akıl dışı deyip politika dışına, özel dedikleri alana
ittikleri dinlerde bu eksikliği giderecek bir can simidi ararlar.

185
Denemeler

Nation (ulus), eski dinler kadar bir iç tutarlılık gösteremez. İnsanların


kabulünden bağımsız bir ortaklığa (dil, etni, soy, toprak parçası vb.) dayan-
dığını söyler, ama bunun kendisi bütünüyle sonradan yaratılır. Eski dinler
ise, insanların kabulüne dayanırdı. Tüm insanlığı kapsama gibi bir iddia-
ları vardı. Bu nedenle soylar, dil veya belli bir toprak parçasında yaşamay-
la sınırlı değillerdi. Hangi ulus tüm insanlığı kapsama gibi bir iddiaya sa-
hip olabilir ki! Ulusçuluğun kendisi bunun baştan reddi değil midir? Ama
ulusçuluğun bu sınırlılığı, bugünün bütün ulusal sınırlama ve engelleme-
lere rağmen bugün işgücünün dünya çapında hareket ettiği bir çağda iyice
saçmalığa varır.
Bu saçmalık, en açık biçimde şu günlerde, Avrupa’nın doğu ve batı
uçlarında gerçekleşen iki olayda görülebilir: Portekiz’deki Avrupa Futbol
Şampiyonası ve İstanbul’daki NATO zirvesi.
Portekiz’deki Avrupa Şampiyonası’nda, bütün ulusal takımlardaki fut-
bolcuların çoğu, aslında başka ülkelerdeki başka takımlarda oynamakta;
hele Fransa, İngiltere, Portekiz, Hollanda gibi eski sömürge imparatorluk-
larında sömürgelerden gelmiş oyuncular, nicelik ve nitelikçe takımların bel
kemiğini oluşturuyor. Kendisi Berberi, belki doğru dürüst Fransızca konu-
şamayan İspanya liglerinde top koşturan Zidane’nın attığı gollerle, yüzüne
üç rengi sürmüş Fransızlar çılgınca seviniyor.
Ama kimse şu soruyu sormuyor bile: Buradaki ortaklık nedir? Dil mi?
Soy mu? Aynı toprak parçası üzerinde yaşamak mı? Bir kader ve yaşantı
ortaklığı mı? Ulusçuların bütün ulus tanımlarının hepsi, teker teker birer
devasa yalan olarak ortaya çıkıyor. Ama burada korkunç olan, bu akıl dışı,
saçma durumun kimseyi zerrece rahatsız etmemesi.
Diğer uçta ise, yine bu ulusal devletlerin devlet başkanları, İstanbul’da
NATO zirvesi için toplanıp, bu ulusal devletler ile üretici güçlerin gelişmiş-
liği arasındaki çelişkiye, imparatorluk planlarıyla bir çözüm arıyorlar. Ama
çözüm olarak sundukları, sorunu daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe
yaramaz. Dile, dine, soya dayanan daha da küçük ve gerici bir ulusçuluk
anlayışı ile yeni “nation building.”
Ulus-devletlerin dünyasında, üretici güçlerin bu gelişmişlik düzeyine
karşılık burjuvazinin tek çözümü, o ticareti ve yollarını garantiye alacak
bir imparatorluk olabilir. Ama imparatorluklar ise, ancak muhtemel rakip-
lerin küçük ve parçalanmış olduğu bir dünyada mümkündür. Yani impa-
ratorluk tasavvurları, ulusal devletler sistemi içinde tek çözüm olarak su-
nulmaktadır insanlığa. İmparatorluğun ise tekrar sunduğu, ulusal devletler
hastalığının en gerici biçimlerinden başka bir şey değildir.

186
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Burjuva uygarlığının bu çıkmazının henüz tüm akıl dışılığıyla böyle or-


taya çıkmadığı zamanlarda bile, işçi hareketi daha doğarken, onun karşısı-
na bu çelişkiyi göstererek ve ona karşı bir alternatif arayışıyla çıkmış; bü-
tün dünyanın işçilerine bir birleşme çağrısıyla çıkmıştı.
Bugün bu çağrının yetersizliği ve kendi içinde karşı çıktığı nasyonaliz-
min kalıntıları taşıması ve bunlardan arınmış yeni bir çağrı bir yana, bu
çağrının kendisi bile unutulmuş görünüyor. Hatta burjuvazinin devrimci
döneminin ulusçuluğu bile unutulmuş durumda. Örneğin Ortadoğu için
devrimci-demokratik bir çözüm bile solun programı değil.
Tam da bu nedenle, Berberi işçi çocuğu, Fransızca konuşamaz, İspan-
ya’da ekmeğini kazanan Zidane’nın Fransız milli takımında oynaması ve
onun attığı gole kendine “Fransız” diyen birtakım insanların çılgınca se-
vinmesinde kimse bir saçmalık görmemektedir.
İşçi hareketi yeniden doğup, eskinin dersleriyle bugünün dünyasına uy-
gun bir evrensel programla çıkamadığı sürece, ulus-devletlerin dünyasın-
da biricik çözüm biçimi imparatorluklar ve bu imparatorlukların egemenli-
ği için daha da küçük ve gerici ulus-devletler, dolayısıyla katliamlar, savaş-
lar, yoksulluk, salgınlar dünyasında, yirminci yüzyılı aratan bir yirmi bi-
rinci yüzyıl yaşanmaya devam edecektir.
29 Haziran 2004

187
Denemeler

188
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Polemik Yapmak ya da Unutulmuş Bir Politik


Kültürün İzlerinin Ardında

Sosyalizmin, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealinin insanlığın


ufkundan kayboluşu, sadece onun siyasi ve toplumsal bir proje olarak kay-
bolması anlamına gelmemektedir; bu, o projeyi yaratan siyasi kültürün yok
oluşuna da denk düşmektedir.
Bu yok oluşu, onun somut bir görünümünde izlemek ilginç olabilir.
Şimdilerde her hangi bir tartışmada hemen şöyle sözler işitildiğini görüyo-
ruz: “Lütfen polemik yapmayalım”; “Tartışma kültürümüz yok, hemen pole-
miğe çeviriyoruz tartışmayı”; “Arkadaşlar lütfen polemiklerden kaçınalım.”
Bu sözlerde ifadesini bulan ve hiç kimsenin yanlışlığını bile aklına ge-
tirmediği nasıl bir politik kültürdür? Bu kültür ile sosyalizm ideali bir ara-
da bulunabilir mi?
Yukarıda birkaç örneği aktarılan cümlelerde “polemik” sözcüğü, o ya-
ratıcı, diyalektik, fikirler mücadelesi; karşı tarafın argümanlarını, çıkar-
samalarını; olgulara ilişkin aktarımlarını; mantık yanlışlarını didik didik
ederek doğruyu bulmanın bir metodu anlamına gelmekten çıkmış, adeta
dedikodu, kişisellik gibi bir anlam kazanmış bulmaktadır.
Bu anlam kaymasının nesnel tarihsel anlamına geçmeden önce bu tür
sözlerin içeriksel yanlışlığını görelim.
Bu “polemik yapmayalım” diyenlerin bilmediği veya unuttuğu çok basit
bir olgu vardır. Marksizm’in bütün eserleri polemik eserlerdir. Denebilir ki,
Marksizm polemik formu içinde doğmuş; polemik formu içinde gelişmiştir

189
Denemeler

ve polemiklerin yok oluşuyla da Marksizm’in gelişimi durmuş ve çürüme


başlamıştır. Polemikleri ortadan kaldırdığınızda geride Marksizm diye bir
şey kalmaz.
Kutsal Aile’den Alman İdeolojisi’ne Tarihsel Maddecilik ya da namı diğer
Marksizm; polemikler içinde gözlerini dünyaya açmıştır. Felsefenin Sefa-
leti’nden, Anti Duhring’e, Marksizm’in hemen hemen bütün klasikleri birer
polemiktir. Das Kapital bile, dipnotlarında ve Artı Değer Teorileri’nde ken-
dinden önceki bütün burjuva ekonomi politiğine karşı bir polemiği sürdürür.
Lenin, Rosa Luxemburg ve çağdaşları da farklı değildir. Polemik, bir
benzeri bir daha dünya tarihine gelmemiş Rus ve Doğu Avrupa devrimci-
leri kuşağının başlıca siyasi ve ideolojik mücadele biçimidir. Lenin’in bü-
tün eserleri kelimenin en doğrudan anlamında polemiktirler.
Bu Marksizm’in yükseliş çağının devrimcileri için, polemikler, yoklu-
ğu bile düşünülemeyecek ve yok olmadığı sürece de varlığı akla bile gel-
meyecek, tıpkı hava gibi su gibi, siyasi ve ideolojik mücadelenin olmazsa
olmaz koşullarıdırlar.
Ama nasıl bazı bakteriler için oksijen ve temiz hava öldürücü bir etki
yaparsa, bugünün dünyasının sosyalistleri için polemik, içinde soluk alına-
mayacak bir ortam gibi görülür.
O zamanın sosyalistlerinin tartışmalarında, karşıdakinin iyi niyetinden,
inancından kimsenin kuşkusu olmazdı. En ağır kişisel hakaret gibi görü-
nen (Oportünist; Revizyonist, Batak) sıfatlar bile, hiç bir kişisel anlam taşı-
maz, bütünüyle o kişilerin görüşlerine ilişkin siyasi ve ideolojik bir anlama
sahip olurlardı. Söyleyen de anlayan da bunu böyle anlardı. O nedenle ki-
şisel düzeyde bir küsmece darılmaca olmazdı. Siyasi olarak bir tartışmada,
fikirlerini tutkuyla savunmuş insanlar, bu tartışmaların ateşi içinde birbir-
lerinin savundukları çizgiler ve fikirler için en ağır ve provokatif ifadeleri
kullanmış insanlar, aynı zamanda aynı örgütün saflarında burjuvaziye ve
gericiliğe karşı savaşırlar, insan olarak birbirlerine saygıda zerrece kusur
etmezler; dostlukları sürer giderdi.
Artık yedi kat toprağın altına gömülmüş ve unutulmuş bu politik kültü-
rün izlerini Lenin’de sürelim.
Bilinir, Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri” eseri, Rus Sosyal De-
mokrat İşçi Partisi’nin meşhur İkinci Kongre’sini analiz eder ve bunu keli-
menin gerçek anlamıyla polemikler biçiminde yapar.
İşte bu eserinin dip notlarından birinde Lenin şöyle yazmaktadır, en
ağır gibi görünen sıfatların kişisel değil, siyasi bir anlamları olduğu üzeri-
ne. Batak sözünü kastederek:

190
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

“Bugün partimizde bu sözü işitince dehşete kapılan ve yoldaşça ol-


mayan tartışma yöntemleri kullanılıyor feryadını basan kişiler var.
Resmiyet anlayışının yanlış anlaşılmasından ileri gelen garip bir du-
yarlılık!.. Bir iç savaşımla karşı karşıya bulunan, hemen hemen hiç
bir siyasal parti yoktur ki, o partide, kararsız öğeler, çekişen taraflar
arasında bir o yana, bir bu yana yalpalayan öğeler bu sözlerle nitelen-
memiş olsun. İç savaşımlarını gerçekten belli sınırlar içinde tutmayı
bilen Almanlar bile versumpft [batağa gömülmüş -ç.] sözcüğünden
gocunmamışlar, dehşete kapılmamışlar ve gülünç, resmi bir erdem-
lilik oyunu oynamamışlardır.” (http://www.kurtuluscephesi.com/le-
nin/biradim.html )
Lenin’in dipnotundan da anlaşıldığı gibi, Rusya’nın doğulu ve köylü ya-
pısı, Rus devrimcilerinin politik kültüründe de etkisini gösteriyormuş ki,
Lenin, şimdi bizim burada ele aldığımız soruna, bu dipnotta, o zamanın
Rusya’sında değiniyor.
Ama o zaman ile bu zaman arasındaki temel fark; Rus devrimcilerinin
ortamında, Lenin’in bir dipnotla dikkati çekmekle yetindiği politik kültür
istisnai bir karakter taşırken, bugünün dünyasında, tam tersine, Lenin’lerin
kültürü, istisna bile değil, unutulmuş ve yok olmuş, toprağın altından, de-
rinliklerinden arkeolojik kazılarla çıkarılması gereken bir politik kültürdür.
Lenin başka bir dipnotta, bu iki farklı kültürün nasıl iki ayrı dünya iki
ayrı dil olduğunu çok daha çarpıcı bir örnek ve sözlerle şöyle ifade ediyor:
“‘Kongremizdeki hava ne kadar da bunaltıcı’ diye yakınıyordu o yol-
daş. ‘Bu kırıcı savaş, bu herkesin birbirine karşı giriştiği kışkırtma,
bu birbirini ısıran tartışma, bu yoldaşça olmayan davranış!..’ Ben bu
sözlere ‘kongremiz çok görkemli’ karşılığını verdim. ‘Özgür ve açık
bir savaşım. Fikirler ifade edildi. Görüş farklılıkları ortaya kondu.
Gruplar biçimlendi. Eller kaldırıldı. Bir karar alındı. Bir aşama ge-
çildi. İleri! Benim için aslolan budur! Bu, yaşam demektir! Bu, sizin,
sorun çözümlendiği için değil, ancak yoruldukları için susan aydın-
larımızın sonu gelmez, usandırıcı laf gevelemelerine benzemez...’
‘Merkez’ci yoldaş bana şaşkınlık içinde baktı ve omuzlarını silkti.
İki ayrı dil konuşuyorduk.” (www.kurtuluscephesi.com/lenin/bira-
dim.html)
Ama bu politik kültür, Rus devriminin tecrit olması, bürokrasinin ve
köylülüğün politik kültürünün politika ve program gibi sosyalist politik
kültüre de egemen olması; devrim bulutlarının giderek köylü ve doğu ülke-

191
Denemeler

lerine doğru kaymasıyla birlikte bunun giderek bütün dünyaya yayılması


ve yeni kuşakların da artık bunu sosyalist politik kültürün ayrılmaz ve
organik bir parçası gibi görmesiyle giderek unutulmuştur.
Bu kültür sadece, burjuva kültüründen gelen; henüz eski kültür unutul-
madığı zamanlarda onu tanımış ve sürdürmüş kuşaklar aracılığıyla, zayıf
bir damar olarak bile olsa, bir dip akıntısı olarak bile olsa derinden derine
varlığını sürdürmüş ve 68’in kuşaklarına bir şekilde kendisini aktarmıştı.
Bunu Türkiye örneğinde görelim.
1960’ların Türkiye’sinde, Yön ve TİP çevreleri, eski kuşak komünistle-
re karşı bir küçümseme ve hor görü tavrı içindedirler. Bu bağlamda, “Eski
Tüfekler”in özellikle 1930’lardaki polemiklerini şimdinin polemik anlayışı-
na benzer bir anlayışla hor görmeleri karşısında Kıvılcımlı, 1967’de Sosyalist
gazetesinde o eski geleneği savunur ve onun unutulan yanına dikkati çeker:
“TİP ve YÖN gibi yeni güçler yanında ESKİ Sosyalistlerin ‘Kaç Tü-
meni var?’ demeyelim. Eski adsız birikimin mirasyediliğine düşe-
riz. Fincancı katırlarını ürkütme bahanesi de çağını yitirdi. Nitekim
şimdi başka bahane uyduruluyor: Eskilerin kırgınlıkları ile yeni ku-
şakların kulak tozları, hatta ödleri patlatılmak isteniyor. Aşağısı sa-
kal, yukarısı bıyık diye tükürülmediğinden cüretlenilmesin. Hikmet
Kıvılcımlı: Nazım Hikmet’e ve Kerim Sadi’ye ağır saldırmış...
Kerim Sadi: Hikmet’e ve Nazım’a verip veriştirmedik şey bırakma-
mış.. Nazım, daha ‘şairane’ sözü gümüş sayıp, davranış altınlarıyla
onlara taş çıkartmış.. Bu, madalyanın bilinen bir yüzüdür.
Kimsenin bilmediği, bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladıkları ma-
dalyanın inanılmaz öbür yüzü vardır: O ‘üç silahşörler’ Eski Sosya-
list, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde sevmeyi öğrenmişlerdir. Teo-
ride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın kılıç delik deşik et-
mekte gözlerini kırpmayan bu üç insan, ilk buluşmalarında, çocuk-
su şen kahkahalarla kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır.
Özellikle Eski Sosyalistler bu bakımdan, Yeni Sosyalistler arası bağ-
lılıklarda maya rolünü oynayabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve
kinleri ve sülâle kan davaları yerine bu eski sosyalist kardeşlik ma-
yası aktarılabilir”
Kıvılcımlı gibi eski komünistler bizlere bu unutulmuş politik kültürü
hem davranışlarıyla, hem de yazılarıyla birçok kere aktarmaya çalıştılar.
Bu bağlamda, bir başka örnek. “İşveren Sosyalizmi İşçi Sosyalizmi” başlık-
lı makalesini şu satırlarla bitirir:

192
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

“Savaş denildi mi, sırf çelebice sözcükler kendiliğinden suya düşer.


Güreş için birinci şart elense etmektir. Güreş yenmek için yapılır.
Elense edenler, birbirlerinin sırtlarını yere getirmeyeceklerse, ne
zahmet ederler? Danışıklı dövüşün en kalp akça sayıldığı yer sosyal
savaş alanıdır. Sosyal ve politik dövüş, horoz dövüşü değildir. Sırtı
yere getirmek, karşılıklı ACI GÜÇ kullanmaya dayanır. Yalnız ka-
badayılıkta değil, politikada dahi, yenmek yenilmek olağan şeydir.
Görünüşte güreşenler kişilerdir. Gerçekte kişilerin yenişleri, her za-
man, her yerde: prensiplerin, düşüncelerin, metotların, davranışların
yenilip yenişleri olur ve hep öyle olmalıdır.
İnsan, kuralına uygun kavgadan, hele birbirinden korkmamalı, ölse
hiç kaçmamalıdır. Korku hiçbir ‘sadre şifa’ vermez. Kaçış: kimseyi
kurtarmaz. Tarihte nice uluslar: en kanlı boğazlaşmalar sonucu kay-
naşıp derleşmişlerdir. Modern milletlerin hepsi o kaynaşmalardan
doğmuşlardır. Modern sosyal ve politik savaş, neden başka türlü ol-
sun? Topluluklar için doğru olan bu kural, kişiler için de doğrudur.
Hele savaş, sosyalizm gibi modern çağın en kaçınılmaz ortak pren-
sipli eğilimler arasında olursa, büsbütün verimlileşir. Karşılaşılan
her tez, antiteziyle anlam kazanır. Çarpışma ne denli yaman olursa,
SENTEZ o denli güçlü olur. Başka türlüsü: Tezsiz, antitezsiz karşı-
laşmalardan doğacak SENTEZ, kuruntu ötesinde ne görülmüş, ne
işitilmiştir.
Ülkü ve Prensip savaşında, kimsenin kaşına, gözüne bakılamaz.
Alınmaca darılmaca yoktur ve olmamalıdır. En çok düşkün olunu-
lan ‘KİŞİLİKLİLİK’ ve kişi olgunluğu yalnız kıyasıya savaşılarak
edinilir ve geliştirilir.”
1960’ların devrimcileri, hem genellikle şehirli ve modern tabakalar-
dan geldikleri; okullarda kısmen de olsa burjuva kültürünün eğitimini al-
dıkları; öte yandan hem modern İşçi sınıfı hareketinin yükseliş dönemiy-
le birlikte bir radikalleşme ve politikleşme yaşadıkları; hem de dünyadaki
68’lerin otantik Marksizm’e dönen rüzgârlarından esinlendikleri için, hem
Kıvılcımlı gibilerin aktarmaya çalıştıkları hem de büyük bir açlıkla oku-
dukları Marksist klasiklerde solunan bu politik kültürü almaya daha yat-
kındılar. Ve bir ölçüde de olsun alabildiler.
Ama yetmişlerde, daha küçük burjuva tabakaların radikalleşmesi ve
politikleşmesiyle hareketin yaygınlaşmasının çakışması, zaten yüzeyde
çok ince bir katman içinde ve derine işlememiş bu politik kültürün bütün

193
Denemeler

izlerini neredeyse silip süpürdü. Hele Türkiye’nin batısında tüm radikalleş-


menin durduğu, en gerici şovenizmin başını alıp gittiği, radikalleşmenin
neredeyse sadece Kürdistan’ın aşiret ilişkilerinden gelen yoksul gençlerine
dayandığı doksanlarda, kenarda köşede kalmış son izler de yok oldu.
Bir bakıma, sosyalizmin dünya çapında yaşadığı maceranın bir minya-
türü Türkiye ölçülerinde yaşandı.
Marksizm, Batı Avrupa’daki Burjuva gelişiminin ve devrimlerinin ço-
cuğu olarak doğmuştur. Ancak, tarih, üretici güçlerin en geliştiği, dolayı-
sıyla kültürel ve sınıfsal olarak sosyalizme en hazır ve uygun olan ülke-
lerde devrimlere yol açmadı. Yani sosyalizm dünyaya Marks’ın umduğu
gibi normal bir doğumla gelmedi, tabiri caiz ise, ters geldi, ayakları önde
veya Troçki’nin deyişiyle, “tarihin yumağı tersinden çözülmeye başladı.”
Tıpkı ters gelen bir bebeğin eğer düzelmezse hem kendisinin hem de ana-
nın ölümüne yol açması gibi, sosyalizm de insanlıkla yok olmayla karşı
karşıya geldi. Çocuk öldü. İnsanlık can çekişiyor. İnsanlık bir daha sosya-
lizme hamile kalabilecek mi? Yoksa artık çok mu geç, menopoza mı girdi?
Bilmiyoruz. Bilemeyiz de. Ama bu arada bir atom savaşı veya bir ekolojik
felâketle yok olmazsa, bir daha hamile kalabileceğini düşünmek için birçok
neden var. En başta kapitalizmin her anki işleyişi nesnel olarak böyle bir
programı daha fazla gerektiriyor ve yine nesnel olarak böyle bir öznenin
var oluşunu sağlıyor.
Tam da ilk kapitalizme geçen ülkelerin dünyanın geri ülkelerini sömür-
geleştirmesi nedeniyle, sosyalizme hazır olan ülkelerin işçileri bu sömür-
gelerden elde edilenlerle sistemle uzlaşmaya çekildi ve tam da bu nedenle,
sömürgelerde direniş savaşları gelişti. Ama bu savaşlar, tarihsel ve objektif
olarak, burjuva demokratik karakterli görevleri çözmek amacıyla ortaya
çıkmalarına rağmen, tam da burjuvazilerin korkaklığı ve Ekim Devrimi’nin
prestijiyle, kendilerini sosyalist olarak tanımladılar. Ama onlar nesnel ola-
rak sosyalist değildi ve olamazdı. Bunun ne sınıfsal, ne ideolojik ne de eko-
nomik koşulları vardı.
Dolayısıyla sosyalizmin zaferden zafere koşması gibi görünen ve yet-
mişlere kadar olan dönem, aslında, köylülüğün egemen olduğu ülkelerdeki
burjuva demokratik karakterli devrimlerden başka bir şey değillerdi. Ama
bunlar burjuva sınıfı olmadığı ve korkak olduğundan burjuvazi dışında
ve karşısında kaldığı için burjuvasız; Stalinizmin bürokratik ideolojisini
sosyalizm diye kabullendiklerinden de demokrasisiz, burjuva demokratik
devrimlerdi.
Böylece sosyalizm yayılır gibi görünüyordu, ama yayılan artık ne prog-
ramı ne de politik kültürüyle sosyalizm olmadığı gibi; aslında doğuşundan

194
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

bile daha geri toplumsal yapılar, kültürel ortamlar arasında yayılıyordu. Bu


yeni program ve politik kültürün gücü tam da yaygınlığından geliyordu.
Böylece sosyalizmin doğuşunda egemen olan, daha sonra, Rusya’nın ge-
riliği ile tam tezat içindeki, burjuva kültürünü özümlemiş aydınlara ve son
derece konsantre işçi hareketine dayanan devrimcilerinde zirvesine ve so-
nuna dayanan program ve politik kültür, fiilen bütün dünyada yok oluyordu.
1960’lar sonrası Türkiye’nin durumu biraz bu dünya çapındaki gidişin,
zaman içinde sıkıştırılmış, minyatür bir tekrarı gibidir. 1960’lar bir bakı-
ma, Marksizm’in dünyadaki doğuş ve yükseliş yıllarına (1848-1917) karşı-
lık düşer. Ama devrim bulutlarının dünyada doğuya yani köylülüğe doğ-
ru kayması ve bu kayış sonucu ortaya çıkan ulusal hareketlerin kendile-
rini sosyalist olarak tanımlamaları gibi, Türkiye’de de radikalleşme önce
Türkiye’nin taşrasına, sonra da Kürdistan’a doğru kayar. Dünyadaki kayı-
şın ortaya çıkardığı programatik ve politik kültüre ilişkin değişimin benze-
ri Türkiye’de de yaşanır. 1960’ların aslında devrimci demokratik özlemle-
rin ve programın ifadesinden başka bir şey olmayan sosyalizm giderek or-
tadan kaybolur, nesnel olarak sonuçlarıyla devrimci ve demokratik karak-
terde, ama programatik olarak dile, etniye dayanan bir milliyetçilik yükse-
lir. Buna paralel olarak, sol veya sosyalist politik kültürde, 60’ların politik
kültürünün bütün izleri silinir.
Ama dünyada da Türkiye’de de Kapitalizm hükmünü icra etmekte-
dir. Artık ikisinde de insanların büyük bölümü köylerde değil, şehirlerde,
megapollerde, metropollerde yaşamaktadır. Bu korkunç sömürü ve baskı
altındakilerin memnuniyetsizlikleri, ister uzak Asya’nın, Pasifik kıyıları-
nın köle gibi çalıştırılan proleterleri olsun; İster Türkiye’nin batısındaki iş-
letmelerde boğaz tokluğuna çalışan Kürtler veya Diyarbakır’ın yoksulları
olsun, akacak bir damar bulacaktır ve bunlar artık köylü değildirler. Eski
politik kültürün bu sınıfların memnuniyetsizliklerini ifade ederken hiç bir
temel bulamayacağı, onların ihtiyacı olan politik kültürü, bugün unutul-
muş ve toprağın altına gömülmüş kültürde bulacağı çok açıktır. Ama bu
sadece politik kültür olarak değil, programatik olarak da böyledir.
Dünün dile, etniye, kavme hatta dine göre tanımlamış uluslarını yarat-
makla sonuçlanan programı, bugünün dünyasında hiçbir çözüm sunamaz.
Kendisi global işgücü pazarında bütün ulusal sınır engellerine rağmen ora-
dan oraya akımını sürdüren dünyanın proleterleri, harekete geçtiklerinde
bayraklarına tüm ulusal sınırların ilgasından başka bir şey yazamazlar.
Benzer şekilde, dünyadaki en büyük Kürt şehri olan İstanbul’un Kürtçe
konuşan işçileri, bayraklarına, ulusu Kürtlüğe veya Kürtçe’ye göre tanım-
lamış bir ulus devletten ise, ulusun tanımından her türlü etniyi, dili, dışla-

195
Denemeler

yan ve tüm dillere eşitlik tanıyan bir programı bayraklarına yazmaya daha
eğilimli olacaklardır.
Ve gerek dünyada gerek Türkiye ve Kürdistan’da bu programları bay-
raklarına koyacak olanlar, ihtiyaçları olan politik kültürün geleneğini,
Marks’ların, Lenin’lerin, Kıvılcımlı’ların, 68’lerin politik kültüründe bu-
lacaklardır.
Bizlere düşen görev, bu geleneği unutulmaktan kurtarmak ve yeni gele-
cek olanlara aktarmaktır.
Bu da somut bir biçim olarak, polemiklerin geri dönüşünde ve polemi-
ğin tekrar eski, diyalektik ve fikirlere dayanan anlamını kazanışında kendi-
ni gösterecektir. Köylülüğe ve doğuya kayış fiilen polemiği yok etmiş, onu
kişiselleştirmiş ve kişisellik anlamı vermişti. Şimdi tekrar şehirlere doğu
dönüş, ona eski unutulmuş anlamını tekrar kazandıracak ve polemikler de
gerçekten öyle olacaktır.

196
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Zina Özgürlüğü

Türkiye’de toplumsal muhalefetin zayıflığının nedeni onun örgütsüzlüğü,


güçlerini birleştirememesi değildir.
Onun zayıflığının gerçek nedeni, hedeflerinin ve gerekçelerinin baya-
ğılığıdır.
Sol demokrasi sözünü dilinden düşürmez ve onu bir fetiş haline geti-
rir. Hâlbuki genel olarak demokrasi, eni sonu, azınlığın çoğunluğa uyma-
sını ilke olarak kabul eden rejim demektir. Ve pek ala gerici bir milliyetçi-
likle, ırkçılıkla, faşizmle bile bağdaşır. Genel olarak demokrasiyi savunan-
lar, Hitler’in çoğunluğun oylarıyla, son derece “demokratik” bir şekilde ik-
tidara gelmesi karşısında söyleyecek söz bulamazlar.
Sosyalistler, demokratlar sadece demokrasiden değil, özel bir demokra-
siden yana olduklarını açıkça koymalıdırlar.
Özel bir demokrasi, belli haklar söz konusu olduğunda, çoğunluğun ka-
rar alma hakkını sınırlayan bir demokrasidir. Genel olarak demokraside,
sigara içen bir çoğunluk, gayet demokratik bir şekilde bir toplantıda sigara
içmeyenleri taksitle öldürme kararı alabilir. Böyle bir demokraside sigara
içmeyenlerin söyleyecekleri söz bulunamaz.
Ama kimsenin başkalarının sağlığını tehlikeye atamayacağının bir in-
san hakkı olarak tanındığı bir demokraside; bütün çoğunluğa rağmen bir
tek kişi bile sigara içmiyorsa ve o sigara içilmemesini talep etmişse, orada
demokratik olarak sigara içilip içilmeyeceği oylanmaz, oylanamaz. Orada

197
Denemeler

sigara içilmez ve içilemez. Orada devletin görevi, sigara içen çoğunluğa


karşı o bir kişinin sigara içilmeyen bir ortamda bulunma özgürlüğünü sa-
vunmaktır. Bu özgürlüğü tanımak istemeyen demokratik çoğunluğa karşı
gereğinde şiddet kullanmaktır.
Genel olarak demokraside, ana dili Türkçe olan çoğunluk, pek ala de-
mokratik bir şekilde ana dili Türkçe olmayanların Türkçe öğrenmelerini
kanunlarla zorunlu kılabilir. Ama insanların istedikleri dili ana dili seç-
meleri ve o dilde eğitimi ve her türlü haberleşmeyi bir insan hakkı olarak
tanımlayan bir demokraside, devlet, Türkçe konuşan çoğunluğa karşı, bir
tek kişinin bile ana dilde eğitimini garantiye almakla yükümlüdür.
Devrimci demokrasinin parolası, devletin resmi dili olmasına karşı çık-
mak ve herkesin ana dilinde eğitim ve haberleşme hakkı olabilir.
Ama böyle bir hakkı savunan var mı, bunu ortaya koyan var mı? Yok.
Demokratik muhalefetin esas zayıflığının nedeni, tam da bu yokluktur.
Hedeflerin bayağılığı, sorunun sanki Kürtçe kursları açılması ve bunun
Avrupa’ya girmek için gerekliliği gibi bir düzeyde tartışılmasıdır muhale-
fetin zayıflığının esas nedeni.
Bu gerilik her alanda böyle. Bütün din adamlarının maaşlarının kal-
dırılması; diyanetin kapatılması; bütün dini eğitim veren kuruluşların
kapatılması, dini eğitimin o cemaatlerin gönüllü bağışlarına bırakılması;
çoğunluk dinine karşı diğer inançların özgürlüğünün garantilenmesi gibi
devrimci demokratik talepleri ortaya koyan var mı? En radikal görünen
Alevilerin çoğunluğunun talepleri bile, Aleviliğin tanınması ve diyanet iş-
lerinde temsili gibi gerici taleplerden öteye gitmiyor.
Son zina tartışmasında da durum aynı. Kimse, iki insanın beraberliği-
nin devletin onayıyla meşruiyet kazanmasını; yani nikâh ve evlenme iş-
lemlerini sorgulamıyor. Devlet yatak odasına girmesinmiş? O oradan ne
zaman çıktı ki bir daha girecek? Kimin kimle birlikte olacağı devleti ne
ilgilendirir? Ne demek nikâh memuru? Diyanet işleri gibi, o da lağvedil-
mesi gereken bir kurumdur.
Ve elbette nikâhın olmadığı yerde, “zina” da olmaz.
Hukuken olmamasına rağmen, günlük ilişkiler içinde, erkekler ya da
Müslümanlar, çoğunluklarıyla kimilerini zina yapıyor diye baskı altına
alıp, örneğin İmam nikâhı kıymaya zorlarsa, devletin görevi, o Müslüman
ve erkeklere karşı zina özgürlüğünü savunmak olur.
Bari şu kanun vesilesiyle başlayan zina tartışmaları, devrimci ve de-
mokratik bir muhalefetin ihtiyacı olan talep ve sloganların ortaya çıkması-
na vesile olsa. Yani nikâhın ve memurlukların ilgası. Birliktelik için hiçbir

198
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

bildirimde bulunma zorunluluğu olmaması. Devletin insanların istedikle-


riyle birlikte olmaları özgürlüğünü savunması.
Bunları söylemeye başlarsak, devletin dilinin olmaması; herkesin iste-
diği dili ana dili seçmesi ve ana dilinde eğitim ve haberleşme hakkı gibi;
diyanetin kapatılması; dini eğitimin cemaatlerin gönüllü bağışlarına bıra-
kılması gibi sloganları da ortaya atmanın yoluna girilir.
Ve o zaman, Politik İslam’ın hiç de azınlıkların ve insanların haklarını
savunan bir demokrasiden değil; gerici milliyetçilikle hiç de çelişmeyen
genel olarak demokrasiden yana olduğu kolayca görülür.
Kürt hareketinin ifadesi olan partiler Türkiye Partisi mi olmak istiyor?
Bunun yolu, devrimci demokratik bir programı savunmaktır. Yani somut
olarak, o bayağı “Avrupa’ya girişimizi engeller; devleti yatak odasına so-
kuyor” gibi argümanlarla arasına sınır çekip; devlet zaten yatak odasında;
“medeni” nikâhın ilgası sloganıyla öne çıkarsa, o zaman Türkiye Partisi
olma yolunda adım atabilir. Bu her alanda böyledir.
Türkiye Partisi olmak, Devrimci Demokrasinin partisi olmakla olur. Ya
da tersinden Devrimci Demokratik bir programı olur ve bu mücadelenin
önüne geçerse; bunun yan ürünü olarak Türkiye Partisi olur. Ve ancak böy-
le bir parti gerçekten bütün dillerin ve dolayısıyla Kürtlerin özgürlüğünü
savunduğu için Kürtlerin de partisi olabilir.
7 Eylül 2004

199
Denemeler

200
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Teori ve Politika

Teori demek, yüzey akıntısı değil dip akıntısı; görünen değil, görünenin
zıttı biçimindeki özü; birbiriyle ilgisiz görünen olgular arasındaki görün-
mez ortaklık demektir. Teori demek genelleme demektir.
Gericilik dönemlerinde insanlar genelleme yeteneklerini yitirirler. Diğer
bir deyişle teoriye olan ilgi kaybolur. Kaybolur çünkü bilimlerin ilerleme-
sine pratik ihtiyaçlar yüzlerce üniversiteden daha büyük atılım verirler.
Toplumsal bir hareketlenme, bir mücadele yoksa teoriye ihtiyaç, dolayısıyla
genelleme yeteneği de yok olur.
Bu nedenle toplum bilimleri alanında bütün büyük ilerlemeler her za-
man modern işçi sınıfının hareketlerinin ayak izleri üzerinde gerçekleşir.
Marksizm, Fransa, İngiltere ve Almanya’daki işçi hareketinin yükseli-
şinin çocuğudur.
Bir benzeri hala gelmemiş, o her biri bir zirve ve teorisyen olan ve o
zirvelerin içinden Lenin, Troçki gibi daha büyük zirveleri çıkarmış Rus
Devrimcileri kuşağı, Rusya’nın genç ve yükselen işçi sınıfı ve onun hare-
keti olmadan tasavvur bile edilemezdi.
Türkiye sosyalist hareketinin hala aşılamayan iki önemli ismi olan Hik-
met Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet, doğrudan 1917–23 dönemindeki dün-
yada bir eşi daha bulunmayan işçi hareketi yükselişinin çocuğudurlar.
1960’larda önce DİSK’i, DİSK’ten önce TİP’i yaratan işçi hareketleri
olmasaydı, Türkiye tarihinde bir eşi benzeri daha gelmemiş, o altmışlı yıl-
ların teoriye olan açlığı ve teorik tartışmaları düşünülemezdi bile.

201
Denemeler

Teori çoğu kez, ağzı laf yapma, entelektüalizm ve akademisyen kırkam-


barlığıyla karıştırılır. Teori ancak bunlara karşı ve bunlarla mücadele içinde
gelişir. Teori sadece pratikten beslenmez, kendisi en can alıcı pratiktir; te-
orik pratiktir, praksistir.
Evet, teori, modern işçi hareketinin ayak izleri üzerinde yürür, ama bir
kere ortaya çıktı mı, onun kendi bağımsız bir dinamiği de hükmünü icra
eder. Walter Benjamin veya Adorno’nun katkıları, yükselen bir işçi hare-
ketinin değil, dünya tarihsel yenilgilerin damgasını taşırlar ve o yenilgile-
rin sorularına cevap ararlar. Bu yenilgide yapılan katkılar, yeni yükselişle-
re maya olurlar. Yeni bir yükseliş o gericilik dönemlerinde akıntıya karşı
yapılmış birikimler ve geleneklere dayanarak gerçekleşir.
1968 yükselişi örneğin, Almanya’da Frankfurt Okulu’nun bu gericilik
dönemlerinde açılmış teorik kanallarında birikti. Türkiye’de altmışlardaki
hareket ilerledikçe, eski sosyalistlere yöneldi. Öyle ki, 15-16 Haziran İşçi
hareketi zirvesinden sonra örneğin, Kıvılcımlı gibi en eski ve en teorik sos-
yalistin depolarda çürüyen kitapları birkaç haftada tükenip, yeni baskılar
yaptı.
Bugün zerrece bir teorik dinamizmin olmadığı; insanların genelle-
me yeteneklerini; teoriye olan ilgilerini yitirdiği bir dönemde yaşıyoruz.
İşçi hareketinin yeni bir yükselişi, nerede ve nasıl gerçekleşir bilmiyoruz.
Muhtemelen Uzak Doğu’da, Pasifik kıyılarında, bugünkü dünya ekonomi-
sinin en dinamik olduğu, dolayısıyla en genç ve dinamik işçi sınıfının en
korkunç sömürü altında şekillendiği bölgede. Uzak Doğu’nun elektronik
aletleri evleri fethetmişken, filmleri sinemaları yavaş yavaş fethederken,
bütün bunları yaratan milyonlarca işçinin hareketi ve bunların teoriye geti-
receği dinamizm de er veya geç zamanla etkisini gösterecektir.
Ama ne olursa olsun, tarihin genel eğilimleri günün acil görevlerinin
yerine geçirilemez. Ve hiçbir hareket de gökten zembille inmez, daima var
olandan yola çıkar.
O halde, bugün giderek artan bir ihtiyaç kendini dayatmaktadır: bir za-
manlar Adorno, Benjamin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin yaptığını yapacak,
Akıntıya Karşı yüzecek teorik ve ideolojik mücadeleye müthiş bir gerek-
sinim var.
Evet, teori işçi hareketinin ayak izlerinde yürür, ama modern işçi hare-
keti ve diğer toplumsal hareketler de, teorinin ışığı olmadan karanlıkta yola
çıkmaya cesaret edemez.
Son yıllarda toplumsal hareketlerin bu kadar zayıf ve soluksuz kalışının
bir nedeni de teorik ve ideolojik zayıflıktır. Güçlü bir demokratik hareket
için bile, güçlü bir teorik çabaya ihtiyaç var.

202
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Teorinin gücü hiç küçümsenmeye gelmez. O tıpkı gravitasyon gibidir.


Gravitasyon, atom çekirdeğindeki güçler veya elektromanyetik güç karşı-
sında neredeyse hiç denecek kadar zayıftır. Ama uzak mesafeler ve büyük
kütleler söz konusu olduğunda, evrenin kaderini o belirler. Teori de öyledir,
milyonlarca insanın eylemi ve uzun dönemler söz konusu olduğunda, son
sözü teori ve onun ifadesi olan programlar söyler.
5 Ekim 2004

203
Denemeler

204
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Şu Azınlıklar Tartışması

Gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan tutarlı bir Devrimci Demok-


rasinin yokluğu nedeniyle, hemen her tartışmada olduğu gibi azınlıklar ko-
nusunun tartışılmasında da, tüm kavramlar anlamlarını yitiriyor; herkes
tam bir köle diliyle konuşuyor ve tartışmalar netlik sağlamak bir yana kafa
karışıklıklarıyla sonuçlanıyor.
Şu an Türkiye’de şu görüşleri savunan bir Fikir Akımı, bir Toplumsal
Hareket, bir Parti olduğunu var sayalım:
“Ulusun dile, dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlanması bir ge-
riciliktir. Devletin nasıl dini yoksa ve olmaması gerekiyorsa, yani
inanç “özel” bir sorun ise, dil, din, etni, kültür, “ulus” da öyle olmalı-
dır. Devletin dili, dini, etnisi, tarihi, soyu, sopu, “ulusu” olduğu yer-
de otomatik olarak baskı altındaki azınlıklar da oluşur.”
Böyle bir çizgi karşısında, bugün ortalığı kaplamış görüşlerin gerici ve
uzlaşmacı nitelikleri apaçık ortaya çıkardı.
***
Azınlıklar sorunu, birisi ezilenleri bölücü ve gerici; diğeri devrimci ve de-
mokratik olmak üzere iki şekilde “çözülebilir”.
Birincisi, o azınlıkların tanınmasıdır. Bunu şöyle bir örnekle açıklaya-
biliriz. Türkiye’de devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise de, devlet

205
Denemeler

laik değildir ve Sünni İslam’ın özel bir yorumu devletin gayrı resmi dini-
dir. Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere imam atar, onla-
rın maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vb.. Bütün bunların laiklikle
hiçbir ilgisi yoktur.
Şimdi böyle bir devlette, Alevilerin de tanınması, yani örneğin Cemev-
lerinin de Camiler gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, Sünnilere
tanınan ayrıcalıkların aynen Aleviler için de geçerli olduğunu var sayalım.
Bu “çözüm” gerici bir “çözüm”dür. Bu çözüm, devletin inanç alanına
karışmasını sorgulamaz. Sadece somut olarak devletin tanıdığı ya da des-
teklediği din veya dinler değişmiş olur.
Devrimci ve demokratik çözüm, devletin Alevileri de tanıması değil,
dini tümüyle özel bir sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşit-
liği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır. Yani örneğin İmamların maaşının,
yetiştirilmesinin vb. de tıpkı şimdi Alevilerde olduğu gibi bütünüyle cema-
atin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır. Devletin görevi, çoğunluk dininin,
azınlık inançlarını baskı altına almasını engellemek olur. Yani örneğin, en
Sünni semtte bile, isteyenin ramazanda güpegündüz yemek yeme hakkını
savunmak olur.
Türkiye’de bir Politik İşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi
bulunmadığı için, bu alandaki bütün tartışmalar, gerici çözüm çerçevesin-
de yapılmakta, Burjuvazin ile bürokrasi arasındaki o kayıkçı dövüşü ve
zımni uzlaşma teşhir edilememektedir.
Bugün mazlum rolü oynayan, politik İslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi,
hiçbir şekilde böyle bir tutarlı laikliği savunmamaktadır. Onun sorunu,
devletin resmi İslam’ının kendi savunduğu İslam olmamasıdır. Tersinden
Aleviler de, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik İslam’a karşı
resmi İslam la ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar ya da
Aleviliğin de tanınması gibi gerici talepler ileri sürmektedirler.
Hâlbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler,
Ezidiler, Hıristiyanlar gibi tüm diğer inançların da sorunlarını bir çırpıda
ve kökten çözer.
***
Sorun aynen ulusal sorunda da görülmektedir. Şimdi Kürtler “biz asli unsu-
ruz” diyerek aslında tıpkı, Alevilerin de gerçek bir laiklik yerine Sünnilerle
aynı haklardan yararlanma politikasına benzer bir politika izlemektedirler.
Yani devletin Türk devleti olmaktan çıkıp, Türk-Kürt devleti olmasını is-
temektedirler. Evet, bu da bir “çözüm” olabilir, ama tıpkı Alevilerin diya-
nette yer alması gibi bir “çözüm”dür. Demokratik bir Cumhuriyet ile böy-

206
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

le bir talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk devleti olması değil,
Türk devleti olmaktan çıkarılmasıdır. Demokratik bir Cumhuriyette, dev-
letin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir sorun olarsa, devletin
dili, etnisi, soyu, tarihi “ulusu” da olmaz.
Politik olanın, devletin ya da ulusun tanımı, bunlarla değil, insan hakla-
rıyla yapılır. Örneğin tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilin-
de eğitim hakkı. Böyle bir toplumda, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı
olmayacağından, her hangi bir etnik, kültürel ya da dilsel politik azınlık da
olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini olmadığı için herhangi bir
dinsel politik azınlık da olmayacağı gibi.
Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili olarak seçimi ise,
teknik bir çözümdür ulusun tanımına ilişkin değildir. Bu dilin en büyük
çoğunlukların, örneğin Türklerin ve Kürtlerin dili olması bile gerekmez,
pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin İngilizce bile seçilebilir.
En devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt hareketi bile, hala so-
runu kurucu asli unsur çerçevesinde tartışmakta; ulusun dile ve etniye göre
tanımlanmasını sorgulamamakta; tutarlı bir devrimci demokrasi progra-
mını ortaya koyamamaktadır.
Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz. Bunun
baş suçlusu, böyle bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir.
Türkiye’de veya Orta Doğu’da ulusu dil, etni, din, kültürle tanımlamayı
reddeden ve buna karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti
savunan politik işçi hareketi olmadığı için, Kürt hareketi de kendi devrim-
ci demokratik eğilimlerini ifade edememektedir.
Görev, inancın, dilin, kültürün kişisel bir sorun olduğu, bütün dil, inanç,
kültür ve dillerin eşit olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet’i savuna-
cak devrimci demokratik bir politik akım, bir hareket ve politik bir örgüt ve
güç yaratmaktır. Ancak böyle bir program ve çizgi, bugün ortalığı kapla-
mış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk
taşı olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir çizgiye çekebilir.
18 Ekim 2004

207
Denemeler

208
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Che’nin Che Olmadan Önceki Yolculukları


... rastlamayacaksın yabanıl Poseidon’a
taşımıyorsan onu eğer kendi ruhunda
ruhun dikmiyorsa eğer onu karşına.
... Hep aklında olsun İtaki.
Oraya varmaktır hedefin senin.
... yaşlı biri olarak yanaş adaya,
yolda kazandıklarınla zengin biri olarak
zenginlikler bekleme İtaki’den.
Bu güzel yolculuğu İtaki verdi sana.
Yola çıkmazdın o olmasaydı eğer.
... Yoksul görünüyorsa da sana, aldatmadı seni İtaki.
Böylesine bilgeleşmişken, bunca kazanımla,
anlamış olmalısın artık, ne demektir İtakiler.

(Kavafis - H.Milas, Ö. İnce)

İlk bakışta her yolculuğa bir hedefe varmak için çıkılır; yol ve yolculuk o
hedefe varmak için bir araçtır. Ama derinden ve sonuçlara bakılınca, hede-
fin kendisi yola çıkmak için bir araçtır. Yolun kendisinde yolcu ve amaçlar
da değişir. Yol bu oluş, bu gidiş, bu değişimin metaforu olarak görüldüğün-
de, yolun ve yolculuğun kendisidir gerçek amaç.
Bu nedenle Marks, proletaryanın devrime, yani toplumsal ilişkileri de-
ğiştirmesine, her şeyden önce bu mücadelenin kendisinde yol açacağı deği-
şiklikler için ihtiyacı olduğunu söyler.

209
Denemeler

Devrimi bir yolculuğun sonunda ulaşılacak bir hedef, hedef mücadele-


yi yol olarak görme metaforu olmasa, ne Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım
Geri”si, ne Kıvılcımlı’nın “Yol”u bu adları taşırlar; ne de Türkçedeki “yol-
daş” sözcüğü olurdu.
Yol demek uygarlık demektir, ticaret demektir. Bu nedenle bütün büyük
destanlar yolları anlatırlar. İlyada, tıkanmış kuzey-güney ve doğu-batı yol-
larının kavşağının açılışını, Truva’nın düşürülüşünü anlatır; Odysseus tü-
müyle Akdeniz’in deniz ticaret yollarında geçer. Bin Bir Gece Masalları,
Hint ve Çin’e giden, İran üzerinden orta, Hint Okyanusu üzerinden Güney
Yolu’nun hikâyesi ve ürünüdür.
Ama komün yaşamında bile, manevi olarak kat edilen yollar büyük
önem taşır. Çocuklar, komünün eşit haklı bir üyesi olmak için, manevi
bir yolculuğa çıkarlar, bu yolculukta değişerek eşit hak ve görevli kardeş
olabilirler; Şaman’lar, Muhammed’in Miraç’a çıkması gibi, kendilerinden
geçip, ruhlar âlemine yola çıkarlar. Bu yolculuklar sonunda tekrar arınıp
güçlenirler. Bütün büyük dinlerde, insanın kendi içine yaptığı yolculuklar,
meditasyonlar arınmanın, değişimin temelini oluştururlar.
Yol, yoğunlaşmış bir tecrübe, yoğunlaşmış bir değişimdir. Başlangıçta
beklenen ve hedeflenenden bambaşka bir şeyin oluşumu ve ortaya çıkışıdır.
Bir sürprizdir. Fakat sadece yolcu değil, yol da değişir. Hiçbir yol, kat edil-
meden önceki yol değildir. Her yolcu yolda küçük de olsa değişiklikler ya-
ratır. Cüzzamlılar adası, genç Che ve arkadaşı oraya varmadan önceki ada
değildir artık; o cüzzamlılar eski cüzzamlılar değildir. Ama genç Che’de
oraya gelmeden önceki Che değildir. Oğlu Camillo’nun dediği gibi ,Che,
henüz Che bile değildir.
Yol’un ve yolculuğun, ister Homeros’un Odysseus’indeki gibi o zama-
nın dünyasını bir baştan bir başa kat etsin ve yıllar sürsün; ister Joyce’unki
Ulysses’indeki gibi, bir şehirde bir gün sürsün; İster zaman, ister mekân
içinde bin yolculuk olsun; ister başka dünyalara; ister insanın kendi ruhu-
nun derinliklerine olsun, her zaman dayanılmaz bir büyüsü vardır.
Sinema da kendini bu büyüden kurtaramaz. Beat kuşağından Jack
Kerouac’ın “On the Road” (Yolda) romanı bir bakıma şu Amerikan sinema-
sının “Road Movie” (yol filmi) dediği türe bir edebi ebelik yapar. 1968’lerin
kült filmi Dennis Hopper’in “Easy Rider”i bir yol filmidir.
Ama Motosiklet Günlüğü bir Road Movie değildir.
Motosiklet yaşama yakınlığı ile modern topluma isyan duyan genç im-
gesinden ayrı düşünülemez. Marlon Brando’nun (The Wild One / Vahşi
Hücum) ya da James Dean’ın motosikletli film ve resimleri, en azından
Che’nin resmi kadar yirminci yüzyılın ikinci yarısının ikonlaşmış resimle-

210
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ri arasındadır. Dean ve Brando gibi Kuzey ve Che gibi Güney Amerika’nın


gençleri arasında motosiklet aracılığıyla bir ortaklık varmış gibi görülüyor-
sa da; Che’nin hayatında ve yolculuğunda motosikletin işlevi bir Brando
veya James Dean’ın sembolize ettiği gençlerin hayatında motosikletin işle-
vinden çok farklıdır.
Dean ve Brando’da sembolleşen motosiklet, kapitalist toplumun o kor-
kunç, insanlık dışı vahşetinin bir ifadesi olduğu gibi ona bir isyandır da.
Biraz modern toplumdaki dinin işlevine benzer bir yanı vardır motosikle-
tin. Hem o yabancılaşmanın kendisi, hem ifadesi, hem ona karşı bir tepki
hem bir ilaçtır.
Ama adı, Che’nin filme adını veren ve bugünlükleri derlediği kitabın
adı gibi, “Motosiklet Günlüğü” olmakla birlikte bu film isyancı gençleri an-
latan bir “Motosiklet Filmi” de değildir. Motosiklet, Güney Amerika’da bir
isyandan ziyade, motosiklet alabilecek ve onunla yola çıkabilecek üst bir
toplumsal konumun; belki feodal gelenekler karşısında biraz orta sınıf ay-
dınlanmasının ve modernitenin bir ifadesidir.
Hatta geri ülkelerde motosikletin böyle bir özelliği olmuştur da dene-
bilir. O yol olmayan yerlere bile gidebilme yeteneğiyle ve modern toplu-
mun ürünü bir araç olarak, her zaman, yolun geçmediği, yani uygarlığın ve
kapitalizmin girmediği yerlere, modern kapitalist uygarlığın bir sembolü
olarak; bir sürat motorunun sakin bir denizin kadife bir örtü gibi yüzünü
ardında beyaz köpükler bırakarak büyük bir gürültüyle yarması gibi, bir
gök gürültüsü eşliğinde gücünü, karşı durulmazlığını; kaslarının gücünü
göstererek girer.
Che’nin yola çıktığı motor, bir isyanı değil, bir üstünlüğü sembolize
eder Latin Amerika’nın kendi gerçeğinde ve nihayet Che, sadece sıradan
orta sınıftan bir motorlu değil, bir Arjantinlidir. Arjantinli ve Şilililer, tıp-
kı Türkler gibi, kendilerini diğer Latin Amerikalılardan ayrı, Avrupalı gö-
rürler ve tıpkı Türklerin İranlılara, Araplara, Farslara, Pakistanlılara, hâsılı
tüm Asyalılara ve Üçüncü Dünyalılara baktıkları gibi tepeden ve aşağıla-
mayla bakarlar.
Che, kendi niyeti ne olursa olsun, böyle bir ülkeyi de sembolize eder as-
lında altında motosikletiyle; karşılaştıklarının gözünde en azından böyle-
dir; sömürgeci beyaz adamın da bir sembolüdür. O motosiklet tıpkı, İnka
ve Azteklerin uygarlıklarını yok eden Konkistadorların atıdır. Che, Che ol-
mak için motosikletli bir beyaz adam olmaktan da, bir Arjantinli olmaktan
da çıkmak zorundadır.
Motosikletin bozulması ve yola motosikletsiz olarak yaya devam etme-
leriyle birlikte başlar aslında gerçek “Motosiklet Günlüğü”. Ancak böylece

211
Denemeler

motosikletli bir Konkistador olmaktan çıkıp; bir burjuva Arjantinli olmak-


tan çıkıp, bir Latin Amerika’lı ve kaderini onun ezilenleriyle birleştirmiş
bir devrimci oluşun yoluna girebilir.
Yolculuk, artık bir yaşantı (Erlebnis, Event) değil; bir tecrübe (erfah-
rung), bir derinleşme, bir arınma ve zenginleşme olmaya başlar. Arınmak
zenginleşmektir; az fazladır. Her şey tecrübelerden çıkar, ama tecrübeler-
den hiçbir şey de çıkmaz. Kavafis’in dediği gibi, taşımıyorsan onu ruhun-
da; ruhun dikmiyorsa karşına, rastlamazsın Poseidon’a. Yani biraz cevher
olması gerekir. Adaletsizliklere bir isyan duygusu; bir insan sevgisi; tüm
insanlara karşı kendini sorumlu hissetme. Eğer bu yoksa yolculuklar ya da
tecrübeler hiçbir zaman arınma ve zenginleşmeye yol açmaz.
Bu adalet ve sorumluluk duygusu ise, kapitalizmden, onun siyasi var
oluş biçimi olan ulusçuluğun kendisinden, kardan çıkarılamaz. Böyle bir
duygu ve düşüncenin son kalıntılarını da modern toplumun insanlarına
yine de o eski dinler aktarırlar. Ama bu dinlerin geleneklerinin aktarıl-
madığı ve unutulduğu yerlerde, artık ruhunda Poseidon’u taşımayanların
karşısına Poseidon çıkmaz. Bu bakımdan, kapitalist toplumdaki adaletsiz-
liklerin, sömürünün, otomatikman, bunlara karşı idealist mücadelecileri
yaratacağını sanmak aşırı bir mekanik düşünme olur.
Bir zamanlar bir film vardı, Fahrenhayt 451 diye. Bütün kitapların ya-
kıldığı her şeyin bir sayıya ve resme döndüğü bir dünyayı anlatıyordu.
(Aslında şimdi aşağı yukarı öyle bir dünyada yaşıyoruz. En devrimci ya-
yın organları bile, haberleri, yazıları kısa yazmaktan söz ediyorlar. Analitik
düşüncenin yok oluşuna teslim olup onu yeniden üretiyorlar. Çözümün de-
ğil sorunun bir parçası olduklarının farkına varmıyorlar.) O dünyada insan-
lar kitapları ezberleyerek ve bu sefer bizzat kendileri o kitabı yakarak ya-
şatmaya çalışırlar. Belki bugünün dünyasında, şu gerici denerek, eski din-
lerin, inançların değerlerini (Bu Marksizm de olabilir, her hangi bir kapita-
lizm öncesi dinin değerleri de olabilir.) yeni kuşaklara aktarmaya çalışan-
lar, belki de o kitapları ezberleyen direnişçiler gibidirler.
Onlar belki geleceğin direnişçilerinin katalizatörleri, mayaları olabilir-
ler. Katalizatörler olmadan, hiçbir reaksiyon başlamayabilir.
İşte genç Che’de olan ve bugünün genç kuşaklarında pek olmayan bu-
dur. Adaletsizliğe isyan duygusu; insan sevgisi; kendini tüm insanlardan
sorumlu hissetme. Kimi mesleki dejenerasyona uğramış “devrimci”lerin
“burjuva hümanizmi” diye hor gördüğü hasletler.
Kapitalizmin kültürü sadece bu hasletleri, her gün giderek artan bir hız-
la kültürler ve canlı türleri gibi tüketmiyor. Kapitalizm artık insan hayatın-

212
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

da tecrübenin, dolayısıyla derinleşme, arınma ve zenginleşmenin koşulla-


rını da ortadan kaldırıyor.
Günümüzde yolculuk artık yolculuk değildir. Günümüz dünyasında, ke-
limenin gerçek anlamında, tecrübe anlamında, olgunlaşma derinleşme an-
lamında seyahat yapılamaz. Bunun var oluş koşulları da hızla yok oluyor.
Bugünkü temel yolculuk biçimi olan turizmin, halkları ve insanları bir-
birine yaklaştırdığı koskoca bir yalandır. Turizm sadece bir yaşantı (Event,
Erlebnis) sunar. Cam bir fanusun içinde gerçekleşir bütün turistik seya-
hatler. Bütün konforu; alışkanlıkları ile her şey birlikte götürülür. Hiçbir
zaman gittiğiniz yerlerin insanları ile karşılaşmazsınız. Karşılaştıklarınız,
onların turistler için dizayn edilmiş, tüketici için ambalajlanmış biçimleri-
dir. Artık onlar insanlar değil, tüketime sunulmuş metalardır.
Ama sadece seyahat yapma olanağı da kaybolmamıştır bu toplumda;
daha da korkuncu, seyahat yapılma olanağının kaybolduğunu anlama ola-
nağı da yoktur. Her şey korkunç bir hızla değişir. Her şey yüzeyselleşir.
Her şey birkaç saniyelik, bir göz atışlık olur. Derinleşmek, düşünmek de
giderek olanaksızlaşır.
Herkes kendi deneyinden biraz bilir. Hiçbir olgu, nesne ya da konu
hakkında, ilk bakışta fazla bir şey öğrenilemez. Bir müziğin arka planını
bildikçe; onu sindire sindire dinledikçe daha fazla tadına varır, daha bir an-
larsınız. Bir şehrin sokaklarının tarihini, hikâyelerini bildikçe o size daha
fazla şeyler anlatmaya başlar. İnsanlar tanıdıkça, sıradan insanlar olmak-
tan çıkar. Ancak o zaman şeyler, olaylar ve konular anlaşılır olmaya; bir
yoğunluk, ilginçlik, heyecan vericilik kazanmaya başlar.
Ama bugünkü toplum, korkunç ritmi; bilgilerin yüzeyselliği ile bunun
bütün yollarını da tıkamış bulunmaktadır. Böylece tıpkı bir kara delik gibi,
kendi kendini besleyen bir süreç gelişmektedir kapitalizmde. Yolculuk da,
tecrübe de, onlar üzerine düşünüp taşınma, derinleşme de; bunun için kay-
naklar da, olanaklar da tüm hızla tükenmektedir. İnsan yok olmaktadır.
Biyolojik bir varlık yok olmadan önce, sosyal bir yaratık olarak insan yok
olmaktadır.
İşte böyle bir dünyada, Che’nin filmi, Küçük Kara Balık’ın hikâyesidir.
Belki bu filmi seyredenlerden biri, yine o “Küçük Kara Balık” gibi, merak-
lanıp bir başka seyahate çıkabilir. Merak her şeyin başıdır.
19 Kasım 2004

213
Denemeler

214
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın


Farkı

Kürt Olduğu İçin Vurulan 5-C Öğrencisi


Uğur’un Anısına
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
– Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
– Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir. (...)
Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı

Geçen haftaki “Türk Nedir?” başlıklı, aslında dört yıl önce yazılmış yazı,
hem çok tepki, hem de çok takdir aldı. Ama her iki taraf da yazıda ne an-
latıldığını anlamamışlardı. Yazı Türkler tarafından Türk ulusunun yeniden
tanımlanması olarak anlaşıldı.
Anlaşılamamasının nedeni şudur: Bugün dünyadaki insanların nere-
deyse tamamı, (ki buna en hızlı komünist ve enternasyonalistler de dahil-

215
Denemeler

dir) ulusçudurlar ve bunun dışında başka bir var oluşu tasavvur bile ede-
mezler. Ama sadece bu kadar değil. Bir de bunun çifte kavrulmuşu var.
Dile, dine, kültüre, etniye dayanan gerici ulusçular da bu ulusçuların yüz-
de doksanını oluştururlar.
Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar. Çifte kavrulmuşlar ise
bırakalım ulusçuluğu, demokratik bir ulusçuluğun bile ne olduğunu an-
layamazlar. Bizim yazılarımızın trajedisi de buradadır. Neredeyse bütün
okuyucuları, ezen ya da ezilen ulustan olsun, kendine ister sosyalist ister
milliyetçi desin, ulusçu ya da gerici ulusçu olanlara ulusun ve ulusçuluğun
ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar.
Bu beyhude işe devam edip bir başka açıdan daha anlatmayı deneyelim.
Özellikle son zamanlarda güçlenmiş şöyle bir akım var. Bugün Türki-
ye’de Türk denenler aslında, Bizans ve Osmanlı’nın mirasçısıdırlar, kültür-
ce onların devamcısıdırlar. Bizans da esas olarak Rumluk ve Ermenilik ola-
rak tanımlanabileceğinden, Orta Asya’daki uluslar değil, ama Rumlar ve
Ermeniler Türklerin en yakın kardeşleridirler.
Diyelim ki bu akım güç kazandı, devletin resmi ideolojisi haline gel-
di. Tarih kitaplarında bu yönde değişiklikler yapılıyor, Ermenistan ve Yu-
nanistan’a vizeler kaldırılıyor. Türk başbakanları gidip, 1915’te katledil-
miş Ermenilerin anıtı önünde Willy Brandt gibi özür dileyip, Türklüğü
İslamiyet ve Orta Asya Türklüğü ile tanımlayan anlayışların bu katliamla-
ra yol açtığını söyleyip mahkum ediyorlar, vb.
Kendini böyle tanımlamış bir Türk ulusçuluğu, elbette, gerçek duruma
daha yakın olduğu için, en azından bugünkü hafıza kaybına dayanan kişi-
lik parçalanmasına uğramış karakterinden bir parça olsun kurtulmuş olur.
Bu aynı zamanda, bugünkü dünya dengelerinin ve Türk burjuvazisinin ve
hatta egemen devlet kastının ihtiyaçlarına daha uygun bir Türk ulusçuluğu
olur, ama gerici bir ulusçuluk olma karakterini yitirmez.
Çünkü burada yeniden tanımlanan Türkiye toprakları üzerinde yaşayan
ulus değil, Türklüktür. Ulusun Türklüğe göre tanımlanması değişmemiş,
sadece Türklüğün tanımı değiştirilmiş olur. Hâlbuki demokratik bir Cum-
huriyette ya da ulusçulukta, ulusun tanımı değiştirilir, Türklüğün, Kürt-
lüğün ya da her hangi bir şeyin, şöyle ya da böyle tanımlanmasının hiçbir
politik anlamı ya da sonucu olmaz. Bunlar insanların özel sorunu olur.
Diyelim ki Anayasasında, “Türkiye Ulusu (Bu Anadolu Ulusu veya
başka bir şey de olabilir. Türkiye burada coğrafi bir alanı tanımlar, devletin
egemen olduğu alanı) Türkiye Cumhuriyeti denen devletin yurttaşların-
dan oluşur. Devletin ve ulusun, dini, dili, soyu, kültürü, etnisi yoktur. Her
yurttaş eşittir. Herkesin istediği dilde ve ana dilinde eğitim hakkı vardır.

216
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ortak bir konuşma dilinin ne olacağına yurttaşlar kendileri karar verirler.”


tarzında bir madde olan bir ulus ise, ulusu yeniden tanımlamış olur. Bu
ulustan insanlar, ortak konuşma dili olarak pekâlâ ülkede konuşulmayan
bir dili de seçebilirler, örneğin İngilizce veya Arapçayı. Bu o ulusu, İngiliz
ya da Arap ulusu yapmaz.
Ve bu ulusun, kendilerinin Türk olduğuna inanan yurttaşlarının bir kıs-
ma Türklüğün Orta Asyalılık ve İslamiyet’le tanımlanacağını savunabilir ve
inanabilirler; bir kısmı Rumluk, Ermenilik veya Bizanslılıkla. Bir kısmı da
Türklerin insanlığı kurtarma özel misyonuyla uzaylılar tarafından Dünyayı
tohumlamak üzerine gönderildiklerine inanabilirler. Demokratik bir cum-
huriyette bunların hiçbir politik anlamı olmaz. Tıpkı gerçek laik bir ülkede,
şu veya bu inançtan olmanın, insanların cennetten, uzaydan veya maymun-
dan geldiğine inanmanın hiçbir politik anlamı ve sonucu olmaması gibi.
O halde dikkat! Öcalan’ın Türkiye ulusu ve örneğin Türkçenin ortak ko-
nuşma dili olması önerisi, ulusu yeniden tanımlamaktadır ve devrimci de-
mokratik bir karakteri vardır. Ama örneğin son tartışmalarda Bizanslıyız
diyerek Türklüğü yeniden tanımlayanlar, ulusun dile, dine, etniye, kültüre,
geleneğe göre tanımlanmasını, yani gerici bir ulusçuluğu tartışma konusu
yapmamaktadırlar. O dili, geleneği, etniyi vb. yeniden tanımlamaktadırlar.
Dolayısıyla aynı gerici ulusçuluk anlayışının günümüz ihtiyaçlarına uyar-
lanmış biçimini savunmaktadırlar.
Biz ise tıpkı dinsiz olduğumuz gibi ulussuzuz da. (Tabii bu ulusçuların
kabul edemeyeceği bir şeydir.) Amacımız demokratik bir ulusçuluk değil,
genel olarak, ne kadar demokratik olursa olsun, ulusçuluğu ortadan kaldır-
maktır. Yani politik olanı ulusal olana göre belirlemeyi; ulusal devlet ve sı-
nırları ortadan kaldırmak. Dolayısıyla Türklerin Bizans’ın torunu mu, Orta
Asyalı mı oldukları bizim sorunumuz değildir. Bizi ilgilendiren, insanla-
rın niçin dün Orta Asya Türklüğünde kan bağları ararken, bugün niçin
Bizans’ın torunu olduğunu keşfettikleri; bu değişikliklere yol açan iktisadi
ve sınıfsal değişimler; bunların politik sonuçları ve yeryüzünden sömürü
ve baskıyı kaldırma mücadelesini bunların nasıl etkileyebileceğidir.
1 Aralık 2004

217
Denemeler

218
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Doğa ve Toplum

Fizik doğaya ilişkin süreçlerin canlıların evrimine ilişkin etkileri, giderek


önem kazanan ve yeni keşfedilen bir kıta gibidir. Bu keşifler aynı zaman-
da burjuva aydınlanmasından kaynaklanan, değer yüklü bir ilerlemeci ev-
rim anlayışını da yerle yeksan etmektedir. Bir zamanlar kabaca tek hücre-
liler, yumuşakçalar, omurgalılar, memeliler ve insan biçiminde ifade edilen
zorunlu ve tek yönlü ilerleyen bir evrim anlayışı, bugün birçok farklı olası-
lıklardan her hangi biri yönünde büyük ölçüde rastlantılara bağlı bir kavra-
yışa yerini bırakmakta, bu bağlamda ilerleme kavramının ideolojik niteliği
giderek açığa çıkmakta, aydınlanma bizzat o çok güvendiği doğa bilimleri
tarafından arkadan vurulmaktadır.
Dünya tarihinde, gerek her ikisi de dünyanın çekirdeğindeki nükleer
enerjiden ve buna bağlı olarak içinin sıcak ve sıvı olmasından kaynakla-
nan, yanardağ patlamaları ve kıtaların yer değiştirmesinin dünyanın iklimi
üzerindeki alt üst edici etkileri (kıtaların yer değiştirmesi deniz akıntıları-
nı ve bu da büyük iklim değişikliklerini belirliyor); gerek kozmik nedenli
göktaşı çarpmaları sonucu muazzam boyutta katastroflar yaşandığı, çoğu
kez canlı türlerinin yüzde doksanı veya daha fazlasının yok olduğu, ama
her yok oluşun aynı zamanda yeni türlerin ortaya çıkması için ortalığı te-
mizlediği de artık genel bir kabul görmektedir.
Eğer bu felaketler olmasaydı yeryüzünde hala sadece yumuşakçaların
veya dinozorların egemenliği sürüyor olurdu. En son dinozorların bir me-

219
Denemeler

teor çarpmasıyla yok oluşu ve ortalığın memeliler için açılışı, 60 milyon


yıllık bir hikâyedir ve 60 milyon yıl jeolojik ölçülerle çok uzun bir dönem
sayılmaz.
Hatta bizzat insanın ortaya çıkışında bile doğal altüstlüklerin yaptığı te-
tiklemeler belirleyicidir. Belki Kuzey ve Güney Amerika kıtalarının birleş-
mesi ve bunun deniz akıntılarındaki, dolayısıyla iklimdeki etkileri olmasa
Afrika’nın ormanları savanlara dönüşmeyecek ve bu da yüksek otlarla kap-
lı bu flora da iki ayakları üzerinde durmayı bir avantaj bu da iki ayağı üze-
rinde durmayı süreklilik haline getirmeyecektir. Böylece eller serbest ka-
lıp alet kullanmak mümkün olmaktadır. Alet kullanan ilk canlı olmak ona
ateşi kontrol altına alma potansiyeli veriyordu, ama bu potansiyelin ortaya
çıkması için tetikleyici yine muhtemelen alet kullanan canlıyı ateşi kullan-
maya zorlayan buzul çağları oldu ve böylece insan bir kez ateşi keşfedince,
tüm iklimlerde yaşayabilen, mezarı olan, giyinen ilk canlı oldu.
Homo Sapiens’in zafer yürüyüşü, hatta neolitik devrim bile buzul çağları-
nın izlerini taşır. Örneğin muhtemelen 11 bin yıl önce İstanbul Boğazı’ndaki
setin patlayışı, Akdeniz’in suyunun Karadeniz’e muazzam bir güçle akışı,
Karadeniz’in su seviyesinin yükselişinin (ki muhtemelen Nuh Tufanı bu
olayın insanlığın hafızasındaki yansımasıdır) neolitik devrimin tetikleyicisi
veya yayılmasını hızlandırıcı bir etki yapmış olması büyük olasılıktır.
Toplumsal evrim ve doğal süreçler arasındaki ilişkiler toplumbilimin
henüz pek az dokunulmuş bir alanı olmaya devam ediyor. Burada, örne-
ğin 19. yüzyılda kapitalist toplumda on yılda bir görülen krizleri, güneşte
benzer zaman aralıklarıyla artan lekelerle açıklamaya çalışan mekanik gi-
rişimlerden söz etmiyoruz. Kapitalizmdeki buhranlar aşırı üretim buhran-
larıdır ve kapitalist meta üretiminin bizzat kendisinden kaynaklanırlar.
Elbette doğal süreçler toplumsal evrim üzerindeki etkilerini bizzat yine
o toplumsal ilişkiler aracılığıyla gösterirler. Potansiyeller olmazsa onlar
gerçekliğe dönüşemez. Ortada alet kullanabilen bir canlı yoksa buzullar
ateşin keşfine ya da kontrolüne yol açmaz. Ayakta durabilen bir canlı yoksa
hiçbir flora değişimi sürekli ayakta duran bir canlıyı ortaya çıkarmaz.
Örneğin şu son Tsunami felaketinde, bizzat bu felaketin algılanışı bile
toplumsal ilişkilerce belirlenir. Kim bilir o bölgede veya dünyanın başka
yerlerinde insanlık tarihi boyunca nice benzer felaketler yaşandı, ama bun-
ların hiçbiri bunun gibi yaşanıp algılanmadı.
Örneğin kapitalizm, dolayısıyla artı değerin temel kaynağı işgücü ol-
masa, işgücünün fiyatı kâr ve artı değer oranlarını belirlemese, iş gücünün
üretimini ve yeniden üretimini düşük tutmak için, üçüncü dünya, dolayı-
sıyla iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak için kitle turiz-

220
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

mi olmaz, kitle turizmi olmasa, İsveçliler, Almanlar oralarda tatil yapıyor


olmaz, onlar da bu felakette ölenler arasında olmasa, bütün bu felaketler
gazetelerde küçük bir haberden öte bir değer taşımazdı.
Bu hiç de abartma değildir. 1976’da Çin’de, muhtemelen yarım milyon
insanın öldüğü tahmin edilen Thangshan depremini kim bilir, kimin hatı-
rındadır? Şu Tsunami’de bile haberler Kuzeyli Beyaz adamın ırkçı ve sö-
mürgeci bakış açısıyla verilmektedir.
Dolayısıyla bu Tsunaminin yaşanışı gibi algılanışı da sınıfsal olacak-
tır. Örneğin Taha Kıvanç ya da Sami Hocaoğlu gibi Yeni Şafak yazarları,
Tsunami kurbanı Açelerin Müslümanlığı ve Osmanlı’ya duydukları yakın-
lıktan yola çıkarak, Türk ve Müslüman burjuvazinin emperyal hayallerini
açığa vuracaklardır.
Ama ezilen insanlar ve işçiler için bu felaket bir tek şeyi göstermek-
tedir: ulusların, ulusçuluğun ve ulusal sınırların ömrünü doldurduğunu;
ulusal devletleri, sınırları yıkmak; ulusçuluğun her türlüsünden insanlığı
kurtarmak için bir “kutsal cihat” gerektiğini.
Çernobil, bir zamanlar burjuvazinin olan “hepimiz aynı gemideyiz” slo-
ganının, artık ezilen sınıfların sloganı olması gerektiğini göstermişti. Nük-
leer kirlenmeye uğramış hava, bulutlar ya da rüzgârlar hiçbir sınır tanı-
mıyordu. Ancak bu mesaj, hemen ardından gelen, Doğu Avrupa’nın çökü-
şünün altında kaldı. Sonraki ulusal ayaklanmalar, bu evrensel mesajı iyice
unutturdu.
Ama bu son Tsunami, unutulmuş bu mesajı tekrar hatırlatıyor. Bugünün
dünyasında, ulusal sınırların ve devletlerin ancak yeryüzü ölçüsünde ırkçı
bir sistemden başka bir şeye yol açmayacağını; ulusal devletler ve sınırların
insanlığın hiçbir sorununa çözüm getiremeyeceğini; insanlığı ya bir nük-
leer savaşa ya da doğal felakete götüreceğini; diğer doğal felaketlere karşı,
insanlığını çoğunluğunun hiçbir etkili önlem alamadan kurban olacağını
bir kez daha kanıtlıyor.
Burjuvazi “hepimiz aynı gemideyiz” derken ulusal sınırları ve ulusu
kastediyordu.
Biz diyoruz ki, evet hepimiz aynı gemideyiz. Bu gemi, Vega yıldızına
doğru güneş sistemiyle birlikte hızla yol alan, Dünya adlı küçük uzay ge-
misidir.
Kimi felaketler nasıl insanın oluşumunu tetikledi, potansiyelleri ha-
rekete geçirdi ise bu felaket de burjuva uygarlığının var oluş biçimi olan
ulusal devletlere ve ulusçuluğa karşı bir kutsal savaşın tetikleyicisi olabilir.
İnsanların bilincinde, etkisi uzun vadede, bir toplumsal Tsunamiye yol aça-
cak derin bir çatlak yaratabilir.

221
Denemeler

Taha Kıvanç’ların emperyal hayaller gördükleri yerde, Mehmet Altan


bir “global vicdan” eksikliğini duyuyorsa, bu önemli bir emaredir. “Global
vicdan” için ulusal sınırların ve devletlerin egemen olduğu bir dünyada yer
olmayacağı açıktır.
Bugün A diyen yarın B de demek zorundadır.
4 Ocak 2005

222
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

1905 – Özel Görelilik ve Sürekli Devrim

1905, en az üç devletin (Almanya, ABD ve İsrail), gerici saldırganlıklarına


prestij kazandırmak için kendi ulusundan saydığı, dünya vatandaşı Albert
Einstein’ın Özel Görelilik Kuramı’nı ve atom çağını açan meşhur E=mc2
formülünü yayınladığı yıldır. Ama 1905 aynı zamanda, sarsıntılarıyla
Osmanlı’da 1908’deki Meşrutiyet’e yol açan, 1917’nin provası 1905 devri-
minin de yılıdır. Ve bu yılda, tıpkı fizikte olduğu gibi sosyolojide (Tarihsel
Maddecilik) yirminci yüzyılı açıklayan teorinin de, Petrograd Sovyet ön-
deri tarafından hapiste, ilk kez formüle edildiği yıldır.
Almanya, Nazi geçmişi ve geleneğiyle ve sadece ekonomik gücüyle
Avrupa’nın lideri olamayacağını, ideolojik ve kültürel politik ve diploma-
tik bir kabulün bunlara eşlik etmesi gerektiğini bildiği için, birçok başka
girişimin yanı sıra, Altona’lı göçmen çocuğu Fatih Akın’a ödüller vererek
ve verdirerek; 2005’i Einstein yılı olarak kutlayarak; yani bir “Türk” ve bir
“Yahudi”yi onurlandırarak moda deyimiyle imaj yeniliyor. (Küçük burju-
valar ve burjuvalar, amaçlar ve araçlar ilişkisini, hep iyi amaçlar için kötü
araçların kullanılması bağlamında tartışırlar da nedense, bu örneklerde ol-
duğu gibi, kötü amaçlar için iyi araçların kullanılmasının aslında çok daha
korkunç sonuçlar yaratacağını, esas ahlaksızlığın bu olduğunu görmezden
gelmeye eğilim gösterirler.)
Muhtemelen geleceğin sosyologlarının daha gelişmiş kavramsal araç-
larla yapacakları, daha zengin bir malzemeye dayanan araştırmalar
Einstein’ın ve Troçki’nin hayatları ve teorileri arasındaki ilginç paralellik
ve bağlantıların sırrını açıklayacaktır, ama biz en azından bazı noktalara
dikkati çekelim.

223
Denemeler

Her ikisi de 1879’da Avrupa’da doğdular. Einstein Hitler’in, Troçki


Stalin’in terörü sonucu yeni dünyada bir sığınak bulabildi ve orada öldüler.
İkisi de Yahudi’ydi ve her ikisi de, 20. yüzyıla damgasını vuran teorileri-
ni, henüz 26 yaşlarında ve 1905 yılında formüle ettiler. Ancak tarihsel ve
toplumsal derin nedenleri olan bu biyografik paralelliklerden daha ilginci,
onların 1905 yılında formüle ettikleri Özel Görelilik ve Sürekli Devrim te-
orilerinin, bilgi teorisi bakımından metodolojik yakınlıklarıdır.
Einstein’ın makalesinde hiçbir alıntı ve dipnot yoktur; Troçki’nin
Sonuçlar ve Olasılıklar adlı makalesi de öyledir. Bu onların yepyeni özü-
nün biçimde bir yansımasıdır.
Ama iki makaleyi benzer kılan daha derin bir yakınlık vardır. İkisi de
zihinsel deneylere ve çıkarsamalara dayanmaktadır. Işık hızıyla giden tren-
lerle veya asansörlerle ancak zihinsel deneyler yapılabilir. Bir devrimin di-
namiklerinin onu nasıl bir yola sokacağı da ancak zihinsel bir deney ve çı-
karsamalarla araştırılabilir. Her iki zihinsel deneyin de sonuçları, o zamana
kadar bilinen ve kabul edileni ters yüz eder. Einstein’ın zihinsel deneyinin
sonucunda, o zamana kadar fiziğin dayandığı kabule göre saçma görünen
bir sonuç ortaya çıkar. Hız değişmemekte, kütle ve zaman değişmektedir,
nesneler uzamakta veya kısalmakta, saatler yavaşlamaktadır.
Benzer bir durum Troçki’nin zihinsel deneyinin sonucunda ortaya çı-
kar. Marks’ın Tarihsel Maddeciliği formüle ettiği meşhur satırlara göre:
Üretici Güçler gelişmelerinin belli bir aşamasında var olan üretim ilişkile-
riyle çelişkiye düşerler, bu ilişkilerin hukuki ifadesi olan mülkiyet ilişkile-
rini parçalayan bir devrim dönemi gelir. Bu teorik önermeden çıkacak bir
tek sonuç vardır: Üretici güçler, en gelişmiş ülkelerde, var olan kapitalist
üretim ve mülkiyet ilişkileriyle en çok çelişki içinde olacağından, sosyalist
bir devrimin gelişmiş ülkelerde olması gerekir. Bugün unutulmuş bu fikir,
o zaman Marksist olmanın olmazsa olmaz koşuluydu.
Troçki ise zihinsel deneyiyle tamamen zıt bir sonuca ulaşıyordu, tıpkı
hızın değişmez olması saatlerin hızlanması gibi. Diyordu ki, Rusya gibi
geri bir ülkede demokratik karakterde bir devrim gündemdedir. Ama bur-
juvazi korkak ve zayıf, işçi sınıfı ise, daha doğarken bir büyük sanayi pro-
letaryası olarak doğdu. Bu durumda, işçiler bu demokratik devrime öncü-
lük yapmak zorunda kalacaklardır. Bu önderlik onları iktidara geçirince
de kendilerini demokratik görevlerle sınırlamayacaklardır. Burjuvazinin
direnci onları sosyalist dönüşümlere zorlayacaktır. Bu ise geri bir ülkede,
sosyalizm için iktisadi ve kültürel koşulların olmadığı bir ülkede sosyalist
devrim demektir. Böyle bir devrim ayakta kalamaz, ancak uluslararası bir
devrim onun yaşamasını sağlar.

224
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Burada sonucun son derece ters karakteri ilginçtir. Klasik çıkarsamaya


göre en ileri ülkede sosyalist devrim olması gerekirken; Troçki’nin öngö-
rüsüne göre Avrupa’nın en geri ülkesinde, üstelik de geri olduğu için, sos-
yalist devrim olası görünüyordu. Bu öngörü o zamanın Marksistleri için,
dinden çıkmak, Allah’ın varlığından şüphelenmek gibi bir şeydi.
Bu öngörü Ekim Devrimi ile doğrulandı. Ama devrim uluslararası bir
devrimle dünyaya yayılmadığı için, birkaç yıl sonra, bürokratik bir kar-
şı-devrimle yıkılırken de bu teori doğrulandı. Sonraki bütün devrimler
de (Çin, Yugoslavya, Küba) bu öngörüyü doğruladı. Sovyet bürokrasisin-
den faşizme kadar 20. yüzyılın tarihinin anahtarı, Tarihsel Maddeciliğe
(Sosyolojiye), Fiziğe Rölativite’nin kazandırdığı özellikleri kazandıran bu
teoride gizlidir. Bu teori bilinmeden yirminci yüzyıl, yirminci yüzyıl anla-
şılmadan günümüz anlaşılamaz. Bu teori aynı zamanda, kendi ortaya atıcı-
sının ve kendisinin kaderini de açıklar.
Ne var ki, Troçki de Einstein de hâlâ 19. yüzyıla bağlıydılar. Einstein,
ilk ilham verenlerinden olduğu halde, Kuvantum Kuramı’nı kabullenme-
di ve “Tanrı zar atmaz” dedi. Troçki, bir üstyapılar, din ve ulus teorisiy-
le teorisini geliştiremediği için, gerici bir milliyetçiliğe dayanan, ama İsrail
gibi kritik bir yerde değil de kimseyi rahatsız etmeyen bir yerde, örneğin
Avustralya’da bir çölde ya da Sibirya’da kurulacak bir devletin Yahudi so-
runun çözümü için tek yol olduğu sonucuna kadar gerilemek zorunda kaldı.
Evren nasıl big bang’ta ya da kara deliklerde, Kuvantum teorisinin dün-
yasına geri dönerse, toplum da, ulusu dile, dine, etniye, kültüre, tarihe
göre tanımlama hakkından başka bir şey olmayan, Ulusların Kaderlerini
Tayin Hakkı’ndan, ulusu dil, din, etni, kültür, tarihle tanımlamayı reddeden
Demokratik Cumhuriyet’e, burjuvazinin devrimci çağının bu mirasına dö-
nerek ve onu geliştirerek, politik olanı ulusal olanla tanımlamayı reddeden
bir sosyalist devrime doğru bir hız kazanabilir.
18 Ocak 2005

225
Denemeler

226
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kurban Bayramının Ekonomi Politiği

Bir toplumun refah ve zenginlik düzeyini emek üretkenliğinin yüksekliği


belirler; emek üretkenliği ise son duruşmada, daha büyük ve başka enerji
kaynaklarının üretim sürecine katılması demektir. İnsanlık tarihi ve insan-
lığın yaşadığı belli başlı toplum biçimleri, temel enerji kaynaklarına göre
de sınıflanabilir ve bu tamı tamına farklı üretim biçimlerine de denk düşer.
Kabaca insanın kol ve kas enerjisine dayanan üretim “Vahşet”; bitki ve
hayvanların ehlileştirilmesiyle birlikte, adeta güneş enerjisine dayanan or-
ganik robotlarla yapılan üretim “Barbarlık”; rüzgâr ve su gücü klasik tarı-
ma dayanan tefeci ve bezirgân sermaye uygarlığı; fosil yakıtların enerjisine
dayanan üretim de modern kapitalist uygarlık demektir.
Homo Sapiens, ateşin çocuğudur. Ateş sayesinde insan denen canlı türü,
ilk giyinen, ilk mezarı olan canlı olmuştur. Ateş sayesinde, o maymun ben-
zeri, alet kullanan yaratık Afrika savanlarının ılıman iklimini terk ederek
tüm iklimlerde yaşayabilen ilk canlı, hâsılı insan olabilmiştir.
Evet, bugünkü insan, yani Homo Sapiens, ateşin bir ürünüdür, ama ateş
kendi başına, insanın avcılık ve toplayıcılıktan, yani esas olarak kol gücüne
dayanarak üretim yapmaktan kurtulmasını sağlayamamıştır. Ateşin emek
üretkenliğini arttırmada kullanılışı, çok sınırlı alanlar hariç, neredeyse sa-
nayi devrimine kadar mümkün olmamıştır. Nasıl ateşi kontrol altına almak
için canlının onunla doğrudan temasını ve yanmasını engelleyen bir alet
dolayısıyla aleti kavrayan bir el ön koşul idiyse ve alet denen cansız nesne-

227
Denemeler

yi aracı etmedikçe hiçbir canlı ateşi kullanamadıysa; ateşte ortaya çıkan ısı
enerjisini de mekanik enerjiye dönüştürebilmek ve onu işte yani emek üret-
kenliğini artırmakta kullanabilmek için de hem bu yönde bir ihtiyaç hem de
belli bir teknik gelişme düzeyini gerekiyordu. İhtiyacı ve teknik düzeyi dün-
ya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim binlerce yıl sonra yaratabildi.
Bu nedenle, neredeyse modern sanayi devrimine kadar ateş, üretim sü-
reçlerinde, mekanik hareketlere dönüştürülerek emek üretkenliğini arttıran
bir enerji kaynağı olarak kullanılamamıştır. Kullanımı doğrudan ısı ve ışık
kaynağı olmakla ve madenlerin arıtılmasında veya kimi yiyeceklerin ha-
zırlanmasında olduğu gibi kimyasal dönüşümlerin aracı olmakla veya on-
ları hızlandırmakla sınırlı kalmıştır. Modern sanayi devrimine kadar olan
dönemde, emek üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas
gücüne sadece hayvan, su ve rüzgâr gücü eklenebilmiştir.
Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini yani neolitik
devrimi; su ve rüzgâr gücünün kullanımı ise, büyük miktarda ürünleri ve
yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret düzeyini, şehir-
leri, hâsılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir.
Homo Sapiens’in yuvarlak hesap yüz bin yıldır var olduğunu ve Neolitik
devrimin de yuvarlak hesap on bin yıl önce gerçekleştiğini düşünürsek,
modern insan türünün ortaya çıkışından, neolitik devrime kadar geçen za-
man, yani doksan bin yıl; yani homo sapiensin var oluşunun onda dokuzu;
sadece kas gücüne dayanan son derece düşük bir emek üretkenliği düze-
yinde; dolayısıyla sürekli bir kıtlık ve açlık tehdidi altında geçmiştir.
İnsanın sadece kol gücüne, kaslarının gücüne dayanarak yaptığı üretim,
esas olarak avcılık ve toplayıcılığa denk gelir. Ok, yay, mızrak, balta gibi
bütün üretim araçları hep insanın kas gücüne dayanırlar ve bu gücü birikti-
rerek kullanmak ve belli bir noktada yoğunlaştırmak işlevine dönüktürler.
Böylece insan bir yandan ateş sayesinde ilk mezarı olan, sanatı olan, bir
toteme dayanan toplumsal üstyapısı ve örgütlenmesi olan bir canlı haline
gelirken dolayısıyla mezarı olan ilk canlı olurken, yani ölüleri bile toplu-
mun bir parçası olurken, aynı zamanda esas olarak kendi kaslarının gücüne
dayanarak üretim yaptığından yani emek üretkenliği son derece düşük ol-
duğundan, sürekli bir kıtlık halinde yaşamıştır.
Ama kıtlık demek, canlının yaşayabilmek için birbiriyle rekabeti demek-
tir; insanın insana rekabeti demektir. Aç bir insanı, diğer hemcinslerini, ço-
cuklarını, yaşlılarını yemekten alıkoyacak bir örgütlenme demektir. Hem
kıtlıkta yaşamak, hem de birbirini, özellikle güçsüz çocukları ve yaşlıla-
rı yemeyip dayanışabilmek. Dişinin soyun devamı için gerekli analık içgü-
düleri bunu bir ölçüde engellese bile, erkekler için nasıl engellenecektir bu?

228
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Totem, yani soy, kardeşlik ve kutsallık bu çelişkiyi çözen bir üstyapı sağ-
lamıştır. Bunun temeli ise, neredeyse bütün dinlerin “nefsine hâkimiyet”
diye sonradan da kutsayacağı ve sınıflı toplumun eşitsizlikleri karşısında
kişisel bir çıkış yolu olarak önereceği içgüdülere hâkimiyettir. İçgüdüler
toplum, yani “totem” ya da “tanrı” için kurban edilebilmelidir ki toplum
varlığını sürdürebilsin. Bugün bizlere mazoşizm veya işkence gibi gelebi-
lecek bütün “ilkel” toplumlarda görülen acılı imtihanlar, hep parçanın bü-
tüne; nefsin, içgüdülerin topluma tabi olması eğitimine yöneliktirler.
Bugün bizlerin yamyamlık dediğimiz şey, Aydınlanma’nın insan kavra-
mına dayanır. Bu kıtlık döneminde insanlar aynı kabile ya da soydan olan-
lardan ibaretti; onlar başka kabileleri veya insanları öldürüp yediklerinde,
başka insanları değil; başka canlıları yiyorlardı. Ama buna karşılık hiç-
bir kandaş toplum kendi kandaşına, yani insanlara dokunmazdı. Aksine,
kandaşı ya da soyu ve kabilesi için kendini feda toplumsal örgütlenmenin
temelini oluşturmuştur. Toplum için feda, içgüdülere egemenlik, parçanın
bütüne (toteme, soya) tabi olması, eşit haklı bir kandaş olabilmek için acılı
imtihanlar (ki sünnet vb. bunun bir kalıntısıdır) bütün bu toplumların hep-
sinde ortak özellikler olagelmişlerdir.
Kıtlıkta çocukların özellikle aç erkeklerce yenmesi bu mekanizmayla
engellenmiştir, ama kıtlık var olmaya ve çocuklar da birçok durumda ya
açlığa mahkûm olmaya (ama totemin soyundan gelenler arasında dayanış-
ma ve parçanın bütüne tabi olması esas olduğundan ve hiç kimse aç bıra-
kılamayacağından) doyurulduğu takdirde, kabilenin açlıktan ölmesine yol
açabilecek bir tehlike olmuştur.
Bu koşullarda insan, tek tek canlılar olarak çocuk ve yaşlıları yememiş,
ama onları toplum adına “kurban” etmek ve böylece hep parçanın bütüne
tabi olması ilkesini yaşatmak hem de kabile olarak varlığını sürdürmek ola-
nağı bulabilmiştir.
Bu nedenle, kıtlığın, yani neolitik devrim öncesinin bütün toplumları
aynı zamanda çocuk kurban etmişlerdir. Denebilir ki, bugünkü insan soyu
istisnasız çocuk katillerinin ahfadıdır.
Bu nedenle, insanlık var oluşunun onda dokuzu boyunca, doksan bin
yıl boyunca, çocukları da kurban etmiştir. Bu kıtlık döneminin kalıntıla-
rı, uygarlığa ve daha yüksek bir emek üretkenliğine daha geç geçen haklar-
da çok yakın zamanlara kadar yaşamıştır. Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra
bile Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban etme geleneği,
ta Roma çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir. Bugün Amerika’dan
tekrar dünyaya yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve Keltlerdeki
çocuk kurban etme âdetinin Ortadoğu’daki Kurban Bayramı benzeri bir

229
Denemeler

şekilde bırakılışını, ama aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar yaşa-
dığının kanıtını temsil eder.
Araplarda, daha İslamiyet’in doğuş döneminde bile, kız çocuklarının
kurban edilmesi âdeti yaşıyordu ve bizzat Kurban bayramı çocuk kurbanı-
nın bir kanıtıdır.
İnsanlığın, sürekli kıtlıktan kurtulması, hayvanları ve bitkileri ehlileş-
tirmesiyle mümkün olabilmiştir. Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilme-
si, yani özünde neolitik devrim, dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük
devrimdir ve bugünkü uygarlığın en büyük keşifleri bile bu devrimin ya-
nında birer cüce gibi kalır. Bugünkü bütün yaşamımız hala bu devrimin
kazanımlarına dayanmaktadır. Temel gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar
ve bitkiler; giydiklerimiz (Dokumacılık); yemek yediğimiz tabaklar ve yi-
yecekleri içinde koruduğumuz kaplar (çömlekçilik) hemen her şey bu dev-
rimin bulduklarıdır özünde.
Neolitik devrim bir bakıma, güneş enerjisiyle çalışan organik robotların
keşfi ve kullanımı gibi tanımlanırsa onun çapı ve emek üretkenliğinde yap-
tığı muazzam sıçrama anlaşılabilir. Böylece insanın çalışması esas olarak
bu robotların bakımı, ürünlerinin toplanması gibi eylemlerde yoğunlaş-
mıştır. Kol emeği artık ehlileştirilmiş bitki ve hayvanlarda biriken güneş
enerjisinin kontrol altına alınmasına yönelik olarak işlev görür. Dolayısıyla
enerji kaynağındaki bu muazzam artış, aynı zamanda üretkenlikte muaz-
zam bir artış bu da sürekli kıtlık ve açlık tehlikesinden kurtuluş demektir.
Böylece avcılık ve toplayıcılığın kıtlık ekonomisinin yerini; hayvan ye-
tiştirmenin ve gelgeç bahçeciliğin bolluk ekonomisi almıştır. Bu durumda,
kabilenin ya da toplumun yaşaması için çocukları kurban etmek gereği kal-
mamıştır.
Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan söylence, aslında, gerçek ta-
rihin doğru bir tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa ve toplayıcılığa
dayanan kıtlıkta çocuklar kurban edilirken, hayvanların ehlileştirilmesine
geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban edilmesine geçişi; yani ne-
olitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu artışa paralel
olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale gelişini; insanların sürekli
bir açlık ve kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu sembolize eder. Bu muazzam
devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir.
Daha sonra İslam bu Sami göçebeliğinin geleneğini almış, onu uygarlı-
ğın sınıflı toplumunda; zenginlik ve yoksulluk farklılıklarının bulunduğu
toplumda, zenginlerin kurban kesmesi ve bunu fakirlere dağıtması dolayı-
mıyla, bu farklılıkları nispeten ılımlılandırmanın bir aracı yapmıştır.

230
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Klasik uygarlıklar çağında, bunun da belli bir işlevi vardı ve Kurban


bayramları ne kadar kutlansa yeriydi.
Kurban bayramında bir bakıma böylece iki bayram iç içe geçiyordu; ne-
olitik devrimin bayramı ve İslam’ın uygarlığın sınıf çelişkilerini nispeten
yumuşatan; Hindistan’daki Kastlaşma benzeri sınıf fosilleşmelerine karşı,
tüm Müslümanları soyu ya da gelir düzeyi ne olursa olsun, aynı namaz
safında eşitçe dizen, uygarlıktaki kastlaşmaya ve aşırı zenginlik farklılık-
larına karşı İslam devrimi veya reformunun bayramı.
Kurbanlık hayvan, çok öncenin unutulmuş çağlarında, toplum için ve
toplum adına kurban edilen çocukları gibi, bir gelin gibi süslenir; el bebek
gül bebek bakılır, bir bakıma o kısa hayatının herkesinkinden daha güzel
geçmesi için elden gelen arda koyulmazdı. Bizzat kurban ediliş eylemi bile,
o unutulmuş geçmişin izlerini taşır; kurbanın öleceğini bilmemesi; öldür-
me işleminin olabildiğince seri ve acısız olması; dualar, seremoniler vb.
hepsi, kurbanın toplumun yaşaması için bir dayanışma olduğunu vurgula-
maya ve kanıtlamaya yöneliktir.
Ne var ki, bugün geniş yeniden üretim çağında, hayvanların bant usu-
lüyle üretildiği, öldürüldüğü ve işlenip piyasaya sürüldüğü çağda, bu kur-
ban âdeti ve bayramı, çoktan uygarlığa geçmiş Fenikelilerin çocuk kurban
etmeye devam etmelerine veya Azteklerin uygarlık sembolü piramitler
üzerinde artık kıtlık nedeniyle bir gereği kalmamışken insan kurban et-
meye devam etmesine benzer. Gerçek anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt
anlamda bir işlev kazanmıştır. Azteklerde insan kurban etmenin devam
etmesi, bu âdetin diğer kabileleri ya da kastları baskı altına almanın; onları
terörize etmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla ilgiliydi. Fenikelilerin ço-
cuk kurban edişleri de muhtemelen benzer bir işleve sahipti.
Bugünkü toplumda da kurban, artık bir sosyal adalet ve toplumsal da-
yanışma aracı olmaktan çıkmış; bir zenginlik ve güç gösterisinin; toplum
içinde ne kadar dini bütün olduğunun reklamını yapmanın; bir prestij ve
itibar edinmenin arıcı haline gelmiştir.
“Sağ elinin yaptığı iyiliği sol elin bilmeyecek” diyen bir dünyanın ve
değerler sisteminin değil; “bakın ben ne kadar iyilik yapıyorum, ne kadar
dindarım” diye bar bar bağıran; kapitalizm öncesinin her türlü değerini
yitirmiş, modern burjuva toplumunun da demokratik değerlerinden bile
zerrece nasibini almamış insan posalarının, lümpenlerin değerlerini ifade
etmektedir artık kurban kesmek.
On bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan insanları çocuklarını kur-
ban ederken, bugünün kurban kesenlerinden, milyon kez daha insani bir iş

231
Denemeler

yapıyorlardı. O çocuk kurbanları bir cinayet değil, bir ibadetti; bugün iba-
det diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil cinayettir.
***
Modern toplumda, bugünkü geniş yeniden üretim yordamında, tüm değer-
leri yaratan işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün fiyatı belirler. İş
gücünün örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern toplumu bir parça
yaşanır kılan biricik ilaçtır.
Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar elde edebilmesi için, işçilerin
demokratik özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir araya gelip çıkarlarını ko-
rumak için birlikler oluşturma; partiler kurma özgürlüklerine ihtiyaçları
vardır. Bu nedenle, demokrasi denen şeyin biricik garantisi ve sağlayıcısı,
işçi sınıfı ve hareketidir.
Ama işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde toplumdaki tüm
ezilenleri ve gayrı memnunları birleştirip, sadece işçiler için ekonomist bir
hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve demokratik bir karakter kazanabilir.
Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil, Türkiye’nin ya-
kın tarihi de bunu kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin hem yükseldi-
ği hem de demokratik talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir dönemdi.
Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de devrimci
ve demokratik talepler.
İşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde ettiği takdirde, top-
lumdaki zenginlik ve yoksulluk farkları azalır. Çünkü ezilenler bu haklara
dayanarak kapitalistler karşısında pazarlık güçlerini yükseltirler; vergiler
aracılığıyla ulusal gelirin yeniden dağıtımında ağırlıklarını koyarak, zen-
ginlik ve yoksulluk farklarını nispeten daha ılımlandırıcı tavizler kopara-
bilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve çözülmeye yol açan, kor-
kunç yoksulluk ve zenginlik farkları azalır.
Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban bayramını bekleyen yok-
sullar olmaz. Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve bunun yarattığı çü-
rümeler olmayınca, böylesine gösterişli hayvan katliamları da olmaz.
Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların hiçbir zaman hak-
ları olmaz. Orada avane kliyen ilişkileri geçerli olur. Zengin olan, üstün
olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak” yapar. Alttakiler de
ona karşı sürekli gebe ve mahkûm kalırlar.
Demokraside ise, insanların hakları olur. Kimse bu hakları için kimseye
minnet etmek zorunda değildir. Böyle bir toplumda, birbirinin elini öpen,
yağcı, garibanın karşısında Allah kesilip güçlünün karşısında köpekleşen
insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır.

232
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Türkiye’deki sistem, bunun tam tersini yaratmakta ve üretmektedir.


Bürokratik oligarşi tüm toplumsal sistemi bu haklar değil, hoşgörü veya
görmezden gelme ilişkisine göre kurmuş bulunmaktadır.
Burjuvazi de bunun karşısında, haklara değil, aynı şekilde, avane, kli-
yan (klik) ilişkilerine dayanan bir sistemi savunmaktadır. Kurban bayram-
larının böylesine bir katliama, zenginlik ve hayırseverlik gösterilerine dö-
nüşmesi, hep bu demokrasi yokluğunun; hak yoksunluğunun; avane kliyan
ilişkilerinin tüm topluma egemenliğinin bir yansıması ve sonucudur.
Kemalist oligarşi ile burjuvazinin politik İslam’ı aslında aynı sistemi
savunmaktadırlar. Demokratik haklara değil, hoşgörüye, gebe bırakmaya
dayanan sistemdir bu. AK Partili belediyelerin yoksullara ekmek dağıtması
da, kurban bayramlarının gösterişli hayvan katliamları da; “kapkaççılık”
da, müthiş zenginlik ve israf da bütün bunlar hepsi aynı sistemin ayrılmaz
parçaları; aynı madalyonun farklı yüzleridir.
Politik İslam, ne İslam’dır ne de demokratiktir. Politik İslam, ulusu, yani
politik olanı dinle veya İslam’la tanımlayan gerici bir milliyetçiliktir. Eğer
sorun Müslüman olmak ise, bugün Müslüman olmak ancak tutarlı demok-
rat olmakla; toplumda tüm değerleri yaratanların, çalışanların her türlü
örgütlenme, fikir, gösteri özgürlükleri için mücadele etmekle; toplumdaki
hiçbir dilin, dinin, etninin özel bir imtiyazı olmaması için mücadele etmek-
le mümkündür.
Bugünün dünyasında, bir zamanlar kurban kesmenin sağladığı sevabı;
ancak demokratik haklar için hapiste yatmak; sürgünlerde yaşamak; ezilen
ve yoksulların demokratik hakları için mücadeleye girmek sağlayabilir. Bu
özgürlükler ve haklar için bir şey yapmamak, hatta karşı olmak; sonra da
yoksullara yardım ve dindarlık adına gösterişli veya gösterişsiz kurbanlar
kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla, ne insanlıkla ilgisi yoktur. Bunlar ce-
hennemde yanmaya layık günahkârlardır.
Türk devletinin Türk devleti olmasına, Türkçenin resmi devlet dili ol-
masına; yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmadan; tüm dille-
rin eşitliğine savunmadan; yurttaşlığın hiçbir din, dil etni ile bağlantısının
olmaması gerektiğini savunmadan “Müslüman” da olunamaz, demokrat
da olunamaz.
Gerçek Müslüman, Diyanet İşleri’nin lağvını, Sünnilerin de tıpkı Aleviler
gibi, din görevlileri için kendi gönüllü bağışlarıyla onlara bakmasını savunur.
Bir yandan bu konularda ağzını açmayacaksın, hatta bugünkü çürü-
tücü ve gerici sistemi savunacaksın, diğer yandan da, hac, kurban ya da
İslamiyet’in faziletleri üzerine geviş getireceksin ve kurban kesip sözde aç

233
Denemeler

ve yoksul bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları kendine veya zengin-


lere minnet borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır.
***
Bayram her şeyden önce çalışılmayan gün demektir. Çalışılmayan bir gün
ise, o çalışılmayan günde insanları aç kalmaktan kurtaracak bir artı ürünü
var sayar. Bu artı ürün ise, belli bir emek üretkenliği düzeyini.
İnsan bu düzeye ancak, neolitik devrimle ulaşmıştır. Dolayısıyla, Kurban
bayramı, sadece çocuklar yerine hayvanların kurbanına geçişin değil, aynı
zamanda bayram denen, çalışmadan yaşanabilecek günlerin ortaya çıkışını
da sembolize eder.3
Neolitik devrim öncesinde, insanların kıtlık içinde yaşadıkları çağlarda
da elbette rastlantısal iyi bir av sonucu, ya da uygun bir mevsim dolayısıyla
bol yiyecek bulunduğu zamanlar olabiliyordu.4 Ama bunlar tamamen rast-
lantısaldı ve düzenli değildi. Dolayısıyla, sürekli bir artı ürün olmadığın-
dan, bu rastlantısal artı ürünün korunması ve saklanması için gerekli ihti-
yaç ve teknikler de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal artı ürünler der-
hal tüketilmeliydi.
Bu nedenle neolitik devrim öncesinde bayram yoktur, rastlantısal artı
ürünleri tüketmeye yarayan şölen vardır. Neolitik aynı zamanda bayramın
da keşfidir. Bir bakıma Kurban Bayramı, sürekli ve düzenli bir artı ürünün
varlığının, yani bayramın keşfinin de bayramı sayılabilir. İnsanlık tarihinin
bütünü göz önüne alındığında, gerçekten bayram olarak kutlanmayı hak
eden muazzam devrimci değişikliklere; üretim güçleri, ilişkileri ve üstya-
pıdaki muazzam değişikliklere denk düşmektedirler bu ve benzeri bayram-
lar. Her sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları kutlamalıdır, insanlık tarihin-
deki en büyük devrimlerin bir anısı olarak. Ama bu bayramları kutlamak,
bugün yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı mücadelesiyle olabilir.
Semavi dinler de çok büyük toplumsal devrimlere karşılık düşerler el-
bet. Bu dinler sonra gelişen uygarlık ve sınıflı toplumlar içinde, nispeten
eşitlikçi büyük reform ve devrimleri sembolize ederler.

3 Oruç ve şeker bayramı büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılığın kıtlığı ve nefsi


kontrol altına almaya yönelik kurallar ve rastlantısal artı ürünü tüketmeye yara-
yan şölenlerin, neolitikten sonra varlığını sürdüren bir kalıntısı olabilir. Neolitik
öncesi dönemlerin bir hatırlatılması ve ondan kurtuluşun kutlanması gibidir.
4 Newroz bayramı orta doğuda doğanın uyanışıyla, baharla bağlantılı olduğun-
dan, baharın sağladığı nispeten daha bol av ve bitki anlamına geldiğinden muhte-
melen kökleri neolitik devrim öncesinin bahar şölenlerine dayanıyor olsa gerektir.

234
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Örneğin İsa’nın doğumunun kutlanmasını ele alalım. Birbiri peşi sıra


gelen uygarlıklar koca Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek Pazar kılmış, bir tek
uygarlık alanında birleştirmişti. Hepsi Roma’nın egemenliği altındaydılar,
ama her kavim, hatta her kabilenin ayrı tanrıları, dolayısıyla ayrı hukuku
var olmaya devam ediyordu; insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan totemler
artık üretici güçlerin o günkü gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline
gelmişlerdi. Tüm bunları aşacak, tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı
toplumsal ilişkileri, aynı politikayı geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı ge-
rekiyordu. Hıristiyanlık Roma’nın sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği
üst yapıyı sağlıyordu. Ama bunu yaparken aynı zamanda, yoksullara ve kö-
lelere, Allah evreni altı günde yarattı yedinci gün dinlendi diyerek, haftada
bir, yani yılda elli iki gün tatil hakkı da veriyordu. Ondan sonra hiçbir ha-
reket ve devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara sağlayabilmiş
değildir. İşçi hareketinin muazzam savaşlar sonucu elde ettiği sekiz saatlik
iş günü bile bunun yanında küçük kalır
Çürümüş Bizans ve Sasani yani Çin ve Hint yolundaki Uygarlığın ve
Akdeniz Ortadoğu uygarlığının çıkmaza girmiş toprak ilişkilerini yeniden
düzenleyen; nispeten daha eşitlikçi bir düzen kuran İslam da bir tür devrim
idi, bu anlamda, insanlar bilincinde olmasa bile İsa’nın ya da Muhammet’in
doğumunu kutlarken, gerçekten büyük devrimleri bir bayram olarak kut-
lamış oluyorlardı.
Modern “ulusal bayramlar” ise, bu bayramların yanında bayram adıy-
la anılmaya layık hiçbir kazanım sağlamamışlardır insanlığa. İlk burjuva
devrimleri, yani Amerikan ve Fransız devrimleri, daha ilk adımlarında
gericileştiler. Modern toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı, insan hak-
larıyla tanımlıyor; insanı da dini, soyu, etnisi ne olursa olsun eşittir diye
tanımlıyordu. Ne var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin kalıntıla-
rıyla; yani insanın sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle; hem de
burjuvazinin yurttaşları (yani insanları), belli bir dil, etni veya dinden olan
veya belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlarla sınırlayan gerici
milliyetçiliğe geçişi nedeniyle, tam anlamıyla birer gericilik insanlara kar-
şı bir tehdit ve terör gösterisidir bugünün “modern”, “ulusal” bayramları.
Tanklar, toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine dayanırlar ve bu anlam-
da birer karşı devrim bayramları, birer gericilik ayinidirler.
Bu bayramların birer tatil günü olması, işçilerin ve emekçilerin bundan
biricik kazancıdır ve burjuvazinin işçi ve emekçilere verdiği bir rüşvettir.
Sosyalist devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler olduğundan çok
söz edilmiştir. Ama esas tamamlanmayan ve “ihanete uğrayan” devrim,
burjuva devrimidir. Burjuva devrimlerinin, “vatanım yeryüzü, milletim

235
Denemeler

insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir din, dil, etni, soy
ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa çevrilmiştir.
Burjuva devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı altında işçi ha-
reketi sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs, aslında,
sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen, ihanete uğ-
ramış ve unutulmuş burjuva devriminin bayramıdır.
Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu idealini terk etti. O da,
bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin yoluna girdi. 1 Mayıslar, tıp-
kı gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal bayramları gibi, bürokrasinin sos-
yalist veya enternasyonal isimli ulusal bayramları; yani karşı devrimlerin
bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde varlığını sürdü-
ren burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu.
Bugünün dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş sınırlara karşı bir
hareket, yani bir yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine dayanan bir ha-
reket ve onun başarısı ancak modern toplumun adına layık bir bayram oluş-
turabilir. Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil, modern burjuva
uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun
bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabil-
mesi için, bugünkü gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının
yeryüzünden silinmesi gerekmektedir. Burjuva toplumunun ve uygarlığı-
nın bayramı işçiler eliyle oluşabilir. İşçiler bu bayramın, sınıfsız toplumun
değil, işçilerin, yani burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has ürü-
nünün bayramı olduğunu bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bay-
ram yapma şansına sahip olabilirler.
Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı hiç olmayacak-
tır. Çünkü orada devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları ve sö-
mürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve devletin yarattığı yabancılaşmalar
olmayacaktır.
Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur. Hayat bir bayram
olunca da bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz.
Bu anlamda sosyalizm için mücadele, bayramları yok etme ve anlam-
sız kılma mücadelesidir.
10 Ocak 2006

236
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

‘‘Pardus – Ulusal İşletim Sistemi”


Bir zamanlar bir Ermeni usta tanımıştım. Çalışanlar bir hata yapıp da yap-
tıklarını bozunca ve o ana kadarki emeklerinin boşuna gittiğini düşünerek
o bozuk parçayı atmaya niyetlendiklerinde “Emek zayi olmaz” (Kaybolmaz)
diyerek o işe yaramaz, boşa gitmiş gibi görünen emek ürününü bir kenara
koyar, atmazdı. Ve gerçekten hemen daima gün gelir o işe yaramaz, boşuna
sarf edilmiş emek gibi görünen parça bir yerde, bir şekilde, bir işe yarardı.
Aynı kural ezilenlerin kurtuluşu için yapılan çabalar ve fedakârlıklar
için de geçerlidir. En boşuna gitmiş, bilinmez kalmış çabalar bile boşa git-
mez. Hiç umulmadık bir yerlerde o görünmez, bilinmez dip akıntılarının
ferahlatıcı billur bir kaynak suyu gibi gün yüzüne çıktığı görülür.
Marks bunu, hep toprağın altında giden ve hiç umulmadık anda gün
yüzüne çıkan bu gelenekleri köstebeğe benzetmişti. Hatta bu benzetme ne-
deniyle dünyanın birçok ülkesinde Devrimci Marksistler köstebeği kendi-
lerine bir sembol olarak seçerler.
Evet, “Emek zayi olmaz” ve aynı şekilde “hiçbir şey de yoktan var olmaz”.
En sıradan bilgeliklerin bile ardında, insanlığın binlerce yıllık birikimi
gizlidir. Bir zamanlar Mandel’in de dikkati çektiği gibi, en kendiliğinden
hareketlerin kabuğunu biraz kazıyın, onun altından bir anarşistin, bir ko-
münistin, bir sosyal demokratın çabalarının (veya kapitalizm öncesi tarihin
eşitlikçilik kalıntılarının, komün geleneklerinin hiç bilinmez, yok olmuş
sanılan) kızıl tortusu çıkar.
Dijital devrim ve elektronikle birlikte, en azından görme ve duyma du-
yularına hitap eden şeylerin, hemen hemen hiçbir emek sarf etmeden, son-
suzca çoğaltılabilmesi, yani dijitalize edilebilen şeylerde fiilen emeğin yok

237
Denemeler

olması; Marks’ın Komünist toplum için önkoşul olarak belirttiği, “zengin-


liklerin gürül gürül akması” olanağı ortaya çıktı.
Ne var ki, kapitalizm bu olanağı tüm insanlık için kullanmaktansa, do-
kunulmaz tabu özel mülkiyet tanrısına ve kâra kurban etti.
Aslında insanlık tarihinin ses, yazı ve resme dönüştürülebilen tüm ka-
zanımları, tüm bilim ve sanat, hiç karşılıksız tüm insanların emrine amade
kılınabilirdi. Ama kapitalizm bu olanağı özel mülkiyetin mihrabında kur-
ban etti ve bu kurbanın kanıyla Bill Gates’lerin, Mıcrosoft’ların, Mac’ların,
Sony’lerin, Oracle’ların milyarlarına milyarlar katıldı. Yeryüzündeki zen-
ginlik farkları kat be kat arttı.
***
Bugün kullandığımız dil nedir? Yaşamış ve yaşayan milyonlarca insanın
bir ortak ürünü değil midir? Eğer atalarımız olan insanlar ürettikleri söz-
cüklerin, eklerin, kuralların “Copyright” ve mülkiyet hakkını alsalardı;
özel mülkiyet şimdiki kapitalizmde olduğu gibi, bir dokunulmaz tanrı ol-
saydı, bugün dilimiz olur muydu? Kullandığımız her sözcük için Copyright
hakkı ödemek zorunda olsaydık, bırakalım bu uygarlığı, bir “sosyal hay-
van” olabilir miydik?
Bugün insanlığın düşürüldüğü durum hiç mübalağasız budur. Bırakalım
insanlığın binlerce yılda ürettiklerini bir yana, doğanın milyonlarca yılda
bulduğu gen kodları bile özel mülkiyetin mihrabında kurban edilmektedir.
Elbet bu gidişe karşı her zaman bir direniş de oldu. Köstebek, yer altın-
da yaşamaya ve yeni kanallar açmaya devam etti. Bu direniş elbette, bir
çete savaşı biçiminde, gerilla yöntemleriyle yürüse de hep var oldu ve olu-
yor. Bu direnişin ayak izleri sürüldüğünde, ardında hep eski 68’liler, sosya-
listler, anarşistler, eşitlikçi idealin geleneğinden gelenler görülür.
Yani en kendiliğinden gibi görülen, 80’lerin, 90’ların yeni muhafaza-
kârlığın ve kapitalizmin zaferlerinin belirlediği ideolojik ikliminde, politi-
kaya ve sosyalizme uzak durmaya özel bir özen gösteren ve vurgu yapan,
ama fiilen özel mülkiyete, statükoya karşı direnişlerin, muhalefetlerin bile
kaynağına gidildiğinde, oralarda “zayi olmamış bir emek” görülür. Hiçbir
şey yoktan var olmaz.
Bu direnişlerin en bilineni, Linus Torvalds adlı Finlandiyalı öğrencinin
adeta oyun oynarcasına temelini attığı ve Linux adını almış işletim siste-
midir. Bu öğrenci, Linux’u herkesin kullanımına ve bilgisine sundu. Herkes
onu istediği gibi kullanabilecekti, ama kendi katkılarını ve yaptığı değişik-
likleri de yine herkesin katkısına sunacaktı. Buna “açık kaynak kodlu öz-
gür yazılım” adı veriliyor.

238
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Böylece işletim sistemi tıpkı bugün kullandığımız diller gibi gönüllü-


lerin katkılarıyla gelişecek ve her katkı da yine herkesin kullanımına açık
olacaktı. Gerçekten de, binlerce ve binlerce programcının amatörce ve gö-
nüllü katkılarıyla bugün Windows’u korkutan, neredeyse onun yaptığı her
şeyi yapabilen ve ondan çok daha güvenli Linux adlı devasa işletim sistemi
ortaya çıktı.
En kendiliğinden direnişlerin bile ardında eşitlikçi bir toplum idealine
dayanın bir çabanın bulunduğu ilkesi Linux’un doğuş öyküsünde de geçer-
liliğini korur. Linus Torvalds, 80’lerin, 90’ların ideolojik ikliminin ürünü,
politikaya uzak duran tipik bir bilgisayar “freak”ıdır.
Peki, nereden nasıl olmuştur da böyle bir şeyi akıl etmiştir?
Biraz derine gidince Linus Torvalds’ın Finlandiyalı aydın ve komü-
nist (muhtemelen burjuva sosyalisti) bir aileden geldiği görülür. Yani bel-
ki Linus Torvalds’ın kendi bile bilincinde değildir, ama bir şekilde eşitlik-
çi ideallerin bir etkisi vardır Linux’un kökeninde. Tarihin köstebeği başı-
nı çıkarır oradan.
***
Linux kökeninde özel mülkiyete karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir direniş ol-
masına rağmen, son yıllarda ulusal devletlerarasındaki kapışmada ve em-
peryalistler arası rekabette, ABD emperyalizmine karşı değir emperyalist-
lerin bir silahı olarak kullanılmaya başlandı.
Bugünün dünyasında hiçbir hükümet ya da devlet şöyle bir şey yapma-
dı: Linux’u destekleyenlere, yine Linux’un kurallarına uygun olarak destek
vermek.
Yani hiçbir hak iddia etmeden, Linux’un tüm dillerden, tüm alfabeler-
den tüm insanların hiçbir ücret ödemeden kullanabileceği, her türlü ihtiya-
cı karşılayan programlarla donanmış bir sistem olmasını; bunun herkesin
kullanımına amade olmasını hiçbir devlet desteklemedi.
Aslında binlerce gönüllünün imecesiyle oluşan Linux, Open Office gibi
yazılımlara verilebilecek küçük bir destek ve organizasyon katkısı bile,
Linux’un bugün Windows’tan çok daha kullanışlı, emin ve yaygın olması-
nı sağlayabilirdi.
Ama bu aynı zamanda özel mülkiyete karşı bir davranış da olurdu. Elbet-
te, her biri gerici ulusçuluk ilkesine göre örgütlenmiş ve bizzat kendileri de
özel mülkiyetin bekçileri olan devletlerin hiç birisinde böyle bir çaba ya da
niyet görülmedi ve görülemezdi. Onlar Linux’u kendi gerici milliyetçilikle-
rinin, devletlerarası rekabetlerinin bir aracı olarak kullanmaya çalıştılar ve
bu yönde girişim ve desteklerde bulundular.

239
Denemeler

Onlar, diğer emperyalistler veya diğer ulusal devletler, binlerce insanın


gönüllü ve ortak çabalarıyla oluşmuş Linux’u, ABD’nin ve Microsoft’un
egemenliğine karşı sadece kendi ulusal rekabetleri düzeyinde ve ona hiz-
met edecek şekilde desteklediler. Genellikle devlet dairelerinde veya strate-
jik önemi olan devlet kuruluşlarında Linux’ları bilgisayarlara yüklediler.
Örneğin Almanya’da Knoppix adlı Linux, resmen devletin desteğiyle,
ABD’ye ve Microsoft’a karşı piyasaya sürüldü. Örneğin Çin, resmi işletim
sistemi olarak Linux’u destekleme kararı aldı. Ama hep kendi devlet çıkarla-
rı için, özel mülkiyete karşı bir destek değildir bu. Aksine bu kolektif çabayı,
bir devletin çıkarlarının aracı olarak kullanmaya yöneliktir bu girişimler.
Şimdi aynı şeyin Türkiye’de de yapıldığı görülüyor. Zaten Türk devle-
tinin, istihbaratının ve ordusunun stratejik hesaplarıyla bağlantılı araştır-
malar yapan TÜBİTAK’ın desteğiyle, Pardus adlı bir “ulusal işletim siste-
mi” çıkarıldı.
Pardus adı veya Almanya’daki Knoppix adı kimseyi yanıltmasın. İşle-
tim sistemi tamamen Linux’tur. Linux’a sistemin bilgisayara kuruluşuy-
la ilgili bazı ekler, grafikler koyulmakta ve başka bir isim verilmektedir.
Bir de Pardus’ta olduğu gibi Türkçeye çevrilmektedir. Almanca gibi yay-
gın dillerde ise bu çeviriye bile gerek yoktur, çünkü gönüllüler bunu çoktan
yapmış bulunmaktadırlar. Yani bütün sistem, aslında binlerce Linux des-
tekleyicisinin ortak çabalarının ürünü olan Linux’tur.
***
Bu devletler bu girişimlerini, ilericilik, tekellerin egemenliğine ve emper-
yalizme karşı bir direniş gibi satmakta ve işin kötüsü birçok sol eğilimli de
böyle sanmaktadır. Bunun böyle olmadığını Pardus örneğinde görelim.
Önce Pardus’un adından kendisine kadar nasıl bir düzenbazlık olduğu-
nu görelim.
Pardus, bütünüyle Linux’un alınıp, Türkçe destekli yapılmasından,
Türkçeye çevrilmesinden ve bazı küçük eklentilerden ibarettir. Böyle yapa-
rak, ona hemen “Ulusal İşletim Sistemi” adı verilmektedir.
Burada tıpkı tarihin ve dillerin uluslar ve ulusçuluk tarafından yağması
gibi, belki çoğu kendini bir ulustan bile kabul etmeyenlerin ortak çabasıyla
oluşturulmuş muazzam bir emeğe, gerici, kendini Türklükle tanımlamış
bir devlet ve bir ulus tarafından el koyma; onun gasp ve yağma etmek söz
konusudur.
Ama bu gericilik, adından sembolüne kadar tam bir alaturkalıkla ma-
luldür.

240
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Linux’un sembolü sevimli bir Penguen’dir. Türkler gibi savaşçı ve kah-


raman bir ulusun ve o ulusun devletinin işletim sisteminin sembolü, şu son
zamanlarda eşcinsel de olabildikleri keşfedilen Penguen olur mu? Haşa..!
Erkek ve savaşçı bu millete namına yakışan yırtıcı bir hayvan sembol
olabilir ancak. Türklük düşmanları, bu milli işletim sisteminin adını bile
görünce tir tir titremelidirler. Peki bu yırtıcı hayvan ne olabilir? Eğer bu
program on yıl önce çıksaydı ona Bozkurt ya da Kurdun Latince karşılığı
Lupus veya Boz Lupus gibi bir isim verileceği garantiydi.
Ama şimdi “çok kültürlülük”, “Anadolu’nun renkleri”, Avrupa Birliği’ne
giriş gibi söylemlerin “in” olduğu bir iklimde yaşanıyor. O halde, savaşçı-
lık ve yırtıcılık post modern bir posta bürünmelidir. İste seçilen Pardus adı,
tam da böyle kaygıların ve böyle bir ideolojik iklimin ürünüdür.
Pardus sitesinde yapılan açıklamaya göre, Anadolu Parsı’nın bilimsel sı-
nıflamadaki adından geliyormuş. Böylece hem Anadoluluğa hem de Latin-
ce bir sözcük kullanarak çok kültürlülüğe, hem bilimselliğe bir gönderme-
de bulunuluyor. Hatta Ekolojistlere bile bir gönderme var bu isimde. Çünkü
bu hayvan aynı zamanda nesli tükenmiş veya tükendiği sanılan bir hayvan.
Pardus’un indirmeye sunulduğu sitedeki “Sık Sorulan Sorular” bölü-
münde Pardus ismiyle ilgili olarak yazılanlar şunlar:
“Pardus ismi nereden geliyor? Neden dağıtımın adı projenin adın-
dan farklı?
Pardus adı, Anadolu Parsı’ndan, Panthera Pardus Tulliana’dan ge-
liyor.
Anadolu Parsı, Leopar alttüründeki büyük kedilerin Anadolu’daki
son temsilcilerindendir. Boyu 200-250 cm, ağırlığı dişilerde 35-
50 kg, erkeklerde 45-70 kg civarındadır. Yaklaşık ömrü 20 yıldır.
Oldukça çevik olan Anadolu parsı, etoburdur ve geyik, yaban keçisi,
yaban domuzu, küçük memeliler ve kuşlar gibi birçok hayvan avını
oluşturur. Anadolu Parsı Ege ve Batı Akdeniz, Doğu Akdeniz ve
Doğu Anadolu bölgelerinde, daha çok ormanlık ve dağlık alanlar-
da yaşamıştır. Doğal yaşam alanları ve av kaynaklarının azalması
parsları insanların yaşadığı yerlere yönlendirmiş ve bu da genellikle
vurularak ya da zehirlenerek öldürülmelerine yol açmıştır.
Anadolu parsı ile ilgili son resmi kayıt 17 Ocak 1974 tarihinde
Beypazarı ilçesinin 5 km batısında bulunan Bağözü köyünden bir
kadına saldırması sonrasında vurularak öldürülmesi üzerinedir.
Neslinin tükendiği yönünde görüşler bulunmasına karşın, bugün

241
Denemeler

Türkiye’de 10-15 Anadolu Parsı kaldığı da öne sürülmektedir. 2001


yılında Doğu Akdeniz bölgesi Dandı mevkiinde ve Doğu Karadeniz
bölgesi Müsikli deresinde, 2004 yılında da Doğu Karadeniz bölge-
si Pokut Yaylası’nda görülmüştür. Anadolu Parsının varlığını kanıt-
lamak ve koruma altına almak için doğa gönüllülerinin çabaları ara-
lıksız sürmektedir.”5
Bu satırları okuyan veya Pardus sembolüne de bakan, sanır ki, Anadolu
Parsı’nın adı Pardus’tur.
Hâlbuki bilimsel isim sınıflamasına göre, Panterha Pardus Leopar ya
da Panter’lerin genel adıdır. Yani şu Pardus, Anadolu’da değil, Afrika’dan
kutuplara kadar (Kar Panteri) her yerde vardır. Bu genel aile içinde, Ana-
dolu’da ya da Kafkaslar çevresinde yaşayanının payına bu isimden düşen,
alt türü belirleyen Tulliana kısmıdır.
Yani eğer Anadolu Panteri’nden söz etmekse amaç, onun adı Tulliana
olmalıdır.
Açık ki, amaç aslında, Anadolu’da yaşayan bir hayvanın adını vermek
de değildir programa. Önemli olan imajdır ve imaj da hem Türklüğe hem
de zamanın ruhuna uygun olmalıdır.
Eğer gerçekten Anadolu’da yaşayan bir panter türünün adı amaçlanmışsa
adının Tulliana olması gerekir. Ama Tulliana da öyle tüllü müllü gibi bir izle-
nim uyandırıyor. Olur mu? Tüllerle müllerle kadın kısmının işi olur. Türkler
gibi erkek ve savaşçı ve de artık aynı zamanda ekolojist ve de çok kültürlü ve
de bilimi “hayatta en hakiki mürşit” bilen ve de bu nedenle Latince bilimsel
isimler karşısında kompleks duymayan; tam Ertuğrul Özkök’ün hakların-
da yazı yazabileceği Atatürkçü, milliyetçi ve de modern Türklerin “Ulusal
İşletim Sistemi”nin adı böyle tüllü müllü şeyler olamaz. Yok, Pardus genel
ailenin adıymış? Kim uğraşır bunlarla. İsim dediğin şöyle patlamalı, dina-
mik olmalı, Türklüğün düşmanlarını daha söylenişiyle titretmeli. Bunun için
en uygunu da Pardus!.. Tüm ihtiyaçları karşılayan bir isim.
Bunları şaka gibi yazıyoruz, ama bu ismi seçenlerin bilinçaltına ve eği-
limlerine gittiğinizde, tam da bu gibi kaygıların o isim seçimini belirledi-
ği görülür. Hiçbir şey öyle gökten zembille inmez ve bu anlamda rastlantı-
sal değildir.
Niye bir çiçek, bir penguen değil de, bir panter? Niye Anadolu Panterinin
özgün adı Tulliana olmasına rağmen, leoparların genel adının bir bölümü?
Bütün bu soruları sorup cevaplarını aradığınızda, bu toplumun iliklerine
işlemiş bu eğilimler görülür.
5 <www.uludag.org.tr/sss.html#ulusal>

242
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ama bu bize, Türkiye’deki egemen sistem, bürokratik oligarşi hakkında


sağlam bir fikir de verir. Bürokratik oligarşinin modern araçlar ve biçimler
kullanmakta oldukça mahir olduğu ve bu araçlar aracılığıyla da ayrıca bir
ideolojik etki sağlamayı bildiğini de gösterir.
Kimse için bir sır değildir, solcu ve muhalif insanların ekolojiye genel-
likle ilgi duydukları; Linux gibi işletim sistemlerini destekledikleri, vb.
Bu modern görünümler aracılığıyla, büyük ölçüde şehir orta sınıflarını
modernleşme zafer arabasına bağlamaktadır bürokratik oligarşi ve de sa-
nılmaktadır ki, modernleşme demokratikleşmedir.
Sanılmaktadır ki, Linux adlı bilgi işlem sistemini destekleyerek; artık
yok olduğu düşünülen bir hayvan türünün Latince adını alarak; hayvanı
Orta Asya’dan değil de Anadolu’dan seçerek Türk devleti artık daha de-
mokratik ve ilerici olmaktadır.
Bunların ne demokratlıkla ne de ilericilikle hiçbir ilgisi bulunmamak-
tadır. Aksine bunlar böyle bir yanılsamaya yol açtıkları için, çok daha teh-
likelidirler.
Türkiye’deki bürokratik oligarşinin bu esnekliği ve oyunu yeterince an-
laşılamamaktadır. Onun bir tek amacı vardır: İktidarın elinde bulunması.
Hiçbir şekilde demokratikleşme ve haklar olmaması, ama eldeki gücün ve
yetkilerin bir sorun olmadığı sürece, kullanılmayarak, bir demokrasi ve öz-
gürlükler varmış izlenimi ve yanılsaması yaratılması.
İşte bu Pardus bile, buna hizmet etmekte, bu egemen kastın egemenliği-
ne ideolojik bir araç işlevi görmektedir.
Sanıldığının aksine ABD emperyalizminin egemenliğine karşı bir di-
reniş de değildir, Linux’a dayanan bir “ulusal işletim sistemi” yapmak.
Sadece Türkiye’nin egemeni bürokratik oligarşinin ve burjuvazinin emper-
yal çıkarlarını diğer emperyalist karşısında korumanın aracıdırlar. Gerici-
likleriyle ABD’nin ekmeğine yağ da sürerler.
***
Herkes öylesine ulusu dille, dinle, etniyle tanımlayan gerici ulusçuluğun
egemenliği altındadır ki, hiçbir dile, dine, etniye, soya dayanmayan bir de-
mokratik ulusçuluk ve bunun antiemperyalist özü tasavvur bile edileme-
mektedir. Bunun için, ulusal değil, ya da ulusu demokrasiyle, bütün dil,
din, kültürlerin eşitliğiyle; bunların politik bir anlamının olmamasıyla; her
türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğüyle tanımlamış bir demokratik ulusçu-
luğun olabileceği tasavvur bile edilememektedir.
Böylesine devrimci ve demokratik bir ulusçuluğun nasıl davranacağını
göz önüne getirelim.

243
Denemeler

Birincisi, o işletim sistemini Türkçe yapmaz. Çünkü demokratik bir


cumhuriyette ulus bir dile göre tanımlanmaz, nasıl bir dine göre tanımlan-
mıyorsa öyle. Tüm diller ve kültürler eşittir. Ortak anlaşma için, dil veya
diller ise, ulusun tanımına değil; pratiğe ilişkin bir sorundur. Bu pekâlâ o
topraklarda yaşayan insanların çoğunun konuşmadığı veya dünyada genel
kabul görmüş bir başka dil veya diller de olabilir. Demokratik bir cumhu-
riyette herkes istediği dili anadili olarak seçmek ve o dilde eğitim görmek
hakkına sahip olur.
O zaman, böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir
cumhuriyet, Linux’u sadece Türkçeye çevirmez, Türkiye’de yaşayan ve
anadilinde eğitim gören bütün insanların dillerine çevirir en azından. Yani
Kürtçe, Arapça, Süryanice, Ermenice, Rumca. Hatta Türkler büyük ço-
ğunlukta ve uzun yıllar egemen ulus olduklarından, fiiliyatta her zaman
Türkçenin lehine bir eşitsizlik olacağından, öncelikle ve özellikle, toplumu
zehirleyen eşitsizliklerle mücadele edebilmek için, diğer dillere öncelik ve-
rir “ulusal işletim sistemi” yapmak için.
Ama yaptığına da “ulusal” diye bir sıfat vermez. O “vatanım yeryüzü,
milletim insanlık” diyen, devrimci ve demokratik ulusçuluğun destekçisi
ve taraftarı olduğundun, Zaten var olan demokratik Linux’a bu demokratik
devletin yurttaşlarının kullandığı dillerin olanaklarını sunmuş olur.
Yani bu demokratik cumhuriyet, dünya çapındaki Linux’çular toplulu-
ğunun bir parçası ve destekçisi olur. Gönüllü katkılarla bu programı örne-
ğin Ermenice veya Süryaniceye çevirecek pek kimse çıkamayacağından,
bu eşitsizliği bir ölçüde gidermeye çalışır ilk elde.
Dolayısıyla “Anadolu parsı” isimlere de gerek duymaz, Linux’un se-
vimli penguenini alır ve aynen kullanır. Böyle bir ayrı isim veya sembol
gibi sorunu bile olmaz. Aksine dünya çapındaki bu demokratik hareketin
mütevazı bir destekçisi olmaya çalışır.
Ama böyle bir yaklaşım, aynı zamanda, tüm diller ve dinler için de-
mokratik bir örnek oluşturduğundan, gerek ABD’ye gerek bölgedeki ve
dünyadaki bütün kendini dil, din, etni, soy ile tanımlamış devletlere karşı
tüm halkların ittifakının temelini atar.
Bugün ABD ile Çin ya da Türkiye’nin Bürokratik oligarşisi veya Al-
manya arasındaki ayrılık ve çatışmada bizim yerimiz anti-emperyalizm
veya ABD’ye karşı mücadele adına, aynı gericiliği savunan bu ülke ve dev-
letlerin yanı olamaz.
Aksine bizler, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, yenilgici ol-
malıyız.

244
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bunların hepsinin savunduğu, aynı gerici ulusçuluktur. Ayrılıkları dev-


letlerin ve ulusların, yani politik olanın, dile, dine, etniye göre kurulmasın-
da veya tanımlanmasında değil; hangi dile, dine, etniye göre kurulacağın-
da ya da tanımlanacağındadır.
O halde onlar, ulusu bunlarla tanımlamayı reddeden devrimci ve de-
mokratik ulusçuluk karşısında aynı gerici ulusçuluğa ortak cephesinde yer
almaktadırlar.
İşçi hareketi tekrar ileri atılabilmek için, devrimci demokrasinin bu
programına geri dönmek bu bayrağı yükseltmek; aydınlanmanın tamam-
lanmamış projesini insanlığın ve kendisinin önüne koymak zorundadır.
12 Ocak 2006

245
Denemeler

246
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük


veya
“Çok Kültürlü Toplum” Sloganı
Niçin Gericidir?

Şöyle genel geçer bir yargı var:


“Çok kültürlülük Avrupa-merkezciliğin aşılmasıdır. Avrupa Merkez-
cilik diğer kültürleri, aşağı görüyor, onları kendi ölçülerine göre yar-
gılıyordu. Şimdi ise, hiç bir kültür diğerinden üstün veya aşağı de-
ğil, hepsi aynı değerde görülüyor. Artık slogan, eşitlenme ve birbiri-
ne benzeme değil, çok renklilik, çeşitlilik. Bu anlayış içinde elbette
Avrupa-merkezcilik yer bulamaz.”
İlk bakışta her şey çok açık! Tıpkı güneşin doğuşu ve batışı gibi. Nasıl
güneşin doğuşunun ve batışının şahidi gerekmiyorsa, öyle. Çok-kültürlülük
de, bütün kültürleri eşit düzeyde gördüğüne göre, Avrupa kültürünü diğer-
lerinden üstün gören; her şeyi Avrupa’nın aynasında değerlendiren bir an-
layış, bu çok kültürlülük dünyasında yaşayamaz.
Bu gizli varsayıma dayanarak konuşmalar, çıkarsamalar yapılıyor;
programlar oluşturuluyor; makaleler, kitaplar yazılıyor.
Ne var ki bizim ihtiyar Marks veya diyalektik, “her şeyden şüphe et” de-
miş. Hele bizim yaşam deneylerimiz gösteriyor ki, hiç şüphe uyandırmayan-
lardan, yanlışlığı akla hiç gelmeyenlerden, özellikle şüphe etmek gerekiyor.

247
Denemeler

Biz de bu ihtiyar Marksist diyalektiğin öğüdünü izleyelim.


Evet, ilk bakışta güneş doğudan doğan batıdan batar, ama onun hiç “do-
ğup” “batmadığı”, aksine hep yerinde durduğu, buna karşılık, dünyanın
kendi etrafında dönüşü nedeniyle öyle göründüğü artık kimse için bir sır
değil. Yani gerçek aslında tam da kendine zıt bir biçimde görünmektedir.
Güneş yerinde dururken hareket ediyormuş gibi görünmekte, biz ise hare-
ket ediyorken sanki yerimizde duruyormuşuz gibi.
Demek ki, binlerce yıldır bilginin ve tecrübenin birikmiş özü olan halk
bilgeliğinin dediği gibi, öyle hemen “görünüşe aldanmamak” gerekiyor. Ya
da Marks’ın değişik ifadesiyle: “Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün
bilim gereksiz olurdu.”
Biz de bu Avrupa-merkezcilik, Çok Kültürlülük kavramlarında bu
dersleri ve ilkeleri bir doğruluk sınavından geçirelim. Bakalım gerçekten
öyle mi? Gerçekten, Çok Kültürlülük, Avrupa-merkezciliğin aşılması mı?
Yoksa Bizzat Avrupa-merkezciliğin ta kendisi mi?
Son söylenmesi gerekeni ilk önce söylersek, bizim tezimiz, “Çok Kül-
türlülük” ya da “Çok Kültürlü Toplum” gibi siyasi slogan ve projelerin biz-
zat Avrupa-merkezciliğin ta kendisi olduğudur. Ama bu tezi kanıtlamak
için önce, uzun bir yolculuğa çıkmak; ileriye doğru fırlayabilmek için bir
yay gibi gerilmek gerekiyor.

Avrupa-Merkezcilik Nedir?
Bu kavramın ilk kelimesi olan Avrupa’dan başlayalım.
Avrupa nedir?
Bir yeri tanımlayan coğrafi bir kavram olarak Avrupa son derece yeni bir
kavramdır. Bir bakıma kapitalizm ile birlikte doğmuştur. Kapitalizm önce-
sinde Avrupa yoktu. Avrupa adının kaynaklandığı mitolojideki Avrupa’nın
ve Greklerin Avrupa dediği bölgenin bugünkü Avrupa ile bir ilgisi yoktu.
Bugün Avrupa diye bilinen yerler, Grekler için bırakalım Avrupa kavramı-
nın içinde olmayı bir yana, var olduğu bile bilinmeyen, söylencelerin ardın-
da, bilinen dünyanın ötesindeki yerlerdi. Romalılar için de bir Avrupa de-
ğil, Galler, Germanya, Britanya vardı, ama bugünkü gibi bir Avrupa yoktu.
İslam Uygarlığı için de aynı durum söz konusuydu.
Belli bir bölgeye Avrupa adını verenler ve onun bir kıtanın coğrafi adı
olarak kullananlar yine bizzat “Avrupalı”lardır.
Ama bu adlandırmanın kendisi bizzat, o “Avrupalı” denenlerin tarihsel
ve toplumsal eğilimlerini yansıtır aynı zamanda. “Avrupalı” da “Avrupa”

248
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

gibidir. “Avrupa” gibi “Avrupalı”yı da “Avrupalı” yaratmıştır. Ama bu “Av-


rupalı” nedir? Bunu anlamak için “Avrupa”yı anlamak gerekiyor.
Şöyle düşünülebilir: Modern bilimler, dolayısıyla da coğrafya,
Avrupa’da doğduğundan, Avrupa’ya Avrupa adının verilmesi de, bu bağ-
lamda görülmelidir, tıpkı diğer kıtaların adlandırılması ve tanımlanması
gibidir ve o sürecin bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Bu bakımdan, bugün-
kü Avrupa’ya Avrupa denilmesi, bütünüyle, o adlandırmaları yapanların
Avrupalılığından bağımsız olarak, bilimin, jeoloji ve coğrafyanın kendi-
siyle ilgilidir.
Ne var ki, coğrafya açısından baktığımızda Avrupa’nın bir kıta olarak
tanımlanmasının hiç de masum olmadığı görülür.
Avrupa, coğrafi bir kavram olarak, Asya kıtasının Ural dağlarının batı-
sında kalan kısmına keyfi olarak verilmiş bir isimdir. Dünyadaki adlandır-
maların hepsi keyfidir. Avrupa yerine Mavrupa da denebilirdi. Asya yerine
Masya da. Sorun burada değil. Bu isimle tanımlanan alanın kendisindeki
keyfilikte.
Eğer kıtalar, jeolojik veya tektonik kriterlere göre tanımlanıyorsa, bü-
tün kıtalar ayrı bir plakadan oluşmaktadırlar. Bir zamanlar kocaman bir
Pangaea kıtasının parçalanmasından oluşmuş plakalara kıta deniyor-
sa, ki bütün Kıtalar bu büyük plakalardan oluşurlar, Avrupa kıtalar için-
de tek böyle olmayanıdır. Güney ve Kuzey Amerika bile ayrı plakalardır.
Afrika, Avustralya, Antarktika, Hindistan hep ayrı plakalardır. Avrupa ise
ne Asya’dan böyle ayrılır ne de Afrika’dan. Pireneler ve Alplerin güneyi de
bugün Avrupa sayılmaktadır, ama başka bir plakaya aittirler. Yani jeolojik
kriterler geçerliyse eğer, örneğin İtalya, Avrupa’ya dâhil değildir.
Hindistan, Asya kıtasından çok daha belirgin coğrafi şekillenmelerle ay-
rılmış olmasına; aynı zamanda ayrı bir plakadan oluşmasına ve Himalaya
dağları bu plakanın Asya’ya çarpmasıyla oluşmasına rağmen ve bunlar
kültürel bir ayrılığa da denk düşmesine ve neredeyse bir kıta kadar büyük
olmasına rağmen, yani bir ayrı kıta olarak sayılmanın bütün kriterlerine
sahip olmasına rağmen, Hindistan’a bir kıta denilmemektedir.
Avrupa’nın ise, böyle bir özelliği yoktur. Onu Asya’dan ayırdığı söyle-
nen Ural dağları çok eski dağlardır ve örneğin bir Himalayalar gibi aşıl-
maz bir engel değildirler. Urallar kültürel bakımdan da bir ayırıcı sınır
oluşturmazlar. Bu dağların batısında ya da doğusunda yaşayan Ruslar ya
da Slavlar birbirinden çok farklı da değildir. Avrupa’dan sayılan Pirene ve
Alplerin güneyi ise aslında Avrupa’nın içinde bulunduğu plakaya dâhil de-
ğildirler.

249
Denemeler

Yani Avrupa Kıtası, tamamen keyfi olarak, bir kıta olmanın kriterleri-
ne uymamasına rağmen, güneyinde ve doğusunda bu kriterler ayaklar al-
tına alınarak sınırları çizilmiş, kıtalığa terfi ettirilmiş bir bölgedir coğra-
fi olarak. Doğusunda, Asya’dan ayırmak için; güneyinde, Akdeniz veya
Afrika’yı Avrupa’ya katmak için, bir kıta olmanın kriterleri ayaklar altına
alınarak yaratılmış bir kıtadır Avrupa.
Eğer kıtalar plakalara göre tanımlanıyorsa veya jeolojik anlamda kıta-
lar böyle ise, kıtalar içinde bir tek Avrupa böyle tanımlanmayı hak etme-
mektedir. Böyle tanımlanmayı hak eden Hindistan ve Amerika’lar bile ayrı
kıtalar olarak tanımlanmazken, Avrupa hiç hak etmediği halde kıta kabul
edilmiştir.
Görüldüğü gibi, Avrupa kavramı, bu coğrafi kavram ve bu kavramın
kapsadığı alan, coğrafi kriter ve kaygılara göre belirlenmemiştir.
***
O halde şu soru hala ortada durmaktadır: Niçin Asya’nın bu, batı ucunda-
ki yarımadada yaşayan insanlar, bulundukları yere örneğin Batı Asya gibi
bir isim vermemişlerdir de, yani coğrafi olarak gerçeği daha iyi yansıtan bir
isim vermemişler, o kıtanın bir uzantısı olduklarını belirtmemişlerdir de,
coğrafi ya da jeolojik bakımdan hiç de kıta kriterlerine denk düşmeyen bir
bölgeyi ayrı bir kıta olarak, Avrupa olarak; Kendilerini de Avrupalı olarak
tanımlamışlardır ve tanımlamaktadırlar?
Peki, acaba coğrafi olmamakla birlikte, kültürel, tarihsel sınırlar ve ay-
rım çizgileri mi vardır da, coğrafya bu sınırları kabartılandırmak için ona
kıta dedi? O halde kültürel ve tarihsel sınırlara bakalım.
Tarihsel ve kültürel sınırlar arandığında ise keyfilik zirveye yükselir.
Alp dağlarının veya Pirene Dağları’nın güneyi veya Balkanlar ve Güneyi,
kültürel ve tarihsel olarak Avrupalıdan çok Akdenizlidir. Zaten tarih bo-
yunca, Akdeniz uygarlığı Fenikelilerden beri kültürel ve ticari bakımdan
ve büyük imparatorlukların ortaya çıkışıyla birlikte de siyasi bakımdan
bir bütün olagelmiştir. Roma, Bizans, Osmanlı aynı uygarlık bölgesinin
siyasi ve üstyapı birliğini sağlamışlardır veya bu yöndeki çabalardır. Hatta
Hıristiyanlık ve İslamiyet bile, bu uygarlık alanının farklı aşamalardaki
üstyapıları olarak görülebilirler. Bunların ortaklıkları, Kuzey Avrupa’da
yaşayanlarla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir İskenderiyeli ile bir
Yunanlının tarihsel, kültürel ortaklıkları, bir Yunanlının bir Almanla or-
taklıklarından çok daha fazladır. Bir Endülüslünün bir İzmirli ile tarihsel
ve kültürel ortaklıkları, bir Endülüslü ile bir Parisliden çok daha fazladır.
Aşağı yukarı aynı yemekleri yerler; aynı müziklerden zevk alırlar. Bu tak-

250
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

dirde, niçin Yunanistan Avrupa’dır da, Asya değildir veya İskenderiye niye
Afrikalıdır da Avrupalı değil?
Bunun da tarihsel, kültürel veya toplumsal bir ölçüsü yoktur. Demek
ki, eğer kıtalar kültürel ya da tarihsel ortaklıklara göre tanımlanacaksa,
Avrupa, burada da bütün kuralları ayaklar altına almaktadır.
Bu kültürel sınırlardaki keyfilik karşısında da Avrupa, Avrupa’nın ve
Avrupalılığın coğrafi bir kavram olduğunu söyler.
Ama yukarıda değinildiği gibi, coğrafi bir kavram olarak da geçerliliği
yoktur ve orada da sıkışınca, bu açmazdan kurtulmak için tarihsel ve kül-
türel bir kavram olduğu söylenmektedir.
Deve Kuşu gibidir Avrupa kavramı. Deve misin? Kuşum. Kuş musun?
Deveyim. Tarihsel ve kültürel misin? Coğrafiyim. Coğrafi misin? Tarihsel,
Kültürelim.
Demek ki, daha, Avrupa-merkezcilik kavramının iki sözcüğünden esas
önemli olanının kendisinde çok ciddi bir sorun var. Avrupa nedir? Neye
denk düşer belli değildir? Ne coğrafi ne de tarihsel veya kültürel bir ayrıma
denk gelmez. Tamamen keyfi olarak belirlenmiş görünmektedir.
***
Bu keyfiliği tespit etmek, bir olgu olarak belirlemek yetmez. Onu anlamak,
açıklamak gerekir. Niçin böyle bir keyfilik vardır, niye böyle bütün kıtalar-
dan farklı olarak Avrupa kıtası ya da Avrupa denen şey, tüm nesnel ölçüler
ayaklar altına alınarak suni ve keyfi olarak yaratılmıştır. Bu keyfiliği yara-
tan zorunluluk nedir?
Ayrıca bir kavram gerçekliği açıklamanın aracı değilse, aksine onu çar-
pıtıyorsa, bu onun sosyolojik değil ideolojik; yani belli çıkarları korumaya
yarayan, onlara hizmet eden, onları gizleyen bir işlevi olduğu anlamına ge-
lir. Peki, bu çıkarlar veya imtiyazlar nelerdir? Şimdi bu keyfiliğin ardındaki
zorunluluğu araştıralım.
Avrupa kavramı, coğrafi, kültürel ya da tarihsel kriterler ayaklar altı-
na alınarak ortaya çıktığına göre, Avrupa aslında neyin karşılığıdır? O bir
başka “şey”in karşılığı olmalıdır ki, o başka “şey” coğrafî ya da kültürel-
miş gibi görünebilsin.
Peki, nedir bu “şey”? Bunu anlamak için Avrupa kavramının kullanı-
mındaki hileleri iyi anlamak gerekir.
Yukarıda görüldü ki, Avrupa ne jeolojik, ne de kültürel bir kavram ola-
rak bilimsel bir değere sahip değildir. O bu anlamlarda, ideolojik bir kav-
ramdır. Aslında hep, coğrafi ya da kültürel anlamları olduğu söylenerek, fi-
ilen siyasi bir kavram olarak kullanılmaktadır. Yani aslında siyasi olan bu

251
Denemeler

kavram, yani ideolojik olan bu kavram, hep coğrafi ve kültürelin ardına


gizlenerek, bir bilimsellik postu giymektedir; yani coğrafi veya kültürel ol-
duğu yolundaki göndermeler, bu siyasi ve ideolojik kavramın sosyolojik bir
kavram olduğu izlenimi yaratmasını sağlamaktadır.
Hâlbuki Avrupa denen bölge, diğer kıtalar gibi, coğrafi ya da kültürel sı-
nırlara sahip olsaydı bile bu Avrupa’nın sosyolojik bir kavram olduğu anla-
mına gelmezdi. Kaldı ki, Avrupa bu sınırlara da denk gelmemektedir.
Bunu anlamak için, sosyolojik bir kavram olarak Avrupa’nın ne anlama
gelebileceğine ve geldiğine bakalım.
Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa demek, kapitalizm demektir.
Avrupa demek, sosyolojik olarak Modern Burjuva uygarlığı demektir.
Modern burjuva uygarlığı, bugün Avrupa denen bölgenin, Kuzey batısın-
da doğup, öncelikle orada yayıldığı ve oradan dünyaya egemen olduğu için,
Kapitalizm, Modern burjuva uyarlığı karşılığı olarak Avrupa kavramı sos-
yolojik bir kavram olarak kullanılabilir ve Avrupa’nın biricik sosyolojik
karşılığı bu anlamıdır.
Avrupa aslında burada, bu kullanım içinde, bir kavram da değil, bir kod-
dur. Modern burjuva uygarlığının, kapitalizmin karşılığı olarak kullanılan
bir kod. Bir tür kısa yazış, bir kısaltma gibi görülmelidir. Örneğin Modern
Burjuva Uygarlığı diyeceğinize, kısaca MBU diyecek yerde, MBU’nun
karşılığı olarak Avrupa da denebilir. Avrupa’nın bilimsel tek anlamı budur.
Bir kavram bile değildir, bir koddur ve anlamı karıştırılmadığı sürece, ko-
lay anlaşılırlık ve tasarruf sağlayabileceğinden bir sorun oluşturmaz.
Ama tam da burada Vehbi’nin kerrakesi ortaya çıkıyor. Bu modern bur-
juva uygarlığı, bu uygarlığın burjuvazisi ve ulusal devletleri, onu bu anlam-
da, sosyolojik bir gerçekliği anlamayı kolaylaştıran bir kavramın, bir kod
olarak karşılığı anlamında kullanmıyorlar. Onlar onu bilimsel olarak kul-
landıklarını söylerken, hep kültürel ya da coğrafi olduğundan hareketle bi-
limsel, dolayısıyla sosyolojik bir kavram olarak kullanıldığı gibi bir izlenim
yaratıyorlar, böylece aslında politik bağlamlarda kullandıklarını, ideolojik
bir kavram olduğunu gizliyorlar. Yani coğrafi veya kültürel olduğu imaları-
nın ardına gizlenerek onun ideolojik olduğunu gizleyip, gerçekliği çarpıtan
değil, gerçekliği açıklayan bir kavram kullandıkları izlenimi yaratıyorlar.
Tekrar edelim. Avrupa, sosyolojik bir kavram olarak, kapitalizm karşı-
lığında bir kod olarak kullanılabilir. Burada sadece bir adlandırma sorunu
söz konusudur. Her hangi bir şeyi adlandırmak için A sözcüğü yerine B
sözcüğü, Kapitalizm yerine Avrupa veya Batı kullanılabilir. Burada kav-
ram coğrafi ya da kültürel değil, sosyolojik bir anlama sahiptir. Sosyolojik
olarak Avrupa, kapitalizm kavramının karşılığında kullanılmaktadır, sade-

252
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ce ve sadece bu anlamıyla Avrupa ya da Batı ideolojik bir kavram değildir.


Gerçeği çarpıtmaz, aksine onu anlamanın bir aracıdır.
Avrupa sosyolojik bir kavram olarak Kapitalizm’in karşılığı bir kod ola-
rak kullanıldığında; Asya da sosyolojik bir ayrımın karşılığı olan bir kod
olarak kullanılabilir.
Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa’nın zıttı Asya’dır.
Peki, sosyolojik bir kavram olarak Asya nedir? Avrupa, modern kapita-
lizm demekse, Asya da, klasik kapitalizm öncesi Antik Uygarlık demektir.
Bu kavramlara bir üçüncüsü, Afrika da eklenebilir. Afrika da, bir ba-
kıma, klasik uygarlığa veya modern kapitalist uygarlığa geçmemiş veya
geçememiş toplumlara denk düşer. Yani Komün’ün karşılığı bir kod olarak
kullanılabilir.
Yani bu üç kıta adlandırması, insanlık tarihindeki üç temel üretim biçi-
mine; dolayısıyla üstyapının veya dinin üç temel biçimine karşılık düşer.
Komün veya ilkel sosyalizm ve bunun üst yapısı olan, totemcilik veya Şa-
manizm’in karşılığı olarak Afrika; klasik tarihin, toprak üretimi; artı ürü-
ne ekonomi dışı cebir ile el koymaya ve Tefeci-Bezirgân Sermayeye daya-
nan Klasik Uygarlıklar ve bunların üstyapısı tanrılı ya da tanrısız “Semavi
dinler” karşılığı olarak Asya; Modern işgücü sömürüsüne ve artı-değerin
doğrudan üretim sürecinden elde edilmesine, geniş yeniden üretime daya-
nan modern kapitalist uygarlık ve dine inançtır, kişiseldir diyerek, politik
alanın dışına atan ve dini ya da üstyapısı; bizzat bu politik ve özel ayrımına
dayanan din, ya da diğer bilinen adıyla ulusçuluk olan Avrupa.
Sorun böyle koyulduğunda, bütün kafa karışıklıklarına yol açan kav-
ram kargaşalarına son verilebilir.
Doğu’nun doğusundaki Japonya, sosyolojik olarak Batılıdır; Batı’nın
batısındaki Portekiz veya Fas, sosyolojik olarak Doğuludur. Asya’nın
doğusundaki Japonya, Avrupalıdır; Avrupa’nın güneyindeki Balkanlar
veya İtalya’nın güneyi Asyalıdır. Sahranın kuzeyindeki Afrika’nın Akde-
niz kıyı şeridi ve Yemen ve eski Mısır üzerinden medenileşmeye uğra-
mış Afrikalı Habeşistan, Asyalıdır. Sibirya tundralarındaki, Orta Asya
bozkır veya çöllerindeki, Himalayaların sapa vadilerindeki Asyalı halk-
lar Afrikalıdır. Coğrafi olarak ayrı bir kıta olan Latin Amerika, sosyolo-
jik olarak Asyalıdır veya Asya’dır; yine Jeolojik ve coğrafi olarak başka bir
kıta olan Kuzey Amerika, Avrupalıdır veya Avrupa’dır. Beyazların yerleş-
mediği Okyanusya adaları Afrikalıdır. Amerika ve Avustralya’nın yerlile-
ri Afrikalıdır. Oralara yerleşen beyazlar, köken anlamında değil, sosyolojik
anlamıyla Avrupalıdır. Bu nedenle Yeni Zelanda ve Avustralya Avrupa’dır.
Oralardaki rezervasyonlar Afrika.

253
Denemeler

Politikada, bu anlamının dışında, Avrupa ya da Asyalılıktan; Avrupa ya


da Asya’dan söz etmek; Batı ve Doğu’dan; Batılılık ve Doğululuktan söz
etmek, ona burjuva uygarlığının, kendi üstünlüğünü ve egemenliğini giz-
lemek için, çıkarlarını korumak için yüklediği; aslında kullanıldığı politik
bağlamlarda hiçbir bilimsel değeri ve anlamı olmayan; aksine gerçekliği
çarpıtan bir anlam yüklemek olur.
Dolayısıyla Avrupalının, yani modern burjuva uygarlığının, Avrupa
veya Avrupalılığa verdiği anlamı kabul ederek, yani Avrupalılığın coğrafi
veya kültürel bir olgu olduğu veya sınıra tekabül ettiği varsayımına daya-
narak Avrupa-merkezciliğe veya Avrupalılığa karşı çıkmak, aslında aynı
varsayımları; aynı gerici ideoloji yeniden üretmektir.
Avrupa’ya, Avrupalılığa ya da Avrupa-merkezciliğe kapitalizm veya
burjuva uygarlığı anlamı dışında bir anlamla karşı çıkmak, Avrupa-mer-
kezciliğin kendisi ve onun yeniden üretimidir.
Yani Avrupa-merkezcilik kavramının kendisi problemlidir ve gerçeği
çarpıtır, bu kavram, Avrupalının (burjuva uygarlığının ya da kapitalizmin)
ona yüklediği anlamda, yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma tekabül ettiği
anlamında eleştirilemez. Yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma denk düşen
bir kavram olarak kullanıldığında, karşı olsanız bile onun kölesi olur, yan-
lışı yeniden üretmiş olursunuz.
Avrupa-merkezcilik, Avrupa kapitalizm demek olduğuna, dolayısıyla
da kapitalizm merkezcilik olduğuna göre, kapitalizm merkezciliğe tekabül
etmeyen bir anlamda Avrupa-merkezciliğe karşı çıkmanın kendisi bile o
ideolojik tahrifatı yeniden üretir.
Yani kapitalizme tarihsel ve politik olarak karşı çıkmadan Avrupa-mer-
kezcilikle mücadele olanaksızdır ve Avrupa-merkezcilik yeniden üretilir.
Avrupa-merkezciliğin eleştirisi, kapitalizmin eleştirisi olmak zorundadır.
Kapitalizmin eleştirisi ise, Ekonomi-Politiğin eleştirisidir.
Kapitalizm geniş ve yaygın meta üretimi demektir. Meta üretimiyle bir-
likte, metanın tabi olduğu değer yasası, insan toplumunun karşısına bir
doğa yasası gibi çıkar. Ekonomi-Politik bu yasaları inceler. Ona karşı mü-
cadelenin silahlarını sunar işçilere. Ama aynı zamanda, kendi konusunu,
yani meta üretimini yok etmeye çalışır. Bu nedenledir ki, Marks’ın temel
eserinin alt başlığı Ekonomi-Politiğin Eleştirisi’dir.
Avrupa, yani kapitalizme karşı mücadele edilmeden, Avrupa-merkez-
cilik, yani Avrupa kavramının burjuva uygarlığının ideolojik bir egemen-
lik aracı olarak kullanımına karşı mücadele edilemez.
O halde, Marks’ın Kapital’i, yani Ekonomi-Politiğin Eleştirisi, Avru-
pa’nın ve Avrupa-merkezciliğin eleştirisinin temelidir.

254
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kapitalizm dışında bir Avrupa veya Batı kavramı, sadece başka ülke-
lerdeki kapitalizmin ve burjuvazinin çıkarlarını savunmanın aracıdır ve
aynı Avrupa Burjuvazisinin çıkralarını kullanmak için kullandığı anlam-
lara sahiptir.6 Yani Avrupa ve Avrupalılığın ya da Batılılığın, coğrafi ya da
kültürel bir ayrımın karşılığı olduğu varsayımına dayanır. Böyle olsaydı
bile, yani Avrupa, örneğin Hindistan gibi, farklı coğrafi ve kültürel sınırla-
ra denk gelseydi bile, bu onun ideolojik niteliğini gizlemiş olurdu. Çünkü
coğrafi kavramlar sosyolojik kavramlar değildirler.
Avrupa kavramının, sosyolojik olarak kapitalizm anlamına gelmesi,
ama burjuvazinin onu hep kültürel veya coğrafi anlamlarına atıf yaparak
bilimsel bir kavram gibi kullanıyor olması, tıpkı, aslında biyolojik bir kav-
ram olan, “sosyal bir hayvan” olarak insan kavramını, sanki sosyolojik bir
kavram gibi kullanmasına ve onun ideolojik niteliğini gizlemesine; episte-
molojik olarak inanç kavramının ardına gizlenerek dinleri sosyolojik olarak
“inanç” olarak tanımlamasına benzemektedir.
Bütün bunlar burjuva uygarlığının ve ideolojik egemenliğinin köşe taş-
larıdır ve bunların hepsinde aynı “hile” yapılmaktadır. Kavramın başka
bir bağlamdaki anlamına gönderme yapılarak, bilimsel veya sosyolojik
bir kavram olduğu yanılgısına yol açılmaktadır. Din’e “İnanç” denirken;
İnsan’a “sosyal hayvan” denirken; Avrupa’ya “Kıta” denirken, hep İnanç’ın
Epistemolojik; İnsan’ın Biyolojik; Avrupa’nın Coğrafi anlamlarının ardına
gizlenerek, onların bilimsel bir kavram olduğu, dolayısıyla sosyolojik kav-
ramlar olduğu yanılsaması yaratılarak, onların hukuki, politik ve ideolojik
kavramlar; yani burjuva uygarlığının üstyapısının dayandığı kavramlar ol-
duğu gizlenmekte ve egemenlik pekiştirilmektedir.
Tam da bu gizleme eyleminin kendisi, kapitalizmi ya da burjuva uygar-
lığının egemenliğini kurmakta, bizleri kapitalizm veya burjuva uygarlı-
ğı merkezli, tam da bu anlamda Avrupa-merkezci (dikkat edilsin, burada
Avrupa kapitalizm anlamındadır) bir bakış açısına hapsetmektedir.
İşçi hareketi ve sosyalizm bu kanallardan teslim alındı. Böylece işçi
hareketinin ve sosyalizmin burjuva uygarlığına ve onun üstyapısına karşı
başka bir uygarlık ve üstyapı tasavvuru geliştirilmesinin önüne geçildi.
Toparlarsak, coğrafi ya da kültürel olarak var olduğu imasına dayanan
bir Avrupa-merkezcilik eleştirisinin kendisi, sosyolojik olarak Avrupa-mer-

6 Bugün örneğin Türkiye’de Asyalılık, Doğululuk, Avrupa-merkezciliğe karşı


çıkış, aslında aynı gerici anlayışı yeniden üretmekte ve Türkiye’ye egemen bürok-
ratik oligarşinin çıkarlarını ve egemenliğini savunmanın aracı olarak işlev gör-
mektedir.

255
Denemeler

kezci, yani kapitalizm veya burjuva uygarlığı merkezci olur. Avrupa-mer-


kezciliğin bütün eleştirisi, özünde Avrupa-merkezcidir. Bugüne kadar kul-
lanıldığı anlamıyla Avrupa-merkezcilik, Avrupa-merkezci bir kavramdır.
Şimdi aynı hilenin kültür dolayısıyla da çok kültürlülük kavramında
nasıl tekrarlandığını, kültür kavramının da, bugün burjuva uygarlığının
ona yüklediği anlamla nasıl bir ideolojik kavram haline dönüştüğünü, bu
uygarlığın temel bir kavramı olduğunu ve çok kültürlülüğün ve bunu sa-
vunmanın aslında burjuva uygarlığını; yani Avrupa-merkezciliği savun-
mak olduğunu gösterelim. O zaman Avrupa-merkezcilik ve çok kültürlü-
lüğün birbirine zıt olmadığı; çok kültürlülüğün bizzat kendisinin Avrupa-
merkezciliği, yani kapitalizmin egemenliğini nasıl ürettiğini ve onun temel
taşlarından biri olduğunu görelim.

Kültür Nedir?
Kültür sosyolojik olarak, insanın doğaya kattığı her şeydir. Yani toplumsal
olan, insanı insan yapan, diğer hayvanlardan ayıran “şey” demektir.
Elbette, yüksek memelilerin sürüler halinde oldukça karmaşık bir ilişki-
ler sistemi içinde yaşayanlarında da kültürün tohumları, en ilkel biçimleri
görülmektedir. Bunun için şöyle bir örnek fikir verebilir: Afrika’daki rezer-
vatlardan birinde, fillerin soyu tükenir. Fakat soyları tükenmeden önce ora-
daki filler gergedanlarla aynı alanları paylaşmalarına rağmen gergedanlara
saldırmazlar, bir bakıma “barış içinde bir arada” yaşarlar.
Filler tükendikten sonra, içinde gergedan olmayan, fillerin gergedanları
tanımadığı, başka bir rezervattan, genç filler, soyu tükenmiş fillerin yeri-
ne getirilir ve bırakılırlar. Ancak yeni getirilen filler sürekli olarak gerge-
danlara saldırmaktadır. Bunun üzerine, yine gergedanlarla fillerin “barış
içinde bir arada” yaşadıkları başka bir rezervattan, bir yaşlı fil getirildikten
sonra, genç filler de, gergedanlara saldırmayı bırakırlar. Yaşlı ve tecrübe-
li fil, onlara fillerin gergedanlara saldırmaması gerektiğini, gergedanlarla
“barış içinde bir arada” yaşamaları gerektiğini, fillerin tarihsel tecrübesi-
nin bu dersini, bu bilgisini aktarmıştır. Gergedanlara saldırmamak, genetik
ya da içgüdüsel değil; öğrenilen bir özelliktir.
Bu gözlem, en azından, yüksek memeliler arasında, genlerle aktarılan-
dan öte, başka bir şeylerin de aktarıldığını göstermektedir: Bu anlamda çok
ilkel biçim içinde olsa da, yüksek memelilerde de kültürün bir tohumunun
varlığından, çok ilkel bir biçiminden söz edilebilir.
Tersinden bir örnek olarak da “kurt çocuklar” düşünülebilir. Olağanüstü
rastlantılar sonucu çok küçük yaşta, kurtlar, ayılar, maymunlar vb. tarafın-

256
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

dan bir şekilde büyütülmüş insan yavruları; genlerinde tüm olanaklar ol-
masına rağmen, konuşmayı, hatta iki ayak üzerinde yürümeyi bile becere-
memekte; tam anlamıyla, bir kurt, bir ayı, bir maymun gibi davranmakta-
dırlar. Bu bakımdan “Tarzan”lar olanaksızdır ve Afrika’yı sömürgeleştiren
beyaz adamın imgesinden başka bir şeye denk düşmezler.
Bu nedenle, insan doğduğunda, aslında toplumun rahmine düşmüş bir
tohum olarak da tasavvur edilebilir. İnsan ancak erişkin bir insan oldu-
ğunda, (bu erişkinlik genellikle biyolojik erişkinlikte çakışmasına rağmen
onunla karıştırılmamalıdır) yani toplum binlerce yıllık birikimini rahmine
düşmüş insan yavrusuna aktardığında, insan insan olarak doğar.
O halde, sosyolojik olarak, bizi insan yapan her şey kültürü oluşturdu-
ğundan, aşağı yukarı kültür ve toplum aynı “şey”i karşılayan kavramlardır.
Dolayısıyla bu anlamda, kültür “ideolojik”, “politik”i de içerir bu sosyolo-
jik anlamıyla. Lenin’ler çağının tartışmalarında örneğin aşağı yukarı böyle
anlaşılıyor ve bu anlamı veri kabul edilerek tartışılıyordu.
Örneğin Lenin, kültür denen şeyin içinde politik ve ideolojik olanın bu-
lunmasından ötürü, bunu ayırmak mümkün olamayacağı için ve tam da bu
gerekçeyle, “kültürel özerklik” talebine karşı çıkıyor, bu ayrım mümkün
olmadığından; “kültürel özerkliğin” ideolojik özerklik anlamına geleceği;
bir toplumda egemen sınıfın ideolojisinin egemen ideoloji olduğu; dolayı-
sıyla; kültürel özerkliğin fiilen egemen sınıfın ideolojik egemenliğinin bir
aracı olacağı noktasından hareketle, “kültürel özerklik” talebini reddedi-
yordu.
Yani Lenin’ler, kültürü tam da sosyolojik anlamıyla kabul ettikleri için
“kültürel özerklik” talebini reddediyorlardı. İdeolojiden ve politikadan ayrı
bir kültür kavrayışı olamazdı.
Bu, onların, bugün çok kültürlülük kullanımında kültür sözcüğüne yük-
lenen anlamdaki talepleri desteklemedikleri ya da savunmadıkları anlamı-
na gelmiyordu. Aksine, bugün “çok kültürlülük” ya da “kültürel zenginlik”
bağlamında savunulan hakları çok daha esaslı olarak savunuyorlardı.
Örneğin bugün, Kürtçenin de tanınması, insanların Türkçenin yanı sıra
ana dillerini de öğrenmesi türündeki talepler, çok kültürlülük bağlamında
savunulmaktadırlar. Lenin’ler bu hakkı, çok daha radikal olarak, hiç de
çok kültürlülük bağlamında değil, demokrasi ve demokratik cumhuriyet
bağlamında savunuyorlardı. Ve bu savunuş bugünkünden bin kat daha ile-
ri ve doğruydu ve bugün de doğrudur.
Lenin’ler çağının işçi hareketi için, “bütün dillerin eşitliği” talebi var-
dı. Onlar için demokratik bir cumhuriyet, bir ulusu, her hangi bir dil, din,
etni, soy ile tanımlamazdı, burjuva devriminin ve Aydınlanma’nın progra-

257
Denemeler

mı ve ideallerine bağlı olarak. Dolayısıyla dil ulusu tanımlamanın bir ara-


cı değildi. Bu nedenle, Lenin’lerin çağının talebi, bütün dillerin eşitliğiydi.7
Bu aynı zamanda şu da demektir; hiçbir dil diğerinden imtiyazlı olma-
yacağından, demokratik bir cumhuriyetin, ulusu tanımlayan resmi bir dili
olmaz. Herkesin ana dilinde eğitim yapma hakkı, onu geliştirme, istediği
dili ana dili seçme hakkı olur. Dolayısıyla böyle bir cumhuriyet, bir dil ile
bir ulusun tanımlanmasını, tıpkı bir soyla, bir “ırk”la tanımlanmasını red-
dettiği gibi reddetmelidir.
Yani Klasik Marksist Demokratik Cumhuriyet programı, bu programın
ayrılmaz bir öğesi olan, tüm dillerin eşitliği talebi ve hedefi, bugünkü, dile
göre tanımlanmış egemen bir ulusun, kendisine zenginlik katmak için, bu
devleti güçlendirmek için, diğer dillerin de öğrenimini istemesinden veya
diğer dillerin, resmi dilin yanı sıra, kendilerinin de öğrenilmesini istemele-
rinden, bin kat daha radikal ve devrimciydi ve bugün de öyledir.
Birinde, bugünkünde, bir dile, tarihe, soya göre tanımlanmış egemen
bir ulusun toleransı, kendi çıkarlarını bu şekilde daha iyi savunmuş olaca-
ğı anlayışı yatarken; Lenin’lerin çağında ya da klasik işçi hareketinin prog-
ramında, tüm dillerin eşitliği ile ulusun bir dile, soya, tarihe göre tanımlan-
ması reddedilmektedir. Ne yazık ki, bu temel doğrular ve gerçekler sosya-
listler tarafından bile unutulmuş bulunmakta, bütün sosyalistler çok kültür-
lülüğün faziletleri üzerine sosyalist gevişler getirmektedirler.
Biz işçi hareketinin ve sosyalist hareketin, aydınlanmanın tamamlan-
mamış projesini; Demokratik Cumhuriyeti bayrağına yazması gerektiğini
söylerken, bugünkünden bin kat daha ileri, ama unutulmuş ve Stalinist kar-
şı devrimden sonra gerici bir ulus kavramına batmış olan sosyalist hareke-
ti bundan çıkarmaya çalışıyoruz.
Demokratik Cumhuriyet’in tarihin çöp tenekesine atıldığını ve aşıldığı-
nı söyleyenler ise, bizlerin bu talebi karşısında, gerici ulusçuluğun, kendini
bugünkü globalleşmiş dünyaya adapte etmesinin aracından başka bir şey
olmayan “çok kültürlülük” gibi kavramlarla oyalanıp; bu demokratik gö-
revlerden kaçışlarını; “emek eksenli mücadele” gibi, “enternasyonalizm”,
7 “Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı da şudur: hangi ulus ve hangi
dil için olursa olsun her türlü ayrıcalığın ortadan kaldırılması; (...) uluslardan biri-
ne herhangi bir ayrıcalık tanıyacak olan (zemstvonun (yani belediyenin), toplulu-
ğun vb. ) ulusların hal eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını
baltalayacak olan her türlü davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin
her yurttaşına, anayasaya aykırı olan bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını ta-
lep etme hakkı tanıyan ve aynı zamanda böyle hareketlere girişecek olanları ceza-
lara uğratan genel bir yasanın kabulü.” (Lenin)

258
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

“anti-emperyalizm” gibi, ilk bakışta çok sınıfçı ve anti-emperyalist ve de


enternasyonalist sloganların ve duruşların ardına gizliyorlar.
Ve bir hareket, demokratik bir cumhuriyet yerine, “emek eksenli” ya da
“ABD’ye karşı” hedef, eylem ve sloganları esas hedef olarak koyduğunda
ve yakalanacak ana halka olarak bunları aldığında, sadece işçileri ekono-
mist bir mücadeleye hapsetmiş olmaz; onları aynı zamanda müttefiklerin-
den de tecrit etmiş olur.
Örneğin, Kürt hareketi, tüm dillerin eşitliği talebinin, devletin Türklükle
tanımlanmasına, dilinin Türkçe olmasına; adının Türk devleti olmasına
karşı mücadelenin en büyük destekçisi olur. Böyle bir talep aynı zamanda
işçileri bölen ayrılıklara karşı mücadele olduğundan, tüm işçilerin birliği-
nin koşullarını da yaratır. Keza, böyle bir mücadele, bizzat Kürtlerin mü-
cadelesi içinde, devrimci demokrasinin güçlenmesine yol açar. İşçi sınıfı-
nı da ekonomist taleplerden ve tecrit olmaktan kurtarır. Böylece sınıfın sı-
nıf olarak örgütlenmesinin ve bir politik hareket oluşturmasının koşulları-
nı yaratır.
Bir devlet veya ulus, kendini bir dille, bir soy, bir tarih, bir etni ile tanım-
lamışsa, bir sosyalistin savunması gereken, tüm dillerin eşitliği talebi her
zamankinden çok daha acil olarak ortada duruyor demektir. Bir ulusu bir
dille tanımlamak sadece gerici bir milliyetçilik değil; aynı zamanda ırkçı-
lıktır. “Irk”ın ve ırkçılığın sadece biyolojik özelliklere dayandığını sanmak,
19. yüzyılın sömürgeciliğinin ırkçılığından başka bir ırkçılık tanımamak
demektir. Eski biyolojik özelliklere dayanan klasik sömürge dönemi ırkçı-
lığının yerini, çoktan kültüre, dile dayanan bir ırkçılık almış bulunmakta-
dır. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti de, dünyadaki diğer benzerleri gibi
aynı zamanda ırkçı bir devlettir.
Bunun karşısında bir sosyalistin savunması gereken, “ulusların ken-
di kaderini tayin hakkı” parolasının ardına gizlenerek, bunun karşısında
sesini çıkarmamak ve “emek eksenli mücadele” diyerekten ileri kaçmak
değil; ulusların bir dile, bir etniye, bir tarihe göre tanımlanması hakkını
reddetmek, tıpkı bir zamanların kuzey eyaletlerinin güney eyaletlerinden
ayrılarak, siyahları yurttaşlık haklarından mahrum eden ulus tanımlaması
haklarını reddetmeleri ve onu yok etmek için onunla savaşmaları gibi, bu
“hakka” karşı savaşmaktır.
“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, ama bu hak o kendi kaderini ta-
yin etmek isteyen, ulusu bir dil, bir etni, bir soy, bir din, bir kültür ile ta-
nımlamadığı takdirde bir hak olabilir. Ulusu bir dil, bir din, bir etni, bir
soy, bir kültür, bir din ile tanımlama hakkını tanımaz demokratik cumhu-
riyet. Ancak tüm dillerin eşit olduğu bir “ulus”, yani bir dili olmayan, bir

259
Denemeler

dile göre tanımlanmamış “ulus”; bir “kültüre göre tanımlanmamış, bir kül-
türü olmayan bir ulus; bir dine göre tanımlanmamış, bir dini olmayan ulus;
tüm dinlere, kültürlere; dillere aynı hakkı tanıyan; bunların hiçbir politik
anlamının olmadığı bir ulus; yine aynı şekilde kendini hiçbir dil, din, soy,
kültürle tanımlamamış bir ulustan ayrılabilir. Zaten bu hakkı garanti eden
de, Engels’in de ifade ettiği gibi, bir tek köyün bile, ayrılma hakkı olma-
sı; ulusun özgür komünlerin birliği olmasıdır. Eğer o köy, köyü veya ulusu,
her hangi bir soy, boy, etni, dil, tarih, din vb. ile tanımlıyorsa, bu “ulusların
kendi kaderini tayin hakkı” değil; ulusu gerici ve ırkçı bir ayrımla tanımla-
ma hakkı olur ki, bu hakkı tanımaz demokratik bir cumhuriyet.
Lenin özünde soruna böyle yaklaşıyordu. O bu anlamda demokratik
cumhuriyetin bu hakkı içerdiğini söylüyordu.8 Ama aynı zamanda ulusun
ne olduğu konusundaki belirsizlik ve ulusçuların ulus kavramını kabul et-
mesi durumundaki çelişki, demokratik cumhuriyetin içine giren mikrop
gibi önce onu hastalandırdı, sonra da yok etti.
Görüldüğü gibi kültür kavramı, 20. yüzyılın hayaleti olan ulus kavra-
mıyla, dolayısıyla burjuva toplumunun dini ve üstyapısıyla yakından ilişki-
lidir. Kültür kavramının şu veya bu şekilde tanımlanışı ve kavranışı, bütün
bir siyasi programı ve stratejiyi belirlemektedir.
Şimdi tekrar kültür ve çok kültürlülük kavramlarının analizine geri dö-
nelim.
Bugün çok kültürlülükten, kültürel renklerden ve zenginlikten söz edi-
lirken acaba kültür hangi anlamda kullanılmaktadır. Kültür kavramına
nasıl bir anlam verilmektedir ve bu anlam hangi sınıfın çıkarlarını koru-
manın aracıdır?

8 “Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokratik bir düzeni zorunlu kılar; öyle
ki, bu düzende yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel ola-
rak ayrılma sorununun demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı
değildir. Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşa-
bilir.” (Lenin)

260
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kültürün “Çok kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı


Kültür bugünkü kullanımda neleri kapsamaktadır?
Bugün en çok kültürlülükten yana olana bile, eğer şöyle denirse, o bu
çok kültürlülüğü kabul etmeyecektir.
Örneğin bir Alevi vatandaş çıkıyor ve diyor ki, benim kültürüme göre,
ben devlet ve vergiyi tanımıyorum. Devletin mahkemelerinin de yeri yok-
tur benim kültürümde. Keza bugünkü okulların da yeri yoktur. Benim kül-
türüme göre, bilgi yaşlılar aracılığıyla şiir, saz müzik eşliğinde ve günlük
hayat içinde yeni kuşaklara aktarılır. Bizde mahkemeler ve yazılı başka bir
hukuk da yoktur. Bir köyün ahalisi toplanır, bir sorun ya da suçlu varsa, ge-
leneklere ve aklına göre hep bir arada, bir karar verir ve verilen karar ortak-
laşa uygulanır. Eh, okul ve hâkimlere ihtiyacımız olmadığından, bu öğret-
men ve yargıçları eğitecek okullara bunların maaş ve eğitimleri için vergi-
lere; vergi vermeyenleri tutuklayacak askerlere ve polislere; dolayısıyla bu
asker ve polisleri eğitecek okullara ve öğretmenlere ve de bunlara verile-
cek maaşlara, hâsılı devlete de ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla bizim askere
gitmemiz, vergi vermemiz de gerekmez. Mademki çok kültürlü olmaktan;
kültürel zenginlikten söz ediliyor; bunlar bizim kültürümüzün en esaslı bö-
lümünü oluştururlar. Çok kültürlülük varsa, bizim askere gitmeme, vergi
vermeme, okula gitmeme hakkımızın olması gerekir.
Ya da başka bir örnek verelim: Birisi çıkıp diyebilir ki, benim kültü-
rümde kadın ve erkeğin birbiriyle görüşüp anlaşarak evlenmesi diye bir şey
yoktur ve ayıptır. Birisi ailesinin rızası dışında başka biriyle evlenir veya
ona kaçarsa öldürülmesi gerekir. Bu da bizim kültürümüz. Mademki çok
kültürlüyüz, bizim bu kültürümüzün tanınması gerekir.
Böyle yüzlerce binlerce örnek verilebilir. Şu çok kültürlülüğün en bü-
yük taraftarları bile, size karşı, bunların kültürün bir öğesi olmadığını,
bunların başka bir şey olduğunu söyler.
Ama siz de burada, ama o da senin kültürünün kültür tanımı; benim kül-
tür tanımıma göre de bunlar kültüre dâhildir dediğinizde, söylediklerinizi
uygulamaya kalktığınızda ne olacaktır?
O zaman, çok kültürlülüğün, bugünkü burjuva toplumunun ve gerici
ulusal devletlerin kültür kavramının diktatörlüğü olduğu görülür. Çok kül-
türlülük, kültürün, politik ve hukuki alanın dışına ilişkin olduğu şeklinde-
ki bir kültür tanımının diktatörlüğü olarak ortaya çıkar.
O zaman, çok kültürlü toplumun, çok kültürlülüğe saf saf inanıp, vergi
vermeyen, askere gitmeyen, mahkemeleri tanımayan; okula gitmeyenleri
hapse tıktığını görülecektir. Hatta çok kültürlülük masalına inananlar top-

261
Denemeler

lu halde davranırlarsa, üzerlerine askeri birliklerin geldiklerini ve kendile-


rini imha ettiklerini göreceklerdir.
Demek ki, çok kültürlülük aslında kültürün belli bir anlayışının diğer
kültürler üzerindeki diktatörlüğüdür. Siz kültür kavramına, devleti, vergi-
yi, askerliği, yani bugünkü burjuva devletinin, politik olanın alanına giren
şeyleri katmaya kalktığınızda, tanklar ve bombalarla; polis ve jandarma-
larla kültürün bunları kapsamadığı size öğretilir. Öğrenmezseniz de imha
edilirsiniz. Böylece çok kültürlülüğün aslında çok kültürlülük olmadığı,
kültür kavramının bir diktatörlüğü olduğu ortaya çıkar.
Ama biz yazımızın başında kültürün bilimsel tanımının insanı toplum-
sal yapan her şeyi kapsadığını; hatta geçen yüzyılın başında sosyalistlerin
de kültürü bu anlamda kabul ettikleri için, “kültürel özerklik” gibi talepleri
reddettiğini falan söylemiştik.
Ama şimdi, kültürün hiç de bilimsel olmayan, tamamen keyfi yapılmış
bir tanımının, bizlere silah zoruyla dayatıldığını görüyoruz. Bu silah zo-
ruyla dayatılan anlamında kültür tıpkı din gibi, politik olmayanla, kişisel
olanla tanımlanmaktadır. Burjuva toplumu, “din, inançtır” der. İnanç de-
mek, kişisel, özele ilişkin, politik olmayan demektir. Bir din çıkıp, “hayır
ben inanç değilim, özele ilişkin değilim, politik olmayan değilim, tüm top-
lumsal hayata ilişkinim, örneğin aynı zamanda hukukum” derse ve bunu
uygulamaya kalkarsa, dinin inanç olduğu ilkesinin diktatörlüğünü görür.
Böylece dinin inanç olmadığı; toplumda inanç diye sosyolojik bir ka-
tegori bulunmadığı; dine inanç demenin aslında modern toplumun dini ve
örgütlenme ilkesi olduğu; dine inanç demenin aslında hukuki, ideolojik bir
tanım olduğu ortaya çıkar.
İşte kültür için de olan, tamı tamına aynıdır.
Ama dine inanç demek, Aydınlanma çağında, kapitalizm öncesi toplum-
ların üst yapısının tasfiyesi anlamına gelirken; ilerici ve demokratik bir ka-
rakteri varken; kültür bağlamında aynı şeyi yapmak; kendini dil, din, etni,
tarih, kültür ile tanımlamış gerici ulusçuluğun ve ulusal devletlerin korun-
ması ve yaşatılması gibi anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahiptir.
Burjuva devrimleri çağında, kapitalizm öncesinde toplumlar inanç ya
da soya dayanan dinler ilkesine göre örgütlendiğinden onları politika dışı-
na itip, yepyeni bir toplumu örgütlemenin ilkesiydi dinlerin inanç ve özele
ait olduğu ilkesi. Yani modern toplumun dini, dinin inanç olduğunu; dola-
yısıyla özele ait olduğunu kabul eden dindir, daha da doğrusu dinin özele
ait olduğun kabul etmek için; özel ve politik diye bir ayrım ön koşul oldu-
ğundan; özel ve politik diye bir ayrımın toplumsal örgütlenmenin teme-
li olduğu dindir.

262
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bugün aynısı kültür alanında yapılmaktadır. Aydınlanma başlangıçta,


ulusu bir dil, din, etniyle tanımlamıyordu. Bizzat yurttaş ve insan kavram-
ları özdeş olduğundan; ulusun tanımında her hangi bir dil, din, soy ayrımı
ve ayrıcalığı; dolayısıyla da ulusun bir dine, dile, soya göre tanımlanması
reddediliyordu. “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” Aydınlanma’nın slo-
ganı ve idealiydi.
Ancak burjuvazi bunun tehlikelerini görüp buradan geri adım atarak
ulusu, yani yurttaşları, bir soy, tarih, kültür, etni, din ile tanımlamaya baş-
ladı. Ulus böyle tanımlanınca, gerici ulusçuluğun, diğer soy, etni, dil, din
ve kültürlerin üzerindeki baskısı başladı.
Böylece bu baskıya karşı hareketler de kendilerini aynı şekilde tanım-
lamaya başladılar. Yani ulusu her hangi bir dil, etni, soy, kültür, tarih ile
tanımlamayı reddetmek yerine, başka dil, din, etni temelinde yeni ulusla-
rın tanımı yapılmaya başlandı. Böylece gerici ulusçuluk, tıpkı bir DNA’nın
kendini üretmesi gibi, tüm yeryüzünü kapladı.
Devrimci dönemin, ulusu, yani politik olanı, bir dil, din etni, soy ile
tanımlamayı reddeden; vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen dönemin
ulusçuluğu, burjuvazinin ondan yüz çevirmesi karşısında işçi hareketi ve
sosyalist hareket tarafından Demokratik Cumhuriyet ve Enternasyonalizm
biçiminde savunulmaya devam etti. Ama Lenin’in yazılarında da görüle-
ceği gibi, modern toplumun dinin ve ulusun ne olduğunun kavranmaması,
bunun önce “ulusların kaderini tayin hakkı” biçiminde aşınmasını, (Çünkü
burada artık ulusun dile, dine, etniye göre tanımı fiilen kabul edilmiş olu-
yordu); Sovyetler’e bürokratik bir kastın egemenliği ile de, tüm sosyalist
hareketin, tıpkı burjuvazi gibi, gerici, ulusu, dile, dine, etniye bağlayan ge-
rici bir ulusçuluğu savunmasına ve bunun tüm sosyalist harekete egemen
olmasına yol açtı.
Ulusu bir etni, dil, din, soy ile tanımlamayı reddeden, devrimci demok-
ratik dönemin ulusçuluğu, sadece anarşistlerin geleneklerinde yaşadı. İşçi
ve sosyalist hareketin ulusu bir dil ve etniyle, dinle, soyla, tarihle tanım-
laması, enternasyonalizm ilkesinin bile içeriğinin burjuvazinin devrimci
döneminden daha da gerilere düşmesine yol açtı.
Aydınlanma döneminde, vatanım yeryüzü milletim insanlık diyenler ya
da ilk Enternasyonal’leri kuranlar, bundan kendini bir dil, din etin, soy
ile tanımlamamış özgür komünlerin birliğini; bu demokratik cumhuriye-
tin tüm dünyayı kapsamasını anlarlarken; gerici ulusçuluğu kabul etmiş
sosyalist ve işçi hareketinin enternasyonalizmi, bunu her biri kendini bir
dil, etni, soy, kültür, tarihe göre tanımlamış ulusların, dayanışması olarak
anlıyordu. Bu anlamda enternasyonalizm kavramının içeriği bile değişti;

263
Denemeler

gerici bir ulusçuluğun ve ulus anlayışının dünya çapındaki dayanışması


anlamını kazandı.
Bugünkü dünyanın durumu budur. Gerek burjuvazi gerek işçi hareketi,
modern toplumu, gerici, soya, dile, dine, tarihe, kültüre dayanan uluslar-
la tanımlamak bakımından birbiriyle yarışmıştır ve bugün yeryüzüne bu
uluslar ve devletler egemendir.
İşte böyle bir dünyada, muazzam iş gücü göçleri ve globalleşme bir yan-
dan; elektroniğin sağladığı olanaklar bir yandan; Avrupa Birliği gibi her biri
dile, tarihe, kültüre göre tanımlanmış ulusların birleşme girişimleri bir yan-
dan ve bu devletler içindeki ezilen dil, din, etni, kültürlerin direnişleri bir
yandan, dile, dayanan ulus tanımını zorlamaya başladı. Bu durumda, hem
gerici ulusçuluğu ayakta tutabilmek, hem yeni ekonomik ilişkilere uygun
daha esnek bir sistem oluşturabilmek için, çok kültürlülük parolası ve kül-
türün politik olmayanla, özellikle de dille tanımlanması gereği ortaya çıktı.
Çok kültürlülük, demokratik cumhuriyetin tüm dil ve kültürlerin eşitli-
ği ilkesinin aksine, ulusun beli bir dil ya da tarihle tanımlanmasını reddet-
memekte, bunu kabul etmekte, ama kültürel zenginlik, çeşitlilik, azınlık
hakları gibi kavramların ardında bunu esnetmekte; gerici ulusçuluğu glo-
balizm çağında yaşatmak ve savunmak için yeni bir mevziiye yerleştir-
mektedir.
Aydınlanma çağının burjuvazisi veya 19. yüzyılın işçi hareketi, bugünkü
gibi, kültürü özel olanla, politik olmayanla tanımlamak gibi bir şeye gerek
duymamıştı. Çünkü dillerin ve kültürlerin eşitliği, bunlara göre ulusun ta-
nımlanmaması; bunların bir politik anlamının olmaması, demokratik cum-
huriyet kavramının içinde bulunuyordu. Bu nedenle kültürü az çok bilimsel
olarak, tümüyle toplumsal olanla tanımlıyordu o zamanın sosyalistleri9.
Zaten ulus bir dille, tarihle, etniyle, dinle tanımlamadığınız bir dönem-
de, kültürü böyle politika dışıyla keyfi olarak tanımlama ihtiyacı ve sorunu
olmaz. Bir devlet, dini tümüyle kişinin özel sorunu olarak görürse; dillerin
hepsi eşit ve herkese ana dilinde eğitim yapma hakkı var ise, bugünkü anla-
mıyla kültüre ve çok kültürlülüğe ihtiyaç olmaz. Dillerin eşitliği ve laiklik
zaten böyle bir şeye gerek bırakmaz.
Ancak gerici ulusçuluğun tüm uluslara egemen olduğu bir dünyada,
böyle bir kültür kavramına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, ulus kavramının, bir
dille, dinle, tarihle, etniyle, kültürle tanımlanması ile kültür kavramının
böyle politik olmayanla tanımlanması arasında ayrılmaz bir ilişki bulun-

9 Veya daha ziyade, sanatın, yüksek bir eğitimin karşılığı olarak da kullanıyor-
du başka bağlamlarda. Ama bu başka bir sorundur.

264
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

maktadır. Çok kültürlülük, gerici ulus anlayışının ayrılmaz parçasıdır. Bir


ulusu, bir dil, din, etni, soy ile tanımlamayı reddeden bir ulusçuluk için,
çok kültürlülük gibi bir kavrama ihtiyaç yoktur. Devletin dili veya etni-
sitesi yoksa; tarihi, dini yoksa, o zaten suda yaşayan ve suda yaşadığını
bilmeyen balık gibi çok kültürlüdür.
O halde, çok kültürlülük kavramındaki kültür, aslında kültürün belli bir
tanımının; kültürün siyaseti, hukuku, ideolojiyi kapsamadığı şeklindeki,
hukuki, siyasi ve ideolojik bir kavramın diktatörlüğü demektir ve bu dik-
tatörlük, Aydınlanma’nın ve devrimci işçi hareketinin gericilik karşısın-
daki diktatörlüğü gibi de değildir. Elbette, Aydınlanma’nın ulus anlayışı,
demokratik bir cumhuriyet, örneğin din özeldir derken, dini özel olarak
kabul etmeyen veya özel diye bir ayrımı kabul etmeyen dinler karşısında
bir diktatörlüktür. Ama bu diktatörlük, tarihsel olarak, ilerici, kurtuluşçu
karakterde bir diktatörlüktür.
Ama kültürü özel olarak tanımlamanın diktatörlüğü, ulusların kültürlere,
dillere dayanacağı varsayımının diktatörlüğüdür, gerici ulusçuluğun dikta-
törlüğüdür. Bu gerici ulusçuluk içinde, ona dayanarak bir düzenleme getirir.
Tekrar edelim. Bugün kültür, büyük ölçüde, din kavramının benzeri,
özel olanla sınırlı gibidir. Ama aydınlanma din özeldir derken; eski siste-
min örgütlenme ilkesini, politik alanın dışına atıyor; onları parçalıyordu.
Bu anlamda, devrimci bir işlev görüyordu. Bugünkü sistem ise, çok kültür-
lülük derken, bugün dünyaya egemen olan gerici ulus devletleri parçalamı-
yor; aksine onları yaşatmaya çalışıyor. Çok kültürlülük ulusun dille, dinle
tanımlanmasını reddetmemekte; aksine bunu varsaymaktadır.
Bizlerin; devrimci demokratik işçi hareketinin sloganı çok kültürlülük
olamaz.
Bizlerin sloganı; ulusun tanımından her türlü dil, din, etni, soy, tarih,
kültür hatta coğrafya parçası tanımlamasını reddetmek; yurttaşlık ve insan
haklarını özdeşleştirmektir. Bizim sloganımız; tüm dillerin eşitliği; herke-
se ana dilinde eğitim, isteyenin istediği dili ana dil kabul etmesidir. Bizim
sloganımız, devletin dinlerden tümüyle elini eteğini çekmesidir. Bizim slo-
ganımız, devletin veya ulusun dili, dini, etnisi, soyu, sopu tarihi, kültürü
olmamasıdır.
Bunların olmadığı bir ulusta çok kültürlülük anlamsız bir kavram ola-
rak kalır.
***

265
Denemeler

Şimdi tekrar başa gelelim.


Avrupa’nın tek doğru sosyolojik karşılığının kapitalizm ya da burjuva
uygarlığı olduğunu görmüştük.
Ardından kültürün, “çok kültürlülük” kullanımındaki tanımının da,
bilimsel kültürün tanımıyla ilgisi olmadığını ve aslında bütünüyle hukuki
ve ideolojik bir kavram olduğunu gördük. İşin ilginci bu hukuki, politik
ve ideolojik kültür kavramının iddiası ve zorla dayattığı, kültürün hukuk,
ideoloji ve politiği içermediğidir.
Bundan başka çok kültürlülük kavramının ancak, ulusun gerici tanı-
mıyla bir arada var olabileceğini; yani burjuva uygarlığının en gerici biçi-
minin varoluşuna bağlı olduğunu ve o varoluşu sağlamaya yönelik olduğu-
nu gördük.
O halde çok kültürlülük burjuva uygarlığını ve kapitalizmi ve onun en
gerici biçimini yaşatmanın ilkesi olduğuna göre; burjuva uygarlığı ve ka-
pitalizmin karşılığı bir kod olarak da Avrupa kullanılabileceğine göre, çok
kültürlülük kapitalizm merkezli bir bakış demektir. Kapitalizm de Avrupa
demek olduğundan; çok kültürlülük, Avrupa-merkezciliktir.
Görüldüğü gibi, gerçek tam da kendi zıddı biçiminde görülmektedir.
Eh, zaten öz ve görünüş aynı olsaydı, ihtiyar Marks ya da diyalektiğin de-
diği gibi, tüm bilim gereksiz bir şey olurdu.
17 Ocak 2006

266
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Almanların En Meşhuru

Daha önce “Almanların En İyisi” diye bir yazı yazmıştık. Bu yazıda Al-
manların aslanda Alman olmayan veya kendini Alman kabul etmeyenle-
ri nasıl Alman olarak damgaladıklarını ve “en iyi” Almanlar arasına sok-
tuklarını; bu bağlamda solun da nasıl bir milliyetçilik yarışı içinde Marks’ı
“en iyi” Almanlar arasına sokmak için çırpındığını ve üçüncülüğü bir zafer
olarak kutladığını göstermiş ve eleştirmiştik.
Bu yarışmada, Almanlar, sağcısı ve solcusuyla hep birlikte Marks gibi,
soyu itibariyle Yahudi; kendini kozmopolit bir dünya vatandaşı gören; ulus-
ların ve ulusçuluğun düşmanı bir devrimciyi Alman yapmışlardı.
Einstein gibi, yine aslen Yahudi ve İsviçreli, faşizmden kaçıp Amerikan
vatandaşı olmuş. Yahudi asıllı olduğu için İsrail cumhurbaşkanlığı öneril-
diğinde bunu reddetmiş; ulusal devletlerin yerine bir dünya hükümeti ve
vatandaşlığı projeleri geliştirmiş yirminci yüzyılın en büyük bilim adam-
larından birini de Alman yapmışlardı.
Luther ki kendisi Alman milleti ve milliyetçiliğinden önce yaşamış;
kendini Almanlıkla değil; Hıristiyanlıkla tanımlayarak Protestanlığın ku-
ruculuğunu yapmış biri olarak bu yarışma ile Alman yapılmıştır.
Aslında bu Alman yapma, sadece modern ve yakın tarihle de ilgili de-
ğildi. Çok önceden, Germen kabileleri ile Roma arasındaki savaşlara kadar
uzatılmıştı. Öyle ki, aslında kendisi bir Roma generali olan ve Romalılara
karşı Germen kabilelerini örgütleyen Arminius, Hermann adıyla Alman
ulusunun atası olarak vaftiz edilmişti; Alman ulusal kahramanı olarak adı-
na anıtlar dikilmişti.

267
Denemeler

Eh, sadece Türk’ler Atilla’yı, Cengiz’i, Mao-te’yi (Mete), Osmanlı pa-


dişahlarını, Osmanlıları, hatta Sümerleri, Hititleri Türk yapacak değil-
lerdi ya! Almanya geri kalır mıydı? Zaten aslında bu Türklüğü icat eden
ve Türkiye’ye ihraç eden de dünya ihracat şampiyonu olan Almanya de-
ğil miydi? Patenti nasıl olsa onun elindeydi bu gerici milliyetçiliğin. Zaten
onun eline kimse şimdiye kadar su dökememişti. Hitler’in Almanya’dan
çıkması bir rastlantı mıydı? Ama Türklerin de bu alanda, Almanların iyi
talebesi ve tarihsel müttefiki hatta ilham vericisi olduğu inkâr edilemezdi.
Gerçi Türkler Alman tekniğini ve örgütlenme yeteneğini almakta pek bir
başarı gösterememişlerdi, ama Allah için, yiğidi öldür hakkını yeme, bu
gerici milliyetçiliği alıp geliştirmek ve uygulamakta doğrusu epey başarılı
olmuşlar hatta Almanlara, yapacakları Yahudi katliamı için ilham bile ver-
mişlerdi. Hitler Türklerin Ermenileri katletmesini bir emsal olarak göster-
memiş miydi Yahudilerin katli için.
Ama buna rağmen Almanlar yine de Türklerle baş edemiyorlardı. Boy-
nuz kulağı geçmişti. Türkiye Orta Doğu’daydı ve oralarda tarih binlerce
yıl daha eskilere gidiyordu. Germenlerin yazılı tarihe geçişi, onlarla iliş-
ki içindeki ilk uygarlık olan Roma aracılığıyla olmuştu. Bu da aşağı yuka-
rı iki bin yıl civarındadır. Ama Orta Doğu’da tarih ta Sümerlere kadar gidi-
yordu. Yani beş bin yıl daha eskilere. Eh, Sümerlerin de Sami bir dil konuş-
madığı, Turanî bir dil konuştuğu bilindiğine göre onların da Türk olmak-
tan başka çareleri yoktu. Böylece uygarlığın ilk yaratıcısı Türkler oluyor-
du. Almanların Türklerin bu “jeo-tarihsel” avantajı karşısında pek bir şan-
sı yok gibi görünüyordu.
Gerçi Türkler bu konuda bir süre sonra bir rekabetle karşılaştılar. Irak-
lılar, Sümerlerin ve Babillerin torunları olduklarını; Irak ulusunun ataları
olduklarını söylemeye başladılar. Neyse, şu Amerika Irak’ı işgal etti, Irak-
lılar şimdi Kürt, Sünni, Şii diye bölündü de, artık kimse Sümerlerle falan
uğraşmaz oldu.
Ama Türklere bu da yetmezdi. Dünyanın en eski milleti olma önceliği-
ni kimseye kaptırmamaları gerekiyordu. Onlar sadece tarihte değil, tarih-
ten önce de vardılar. Homo Sapiens’in göç yolları olduğu düşünülen yol-
lar; ilkokullarda Türklerin göç yolları olarak okutuluyordu. Sanılıyordu ki,
bununla kimse baş edemez artık. En eski ulus, tarihten önce de var olan
Türklerdir.
Türkler ulusçulukta Almanların iyi bir talebesi, hatta ilham vericisi ola-
bilir, ama Almanlarla asla baş edemezler. Onlar nasıl Türklerin alaturka yol-
larla yaptıkları Ermeni katliamından ilham alarak; en modern teknik ve ör-
gütlenme harikalarıyla Yahudileri, Çingeneleri, engellileri, eşcinselleri yok

268
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ettilerse, eskilikte de aynı modern yöntemlerle iş gördüler ve Türkleri kat be


kat aşarak bu milliyetçiliğin patentinin kendilerinde olduğunu gösterdiler.
Türkler Homo Sapiens’i mi Türk yaptı? Almanlar, Homo Sapiens’ten on
binlerce yıl daha önce yaşamış Neandertal Adamı’nı da Alman yaptılar ve
böylece, Almanlar sadece kıyıcılıkta değil, aynı zamanda ulusu ve ulusçu-
luğu tarihin derinliklerine götürmekte tekrar bayrağı ele geçirdiler.
Şaka değil. Almanya’nın en ciddi gazetelerinden ve gerçekten de Alman
burjuvazisinin ve kapitalizminin çıkarlarını epey yüksek ve kaliteli bir dü-
zeyde savunan Die Zeit isimli haftalık gazete (ki bu arada ben bir itirafta
bulunayım, ben sol gazetelerdense Die Zeit, Frankfurter Allgemeine gibi
kaliteli burjuva basınını okumayı tercih ederim ve onların tiryakisiyimdir.
İnsan kalitesiz bir dosttan öğrenebileceğinden çok daha fazla şeyi kaliteli
düşmandan öğrenebilir.) Neandertal Adamı’nı Alman yaptı.
Şaka değil, geçen haftaki son sayısının başlığı: “Der berühmteste Deutsche”
idi. Bu “En meşhur Alman” demek. (Ama “Almanların En İyisi” başlıklı
öteki yazımızla kafiyeli olsun diye biz onu “Almanların En meşhuru” diye
çevirelim ki bağlantı daha net görülebilsin.)
Peki, kimmiş bu “Almanların En Meşhuru”? Yanına bir de resmi koyu-
lan Neandertal Adam! Evet, hatta yanına resmini koymuşlar ve onu bugün-
kü Almanlar gibi sarı saçlı mavi gözlü bile yapmışlar. Yani ırk olarak da;
Alman milliyetçiliğinin geleneğine uygun bir şekilde, Alman olma kriter-
lerine uyuyor. Tabii Die Zeit gibi bir gazete Neandertal Adamı’nın Alman
pasaportu falan olduğunu söyleyecek kadar işi ayağa düşürmez; elbet bunu
sanki şakaymış gibi yapar; hatta biraz şaka yaptığını vurgulamak için ona
bugünkü Almanın kıyafetini de giydiriverir.
Ama burada şaka gibi yapılsa da, dünyaya ulusların ve ulusçuluğun ta-
rihinden bakış söz konusudur. Bunu bizler de öyle içselleştirmişizdir ki,
normal kabul ederiz. Bu normal kabul edişin anormalliği bazı kıyaslama-
larla daha iyi anlaşılabilir.
Örneğin, Neandertal bir bölgenin adıdır. Neander Vadisi demektir. Ke-
mikler bu bölgede bulunduğundan dolayı bu isim verilmiştir Homo sapiens
öncesi bu insan türüne. Peki, o zaman niye “en meşhur Neandertalli” de-
ğil de Alman? Çünkü bu bölge Almanya denen devletin toprakları içinde.
Burada, tanımlamanın muhakkak ulusa göre yapıldığını görüyoruz.
Başka bir örnek. Germenler bugünkü Almanların çoğunun atası olan bir
kavim, bir halk. O zaman Neandertal’in, Alman olarak tanımlandığı gibi,
Germen olarak tanımlanmasında da bir mahzur olmaması gerekir. Fakat
Germen bir Neandertal, örneğin “Germenlerin en meşhuru Neandertal
Adam” bizlere bir espri, şaka olarak bile saçma gelir. Ama aslında Alman

269
Denemeler

Neandertal’in dayandığı mantığa göre hiç saçma gelmemesi gerekir ya da


Alman Neandertal’in de an azından Germen Neandertal kadar, şakası bile
yapılamayacak kadar saçma gelmesi gerekir.
Denebilir ki, Germenliğin hiçbir politik anlamı yoktu, Almanlık politik
bir anlama sahiptir. Peki, o zaman Ortaçağda bugünkü Almanlar da kendi-
lerini Alman olarak değil, örneğin Hıristiyan olarak tanımlıyorlardı. Tüm
toplum Hıristiyanlığa göre örgütleniyordu. Nasıl bugün milletlere ve dola-
yısıyla Almanlığa göre örgütleniyorsa öyle.
O zaman, Neandertal’in, tıpkı Alman olduğu gibi Hıristiyan da olması
mümkün olur. Ama Hıristiyan bir Neandertal bizlere esprisi bile yapılama-
yacak kadar saçma geliyor.
Peki, Alman bir Neandertal Adam, Hıristiyan bir Neandertal veya Ger-
men bir Neandertal’den daha mı az saçmadır ve espri yapmaya uygundur?
Hiç de değil.
Ama gerici milliyetçilik insanların sudaki balıklar gibi içinde yaşadık-
lar, ama içinde yaşadıklarını bilmedikleri öyle bir sistem haline gelmiş-
tir ki, kimseye saçma gelmemektedir, Almanların En Meşhuru olarak bir
Neandertal Adam ve tam da bu nedenle, Die Zeit gibi bir gazete onu kolay-
ca Alman yapabilmektedir.
Tıpkı, daha önce Marks’ın veya Einstein’ın Alman yapıldığı gibi.
19 Ocak 2006

270
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme,


Kapitalizm ve Ulusal Devletler

Eskiler, “bina ve zina”nın çoğalması kıyamet alametidir derlerdi. Sanılanın


aksine bu öyle çok da yanlış bir gözlem değildi, yaşanmış tarihten çıkarıl-
mıştı. Tarihsel Devrimler, yani uygarlıkların “barbarlar” tarafından yıkılış-
ları yasasının yüzeyde bir görüngüyle ifadesiydi.
“Bina” demek kent demektir, kent demek uygarlık demektir; Uygarlık
demek sınıf farkları demektir; sınıf farkları demek sınıf savaşı demektir.
Sınıflar savaşı demek, bir tarafta üst ve egemen sınıf, diğer tarafta alt ve
ezilen sınıf demektir; bu da üst sınıfın üst ve egemen konumunu korumak
için oluşturduğu silah, yani devlet demektir; bütün bunların hepsi, egemen,
üst ve zengin sınıflarda İbn-î Haldun’un “bedevilik” dediği, ilkel komün
geleneklerinin henüz yaşadığı zamanın nefsine egemenliğinin; “bir lokma
bir hırka” geleneklerinin tükenmesi; dünya zevklerine düşkünlüğün, hâsılı
“zina”nın artması demekti. Ve bu alametler belirince de, o uygarlık, bir
kıyamet ile (Hikmet Kıvılcımlı’nın kavramsallaştırmasıyla, bir “Tarihsel
Devrim” ile bir “Barbar akını” ile; Bir “Kavimler göçü” ile) yok olmaya
yazgılı olması demekti. “Mene Mene Tekel Upharsin” (günlerin sayılı) her
uygarlığın alnına yazılmıştı.[*] Sodom Gomore ya da Lut, hep bu gidişin
kutsal kitaplara yansımış örnekleriydi.
[*] Mene Mene Tekel Upharsin: İncil’in Eski Ahit bölümünde Danyal Peygamber
Kitabı’nda, Balşatar’ın Şöleni hikayesinde geçen İbranice bir deyimdir. “Duvar-
daki yazı” olarak da bilinir. Eski ölçü ve para birimlerinin adları olan bu sözcük-
ler, “Tanrrı, senin krallığının günlerini sayılı kıldı” anlamına yorumlanır..

271
Denemeler

Şimdi de binanın ve zinanın olağanüstü arttığı bir çağdayız. Kıyamet


alametleri de belirdi. Gün geçmiyor ki buzulların eridiği; ozon deliğinin
büyüdüğü; bir zelzelenin ya da sel baskınının veya tsunaminin binlerce in-
sanın canını aldığı, bir salgın hastalığın veya tehlikesinin kapının önünde
olduğuna dair bir haber görmeyelim. Belli ki “Allah”, yoldan çıkan kulları-
nı cezalandırıyor. Binlerce ve milyonlarca insanın böyle düşündüğüne şüp-
he yok.
Ve derinden bakınca böyle bir düşünüşün pek de yanlış olmadığı görülür.
Allah’ın tıpkı doğa ve toplum yasaları gibi “ne yerde ne gökte, her yerde
ve hiçbir yerde” olduğunu göz önüne getirirsek, bu yasaların çocuksu bir
imgesi olduğunu unutmazsak, doğa ve toplum da, Allah da yasalarına uy-
mayan insanları cezalandırmakta olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nasıl,
doğayı itaat altına almak için ona itaat etmek gerekirse ve itaat etmeyeni
doğa cezalandırırsa, aynı şekilde Allah da (yani doğa ve toplum yasala-
rı da), kendisine itaat etmeyenleri gazabına uğratır; uğratmadan önce de,
semptomlar görülür (aklını başına toplaması için, alametler yollar).
Eskiden bu yasaları sezen ve bu yasalara uygun bir yaşam tarzını, yani
bir toplumsal düzeni öneren; Allah’ın elçisi denen, yani tarih ve toplum
yasalarını sezen ve onları insanların anlayacağı şekilde onlara anlatan an-
lamında, peygamberler vardı.
Bu peygamberler, yani tarihin ve toplumun yasalarını en doğru olarak
görüp buna uygun bir yaşam ve toplum düzenini insanlara anlatmaya ve
böyle bir düzen kurmaya çalışanlar kendi zamanlarının devrimcileriydi.
Modern çağlarda ise gerçekten peygamberler gibi zulüm ve azap içinde ya-
şayanlar; bu tarih ve toplum yasaları keşfetmeye ve ona uygun bir toplum
düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar, yani
günümüzün peygamberleri Tarihsel Maddeciler yani Marksistler oldular.
Nasıl bütün peygamberler, hep İbrahim’in soyundan ya da geleneğin-
den geldiler ve onun geleneğinin devamcısı olduklarını söylediler; yol-
larını kaybedip şaşırdıklarında tekrar ona dönerek yollarını buldularsa;
modern peygamberler de, yani Lenin’ler, Rosa Luxemburg’lar, Troçki’ler,
Kıvılcımlı’lar, Mandel’ler de hep aynı şekilde davrandılar. Yani hep Marks’a
dayandılar.
Biz de eski veya modern peygamberlerin bu yolunu yordamını izleye-
lim. Bu kıyamet alametleri karşısında, modern çağın peygamberlerinin
İbrahim’i Marks’a bakalım. Onun bulduğu tarih ve toplum yasaları; yani
“Allah’ın vahileri”, ne diyor, onlara bakalım.
Üretici güçler değişimlerinin belli bir noktasında, var olan üretim ilişki-
leri ve bu ilişkilerin hukuki ifadesi olan mülkiyet ilişkileriyle (yani siyasi,

272
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

hukuki sistemle, üstyapı ile) bir çelişkiye ve çatışmaya girerler. Bu, sınıflar
mücadelesinde ifadesini bulur. Ama ortada bir devrimci sınıf yoksa veya bu
devrimci sınıf bu ilişkileri değiştirecek yetenek gösteremezse; (yani Allah’a
gönül verenler zafer kazanamazsa), bir çöküş ve yok oluş (kıyamet) aksi du-
rumda ise devrim (Hakkın Zaferi) gerçekleşir diyordu. Yani kullar, yani in-
sanlar, Allah’ın dediklerine, yani Doğa ve Toplum yasalarına uygun davran-
malıdırlar; uygun davranılmazsa, o yasalar uymayanı cezalandırır.
İşte şimdi yaşadığımız bu felaketler, hep bu, Allah’ın dediklerine uygun
bir yaşam ve toplum düzeni olmamasından dolayı ve bunlar hep Allah’ın,
yani doğa ve toplum yasalarının insanları Marks’ın dediğine uygun olarak
cezalandırması.
Ne demişti Marks? Toplumsal yaşayışın yani hukuki, siyasi vb. siste-
min, yediğin, içtiğin, giydiğin, barındığın şeyleri üretme biçimine (üretici
güçlerinin düzeyine, dolayısıyla üretim ilişkilerine) denk olsun.
Bugünkü dünyaya bakalım ne görüyoruz? Bırakalım elektronik ma-
ğazalarını bir kenara; köşe başındaki bakkala gitsen artık ne görürsün?
Dünyanın dört bir köşesinden gelen mallar, Brezilya mangoları, Orta
Amerika muzları, Yeni Zelanda kivileri, İsrail avokadoları, Uzak Asya’nın
adı sanı bilinmez egzotik meyveleri vb. rafları doldurmaktadır. Eskiden her
sebze ya da meyvenin yendiği ve bulunduğu bir zaman olurdu, şimdi dört
mevsim her şey bulunabilir. Bu küçücük gözlem bize neyi gösterir?
Gören göz için şunu: Üretici güçler öylesine gelişmiş ki, artık bu ge-
lişkinlikle, dünya küçük bir köye dönmüştür. Ama buna mukabil, yüzler-
ce küçük devlet bu dünyanın biricik var oluş tarzı olmaya devam ediyor.
Peygamber Marks’ın dediğine göre, dünya ticaretinin ve üretici güçlerin
böyle gelişmişlik düzeyine ulusal devletler (yani bu mülkiyet ve hukuk iliş-
kileri, yani bu üstyapı) uymaz. Onun bir tek dünya devleti olması, bütün
ulusal sınırların kalkmış olması gerekir. Keza yine Peygamber Marks’ın
dediğine göre, bu kadar toplumsallaşmış bir üretime özel mülkiyet ve kâra
dayanan bir ekonomi de dar gelir. Bugünkü dünyada, Allah’ın dediklerine
uygun bir düzen, Hakka dayanan bir düzen; yani doğanın ve toplumun ya-
salarına uyan bir düzen; bütün ulusal devletleri yıkmış; özel mülkiyet ve
kar ekonomisine son vermiş bir düzen olabilir.
“Allah’ın vahyi” ya da doğa ve toplum yasalarının, yani Tarihsel Madde-
ciliğin, Marksizm’in dediği budur.
Böyle bir düzen olmazsa veya kurulamazsa, kıyamet habercisi felaket-
ler ve belirtiler görülmeye başlar ve insanlar doğru yola, yani doğa ve top-
lum yasalarının kendilerine bu söylediği şekilde bir toplum düzeni kurma-
yı başaramazsa, yıkılış, yani kıyamet kaçınılmazdır.

273
Denemeler

Kıyameti önlemenin tek yolu, bu tarih ve toplum yasalarının dediği gibi


bir düzen kurmaktır, bunun için devrim yapmaktır; bütün devletleri ve sı-
nırları yıkmak; kâr ve özel mülkiyeti ortadan kaldırıp insanların ihtiyaç-
larına uygun; azami kârı değil, doğa yasalarını ve insanların ihtiyaçlarını
gözeten bir üretim düzeni kurmaktır. Bu yapılamazsa, hak değil (yani doğa
ve toplum yasalarının gerektirdiği bir toplum düzeni değil) batıl (doğa ve
toplum yasalarına karşı duran, kâra tabi olan) üstün gelirse, kıyamet (in-
sanlığın yok oluşu) kaçınılmazdır.
Gerçekten de bütün bu felaketlere baktığımızda, nedenlerini araştırdı-
ğımızda, hep ulusal devletleri, sınırları ve özel mülkiyet ve kâr ekonomisini
görürüz. Bunu en son kuş gribi olayında görelim.
Evet, halkın sıradan gözlemi yanılmamaktadır. Bu tsunamiler, kuş grip-
leri, AİDS’ler, bina ve zinanın çoğalmaları, hep kıyamet habercileridirler,
yani bir sosyal devrim gereğini insanların gözüne gözüne sokan belirtilerdir.
***
Hastalıklar, mikroplar, virüsler, milyonlarca yıldır var. Bu mikroplar ve
virüsler milyonlarca yıldır mutasyonlar geçiriyorlar veya türden türe atlı-
yorlar. Ama bunların sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Tsunamiler,
depremler, sel felaketleri binlerce yıldır var, ama bunların sonuçları eski-
den başkaydı şimdi başka. Çünkü onlar bugünkü toplumsal düzen ve iliş-
kileri aracılığıyla insanların yaşamlarını belirliyorlar.
Örneğin tsunami’yi ele alalım. Milyarlarca insan tsunami ile ilk kez,
son tsunami felaketinde tanıştı ve bu kavramı ilk kez duydu. Ama Tsunami
Japonca bir kelime olduğuna göre, Japonlar bunu binlerce yıldır biliyorlardı
ve bunun için bir kelimeleri bile vardı.
Ama eskiden, yani globalleşmenin ve kapitalizmin böylesine yaygın ol-
madığı zamanlarda, bu felaketler olduğunda lokal kalıyordu. Muhtemelen
sahildeki balıkçı köyleri etkileniyor, onlar da birkaç kuşak sonra bunlardan
dersler çıkarıp örneğin küçük balıkçı köylerini yüksek yerlere kuruyorlar
ve felaketlerin zararını asgariye indiriyorlardı. Belki, hayvanların ya da
bitkilerin bu gibi felaketlerin işareti olabilecek davranışlarına göre bir tür
alarm sistemi bile oluşturulabiliyordu.
Ama global kapitalizm çağında işler değişti. Bu bölgesel ve doğal fe-
laketler, var olan toplum sisteminin yol açtığı felaketler haline geldi ve o
nedenle de birer kıyamet alameti, yani toplumsal düzeni değiştirmek ge-
rektiğinin belirtisi olarak görülmesi doğrudur.
Modern kapitalist toplumda her şey kâra dayanır. Ekonominin motoru
daha fazla kârdır. Ama daha fazla kâr veya kâr oranı elde etmek için; iş

274
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

gücünün fiyatının düşük olması gerekir. Onun yetiştirilmesi, korunması ve


yeniden üretilmesi ne kadar az masraflı olursa, fiyatı o kadar düşürülebilir,
dolayısıyla da o oranda yüksek kâr edilebilir; kâr oranlarının düşüş eğilimi
bir ölçüde olsun dengelenebilir.
İş gücünün fiyatı nasıl düşük tutulur?
İlk burjuva devrimleri olduğunda, onlar kendilerini tüm dünyada iş-
leyecek bir düzenin prototipi olarak görüyorlardı. Yani yayıldıkları ülke-
lerde de aynı düzeni geçerli kılmayı hedefliyorlardı. Ama bu fikirden ve
idealden hızla vazgeçildi. Bu devrimlerin yayıldığı ülkeler, devrimin zapt
ettiği ülkeler eşit haklı yurttaşlar olmadılar. Ya sömürgedir dendiler ve en
basit insan hakkından bile yoksun bırakıldılar ya da onların dilleri, dinleri
başkadır denildi ve yurttaş, dolayısıyla da insan kavramının dışında tutul-
dular. Böylece sermaye, daha ilk adımda, o dışta tuttuğu ülkelerden kaynak
aktararak “ana vatan”daki işçileri de satın almanın ve iş gücünün fiyatını
düşük tutmanın, böylece kâr oranlarını yükseltmenin yolunu buldu.
O dışta tutulan ülkelerdeki işgücünün fiyatının olağanüstü düşük olma-
sı için, en zorba devletler ve anti demokratik rejimler desteklendi.
Geri ülkelerde, hiçbir demokratik hak olmayınca, işçiler bir araya ge-
lip işgüçlerinin fiyatını yükseltemez; yani işgücü kendini savunamaz.
Dolayısıyla bu ülkeler muazzam bir açlık ve yoksulluk içinde bulunurlar.
Bu da ayrıca oralarda işgücü fiyatının daha da düşük olmasına yol açar ve
bu ülkelerdeki korkunç ucuz işgücü, esas zengin ülkelerdeki işgücünün ye-
niden üretiminin fiyatının düşürülmesini ve düşük tutulmasını sağlar. Bu
yöntemle burjuvazi bir taşta bir sürü kuş vurur.
İşgücünün yeniden üretilmesi nedir? Önce beslenmesidir. Geri ülkeler-
deki işgücü olağanüstü ucuz olduğundan, zengin ülkelerdeki işçilerin tüke-
timleri için çok ucuza yiyecekler ithal olur. Benzer şekilde, iş gücünün ye-
niden üretilmesi bir anlamda da tatildir. Modern üretimin yanı sıra modern
yaşamın yol açtığı stres, işgücünün hızla yıpranmasına yol açar. Bunun
yeniden üretebilir hale gelmesi için, yılda bir iki kere, deniz ve güneş al-
tında yenilenmeye tabi tutulur, bir tür rektifiyeden geçirilir. Geri ülkelerde
işgücünün fiyatı çok düşük olduğundan, iş gücünün “tatil” aracılığıyla ye-
niden üretimi çok ucuza mal edilir. Böylece zengin ülkelerdeki iş gücünün
fiyatını düşük tutmak mümkün olur. Bu da kâr oranlarındaki düşmeye kar-
şı bir ölçüde tampon görevi görür. Bu nedenle kitle turizmi denen, batılı
işçi kitlelerinin iş gücünün bant usulüyle yeniden üretilmesine yönelik bir
sanayi gelişir. Sahil boylarına muazzam oteller, tatil tesisleri yapılır. Doğa
ve tarih tahrip edilir. Kendine yeterli balıkçılar ve çiftçiler, turizm tesisle-
rinde boğaz tokluğuna çalışan hizmetçilere dönüşürler.

275
Denemeler

Turizmin halkları yakınlaştırdığı falan da tamamen bir propagandadır.


Aslında yerli halk orada turistlere hizmetçilik yapar. Yerli halkın kültürü
diye sunulanlar, turistlerin zevkine uygun yemek, dans ve müzik gösteri-
leridir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Yerli halk, otellerdeki çarşafları yıka-
makta, tuvaletleri temizlemekte, mutfaklarda onlara yemek yapmakla hat-
ta daha başka ihtiyaçlarını gidermekle meşguldür.
İşte birkaç ve temel nedenini ve görünümünü öylesine sıraladığımız
böyle bir dünyada, yani iş gücünün yeniden üretiminin bile globalleştiği
bir dünyada; ulusal devletler, sonuçlarıyla ve oluşturdukları ilişkilerle tsu-
namilerin de çok farklı sonuçlar yaratmasına yol açarlar.
Sahillere kurulmuş, “Denize sıfır” otellerdeki binlerce turist birden bire
bu felakete maruz kalır. Ama aynı zamanda, eskiden çoğu Tsunamilerin eri-
şemeyeceği yerlerde yaşayan ve çalışanlar artık o otellerin yanındaki yok-
sul yerleşim birimlerinde yaşamakta ve oralarda çalışmaktadırlar. Onlar da
başka biçimde yaşarlar. Yani bakkalda dört mevsim dünyanın başka bölge-
lerinden gelmiş muzları bulduğun bir çağda, ulusal devletler varsa bu, bü-
yük zenginlik ve yoksulluk farkları; sahillerde muazzam turizm tesisleri;
bu tesislerde boğaz tokluğuna çalışan ve hemen onların yanında yoksulluk
içinde büyük yerleşim birimlerinde yaşayan yerli insanlar demektir. Böyle
bir dünyada Tsunamiler başka türlü sonuçlara yol açmaktadırlar. Ama bu
sonuçlar Tsunamilerin değil, aslında o günkü dünyaya uymayan toplumsal
düzenin sonucu olarak öyledirler. Böyle bir dünyada ulusal devletler olursa,
bütün bunlar da olur.
Ve nihayet, globalizm çağında bu felaketlerin algılanması da başka olur.
Ölenler içinde batı ülkelerinin turistleri, yeryüzünün beyazları da olduğun-
dan, bütün medya bu felaketi tüm insanlara aktarır. Ama gerçek ile aktarı-
lan felaket farklıdır. Yardımlar da, haberler de hep beyaz adama yöneliktir.
Beyaz adamın içinde olmadığı felaketler gazetelerin köşesinde veya haber-
lerin sonunda küçük bir haber veya değinme olarak kalır.
Bir yandan böyledir, ama diğer yandan felaketlerin insanlara televizyon
vb. aracılığıyla duyurulması; bunun duyuruluş biçimleri ve bunların insani
sonuçları da en az o felaketler kadar korkunçtur. Sadece beyaz adamın uğ-
radığı felaketin anlatılmasını bir yana bırakalım, felaket haberini ve resim-
lerini hemen borsada yükselen ya da düşen hisse senedi listeleri; başka ha-
berler izler örneğin. Yani insanlar insan kardeşlerinin uğradıklarına da sa-
ğırlaşmaya başlar böylece.
Şimdi eğer, üretici güçlerin bugünkü gelişim düzeyine uygun bir top-
lum düzeni olduğunu varsaysak, o zaman da tsunamiler olurdu, ama önce
o dünya devleti buna karşı uyarı sistemleri kurmuş olurdu. Ulusal devlet-

276
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ler olmadığından bu muazzam gelir ve zenginlik farkları olmaz, o zaman


da, sahillerdeki tatil cennetleri ve cennetlerde çalışan işçilerin ve yerli hal-
kın cehennemleri olmazdı. Keza, toplumsal ve doğal dengeleri gözeten op-
timum büyüklükteki işletmeler nedeniyle böyle muazzam büyük turizm te-
sisleri ve aşırı şehirleşmeler olmazdı. Keza, iş gücünün aşırı sömürüsü ve
yabancılaşmanın ortadan kaldırılması hedef olduğundan, böyle aşırı çalış-
ma ve sömürünün ikiz kardeşi aşırı tembellik ve güneş altında günlerce ya-
tıp akşamları içmek ve eğlence adına her türlü rezaleti yapmak gibi turizm-
ler de olmazdı.
Görüleceği gibi, Allah, yani toplum ve doğa yasaları, kendilerine uygun
davranmazsa bir toplum, onu bir şekilde cezalandırmaktadır.
Eğer insanlar Tsunamilerin böylesine felaketlere yol açmasını; böyle fe-
laketlere kurban gitmeyi istemiyorsa, Peygamber Marks’ın dediklerine gel-
meleri, uluslara, sınırlara, özel mülkiyete ve kar ekonomisine karşı sava-
şa girmeleri gerekiyor. Aksi takdirde Tsunamilere veya ozon deliklerine ve
denizlerin ısınmasına veya biyolojik felaketlere bile fırsat kalmadan, muh-
temelen, yine bu üretici güçlerin gelişmişliği nedeniyle yayılmak kaynak
ve pazarları el geçirmek zorunda olan, Avrupa, Amerika, Çin, Japonya ve
Rusya arasındaki rekabet ve savaşlar içinde zaten bir nükleer kıyamete kur-
ban gidecekleri çok açık.
İşte kuş gribi de, böyle bir felaket. Onun yaşanışı ve sonuçları, global-
leşmiş bir dünyada, ama hala ulusal devletlerin, sınırların, özel mülkiyetin
ve kar ekonomisinin egemen olduğu bir dünyada, insanlara bir cezaya, bir
kıyamet alametine dönüşmektedir. Aslında Allah, doğa ve toplum yasaları
bu felaketlerle, insanları uyarmaktadır, yaşam ve toplum düzenlerini bir an
önce değiştirmeleri için, değiştirmedikleri takdirde de çok daha büyük fe-
laketler yaşayacakları için.
***
Mikroplar ve virüsler en başarılı canlılardır. Bizlere hayatın evrimi, en te-
pesinde memeliler ve insanın bulunduğu, en altta mikropların ve virüslerin
bulunduğu bir gelişim olarak aktarılır. Ama canlı olmanın, yani türün de-
vamını sağlamının ölçülerine vurduğumuzda, bırakalım insanları bir yana,
memelilerin bile başarılı bir canlı türü olduğuna dair hiçbir kanıt getirile-
mez. Bunlar bütünüyle antropomorfik ilerlemeci doğa kavrayışlarıdır. Şu
beğenmediğimiz dinozorlar bile, bir tür olarak 150 milyon yıl bu dünya-
da egemenlik kurmuşlardı ve eğer kozmik veya jeolojik bir felaket sonucu
yok olmasalardı belki bugün bile hala egemen olmaya devam edeceklerdi.

277
Denemeler

Memeliler şunun şurası topu topu 65 milyon yıldır onların yerini aldılar ve
her şey bunun birkaç yüz yıl içinde son bulacağını gösteriyor.
Mikroplar ve virüsler ise, sadece var olmaya değil, çeşitlenmeye de de-
vam ediyorlar.
Doğada sürekli olarak mutasyonlar olmaktadır, bu mutasyonlar sonucu
daha farklı özellikleri olan canlılar ortaya çıkmaktadır. Ama bunların çok
küçük bir bölümü onlara yaşam savaşında bir üstünlük sağlayabildiğinden,
diğer kuşaklara aktarılabilmektedir.
Çok yüksek bir öldürücülük ve kolay yayılma, yaşam savaşında mik-
roplara uzun vadede büyük bir üstünlük sağlamaz. Hızla yayılan çok öl-
dürücü bir mikrop, üzerinde var olup yayılacağı canlıları yok ettiğinden
aslında, tıpkı bugünkü insanlar gibi, kendi var oluş koşullarını da ortadan
kaldırırlar. Dolayısıyla, öldürdüğü canlılarda hiç bir direncin oluşmadığı
koşulda bile, bu kendi sınırlarına toslar.
Ancak hiçbir canlı türü tümüyle dirençsiz değildir mikrop ve virüslere
karşı. Daima, yine çok önceleri farklı bir mutasyona uğramış, ama bir işle-
vi yokmuş gibi görünen o mikroplara karşı bağışıklığı olan, şerbetli canlı-
lar, yani sürünün içinde bir kara koyun daima vardır. Tüm nüfus yok oldu-
ğunda, o mikroba dayanıklı “kara koyunlar” yaşarlar, bu sefer, o kara ko-
yunlardan türeyen ve o mikroba karşı bağışıklığı olan kuşaklar yaşadıkla-
rından, o hastalık fiilen yeni kuşaklar açısından eski öldürücü özelliğini yi-
tirmiş olur.
Milyonlarca yıldır bu süreç işlemektedir. Dolayısıyla bugün yaşayan
türler, hastalıklara karşı belli dirençler geliştirmiş türlerdir. Elbette sürekli
mutasyona uğrayan yeni mikrop ve virüs kuşaklarında bu süreç tekrarlan-
maktadır.
Mikropların tür atlamaları da tıpkı mutasyonlar gibi görülebilir.
Ne var ki, kapitalizm denen geniş üretim yordamıyla birlikte bu süreç
çok özgül bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Artık sorun biyolojik değil,
toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkar.
Kapitalizm geniş yeniden üretim yordamıdır. Yani aynı üründen mil-
yonlarcasının üretilmesi, mümkünse bütün dünya pazarına o ürünün ege-
men olmasıdır. Böylece binlerce canlı, doğanın ritminin de dışına çıkarıla-
rak, hormonlar, ışık hileleri vb. aracılığıyla, sermayenin devir hızını arttı-
racak ve dolayısıyla kâr oranının düşme eğilimini azaltacak şekilde üreti-
lir. Böylece olağan koşullarda doğada hemen hemen hiç bulunmayacak şe-
kilde, aynı türden binlerce, yüz binlerce canlı bir arada bulunmaktadır. Öte
yandan, geniş yeniden üretim, yani kapitalizm standardizasyon demektir.
Bu nedenle aynı tohumdan, aynı türden, aynı özelliklere sahip milyonlar-

278
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ca canlı üretilmektedir. Böylece bir türün ayakta kalmasını sağlayan çeşit-


lilik yok edilmektedir.
Bütün bu ve benzeri gelişmelerin birinci sonucu, her hangi bir hastalı-
ğın, yüz binlerce, milyonlarca canlının ölümüne yol açması veya hastalığın
yayılmasını önlemek için imha edilmesi demektir.
Sadece bu kuş gribiyle ilgili olarak Hollanda’dan bir örnek verelim.
İmhanın hangi boyutlarda olduğunun anlaşılması için:
“18 Mart 2003 tarihinde toplam 25 vak’a (20 vak’a yumurtacı küme-
sinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a hindi kümesinde)
tespit edilmiş olup, 673.041 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
27 Mart 2003 tarihinde toplam 54 vak’a (38 vak’a yumurtacı küme-
sinde, 9 vak’a broiler damızlık kümesinde, 4 vak’a hindi kümesinde,
2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup, 1.162.839 duyarlı kanat-
lı hayvan imha edilmiştir.
02 Nisan 2003 tarihinde toplam 31 vak’a tespit edilmiş olup, 556.028
duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
07 Nisan 2003 tarihinde toplam 32 vak’a (24 vak’a yumurtacı kü-
mesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a köy küme-
sinde) tespit edilmiş olup, 1.197.884 duyarlı kanatlı hayvan imha
edilmiştir.” (Avian Influenza (Tavuk vebası, Kuş gribi) Hastaliği Ve
Dünyadaki Durumu, Ragıp Bayraktar)
Bunlar sadece 2003 yılında üç hafta içindeki rakamlardır. Küçücük
Hollanda’da, yuvarlak hesap 3,5 milyon kanatlı hayvan, topu topu 200 has-
talık belirtisine karşı imha edilmiştir.
Burada kapitalizmde basit bir salgının bile nasıl pazar ve kar kaygısıy-
la korkunç katliamlara yol açtığı açıkça görülmektedir. Hollanda kanatlıla-
rının dünya pazarında rekabet şansının azalmaması için korkunç bir imha
gerçekleştirmiştir.
Kâra değil, insanların ihtiyaçlarına dayanan bir ekonomide, bir tek iş-
letmenin kârlılığı ya da verimliliği değil, tüm insanlık açısından verimlilik
göz önüne alınır ve insanların ihtiyaçları ile dünya ölçüsündeki verimlilik
ilişkisi göz önüne alınır.
Örneğin, kapitalist bir işletmenin verimliliği için, işin otomasyonu, ola-
bildiğince ürünün bir arada üretilmesi, işletme masraflarını azaltır. Zaten
bu nedenle on binlerce tavuk vb. bir arada büyütülür, dünya pazarı için. Bu
bir tek işletme açısından son derece rasyonel olabilir.

279
Denemeler

Ama insanlığın tümü göz önüne alındığında, bu irrasyonel olarak ortaya


çıkar. Sadece hastalık olasılıklarında yapılan imhalar göz önüne alındığın-
da bile, bu muazzam bir emeğin ve ürünün imhası anlamına gelmektedir.
Bir başka örnek; İngiltere’de her üretilen iki tavuktan biri Avrupa’ya
ihraç edilmektedir. Keza, İngiltere’de tüketilen her iki tavuktan biri de,
ithal edilmektedir. Bu tavukların da, uzak İngiliz sömürgelerinden değil;
Avrupa’dan ithal edildiğini varsaysak bile şöyle bir sonuç ortaya çıkmakta-
dır. İngiltere’de üretilen her iki tavuktan biri, bir Avrupa seyahati yaptıktan
sonra, Britanyalıların boğazına girmektedir.
Tek tek işletmeler ve onların kârlılıkları açısından bütün bu sonucu ya-
ratan işlemler son derece rasyonel olabilir. Ama ortaya sonuç itibariyle son
derece irrasyonel, her iki tavuktan birinin, bir Avrupa seyahati yaparak
tüketicinin boğazına girmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu seyahat
için tırlar, yollar, şoförler, bunların harcadığı yakıtlar, yol açtıkları çevre
tahribatları vb. göz önüne alındığında, çok büyük işletmelerin; dünya paza-
rı için üretimin insanların toplu yaşamı için hiç de rasyonel sonuçlar orta-
ya çıkarmadığı görülmektedir.
Ama böyle bir düzen için, kâr ekonomisinin ortadan kaldırılması; tüm
insanların ihtiyaçları ile toplumsal verimlilik ve doğanın dengesini güden
optimum büyüklüklere dayanan planlı bir ekonomi gerekir. Bu olmadığın-
da, yani, Marks’ın deyimiyle insanlar üretim yöntemlerine uygun toplum
düzenleri kurmadığında, örneğin hala kâr ekonomisine dayandıklarında;
planlı bir ekonomiye geçmediklerinde, doğa ve toplum kanunları onları
cezalandırmakta ve sonuçlar birer kıyamet alameti olmaktadır.
Burada kuş gribini örnek aldık, ama sorun sadece bu değil, örneğin deli
dana hastalığında da aynı durum söz konusuydu.
Buraya kadar sadece ürünlerin imhası boyutuna kısaca değindik. Bir
de, hastalıkların insana geçmesi söz konusu olduğunda, bu sistemin tüm
yaşayış tarzı, yani ulusal devletleri, geri ve zengin ülkeler vb. de katastrof-
ları pekiştirici bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin son derece öldürücü ve kaynağı muhtemelen Tropikal Afrika
mağaralarındaki canlılar olan ve onlardan insanlara geçen Ebola (Marburg)
virüsü üzerine araştırmalar şunu göstermektedir: Eskiden de, zaman zaman
bu virüs insanlara sıçramaktadır. Kabileler bu virüsün yol açtığı hastalığın
belirtilerini tanımlamışlardır. Ama o zamanlar, hastayla tüm ilişkiler kesil-
mekte, o insansız bir yerde ölüme terk edilmekte veya oraya bir daha uğ-
ranılmamakta veya o bölge yakılmaktadır. Elbette bunlar dinsel bir ritüel
içinde gerçekleşmektedir. Böylece hastalık daha doğduğu noktada lokalize
edilmekte ve yok olmaktadır.

280
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ama günümüzde globalleşmiş dünyada, insana bulaşan mikrop birkaç


saat içinde kıtaları aşmakta, Avrupa veya ABD’nin bir şehrinde ortaya çık-
maktadır. Ama daha da ilginci, bu gibi mikropların esas bulaştıkları nokta-
lar bizzat hastanelerin kendileridir.
Özellikle geri ülkelerdeki hijyenik ölçütlere, istenilse bile yoksulluk
nedeniyle uyulamayan hastaneler. Ama geri ülke demek her şeyden önce
ulusal devletler, yani gerçekte var olan kapitalizm demektir.
Böylece globalleşme çağında ulusal sınırlar ve bunun yol açtığı zengin-
lik ve yoksulluk farkları, hastalığın yayılışının ve katastrofa dönüşmesi-
nin bir nedeni haline gelmektedir. Belki bu Ebola’da henüz gerçekleşmedi,
ama AİDS ortada. Bugün Afrika’nın neredeyse yarısı AİDS’li. Aynı hasta-
lık zengin ülkelerde büyük ölçüde kontrol altına alınmış bulunuyor. AİDS,
Batı ülkelerinden tekrar Afrika’ya gelerek yayıldı.
Özel mülkiyet, bir de bu hastalıklara karşı ilaçların isteyen tarafından
üretilmesini engelleyerek, yani insanların hastalıklarını bir kâr aracı yapa-
rak bütün bu katastrofun üzerine tüy dikmektedir.
Sözde buna en fazla direnen ilerici hükümetler bile, özel mülkiyet ve
ulus devlet dışında bir varoluşu düşünüp bunun kavgasını veremediklerin-
den, yaptıkları benzeri ilaçlar için bile belli sınırlamaları kabul etmekte ve
ilaç firmalarına belli bir haraç ödemeye devam etmektedirler.
Bütün burada görülen sorunlar aynen kuş gribi olayında da görülmek-
tedir. Ancak, bunların yanı sıra, dünya pazarı için mücadelelerin; ekonomi
dışı zorunlu bir aracı da olmaktadır.
Örneğin kuş gribinin esas yayıldığı bölgenin bugün dünya ekonomi-
sinin en dinamik ve hızlı büyüyen bölgesi, Asya’nın Pasifik kıyıları ve
Güneydoğu Asya olması nedeniyle, Avrupalı ve ABD’li emperyalistler,
Asya ülkeleri karşısında rekabet güçlerini arttırmanın bir aracı olarak kuş
gribini oradan gelen mallara karşı engeller çıkarmak veya oranın mallarına
talebi azaltmak için kullanmaktadırlar.
Bu da o ülkelerin, kendileri de yine bizzat dünya pazarı için üretim yap-
maya programlanmış devlet ve işletmelerinin, ya hastalığı gizlemelerine ya
da tıpkı mallarının adı kötüye çıkmasın diye milyonlarca tavuğu imha eden
Hollandalılar gibi gereksiz ve abartılmış imhalara girişmesine yol açmak-
tadır. Ne var ki, her iki durumda da, bu ülkeler batılı ülkeler gibi zengin
ve organize olmadıklarından, emekçi halk için, bu gibi gizleme ve abartılı
imhalar tam bir felakete dönüşmektedir.
Böylece geri ülkelerde, sadece modern üretimin ve ilişkilerin değil, ka-
pitalizm öncesinin de darbesine maruz kalmaktadırlar. Tavukları imha
edilen Hollandalı işletmeci, devletten bunun karşılığında belli bir tazmi-

281
Denemeler

nat alır. Zarar sosyal olarak ödenir. Bu, onun için yoksulluk ve açlık anla-
mına gelmez.
Ama geri ülkenin küçük üreticisi ya gizlenen hastalığın kurbanı olur ya
da elindeki iki üç tavuk da alınıp açlığın ve yoksulluğun iyice pençesine dü-
şer. Türkiye’deki Kuş gribinde bütün bunlar görüldü. Türkiye’yi kapısın-
da tutmak isteyen Avrupa bunu bahane ederek, yeni tedbirler geliştirirken;
bundan korkan ve bunları engellemek isteyen Türk burjuvazisi ve devle-
ti, önce hastalığı gizledi, sonra da mızrak çuvala sığmayınca abartılı im-
halara girişti ve yoksul insanların soluk borusu olan birkaç tavuğunu yok
etti. Burada o insanların kaderi kimseyi ilgilendirmiyordu; ülkenin imajı,
yani Türk ürünlerinin yolunun tıkanmaması ve politik olarak Avrupa’nın
eline koz vermeme biricik kaygı olarak ortaya çıkıyordu. Haberlerdeki abar-
tılı görüntüler insanların yaşamları ve sağlıkları için değildi, Türk malları-
nın ve devletinin imajını korumaya yönelikti. Ama Türkiye’de bu akıl dışı-
lık zirvelere ulaştı. Hükümet ve devlet, kümes hayvancılığını yok etmek10
için bir vesile yaptı bu kuş gribini. (Bkz. Ek 1) Aslında kümes hayvancılığı,

10 F. Bila, 20. Ocak. 2006 tarihli Milliyet


“Sağlık Bakanı, sadece hastalığın ön plana çıktığı günlerle sınırlı olarak değil,
çok daha kalıcı, uzun vadeli önlemlerin alınması ve halkın da buna alışması
gerektiğini savunuyor.
10 Milyon İtlaf
Akdağ, önlemlerin kesin sonuç vermesi ve kalıcı olması için Türkiye’de tered-
düt edilmeden ev ölçeğinde beslenen yaklaşık 10 milyon tavuğun itlaf edilmesi
gerektiğini vurguluyor.
Akdağ, bu görüşünün gerekçesini şöyle özetliyor:
‘Kuş gribi virüsü göçmen kuşlardan kümes hayvanlarına bulaşıyor.
Onlardan da temas eden insanlara. Kuşların göç yollarını değiştiremeyece-
ğimize göre bu sorun sürekli bir nitelik taşıyor. Türkiye’de virüsün insan-
lara bulaşmasının nedeni, kırsal kesimde, ev veya bahçe ölçeğinde kümes
hayvanı beslenmesi. Elbette bunun ekonomik nedenlerini anlıyorum, ama
sonuçta devlet 3-5-10 kümes hayvanının sağladığı ekonomik katkıyı tela-
fi edebilir. Bu ekonomik kayıp karşısında dağınık ve açıkta kümes hayva-
nı beslenmesinin insanlarımıza yönelik olarak taşıdığı tehlike dikkate alı-
nırsa, ihmal edilebilir boyuttadır. Tarım Bakanlığımızın tespitlerine göre
Türkiye’de ev ölçeğinde beslenen kümes hayvanı sayısı 10 milyon civarın-
dadır. Bana göre kesin ve kalıcı çözüm, bu hayvanların itlaf edilmesi ve bu
tür kümes hayvanı beslemenin tümüyle terk edilmesidir.’
Kültür Değişmeli

282
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

kuş gribi gibi felaketlere karşı en emin savunma alanıyken, kitlesel imhala-
rı engellemenin en iyi yoluyken ve binlerce yıldır böyle engellenmişken, bu
ekonomi dışı cebir ile olağan rekabet ile değil, yasalarla, tedbirlerle küçük
üreticilerin, yoksul insanların soluk borularını tıkamanın yoluna da girildi.
Böylece, şarklı usullerle, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, yani kapitalizm
öncesi ve dışı yöntemlerle kapitalizmin yayılışı gündeme geldi. Kümes ve
bahçe tavukçuluğunun olağan rekabet yöntemleriyle yok edilmesi için bile
sabredemedi Türkiye’nin Müslüman ve Laik sermayesi.
Türkiye gibi geri bir ülkenin sömürgesi olan Kürdistan’daysa kuş gribi
Batı’dakinden ayrı boyutlarda yaşandı. (Bkz. Ek 2)
Ve sadece bu kadar da değil, kuş gribi, Kürtlere karşı bir ırkçı silah ola-
rak kullanıldı. O güne kadar, binlerce yıldır olduğu gibi hayvanlarla iç içe
yaşamış insanlar, uygarlıktan uzak pis vahşiler olarak gösterildi. Özel sa-
vaş dairesinin bir psikolojik savaş aracı olarak Türk orta sınıflarını yedek-
te tutması için kullanıldı.
Toparlarsak, kuş gribi örneğinde görüldüğü gibi, özel mülkiyet, kâr
ekonomisi klasik doğal felaketleri birer modern kıyamet alametine çevir-
mektedir. Bunu önlemenin tek yolu kâr ekonomisini ortadan kaldırmaktır.
Ancak gerçekte var olan, ulusal devletlere bölünmüş, zengin ve yoksul
ülkelerin olduğu bir kapitalizmde bunun şiddeti katlanmaktadır. Soyut ola-
rak pekâlâ yeryüzü ölçüsünde, Aydınlanma’nın ideallerine uygun olarak
bir tek kapitalist ülke mümkün iken, bugünkü kapitalizmin var oluşu için,
ulusal devletler ve zengin demokratik/gerici baskıcı devletler ayrımı siste-
min devamı için ayrılmaz bir koşul haline geldiğinden; gerçekte var olan
kapitalizmde felaketlerin şiddeti katlanmaktadır.
O geri ülkelerin sömürgesinde ise, Kürdistan örneğinde görüldüğü gibi,
bir sömürgeci savaş aracına ve ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok
edilmesine dönüşmektedir.

Sağlık Bakanı, kuş gribi virüsünün yarattığı ve yaratacağı tehlikenin artık Türk
insanının kültürünü değiştirmeye zorlayacak boyutta olduğunun altını çiziyor.
Hayvanlarla iç içe yaşama, kümes hayvanlarını sevme, onlarla temas etme, ço-
cukların oynamasına ve sevmesine izin verme gibi kültürel alışkanlıkların da
bırakılmasını salık veriyor.
Akdağ, bu konuya hükümetin çok ciddi biçimde eğildiğine bir örnek olarak son
Bakanlar Kurulu toplantısında, ilkokullarda çocukların kümes hayvanlarıyla
temas etmelerinin ne gibi tehlikeler taşıdığının bir ders gibi verilmesi üzerinde
de durulduğunu vurguluyor. Çocukların bu hayvanlarla temasının kesilmesi-
nin, kesin ve kalıcı önlemlerin başında geldiğine işaret ediyor.”

283
Denemeler

O halde kuş gribine karşı mücadele, ilk elde sömürgeciliğe ve ulusal


baskıya karşı; ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine kar-
şı bir mücadele içinde tüm emekçileri ve demokratik güçleri birleştirme-
yi hedeflemeli.
Ancak bu yetmez. Bu aynı zamanda bugünkü ulusal devletlere ve de ni-
hai olarak kapitalizme, yani özel mülkiyete ve kâr ekonomisine karşı bir
mücadele olmak; en azından ona dönüşmek zorundadır. Tabii Hak yolun-
dan gidenler için, yani doğa ve toplum yasalarının söylediklerini anlayan-
lar; onların uyarılarına kulak kabartanlar için.
Bütün belirtilerin gösterdiği gibi, günümüz dünyasında, kâra, özel mül-
kiyete, hâsılı kapitalizme karşı olmadan Hakka uygun bir toplumsal yaşam
kurulamaz.
26 Ocak 2006

284
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ek 1

Çiftçi Sendikaları Federasyonlaşma Platformu’nun şu bildirisi net bir fikir


veriyor yapılan, yapılmayanlar ve ne anlama geldikleri hakkında:

Çiftçi Sendikalari Konfederasyonlaşma Platformu


Sözcüsü Abdullah Aysu’nun
“Kuş Gribi ve Türkiye Tavukçuluk Sektöründe Yaşananlar”
Başlıklı Basın Açıklaması ve Raporu

Basına ve Kamuoyuna
Başından bu yana yeterli önlem alınmadığı için felakete dönüşen kuş gribi
olayını bir film şeridi gibi üzülerek izliyor, yetkililerin bazı açıklamalarını,
yönlendirmelerini taraflı, endişe verici ve çağdışı buluyoruz.
Yaşananları tek cümleyle anlatacak olursak; köy tavukçuluğuna karşı
meydan muharebesi uygulanmaktadır, diyebiliriz.
Başka bir deyişle, hükümet bazı uzmanlar tarafından da destekle köy ta-
vukçuluğunu yok edecek olan tek yanlı bir savaş ilan etmiş, savaşın adı da:
“Tavuk meydan muharebesi..”
Hükümet ve yetkililer “biz zamanında önlem almadığımız için has-
talık yayıldı” diyemedikleri için tavukların hemen hepsini (hastalıklı-
hastalıksız) ayrımsız bir biçimde öldürmekte, bütün insanlığın gözleri
önünde diri, diri gömmektedirler. Bu tutumun arkasında endüstriyel/fab-
rikasyon olarak üretilmiş tavuk eti ve yumurtaların üretimine destek olun-
ması vardır. Söz konusu entegre tesislerde üretilen tavukları tüketmenin
uygun/doğru olacağı vatandaşa öğütlenerek, niyetlerini ve politik tercihle-
rini açığa çıkarmaktadırlar.
Bir yandan köylünün besin ve geçim kaynağı olan tavuklar, kazlar, ör-
dekler, hindiler yok edilmekte, yoksul köylüyü daha da yoksullaştıracak tu-
tumlar içine girilmekte, diğer yandan kuş gribinden köy tavukçuluğu yapa-
rak geçinen ve beslenenlerin zararı yokmuş, olmayacakmış gibi bir tutum
sergilenebilmektedir.
Zarar gören kesimin sadece “zulüm endüstrisi” olan endüstriyel tavuk
yetiştiricilik sektörüymüş gibi basın açıklamaları yapılmakta, köy tavuk-
çuluğunun artık terk edilmesi gerektiği bakanlar düzeyinde açıklanabil-
mektedir.

285
Denemeler

Yalnızca endüstriyel tavuk yetiştiriciliğinin kurtarılması için toplan-


tılar düzenlenmekte, ekonomik paketler hazırlanmaktadır. Sürdürülebilir
köy tarımı içindeki gezici köy tavukçuluğunun sürdürülmesi için köy ta-
vukçuluğunun zararının karşılanması, tavuk başına verilen tavuk parası-
na indirgenmekte, köylünün kaybolan kazancını sağlamak ve yaşamak için
tutunduğu dalın yeniden oluşturulmasına yönelik çözüm arayışına gidil-
memektedir. Bakanların açıklamalarından anladığımız kadarıyla hüküme-
tin Türkiye’de yaşayan vatandaşların durumu ve nasıl yaşadığını bilmediği
anlaşılmaktadır. Yok, eğer biliyor da böyle davranıyorsa maksadının sor-
gulanmasına/tartışılmasına ihtiyaç olduğu orta yerde durmaktadır.
Köylünün besin (protein ihtiyacını) ve geçimini sağlamak için sürdü-
rülebilir köy tarımcılığı çerçevesinde serbest gezinen köy tavukçuluğunun
sürdürebilirliğine çözüm üretmekle de yükümlü olanların, ne yazıktır ki,
köy tavukçuluğunun sürdürülmesini ortadan kaldıracak yasal hazırlıklar
içinde oldukları duyumlarını almaktayız.
Yetkililer endüstriyel tavukçuluk denilen binlerce tavuğu güneş gör-
mez, ayağı toprağa değmez, dış dünya ile tanışmadan bıçak, ateş, tencere
ile tanışan üretim sistemine koşar adım yönelmekte ve yönlendirmektedir.
Oysa ki hükümetimizin koşar adım yöneldiği ve yönlendirdiği sistem, bir-
çok gelişmiş ve az gelişmiş ülke ve çiftçileri tarafından kaçar adım terk et-
meye başlamıştır.
Bir kesime “üret”, bir kesime “sen üretme, pazar ol!” deme hakkı olma-
dığı gibi, bu durum eşitlik hakkına/ilkesine de aykırıdır. Bu yaklaşımı IMF
bir çok ülkeye dayatmakta ve birçok ülkede de uygulattırmaktadır. Bu ne-
denle IMF’nin meşruluğu gezegenimizde yaşayanların tamamına yakını
tarafından tartışma konusu olagelmektedir. Tarafsız bir şekilde vatandaşla-
rın hepsine aynı hizmeti ayrımsız olarak yapmakla görevli olanların böyle
bir tercih kullanma arzusu içinde olması; düşündürücüdür.
Çiftçi sendikaları olarak, yetkililere, “köylüler de vatandaşınızdır” ha-
tırlatması yapıyor olmaktan üzüntülü olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.
Üstelik tercihlerini ve uygulamalarını yalnızca endüstriyel tavukçuluk-
tan yana yapanlar; kuş göç yollarının konaklama yeri olan göl ile deltalar-
da yeterli önlem almayarak eksik ve kusurlu davranma siciline sahip olma-
sı biz çiftçileri endişelendirmektedir.
Bütün bunları söylerken her şeyin aynı şekilde devam etmesi ve sürme-
si gerektiğini elbette ki söylemiyoruz.
Çözüm olarak şunlar yapılmalıdır:
Öncelikle hastalığın yayılmasını engellemek için harcanan çabalar sür-
dürülmeli. Kuş konaklama alanları olan deltalar, göllerin çevresi hemen

286
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

şimdi kanatlılardan arındırmalı ve kanatlılardan arındırılmış bir şerit oluş-


turulmalıdır. Bu şeritlere yakın bölgelerde serbest gezinen tavuklar için
belli süreler kapatılacakları kafes tel bölmeler yapılmalı ve köy tavukçulu-
ğu yapanlar buna zorunlu tutulmalıdır.
Kafes tellerin örnekleri devlet tarafından yapılmalı, tavuk yetiştiricile-
rine faizsiz ve uzun vadeli olarak destek verilmelidir.
Bu şerit sadece kanatlılardan arınmamalı, göç yolarındaki konaklama
alanlarında endüstriyel değil, organik tarım yapılması zorunlu hale getiril-
melidir. Yani, tarımsal üretimde kimyasal gübre ile kimyasal ilaç asla kul-
lanılmamalıdır.
Kuş konaklama alanlarının çevresinde yapılmış olan konutlar derhal
kaldırılmalıdır.
Tarım İl Müdürlüğü elemanları sadece tavuk itlafı için köye gönderil-
memelidir. Tarım elemanları hafızalarda sadece tavuk öldürücü olarak yer
etmemeli, iyi yönlendirilme ve olanak sunulması halinde çok yararlı işler
yaptıkları geçmiş çalışmalarından hatırlanmalıdır.
Tarım İl Müdürlükleri, tavuk hastalığında ve teşhisinde uzman olan ele-
manlarını köylere önden göndermeli; tavukların hastalıklı olup olmadıkla-
rını bu uzmanlar belirlemelidir. Bunların ardından hastalıklı tavukların it-
lafı için ayrı bir ekip(ler) köye gitmelidir. Sağlıklı tavuk, kaz ve ördeklerin
yaşatılması için eğitim verecek, donanım sağlayacak ve kuracak olan ele-
manlar, uzmanlardan sonra köye girmelidir.
Elemanlar aynı zamanda hastalıklı olmayan tavukların ayrımını yapan
uzman öncülerin girdiği köylerdeki bulguların değerlendirilmeleri doğrul-
tusunda itlaf yapmalı sağlıklı tavukların yaşatılmasına özel önem ve titiz-
lik göstermelidir. Bütün köyler (hastalık bulgusuna rastlanan ve rastlanma-
yan) gezilerek tavuk besleyenler eğitilmeli, tavuk menşeimiz ve tavuk çe-
şitliliğimiz koruma altına alınmalıdır.
Yetkililer bütün köylerde sadece tavukları öldürüp, tavuk menşeimi-
zi yok edecek itlaf ve itlaf karşılığı olarak tavuk başı para vermeyi değil,
beraberinde menşeimizi korumak, köy tavukçuluğunu sürdürebilmek bu-
nun için gerekli düzeneği kurabilmesi amacıyla da köylülere ayrıca destek
vermelidir. Yani amaç sağlıklı köy tavuklarını yaşatmayı esas almalıdır.
Başka bir deyişle; yetkililer, gıda güvencesinin sürdürülebilir olması için
sürdürülebilir köy tarımı bütünlüğü içinde gezici köy tavukçuluğunu ya-
şatmak için çalışmalıdırlar.
Çünkü Türkiye köylüsünün herkes kadar sağlıklı tavuk eti ve yumurta-
sı ile beslenme ve bu yetiştiricilikten geçimini sağlama hakkı vardır. Bu te-
mel bir insan hakkıdır. “Halkın oyları ile iktidara geldim, ben böyle uygun

287
Denemeler

görüyorum ve yaparım” yaklaşımı, oy ile gelenlere de verilmemiştir. Temel


olan insan hakları ve hayvan haklarıdır. Buna herkes gibi halkın oyları ile
gelenlerin de uyma zorunluluğu vardır.
Ayrıca Türkiye’de yaşayan tüm insanların sağlıklı, güvenilir, sürekli
beyaz et tüketme ihtiyacı ve hakkı, hükümetlerin de bunu sağlama görevle-
ri vardır. Bu çerçevede Türkiye endüstriyel tavuk üretim sektörüne baktı-
ğımızda üretim tarzının getirdiği olumsuzlukların dışında kaygılanmamı-
zı gerektirecek pek çok sorun bulunmaktadır.
Bugün kuş gribi bahanesi üzerinden köy tavukçuluğunu, yarın herhan-
gi başka bir hastalık bahanesi ile köy inekçiliği, koyunculuğu ve keçiciliği-
nin neslini mi tüketeceğiz?
Hükümetin sürdürülebilir köylü tarımını, zamanında önlem almayarak
insan sağlığı ve hayvanların felaketi üzerinden bir propaganda yürüterek
tasfiye edip, yerine şirket tarımcılığını ikame etmek istemesi bizi endişe-
lendirmektedir. Hükümetin tarım ve hayvancılık konusunda attığı her adı-
mı bu nedenle yakın takibe almanın gerekliliğine inanmaktayız.
Hükümeti köylüden yana olmayacaksa da en azından üretici kesimler
arasında tarafsızlığa, eşit davranmaya, halkı yanlı ve yanlış bilgilendirme-
den kaçınmaya, doğru bilgilendirmeye davet ediyoruz.
Saygılarımızla.
Abdullah Aysu
Çiftçi Sendikalari Konfederasyonlaşma Platformu

288
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ek 2
Köxüz sitesinde Ümit’in yaptığı karşılaştırmaları içeren şu yazı bir fikir ve-
rir:[*]

Grip Kuş ve...


Bir iki ay önce batıda bir yer;
Birkaç kuşta tespit edilen kuş gribi nedeniyle çiftlikler boşaltıldı,
Birkaç gün önce doğuda bir yer;
Birkaç insanda görülen kuş gribi nedeniyle boşaltılacak çiftlik buluna-
madı.
Bir iki ay önce batıda bir yer;
Tüm kanatlılar; her türlü modern yöntemler kullanılarak itlaf edildi.
Her kuş için vatandaşa ödenecek tutar ulusal basın dahil bir çok yöntem-
le ilan edildi.
Birkaç gün önce doğuda bir yer;
Birkaç memur bulabildikleri birkaç tavuğu -çoğu ölmüştü- çıplak el-
leriyle bir römorka yüklediler. Kanatlılara yine az da olsa bir para ödendi.
Bir iki ay önce batıda bir yer;
Köy girişlerindeki traktörler dâhil her şey modern yöntemlerle ilaçlan-
dı, Kuş gribinin tehlikeleri ve ilgili korunma yöntemleri bol bol anlatıldı.
Medyada ilaçlama görüntüleriyle birlikte sunuldu bu hem de.
Birkaç gün önce doğuda bir yer
Ölen insanlar ve hastalığa yakalananlar hastaneye kaldırıldı ve ilgililer
bunun kuş gribi olmadığını insan gribi olduğunu açıkladılar. Aynı aileden
dört kişi aynı anda zatüre olmuşlardı hepsi buydu...
Bir iki ay önce batıda bir yer;
İyi ki kimse ölmemişti, büyüklerimiz! tehlikenin geçtiğini hatta dini
usullere uygun kesildiğinde; yine bir kuş olan tavuk etini yiyebileceklerini
açıkladılar. Çiftlik sahipleri ne derece modern yöntemlerle tavuk ürettikle-
rini reklam ettiler. Biz mutlu olduk. Artık tehlike geçmişti.
On beş gün önce doğuda bir çiftlik!
Çiftlikteki tüm tavuklar telef oldu.Yüreğimiz ağzımıza gelmişti ki yet-
kililer olayın nedenini açıklayıverdiler” korkulacak bir şey yoktu, yolcu-
lukları boyunca çok hırpalanan tavuklar kamyon şoförünün kasislerden
çok hızlı geçmesi nedeniyle ölmüşlerdi” hepsi buydu, inanmıştık.!
Bkz: <www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=266&It
[*]

emid=87>

289
Denemeler

Birkaç gün önce doğuda bir yer


Sağlık bakanı açıklayıverdi korkulacak bir şey yoktu. Olay basit bir kuş
gribi vakasıydı. Ölen “unsurlar” (Sayın Başbakan vatandaşına, emek ör-
gütlerine, STK’lara unsur demeyi tercih ediyor, bildiği bir şey var galiba
bizde öyle yapalım) kuş gribinden ölmüşlerdi.
İlgililer ve yetkililer açıklayıverdi; önlem alınmıştı, kuş gribine yaka-
lananların aileleri yakın temasta olanları tıbbi korunmaya alınmıştı. Başka
hiçbir önleme gerek yoktu, ölen olursa bunların da tahlilleri alınacaktı.
Yani rahat olunmalıydı.
Tarım bakanı açıklayıverdi; bu basit bir vakaydı, daha önceden de bu
bölge üzerinde şüpheleri vardı, çünkü ülkemizde biri Kars, diğeri batıdaki
göller bölgesi olmak üzere göçmen kuşların giriş yaptığı iki güzergâh var-
dı. Ama panik olunmadan durum atlatılacaktı.
Televizyonlar duyuruverdiler; hem de kuş gribine yakalananların, üşü-
tüp hasta olmasınlar diye tavuklarıyla birlikte uyuduklarını, ölmek üzere
olan tavukların kesilip yenildiğini üstelik çocukların bu kesik başlarla na-
sılda güzel oyunlar oynadığını atlamadan.
Önce zatüre bakanın açıklamasından sonra kuş gribi diyen profesörler
açıkladılar; ilaç gelmişti artık müdahale edebileceklerdi.
Almanya da kuş gribi vakası hiç olmamasına rağmen tedbiren nüfusun
onda birine yetecek kadar hâlihazır da ilaç vardı ne de gereksiz bir şeydi
bu; insanlar öldükten sonra da ilaç temin edilebilirdi pekâlâ.
TV’ler ilgili hastalıktan ölmüş tavukları halkın, çocukların çıplak elle-
riyle traktöre nasıl kayıtsızca yüklediklerini, halkın sırf parasını az buldu-
ğu için kuşları vermediklerini, bu halkın nasılda cahil olduğunu her kare-
siyle gözümüze soka soka gösterdi.
Okulda birkaç öğretmen tavuklarıyla birlikte uyuyan cahillere güldü!
Öyle ya tavuklarıyla aynı odada uyuyamazdı insanlar. Ama eğer insansa-
lar!
Bugün bir haber; yaklaşık otuz kişi hastaneye kaldırılmıştı – Doğuda
birçok yer –
Ama kim korkar bundan biz her gün trafikte bile bundan daha çok in-
san kaybetmiyor muyuz?
Sahi şu meşhur tavuklar yesin diye ithal edilen mısırlara ne oldu baka-
nım? Birkaç kilosunu birlikte patlatıp yeseydik, Yüzüncü Yıl Hastanesi’nin
önünde tavuklara da hastalara da verirdik yesinler diye. Basına her şey bittik-
ten sonra bilgi vermekten! başka, zaten yapacak ne işimiz var ki... Değil mi?”

290
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları,


Ticari Sırlar

Türkiye’de burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde,


yolsuzluklar, karşı tarafı sindirmenin, tecrit etmenin, geri çekilişe zorlama-
nın bir aracı olarak kullanılmaktadır.
Bürokratik oligarşi, burjuvaziyi sindirmekte ve geri çekilişe zorlamakta
bu aracı çok daha etkili ve başarılı olarak kullanmaktadır. Bu etkili ve ba-
şarılı kullanışın nedeni kendisinin daha temiz ve namuslu olması değil, bu
silahları kullanabilecek pozisyonda olmasıdır.
Tüm sırları bilirseniz, bunları istediğinize karşı istediğiniz gibi kulla-
nabilir ve en önemlisi de kendi sırlarınızı koruyabilirsiniz. “Milli sır” veya
“devlet sırrı” dediniz mi akan sular durur. Bu zırh karşısında burjuvazinin
bu zırhı delecek bir mızrağı yoktur. “Milli sır, neymiş milletten gizlenemez
hiçbir sır; devlet devlet ise millete hizmet etmelidir. O halde devlet sırrı da
milletten gizlenemez!” diyecek cesareti yoktur burjuvazinin. Bu nedenle,
bırakalım yolsuzlukları bir yana, ordunun harcamalarını ve bütçesini de-
netleyecek ve belirleyecek cesaretten bile yoksundur.
Ama buna karşılık, kendisi, devlet partisinin ve oligarşisinin yolsuzluk
suçlamaları karşısında, “ticari sırlar” veya “özel hayatın gizliliği” gibi, as-
lında ardına sığınması bir bakıma suçu kabul anlamına gelebilecek olan işe
yaramaz içine girilmez siperdedir. Bu nedenle, bürokratik oligarşi, yani or-
dusu ve bürokrasisiyle Türk Devleti, Emin Çölaşan gibi tetikçiler aracılı-
ğıyla burjuvazinin her türlü manevrasını kolaylıkla, yolsuzluk silahını kul-
lanarak püskürtebilmektedir.

291
Denemeler

Çok namuslu, temiz, kire bulaşmamış görünen ordu (ki bu sadece görü-
nüştür, her hangi bir denetim olanağı bulunmadığı için, yapılan her şey as-
keri sırlar örtüsünün altına gizlendiği için, kol kırılır yen içindedir) aslında
bütün bu yolsuzluk, irtikâp ve çürümenin gerçek sorumlusudur.
Sorumlusudur çünkü insanların demokratik haklarının olmadığı; fikir
ve örgütlenme özgürlüklerinin olmadığı; her şeyin açık veya gizli devlet
organlarının kontrolü altında olduğu bir ülkede, işçi sınıfı ve diğer ezilen-
lerin kendi öz örgütlenmelerini yaratma; politik hayata ağırlıklarını koyma
olanağı olmaz; kendilerini sermayenin ve devletin saldırılarına karşı koru-
maları olanağı olmaz. Bu da zenginlik ve yoksulluk farklarının korkunç
boyutlara varmasına, demokratik denetim mekanizmalarının hiçbir şekilde
oluşma ve gelişme olanağı bulamamasına; bürokratik keyfiliğin sonsuz art-
masına yol açar. Bütün bunlar da ezen ve ezilen sınıfların tamamında kor-
kunç bir çürümeye; bu çürüme de tekrar bu olumsuzlukların pekişmesine,
umutsuzluğun yaygınlaşmasına, işini halledebilmek için ahbap, tanıdık,
torpil ilişkilerinin güçlenmesine vb. yol açar. Böylece, kendi kendini bes-
leyen bir çürüme, anti demokratikleşme, aşırı bir yoksulluk ve zenginlik
çemberi ortaya çıkar.
Türkiye’de doksanların başından beri yaşanan tamı tamına böyle kendi
olumsuzluklarını besleyen bir süreçtir. Bu süreci başlatan, duvarın yıkılışı
oldu. Bu yıkılış, 12 Eylül şokunu atıp toparlanmaya başlayan toplumsal
muhalefeti birden bire demoralize etti ve sıfırladı. Bürokratik oligarşinin
egemenliğini korumak için özel savaşı başlatabilmesi, Kürt sorununda tam
bir inkâr ve baskı politikasına yönelmesi; az çok reform düşünen burju-
vaziyi tamamen tasfiye edebilmesi (Özal’ın öldürülmesi); kendi içinde de
benzer politikaları önerenleri tasfiyesi (Eşref Bitlis’in öldürülmesi) müm-
kün oldu. Bundan sonra mekanizma artık zaten kendi kendini üretir oldu.
Ne var ki, bu tasfiyede, devlet bürokrasisinin en önemli silahlarından
biri, yolsuzluklar oldu. Burjuvazide her zaman bulunan yolsuzluklar oldu.
Ne devlet bürokrasisi, ne de burjuvazinin diğer kesimleri yolsuzluklardan
daha azade değildir. Ama bürokratik oligarşi burada istediği yolsuzlukları
gündeme getirebilmek gibi bir üstünlüğe sahiptir. Devletin bütün gizli ser-
visleri emrindedir ve zaten o oligarşinin sert çekirdeğinin örgütlenmesidir.
Bu nedenle yolsuzluklar alanı, burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki
kayıkçı dövüşünde, burjuvazinin elleri kolları bağlı olarak kaldığı ve sü-
rekli dayak yediği bir alandır. Ve bu, devlet bürokrasisinin geniş yığınları
kendi arabasına bağlamasının etkili bir araçlarından biridir.
Bürokrasi kontrolü dışına çıkma eğilimi gösteren her politikacıyı, yol-
suzluklar sopasıyla kendi çıkarlarının ve egemenliğinin bir koruyucusu-

292
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

na döndürmektedir. Bir Demirel, Mesut Yılmaz, Türkeş ya da bir Çiller


daha mı az yolsuzluklara bulaşmıştı. Hayır, aksine onlar çok daha büyük
yolsuzluklar içindeydiler. Ama onlara hiçbir şekilde dokunulmadı. Çünkü
bürokratik oligarşinin egemenliğini hiçbir şekilde sorgulamamayı aksine
ona hizmet etmeyi öğrenmişlerdi. Sadece zaman zaman ayaklarını denk
almaları için ucu gösterildi ve onlar da mesajı alıp ayaklarını denk aldılar.
Sosyalistler ve devrimci demokrasi hiçbir zaman aklından şunu çıkar-
mamalıdır. Bu gibi yolsuzluk iddiaları ve dosyaları, hemen daima egemen
sınıflar arasındaki mücadelede kullanılan silahlardır. Öncelikle hiç unutul-
maması gereken işin alfabesi şudur. Bizler bir sistemle sorunluyuz, kişiler-
le değil. Şu veya bu politikacının yolsuzlukları bizlerin bir sorunu olmaz.
Herkes sonuna kadar “namuslu” olsa bu sistem daha iyi olmaz.
Bu nedenle bizler yolsuzluk dosyaları gibi sorunları her zaman var olan
somut sınıf ilişkileri içinde değerlendirmek; bunların aslında egemen güç-
ler arasındaki mücadelede tarafların kullandığı silahlar olduğunu; sorunun
bu silahın hangi sınıfın çıkarı için; hangi politika için kullanıldığını gör-
mek ve ifşa etmek olduğunu bir an için bile aklımızdan çıkarmamamız
gerekir. Ama biz bizzat bu silahın nasıl ve hangi çıkar için kullanıldığını
göstererek ancak aynı zamanda bu silahı, onu ezilenlerin gözüne kül at-
makta kullananlara karşı bir silaha dönüştürebiliriz.
İlk önce, bütün bu yolsuzlukların varlığı ile toplumda özgürlük ve hakla-
rın olmaması; ezilenlerin örgütlenememesi ve demokratik denetim ve kon-
trol mekanizmalarının bulunmaması; zengin yoksul arasındaki uçurumun
açılması arasındaki ilişkiyi iyi koyarak; çürüme ve yolsuzlukların gerçek
sorumlusunun iktidarı gerçekten elinde bulunduran bürokratik oligarşi ve
onun keyfi baskıcı sistemi olduğunu; diğer yandan, bu bürokratik oligarşi-
ye karşı çıkar gibi görünen burjuvazinin korkaklığında ve tutarsızlığında
olduğunu göstermek gerekir.
Çünkü burjuvazinin korkaklığı ve tutarsızlığı aynı zamanda bu bürok-
ratik oligarşinin gerçek iktidarı elinde bulundurmaya devam etmesinin en
esaslı nedenidir. Burjuvazi korkak ve tutarsız olduğu için; yani kitlelerin
örgütlenmesi ve özgürlüklerden korktuğu için; diğer yandan burjuvazinin
bu korkaklığını ve tutarsızlığını dengeleyecek bir politik işçi hareketi bu-
lunmadığı için (bir ulus teorisi ve başka bir uygarlık programı olmaması,
demokratik cumhuriyet hedefinin yitirilmesi gibi programatik eksiklikler-
den; Stalinizmin zaferi ve devrimci işçi hareketinin yenilgisi; daha sonra
duvarın yıkılışının yarattığı moral çöküntüsü ve bozgun gibi bir yığın fak-
tör sıralanabilir.) en küçük bir demokratikleşme ve demokrasi mücadelesi

293
Denemeler

cephesi ortaya çıkamamaktadır. Tam da bu nedenle toplumdaki çürüme


kendi kendini beslemektedir.
Yani bizim görevimiz yolsuzluklarla mücadele değildir; yolsuzluklarla
mücadele ettiğini söyleyenlerle mücadeledir. Çünkü gerçek yolsuzlukların
ve çürümenin gerçek nedeni onlardır. Bir sorunu yok etmek, sonuçlarla
mücadeleyle olmaz; onun nedenlerine yönelimle olur.
Yolsuzluktan işkenceye kadar her alanda böyledir bu. Sorun işkencenin
yasaklayan kararnameler ya da polislerin eğitimi değildir; sorun insanların
namuslu olması değildir. Sorunu böyleymiş gibi göstermenin kendisi bizzat
egemen sınıf ve zümrenin çıkarlarını korumaya yarar. Dolayısıyla, bu gibi
yolsuzluk tartışmalarında, esas vuruş yönümüz, yolsuzlukla itham edilen
burjuva politikacıları değil; aksine burjuva politikacılarının yolsuzlukları-
nı ifşa eden veya onları bununla itham eden ve bunu kendi anti-demokratik
sistemini korumak ve pekiştirmek için kullanan bürokratik oligarşinin sis-
temi olmalıdır.
Bir devrimci demokratın, bir sosyalistin hiç aklından çıkarmaması ge-
reken, ister yolsuzluk, ister işkence, ister başka bir keyfilik olsun, kendisi-
nin esas görevinin, gerçekten egemen bürokratik oligarşiyi tecrit etmek ve
parçalamak olduğudur. Bunu unutan her demokrat veya sosyalist muhale-
fet, bütün iyi niyetine rağmen pratik mücadeleler içinde kendini birden bu
egemen oligarşinin fiili bir destekçisi olarak bulur.
Bu sadece yolsuzluklar konusunda böyle değil, her konuda böyledir. Ör-
neğin, bugün anti-Amerikancılık Türkiye’de, bürokratik oligarşinin ABD
ile pazarlıklarında onun kendi egemenliğini ve pazarlık gücünü arttırması-
nın bir aracı olmakla sonuçlanır.
Devrimci demokrasinin ve sosyalistlerin tavrı, ABD ile Türk Devleti
arasındaki pazarlık ve rekabette, anti-emperyalizm diyerek Türk devletiyle
aynı paralele düşmek olamaz. Bizler tıpkı Birinci Dünya Savaşında Lenin,
Luxemburg, Troçki gibilerinin savunduğu, yenilgiciliği savunmalıyız.
Yani esas mücadeleyi, içinde bulunduğumuz ülkenin egemenlerine yönelt-
meliyiz. Bunu yapmadığımız takdirde, bu ülkelerin ezdiği halklarla birlik
oluşturamayız; demokrasi güçlerinin birliğini sağlayamayız. Her dış savaş
öncelikle bir iç savaştır. Bölge sosyalistleri, kendilerine egemen olan, her
biri gerici devletleri esas hedef olarak koymazlarsa, ABD ile bunlar arasın-
daki mücadelede basit bir piyon olmaya mahkûmdurlar. ABD’ye ve diğer
emperyalistlere karşı bir direniş cephesi, bölge halklarının birliği; bölge
devletleri yıkılmadan; bir demokratik cumhuriyet kurulmadan olamaz.
Tekrar yolsuzluklar sorununa dönersek, bizler esas vuruş yönümüzü
burjuvaziye değil; bürokratik oligarşiye yöneltmeliyiz. Burjuvaziye karşı

294
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

mücadelemiz, onun bürokratik oligarşiye karşı korkakça davrandığı; onunla


iş birliği yaptığı; ona karşı en geniş cephenin oluşmasını engellediği nokta-
sından olmalıdır. Onlara mücadeleye ihanet ettikleri noktasından vurmak,
onlara korkaklara ve hainlere davranıldığı gibi davranmak gerekir.
Yani tıpkı Marks ve Engels’lerin korkak Alman burjuvazisine, Lenin’le-
rin korkak Rus burjuvazisine karşı davrandığı gibi davranmak gerekmek-
tedir. Prusya Yunkerliğinin, Rus Çarlığının yerinde bugün Türk ordusu ve
devlet oligarşisi bulunmaktadır. AKP’nin Rus Kadetlerinden ya da ‘48 dev-
rimi’nin korkak Frankfurt Parlamenterlerinden farkı yoktur. Bu nedenle,
Marks-Engels’lerin, Lenin’lerin tarihsel tecrübesi bugün her zamankinden
daha aktüeldir ve etüt edilmeyi beklemektedir.
Ortadoğu’daki tek tek ülkeler bakımından durum buyken, dünya politi-
kası bakımından durum, birinci dünya savaşı öncesindeki gibidir; ikincisi
gibi değil. Ortadoğu’da ABD’nin karşısındaki ister emperyalist ister az ge-
lişmiş olsun hiçbir devlet ilerici değildir. Bizler tıpkı ülke içinde bürokratik
oligarşiye karşı burjuvaziyi ihanetle suçladığımız gibi; uluslar arası politi-
ka alanında da egemen devletlere aynı şekilde mücadele etmeliyiz. ABD’ye
karşı direnişi bölmek, zayıflatmak ve onunla iş birliği içinde bulunmakla.
Yani örneğin Kürtleri değil; Kürtlere özgürlük vermeyerek onları ABD ile
ittifaka zorladıkları için Türk, İran, Suriye devletlerine karşı mücadelenin
önceliğini öne çıkarmalıyız. Çünkü bu devletler yıkılmadan; halkların ve
inançların eşitliğine ve özgürlüğüne dayanan demokratik bir cumhuriyet
kurulmadan, ABD’ye karşı bir direniş ve mücadele olanaksızdır. ABD’ye
karşı bir direniş cephesi kurabilmek için, bölge halkları önce kendilerine
egemen olan devletleri yıkmalıdırlar.
Marks-Engels döneminde onlar, dünya politikası bakımından, Rusya’yı
dünya gericiliğinin merkezi olarak gördüklerinden tüm okları ona karşı yö-
neltiyorlardı. Bugünkü ABD’yi o günkü Rusya gibi koymak son derece ya-
nıltıcıdır. Bugünkü ABD, Avrupa, Çin, Rusya, vb., hiç biri diğerinden ak
kaşık değildir; aralarında hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır. Hepsi em-
peryalisttir. Birine karşı diğerlerini desteklemek söz konusu olamaz. Bu
bakımdan durum, dünya politikası ölçeğinde bakıldığında, Marks-Engels
dönemine değil, Lenin’lerin dönemine, birinci dünya savaşı öncesinde-
ki döneme benzemektedir. Buna uygun olarak da, Marks-Engels’lerin her
şeyi Avrupa gericiliğinin kalesi Rusya’ya karşı savaşa tabi kılma anlayışı-
nın paraleli sayılabilecek her şeyi ABD’ye karşı savaşa tabi kılma anlayı-
şının tersine, Lenin’ler döneminin yenilgiciliğinde olduğu gibi davranmak
gerekiyor. Çünkü bu güçlerin arasında hiçbir nitelik farkı bulunmamakta-

295
Denemeler

dır gericilik ve halkların özgürlüğüne düşmanlık bakımından. Hepsi aynı


karakterde olunca yıllardır denenmiş strateji Lenin’lerin yenilgiciliğidir.
***
Ama bir sosyalist için sorun orada bitmez. Bizler hiçbir yolsuzluk olma-
saydı; bunlara hiçbir olanak tanımayan bir sistem olsaydı bile bu kapitaliz-
me karşıyız. Bizlerin kapitalizme eleştirisi, onun yolsuzluklara kapı açma-
sı vb. gibi noktalardan değildir. Namuslu oportünistlerin en tehlikeli opor-
tünistler olması gibi, yolsuzlukların olmadığı bir kapitalizm; “namuslu” bir
kapitalizm en tehlikeli kapitalizmdir. Bizler, insan ihtiyaçlarına değil, kâra
dayanan bir sistem olması nedeniyle ona karşıyızdır. Kâra dayanma özel
mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz kılmayı gerektirir. Ama bu kâra daya-
nan ekonomi, ancak, özel, politik ve ekonomik gibi ayrımlara dayanan bir
üst yapıyla; bir “dinle”, bir “uygarlık” olarak var olabilir ve örgütlenebilir.
Dolayısıyla kara dayanma ile özel, politik, ekonomik ayrımı gibi ayrımlar
arasında özel mülkiyet, kâr, işgücü, artı değer, işgücünün kullanım değeri
gibi nitelikler bakımından kopmaz bir ilişki bulunmaktadır.
Bu şu demektir: bu uygarlığın dayandığı temel varsayımlardan birini
çökerttiğinizde aslında bütün binayı da çökertirsiniz. Bu bakımdan konu
aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele ile de, bunun stratejik sorunla-
rıyla ve yeni bir uygarlık projesi ve programlaştırılmasıyla da yakından
ilgilidir. Bunu biraz yakından görmeye çalışalım.
Bilindiği gibi bu yolsuzluk sorunları ile birlikte hemen her zaman “Sırlar”
sorunu gündeme gelir. Birileri hemen çıkar, Bunlar “özel hayatın sırlarıdır”,
“bunlar ticari sırlardır” der. Birileri çıkar bunlar “Devlet sırrıdır” der.
Bugünkü toplumda tüm taraflar, ticari, siyasi (devlet sırları) ve özel “sır-
lar” olabileceği konusunda kesin bir uzlaşma içindedirler. Bugünkü toplu-
mun tüm çıkmazı da tam buradadır. Sosyalistler bunu sorgulamayı bile akıl
edemez durumdadırlar. Etseler bile bir şey söyleyecek durumda değildirler
çünkü daha önceden başka bağlamlarda bu tür durumlarda bizzat kendileri
“özel hayatın gizliliğinin” ya da “sırlarının” savunucusu olmuşlardır.
Örneğin, ne zaman bir kitle hareketi yükselişi ya da bir terör eylemi
olursa, burjuva devletleri hemen, telefonların evlerin dinlenmesi, bu dinle-
me işinin kolaylaştırılması türünden yeni yasalar çıkarırlar veya böyle yeni
yasa teklifleri getirirler. Bu durumlarda solcular hemen her zaman, bu dev-
let kontrolüne karşı dururlar, ama bunu hemen daima yeni yasaların özel
hayatın gizliliğini dolayısıyla kişilerin haklarını ihlal ettiği gibi bir nok-
tadan yaparlar. Yani isteseler de istemeseler de, burjuva uygarlığının, kâr

296
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ekonomisinin dayandığı özel, politik ayrımını; özel hayatın gizliliğini vb.


kabul etmiş ve savunmuş olurlar.
Sosyalistler söz düzeyinde kapitalizme veya kâr ekonomisine karşı dur-
duklarını söylerlerken aynı zamanda kâr ekonomisinin, burjuva uygarlığın
dayandığı tüm sistemi en temelinden savunmaktadırlar.
Yani eğer bir paralellik kurulmak gerekirse, ortada, tıpkı bir zaman-
lar Lenin’lerin, Troçki’lerin “demokratik cumhuriyet” ve “ulusların kade-
rini tayin hakkı” programının çelişkisi gibi, bir çelişki bulunmaktadır. Bir
yandan, devletin her türlü dilsel, dinsel tanımlanmasını ve eşitsizliği red-
deden; bir tek köyün bile ayrılmasını kabul eden demokratik cumhuriyeti
savunurken, diğer yandan ulusların kaderini tayin hakkı diyerek, ulusların
bir dile, bir tarihe, bir halka göre tanımlanmasını, yani dillerin ve kültürle-
rin eşitliğine dayanmayan; demokratik olmayan bir cumhuriyeti savunmak
gibi bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan kapitalizme, kâr ekonomisine
karşı çıkılmakta, ama diğer yandan, bu ekonominin dayandığı tüm üstyapı
ve onun özel, politik ayrımı, olduğu gibi savunulmaktadır.
Nasıl ulusların kaderini tayin hakkı, demokratik cumhuriyeti içi boş bir
retoriğe çevirdiyse, burada da, özeli savunmak, kapitalizme karşı çıkmayı
boş bir retoriğe, bir pazar vaazına dönüştürür. İşçi ve sosyalist hareketin
başına gelen tamı tamına budur.
Özetle işçi hareketi sadece ulusların kaderini tayin hakkı dolayısıyla,
demokratik cumhuriyeti; yani ulusun dile, dine, etniye dayanan her türlü
tanımının reddi ilkesini bir retoriğe, içi boş bir kalıba dönüştürmemiş ve
işçiler ve sosyalistler bir asgari programdan yoksun kalmış değildir; aynı
zamanda özel hayatin gizliliğini savunmak gibi sözde burjuva devletinin
baskılarına karşı çıkan formüllerle de, kâr ekonomisi ve kapitalizme karşı
çıkış da bir boş kalıba dönmüş, başka bir uygarlık programı bir yana, kâr
ekonomisini ve özel mülkiyeti reddeden program bile unutulmuş ve yiti-
rilmiştir.
Hâlbuki sosyalistler sorunu eğer bu uygarlığın dayandığı varsayımları
sorgulama düzeyinde koysalar, bu otomatikman kapitalizmin sonunu geti-
recek bir hareketin yolunu açar.
Özel hayatın gizliliği formülü ve savunusu, aslında burjuva uygarlığının
özel, politik ve ekonomik ayrımına dayanmaktadır. Kapitalizmden önce
hiçbir sistemde, özel hayat diye bir kategori yoktur. Zaten özel hayat diye
bir sosyolojik kategori de yoktur, “özel” ve “özel hayat” kategorileri, ideo-
lojik, hukuksal, yani burjuva uygarlığının dayandığı ve örgütlenmesinin te-
melini oluşturan kategorilerdir. Örneğin devlet sırları veya ticari sırlar da,

297
Denemeler

bu ayrıma dayanmaktadır. Böyle bir ayrım olmadan, böyle sırlardan söz


edilemez. Bunlar da, bu anlamda, hukuki ve ideolojik kategorilerdir.
Sosyalizm henüz yükseliş dönemlerindeyken, henüz sosyalist bir uygar-
lık, bu ayrımın kendisini sorgulamak diye bir problemi olmadığı zamanlar-
da bile, gerçekten kapitalizmin dayandığı mantığı da sorguladığından, bi-
linçsizce ve kendiliğinden de olsa, sonu bu ayrımın kendisini sorgulama-
ya gidecek sloganlar ve programlar oluşturabiliyordu. Örneğin Ekim devri-
mini yapan Bolşevikler, bütün devlet sırlarını, gizli anlaşmaları açıklama-
yı bir program maddesi olarak önlerine koymuşlardı. Keza, insanların aç-
lık tehlikesi karşısında, fiilen ticari sırları ve kârı ve özel mülkiyeti sorgu-
lama sonucunu yaratacak olan, tüm ticari sırların açıklanması; işçi deneti-
mi; var olan işlerin çalışabilir nüfus arasında eşitçe dağıtılması gibi “geçiş-
sel talepler” ortaya atmışlardı.
Bu taleplerin hiç birisi aslında doğrudan doğruya kapitalizmi sorgulamı-
yordu, ama toplumun, toplumsal yaşımın örgütlenmesi bakımından kârın
veya özel mülkiyetin dokunulmazlığını kabul etmiyorlardı. İnsanların ihti-
yaçlarını ve birbirlerine karşı sorumla olduğunu hareket noktası olarak alı-
yorlardı. Dolayısıyla, fiiliyatta kapitalizmin, özel mülkiyetin ve kâr ekono-
misinin aşılmasına gitmek zorunda kalıyorlardı.
Bir bakıma tersinden yukarıda anlatılan çelişkiyi işliyorlardı. Temel
fark, o çelişkide anti-kapitalizm veya demokratik cumhuriyet bir retoriğe
dönüşürken ve çelişki geriye doğru çözülürken, bu geçişsel taleplerde, çe-
lişki kapitalizmin tasfiyesine varışla çözülmektedir.
Ne var ki, bu “geçişsel talepler” çoktan unutuldu; hatta demokratik gö-
revlerden kaçmanın; her biri dile, dine, etniye, soya tarihe göre örgütlenmiş
gerici devletlere karşı mücadelenin gündemden düşürülmesinin araçları ol-
dular. Türkiye gibi ülkelerde kimi radikal ve Marksist olduklarını söyleyen
Troçkist gruplarda olduğu gibi.
İşin ilginci, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı parolasıyla yapılan
savunular, inisiyatifi burjuvaziye ve burjuva devletine vermekte, onlara,
toplum adına özel hayatın sınırlandırılabileceği gibi karşı durulmaz bir ar-
güman vermektedir. Bu durumda, sol muhalifler, toplumsal sorumluluğu
fiilen burjuvaziye ve burjuva devletine terk etmekte, kendilerini iyice savu-
nulamaz bir noktada bulmaktadırlar. Bu noktada da sürekli olarak yenil-
mektedirler. Savaş sonrasında hiçbir ülkede sosyalistler, devletin kontrolü-
nü arttıran her hangi bir anti demokratik yasayı durdurabilmiş değillerdir.
Ama bir de şöyle bir program ve davranışı göz önüne getirelim. Sosya-
listlerin özel hayatın gizliliğini ve dokunulmazlığını savunmayı bırakıp,
özel, politik ve ekonomik hayatın dokunulmazlığı ve gizliliği olamayaca-

298
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ğını savunduklarını varsayalım. Yani evet, buyursun devlet, benim hesap-


larımı kontrol etsin; istiyorsa mektuplarımı okusun; telefonlarımı dinlesin;
ama bütün şirketlerin, bütün devlet dairelerinin, bütün örgütlerin tüm ya-
zışmaları; tüm dinlediği telefonlar; tüm tutanaklar; tüm kararlar da tüm in-
sanların bilgisine ve kontrolüne açık olsun. Benim dinlenen telefonumun
tutanakları her yurttaşın bilgisine açık olmalı; hesaplarım sadece devletin
değil her yurttaşın bilgisine açık olmalı; ama aynı şekilde, bütün şirketle-
rin, kuruluşların, örgütlerin, devlet dairelerinin de her şeyi herkesin bilgisi-
ne açık olmalı. Nasıl özel hayatın gizliliği yoksa “ticari sırlar” ya da “dev-
let sırları” da yok.
Böyle bir yaklaşım, sosyalistleri birden savunma mevzilerinden ve
programsızlıktan çıkarıp inisiyatif kazandırmakla kalmaz, kapitalizmin
temellerine ve dayandığı ilkeleri sorgulayarak, bir sosyalist uygarlığın üze-
rinde yükseleceği düşünsel temelleri atar. Bu aynı zamanda saldırı inisiya-
tifini tekrar kazanmayı sağlar; devlet ve burjuvazi devlet sırlarını ve ticari
sırları savunma mevzilerine çekilirler. Tabii bu savunma mevziinde getire-
cekleri her argüman onlara karşı bir silaha dönüşür.
Geçişsel taleplerin yıkıcı özelliği, onların kâr ekonomisinin ve özel
mülkiyetin dayandığı varsayımları sorgulamasında; insanların ortak yaşa-
mını, sorumluluklarını ve ihtiyaçlarını ön plana çıkarmasındaydı. Onların
yıkıcı potansiyeli buradaydı. Onlar henüz başka bir uygarlık projesinin bir
parçası olarak ortaya koyulmamışlardı; bu kavramsal ve programatik te-
melden yoksundular, ama bu potansiyeli içlerinde taşıyorlardı.
Dünya işçi hareketi başka bir yol izlese, 20’lerin yenilgileri sonucu yok
olmasaydı, belki sosyal mücadele pratiğinin içinde işçiler kendi denemele-
riyle bugün vardığımız yere çoktan varmış, yani başka bir uygarlık projesi-
ne ulaşmış olabilirlerdi. Çünkü ticari sırların, devlet sırlarının tanınmama-
sı ve toplumun bunları kontrol etmesiyle, özel hayatın dokunulmazlığının
reddedilmesi arasında çok büyük bir yol yoktur. Ve bunların dokunulmaz-
lığının olmadığı yerde; özel, politik, ekonomik ayrımının kendisinin fiili
bir anlamı kalmaz, bu ayrımın kendisi kolayca reddedilip aşılabilir. Bunun
için ille de tarihsel maddeciliğin bu bağlantıyı açıklayan bir din teorisi bu-
lunması gerekmemektedir. Ezilenler mücadele içinde kendi denemeleriyle
de buna varabilirler, sonra da Marksistler, bu fiili varışın ardındaki derin
nedenleri araştırırken bunu açıklamak için genel olarak bir din teorisine ve
bu çerçevede modern toplumun dininin teorisine varabilirlerdi. Böyle bir
tarih de mümkündü. Eylem pekâlâ teorinin önünde yürüyebilirdi örneğin
Fransız devriminde veya Paris komününde olduğu gibi.
***

299
Denemeler

O halde bu yolsuzluklar bağlamında bizlerin programatik, stratejik ve tak-


tik duruşlarımız şu özelliklere sahip olmalıdır.
1) Yolsuzluk iddialarının burjuvazi ve bürokratik oligarşi arasındaki
mücadelede silahlar olduklarını bir an için bile unutmamak ve yol-
suzlukların gerçek sorumlusunun toplumda en küçük bir demokra-
tikleşmeye tahammül edemeyen; en küçük bir demokratik denetim
ve ezilenlerin öz savunmasına olanak tanımayan bürokratik oligarşi
olduğunu vurgulamak, esas mücadelenin sivri uçunu bu oligarşiye
yöneltmek. Burjuvaziyi ise, bu oligarşiye karşı mücadeleyi zayıflat-
tığı, dolayısıyla onun dolaylı suç ortağı ve işbirlikçisi olduğu nokta-
sından saldırmak.
Bugünkü Türkiye’de yolsuzluk, işkence, toplumsal çürümeyi orta-
dan kaldırmanın tek yolu bürokratik oligarşiyi ve onun egemenliğini
alaşağı etmektir.
2) Doğrudan kapitalizmi, kâr ekonomisini ve özel mülkiyetin da-
yandığı burjuva uygarlığının temellerini sorgulayan, devlet, sırları,
ticari sırlar, özel hayat ayrımını ve bunların gizliliğini reddetmek.
Bugünkü sistem hakkında başka bir dünyanın ne olabileceği hak-
kında bir tasavvur oluşturmak. Politik mücadeleden kaçanların slo-
ganı haline gelmiş olan, “Başka bir dünya mümkün” sloganını, onun
nasıl bir şey olduğunu göstererek içini doldurmak. Bütün özel, poli-
tik, ticari her türlü bilginin herkese açık olması. Emekçilerin bundan
korkacağı hiçbir şey yoktur. Ama burjuvazinin ve devletin bu sırlar
olmadan var ve egemen olması mümkün olamaz.
Bir köyde, herkes herkesin ne yaptığını bilir. Bu nedenle orada çok daha
az suç işlenir. Dünya madem ki globalleşti, bir global köy oldu diyorsunuz.
O halde beyler global köyde, global köylüler gibi yaşayalım. Herkes her şeyi
kontrol edebilmelidir. Ama özellikle insanlar, kendi çıkarlarının insanların
çıkarı olduğunu söyleyen devletleri, şirketleri. Evet, biz ölümlü insanla-
rın hesaplarını, telefonlarını, mektuplarını kontrol etmek mi istiyorsunuz.
Buyurun edin. Ve sadece siz değil, herkes herkesin bilgilerine ulaşabilmeli.
Daha bu aşamada bile bundan zararlı çıkacaklar sizler olursunuz.
Ama biz de bütün şirketlerin, bütün örgütlerin, bütün devletlerin ve on-
ların organlarının her şeyini de bilmek ve kontrol etmek istiyoruz. O za-
man bakın ne terör kalır ne de açlık ve sefalet, ne de yolsuzluk ve işkence.
29 Ocak 2006

300
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve


Uygarlıklar/Kültürler Çatışması

Danimarka’da yayınlanan ırkçı karikatürler ile birlikte bir süredir gündem-


den düşmüş olan uygarlıklar çatışması teorisi (ki buna doktrin demek daha
doğru) tekrar çok duyulur oldu. Bu yazıda kısaca bu kavramların Tarihsel
Maddeci ya da Marksist karşılıklarını ve aktüel - yaygın kullanımının so-
mut anlamını ele almayı deneyelim.
Irkçı karikatürlerden sonraki gelişmelerde bunu bir uygarlık veya kültür
çatışması olarak tanımlayanlar, genellikle kültür ve uygarlık kavramlarını
birbirlerinin yerine kullanıyorlar. Marksizm yani tarihsel maddecilik ise
kültür ve uygarlığı kesin olarak birbirinden ayırır.
Kültür, daha önce “Avrupa-merkezcilik ve Çok kültürlülük” başlık-
lı yazımızda da gösterdiğimiz gibi, insanın doğaya kattığı her şeydir.
Dolayısıyla kültürsüz bir toplum yoktur ve olamaz. Ancak uygarlık demek,
devlet ve sınıflı toplum demektir. Dolayısıyla uygar olmayan toplumlar var-
dır. Nerede, para, ticaret, devlet, yazı, sınıflar varsa orada uygarlık vardır.
Ancak bütün bu uygarlık alâmetifarikalarından çoğu, aslında daha uygar-
laşma olmadan ortaya çıkmıştır. Ticaret, para, yazı henüz sınıflar ve devlet
ortaya çıkmadan da ilkel biçimleriyle de olsa biliniyordu. Uygarlığın keşif
beratını elinde tuttuğu tek şey devlet ve sınıflardır. Uygarlık demek, devlet-
li ve sınıflı toplum demektir.
***
İlk uygarlık, demir keşfedilmeden çok önce, tunç ve obsidyen taşı temelin-
de, aşağı Mezopotamya’da, balçıklar içinde ortaya çıkmış, oradan, eski dün-
ya karalar topluluğundaki benzer özellikler gösteren, diğer subtropikal ırmak
boylarına (Çin’de Sarı Nehir, Hindistan’da İndus, Mısır’da Nil) sıçramıştır.

301
Denemeler

Bugüne kadar insanlık sadece iki türlü uygarlık görmüştür. Klasik Pre-
kapitalist Uygarlık ve Modern Kapitalist Uygarlık. 5000 yıldan beri var
olan Klasik uygarlıkların ortak özelliği, artı ürüne, ekonomi dışı zorla el
koyulmasıdır (haraç, vergiler, ganimet vb.).
Bu klasik uygarlıklarda, sermaye, tefecilik ve bezirgânlık yoluyla bir artı
değer elde eder, ama bu oldukça arızidir ve artı değer elde edildiğinde top-
lumun toplam zenginliğinde bir değişme olmaz. Yani sermayenin üretim-
le bir ilgisi yoktur ve üretimin gelişmesi veya yöntemleri onu ilgilendirmez.
Modern kapitalist uygarlık ise 500 yıl kadar önce, sisli ve soğuk İngilte-
re’de doğdu. Kapitalist sömürü için ekonomi dışı zora gerek yoktur. Serma-
ye, üretimle, dolayısıyla onun gelişmesi ve yöntemleriyle doğrudan ilgilidir,
artı değeri üretim sürecinin kendisinde elde eder. Kapitalist uygarlıkta, kla-
sik uygarlıktan farklı olarak, artı değer elde edildiğinde toplumda toplam
bir zenginleşme ortaya çıkar. Onun klasik uygarlıklardan temel farkı budur.
Gerçek anlamda, bir “Uygarlıklar Çatışması” 17. ve 20. yüzyıllar ara-
sında, klasik ve modern uygarlıklar arasında yaşandı. Bunların hepsinde,
modern kapitalist uygarlık bu klasik uygarlıkları yerle yeksan etti ve son
kalıntılarını birinci dünya savaşının sonunda, bir daha geri gelmemek üze-
re yeryüzünden sildi.
O halde, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden beri dünyada bir tek uy-
garlık vardır: Modern Kapitalist Burjuva Uygarlığı. Bundan başka hiç bir
uygarlık yoktur bugün yeryüzünde. Bu bakımdan günümüzde bir uygar-
lıklar çatışmasından sosyolojik olarak söz edilemez.
***
Kapitalizm öncesi uygarlıklarda, farklı uygarlıklardan söz edilebilirdi.
Neredeyse her subtropikal ırmak boyunda, aynı ekonomi temeline dayan-
makla birlikte birbirinden farklı üstyapı şekillenmelerine (dinlere) de denk
düşen farklı bir uygarlığın varlığından söz edilebilirdi. Bu bakımdan Çin,
Hint, Mısır ve Mezopotamya farklı uygarlıklar olarak görülebilirdi. Keza
klasik uygarlıklar esas olarak, İbn-i Haldun’un uygarlık kuşakları biçimin-
de de sınıflandırılabilir.
Birinci Kuşak Uygarlıklar: Esas olarak Tunç’a dayandıklarından zo-
runlu olarak subtropikal ırmak boylarına hapsolmuş bulunuyordu. Bunlara
Kıvılcımlı “Bitkisel Uygarlıklar” demektedir.
İkinci Kuşak Uygarlıklar: Demir’in keşfinden sonra, uygarlık bu ırmak
boylarından kurtulup, İran ve Anadolu yaylarına, Çin ve Hindistan’ın daha
geniş ve yüksek alanlarına yayılma olanağı buldu. Demir’in keşfi, İran’ı

302
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ayrı bir uygarlık alanı olarak ortaya çıkarırken, Mezopotamya ve Mısır’ı da


bir Akdeniz ve Ortadoğu uygarlığının içinde eritti.
Üçüncü Kuşak Uygarlıklar: İslamiyet ile klasik uygarlıkların bir üçüncü
kuşağına geçildiği düşünülebilir. Hıristiyanlık, Akdeniz ve Orta Doğu’yu
Roma’nın birleştirmesine uygun bir yapıyı sunuyorduysa, İslamlık da,
Akdeniz’den, Çin ve Hint’e kadar tek bir dünya ticaretinin üstyapısını su-
nuyordu. Ne var ki, İslamiyet’in yayıldığı klasik uygarlık alanları, daha
yayılmasının başında onu da çürüttüler ve gericileştirdiler. Bundan sonra
İslam ancak, Türkmenler, Oğuzlar, Özbekler, Berberiler gibi henüz yete-
rince uygarlaşmamış halkların gençlik aşılarıyla Hindistan, Balkanlar ve
İspanya’ya doğru bir yayılmayla sonuçlanabilen canlanmalar gösterebildi.
Kapitalizm doğduğunda, bütün uygarlıklar, diğerlerine göre en genç ve
dinamik İslam uygarlığı bile, gençliğini yitirmiş ölüm dönemine girmiş-
lerdi kendilerini öldürecek, merhamet vuruşu yapacak olanı; gençliğini yi-
tirmiş önceki klasik uygarlıklar gibi barbarların gelip kendisini yıkmasını
bekler durumdaydı.
Bu bakımdan, Kapitalizmin klasik uygarlıklarla karşılaşması ve onları
kesin kendi egemenliği altına alması ve yok etmesi, bir uygarlık çatışma-
sından ziyade ölümünü bekleyen klasik uygarlıkların işinin bitirilmesidir.
Ortada kelimenin gerçek anlamında doğru dürüst uygarlıklar çatışması
bile olmamıştır.
Bugün bütün dünyada, esas olarak sömürünün temeli modern kapitalist
artı değer üretimidir. Dolayısıyla başka uygarlıklardan ve bunların çatış-
malarından söz edilemez. Bütün klasik uygarlık alanları modern uygarlı-
ğın, politik ve özeli ayıran temel ilkesini; ulus devletleri kabul ederler. Eski
uygarlıkların üstyapısı olan dinler, birer kişisel sorun olarak, inanç olarak
vardırlar. Artık onlar, modern uygarlığın politik ve özeli ayıran dininin ba-
sit bileşenleri halindedirler. Yani bir Hıristiyan, bir Budist, bir Konfüçyüs,
bir İslam uygarlığından söz edilemez. İslamiyet, Hıristiyanlık ya da baş-
ka dinler, birer inanç olarak, modern uygarlığın diniyle simbiyoz bir ilişki
içinde birer parazit gibi yaşarlar.
“Benim inancım İslamiyet”, “ben Hıristiyanlığa inanıyorum”, “ben
Buda’ya inanıyorum” diyen insanlar, aslında farklı inançları değil, aynı
ortak inancı paylaştıklarını; yani dinlerin inanç, yani kişisel, özel bir so-
run olduğu inancını kabul etmiş olduklarını ifade etmiş olurlar. Ama bu,
kişisel bir inanç sorunu değil, modern toplumun örgütlenmesinin temeli-
dir. Yani onların hepsi aynı modern toplumun dinindendirler. Onun için-
deki farklı tarikat veya meşrepler olarak görülebilirler. Onlar bunu derken,

303
Denemeler

Hıristiyanlık, İslam veya Budizm modern toplumun ihtiyaçlarına daha uy-


gun bir özel inanç alanı oluşturur demektedirler.
Şeriatı, devlet düzeni olarak isteyenler de aslında, (olanaksız bir şey
olan) bir İslam uygarlığını değil, ulusal olanı İslam ve şeriat ile tanımla-
mayı savunurlar ve bu anlamda politik olanı bir dil, bir soy ya da ırk ile
tanımlamaya kalkanlardan, yani modern uygarlığın en gerici biçimini sa-
vunanlardan hiç bir farkları yoktur.
Peki, bugünkü şu manzara nedir? Bir yanda Hıristiyan Batı, diğer yan-
da Müslüman Doğu. Bir yanda fikir özgürlüğüne toz kondurmayanlar, di-
ğer yanda peygamberime laf söylettirmem diyenler. İlk bakışta sanki farklı
değerlerin, uygarlıkların, İslam ve Hıristiyanlığın veya aklı dokunulmaz
tutan burjuva uygarlığı ile Allah ve Muhammed’i dokunulmaz tutan İslam
Uygarlığının, iki değer sisteminin çatışması gibi görünüyor. Öyle mi ger-
çekten? Bu hangi gerçek çatışmanın görünüşü? Eğer ortada farklı kültürler
ve uygarlıklar yoksa bu nedir?
Önce şu Doğu-Batı; Hıristiyan ve Müslüman gibi kavramların ne anla-
ma geldiğine bakalım.
“Avrupa-merkezcilik ve Çok kültürlülük” adlı yazımızda, Avrupa kav-
ramının tek bilimsel kabul edilebilir karşılığının kapitalizm olduğunu açık-
lamıştık. Kapitalizm Avrupa’da doğduğu ve yayıldığı için, bir kod olarak
kapitalizm karşılığı kullanılabilirdi. Bunun aynen doğu ve batı kavramları
için de geçerli olacağını söylemiştik. Yani batı kapitalist, doğu pre-kapita-
list uygarlık anlamında bir kod olarak kullanılabilirdi. Böyle bir kodlamada
da Komün’ün, uygarlık öncesinin karşılığına Afrika düşüyordu.
Afrika’yı Komün, Asya’yı Klasik uygarlıklar, Avrupa’yı modern kapi-
talist uygarlık karşılığı kullanırsak (ki sosyolojik olarak, biricik bilimsel
karşılıkları bunlardır bu kavramların) şu sonuç görülür: Tarih boyunca sos-
yolojik olarak Avrupa yoktur. Tarih boyunca, beş yüz yıl öncesine, kapita-
lizm doğuncaya kadar, sadece Afrika (Komün, barbar halklar, ilkel sosya-
lizm) ve Asya (Klasik Uygarlıklar) vardır.
Kavramları bu gerçek ve doğru karşılıklarıyla kullandığımızda, kapita-
lizme coğrafi olarak Avrupa’da, ama Avrupa’dan değil (ki Avrupa kapita-
lizm anlamına geldiğinden bu kapitalizmden kapitalizme geçmek anlamına
gelir) Afrika’dan (Komün’den) geçilmiştir. Kapitalizme geçilmediği dönem-
de, İngiltere Avrupa’da değil Afrika’daydı. Coğrafi olarak Avrupa denen top-
raklar, o zamanlar sosyolojik olarak Afrika’ydılar. İngiltere Kapitalizme geç-
tikten sonra Avrupa ortaya çıktı. Keza Oğuzlar, Türkmenler, Özbekler veya
Moğollar, coğrafi olarak Asyalı, ama sosyolojik olarak Afrikalıydılar (yani il-
kel sosyalisttiler). O zamanlar, İspanya, örneğin, sosyolojik olarak Asya’daydı.

304
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Vikingler, haçlı seferlerini yapan Franklar, Germenler, Saksonlar; Türk-


ler, Moğollar hepsi Afrikalıydılar. Bu Afrikalıların bir bölümü Batı’dan
bir bolümü Doğu’dan Asya’yı (Klasik Uygarlıkları) fethetmeye çalışıyor-
lardı. Yani Haçlılar Afrikalıydı, Avrupalı değil. Türkler ya da Moğollar
Afrikalıydı Asyalı değil. Vikingler Kuzey’den geliyordu, ama o zamanlar
dünyada kuzey yoktu, onlar da Afrikalıydı.
Yine bu kodların gerçek ve doğru sosyolojik karşılıklarıyla tarihi ele aldı-
ğımızda, şunu görürüz: 16. yüzyılda Avrupa’nın ortaya çıkışından, Birinci
Dünya Savaşına kadar olan dönemde, Avrupa bütün dünyayı Avrupa yaptı.
Ondan sonra dünyadaki Afrika (komünler, uygarlık öncesi toplumlar) ve
Asya (Klasik Uygarlıklar), Avrupa (kapitalizm) oldu. Dünyada nasıl eski-
den Avrupa yok idiyse, artık bugünkü dünyada da Asya ve Afrika yoktur.
Bir tek kapitalist uygarlık, bir tek Avrupa vardır. Bütün dünya Avrupa’dır
(Kapitalisttir).
Ama bu Avrupa içinde, bir gelişmiş ve zengin Avrupa, bir de geri ve
sömürge Avrupa vardır. Yani bir tek kapitalizmde, şu merkez-çevre diye
de ifade edilen iki dünya vardır. Buna Kuzey ve Güney de denmektedir.
Kuzey ve Güney de, birer yön olarak değil, merkez ve çevrenin; gelişmiş ve
az gelişmişin karşılığı olarak kullanılabilir sosyolojik bir kod olarak. Bu ba-
kımdan coğrafi olarak Güney’in de güneyinde bulunan Yeni Zelanda veya
Avustralya, Kuzeyde; coğrafi olarak Kuzeyde bulunan Meksika, Gürcistan
veya Kazakistan sosyolojik olarak Güneydedir.
En kör göz bile görür ki, Avrupa’nın ortaya çıkışından bütün dünyanın
Avrupa oluşundan sonra, eski Afrika ve Asya, bugünkü Güney olmuşlardır
ve bu Güney, artık dünya bir tek Avrupa olduğundan, Avrupa’nın Güneyidir.
Avrupa’nın güneyi de eski Asya ve Afrika’dır. Ama bu Güney, Kuzey ile
mücadelesinde bir bayrak olarak veya Kuzey, Güney ile mücadelesinde ger-
çek ırkçılığını ve ayrımcılığını gizlemenin bir aracı olarak, ortada bir Doğu
ve Batı; bir Avrupa ve Asya, Bir Hıristiyanlık ve İslam; bir Aydınlanma ve
Gericilik mücadelesi varmış gibi göstermekten çıkarlı olabilir.
İşte bugünkü durum tam da böyledir. Gerçekte var olan mücadele ile
onların bayrakları arasında hiçbir ilişki yoktur. Bizler mücadelelerin han-
gi güçler arasında olduğunu, bayraklarıyla değil onların ardındaki gerçek
güçlere bakarak anlayabiliriz. Bu gerçek güçlerin neler olduğu ise ekono-
mik temelden çıkar.
Tarihten bir örnek verilebilir; çok örnek verilen Haçlı Seferlerinde, Hıris-
tiyan ve İslam uygarlıkları çatışmıyordu. Haçlı seferlerinde Hıristiyanlık
bayrağıyla Bizans ve İslam devletlerine saldıranlar, sosyolojik olarak Afri-
kalı, henüz uygarlaşmamış bugünkü kuzey Avrupalılardı. Haçlı seferleri

305
Denemeler

bir “Uygarlıklar Savaşı” değil, bir “Barbar Akını” idi ya da tersinden bir ör-
nek verirsek, Oğuzların Bizans’ı yıkması ve Balkanlara doğru yayılışı bir
uygarlıklar çatışması değil, uygarlığa yapılan bir barbar akınıydı. Bu akının
İslam veya Hıristiyanlık bayrağıyla yapılmış olması onun gerçek sosyolojik
ve tarihsel anlamını değiştirmez.
Bugün de, biz savaşan güçleri onların bayraklarıyla değil, o bayrakları
kullanan güçlerle değerlendirebiliriz ve bunlar kendi iddialarının aksine
ayrı uygarlıklar veya kültürleri değil, bugünün kapitalist dünyasının somut
bölünmelerini ifade eden somut güçlerdir.
Politik İslam’ın veya ulusçuluğun göstermek istediğinin aksine, bir
Hıristiyan ve İslam uygarlığı ve bunlar arasında bir çatışma yoktur. Gerici
modern ulusçuluğu savunanların iddialarının aksine de modern burjuva
uygarlığının Aydınlanması ile Aydınlanma öncesinin uygarlığının bir ça-
tışması da yoktur.
Çünkü bu güçler yokturlar artık, ama olayları ve çatışmaları böyle gös-
termekten çıkarlı güçler vardır. Kuzeyin zengin ülkelerinin burjuvazisi, ça-
tışmayı böyle gösterebilmelidir ki zengin ülkelerin emekçilerini, modern
uygarlığın değerlerini savunma adına savaşa sürebilsin veya uzaktan ata-
cağı bombalarla işleyeceği cinayetler onaylansın. Aynı şekilde, geri yoksul
ülkelerin egemenleri de böyle gösterebilmelidir ki, geniş kitlelerdeki mem-
nuniyetsizliği kendi gücünü koruyup pekiştirebilmek ve pazarlık gücünü
arttırabilmek için kullanabilsin.
Aydınlanma’yı savunduğunu söyleyenler yalan söylüyorlar. Aydınlanma
insanları şu veya bu devletin yurttaşı olarak tanımlayarak haklardan yok-
sun etmeyi savunmuyordu. Yurttaş ve insan özdeş kavramlar olarak görü-
lüyor ve tüm dünya ölçüsünde bir tasavvur bulunuyordu: Vatanım yeryüzü,
milletim insanlık idealiydi Aydınlanma’nın ideali.
Bugün kendilerini Batılı, Aydınlanma’nın değerlerini savunmakla ta-
nımlayanlar ulusal devlet ve sınırların bir numaralı savunucularıdırlar ve
bu ayrımlar sayesinde dünya kuzey ve güney olarak bölünmektedir. Keza
İslam’ı savunduğunu söyleyenler, İslam’ın ulusal devletlerle bir arada ola-
mayacağını unutmuş bulunuyorlar. İslam, bugünün putları olan ulusal bay-
raklar ve onların devletlerine karşı bir cihat demektir her şeyden önce. Her
hangi bir ulusal bayrağın dalgalandığı her yer, hatta bu ulusal bayrak şe-
riata göre tanımlanmış bir İslam ulusunu bile temsil etse kâfir toprağıdır,
“Dar-ül Harp”tir.
Yani her ikisi de doğuşlarındaki insancıl ve yeryüzü ölçüsündeki ideal-
lerini terk etmiş, zıddına dönmüş; kurtuluşun değil baskının aracı olmuş,
gericileşmiş dini savunuyorlar ideolojik olarak. İdeolojik düzeyde, gerek

306
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

İslam Uygarlığını, gerek Burjuva Uygarlığını ve onun değerlerini savundu-


ğunu iddia eden tarafların ikisi de aslında burjuva uygarlığının gerici biçi-
mini savunmakta; dünyayı ulus devletlere bölünmüş olarak tutmakta anla-
şıyorlar ve bunda bir sorun görmüyorlar.
Tam da savundukları uluslara göre dünyanın bölünmüşlüğüdür bu zen-
gin ve yoksul farklarını yaratan. Irkçılığa karşı mücadele ancak ulusal sı-
nırlara ve uluslara karşı mücadele ile mümkündür. Bunu da ancak işçi ha-
reketi ve sosyalizm gerçekleştirebilir. O halde sosyalist mücadele, işçilerin
mücadelesi bundan sonra burjuva uygarlığına karşı bir savaş, bir uygarlık-
lar savaşı, henüz doğmamış sosyalist uygarlığın burjuva uygarlığına karşı
savaşı olmak zorundadır.
Evet, bizler uygarlıklar savaşından yanayız, ama bugün uygarlıklar sa-
vaşından söz edenlerin hiç birisi uygarlıklar savaşı yapmamakta; gerçek
bir uygarlık savaşını; sosyalist bir uygarlık tasavvurunun bugünkü gerici
burjuva uygarlığa karşı savaşını engellemek için iş ve güç birliği içinde bu-
lunmaktadırlar. Uygarlıklar savaşı doktrinleri ya da teorileri gerçek uygar-
lıklar savaşını engellemenin; sosyalist uygarlığa karşı savaşın bir silahıdır.
Bir uygarlıklar çatışması sadece burjuva uygarlığının dayandığı bütün
varsayımları sorgulayan, onu yok etmeye yönelik bir sosyalizm ile olabilir.
Ortada bu anlamda hiçbir hareket olmadığından ve var olan sosyalistlerin
hepsi, özel ve politik ayrımını; politik olanın ulusal olana göre tanımlan-
ması ilkesini sorgulamayı bile akla getirmediklerinden aslında burjuva uy-
garlığının, çoğu kez en gerici biçimlerinin sıradan bir mezhebidirler. Bu
anlamda da bir uygarlıklar çatışması yoktur.
Ama bilmekteyiz ki, dinler aynı zamanda farklı sınıfsal ve toplumsal
güçlerin arasındaki çatışmada bayrak da olurlar. Bu bakımdan farklı sı-
nıflar ve toplumsal güçler arasındaki çatışma dinsel bir çatışma gibi gö-
rünebilir. Bu dinsel biçimlerdeki çatışmayı bir uygarlıklar çatışması gibi
göstermek, tarafların çıkarlarına uygun olabilir. Aslında Merkez ve Çevre
bölünmesi ya da Avrupa’nın Kuzeyi ve Güneyi ya da dünya işçi sınıfının
siyah-beyaz bölünmesi Hıristiyan batı uygarlığı ile İslam uygarlığı bölün-
mesi gibi yansıtılmaktadır.
Geri ülkelerin neredeyse, (Afrika’nın güneyi ve Güney Amerika ha-
riç) tamamı, aynı zamanda İslamiyet’in yaygın olduğu ülkelerdir. Ayrıca
Avrupa ve Amerika’da yaşayan göçmen ve siyahların önemli bir bölümü
de Müslüman’dır. Buna karşılık, zengin ülkelerin, yani Avrupa’nın kuze-
yinin, beyazların, neredeyse tamamı Hıristiyan, hatta Protestan’dır. Ayrıca
geri ülkelerdeki egemen sınıfların yaşam tarzları da önemli oranda beyaz-
larınkine benzer.

307
Denemeler

Bu durumda, olayların özüne inmeyen yüzeysel bir bakışın, tıpkı güneşi


dünyanın etrafında dönüyor görmesi gibi, bugün olanları bir Hıristiyanlık-
İslamiyet çatışması gibi görmesi mümkündür. Buradan da kolaylıkla Hıris-
tiyanlık Batı, İslamiyet Doğu; Hıristiyanlık Maddiyat, İslamiyet Maneviyat
türünde paralelliklere ve uygarlıklar çatışması gibi kavramlara varılabilir.
Geniş kitleler açısından da durum aşağı yukarı böyle kavranmaktadır. Ne
var ki sorun sadece olayların özüne inememekten, gerçek güçleri göreme-
mekten kaynaklanmamaktadır, bu aynı zamanda belli çıkarları savunma-
nın aracı bir ideolojidir.
Uygarlıklar çatışması teorisinin ABD’den çıkması bir rastlantı değildir.
Bu aslında, geri ülkelere yönelik saldırgan bir politikanın ideolojik hazır-
lığıdır. Nasıl geçen yüz yılda, kimi ırkların veya kültürlerin üstün olduğu
teorileriyle sömürgeciliğin ve faşizmin ideolojik yolları açıldıysa, bugünkü
uygarlıklar çatışması tezi de daha sofistike olarak aynı işlevi görmektedir.
Bugün dünyadaki bütün önemli petrol üreten ülkeler Venezüella ve
Rusya hariç nüfusunun çoğu Müslümanlardan oluşan ülkeler olduğu için
ve bu ülkelerin halkları da İslamiyet’i sömürülmelerine ve uğradıkları bas-
kıya karşı mücadelede bir bayrak olarak kullandıkları için, Uygarlıklar
Çatışması tezi, bu halklara karşı cezalandırma ve ezme seferlerinin ideolo-
jik alt yapısını oluşturmaktadır.
Ne var ki, bu uygarlıklar veya kültürler veya Hıristiyanlık İslam çatış-
ması teorileri aynı zamanda bizzat o nüfusunun çoğu Müslüman olan ül-
kelerdeki egemenlerin de işine gelmektedir. Bunlar Türkiye’de olduğu gibi
İslamiyet’i bayrak yapmış, palazlanmış burjuvalar; İran’daki gibi gelenek-
sel bir Molla oligarşisi; bir askeri diktatörlük ya da bir monarşi olabilir. Bu
teori onların da aynı zamanda geniş kitlelerin memnuniyetsizliğini kapita-
lizmden ve kendilerinden uzaklaştırmalarının da bir aracı olarak işlev gö-
rür. Böylece o kitlelerin memnuniyetsizliklerini kendi pazarlıklarında bir
tehdit aracı olarak kullanırlar.
Dolayısıyla ortada bir kültürler veya uygarlıklar çatışması olduğu savın-
dan yola çıkanlar, ister bu çatışmayı yumuşatmak istesinler, ister kışkırt-
sınlar, özü itibariyle karşılıklı bir suç ortaklığı içindedirler. Bu tıpkı soğuk
savaş döneminin bürokratik Stalinist diktatörlüklerinin de, diğer kapitalist
ülkelerin de çatışmayı bir sosyalizm-kapitalizm çatışması gibi göstermek-
ten ortaklaşa çıkarlı olmaları ve o ülkelerin sosyalist olmadığını söyleyen
devrimci Marksistler karşısında suç ortaklığı içinde bulunmaları gibidir.
***

308
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bu suç ortaklığı somut olarak karikatür üzerine gelişmelerde çok açık gö-
rülmektedir. Karikatürlerin ırkçı olduğu çok açıktır. Zengin ülkelerin ne
yöneticileri ne aydınları ne de sosyalistleri şöyle bir davranış gösterme-
di: “Bu karikatürler ırkçıdırlar, Muhammed’i sembol olarak kullanarak,
İslam’a inanan yoksul ülkelerin insanlarını ve onların şahsında da bu yok-
sul ülkelerin halklarını, insanlık düşmanı teröristler olarak göstererek, zen-
gin ülkelerin işçi ve emekçilerini bu halklara karşı psikolojik ve ideolo-
jik olarak sefere hazırlamakta, ırkçılık yapmaktadırlar, bunu protesto ve
mahkûm ediyoruz. Irkçılığı savunan ideolojilere karşı yasaklamalarla mü-
cadele edilemez, çünkü yasaklar bütün dünya tarihi göstermiştir ki daima
gericiliğin işine yarar. Tartışmayı fikir özgürlüğü ile onu reddedenler gibi
koymak yanlıştır. Burada bizlere düşen ırkçılığa karşı mücadele etmektir.
Bunun ilk şartı da bu ırkçılığı mahkûm etmektir. Irkçılığı temelinden yok
etmek ancak politik olanın tanımından ulusun tanımından sadece dil, din,
etniyi değil her türlü bölgesel sınırlamayı dışlamakla olabilir. Bu ise bu-
günkü ulusların ve ulusal sınırların ortadan kaldırılmasını gerektirir.”
Beyazlar karikatürlerin ırkçılığını mahkûm ve teşhir etme yerine, soru-
nu bir fikir özgürlüğü sorun gibi koydular. Karikatürlerin ırkçılığından de-
ğil, provokatifliğinden söz ettiler. Ama bu bakış da zaten dünyanın, zengin-
yoksul; güney-kuzey, siyah-beyaz olarak bölünüşünün bir yansıması ve zen-
ginin, beyazın, kuzeyin, merkezin kendi çıkarını korumasının aracıydı.
Buna karşılık karikatürleri protesto eden ve karşı çıkan “siyahlar” veya
“güney”dekiler de “Bu ırkçı karikatürleri protesto ve mahkûm ediyoruz,
tüm insanları da buna davet ediyoruz; bu ırkçılığa karşı yasaklarla değil, so-
mut tavır alışlarla, onların ırkçılığını göstererek mücadele edilebilir” gibi bir
yaklaşım içinde olmadı hiç bir zaman, böyle sesler duyulmadı. Bütün tartış-
ma, “benim kutsal değerlerime laf söyletmem” alanına taşındı. Yani burju-
vazinin ve ulusal hükümetlerin çıkarına gerici bir noktadan tepki gösterildi.
Bu da beyazlara, kuzeylilere, “benim kutsalım da hiçbir şeyin kutsal
olmadığıdır” deme olanağı sağladı. Ortada sanki ırkçılık ve ona duyulan
tepkiler yokmuş da, bir yanda Muhammed’i dokunulmaz görenler, bir yan-
da hiçbir şeyi dokunulmaz görmeyenler gibi; sanki iki değer sistemi ve
bunların çatışması varmış gibi; ortada sanki farklı değerler, yani farklı uy-
garlıklar çatışması varmış gibi görünüm ortaya çıktı.
21 Şubat 2006

309
Denemeler

310
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Yaradılış Teorisi, Tanrı ve Ulusçuluk

Son günlerde Harun Yahya olduğu söylenen Adnan Hoca vesilesiyle ya-
radılış ve evrim teorileri sorunu gündeme geldi. Ne var ki, bu sorun ka-
nımızca yanlış tartışılmaktadır. Çok temel bir yöntembilimsel hata yapıl-
maktadır. Sosyolojik bir sorun, sanki biyoloji veya fiziğin konusu bir so-
runmuş gibi tartışılmaktadır. Örneğin bugünkü Radikal’de İsmet Berkan
TÜBİTAK’ın çevirdiği bir kitaptan alıntılarla yaradılış teorisine karşı ar-
gümanlar getirmektedir. Muhtemelen birçok sosyalist de materyalist ola-
rak bu tür tartışmalara girmeye ve “bilimsel” veya “materyalist” açıklama-
lar yapmaya çok eğilimlidir.
Ne var ki, biz burada, bu yöntemin yanlışlığını tartışacağız. Yaradılış
Teorisi de önü sonu bir teoridir, tıpkı evrim teorisi gibi. Onunla tartışma biz-
zat olgular ve bunların tutarlı bir açıklaması düzeyinde yapılabilir. Tıpkı,
belli bir konudaki iki farklı bilimsel teori arasındaki tartışma gibi olabilir bu.
Yani yaradılış teorisini öne sürenlere karşı, yine onların da kabul et-
tiklerini söyledikleri olgular ve mantıki çıkarsamalarla cevap verilebilir.
Çünkü yaradılış teorisini en son bilimsel verilerle kanıtlamaya çalışanlar,
aslında bilimsel düşünce ve kanıtlama yöntemlerini zımnen kabul etmiş
olmaktadırlar. Onlar kanıtlarını bu ölçülere uygun olduğu iddiasıyla getir-
mektedirler. Burada yapılması gereken, yine bizzat olgular ve iç tutarlılığı
olan çıkarsamalarla bunun böyle olmadığını göstermektir.
Elbette bir bilim alanında bir parça bilgisi olanlar, ortaya atılan her teo-
riyi ciddiye almazlar. Çünkü dünya bir sürü otodidakt amatörlerle doludur
ve bu tür teorilerin çoğu daha ilk adımda temel eğitim görmüş bir insanın
bile yapmayacağı olgusal ve mantıksal hatalarla maluldürler.

311
Denemeler

Bu problemi şöyle bir örnekle açıklamayı deneyelim: Örneğin Matema-


tikte, Fermat Teoremi gibi çözülmemiş bazı problemler vardır ve bunların
çözümü için çeşitli bilim kurumları birçok ödüllü yarışma düzenlerler ve
bu yarışmalara yüzlerce çözüm yollanır.
Başlangıçta gelen bütün çözümleri en iyi matematikçiler günlerce tek
tek ele alıyorlardı. Ancak bir süre sonra görüldü ki, yollanan çözümlerin
çok büyük bir bölümü, temel eğitim almış bir matematikçinin bile yapma-
yacağı temel ve çok basit hatalarla maluldü. Biçimsel bir eşitlik ilkesine
uyup bütün bu yüzlerce en temel kriterlerden yoksun çözümü dünyanın en
büyük matematikçilerinin incelemesi, o matematikçilerin büyük bir zaman
ve emek kaybına sebep olmaktaydı. Bunun üzerine, çözüm yollamak için
örneğin bir bilimsel dergide daha önce bir veya birkaç makalenin yayım-
lanmış olması gibi kriterler getirilmiştir.
Yani her teori de aynı değerde değildir. Yaradılış teorileri de aslında,
amatör matematikçilerinki gibi en sıradan bir bilim adamının yapmayacağı
bir sürü temel hatalarla ve mantıki çıkarsama yanlışlarıyla maluldürler ve
o amatör matematikçilerinki kadar bile bir dikkat ve enerji harcanmasını
gerektirmezler.
Ama bu yaratılış teorileri nedense, bilimin kendi ölçütleri ve ihtiyaçları
açısından hiçbir özel dikkati gerektirmeyecek amatörce yargılarla malul
olmalarına rağmen, aynı kategorideki diğer teorilerin hepsinden fazla bi-
linmekte ve tartışılmaktadırlar.
Bunun nedeni çok açıktır? Bu teorilerin böyle çok ve yoğun tartışılma-
sının nedeni, onların bilimsel değerlerinden değil, toplumsal ağırlıkların-
dan kaynaklanır.
Bu bize otomatikman şunu gösterir aslında. Bu tartışma, bilimsel bir
tartışma, ya da belli bir bilime ilişkin spesifik bir tartışma değil, politik ve
ideolojik bir tartışmadır. Bu durumda yapılması gereken, o yaradılış teori-
lerinin yanlışlığı ya da doğruluğu tartışması değil, o yaradılış teorilerinin,
niçin böyle toplumda her zaman büyük bir taraftar kitlesi bulduğudur.
Yani aslında tartışmanın sosyolojik bir boyutta yürütülmesi gerekir.
Sosyolojik bir tartışmayı ve açıklama gereğini, biyoloji veya fizik biliminin
bir tartışması gibi ele almanın kendisi yanlıştır ve sözde bilimi ve materya-
lizmi savunanlar, yani yaradılış teorilerine karşı örneğin evrim teorilerini
savunanlar, materyalizm ve bilim adına aslında sosyolojik bakımdan tam
da idealist ve bilim dışı bir tartışma yürütürler. Varlığın düşünceyi değil,
düşüncenin varlığı belirlediği; akli argümanların insanların tavırlarını
belirlediği gibi idealist bir yaklaşımın bilinçsiz savunuculuğunu yapmış
olurlar, doğa bilimlerinden kanıtlarla yaradılışın yanlışlığını kanıtlamaya

312
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

çalışırlarken. Yani yaptıklarının nesnel anlamı, kendi sandıkları, yaptıkları


ve iddialarının tam zıddıdır.
Ne demek istediğimizi açıklama için şöyle bir örnek verelim. Şu uçan
daireler ve UFO’ları ele alalım. Uçan daireler ve UFO’lar fiziksel olarak var
olmayan varlıklardır, yoktur böyle bir şey. Ama UFO’lar ve uçan dairelerin
varlığına ilişkin düşünce ve kabul vardır. UFO’lar değil, UFO’ların gerçek-
lik olduğu düşüncesi ve kabulü gerçekliktir. Bu anlamda UFO’ların, fizik-
sel değil, ama sosyolojik olarak var olduğunu söyleyebiliriz.
Siz istediğiniz kadar, uçan dairelerin olmadığına dair bilimsel kanıt ge-
tirin. Bu kimseyi ikna etmeyeceği gibi, gerçek sorunun, uçan dairelerin
fiziksel varlığı değil bunların varlığına ilişkin düşünce ve inancın varlığı,
onların sosyolojik varlığı olduğunu örtmüş olursunuz. Böylece bilimsel
gibi görünen bütün çabalarınız aslında sosyolojik olarak, ele alınması gere-
ken bir sorunu sosyolojik olarak ele almayarak, yani fizik bilimine ilişkin
bir yöntem ve düşünce sorunuymuş gibi ele alarak, en temel bilimsel hatayı
yapmış ve bilim dışına düşmüş olursunuz. Yani uçan dairelerin var olmadı-
ğına ilişkin fiziki argümanlar, sosyolojik bir olayı fiziki argümanlarla tar-
tıştıkları için, sosyolojik bakımdan bilim dışıdırlar.
Yaradılış teorisi veya Tanrının varlığı da öyledir. Sorun yaradılış teorisi
veya Tanrının var olup olmadığı değildir. Tanrıya veya yaradılış teorisine
inananlar vardır. Yani yaradılış teorisi veya Tanrının var olduğu fizik veya
biyolojik değil, sosyolojik bir sorundur. Tanrının fiziksel olarak var olup
olmadığı sosyolojinin konusu değildir. Ama tanrı fizik olarak var olmasa
bile, sosyolojik olarak vardır, tıpkı UFO’lar gibi.
O zaman şu soru gelir gündeme: Niçin insanlar UFO’lara, Tanrının var-
lığına veya yaradılış teorisine inanmaktadırlar? Sorun olguları veya bilim-
sel teorileri bilip bilmeme sorunu değildir. Sorun, bilim karşısında Ortaçağ
karanlığını savunma sorunu olarak koyulamaz. Sorunu böyle koyuşun
kendisi bizzat sosyolojik bakımdan bir sorundur ve bizzat kendisi de sos-
yolojik bakımdan açıklanmayı bekler tıpkı Tanrıya veya UFO’lara inancın
toplumsal bir gerçeklik olması ve açıklamayı beklemesi gibi.
Süpersonik jet uçaklarını kullanan pilotların nazar boncuğu taktığı bir
çağda ve toplumda, (bu öyle ayrıksı bir olay da değil, modern toplumda
yaşayan insanların büyük yüzdeleri böyledir) Tanrının varlığına veya ya-
radılış teorisine inanç sosyolojik bir gerçeklik olarak açıklanmayı bekler.
Yaradılış Teorisi veya Tanrı inancının belli çıkarları gizlediği, o çıkarla-
rı savunmanın bir aracı olduğu gerçektir ve doğrudur da birçok durumda.
Ama bu o karmaşık gerçeğin sadece bir yönünü açıklayabilir. Nazar bon-
cuğu takan Jet pilotları veya Windows’ta beş vakit ezan okuma programı

313
Denemeler

yazan programcılar veya bu programları kullananlar ne olacak? ABD’de


yaşayan insanların yarısı uzaydan gelen canlıların dünyayı ziyaret ettiğine
inanıyor. Bunlar ne olacak?
Bu karmaşık problem açıklanmayı bekler. Bunun birçok farklı soyutla-
ma düzeyinde ele alınması ve incelenmesi gerekir. Belli sınıfların çıkarla-
rının savunusu bir düzeydir. Bir toplumsal ve tarihsel umutsuzluk ve çıkış-
sızlık döneminde yaşanıyor olması bir başka düzeydir. Kapitalizmin üstya-
pısı ve dini olan özel politik ayrımının insan davranışlarına anlam ve dü-
zen verebilecek bir ilkeyi getirme yeteneğinde olmaması bu nedenle kapi-
talizm öncesinin üstyapısından, özeli, yani politika ve ekonomi dışı insan-
ların toplum halinde yaşayışını düzenlemek için ödünç alması ve onunla
simbiyoz bir ilişkiye girmesi böyle bir açıklama teşebbüsünde bir başka dü-
zeydir. Ama kanımızca en önemlisi şudur: kapitalizmin işleyebilmesi için
insanların bir inancı veya değeri olması gibi bir ihtiyaç yoktur, ama bizzat
kendisi kapitalizmin ürünü olan birey ya da insanın tarihin hiçbir dönemin-
de olmadığı kadar buna ihtiyacı vardır. Aslında kapitalizme ve onun üstya-
pısına derin bir isyanın dışavurumudur bir yaratıcıya veya yaradılış teori-
sine olan geniş inanç.
O zaman şu sonuç ortaya çıkar. Yaradılış Teorisi’yle mücadele, onu ya-
ratan ve böyle yaygın kılan sosyolojik koşullarla mücadele olmak zorunda-
dır. Yani Yaradılış Teorisi’yle mücadele evrim teorisinin doğruluğuna iliş-
kin argümanlarla değil, kapitalizme karşı mücadeleyle olabilir. Bu ise her
şeyden önce, kapitalist toplumun siyasi üstyapısına, dolayısıyla uluslara ve
devletlere, ulusal sınırlara karşı bir mücadele olmak zorundadır.
Bir yandan evrim teorisi ile yaradılışçılığı eleştireceksiniz, diğer yan-
dan uluslar ve ulusal devletleri savunacaksınız. Bu uluslar, bir yaratıcı veya
yaratılış olduğu inancından daha mı bilimseldir?
Lenin, “Militan Materyalizmin Önemi” başlıklı makalesinde, Aydın-
lanma filozoflarının eserlerini yayınlamaktan söz eder. Bugünün militan
materyalizmi, yaradılış teorileriyle değil, uluslar ve ulusçulukla mücade-
le etmelidir. Ulusların ve ulusçuluğun nasıl yalanlar üzerine inşa edildiği-
ni ele alan ve gösteren yazınla ittifak etmelidir tıpkı Lenin’in Aydınlanmacı
yazarlarla önerdiği ittifak gibi.
14 Mart 2006

314
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Jakobenizm Nedir?
Osmanlı’da Kim Jakobendi?
Bugün Kimdir?

İlk ortaya çıkışından bu yana sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçili-


ği savunan Doğu Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi
ve kavramları alt üst ederek bugünkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila
sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve kavramlar, o an izlenen gerici po-
litikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri boşaltılacak ve iste-
nildiği gibi oynanacak basit araçlardır.
Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti
Muhammed’i de cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya”
dergisinde “Silahlı Peygamber Hazreti Muhammed’in Medeniyet Devrimi”
adlı çok bilimsel yazısında Bay Doğu Perinçek:
“Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, el-
bette silahlı bir güce kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip ol-
mak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç varsa, devlet vardır.
Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık ka-
bile toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde
toplanmasıyla geçmiştir. İşte İslam Peygamberi’nin büyük başarısı
da buradadır. Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan,
Roma uygarlıkları, Cromwell’in İngiliz demokrasisi, Washington ve
Lincoln’ün Amerikan demokrasisi, Robespierre’in Fransız demok-
rasisi, Bismarck’ın Alman birliği, Garibaldi’nin İtalyan birliği, hep
silahla kurulmadılar mı?”

315
Denemeler

Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş
aracına başvurdukları için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki,
farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece
silaha başvurmalarından hareketle aynı sepete atılmaktadır. Bay Perinçek,
İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah
kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başa-
rısını bağladığı silah kullanmasında değildir, aslında Muhammed başarılı
da olamamıştır kurmak istediği düzen göz önüne getirilirse, daha ölümüy-
le birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı subaşlarını kesmiş ve adım
adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır.
Tümü silahlı ve eşit Müslümanların camide toplanarak ortak kararlar al-
dıkları ilk günlerin yerini, Müslümanların silahsız olduğu, silahın sade-
ce devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde bulunduğu; camilerin devletin
başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve uygulamaları
meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal
eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik,
soygun ve zulüm düzeni almıştır.
Muhammed’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldı-
ğı noktadadır. Eğer Muhammed ile bugün arasında bir paralellik kurmak
gerekirse, bugünün Muhammed’i, tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar
içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vb. ile tanımlayan devletlere karşı,
“vatanım yeryüzü milletim insanlık” parolasıyla bu devletleri yıkmak için
mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri ve soy kardeşliği ne ise
ve nasıl Muhammed o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise,
bugünün Muhammed’i de bugünün dünyasının aşiretleri olan ulusları, bu-
günün dünyasının putları olan ulusal bayrakları; bugünün soydaşlığı olan
ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün ulusal devletleri
“dar ül harp” olarak görendir.
Eğer Muhammed’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kur-
mak gerekirse, bugün bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatan-
daşı olduğu ulusal devleti yıkmak için silah kullanmak Muhammed’in yap-
tığına benzer. Muhammed silahı kendi içinden çıktığı kabileye (Kureyş’e)
ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin ye-
rine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlı-
ğın ifadesini bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani
Müslüman olmak, tüm insan kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına
geliyordu. Bir Türkiyeli veya Türk için Muhammed’in Kâbe’ye girip put-
ları yakmasının bugünkü karşılığı, Ankara’yı ele geçirip, Türk bayrağını

316
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

yakmaktır ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammed gibi sa-


vaş açmak, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir.
Perinçek devrimci Muhammed’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi
gibi görmektedir. Doğu Perinçek’in Muhammed dönemindeki karşılığı, hala
o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan Ebu Cehil’lerdir. Bay Perinçek’in
devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir. Devrimi şiddet
olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır. Perinçek’in tahri-
fatları, tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Hareketi” de Talat Paşa denen
darbeci Bonapartisti, Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için
Jakobenlik kavramının içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yu-
karıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların gerici atmosferinde devrim-
ci ideallerinden vazgeçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama aynen
sahip çıkar. Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni
kuşaklarca Jakoben’in gerçek ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.
Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır.
Jakobene bu anlamını verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgın-
lık ortamında demokrasiyi terk edip liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan
sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle bilindi. Belli bir çağın ruhu ve
sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup kimilerini öne
çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir ve bu anlam
değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.
Örneğin bugün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfet’ten gelir ve bir za-
manlar zanaat ehlini tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürü-
mesiyle birlikte emeğiyle yaşamanın, zanaatın toplumdaki değerinin azal-
masına paralel olarak bugünkü olumsuz ve aşağılayıcı anlamını almıştır.
Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de
ve dünyada. Devrimci demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezi-
len ve yoksullar tarafından sonuna kadar savunulmasını ifade eden bir
kavram olan Jakoben, ‘68 sonrasındaki gericiliğin yükseldiği atmosferde,
Wajda’nın Danton gibi filmleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel anlamından
boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi.
Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle burjuva devriminin ideallerini plebçe,
avamca gerçekleştirmeye denir. Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, dar-
becilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun tam zıddıdır. Paris’in
donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben derneklerinde
örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu gö-
rüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için
devrimi yok etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda
kalmasıdır bu yoksulların Jakobenizm.

317
Denemeler

Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespierre,


idam cezasının kaldırılmasını ilk isteyendir. Jakobenizm, bu yoksulların
iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’dür. İkinci
Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında Jakobenlerdir,
yani Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı es-
naf işçileri az çok modern proletarya oldukları için, ikincisinde Jakobenizm
fiilen bir işçi iktidarı olur, Marks’ın “güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı.
Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşe-
vikler de yukarıdan darbeci değildiler, dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi
ve köylülerin ayaklanmasının öne çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespierre
gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı Kızıl Orduyu kuran Troçki
de idam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk günlerinde.
Ne Robespierre’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yü-
celtilmesinin zerresi yoktur. Bu, Doğu Perinçek gibi nasyonal sosyalistle-
rin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi savunmak için buna başvurmuşlar
ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir.
Yani Jakobenizm, burjuva devriminin ve Aydınlanmasının, tüm insan-
ların eşitliği; fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksul-
ların hareketidir. Bu anlamda, örneğin, PKK bir Jakoben hareket karakte-
ri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri Jakoben sayıla-
bilirdi. Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı
anlamını veren liberal aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben
değil, bir Bonapart’tır. Eğer Jakobene benzeyen bir şeyler aranırsa, son du-
ruşmada silahlı halk olana, Çerkez Ethem, Yeşil Ordu ve çetelerin güçlü ve
egemen olduğu dönem bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine ben-
zer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürül-
mesi ve Ali Fuat Cebesoy’un batı cephesi komutanlığından alınıp onun ye-
rine İsmet İnönü’nün getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesi-
nin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.
Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte,
kendisi de evrim geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür.
Paris’in yarı esnaf sans-culottesları [baldırı çıplakları] Putilov fabrikala-
rının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespierre ve
Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı Lenin ve Troçki’dir. O zamanlar hız-
lı geçinen Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir.
Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üretici-
ler de bunlara dâhildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla ko-
ruyabildiklerinden bu tabaklar daha korumasız olduklarından, kriz dönem-
lerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi gösterirler. Eğer bu radikalleşme

318
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların yaşadığı bir çağda


gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiy-
le ittifaka girebilir. Sananist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda
Jakoben devrimlerdir.
Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radi-
kalleşme pekâlâ faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva
haçlı seferine de dönüşebilir. Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli
bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi sınıfının yeterince Jakoben olma-
masının, yani devrimci olmamasının, oportünist günahlarının bir cezası
olarak ortaya çıkar.
***
Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin ka-
zanımlarına oturur ve onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle
başka ülkeleri istila eder. Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart
böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robes-
pierre’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespierre’i Lenin ve Troçki’dir, Bona-
partı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da
Jirondenler; İslam’da Dört Halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanyev,
Buharin’li dönemi vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlar-
dan sonra imparator olacak güce ulaşırlar.
Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ide-
al ve amaçların terk etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde top-
lanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir. Bonapartizm, devrimi, bir egemen
sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde olur. Egemen sınıf
bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız
devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayra-
ğını İmparatorluk Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın
Savaşında, Askerlerinin mızraklarının ucuna Kuran yaprakları taktırarak
yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir Tanrı gibi dokunulmaz tabu
yaparak karşı devrimini yapmıştı.
Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir
Jakoben? Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır.
Çünkü Osmanlı’da burjuvazi çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, bur-
juva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali terk edilmiş, ulus bir etni,
dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan Rusya’nın aksine,
bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısın-
da, bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla
Jakobenizm çok sınırlı ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da.

319
Denemeler

Jakobenizm’e en yakın eğilim Ermeni, Rum ve Balkan halkları arasın-


daki işçi ve sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem mo-
dern işçileri içerdikleri hem de ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali ara-
sında Jakobenliğin izleri sınırlı ölçüde görülebilir. Çünkü sadece burjuvazi
devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici milliyetçilikten etki-
lenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, etnisite ile tanımlanmaktadır.
Fransız Devrimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyor-
du. Fransız olmanın devrimde bugünkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yok-
tu; Fransız imparatorluğunun yayılmış olduğu topraklarda yaşayan yurttaş-
lar anlamına geliyordu. Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık,
egemen Müslüman devlet kastının kendini savunma ideolojisiydi, bu an-
lamda Aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En devrimci ve sosyalist Hınçak
Partisi bile, hiçbir zaman, tüm Osmanlıda bir Fransız Devrimi gibi devrim
yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz, etnisiz, tarihsiz bir cumhu-
riyet kurmayı düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi.
Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutan ve
yöneticiler bulunan ve etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Tür-
kiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi temsil eder. Osmanlı’da en devrim-
ci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hınçak içinde Kürtler, Türkler,
Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle Hınçak bile tam bir Jakoben
sayılmazdı.
Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya
layık olarak Tevfik Fikret’ten söz edilebilir. O “vatanım yeryüzü mille-
tim insanlık” diyerek, her hangi bir etni, dil, din, soy aidiyetini, ulusun
buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi ideallerinin,
Aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur.
Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaş-
mak ve bunları savunmak için, tıpkı Jakobenler gibi her şeye de hazırdır.
Örneğin “Bir Lahza-i Teahhur” şiirinde, Sultan İkinci Abdülhamit’e suikast
yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patlaması ve bu neden-
le müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşa-
saydı, 1908 devrimini (Babıâli Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri
katleden Talat Paşa’nın öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı.
Bugün bile böyle devrimciler yokken Türkiye’nin sosyalistlerinin çoğu
Genelkurmayın peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir dev-
letin yurttaşları olmak onları rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak
adına bu devleti savunmaya geçmiş bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuri-
yet döneminin bir sürü komünistinden bile, Jakobenizme çok daha yakın-

320
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

dır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i olmuşlardır,


Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi.
1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin Babıâli
baskını, yani darbesidir. 1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur. İşte
Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük ide-
alleri yerine devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır. Zaten tam da
bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok
ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur.
Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil veya ulusu din yani
İslam ile tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilat-ı Mahsusa’cı
Mehmet Akif’in değil; “Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her
hangi bir din, etni, dil ya da toprak parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden,
tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan, kadın haklarını savu-
nan, çok yönlü aydın (ressam, eğitimci, mimar vb.) burjuva devrimlerinin
idealinin, Aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki
de tek Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız.
***
Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimci-
sinin başarısız kalan teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu
Jakobeni analım. Önce bugünkü Türkçeyle sonra o zamanın diliyle:

Bir Anlık Gecikme


bir patlama... bir duman... ve bütün bir şenlik alayı,
sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...
ey! yüce patlama, ey öç alıcı duman,
kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.
sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.
silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.

321
Denemeler

ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!


attın..., ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.
ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,
güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;
yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,
zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:
bir milleti çiğnemekle bugün eğlenen (alçak)
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini

Orijinal dilinde:

Bir Lâhza-i Teahhur


bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr,
bir ma’şer-i vaz’ı temâşâ, haşin, akuur
tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,
yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik...
ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,
kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim?
arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân,
bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.
mâlik sensin o servet-i ra’dîn-i gayza ki
her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.
sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,
en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.
silkib ukuud-u rikba-i a’sârı, en çetin
bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.
ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!
atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,
yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,

322
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş


bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi,
âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı,
söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;
nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr
târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;
lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:
bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen...(denî)
bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!
18 Temmuz 1906
Bugün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı keyfi, ırkçı,
inkarcı, baskıcı devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için? Demok-
ratı bırakalım, sosyalist var mı?
Yok!
Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor.
Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana, Osmanlı’nın
Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün.
16 Mart 2006

323
Denemeler

324
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Da Vinci Şifresi’nin Şifresi

Polisiye roman, akla bir övgüdür. Eğer yeterli veriler varsa, doğru bir akıl
yürütmeyle, bağlantılar göz önüne alınarak bilinenlerden bilinmeyene ula-
şılabileceğinin bir kanıtıdır her klasik polisiye roman.
Da Vinci Şifresi ise, her ne kadar bir polisiye romana benziyorsa ve ro-
man daha ilk satırlarında bir cinayetle başlıyorsa, ilk bakışta suçsuz biri-
ni suçlu gibi gösteren deliller görülüyorsa da, romanın gerçek kahramanı,
polisiye romanların klasik kahramanı polis müfettişi değildir. Polis müfet-
tişinin yanıltıcı delilleri ayıklayıp, çelişki ve tutarsızlıkları göz önüne ala-
rak gerçek bir suçluyu ortaya çıkarışının romanı değildir. Bu, sadece roma-
nın akışının arkasına takılmış, arada sırada bir göz atıverilen, önemsiz bir
ayrıntıdır.
Da Vinci Şifresi polisiye roman değil, bir komplo teorisidir. Komplo
teorileri, büyük çaplı tarihsel ve toplumsal olayları, gizli örgütlerin, ilişki-
lerin bir sonucu olarak açıklar. Tarihsel süreç, gerçek toplumsal güçlerin,
sınıfların, zümrelerin, tabakaların çıkarları, konumları ve karakterleriyle
değil; gizli örgüt ve ilişkilerin düşünce ve davranışlarıyla açıklanır.
Böylece polisiye roman ve komplo teorileri bir bakıma, tarihsel olarak
karşı uçlarda yer alırlar. Aydınlanma ve rasyonalizm tarihsel ve toplumsal
gerçekliğin ancak iktisadi ilişkiler ve onların üzerinde yükselen sınıfların
çıkar ve konumlarıyla açıklanabileceği gibi bir varsayıma sahipken; (po-
lisiye romanda hiçbir zaman tarihsel gidişin açıklanması kaygısı yoktur)

325
Denemeler

komplo teorileri, bu yaklaşımın inkârıdır. Tarih, ilk bakışta görülemeyen


toplumsal yasalar anlamında “gizli güçler” in değil; gizli örgütler ve ilişki-
ler anlamında gizli güçlerin etkileriyle açıklanır.
Burjuva uygarlığının gericileşmesi, insanlık için bir iyimserlik kapısı ol-
maktan çıkması ve krize girmesine bağlı olarak, tarihin toplumsal yasalara
dayanan rasyonel bir açıklamasının olabileceği kavrayışı zemin kaybeder
ve tarihi bir komplolarla açıklayan görüşlerin dayanacağı zemin genişler.
Bu bakımdan burjuva toplumunun genel tarihsel eğilimi, rasyonalizmden
irrasyonalizme gider. Bu, son yıllarda yükselen komplo teorilerine ilginin
bir nedenidir. Kaldı ki, bizzat modern toplumda, burjuvazinin gericileş-
mesiyle birlikte, devletin giderek her türlü demokratik denetimden uzak
bağımsız bir organizma haline gelmesi ve gizli örgütlerin artan gücü de
böyle bir eğilimi besler.
Bizzat polisiye roman geleneği, özellikle casus romanlarında bu genel
eğilimi yansıtır. Suçluları yakalamak ve adaleti üstün kıymakla görev-
li olarak kurulmuş örgütler, bizzat en büyük suçlular olarak ortaya çıkar
ve gerçeği bulmakla görevli polisler veya memurlar, birden bire, gerçeği
bulmaya kalktıkları takdirde bizzat bu örgütler tarafından yok edilme teh-
likesiyle karşı karşıya bulunduklarını görürler. Artık kimin suçlu, kimin
suçsuz olduğunun bile anlamı ve önemi kalmaz.
Tarihin toplumsal yasalarla açıklanmasından gizli güçler ve örgütlerle
açıklanmasına doğru burjuva toplumundaki bu genel eğilim var olmak-
la birlikte, bu genel eğilim, son yıllarda gerek dünyada, gerek Türkiye’de
komplo teorilerine yönelik bu muazzam ilgiyi açıklamakta yetersiz kalır.
11 Eylül’de Pentagon’a uçak çarpmadığına veya Ay’a inişin bir Hollywood
mizanseni olduğuna kadar birçok komplo teorisi de dünyada son derece
aktüel tartışma konularını oluşturuyor. Erik von Daniken’in, uzaydan ge-
lenlerin bıraktığı izlere göre dünya tarihini açıklayan teorilerden Marduk
adlı gezegene ilişkin teorilere kadar onlarca komplo teorisi dünyanın dört
bir yanında büyük ilgi görüyor. Dünyanın ve güneş sisteminin sınırlarını
aşıp galaktik bir karakter kazanıyor.
Ama sadece bu kadar mı? Matriks ile bizzat insanlığın içinde yaşadığı
evren de bir komplo olarak ortaya çıkar ve komplo teorileri, böylece sadece
var olan gerçek uzayı değil, sanal uzayı da kaplar. Gerçek uzay sanal uza-
yın bir komplosu olarak görünür.
Komplo teorilerinin böylesine muazzam bir yaygınlık ve derinlik ka-
zanmasını açıklamakta yetersiz kalır burjuva toplumunun tarihsel krizi;
tarihsel iyimserliğin yitirilmesi; rasyonalizmden irrasyonalizme; demokra-

326
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

siden gericiliğe olan yönelişi gibi genel ve tarihsel eğilimler. Daha spesifik
ve döneme özgü bir canlanma söz konusudur.
Komplo teorileri ile post modern durum arasında bir ilişki var gibi gö-
rünmektedir. İşçi hareketinin ve kitle hareketlerinin genel gerileyişi ve çö-
küşü; “büyük anlatıların sonu” da bu komplo teorilerinin güncelliğinde
bir yere sahip gibidir. Bir bakıma, büyük anlatılar, artık komplo teorileri
olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu gidiş en açık biçimde Umberto Eco’nun
Gülün Adı ve Foucault’un Sarkacı adlı romanlarının arasındaki ilişkide gö-
rülebilir. (Da Vinci Şifresi’nin iki başkahramanından birinin de Eco gibi bir
sembol bilim uzmanı olması rastlantı olmasa gerektir. Aslında, Da Vinci
Şifresi, Foucault’un Sarkacı’nın vülger, kitle tüketimine uyarlanmış bir
versiyonu olarak da görülebilir.) Gülün Adı romanı rasyonalizmin ortaçağ-
daki köklerine bir göndermedir. Roman sadece klasik bir polisiye roma-
nının bütün özelliklerine sahip değildir; aynı zamanda sembollerle bizzat
onun bu genel özelliklerine de bir gönderme yapar. Romanın başkahramanı
olan Basrkerville’li Williams, sadece Aydınlanma’nın bir müjdecisi değil-
dir. Onun bizzat adının başındaki Baskerwille’li eki, polisiye romanın do-
ğuşuna, Conan Doyle ve Şerlok Holmes’e bir göndermedir (Baskerville’nin
Köpeği). Williams ise Ortaçağ’ın meşhur, Occamlı (Usturacı) Willams adlı
filozofuna göndermedir (ki modern aydınlanmanın atalarından biridir).
Eco’nun bu kendisi bizzat rasyonalizmin doğuşuna bir gönderme olan
ve bizzat kendisi akla bir övgü olan ve klasik polis romanının bütün özel-
liklerini taşıyan ilk romanını izleyen ikinci romanı ise tam tersine, tüm
tarihi komployla açıklayan bir roman olarak ortaya çıkar. Bu romanın aynı
zamanda post modern roman olması da anlamlıdır.
Aynı eğilim Türkiye’de Orhan Pamuk’ta da görülür. Cevdet Bey ve Oğulları
gibi ilk romanları, tümüyle klasik romanın bütün özelliklerini taşır. Ama
Kara Kitap tamı tamına Eco’nun Focault’un Sarkacı gibidir. Kahramanlar
sırların peşindedir ve hep bir takım ipuçlarına rastlarlar. Orhan Pamuk da
bir bakıma Kara Kitap ile Türkiye’nin ilk post modern romanını yazmış
olarak görülebilir.
Hâsılı gerek Eco, gerek Pamuk, bir tarihsel eğilimi hem görmüşler hem
de eserlerinde o eğilimi yansıtmışlardır.
Komplo teorilerini komplo teorileriyle açıklamayacaksak eğer, komplo
teorilerinin bu yaygınlaşması, örneğin Eco ve Pamuk’taki ilk ve kaliteli,
tarihsel bir eğilimi yansıtan örnekleri göz önüne alındığında doğrudan
doğruya, Doğu Avrupa’nın dağılışı, işçi hareketi, sosyalist hareket gibi bü-
yük kitle hareketlerinin çöküşü; küreselleşmenin hızlanması ve buna bağlı

327
Denemeler

olarak farklı kültürlere olan ilgi ve yaklaşımların değişmesi ile yakından il-
gili görünmektedir.
Türkiye’de komplo teorilerinin özellikle son yıllarda yükselişi ise, her
şeyden önce, burjuvazinin bir kesimi ve ABD ile Türkiye’ye egemen as-
ker bürokratik oligarşinin yollarının ayrılmasıyla ilgilidir. Komplo teorile-
ri, özellikle Sabetaycılar bağlamında, bürokratik oligarşinin inkâr ve imha
politikalarının çıkışsızlığına direnme eğilimi gösteren burjuvaziyi sindirme-
nin bir aracı olarak; doğrudan doğruya psikolojik savaşın ve dezenformasyo-
nun bir aracı işlevi görmektedirler. Ayrıca sundukları basit ve kolay açıkla-
malarla hem geniş kitleleri aptallaştırmanın hem de onları askeri bürokratik
oligarşi politikaları çerçevesinde mobilize etmenin de iyi bir aracıdırlar.
Aslında komplo teorileriyle açıklanan bütün tarih ve olaylar gerçek sı-
nıf ilişkileriyle de açıklanabilirler. Zaten her zaman olduğu gibi, komplo te-
orilerinde de daima bir gerçek tohumu vardır. Ama bu gerçek tohumu, or-
taya çıkarılacak bir sonuç olarak değil, gerçeği gizlemenin bir aracı ola-
rak çıkar ortaya. Örneğin elbette, burjuva devrimlerini yapan mason örgüt-
lerinde de, sosyalist partilerde de, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlarda da
Yahudiler veya Sabetaycılar genel nüfus içindeki oranlarından fazladırlar.
Ama bu gizli bir komplo olarak değil, pekâlâ genel sosyolojik eğilimlerin
bir sonucu olarak da açıklanabilir.
Örneğin, klasik uygarlıklarda, artı değerin kaynağının “değer transferi”
olması nedeniyle, ticaretin Yahudiler gibi belli kavimlerin elinde yoğunlaş-
ması; bu nedenle bunların burjuva gelişimindeki özgül rolleri. Burjuva
devrimlerinin Yahudileri gettodan kurtarmasının Yahudilerin, bu devri-
min ideallerinin en tutarlı savunucusu sosyalist ve işçi hareketine akması-
na yol açması; keza Yahudi dininin Mesih geleneğinin, yani adil düzenin
bir gün bu dünyada kurulacağı anlayışının, kurtuluşçu bir dünya görüşü
için bir tek toprak oluşturması, sosyalist öğretilerle gönül yakınlığı içinde
bulunması gibi olgu ve gerçeklerden hareketle de o Sabetaycı veya Yahudi
komplosu gibi görünen olayları daha doğru ve kapsamlı olarak açıklamak
mümkündür. Maria Magdalena’dan, Tapınak Şövalyelerine, Da Vinci’den
Mason localarına kadar bütün Da Vinci Şifresi’nde anlatılan tarihi de aynı
şekilde bir komplo olarak değil, sosyolojik olarak açıklamak mümkündür.
Hıristiyanlık, Yahudilik içinde bir sekt olarak doğmuştu. Bütün sektler
gibi ezilenlere dayanan muhalif bir hareketti ve bütün muhalif sektler gibi,
komünün güçlü izlerini taşıyordu ve kısmen de komünün uygarlığa bir di-
renişiydi. Elbette bu ilişkiler içinde, kadının yeri yüksek olacaktı. Tarih hiç
şaşmaz bir biçimde, uygarlıkla birlikte kadının toplumdaki yerinin alçaldı-
ğını, kadının lanetli bir şeytana dönüşünü gösterir.

328
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Hıristiyanlık da ilk önce yoksullar arasında yayıldı. Yoksullar aynı za-


manda komünün etkisini güçlü olarak hissettirdiği toplum kesimleriydi. Bu
nedenle ilk Hıristiyanların, İsa’yı kendileri gibi bir insan olarak görmeleri,
Maria Magdalena ve Meryem’e (İsa’nın Anası olan Maria) büyük değer
biçmeleri (ki bu hala Katolikliğin yaygın olduğu ülkelerde Meryem kültü-
nün İsa kültünden daha baskın olmasıyla bir şeklide kültürel kalıntı olarak
yaşamaktadır) son derece normaldir.
Dolayısıyla Hıristiyanlık, resmi Roma dini olurken, yani bir uygarlık
dini olur ve gericiliğin ve devletin eline geçerken, aynı zamanda kadının
şeytanlaştırılması ve aşağılanmasına paralel olarak, bu devrimci Hıristi-
yanlığı yaşatan İncil’lerin İznik Konsülü tarafından yakılması son dere-
ce olağandır. İznik konsülünün İncil’leri yakması, tıpkı Stalin başkanlığın-
daki bir kurul tarafından “SBKP Tarihi” yazılması veya Atatürk’ün Nutuk
diye kendi resmi tarihini yazması gibi bir olaydır.
Uygarlık, kadını yok etmek, yerin dibine batırmak zorundadır. Çünkü ka-
dın, uygarlık karşısında komünü ve onun otoritesini temsil eder. Kadına kar-
şı yürütülen savaş aslında komüne karşı, uygarlığın yürüttüğü bir savaştır.
Komünün uygarlığa bulaşmamışlık nedeniyle daha uzun yaşadığı Avrupa’da
18. yüzyıla kadar cadıların yakılması, özünde, komünlerin Şamanlarının
yakılması; şamanın otoritesinin yerini; komün hukukunun yerini kilisenin
otoritesinin ve uygarlığın hukukunun almasından başka bir şey değildi.
Ne var ki, bu binlerce yıllık uygarlıklar boyunca komün öyle hemen yok
edilemez. Uygarlık, meta üretimi ve sınıflı toplum, sadece ticaret yolları ve
nüfusun çok küçük bir bölümünün toplandığı şehirler dışında pek yoktur.
Komün köylerde yaşamaya devam eder. Uygarlık komünler denizinde bir
ada gibi yayılır kapitalizm doğuncaya kadar. Dolayısıyla, Bâtıni tarikatlar
biçiminde ve içinde komün yaşamaya devam eder. Bütün dağlık ve uygar-
lığa uzak alanlarda komünün özgür havasını solur.
Hıristiyanlıkta Katarlar, Bogomiller; İslamiyet’te, Alevilik, İsmailcilik
dağlarda, uygarlığa uzak yerlerde komünü ve onun geleneklerini yaşatma-
ya devam eder. Dolayısıyla, Roma İmparatorluğu ve onun yaşayan ruhu ta-
rafından yeterince fethedilip uygarlaştırılamamış, Güney Fransa’nın, Oksi-
tanya’nın dağları; Pireneler veya İngiltere gibi hep Püritenliğin kalesi ola-
gelmiş ilkel sosyalizm geleneklerinin gücünü sürdürdüğü yerler Katarların,
Maria Magdalena kültlerinin yaşamaya devam ettiği yerler olagelmişlerdir
ve elbette bunlar ile Kilise, yani uygarlık arasında bir mücadele de olagel-
miştir. Bu gelenekler daha sonra burjuva devrimlerine de katalizatörlük et-
mişlerdir.

329
Denemeler

Böyle bir yaklaşım içinde, bir komplo olarak görülen tarih sosyolojinin
kavramlarıyla, tarihin unutulmuş zembereği ve kayıp halkası olan, komün
ve uygarlık diyalektiği; ilişki ve çelişkileriyle de açıklanabilir.
Dan Brown’un kitabı ve film, aslında tapınakçılarla kilisenin mücade-
lesinde tapınakçıların aynı zamanda hem sırrı açıklaması hem de sırrı her-
kesin gözü önüne koymasıdır. Evet Maria Magdalena’nın naaşı, Paris’te
Louvre’nin orta bahçesindeki piramidin altındadır. Onun orada olduğu tüm
insanlığa da duyurulmuştur. Sır açıklanmıştır ve bu öylesine şık yapılmış-
tır ki, hiçbir aklı başında insan, bu piramidin altını kazalım bakalım Maria
Magdalena’nın naaşı orada mı diye soramaz, kahkahalara konu olmak ve
akıl hastası diye diye tımarhaneye kapatılmak istemiyorsa.
Kilise ise tam bir panik içinde, bir buhrana düşmüş bulunuyor. Son ak-
şam yemeğindeki Maria Magdalena’nın bir erkek olduğunu ve faaliyetle-
ri Bâtınilikten farklı olmayan Da Vinci’nin sadık bir Hıristiyan olduğu ya-
lanını yaymak için, TV istasyonları ve basındaki gücünü kullanıyor. Ama
bütün bunlar milyonlarca Hıristiyan’ın bir inanç buhranına girmesini, aklı-
na acaba sorusunun takılmasını engelleyemiyor.
Gerçekten de, kendi tarihleri üzerine bu kitap ve filmle tapınakçılar,
hem binlerce yıllık vasiyeti yerine getirdiler, sırrı açıkladılar ve kiliseyi bile
sırrı korumaya mecbur ettiler. Papa bile cesaret edemez artık, Louvre’un
bahçesindeki piramitin altına bakılmasını.
Evet, şah ve mat.
24 Mayıs 2006

330
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri

Almanya’da bir festival havası var. Sadece futbol maçlarının yapıldığı şe-
hir ve statlar değil, her yer bir festival görünümünde. Her şehirde bir veya
birkaç yere, büyük ekranlar, bu ekranların civarına içecek, yiyecek ve ha-
tıra eşyası satan sergiler kurulu. Ama sadece bu kadar da değil. Neredeyse,
her lokanta, her Kneipe (İngilizlerin Pub’u ya da Fransızların Cafe’sinin
Almanya’daki karşılığı denebilir), hatta her büfe bir televizyon ekranı ko-
yuyor içeriye. Bütün arabalarda, evlerde başta Alman bayrağı olmak üzere
bayraklar, yine aynı ulusal renkler ile boyanmış yüzler, t-shirt’ler, şapkalar.
Bu sadece Almanya’da böyle değil, neredeyse bütün ülkeler, dünyanın
her yerindeki insanlar çeşitli derecelerde benzer bir havanın içinde. Her
yerde neredeyse temel konuşma konusu bu. Bu atmosferin dışına çıkmak
mümkün değil. Biraz kafa yormanın zamanıdır. Ulusçular ulusun ne ol-
duğunu tanımlamaya çalışırlarken, bunların içinde bir eğilim ulusların
tarihten geldiğini, unutulmuş ve uyutulmuş ulusal bilincin uyandırılması
gerektiğini söylerler, bu daha ziyade daha gerici ulusçuluğun bir alâmeti-
farikasıdır.
Nispeten daha demokratik ulusçular ise, geçmişten ziyade, fiziksel ya
da kültürel özelliklerden ziyade, geleceğe yönelik bir tanımda yoğunlaşır-
lar, ortak bir ülkü birliğinin bir ulusu ulus yaptığını söylerler. Bunların yanı
sıra, ortak bir kaderin ve yaşantının da bir ulusu ulus yaptığını söyleyen
bir ekol daha vardır özellikle “Avusturya Marksizmi” kökenli. Tabii bir
de bunların hepsini birden veya çeşitli kombinasyonlarını bir ulusun, ulus
olmasının koşulu olarak (örneğin Stalin’in ulus tanımı göz önüne getirilsin)
getirenler de vardır. Bu “teori” ve bu kriterlerin hiç birisi nesnel olarak ulu-

331
Denemeler

sun ne olduğunu anlatmazlar. Çünkü bunların hepsi, “ulusal olanın politik


olanla çakışması” gerektiğini kabul etmiş veya bunda bir sorun görmeyen
ulusçulardır. Onların sorunu, o “ulusal olanın” neyle tanımlanacağıdır.
Yani, bütün bu ulus tanımlarını yapanlar ulusçulardır. Ulusun ne ol-
duğuna ilişkin farklı teoriler olarak ortaya konan teoriler, aslında farklı
ulusçuluklardır. Yani ortadaki farklılıklar farklı ulus tanımları değil, fark-
lı ulusçuluklardır. Onlar ulusun tanımını ve ulus olmanın kriterlerini koy-
duklarını söylerlerken ulusun ne olduğunu bizlere açıklamış olmazlar, ama
farklı ulusçulukların ne olduğu hakkında bizlere açıklanması gereken zen-
gin bir malzeme sunarlar.
Farklı ulus tanımlarının farklı ulusçuluklar olduğu kavranınca bu farklı
tanımların var oluş nedenlerini anlamak da kolaylaşır ve o zaman sorular şöy-
le sorulabilir: “Niçin ulusu şu veya bu şekilde tanımlayan ekoller vardır ulus-
çular içinde? Niçin şu veya bu kriter ulusun tanımı olarak getirilmektedir?”
Soru böyle sorulunca, yani farklı ulusçulukların niye var olduğu ve ulu-
su öyle tanımladığı araştırılınca, bunun ardında tam da Marks’ın dediği
gibi, üretim ilişkileri ve bu ilişkiler içinde var olan konumu ve çıkarı farklı
grupların (sınıfların) çıkar, karakter ve eğilimleriyle karşılaşırız.
Çok kaba hatlarıyla, insan haklarına, ülkü birliğine dayalı; ulusu geç-
mişle değil, gelecekle, amaçla tanımlayan ulusçulukların nispeten demok-
ratik ulusçuluklar olduğunu; tarihle, kültürle (dille, dinle, soyla, ırkla vb.)
tanımlayan ulusçulukların gerici ulusçuluklar olduğu söylenebilir. Elbette
bu iki temel biçim arasında birçok gri tonu bulunmaktadır.
Avusturya Marksizmi’nin ortak yaşantı ve kader birliği kriteri ise, şu
veya bu şekilde bir ulus bir kere oluştuktan sonra ortaya çıkar. Yani kader
ve yaşantı birliği ulusu yaratmaz, ulus bir kere ortaya çıkınca, kader ve
yaşantı birliği oluşur. Avusturya Marksizmi’nin sorunu, ulusun ve ulusçu-
luğun sonucu olarak ortaya çıkan bir görüngüyü, onun bir kriteri gibi ele
almasındadır. Ulus demek, her şeyden önce, politik olanın, yani devletin
tanımlandığı “şey”dir. Bir devlet bir kere ortaya çıkınca veya devleti olma-
sa bile bir kere bir devlet için, kendini bir ulus olarak tanımlayan bir grup
ortaya çıkıp da bunun için mücadeleye başlayınca; bu ulus nasıl bir tanıma
dayanmış olursa olsun, bir ortak yaşantı ve kader birliği başlar. Başlangıçta
bütünüyle, politik bir hedef olan, imajiner olan, fiili bir gerçeklik olarak
görünmeye başlar.
İnsanlar okullarda aynı kitapları okurlar, aynı dili ve yazıyı öğrenirler;
aynı vergi sistemi, aynı idari sistem, aynı sınıf ilişkileri içinde yaşarlar,
aynı devletin ordusunda askerlik yaparlar, aynı müzikleri dinlerler. Bir süre
sonra, bu ortak yaşantı ve kader, ortada gerçekten, tıpkı sınıflar gibi, hatta

332
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

sınıflara göre çok daha net ve açık olarak görülebilen ulus diye bir “şey”
olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu; başka bir var oluşun müm-
kün ve tasavvur edilebilir olmadığı fikrini ortaya çıkarır. Ve bu korkunç
bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu yaşantı birliğini, kader birliğini (ulu-
su) yaratan devletin, politikanın kendisi iken; sanki devleti ve politik olanı
yaratanın o ortak bir kaderi ve yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu
görüşü yayılır.
Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular olduğu için var
olduğu gerçeği; kendi zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus olduğu için
ulusçuların olduğu biçiminde görülür.
Bu nedenle, ulusu nesnel olarak belli kriterlerle tanımlama yolundaki
her girişim, aslında bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan görü-
nümden hareket ettiği için metodolojik olarak idealizmle damgalıdır. Yani
ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel kriterlerle tanımlama girişimleri,
çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin varlığı belirle-
diği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani ulusçuların ulus anla-
yışlarını, ulus tanımları olarak kabul etmiş olurlar.
Şu ortak yaşantı ve kader birliği kriterine dönüp bir an için, birer ulus-
çu olalım ve ulus olmanın en temel ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı ve
kader birliği olduğunu varsayalım. Bugünkü dünyada, bugünkü globalleş-
me çağında, bu kriterin büyük ölçüde aşındığı görülmekte. Çünkü bütün
dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan çıkmış televizyon ekranların-
dan aynı programları ve maçları izliyor, aynı sahneleri görüyor; aynı at-
mosferler içinde yaşıyor. Bu, Dünya Şampiyonası, Olimpiyatlar, savaşlar,
büyük felaketlerde özellikle çok netleşiyor.
Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir “Erzincan
Zelzelesi” vardı. Bu Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazın-
mıştı. Türk ulusunun ortak yaşantı ve kader birliğini yaratan bir olay ola-
rak görülebilirdi. Ama son tsunami örneğin, neredeyse tüm uluslardan her-
kesin ortak hafızasına aittir. Yani ulusun “din” gibi değil de “sınıf” gibi
nesnel olarak kriterleri sıralanabilir nesnel bir “şey” olduğu düşüncesine
yol açan, ortak kader ve yaşantı birliği bile, kökünden sarsılmaktadır. Evet,
hala devletler belirlemektedir politik gelişmeleri, hala devletlerin bayrak-
larını asmaktadır insanlar, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun
bayrağını asması olayının kendisi bir ortak yaşantıdır. Bu ortak yaşantı
aynı devletin (ulusun) takımı kazandığı veya kaybettiğinde o ulustan olan-
ların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az önemli değildir. Bir ulusun
içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya kayıplarda benzer farklı-

333
Denemeler

lıklar yaşarlar. Bu farklılıklar dünya çapında bir ülke ölçüsündeki kazanan


kaybedenlere benzetilebilir.
O halde, bu gerçek zamanda herkesin aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri ya-
şadığı dünyada, ortak yaşantı ve kader birliği, artık ulusal sınırları çoktan
parçalamış bulunmaktadır. O halde, gören göz için, bu futbol şampiyona-
sının bir kere daha ortaya çıkardığı bir gerçek var, sadece ulusçuluk değil;
ulusların kendisi, yani ulusal devletlerin kendisi, üretici güçlerin bugünkü
gelişmişlik düzeyinde insanlığın var oluşunun ve mutluluğunun önündeki
en büyük engeldir.
Mücadele, bütün dünyada, bizzat uluslara, ulusal devletlere karşı olma-
lıdır. Ulusların ve ulusal devletlerin kendisini akıl ve mantık dışı; yıkılması
gereken en büyük ve acil sorun olarak görmeyen her politik proje gericilik-
le sonuçlanmaya mahkûmdur.
Dünyada sosyalizmin ve sosyalistlerin entelektüel güçlerini, canlılıkla-
rını, perspektiflerini yitirişinin temelinde uluslara ve ulusal devletlere karşı
mücadeleyi gündemin başına koymamak bulunmaktadır.
Sosyalistler sadece özel mülkiyete saldırıyorlar, ama esas politik ikti-
darı elinde bulunduran ve özel mülkiyet kadar insanlığın önünde bir en-
gel oluşturan uluslara ve ulusal devletlere hiçbir saldırıları yok. Hatta aksi-
ne, “emperyalizme karşı” ulusları, ulusal devletleri, sınırları savunuyorlar.
Hem de en gerici biçimindekileri bile.
Gören göz için bu Dünya Futbol Şampiyonası, bir tek dünya cumhuri-
yeti için, yani insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu, oturduğu yer ne olur-
sa olsun eşit olduğu; eşitliğin ulusların ve devletlerin yurttaşlarıyla sınırlı
olmadığı ve onlarla dolayımlanmadığı sınırsız ve ulussuz bir dünya için
maddi koşulların çoktan oluştuğunu; olgunlaştığını, hatta çürümeye yüz
tuttuğunu gösteriyor.

334
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Sol Neden “Ofsayt”ta?

Almanya’da yapılan futbol şampiyonasının, sırf bir ortak yaşantı ve kader


birliği bağlamında bile nasıl ulusların kabuğuna sığmadığını ve onu aşın-
dırdığını önceki yazıda ele almıştık.
Bugün dünyadaki her hangi bir soruna, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
ulusların (en demokratik tanımlanmış ulusların bile) insanlığın kurtuluşu
önündeki en büyük engel ve fiili bir ırkçılık anlamına geldiğini kavrama-
yan her politik parti veya hareket, birden bire kendini en kötü gericiliğin
destekçisi olarak bulur. Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece, dünyayı ve
ondaki politik gelişmeleri anlama ve onlara karşı bir politik tavır ve prog-
ram geliştirme şansınız olmaz. Çünkü soruna böyle yaklaşmadığınız süre-
ce, bugün dünyaya egemen olan ulus devletlerin ırkçı bir sistemin araçla-
rı olduğunu göremezsiniz. Yani ırkçılığı bir tehlike olarak görürsünüz, yer-
yüzü ölçüsünde var olan bir sistem olarak değil. Çünkü böyle yaklaşmadı-
ğınız sürece siz bir ulusçusunuzdur; insanların değil ulusların eşit olduğu
insanların ancak uluslar aracılığıyla eşit olabileceği gibi bir yaklaşıma sa-
hipsiniz demektir.
Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolanımıyla değil, doğrudan
eşit hakları olduğu bir düzen için mücadele etmeyi bayraklarının en başı-
na yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri, Almanları, Amerikalıları, Türk,
Alman, Amerikan uluslarına karşı savaşmaya; Türk, Alman, Amerikan ol-
maktan çıkıp insan olmaya çağırmalıdırlar. İnsan ise ancak, politik ola-
nı ulusal olanla tanımlamamış bir dünya cumhuriyetinde olunabilir. Hem
İnsan, ham de Türk, Alman, Amerikan, vb., olunamaz.
Bugünkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, İnsanlar üze-
rindeki diktatörlüğüdür. Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler, Alman-
lar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü kurmaktır.

335
Denemeler

Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçim-


de tanımlanmış bir ulusa göre mi, insana göre mi? Biri ulusal devletler,
dünyanın sınırlar ve devletlerle bölünmesi, diğeri dünya cumhuriyetidir;
sınırların ilgasıdır.
Demokratik bir cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler, Almanlar,
Amerikalılar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir ki bu aynı za-
manda proletarya diktatörlüğünün kendisidir. Proletarya diktatörlüğü an-
cak İnsanların bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Türk, Alman, Amerikan
devletleri olarak var olamaz bir proletarya diktatörlüğü. Sosyalist devrim
her şeyden önce İnsanların uluslara karşı bir savaşı olmak zorundadır.
Dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir soruna kar-
şı politika ve program geliştirilemez ve bir anda politik olarak “ofsayt”a
düşülür.
Örneğin Avrupa Birliği, ulusçu bir bakış açısından, gerici ulusçuluk-
tan kurtulma, onu aşma gibi görülebilir. Türkiye’de bol bol görülebilecek,
“Avrupa ulus devleti aşıyor” övgüleri hatırlanabilir.
Ama ulusun ne olduğunu kavramış ve ulusların, nasıl tanımlanırsa ta-
nımlansın (yani demokratik veya gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış ol-
sunlar fark etmez), insanlığın kurtuluşunun önündeki en büyük engel, bü-
tün sorunların başı olduğunu düşünen biri açısından, yani bir Devrimci
Marksist açısından, yani İnsan açısından, Avrupa Birliği, en gelişmiş biçi-
miyle bile (yani Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Dev-
letleri olması durumunda ve Avrupalılığı sırf teritoryal olarak tanımlama-
sı hiçbir kültürel ve tarihsel gönderme yapmaması durumunda bile), ulus
devletin aşılması değil; kendini Avrupa denen toprak parçasıyla sınırlamış;
ulusu yere göre tanımlayan ve bu topraklar dışında kalan insanları her tür-
lü haktan yoksun kılan, yeni bir ulus devletin kurulmasıdır. Yani ilerici de-
ğil, gericidir. Çünkü insanlığın büyük bölümünü dışlamakta; ömrünü dol-
durmuş ulusları ve ulusal sınırları yaşatmaya çalışmaktadır.
Ama sosyalistler ya da İnsanlar için sorun, tıpkı Türklüğü yok etmek ol-
duğu gibi, Avrupalılığı da yok etmektir. Avrupa’ya girip girmemenin doğ-
ru veya yanlış olduğunu Türkler veya Avrupalılar tartışır veya tartışabilir.
Ama sosyalistler ya da İnsanlar için tartışma Türklüğün ve Avrupalılığın
nasıl yok edileceği noktasındadır ve öyle olmak zorundadır. Sosyalistlik ya
da İnsanlık, Türklük ve Avrupalılık ile bir arada bulunamaz ve uzlaşmaz.
Birinin olduğu yerde diğeri var olamaz. İnsanlar Türk veya Avrupalı ola-
maz, Avrupalı veya Türkler de İnsan olamaz.
Aynı şekilde bir sosyalist bir Türk, bir Alman veya Avrupalı olamaz;
sosyalist ancak İnsan olabilir; tersinden bir Türk, bir Alman veya bir Avru-

336
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

palı da bir Sosyalist (veya İnsan) olamaz. Ancak uluslara karşı mücadeleyi
gündeminin başına koymuş, tüm insanları uluslar, ulusal devletleri ve ulu-
sal sınırları yıkmaya çağıran bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir ede-
bilir ve ona karşı mücadele edebilir.
Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur. Bütün dün-
yada, ulus perspektifinin ötesine gidememiş sol, Avrupa Birliği sorununa
hiçbir çözüm önerememektedir örneğin. Bir ülkede sol Avrupa Birliği’nden
yana iken diğerinde karşıdır. Avrupa Birliği karşıtları genellikle, en tutu-
cu ve gerici milliyetçilerle, bürokratik ve askeri oligarşilerle; AB yandaşı
olanlar da globalizm hayranlarıyla, liberallerle yan yanadır.
Ama eğer bugünkü en demokratik biçimiyle bile ulusal devletin artık
yeryüzü çapında ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve
İnsanları uluslara ve ulusal devletlere karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız;
Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya da Avrupalıları,
Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa
karşı savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp İn-
san olmaya çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmaz-
sınız. Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme yönündeki yak-
laşımları bir ilerleme ve demokratikleşme olarak görürsünüz.
Tam da şu Dünya Futbol Şampiyonasının yapıldığı günlerde, Der
Spiegel dergisi, Yeni Uluslar Göçü, “Yoksulların Akını” kapağıyla bir sayı
yayınladı. Konu, yoksul ülkelerden insanların zengin ülkelere kapağı atma-
larıydı. Dikkat edilsin, bizzat bu başlığın kendisi ırkçıdır. Ama bu ırkçılığı,
bir Alman, bir Türk, bir Avrupalının görmesi mümkün olmadığı gibi, biz-
zat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar.
Bir Alman; bir Türk, bir Avrupalı, yeni uluslar göçünden, yoksulların
bir “akın”ından söz edebilir ve edecektir. Ama tüm insanların eşitliğini, bı-
rakalım gerçek ekonomik eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını bir yana, for-
mel, hukuki eşitliğini, savunan bir İnsan için, bu ulusların “akın”ını, yok-
sulların kapatıldıkları hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dı-
şına kaçma, o duvarları bilinçsiz bir yıkma çabası olarak görülür.
Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir saldırı, bir
“akın” olarak görülen, insana bir öz savunma olarak görülür. Ulusçu bu
akını durdurmaya çalışır. Yumuşak ulusçular, üçüncü dünyaya daha fazla
yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım der, sert ulusçular,
yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim der. Farklı yöntem-
lere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akını” durdurmak!
Ama bir insana, bu aynı hareket, uluslara karşı, ulusal sınırlara karşı bi-
linçsiz ve bireysel bir direniş olarak görünür; insanların kapatıldıkları re-

337
Denemeler

zervasyondan kurtulma çabası olarak görülür. İnsanın sorunu, bunu engel-


lemek değil, bunun bütün duvarları yıkan bir sele dönüşmesini sağlamak-
tır. İnsanlar veya sosyalistler, hapishanenin veya duvarın dışına bireysel ya
da toplu kapağı atma girişimlerini, duvara ya da hapishaneye karşı, onları
yıkmak için bir sosyal harekete çevirmeye çalışır ve bu hareketlerde böyle
bir sosyal devrimci hareketin tohumunu görür.
İşte soruna böyle bakmayan; İnsan değil; Türk, Alman, Fransız, Avru-
palı veya Amerikan olan sol, kendini outside’ta bulmaktadır. Bu son dünya
kupası maçlarında Almanya’da açıkça görüldü. Alman solu (tam da Alman
solu olduğu için zaten), kendisini hep klasik Hitler tipi ırkçı milliyetçiliğe
göre tanımlamış, refleksleri ona göre oluşmuştur. Belki dünkü dünyada bu
tavır bir ölçüde sol bir duruş için yeterli olabiliyordu, ama bugünkü dünya-
da, bu klasik ırkçı milliyetçiliği hala baş düşman olarak görmek ve ona göre
refleksler göstermek, aslında var olan gerçek ırkçı sistemi gözlerden gizle-
me ve hatta bu ırkçı sistemi pekiştirme girişimlerini olumlama olarak gör-
meye yol açmaktadır.
Bütün sol, Alman milli takımının başarılarında, klasik ırkçı faşistlerin
sokağa çıkacağını; klasik ırkçılığın tekrar legalite kazanacağını düşünüyor-
du. Ama tam aksi oldu, bütün basın Almanların da diğer uluslar gibi ken-
di bayraklarıyla başka ulusları hor görmeden ve aşağılamadan övünmeye
hakları olduğunu ve dünya kupasında da bunun gerçekleştiğini; artık uygar
bir ulus olarak hala geçmişin yüküyle bayraklarını açmaktan utanmamala-
rı gerektiğini yazdı. Gerçekten de, başka ülkelerin bayrakları da her yerde
dalgalandı, kimse onlara karşı bir saldırıda bulunmadı. Aksine, güvenlik
görevlileri başkalarını da kendi bayraklarını sallama özgürlüğünü garanti
altına aldı. İlk başlarda klasik ırkçı faşistlerin yaptıkları bir iki girişimde
polis son derece sert davranarak onlara gereken mesajı verdi.
Ama bütün bunlar olunca, sol birden bire kendisini silahsızlanmış bu-
luverdi.
Bunu belki gözlerden kaçmış küçük bir olayda görelim: Hamburg’ta
Sternschanse (“Yıldıztabya” diye çevrilse pek de yanlış olmaz) diye bir
semt vardır. Genellikle eski evlerin bulunduğu, yabancıların, solcuların
ve öğrencilerin yoğun yaşadığı bir semttir. Hatta burada solcuların işga-
li altında bulunan eski bir tiyatro binası vardır (buna Kızıl Flora denir).
Bu semtte, son dört beş yılda, dünyanın bütün metropollerinde görülen bir
değişim başladı. Bütün dünyada, Yuppie’ler genellikle, eski solcuların, ya-
bancıların yaşadıkları; daha rahat bir atmosferi olan semtlere yerleşmekte-
dirler. Aynısı burada da oldu. Genellikle medya alanında çalışan veya nis-
peten iyi bir geliri ve işi olan, genç, politikaya ilgisiz Yuppie’ler bu semte

338
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

dadandılar ve oradaki yerleri mekânları yaptılar. Artık o eski partal giysili


solcular yoktu ya da azınlığa düşmüşlerdi: iyi bakımlı, giyimli, anlamsız
yüzlü genç bir kitle doldurmaya başladı orayı.
Dünya Kupası vesilesiyle de bütün kafeler önlerine birer televizyon ek-
ranı koydular. Havalar da güzel gidince, maç saatlerinde bu kitle iğne atsan
yere düşmez biçimde maçları izledi. Yüzlerini boyayanlar, formalar, takma
saçlar vb. hâsılı o televizyonlarda görülen tipik bir maç seyircisi görünümü
ortalığı kapladı. Bir karnaval, bir festival havası ortalığı sarıyordu.
İşte, Alman milli takımının bir maçında, solcuların işgali altındaki
“Kızıl Flora”dan, maç esnasında klasik Alman ırkçı milliyetçiliğine karşı,
kocaman hoparlörlerle bir propaganda ve sabotaj yayını başladı. Kafelerin
önüne oturmuş maç seyreden binlerce karnaval havasındaki kitle önce bi-
raz mırıldandı, ama sonra bu yayını duymazdan geldi, ciddiye bile alma-
dı. Hele Almanya golü attıktan sonra Alman bayraklarıyla güle oynaya eğ-
lenmeye başladı. Başkalarına karşı bir saldırganlık görülmedi. Hatta diğer
uluslara göre daha ölçülü ve dikkatliydiler, başkalarını rencide etmemeye
özel bir dikkat de gösteriyorlardı.
Bu propaganda-sabotaj yayını sadece coşkunun gürültüsü içinde yok ol-
madı; aynı zamanda absürtleşti. Çünkü o kendini, klasik ırkçı, Hitler selam-
lı kaz adımı yürüyüşlü bir milliyetçiliğe karşı hazırlamıştı, karşısına çıkan
rengârenk boyalar içinde şarkı söyleyen, diğerlerine saldırmayan, kendisini
de diğerleri gibi gören, bütün ulusların milliyetçiliği gibi bir milliyetçilikti.
Hatta onlardan daha ölçülü, anlayışlı ve toleranslı bile denebilir.
Ama bu outside durumunu daha da pekiştiren olgu da şuydu: Alman-
ya’da yaşayan Siyahlar, Türkler ve yabancılar da ellerinde Alman bayrakla-
rıyla, daha fazla Alman olduklarını kanıtlamak (ve kabul edilmek için) için
Almanlardan daha büyük coşku ve ekstra bir gösterme çabasıyla Alman
milli takımının zaferini kutluyorlardı. Hatta muhtemelen Türk gençleri
olan yabancı görünümlü gençler, koca bir tır kamyonunu “Kızıl Flora”nın
karşısına getirmişler onun üstüne çıkmışlar ve üzerinde kutluyorlardı.
Sonra polis geldi ve tırın tepesi tehlikeli olduğundan gençleri oradan indir-
di. Bir zamanlar polis “Kızıl Flora”ya saldırmak için gelirdi, şimdi Alman
milli takımının zaferini kutlayan yabancı gençlerin kutlamayı fazla aşırıya
vardırmamaları için geliyordu. Bu çok basit, sıradan, belki çok kişinin dik-
katini bile çekmemiş küçük olaylar dizisi, klasik solun bugünün dünyasını
anlamadığını ve ona söyleyecek bir sözü olmadığını; artık ciddiye bile alın-
madığını, bir tehlike olarak bile görülmediğini bir kere daha belgeliyordu.
Irkçılığın bir tehlike değil gerçek olduğunu görmeden bugünkü dünya-
da politika üretmenin olanağı yoktur. Ama ırkçılığın bir tehlike değil de bir

339
Denemeler

gerçek olduğunu ise ancak İnsanlar görebilir, Türkler, Avrupalılar, Alman-


lar veya Amerikalılar değil. Onlar açısından her şey olağandır. Irkçılık, Der
Spiegel’in kapağındaki “akın” sözcüğünde gizlidir.
Bugünkü dünyada, artık klasik ırkçılık bir tehlike değildir. Elbet bu ırk-
çılık vardır. Hele savaş sonrasını ve ‘68’i yaşamamış doğu Avrupa ülkele-
rinde bu ırkçılık vardır ve oldukça da güçlüdür, ama artık dünyadaki geliş-
melere damgasını vuran bu değildir. Bu ırkçılığa karşı mücadele içinde hiç-
bir program ve perspektif geliştirilemez. Bugünün ırkçılığı, çok kültürlü
biçimiyle bile ulusal devletleri ve sınırları savunmanın ta kendisidir.
Globalleşme, tüm malların ve paranın serbest dolaşımına dayanmakta-
dır. Bugünün dünyasında, bir tek mal vardır bu serbest dolaşımdan yarar-
lanamayan: İşgücü.
İşgücünün serbest dolaşımı, gittiği yerde eşit haklara sahip olması de-
mek, ulusların, ulusal sınırların ve devletlerin ortadan kalkması demektir.
Kar oranlarını yüksek tutmak ve işçi sınıfını uluslara göre bölebilmek ve
her ülkede burjuvaziyle ittifaka çekebilmek ancak ulusal sınırlar ve devlet-
ler sayesinde mümkün olmaktadır.
Globalleşmenin böylesine geliştiği bir çağda, klasik ırkçılık ne burjuva-
zinin yayılma hayalleri ne de kapitalizm için hiçbir avantaj sağlamamakta,
aksine bir yük oluşturmaktadır. Bu nedenle, ulusal devletleri savunma, bir
bakıma, burjuvaziyi klasik ırkçılığa karşı duruşa ve çok kültürlülüğe da-
yanan bir milliyetçiliği teşvik etmeye zorlamaktadır. Burjuvazinin böyle
bir sisteme doğru geçişi hem ülke içinde, hem dünyada ona daha geniş bir
temel ve daha geniş bir hareket alanı sağlamaktadır.
Elbette burjuvazinin bir milliyetçilikten diğer milliyetçiliğe geçişi; kaz
adımlı Hitler selamlı milliyetçilikten; renkli ve karnaval havalı milliyetçi-
liğe geçişi, düz bir yol izlememektedir ve bizzat burjuvazinin içinde aynı
zamanda bu iki milliyetçilik arasında bir çatışma da gerçekleşmektedir. Bu
düz bir süreç değil, çatışmalı, gelgitleri olan bir süreçtir.
İşte son Dünya Kupası, Almanya’daki bu çatışmada, klasik ırkçı milli-
yetçiliğin, “çok kültürlü” milliyetçilik karşısında ciddi biçimde geri adım
atmak zorunda kaldığı bir çatışmaydı aynı zamanda. Solu outside’a düşü-
ren de tam buydu.
Almanya’daki Dünya Kupasında bu çatışma da gelecek yazının konusu
olsun.
6 Temmuz 2006

340
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol

Bu dünya futbol şampiyonasında Almanya dünya şampiyonu olamadı, fi-


nale kalamadı, üçüncülükle yetinmek zorunda kaldı, ama politik olarak bu
şampiyonada en büyük başarı ve kazanç Alman burjuvazisinindir. Neden
ve nasıl? Bunu göstermeyi deneyelim.
Son dünya kupası, Alman burjuvazisinin, klasik kana, soya dayalı ırk-
çı milliyetçilikten; artık günün ihtiyaçlarına cevap vermeyen ve bir yük
oluşturan bu milliyetçilikten; globalleşmenin ve bir Avrupa Birliği oluş-
turabilmenin ihtiyaçlarına daha uygun düşen bir milliyetçiliğe geçişin dö-
nüm noktası olduğu gibi; bu iki milliyetçilik arasındaki mücadelenin de bir
sahnesiydi.
Bu durumu iyi gözleyen eski 68’li, bir zamanların hızlı anarşisti, şimdi-
lerde Yeşiller’in teorisyen ve stratejistlerinden, onların Avrupa işlerine ba-
kan Daniel Con Bendit (bir zamanların Kızıl Dany’si) son Dünya Şampi-
yonasına Alman Milli Futbol takımını hazırlayan Klinsmann’ı kastederek,
“o Yeşil-Kızıl koalisyonun yapamadığını başardı” (“yeşil” ve “kızıl” Alman
politik kültüründe ekolojistler ve sosyal demokratların karşılığı olarak kul-
lanılıyor.) anlamında sözler etti. Onu böylesine söz ettiren değişim nedir?
Birçok sosyolog ve yazar bu şampiyona öncesi Almanya ile bu şampiyo-
na sonrası Almanya’nın aynı olmadığını söylüyor ve bunda Alman Milli ta-
kımının antrenörü Klinsmann’ın işlevine dikkati çekiyor.11
11 Bu değişim Radikal yazarı Ceyda Karan tarafından şöyle anlatılıyor. Yazar
aynı zamanda değişimi anlatışıyla değişenin ne olduğunun bir kanıtın daha da

341
Denemeler

Birkaç karakteristik haber, bu dönüşümün çapı hakkında bir karar verir.


Almanya’da büyüyen, Türkiye kökenli film rejisörü Fatih Akın, Hürri-
yet’te çıkan habere göre şunları söylemiş. Haberi 2 Temmuz Pazar günkü
Hürriyet’ten okuyalım.
“Ödüllü Yönetmen Fatih Akın: Dünya Kupası Irkçılığı bitirir. (...) ‘İlk
kez’ Almanya’yı tuttuğunu söyleyen Akın, ‘Almanya’daki Türkler
milli maçlarda hep rakibi tutardı. Ama bu son dünya Kupası’nda bu
değişti. (...) Bütün dünyadan misafirler geldi. Bu bir şok gibi oldu.
Eğitim gibi bir şey oldu, iyi oldu. Irkçılık gidiyor.’
Almanya’nın yediği gol üzülen, attığı golle havalara fırlayan Akın,
tur sevincini kutladı.”

sunmuş oluyor. Yazını başlığı bile ilginç: “Almanya Gök Kuşağının Altından Geçi-
verdi.” (10/07/2006, Radikal)
“Dünya Kupası’nı kaybettiler. Pek ümitlenmişlerdi, Dortmund’ta yarı finalde
gelen yenilgi sonrası gözyaşlarını tutamadılar. Çok sürmedi, gülümsediler. Bu
kupanın ‘galibi’ Almanlar oldu. Bir aylık futbol festivaline hoşgörüyle ev sahip-
liği yaptıkları, sportmenlikleriyle yeşil sahalarda ırkçılığa prim vermedikleri,
memleketlerinin dört bir yanını altın sarısı-kırmızı-siyah bayraklarıyla donat-
makla kalmayıp, Togo’nun yeşil-sarı-kırmızısına da bürünebildikleri için... Ve
1980’lerin çelik disiplinli Panzerleri’ne, göçmenlerin topçularını katabildikleri,
Polonyalı Klose ve Podolski, Fransız aksanlı Neuville, yarı Ganalı Odonkor’lu
bir takım kurabildikleri için...
Yıllardır uyum sorunları yaşadıklarını konuşsak da, bir şekilde sığdıkları ge-
niş göçmen kitlelerinin, kendiliklerinden bu üç renge bürünerek canı gönülden
Almanya’yı desteklemiş olması bir işaret olsa gerek. Göçmenlerin, özellikle de
Müslüman nüfusun giderek arttığı Avrupa’da Hollanda ve Danimarka gibi hoş-
görü timsali gösterilen pek çok memlekette aşırı sağ güçlenirken, Almanya’da
marjinal görülüyor. Yer gök altın sarısı-kırmızı-siyah renklere boyanırken, yıl-
lardır bu renkleri tekellerine almış aşırı sağcıların çareyi Reich’ın beyaz-kır-
mızı-siyah renklerine sığınmakta bulması pek manidar değil mi? İşte bundan
ötürü, Dünya Kupası boyunca Almanya’da yaşanan coşkunun ‘Nazizm ruhunu
hortlatacak bir milliyetçi hissiyat’ olduğu iddiası pek komik. Zira Anglo-Sakson
medyasının pek sevdiği milliyetçi yakıştırmalar, Almanya’nın her zaferi sonrası
Berlin sokaklarına üşüşen, Alman bayrağına ay-yıldız konduran Türkleri açık-
lamıyor. Yahut da Der Spiegel’in yayımladığı altın sarısı-kırmızı-siyah renklere
bürünmüş başörtülü Müslüman kızların fotoğrafını... Bu başka bir fotoğraf ol-
malı! Belki de basitçe şu saptamayı yapmak lazım: Almanlar artık kendilerini
iyi hissediyor, dakika başı özür dilemek gerektiği fikri sabitinden kurtuluyor.”

342
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Alman medyasında, esas vurgu hep, artık bütün milletler gibi Almanların
da kendi bayraklarından utanmamayı öğrendikleri ve onunla rahat bir iliş-
ki kurabildikleri gibi noktalarda yoğunlaşıyordu. Ve hemen hemen bütün
haber ve resimlerde genellikle Almanlar başka uluslardan insanlarla birlik-
te eğlenirken haber yapılıyordu. Maç dolayısıyla gelenlerle yapılan söyle-
şi ve haberlerde öne çıkarılan, ziyaretçilerin Almanlar hakkında hep kabız,
aşırı ırkçı, milliyetçi, gülmez insanlar gibi yargıları olmasına rağmen bura-
da bambaşka bir durumla karşılaşmış olmaları gibi noktalardı.
Bir de en çok Alman bayrağıyla Alman milli takımının başarılarını kut-
layan yabancılar, özellikle Türkler ve siyahlar göze batırılmaya çalışılıyor-
du. Hatta Türklerin Alman bayrağının kırmızı şeridinin ortasına ay yıldız
koymaları özellikle öne çıkarılan haberler arasındaydı. (Buna gerici Türk
milliyetçiliği, aynısının yarın Türkiye’de de olabileceği, yani Kürtlerin,
yeşil, sarı ve kırmızının ortasına bir ay yıldız koyabilecekleri korkusuyla
hemen karşı çıktı. Tabii Almanlarınkine koyulmasına temelden itirazı yok.
Ona itirazı eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürebilir diye)
Yani Fatih Akın’ın tavrı, an azından yabancılar ve solcular yaygın olan
genel bir eğilimin ifadesinden başka bir şey değil. Solcuların ve yaban-
cıların önemli bir kısmı eski reflekslerin anlamının kalmadığını düşünü-
yor ve artık Alman bayrağından utanmamayı veya Almanya’yı tutmayı
öğreniyor. Geçenlerde “Sol Neden “Ofsayt”ta?” yazısında anlattığımız ve
tartıştığımız küçük sahneler, aslında genel bir eğilim ve dönüşümün tipik
görünümleriydi.
Aslında bu yeni durum bizzat PDS’in (Demokratik Sosyalizm Partisi)
yıldızı olan, Gregor Gysi’nin aşağıdaki sözlerinde en açık biçimde yansıyor:
“Ulusal futbol takımları için Almanlar tarafından dışa vurulan ulu-
sal gurur, Meclis sol grup başkanı Gregor Gysi’nin görüşüne göre,
olumlu yurtseverliğin bir işareti. Gysi Tageszeitung’a verdiği demeç-
te, Almanya’da genç kuşak arasında ‘Ana vatanlarına (Türklerde va-
tan ana metaforuyla, Almanlarda baba metaforuyla bağlantılıdır.
Tam çevirisi “baba vatan” olurdu) karşı tamamen normal, kabız ol-
mayan’ bir ilişki gelişiyor ve bu dünya futbol şampiyonasını ‘biricik
büyük bir şölen yapıyor’ dedi. Buna karşılık, bizzat kendi kuşağı-
nın ise, ‘ulusal sorunla hastalıklı bir ilişki’si olduğunu ve bu neden-
le yurtseverlik tartışmasında ‘ağzını kapaması’ gerektiğini söyledi.
Gysi, ‘Burada ilk defa, kendi ulusuna karşı bağımsız, kabız olma-
yan, normal bir ilişki oluşuyor’ dedi. Eski PDS Başkanının argü-
manına göre, toplumda herkesin kendisini bütüne karşı sorumlu his-

343
Denemeler

sedebilmesi için, kabız olmayan ve normal bir ulusal bağ bir ön ko-
şuldur. Gysi’ye göre, ‘sağ taraftaki Totaliter anti komünizm tıpkı so-
lun bir kesimindeki totaliter anti nasyonalizm gibi bunu şimdiye ka-
dar engelledi.’
Gysi partisinin bir bölümündeki ritüelleşmiş ‘Almanya, bir daha
asla!’ parolasını da eleştirdi. ‘İnsan istemediği bir ulusu yönetemez’
dedi. Bunun kafada ve yürekte bir çelişki olduğunu söyledi. Solcular
ve kendi kuşağının tutucuları, 50’li ve 60’lı yıllarının tecrübeleriyle
genç kuşakların canını sıkmamalı. ‘Biz kendiliğinden daha iyi geli-
şeni yolundan saptırmamalıyız. Normalleşmeye bizim katkımız bu
olabilir.’ dedi.”12
Gysi’nin bu sözleri, bu futbol şampiyonasının Alman kapitalizminin
gerçek bir zaferi olduğunun en büyük delilidir. Eski milliyetçiliğin kar-
şısında olan solcular yeni milliyetçiliğin savunucularıdırlar. Bir burjuvazi
için, bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi? Ofsaytta kalmak isteme-
yen solcular ve yabancılar (Gysi veya F. Akın) bu yeni milliyetçiliğin se-
lamlayıcıları, taraftarı ve savunucusu olarak ortaya çıkıyorlar.
Milliyetçiliğin ne olduğunu anlamayanlar, bugünkü dünyada en demok-
ratik milliyetçiliğin bile aslında dünya çapında bir ırk ayrımcısı apartheit
sisteminin aracı olduğunu anlamayanlar, böyle yaparken, ırkçılıktan kur-
tuluş ve ona karşı çıkış adına, fiilen bu ırkçı sistemin savunucuları olarak
ortaya çıkıyorlar.
Ama sadece sol mu böyle? Aynı bölünmenin Alman sağı, arasında da
yaşandığı görülüyor. Die Zeit gazetesinin haberine göre, Alman faşistleri
arasında da bir bölünme varmış. Bir kısmı, bu “yeni yurtseverliği” milliyet-
çiliğin yaygınlaşması olarak selamlarken, diğerleri bunun “pazar günü mil-
liyetçiliği” olduğunu söyleyip bu milliyetçiliğe karşı tavır alıp onunla ken-
di arasına sınır çizmeye çalışıyormuş. Bunlar etrafı dolduran siyah, kırmı-
zı ve sarı renkli Alman bayraklarına da karşı çıkıp, siyah, beyaz ve kırmızı
renkli bayrağın Alman milliyetçiliğinin bayrağı olduğunu söylüyorlarmış.
Böylece Alman burjuvazisi, solcuları, yabancıları (ve hatta faşistler ara-
sındaki bölünmenin gösterdiği gibi) faşistlerin bir bölümünü yeni milli-
yetçiliğinin destekçileri haline dönüştürmüş bulunuyor. Elbette bu yeni
biçim milliyetçilik, Batı Almanya’da eski Doğu Almanya olan eyaletler-
den, büyük şehirlerde taşralı, genç kuşaklar arasında yaşlılardan daha güç-

12 Bkz: <de.news.yahoo.com/21062006/286/gysi-begruesst-deutschen-fussball-
patriotismus.html>

344
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

lü ve yaygındır. Eski biçim hala özellikle eski Doğu Almanya’da çok güç-
lüdür, ama bu, geleceğe damgasını vuran bir eğilim değildir. Bütün Doğu
Avrupa’da olduğu gibi, orada zaman bir süre durmuştu ve duvarın yıkılı-
şından beri kaldığı yerden devam ediyor. Doğu ve Batı (yaşlılar ve gençler;
büyük şehirler ve taşra) aslında bu milliyetçiliğin birbirini izleyen iki aşa-
masını, zamansal bir dizilişi, mekânsal biçimde yansıtmaktadırlar.
Alman kapitalizmi için Avrupa’daki başka ulusları ve toprakları işgal
ile yayılmanın, başka ulusları köleleştirmenin ideolojik temellerini atan
klasik ırkçı milliyetçilik bir intihar olur. Ayrıca buna ihtiyacı da yoktur.
Hitler’in “Avrupa Kalesi”ni Alman burjuvazisi, bizzat Doğu Avrupalı halk-
ların Avrupa Birliği’ne katılmak için yaptıkları ayaklanmalarla ve gönüllü
katılımlarıyla kurmuş bulunmaktadır. Alman burjuvazisinin ihtiyacı, bu
yeni duruma uygun bir milliyetçilikti. Eski kuşakların şekillenmeleri, ge-
lenekler, yerleşmiş eski yapı bu yeni duruma uygun bir milliyetçiliğin ege-
men olmasının önünde bir engel oluşturuyordu. Bu futbol şampiyonası, bu
eski milliyetçiliğin kabuğunun kırılması; Alman politik kültürü ve egemen
resmi milliyetçilik için küçük bir “devrim” oldu.
Ama eskisinin yerine gelen, en az eskisi kadar tehlikeli bir ırkçılıktır ya
da günümüz dünyasına uygun bir ırkçılıktır. Bu kavranmazsa, dünyadaki
hiçbir gelişme karşısında doğru tavır alınamaz. 1936 Berlin Olimpiyatları
biyolojik ayrımlara dayanan bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın bir gösterisiydi.
2006 Dünya futbol şampiyonası, “çok kültürlü” bir milliyetçiliğin ve ırkçı-
lığın gösterisidir, Alman politik kültüründe ikincisinin birincisinin yerini
almasıdır. Bunun nasıl bir ırkçılık olduğunu ise her hangi bir şekilde milli-
yetçi olanlar anlayamazlar.
Bunun ırkçılık olduğunu anlayabilmek ve görebilmek için, yeryüzünde
ulusal sınırların ve milletlerin demokrasi ve insan haklarının önündeki en
büyük engel olduğunu kavramak; bu çok kültürlü milliyetçiliğin de bu ulu-
sal sınırları ve ırk ayrımcısı sistemi yaşatmayı ve güçlendirmeyi amaçla-
dığını görmek gerekir. Bugünkü globalleşme çağında, gelişmiş ülkelerde,
gerek yaşlanan nüfus dolayısıyla, genç nüfuslu üçüncü dünyadan gelecek
iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle; gerek iş gücünün yeniden üretiminin
fiyatını düşük tutmak dolayısıyla kar oranlarını yükseltmek için özellikle
gastronomi, temizlik, sağlık gibi alanlarda göçmen iş gücüne duyulan ih-
tiyaç nedeniyle ve nihayet belli alanlarda (özellikle programlama, elektro-
nik) işgücü ithal edebilmek ve çekebilmek için klasik kana, etniye, kültüre
dayanan milliyetçilik, burjuvazi için bir engel oluşturur.
Ama sadece bunlar değil, Alman burjuvazisi gibi sabıkalı bir burjuvazi
için, klasik milliyetçilik, ekstradan prangadır politik, ideolojik ve kültürel

345
Denemeler

etkinin ekonomik etki ölçüsünde yayılmasını ve ağırlığının artmasını en-


gelleyen.
Burjuvazinin Globalleşmeden çıkardığı sonuç, yeryüzünde ulusal sı-
nırların kaldırılması gereği, ulusların ilgası ve bir tek dünya cumhuriyeti
değildir. Bu eski milliyetçiliğin terki bizzat tam da bu ulusları ve sınırları
korumanın ve yaşatmanın bir aracıdır. Böylece burjuvazi, hem gerici ulus-
ları ve ulusal sınırları korumakta hem de yoksulları bir rezerv olarak bu sı-
nırların dışında tutmaktadır. Böylece, insanlığın büyük yoksul çoğunluğu,
ulusal sınırları ve ulusları meşru kabul eden bu sistem aracılığıyla, bir ırk
ayrımcısı bir dünyada yaşamaktadır. Bu modern çok kültürlü ulusçuluğu
savunmak, özünde bu ırk ayrımcısı sistemi savunmak, ulusları savunmak
anlamına gelmektedir.
Bugünkü ırkçılık, aslında tıpkı klasik ırkçılık gibi dışında tutarak kö-
leleştirmektedir. Çok kültürlü milliyetçilik, zengin ülkelerin etraflarına ör-
dükleri duvarlarla birlikte yükselmiştir ve yükselmektedir. Bu dışta tutuş
“çok kültürlü” bir milliyetçilik aracılığıyla yapıldığından, bu modern ırkçı-
lığa geçiş, “normal” bir milliyetçiliğe geçiş olarak Demokratik Sosyalizm
Partisi önderi Gysi tarafından bile selamlanıyor ve savunuluyor.
Bugünün dünyasında, her türlü malın ve paranın hiçbir ulusal sınırı ta-
nımadan dolaştığı bir dünyada, işgücü denen malın hala ulusal sınırlara
bağlı kalmasını “normal” bir milliyetçilik olarak savunmak, yani ulusal
devletleri, sınırları savunmak ve insanları bunlara karşı savaşa çağırma-
mak, ırkçılığı savunmakla, insanlığın büyük bölümünü bir “üçüncü dün-
ya” denen rezervatta tutmakla özdeştir.
Bunu kavramayan sol, klasik ulusçuluğu ve ulusal devletleri savundu-
ğu sürece, “ofsayt”ta kalmaya, klasik faşistlerle aynı ulusçuluk düzeyine
takılmaya mahkûmdur. Eğer bu klasik ulusçuluk karşısında bay Gysi gibi
“normal” ve “çok kültürlü” ulusçuluğu savunduğunda da, bugünün gerçek
var olan ırkçılığını, geleceğe damgasını vuran ırkçılığı savunur durumda
olmaya mahkumdur. Yeşiller, PDS veya Fatih Akın’da olduğu gibi.
Aslında bu bölünme aynen Türkiye’deki solun bölünmesi gibidir. Klasik
ırkçı Türk milliyetçiliğini savunanlar, Türklüğü ve Türk devletini sorgula-
mayanlar ve globalleşmeye karşı olmak adına onu savunanlar, genelkur-
mayın, askeri bürokratik oligarşinin birer desteği ve yedeği olarak kalmak-
tadırlar. Buna karşılık, “çok kültürlü” mozaik milliyetçiliği savunanlar ise
burjuvazinin, globalizmin, AB’nin, liberalizmin savunucuları olarak orta-
ya çıkmaktadırlar.
Her iki taraf da ulusal devletleri ve sınırları tartışmamaktadır, politik
olanın ulusal olana göre tanımlanmasını sorgulamamaktadır; her iki taraf

346
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

da milliyetçilidir, farkları ulusal olanın nasıl tanımlanacağı noktasında-


dır. Alman politik kültüründe “bir daha asla Almanya” sloganları atanlar
veya “Anti-Alman”cıların Türk solundaki karşılığı Türkiye’nin “ulusalcı
sol”udur. Gysi’lerin, Bendit’lerin Türkiye’deki karşılıkları ise ÖDP’liler,
“İkinci Cumhuriyetçiler”dir.
Bunların ikisi de milliyetçidir, ayrılıkları milliyetçilik anlayışlarında-
dır. Klasik milliyetçiler buna Türkiye’de antiemperyalizm, Almanya’da
anti Almanlık elbisesi giydirmekte; globalizme karşı çıkış adı altında geri-
ci ulusçuluğu savunma ve yaşatmaya çalışmaktadırlar. Modern çok kültür-
lü milliyetçiler ise savunduklarının milliyetçilik olmadığını, ulus devletin
aşılması olduğunu söylemektedirler. Bunların ikisi de milliyetçiliktir. İkisi
de ırkçılıktır, ama biri artık ömrünü doldurmuş, diğeri bugünün dünyası-
nın ihtiyaçlarına uygun.
Bu futbol şampiyonasında Almanya’da ne olduğunu anlamak için
Türkiye’de şöyle bir durum düşünülebilir: Almanya’daki Bayern Futbol
mafyası (şu Beckenbauer’ler falan) klasik ırk, kana dayalı milliyetçiliğin
temsilcileriydiler. Bu milliyetçilik bizzat Alman burjuvazisinin çıkarları-
nın önünde bile bir engel haline gelmişti. Bu en iyi ve açık olarak Alman
Milli takımının bileşiminde görülür.
Bu milliyetçilik, yetenekli ve yoksul Türk ve yabancı çocuklarını daha
okul ve mahalle takımlarından beri engeller. Bunların içinde özel yetenek-
leriyle yükselebilenler büyük takımlarda yedek kulübelerinde bekletilir ve
hele milli takıma alınmaları söz konusu bile olmazdı. Bu en açık olarak
futbol sonuçlarında görülebilir. Fransa, Cezayirli İşçi Çocuğu Zidane ve
simsiyah futbolcularıyla Dünya şampiyonu ve ikincisi olurken, Alman mil-
li takımı benzer başarılar gösterememektedir. Buna karşılık, Almanya’nın
dışladığı Türkiye kökenli gençler, Türkiye’yi geçen dünya şampiyonasın-
da dünya üçüncüsü yapmışlardı. Bu gençleri dışlamayıp özümleyebilseydi,
geçen dünya şampiyonasında Almanya kolaylıkla dünya şampiyonu olabi-
lirdi örneğin. Bu durum Almanya’ya egemen kana dayanan milliyetçiliğin
Almanya’nın ekonomik gücüne denk düşen bir politik ve ideolojik güç ve
ağırlıktan onu mahrum kılmasının futbola yansımasından ve onda da ifa-
desini bulmasından başka bir şey değildir.
Alman kapitalizmi üretim ve ekonomi alanındaki etkisini, politika ve
ideoloji alanında gösteremiyor ve bu da Alman kapitalizmi ve emperyaliz-
minin gelişiminin ve yayılışının önünde bir engel oluşturuyordu. Almanya
iki dünya savaşına neden olmuşluğu ile diğer ülkeleri işgal etmişliği ile za-
ten sabıkalıdır. Bu geçmiş nedeniyle Almanya, daima uluslar arası politika
alanında arka planda kalmayı bir strateji olarak benimsemiştir.

347
Denemeler

Dünya politikasında Avrupa adına hep Fransa’yı öne sürmüş, gerçekte


kendi söylemek istediklerini Fransa’ya söyletmiştir. Böylece hem Fransız
burjuvazisinin kendini beğenmişlik biçiminde dışa vuran aşağılık komp-
lekslerini tatmin etmesine olanak vermiş hem de onun bu tafralı tavırları
karşısında altın ortayı, aklıselimliği ve uzlaşmayı savunan bir pozisyonu
savunur görünme olanağı elde etmiş, herkes tarafından kabul edilebilir ol-
muştur. Savaş sonrasının özellikle Genscher döneminin Alman dış politi-
kasını bu strateji karakterize eder.
Ne var ki Doğu Avrupa’nın çöküşüyle birlikte bu denge yerinden oyna-
mıştır. Yeni döneme uygun dış politikayı da Yeşillerden Fischer şekillen-
dir miştir. Duvarın yıkılışında, Almanya’nın birleşmesine en büyük mu-
halefet bizzat Fransa ve İngiltere’den hatta Amerika’dan gelmiştir. Doğu
Avr upa’nın halkları bir yandan, Avrupa Birliği’ne katılarak Rusya’ya kar-
şı kendilerini garantiye almak istiyorlardı, ama Avrupa Birliği demek
Almanya demek olduğundan, bu aynı zamanda Almanya tarafından yu-
tulmak anlamına de geliyordu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktı bu.
Bu nedenle bir yandan Avrupa Birliği’ne girerken, Alman politik etkisine
karşı Amerika’nın yanında yer aldılar. Böylece ABD, aslında bu ülkeler-
de ekonomik olarak büyük bir etkisi olmamasına rağmen, bu ülkeler fiilen
Alman sermayesi tarafından ele geçirilmiş olmasına ve Almanya’nın ege-
men olduğu Avrupa Birliği’ne girmiş olmalarına rağmen ABD’nin müttefi-
ki oluyorlar ve ABD bu ülkeler aracılığıyla Avrupa Birliği içinde ağırlığını
arttırıyor, Irak’a saldırı döneminde olduğu gibi, Avrupa Birliği İçinde “Yeni
Avrupa” ile “Eski Avrupa”ya karşı bir denge oluşturabiliyordu.
Böylece ABD bizzat Avrupa Birliği içinde Alman-Fransız eksenini ku-
şatabiliyordu. İngiltere zaten klasik müttefiki ve Avrupa Birliği içinde be-
şinci koluydu. Güney Avrupa ve Akdeniz ülkeleri İtalya, İspanya, Portekiz
gibi ülkeler Almanya’nın gücünü dengelemek için ABD’nin yanında saf
tutuyorlardı, Doğu Avrupa da Almanya’ya ya karşı ABD’ye yaslanınca,
ABD Alman Fransız eksenini kuşatabiliyor; bu dengeler aracılığıyla örne-
ğin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için (ki Türkiye’nin AB üyeliği
de bizzat ABD’nin Avrupa Birliği’nin bir siyasi irade oluşturmasını engel-
leme stratejisinin bir parçasıdır) baskı yapabiliyordu.
Öte yandan Almanya, Doğu Almanya’yı yutmuştu, ama bu biraz mide-
sine oturmuştu, bunu hazmetmesi biraz zaman alacaktı. Benzer şekilde
Doğu Avrupa’da gerek ihraç malları gerek ihraç ettiği sermaye ile muaz-
zam bir ağırlık kazanmıştı, ama bu politik ilişkilere hiçbir şekilde yansımı-
yordu. Çünkü geçmişin hayaleti bir türlü peşini bırakmıyordu.

348
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Yugoslavya’nın parçalanmasını Almanya başlattı ve bugün, bizzat Sır-


bistan dahil bütün eski Yugoslavya’da esas ağırlığı olan Almanya’dır. Yu-
goslav iç savaşı bir bakıma Almanya ile Rusya, Fransa ve ABD’nin arasın-
daki etki ve paylaşım mücadelesinden başka bir şey değildi ve bunun tar-
tışmasız galibi Almanya oldu.
Almanya bir yandan eski Doğu Almanya’yı hazmetmeye çalışır, diğer
yandan Doğu Avrupa üzerinde iktisadi etki ve gücünü pekiştirir ve böyle-
ce uzun vadede ABD’nin etkisini nötralize edecek temeli sağlamlaştırır-
ken, diğer yandan Avrupa birliği içinde politik ağırlığını pekiştirmek için
AB içinde bir anayasa hazırlığına girdi. Bu anayasa ile yavaş yavaş, AB ça-
pında seçilmiş organlara doğru bir geçişe başlangıç yapılmak isteniyordu.
Avrupa Parlamentosu gibi gerçek bir gücü temsil etmekten uzak organla-
rın dönemi geride kalmalıydı.
Tasarıyla, örneğin, bir ortak Avrupa Dış Politikası için temel yaratılı-
yor ve Alman Dışişleri Bakanı Fischer bu görev için hazırlıklara başlıyor-
du. Ama Almanya’nın bu artan gücünden korkan Fransa, bu planı sabote
etmekten başka çare bulamadı ve Anayasayı halk oylamasına götürerek ha-
yır dedi. Böylece Anayasa ve Alman planı bir anda değersiz bir kağıda dö-
nüştü. Bu durum elbette ABD’nin de çok işine yaradı.
Almanya kendisi bizzat Fransa’dan bile daha geri kana dayanan bir ulus
tanımına dayanırken Fransa’nın ulusçuluğa dayanarak Avrupa’nın politik
birliği ve iradesine giden yolu sabote etmesine karşı bir şey yapamazdı. Bu
milliyetçilikle doğu Avrupa’daki anıları unutturamaz, ekonomik etkisini
politik bir etkiye dönüştüremezdi, hatta bizzat kendi ekonomisinin ihtiyaç-
ları bile bu milliyetçilik tarafından baltalanır olmuştu. Örneğin doğu eyalet-
lerinde klasik ırkçılığın kurbanları genellikle iş adamları bile olabiliyordu.
Bu koşullarda, ancak ciddi bir stratejik dönüş, Almanya’ya bu sorun-
ları aşabilmesi, Fransa’nın, Doğu Avrupa’nın direncini kırabilmesi ve
Avrupa’da bir tek politik irade oluşturup, dünya çapında ABD’ye meyden
okuyabilecek bir durma gelebilmesi için gerekli koşulları yaratabilirdi. O
zaman birden bire karşı olanlar yandaş haline gelebilirler, etkiye karşı du-
ranlar bizzat o etkinin araçları olabilirlerdi.
Bu yönde epey adımlar atılmıştı. Örneğin bizzat Fatih Akın gibi genç
Türk asıllı rejisörlerin önünün açılması ve ödüllerle teşvik edilmeleri, hem
Alman sinemasına bir taze soluk getirmiş, Alman filmlerinin dünya pa-
zarına egemen Amerikan sinemasına karşı bir hamle yapmasını sağla-
mış hem de Almanya’daki Türklerin sisteme entegrasyonu yolunda küçük
adımlar atmalarını sağlamıştı.

349
Denemeler

Dış politika alanında benzer bir işlevi de Alman politikasının bütün


anketlerde yıllar boyunca “en sevilen” politikacısı çıkan Fischer görmüş-
tü. Bu solcu eskisi, İsrail Parlementosu’ndan Arap ülkelerine kadar her
yerde Alman kapitalizminin çıkarlarını en akıllı biçimde savunmuş ve
Almanya’nın ihtiyacı olan değişiklikleri yapmıştı. Fischer sayesinde Alman
Ordusu, adım adım bütün askeri harekâtlara katılma hakkını elde etmişti.
Ama bütün bu gibi gelişmelerde yansıyan anlayış henüz hem toplumun
derinlerine nüfuz etmiş hem de egemen politik elite egemen olmuş değil-
di. Özellikle futbol ve spor alanında eski anlayış, bu alana egemen olan
Bayern Mafiyası da denen Beckenbauer gibilerin şahsında egemenliğini
sürdürüyordu. Ama aynı zamanda bu anlayış artık bütün olanaklarını tü-
ketmiş bulunuyor ve bir başarı getiremiyordu. Daha önce bu Mafia’nın has
adamı olmayan Christopher Daum, Kokain kullanmışlığı bahane edilerek
tasfiye edilmiş ve bir süre daha zaman kazanmıştı bu ekip. Ama Alman
futbolunun düşüşünü durduramamıştı yine de.
İşte bu uzun yıpranma sürecinin sonunda, yine bu Mafia’nın dışından,
Stuttgart’lı, futbol karyerinin önemli bir bölümünü İtalya, İngiltere gibi
başka ülkelerde geçirmiş, Amerika’da yaşayan (galiba karısı da Çin asıl-
lı bir Amerikalı) Klinsmann’ın Alman milli takımının başına gelmesi ile
Alman kapitalizminin çıkarları üzerine iki farklı milliyetçilik arasındaki
mücadele, bir bakıma futbol şampiyonası içinde geçer oldu.
Politikada, giyinişler, duruşlar, tavırlar hep birer politik anlama da sa-
hiptirler. Klinsmann, takımı derhal gençleştirdi. Takımın esas golcüsü ola-
rak Polonya asıllı iki futbolcuyu forvete koydu. Daha sonraki düzenleme-
de Almanya’da büyümüş Odonkor adlı yarı siyahi bir oyuncuyu da takı-
ma aldı. Bayern Mafiası’nın takım içindeki etkisini kırmak ve onlara kendi
otoritesini kabul ettirebilmek için Kaleci Oliver Kahn’ı yedeğe aldı.
Almanya’da olanı anlamak için, Bayern Mafiası yerine Türkiye’deki
Futbol mafyası, MİT, Mafya ilişkilerini göz önüne getirilebilir. Beckenbauer
yerine Fatih Terim’i koyulabilir.
Türkiye’de Özel Savaş Dairesinin inkârcılığa ve baskıya dayanan kla-
sik Türkçü milliyetçiliği ile İkinci Cumhuriyetçilerin, çok kültürlü bir mil-
liyetçiliğin çatışmasının milli takımın bileşenine ilişkin bir çatışma biçi-
minde yansıması göz önüne getirilebilir. Örneğin Fatih Terim gibilerin ar-
tık iyice yıpranmaları ve yeteneksizliklerinin açığa çıkmasıyla, Türk Milli
takımının başına, İkinci Cumhuriyetçi yaklaşımları olan bir antrenörün ge-
tirildiğini göz önüne getirelim. Bu antrenör diyelim ki, çok iyi oynayan
Kürt, Ermeni, Rum ve Çingene gençleri takıma alıyor. Buna karşı sinsice
bir kampanya yürütülüyor. Ama çok kültürlü milliyetçiliğe eğilimli genç

350
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

kuşaklar bu yeni antrenör gizliden gizliye destekliyorlar. Sonra bu antrenö-


rün anlayışıyla kurulmuş takımın başarısı üzerine o zamana kadar savun-
mada kalmış kendini rahatça açığa vuramamış birçok kültürlü milliyetçi-
lik bu vesileyle birden bire saldırıya geçiyor ve sahneye egemen oluyor ve
bu başarıyı gören diğer inkâra ve baskıya dayanan milliyetçilerin bir kıs-
mı saf değiştiriyor veya uygun bir fırsatı kollamak üzere siperlere çekiliyor.
Böyle bir durum Türkiye’nin politik ortamında nasıl küçük bir devrim
anlamına gelir idiyse, Almanya’da olan da aşağı yukarı böyle bir şeydir.
İşte bizim dediğimiz, bu milliyetçiliğin de bir milliyetçilik olduğu, bunun
günün koşullarına daha uygun daha tehlikeli bir milliyetçilik olduğudur.
Klinsmann’ın sembolü olduğu milliyetçilik nasıl Alman burjuvazisi-
nin Almanya’da Avrupa’da ve dünyada etkisini arttıracak ve ona yepye-
ni güçler sağlayacaksa (yukarıda görüldüğü gibi şimdiden Gysi’ler, Fatih
Akın’lar yedeklendi bile), benzer bir milliyetçilik de Türk burjuvazisine
benzer olanakları açar.
İşte Alman burjuvazisi bu dönüşümü başardı bu son futbol şampiyona-
sında. Bu nedenle bu şampiyonanın en büyük galibi Alman burjuvazisidir.
Türk burjuvazisi ise, bunu yapacak cesaret ve güçten bile yoksun.
Almanya’da 68’in, Yeşillerin, barış hareketlerinin, feminist hareketin biri-
kimi üzerinden bu dönüşümler gerçekleşti. Türkiye’de ise, bütün bunların
anıları bile unutuldu.
Bu nedenle Almanya’dakine benzer değişimler Türk ordusu ve Özel
Savaş Dairesi iyice tecrit olup ipliği pazara çıkmadıkça henüz bir hayaldir.
Biz ulusun tanımandan her türlü dil, din, etni, kültür, yer belirlemeleri-
nin dışlanmasını savunduğumuz için, elbette bu tavrımız kısa vadede, çok
kültürlü bir milliyetçilikle yakınlık hatta paralellik içinde bulunur, klasik
kana dayanan milliyetçiliğe karşı
Ama biz bunun da bir milliyetçilik olduğunu söylüyoruz ve ona karşı da
mücadele ediyoruz.
Diğer yandan eski kana dayanan milliyetçiliğe karşı bu mücadelenin,
Almanya’dan farklı olarak, Ortadoğu’da ve üçüncü dünyada, tüm milliyet-
çiliğe ve milletlere karşı bir mücadeleye dönebilme potansiyeli olduğunu
düşünüyoruz. En azından Ortadoğu’da olayların zorlaması onu bu yönde
bir dönüşüme zorlayabilir diyoruz.
Çünkü ulusu dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı olan böyle bir milli-
yetçiliğin Ortadoğu’daki halkları birleştirebilme potansiyeli vardır. Bu ne-
denle, kendi ülkelerinde “çok kültürlü” bir milliyetçilikten yana olan zen-
gin ülkeler, geri ülkelerde, dile, dine, etniye dayanan bir milliyetçiliği des-
teklemektedirler.

351
Denemeler

Bu da ister istemez, geri ülkeler ve Ortadoğu’da bu çokkültürlü milliyet-


çiliğin, zenginleri arkadan kuşatabilmek ve bütün dünyanın yoksullarını
birleştirebilmek için, her türlü ulusa ve ulusçuluğa karşı bir harekete dönü-
şebilme potansiyelini ortaya çıkarır.
11 Temmuz 2006

352
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler

İşçi Sınıfı ve Futbol


Belli sporların belli sınıflarla ilişkisi bir veridir. Örneğin atın üzerine bini-
lerek yapılan at yarışları ile atın arkasına küçük bir araba takılarak yapılan
yarışlar doğuşları ve sonraki gelişimleriyle iki farklı sınıfa ait olmuşlardır.
Birinin kökleri komün şeflerine, şövalyelere kadar giden asillerin yaşantı-
sından ve olanaklarından kaynaklanır, diğeri atlarının ardına taktıkları ara-
balarla süt götüren köylü ve işçilerin bu esnada birbirleriyle yaptıkları ya-
rışlardan. Bu fark, bütün profesyonelleşmeye rağmen, bugün bile onları ya-
pan ve izleyen kitlelerde görülebilir. Birinde asiller, soylular, zenginler, di-
ğerinde daha sıradan insanlar yoğunluktadır.
Birçok sporun yapılabilmesi belli bir refah düzeyini gerektirir. Örneğin
golf veya tenis alt sınıfların hiçbir zaman semtine bile uğrayamadıkları
sporlardır. Bu bakımdan futbol işçiler için en ideal spor koşulları sunar,
biraz boş bir alan, dört tane taş ve bir de top işlevi görecek bir çam kozalağı,
konserve kutusu veya bezden, kâğıttan veya akla gelebilecek her şeyden
yapılabilen bir “top” her yerde ve her zaman bulunabilir. Arkadaş grupları
takımlar olur. Belli bir gelir düzeyi ve olanaklar gerekmez futbol için.
Ondan sonra iki ayağı üzerinde yaşayan bu tek memelinin bu özel-
liklerini sonuna kadar kullanmasının yolları açıktır. Satrancı bile kenar-

353
Denemeler

da bırakan sonsuz bir kombinasyon zenginliği; hem bireysel yeteneklerin,


hem ortaklığın gücünü ortaya çıkarma, kullanma ve geliştirme olanakları.
Böylesine kolay yapılabilen, böylesine basit, ama böylesine zengin olanak-
lar sunan başka hiçbir spor yoktur. Onun büyüsü bu müthiş sadeliği ve o öl-
çüde de karmaşıklığındadır. Ama ortada modern kapitalizm ve işçi sınıfı
olmasaydı futbolun böyle yaygınlaşması mümkün olamazdı. Çünkü futbo-
lun olabilmesi için önce sporun olabilmesi gerekir. Hatta denebilir ki, spor
ve futbol beraber doğmuşlardır ya da spor futbol olarak doğmuştur.
Futbol, sanayi devrimi ve işçi sınıfının ürünüdür. İlk futbol kulübü,
19. yüzyıl ortalarında, sanayi devriminden sonra, dünyanın fabrikası olan
İngiltere’de kurulur. Futbolun yayılışı ve dünyayı fethedişi, bir bakıma
kapitalizmin ve işçi sınıfının yayılışının dünyayı fethedişinin en sağlam
göstergelerinden biridir. O caz-blues (tango, rebetiko, arabesk, sun, kalipso
vb. de aynı kategoriden sayılabilir) gibi, rock gibi, blue-jean gibi modern
toplumu sırtında taşıyan işçi sınıfının en has ürünüdür.
İşçi sınıfının bugünkü dünyada, Avrupa’daki doğuş döneminden bile
geri durumdaki, dağılmış, bölünmüş, programsız ve örgütsüz oluşuna
bakarak işçi sınıfının var olup olmadığını tartışanlar ağaçlardan ormanı
göremez durumdadırlar, onlar dünyaya kendi hayatlarının ekseninden bak-
maktadırlar. Futbolun bugünkü yaygınlığı, işçi sınıfı olmadan olamazdı.
Futbolun yaygınlığı ve durdurulamaz yayılışı işçi sınıfının yaygınlığının
ve durdurulamaz yayılışının bir görünümüdür sadece. Bugünün dünyasın-
da, hala toplumsal konumu ve çıkarı ile büyüyen ve tarihsel bir eğilim ola-
rak çıkarı yakınlaşan tek büyük sınıf olmaya devam etmektedir işçiler.
Ama futbolun işçi kültürü ile olan yakın ilişkisine bakıp onun sosyalist
ya da işçi sınıfının bir mücadele aracı olduğu sonucuna ulaşmak son derece
yüzeysel ve mekanik bir açıklama olur.

Uluslar, Spor ve Politika


Tarihte nasıl uluslar yoktu ise, spor da yoktur. Tarihte spor olduğu, mo-
dern toplumun, hatta ulusçuluğun bir uydurmasıdır. Tatil de, spor da, ulus
da, bütünüyle modern toplumun bir ürünüdür ve modern toplumun dini-
ne aittirler. “Ata sporu”, koca bir yalandan başka bir şey değildir. Hem de
katmerli yalan, çünkü hem tarihte yaşayanlar bugünkü Türklerin veya bil-
mem kimlerin ataları değildiler, ulusların tarihi olmadığı gibi Türklerin
veya başka milletlerin tarihleri ve ataları da yoktur. Hem de o “atalar” spor
yapmıyorlardı. Onlar tatil de yapmıyorlardı.

354
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Spor ancak kapitalizmde var olabilir. Sporun bir tek işlevi vardır kapita-
list toplumda, işgücünün üretiminin ve yeniden üretiminin sosyal masraf-
ların kısmak, kar oranlarını yükseltmek. Sağlık sisteminin de, ailenin de,
tatil yerleri ve günlerinin de hepsinin temel işlevi budur.
Spor yapan bir işçi, işgücünü daha kolay yeniler; modern üretim ve ya-
şam süreçlerinin yarattığı fizyolojik ve ruhsal yorgunlukları, yıpranmaları,
gerilimleri daha kolaylıkla atıp kendini yenileyebilir. Bu da iş gücünün dü-
zenli ve istikrarlı kullanımını, onun kendini yenilemesi için gerekli sosyal
masrafların azalmasını getirir. Spor yapmayan bir toplumda, işçiler, yani
işgücü denen metaı satanlar, daha çok hasta olacaklar, iş yerlerindeki ve-
rimlilikleri daha az olacak, hayatlarının daha kısa bir döneminde bir iş
gücü olarak onlardan yararlanılabilecektir. Bu da kar oranlarında bir düş-
me demektir.
Modern kapitalizm aileyi de aynı amaçla korur. Kadının ödenmemiş
emeği, işgücünün üretimi ve yenden üretiminin sosyal masrafların azaltır,
ücretlerin düşük tutulmasını sağlar dolayısıyla kar oranlarını yüksek tutar.
Sporun ya da tatilin işlevi, ailenin işlevi gibidir, kapitalist toplumun kendi
işleyişi açısından.
Kapitalizm öncesinde ise spor yoktur, çünkü üretim veya sömürünün
temeli, işgücü denen metaın kullanım değerinin gerçekleşmesi değildir.
Gerek komünde gerek klasik uygarlıklarda, bugünkü spora benzeyen et-
kinlikler, bedenin sağlığına, yani işgücünün yeniden üretilmesine değil,
her şeyden önce ruhun eğitimine, nefsin kontrolüne yöneliktir. Oyunlar ise,
bütün memelilerde olduğu gibi yine bir eğitimdir.
Bu nedenle kapitalizm öncesinde tatil veya spor yoktur. Cuma, cumar-
tesi veya pazar günlerinin tatil olması, işgücünün yeniden üretilmesinin
değil, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesinin ve ruhsal eğitimin aracıdır.
Kiliseye pazar, camiye cuma günü yani tatilde gidilir. Bugünkü spora ben-
zeyen etkinlikler de aynı şekildedir. Baştan aşağı dinseldirler. Sporlar ma-
nastırlarda, tarikat ayinlerinde, dini günlerde yapılır. Dinin dışında bir spor
yoktur. Ve sporun amacı bugünkü toplumdakinin tam tersinedir. Beden de-
ğil, ruhu eğitmektir. İyi bir komündaş, iyi bir Müslüman, Hıristiyan vb. ol-
maktır. Bugünkü sporun amacı ise, iyi bir insan bile değil, iyi bir işgücü-
dür. Tabii burada dinseli bir inanç değil, tüm üstyapı olarak kullanıyoruz.
Dini inanç olarak ele almak burjuvazinin ya da modern toplumun dininin
bir dogmasıdır. Ama bu bir kere görülünce, bugünkü toplumda da sporun
aslında bu toplumun dininin ayrılmaz bir parçası olduğu görülür. Bu top-
lumun dini, işgücünün sömürüsünü düzenlemeye yöneliktir. Spor da tama-
men buradan çıkar. Nasıl işgücünün dili, dini, etnisi, soyu, sopu, inancının

355
Denemeler

onun yarattığı artı değer üzerinde bir etkisi olmaz ise ve bütün modern top-
lumun dini bu gerçekten çıkıyorsa; aynı şekilde spor da bizzat bu işgücü-
nün yeniden üretilmesiyle ilgilidir ve bu din içindeki yerini buradan alır.
Tabii burada en saf ve ideal biçimiyle sporu ele alıyoruz. Yani şu de-
mokratların (ve hatta kendini sosyalist sanan ve özünde demokrat olan sos-
yalistlerin) idealindeki biçimiyle. Yani herkes spor yapıyor, spor yapmak-
tan bambaşka bir fenomen olan takım taraftarlığı yok, medyanın etkisi yok.
Spor da yarışma, rekabet, etkinliği arttırmak, rekorlar kırmak için değil
tam da sağlık için yapılıyor diye düşünelim.
Bu en ideal biçimiyle bile spor burjuva toplumunun dininin, yani bur-
juva toplumunun üstyapısının en has ve ayrılmaz bir öğesidir. Şimdiye
kadar sosyalistler, kapitalizmdeki sporu hep, rekabetçiliği, yarışmacılığı,
etkinliği vb. hedeflediği, sporcudan ziyade seyirci ve taraftar yarattığı için
eleştirdiler. Bu eleştiriler burjuva uygarlığının ufku içinde bir eleştiridirler.
Bu eleştirilerin hiç birinin geçerli olamayacağı bir toplum, sadece daha iyi
bir kapitalizm olurdu. Sosyalistlerin spora yönelik eleştirileri aslında hep
burjuva uyarlığının ufku içinde bir eleştiri olmuştur. Bu eleştiri özünde
hep, sporun yaygın, ucuz ve sağlığa yönelik olmamasıyla ilgidir.
Yaygın, sağlığa yönelik ve ucuz spor tam da saf ve ideal biçimiyle kapi-
talizmle hiç bir şekilde çelişmez. Bunun için mücadele sadece daha demok-
ratik bir toplum için mücadeleden başka bir şey değildir. Bu tıpkı, demok-
ratik bir ulusçuluk için mücadele gibidir. Yani ulusu, dille, dinle, etniyle,
kültürle, tarihle tanımlamayan bir ulusçuluk için mücadele gibidir.
Sosyalizmin spor eleştirisi bu çerçevede kalamaz, tıpkı ulus ve ulus-
çuluk eleştirisinin ulusun gerici tanımlarıyla sınırlı kalamaması gibi.
Sosyalist hareket, nasıl politik ve özel ayrımının kendisini aşmak ve bunun
için de ilk elde ulusal olanı da politik alının dışına atmak zorundaysa, aynı
şekilde, iş zamanı ve işgücünü yeniden üretmeye yönelik zaman (aile, tatil;
spor, kültür vb.) ayrımını aşmaya yönelik olmalıdır. Bu ayrımın ve bölün-
menin kendisini eleştirmelidir. İş, eğitim, spor ve dinlenmenin hepsi bir ve
aynı şey olmalıdır. Proletaryanın aslı görevi ve hedefi sporu yaymak, “de-
mokratikleştirmek” değil, sporu yok etmektir, tıpkı yabancılaşmış emeği,
işi yok etmek olduğu gibi.
Dolayısıyla proletarya üretime kapitalizm gibi yaklaşamaz. Bu ayrımı
ortadan kaldırmak, iş saatlerinin yabancılaşmasına son vermek için tüm
işi, “serbest zamanları”, “sporu” bu bakış açısından yeniden örgütlemelidir.
Bu konuda hiçbir ciddi düşünüş ve yoğunlaşma yoktur. Bir zamanların sos-
yalist ülkelerindeki uygulamalara benzemez bu. Elbette yabancılaşmanın

356
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

aşılması, bürokrasinin, iş bölümünün, meta üretiminin tümüyle tasfiyesiyle


gerçekleşir. Ama bu yolda atılacak adımlar da vardır elbette.
Proletaryanın hedefi örneğin devleti yok etmektir, ama bunu yok ede-
bilmek için en azından var olan burjuva devletini parçalamak; çoğunluğun
üzerinde baskı aracı olmayacak bir devlet mekanizmasıyla işe başlamak ve
bunu da adım adım yok etmek zorundadır.
İşçi sınıfı nasıl burjuva toplumunun devletini kullanamaz ve ilk adım-
da onu parçalayıp ondan tamamen farklı karakterde bir devlet ile, örneğin
politik olanı ulusal olana göre tanımlamamış; düzenli ve profesyonel or-
dusu olmayan; memurların seçildiği ve gelirlerinin bir ortalama işçi geli-
rini aşmadığı; egemenliğin gerçekten özgürce seçilmiş temsilcilerin elinde
bulunduğu vb. bir devletle işe başlamak zorundaysak; benzer şekilde bu
sistemin fabrikaları; iş ve özel hayat ayrımı ve örgütlenmesiyle başlayama-
yız. Bu ilişkiyi, bu örgütlenmeyi parçalamalıyız. İş ve serbest zaman ay-
rımları, mekânları ve bunların örgütlenmesini proletarya sınıfsız topluma
giden yolda kullanamaz. Onları tıpkı burjuva devleti gibi parçalamak, yeni
baştan bambaşka bir anlayışla örgütlemek zorundadır.
İşçi sınıfının sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz saat kültür talebi, as-
lında tam da burjuva uygarlığının ayrımlarını yükselten ve yücelten onla-
rı eleştirmeyen bir talepti ve bir bakıma işçi sınıfının burjuva uygarlığına
alternatif bir uygarlık geliştirecek bir düzeye gelmemişliğini; burjuva uy-
garlığı ve onun dini içinde heretik bir muhalefet olmaktan öteye gidemedi-
ğinin işaretiydi. Örneğin spor bu anlamda, işgücünün yeniden üretiminin
bir aracı olmaktan çıkmalı, iş saatleri dışında olmaktan çıkmalı. İşin ken-
disi bir spor ve oyuna dönüştürülmeye çalışılmalıdır. Elbette bunun sınırla-
rı vardır, ama yine de yapılabilecek pek çok şey bulunmaktadır.
İşin kendisinin spor haline gelmesi; sporun iş olması diye özetlenebilir.
Böyle bir yaklaşım açısından örneğin, spor ve işin mekânsal ve zamansal
ayrımı yok olur. Toplumsal örgütlenme bugün, şehir ve işyeri planlamala-
rında örneğin hep bu ayrıma dayanmaktadır. Ama böyle bir anlayış açı-
sından, üretim yerlerini, üretimi ve yaşamı bambaşka planlamak gerekir.
Bunun nasıl olacağının elbette reçetesi yoktur. Çalışanlar kendi denemele-
ri, yanılmaları inisiyatifleri ve kararlarıyla bunun nasıl bir şey olabileceğini
bizzat kendileri ortaya çıkarabileceklerdir.
Marksist spor eleştirisi ve programı, sporun bu en saf ve ideal biçimin-
den ve onun eleştirisinden yola çıkmalıdır. Tıpkı ulusçuluk ve ulusun, yeni
sosyal hareketlerin eleştirisinde ve açıklamasında olduğu gibi. Kapitalizm
açısından ulusal sınırların olmadığı bir tek dünya cumhuriyeti en ideal bi-
çim olmasına rağmen niye böyle değildir; iş gücünün dili, dini, etnisi, inan-

357
Denemeler

cı vb. onun kullanım değeri ya da ürettiği artı değer üzerinde bir etkide bu-
lunmamasına rağmen neden politik olan bunlara göre tanımlanmış ulusla-
ra, ırklara göre örgütlüdür neden kadının ödenmemiş emeği söz konusudur
vb. tarzında yaklaşıldığı gibi yaklaşılmalıdır spora da. Sadece işgücünün
yeniden üretilmesine yönelik, sağlığa yönelik yaygın spor kapitalizm için
en ideal biçim olmasına rağmen niçin böyle değildir?
Yarışma, rekabet, etkililik, çoğunluğun spor yapmaması, taraftarlık,
medyanın manipülasyonları vb. niçin bunlar egemendir spora? Analiz
böyle bir yol izlemelidir. Tabii bu biçimiyle bakıldığında, bu toplumdaki
sporun da, bu toplumun dininin, yani özel politik ayrımının ve politiğin
ulusa göre tanımlanmasının ayrılmaz bir bileşeni olduğu görülür. Yani bu
toplumda da spor aslında dinseldir. Ama bu toplumun dinden anladığı şey
anlamında değil.
Tıpkı ulusçuluğun bir din olduğunu söyleyenlerin din derken bundan
inancı kastetmeleri gibi; sporun veya futbolun da bir din olduğunu söyle-
yenler çıkmıştır. Ama bunların dinden anladıkları tam da burjuva toplu-
munun dinden anladığıdır: inanç ya da ibadet. Hayır, bu anlamda değil,
üstyapının ayrılmaz bir bileşeni olarak, tümüyle üstyapı anlamında dinsel-
dir. Zaten Marksist analiz bizzat bunu göstermenin ta kendisidir.
***
Sanılanın aksine Marks’ın en büyük keşfi, sınıf mücadelesi veya bir meta-
ın değerinin onun içinde yoğunlaşmış emek miktarı olduğu değildir. Gerek
emek-değer teorisini, gerek sınıf mücadelelerini Marks’tan önce, yine biz-
zat Marksın da belirttiği gibi, burjuva tarihçileri ve ekonomi-politikçileri
bulmuşlardı. Marks’ın katkısı, yine kendi ifadesiyle, bu sınıf mücadelesi-
nin, proletarya diktatörlüğü denen sosyalizme giden bir geçiş dönemin-
den geçeceğini söylemesindedir.13 Ekonomi-politik altındaki en büyük keş-
fi ise, emek ve işgücünün ayrımı ve işgücü denen metaın özelliklerini ana-

13 Yani Proletarya var olan devleti, sınıfsız topluma giden yolda, kendi amaçları
için kullanamaz; onun yapısı küçük bir sömürücü azınlığın, büyük sömürülen ço-
ğunluğu baskı altına almaya göre şekillendiğinden, bu işlev bu yapıda yoğunlaştı-
ğından, bu yapı tam zıt bir işlevi görmeye el vermez. Bu nedenle onu parçalamak
ve ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, azınlıklar tarafından kullanılmaya müsait
olmayan başka bir mekanizma oluşturmak zorundadır. Yapı ve işlev (anatomi ve
fizyoloji) arasında ayrılmaz bir ilişki vardır
Marks, bunun için birkaç kriteri saymıştı. Ama bir din ve ulus teorisi henüz olma-
dığından, bu devletin en önemli özelliğinin de ortadan kaldırılması konusunda bir
şey söylemiyordu. Gerçi, mantığının kendisi potansiyel olarak, özgür komünlerin

358
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

liz etmesi ve artı değerin kaynağı olarak işgücünün kullanım değerini gös-
termesidir. Bu nedenle, modern toplumun üst yapısının, yani dininin ana-
lizi ve anlaşılması ancak modern kapitalist toplumun bu en öz noktasından
olabilir. Aynı şekilde sporun da bu üstyapı içindeki yeri böyle anlaşılabilir.
İşgücü kavramı olmadan sporu anlamak olanaksızdır.

Gerici Ulusçuluk ve Spor


Spor veya futbol sosyolojisinin de bütün sosyolojiler gibi çok temel bir za-
afı bulunmaktadır. Ulusu ve ulusal devletleri veri kabul edip, bu ulusçu
perspektif içinde futbolu, sporu anlamaya çalışmaktadır. Elbet bu alanda,
bu tür çalışmalarla birçok ayrıntıda ilginç sonuçlara ulaşılmış olabilir. Ama
çok temel bir sakatlık vardır bütün bu çalışmalarda, futbolun ortaya çık-
tığı ve yayıldığı gerici ulusçuluklar çağını ve ulusal devletler bağlamında
onu analiz etmemek. Onun mümkün ve olabilir tek varoluş biçimi buymuş
gibi görmek. Bu elbet sadece futbol için değil, Olimpiyatlardan Birleşmiş
Milletlere, Avrupa Birliği’ne kadar her alanda geçerli bir zaaf.
İşte futbol üzerine araştırmalar ve öneriler de hep bu genel hastalıkla
maluldür. Futbolun ortaya çıkıp yayıldığı ulusal devlet ve ulus onun olası ve
mümkün biricik varoluş biçimi olarak ele alınır. Bu varoluşun kendisinin
saçma olarak görülüşü yoktur. Örneğin, ulusal takımların karşılaşması ola-
rak dünya şampiyonası konusunu ele alalım. Niçin bu şampiyona uluslar ve
ulusal devletler çapında yapılmaktadır? Niçin mavi gözlüler ve siyah gözlü-
ler; fasulye sevenler ve pırasa sevenler; yeşil rengi sevenler ile beyaz rengi
sevenler; belli bir bölgede yaşayanlar ile başka bir bölgede yaşayanlar; belli
bir futbol ekolünü sevenler ile başka bir ekolü sevenler arasında niye yapıl-

birliği fikriyle ulusal devlet formunu dışlıyorduysa da, bu mantık sonuçlarına git-
miş ve bir ulus ve din teorisi içinde ifade dilmiş değildi.
Hâlbuki modern toplumun devleti, her şeyden önce, politik olanı ulusa göre ta-
nımlayan bir devlettir. Proletarya, tıpkı profesyonel ordusu olan bir devleti örne-
ğin kendi amaçları için sınıfsız topluma giden yolda kullanamayacağı gibi, politik
olanı ulusal olana göre tanımlamış bir devleti de kendi amaçları için kullanamaz.
Yani proletarya diktatörlüğü, ulusal bir devlet olamaz.
İşte Marksistlerin ve sosyalist hareketin en büyük eksikliği bu oldu. Teori kendi
içinde çelişiyordu. Teorinin otantik biçiminde bu çelişki vardı, örneğin bu otantik
biçimi sürdüren Troçkist gelenekte bu çelişki yaşamaktadır. Tabii bürokratik karşı
devrimin Marks’ın dediğiyle en küçük ilgisi bulunmayan ve demokratikten ziyade
gerici ulusçulukla damgalı devletleri ise sorunun üzerine iyice tüy dikti. Onlar bir
bakıma çelişkiyi, ondaki tüm devrimci demokrasi öğelerini yok ederek çözdüler.

359
Denemeler

mamaktadır? Pırasa sevenler arasındaki ortaklık, bir ulustan olan insanlar


arasındaki ortaklıktan daha mı azdır? Muhtemelen daha fazladır. Zaten
böyle olabileceğinin örnekleri yok mudur? İnsanları Beşiktaş, Galatasaray
ya da Fenerbahçeli yapan nedir? Niçin yeryüzü ölçüsünde benzer bir du-
rum olmasın? Niçin insanlar ille de bir ülkeye göre tanımlasınlar? Burada
ulusun ve ulusçuluğun yeryüzü ölçüsündeki yaygınlaşması ve zaferinin
çok önemli bir aracı karşısında olduğunuz görülür. Yani insanlar ancak
ulus dolayımıyla bir dünya çapındaki yarışmaya katılabilirler.
Diyelim ki, yeryüzü ölçüsünde, boyu 1.70 cm olan insanlar veya yeşil ve
sarı renklerini sevenler bir araya geldiler, bu ölçülerden insanlar arasında
takımlar kurdular, turnuvalar yaptılar, en iyi takımı seçtiler veya o takım-
ların hapsinden en iyi oyuncularla bir takım oluşturdular ve dünya futbol
şampiyonasına katılmak istediler. Bu mümkün değildir. Bugünkü dünya-
da, böyle bir şey yapmaya kalkan muhtemelen soluğu tımarhanede alır.
Hep futbola ya da spora politika karıştırmaktan söz edilir. Futbol
veya sporun kendisi ancak ulusal, yani politik bir form içinde var olabi-
lir. Nasıl eski çağlarda her türlü spor dinsel idiyse bugün de öyledir. Yani
her hangi bir din veya tarikat dışında ya da komün dışında spor mümkün
değildi. Örneğin, eski Yunanlıların olimpiyatları, farklı Gens’ler (Site’ler,
Komün’ler) arasındaydı. Daha sonraki uygarlıklarda, pehlivanlar, karateci-
ler vb. hep bir tarikatın, bir dinin, bir meslek loncasının örgütlenişi içinde
var olabilirlerdi. Spor ibadetten, çalışmadan, eğitimden farklı değildi. Dinin
dışında, hiçbir şey mümkün olmadığı gibi, spor da mümkün değildir.
Elbette ideal bir demokratik cumhuriyette, yani politik olanın ulusal
olanla tanımlanmadığı; tüm insanların dini, dili, etnisi ile eşit olduğu; bun-
ların hiçbir politik anlamının bulunmadığı demokratik bir cumhuriyette
(ki böyle bir cumhuriyet ancak bir dünya cumhuriyeti olarak var olabilir
ve özünde işçi sınıfı iktidarı ancak bu biçim içinde var olabilir, yani aynı
zamanda proletarya diktatörlüğüdür) elbette yukarıda örnekleri verildiği
gibi, siyah ve beyazı sevenlerin bir takım kurması gibi, çok farklı kriterler-
le kurulmuş takımlar arasında elbette karşılaşmalar olabilir ve muhtemelen
olacaktır. Ama bütün bunların hiç birisi, bir politik ayrıma tekabül etmez
ve etmeyecektir. Aynı şekilde, kendini Türk olarak kabul edenler veya
Türkçe konuşanlar veya Türkiye denen topraklarda yaşamış veya doğmuş
bulunanlar da, tıpkı, siyah ve beyazı sevenler veya pırasa sevenler gibi
pekâlâ takımlar kurup bu yarışmalara katılabileceklerdir, tıpkı bugünün
şehir takımları veya bilmem ne kasabası Esnaf Spor takımları gibi hiçbir
politik anlamları olmayacaktır.

360
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bir kasabada spor kulübü kurmak için, ortak bir tek kriter aranmaz ör-
neğin. Yani sadece her mahalleden ve köyden bir takım katılır diye bir ku-
ral yoktur. Bir fabrikanın işçileri bir takım kurabilir; esnaflar kurabilir; bir
sokakta oturanlar kurabilir ya da sadece birbirleriyle iyi anlaşan bir oyun-
cu ve arkadaş grubu kurabilir ve bu çok farklı kriterlere göre kurulmuş ta-
kımlar birbirileriyle karşılaşabilirler.
Eğer saf ve ideal bir kapitalizm ve gerçekten demokratik bir dünya
cumhuriyeti olsa, (tabii bütün diğer sorunları bu bağlamda yok sayıyoruz)
bütün bunlar mümkündür. Böyle bir cumhuriyette dünya şampiyonası,
muhtemelen bilmem ne fabrikası sporcuları ile örneğin sarı ve laciverti
sevenler arasında olabilirdi. Tabii bunun kendisi de, tıpkı diğer dinlerde
olduğu gibi, modern dinin içinde olacaktı. Sporun böyle yapılması, ancak o
modern toplumun dini içinde mümkün olabilir ve anlaşılabilir olurdu. Ama
gerici ulusçuluğa göre örgütlenmiş bir dünyada bu dinin gerici biçimi için-
de olmaktadır. Her hangi bir kritere göre oluşmuş ulusal devletler ve uluslar
dolayımıyla karşılaşma olabilir. Bilmem ne kasabası esnaf sporu, ancak bir
ülkenin, bir ulusun temsilcisi olarak, diğer ulusların temsilcileriyle karşıla-
şabilir. Yani en ulus dışı görünen birlikler bile, ancak ulus dolayımıyla var
olabilir. İşte, futbol, spor ya da medya sosyolojisinin ihmal ettiği en önemli
sorun budur. Futbol ya da spor karşılaşmaları gerici ulusçuluğun en önemli
araçlarından biridir. Gerici ulusçuluğun diktatörlüğünün aracıdır. Burada
diktatörlüğün aracı denince Franko ya da Salazar ve onların futbolu kul-
lanışı akla gelmesin. Burada kastedilen, ulusal devletin var oluşu dışında
başka bir varoluşun tanınmaması, bunun yerleştirilmesinin aracıdır.
Yani her hangi bir ulusal devleti temsil etmeden, hiç de politik olmayan
bir kritere göre, yeryüzünün en iyi oyuncularını bile bir takımda toplasa-
nız, bugün bir dünya şampiyonasına katılamazsınız. Çünkü ulusal olanılar
katılabilir ve ulusal olan da politik olan olmak zorundadır. Bu ilkeyi red-
dettiğiniz sürece var olamazsınız. Tam da budur diktatörlük. Bu katılama-
yışınız, sizin üzerinizde bir diktatörlüktür. Bu anlamda gerici ulusçuluğun
diktatörlüğünün bir aracıdır spor ve futbol. Bu anlamda, nasıl eski çağlarda
din dışı bir “spor” mümkün değil idiyse, bugün de, bu burjuva uygarlığının
dininin gerici biçimi dışında bir spor mümkün değildir. Futbol veya spor
ancak bu bağlamda anlaşılabilir olur.

361
Denemeler

Sosyalizm, Sosyalist Ülkeler ve Spor


Böylece sosyalist ülkelerin spor müsabakalarında başarılarının aslında sos-
yalizmle ve sosyalistlikle hiçbir ilişkisi olmadığı bu bakış açısından da or-
taya çıkmaktadır. Bir an için varsayalım ki bir ülkede, tesadüfen insanlar
devrim yaptılar. Yani burjuva devletini parçaladılar ve politik olanı ulusal
olanla tanımlamayan bir “devlet” kurdular. Bu devlet diğer ulusal devletler
gibi onlarla yarışma içinde bir devlet olamaz. Çünkü bu devlet onların va-
roluş ilkesine karşıdır. O diğer devletlerin yurttaşlarını da, Fransız, İngiliz,
Türk vb. olmaktan çıkıp insan olmaya; tıpkı Muhammed’in puta tapanları
Müslüman olmaya çağırması ve gereğinde bunu zorla yapması gibi, çağır-
mak zorundadır. Bu çağrının somut anlamı şudur: Türk, Fransız, Alman,
vb., devletlerinin parçalanması.
Şimdi bu “devlet” kendini birer ulus ilkesine göre tanımlamış devlet-
lerin olimpiyat veya Dünya Şampiyonası’na katılamaz. Bu eşyanın tabiatı
gereği mümkün olamaz. Böyle bir şey yapmaya kalktığı takdirde, onlardan
nitelikçe hiçbir farkı kalmaz. Bu bize, bir zamanlar sosyalist ülkelerin as-
lında nasıl gerici milliyetçiler olduğunu, hem de kapitalist ülkelere karşı
spor başarıları kazanır ve Doğu Almanya, Sovyetler, Bulgar, Romen, Çin
vb. marşlarını çaldırırken aynı zamanda aslında nasıl gerici milliyetçiliğin
yayılışının basit bir araçları olduğunu da gösterir.

Napolyon’un Sözleri
Yanılmıyorsam Engels, nicelik ve niteliği anlatırken, biraz zorlama ve me-
kanik olarak Napolyon’un bir sözünü aktarır. Napolyon, Mısır seferi ile ilgili
olarak aşağı yukarı şöyle demiş: “Bir Memlük askeri iki Fransız askerine be-
deldi; iki Memlük ile iki Fransız karşı karşıya gelince eşit güçte oluyorlardı;
üç Memlük ile üç Fransız karşı karşıya gelince Fransızlar üstün geliyordu.”
Futbol, bireysel yeteneklere büyük bir kendini gösterme ve gelişme ola-
nağı sunmasına rağmen bir takım oyunu olduğundan bu kural çok daha
açık olarak görülüyor. Örneğin Brezilyalıların her biri teknik olarak mu-
hakkak ki çok üstünler, birer Memlük askeri gibiler. Onların rakipleri, özel-
likle Avrupalılar, Fransız askerlerine benziyorlar. Kolektif olarak bütün o
bireysel teknik geriliklerini dengeleyebiliyorlar. Köylülerle ve küçük bur-
juvaziyle modern ücretlilerin ilişkisi de böyledir ayağı yukarı. Proletaryada
Memlük askerleri veya Brezilyalı futbolcuları görmek isteyenler hiçbir za-
man onları bulamayacaklar ve göremeyeceklerdir.
Ücretliler tek tek birey olarak, son derece yeteneksiz, kaba, ırkçı, homo-
fobik, seksist, insanlıktan çıkmış (nasıl olabilsin ki, ömrünün neredeyse ta-

362
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

mamı kendine yabancılaşmış bir ücretlilik içinde geçer) varlıklardır. Onla-


rın karşısında, bir köylü, bir küçük burjuva aydın, tikel birey olarak, Arap
atlarıyla, gümüş koşumlarıyla, işlemeli ve her biri bir sanat ve zanaat ürünü
elbiseleriyle pırıl pırıl parıldayan sırım gibi bir Memlük askerine veya topla
bir akrobat gibi oynayan bir Brezilyalı futbolcuya benzer. Ne var ki onlar,
bir türlü kolektif oyun oynayamazlar. Ücretliler ise ancak bir arada bir şey-
ler yapabilirler. Onları muazzam bir devrimci güç haline dönüştüren budur
ve en sıradan ücret çıkarları için bile bir araya geldiklerinde, modern toplu-
mu daha demokratik ve eşitlikçi kılarlar. İşçi hareketinin modern toplumda
hiçbir sınıfta görülemeyen sağaltıcı bir etkisi vardır. Sosyalistlerin anlama-
dığı budur. İşçici sosyalistler de işçileri böyle değil, idealize edilmiş biçim-
leriyle anlarlar, tıpkı bir zamanlar köylüleri idealize ettikleri gibi.
Sosyalizmin amacı insanları işçi yapmak değil, işçiliği yok etmektir.
Sosyalist devletlerdeki ve sosyalist basındaki, işçi idealleştirmeleri (hey-
keller, resimler, vb., göz önüne getirilsin) aslında tamı tamına burjuva sos-
yalizminin bir ifadesidir ve burjuva uygarlığının bir idealleştirilmesinden
başka bir anlama gelmez.
Bu uygarlığın değerlerinin kendi zıddı biçiminde savunusudur. Tıpkı
Beşikçi’nin Tersinden Kemalizmi gibidir.
***
Bir zamanlar bir Manda Bekir varmış, bir şut çekmiş, mandayı devirmiş.
Ya da bir şut çekmiş ağları delmiş. Ah, nerede eski futbolcular! Neredeyse
her spor alanında böyle efsaneler vardır. Eski pehlivanlarla ilgili böyle
hikâyeler de vardır. Manda Bekir bugün yaşasaydı, muhtemelen mahal-
le takımlarında bile yer alamazdı. Kazıkçı Karabekir ise her halde daha
ilk turlarda elenirdi. Benzer efsaneler Amerikan beyzbolunda da varmış.
Harikulade bir deneme yazarı, paleantolog ve beyzbol hastası olan Stephan
Jay Gould, Full House adlı kitabında bunun bir efsane olduğunu istatistik
olarak gösterir.
Beyzbolun neredeyse yüz yıla yakın bütün istatistikleri elde bulunuyor
ve yine bu uzun süre boyunca kuralları hiç değişmemiş. Bu istatistiklere
dayanarak, Gould, aslında bugünkü beyzbolcuların çok daha iyi oldukları-
nı ve çok daha iyi oldukları için, eski oyuncular gibi büyük başarılar gös-
teremediklerini kanıtlıyor.
Futbol maçlarını seyredenler, eski maçları özlüyorlar. Zaten artık öyle
çok gollü büyük farkların olduğu karşılaşmalar, spektaküler başarılar ve
oyuncular pek çıkmıyor. Bu bir yanılsama mı? Pek değil, aslında beyzbol-
da kanıtlanmış eğilimin futbolda da görülüşü. Gerçi futbolun kuralları sık

363
Denemeler

sık değiştiği için beyzbol gibi bir istatistik yapma olanağı yok, ama yine de,
eski ve yeni oyuncuların, bir oyun boyunca ne kadar zaman ve kaç metre
koştukları, ayaklarında ne kadar top bulunduğu. Topla kaç kişiyi çalımla-
dıkları kaç pas verdikleri kaç kere ayaklarındaki topu kaybettikleri pasla-
rının ne kadarının isabetli olduğu, kaç sut attıkları sutların isabet oranı vb.
üzerine istatistikler yapılsaydı, bugünkü futbolcuların bütün bu oranlarda
Manda Bekir’ler kuşağını fersah fersah geride bıraktıkları, öte yandan bu-
günün futbolcuları arasında da artık bu oranlarda büyük farklar bulunma-
dığı görülürdü.
Bugünün futbolcusu çok daha iyi çalım atabiliyor, ama bugünün futbol-
cusu çalım yememeyi de daha iyi biliyor. Bugünün futbolcusu daha çok ko-
şuyor, ama karşı taraf da daha çok koşuyor. Hiçbir gelişim kurallar aynı
kaldığı sürece sonsuza kadar gitmez, belli sınırlara takılır. Örneğin 100
metre yarışlarında bu artık açıkça görülüyor. Bir zamanlar 100 metreyi
9.9’da koşmak spektaküler bir başarıya imza atmaktı. Ama bugün onlarca
sprinter var 100 metreyi 9.9’da koşan ve insan fizyolojisinin sınırlarına aşa-
ğı yukarı varılmış durumda. Bundan daha ötesi yok. Özel ayakkabılar, pist-
ler veya özel bir mutasyon geçirmiş insanlar ortaya çıkıncaya kadar. Bütün
sporlarda eğilimin bu yönde olduğu söylenebilir. Elbette futbolda da.
Dolayısıyla bu büyük farkları ortadan kaldırıyor, sonucu çok küçük
farklar belirliyor. Bu da eskisi kadar göz alıcı ve farklı sonuçlar olmaması-
na da yol açıyor. Futbol meraklılarının artık maçların eskisi kadar değişik
olmadığı, birbirine benzediği ve can sıktığı yönündeki sözleri aslında bu
eğilimin bir ifadesi olarak görülebilir.
Kaplanlar gazalları yakalamak için daha hızlı koşuyor, gazallar da kap-
lanlardan daha hızlı kaçıyor. Ama verili koşullarda bu evrimin bir sınırı
bulunuyor. Ne gazallar ne de kaplanlar, organik varlıklar olarak belli bir
sınırdan daha hızlı koşamazlar. Oyunun kuralları değişmediği sürece, bu
evrimde evin boş olduğu yanı gazalların ve kaplanların henüz mutasyon-
larla daha hızlı koşabilecekleri bir dönem bir de artık daha hızlı koşmanın
verili yapılar içinde mümkün olmadığı, evrimin durduğu ve dengeye ulaş-
tığı bir dönemi ayırmak gerekir.
Bütün sporlar giderek bu denge durumuna yaklaşıyor. 100 metrede aşa-
ğı yukarı sınırlara ulaşılmış durumda. Doğa tarihinde de, kartların yeniden
karıştığı ve kuralların yeniden belirlendiği dönemler ve bu yeni kurallar
içinde hızla yeni türlerin çıktığı dönemler ile bu türlerin giderek mükem-
melleştiği ve belli bir dengeye ulaştığı dönemler birbirinden ayrılıyor.
Genellikle büyük toplu imhalardan sonra (göktaşı düşmeleri, volkan
patlamaları gibi kozmik veya tektonik büyük imhalar ve kartların yeniden

364
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

karışmasından sonra) yeni türlerin hızla ortaya çıkışları görülüyor. Sonra


da bu türler içinde küçük değişikliklerle evrimin sürdüğü, artık yüz metre-
yi herkesin 9.9’da koştuğu dönemler geliyor. Ama bu durum yeni türlerin
ortaya çıkmasını da engelliyor. Sadece artık sınırlara dayanıldığı için de-
ğil, eskiler yenileri engellediği için de. Yani belki daha efektif olacak mu-
tasyonlar olabiliyor belki, ama bu mutasyonların yaşama ve gelişme şansı
pek bulunmuyor, çünkü orası daha önce kapılmış bulunuyor.
Diyelim ki ormanda, bir bitkide bir mutasyon oldu, onun daha yükseğe
yapraklarını çıkarıp daha çok güneş ışığı alabilmesi için. Ama zaten daha
önceden büyük ağaçlar orayı kaptıkları ve güneş ışığının ormanın tabanı-
na gelmesini engelledikleri için, bu mutasyon yaşama ve gelişme olanağı
bulamıyor. Bunu toplum hayatına da aktarmak mümkün, özellikle sosyal
hareketlere. Belli partiler ve akımlar bir kere ortaya çıktılar mı, belli bir
döneme damgalarını vuruyorlar. Değişiklikler ancak verili durum çerçe-
vesinde küçük değişiklikler olarak kalıyor. Başka bir hareketin ya da parti-
nin var olan sistemin içine girip yerini geliştirmesi pek mümkün olmuyor.
Ancak var olan denge iyice çürüyüp belli toplumsal “felaketler” sonucunda
imha olduğunda, yepyeni türler gibi, yepyeni partiler ve hareketler ortalığı
kaplıyor. Bunların hızla yayıldıkları bir dönem yaşanıyor. Sonra onların da
belli bir dengeye ulaştıkları, stabilize oldukları bir dönem geliyor. Örneğin
sol hareketleri göz önüne getirelim. 60’lı ve özellikle 70’li yıllarda, sol ha-
reketler hızla çoğaldı ve her biri de hızla büyüdü. Bu aşağı yukarı 79’lara
kadar sürdü. Bir tür “kambriyum patlama” yaşandı ya da dinozorların yok
oluşundan sonra memelilerin ortalığı kaplaması gibi bir dönemdi bu.
Ama bir kere bu türler ortaya çıkıp var olan olanakları kaplayınca yeni
bir hareketin ortaya çıkarak, diğerlerini eriterek, yiyerek, vb., yok etme ola-
nağı neredeyse sıfırdır. Yetmişli yıllarda en aptalca şeyleri söyleyen bile
binlerce insanı örgütleyebilirdi; yetmişlerin sonuna gelindiğinde ise, dün-
yanın en yetenekli örgütçüleri en iyi teorilerle bile gelselerdi büyüme şans-
ları yoktu. Onlar ancak marjinal, kenarda köşede, paylaşılmamış alanlarda
varlığını sürdürebilirdi.
Bu nedenle şimdi, memeli hayvanlar, dinozorların kapladığı bu dünya-
da, ancak yer altında marjinal alanlarda varlıklarını sürdürebilirler. Ancak
bir volkan veya göktaşı bu dinozorların köküne kibrit suyu ektikten sonra,
memelilere yeni bir gelişme olanağı ortaya çıkabilir.
Şimdi ev doludur artık. Orada yer yoktur. Kartlar yeniden karışmalı
oyunun kuralları yeniden belirlenmelidir.
7 Temmuz 2006

365
Denemeler

366
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Türkler, Güvercinler ve İnsanlar

Hrant Dink, “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısının son


satırlarında umudunu ve güvenini şu sözlerle dile getiriyor:
“Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim,
ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşam-
larını sürdürürler.
Evet, biraz ürkekçe, ama bir o kadar da özgürce.”
Ama bu satırların, son yazının son satırları olması, aynı zamanda bu
umudun ve güvenin hiçbir dayanağı olmadığını da kanıtlamış bulunuyor.
Niçin böyle? Çünkü bu ülke Türkiye’dir ve burada İnsanlar değil Türkler
yaşıyor. Dink’in anlamadığı veya iyi niyetle görmek istemediği Türklerin
İnsan olmadığıydı. Dink’in zikrettiği, bir zamanlar, aralarında güvercinle-
rin yaşamasına müsaade eden ve “bu ülkede” yaşayan insanları, Türk değil
Müslüman’dılar. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına değil, Allah’ın
yasalarına göre düşünüp davranmaya çalışırlardı. En zararlı bilinen böceği
bile, o da Allah yaratığıdır diye öldürmekten çekinirlerdi.
Ama Türklerde Allah korkusu yoktur, onlarda Türk Devleti korkusu
vardır. Devlet güvercinlerin kafasını koparın dediğinden, güvercinlerin
kafasını koparırlar. Devlet Türklük düşmanlarını yaşatmayacağız dediğin-

367
Denemeler

de, güvercinlerin kafasını koparın demektedir örneğin. Hatta şimdi Hrant


Dink’in öldürülmesini bile Türklüğe veya Türk devletine sıkılmış bir kur-
şun olarak tanımladıklarında, diğer güvercinlerin kafasını da koparın de-
mekte, Dink’in ölüsü üzerinden yeni cinayetlerin sinyalini vermektedirler.
Dink’in anlamadığı, eskiden insanların Türk olmadığıydı. Onlar Allah’tan
korkan Müslümanlardı. Türkiye Cumhuriyeti ve İttihat Terakki, bu insan-
ları Türk haline dönüştürdü.
Bugün kendine Müslüman diyenleri Türklük öncesinin Müslümanlarıyla
karıştırmamalı. Bugünün Müslümanları Müslüman değildirler: Allah için
değil, Türklük için, devlet ve Türk milleti için yaşarlar. Allah’ın kanunları-
na değil, Türk devletinin kanunlarına uyarlar. Onlar Türklerin ezilenlerini
yanıltmak için kendilerine Müslüman diyen Türklerdir.
Müslümanlar Allah için yaşarlar, Allah için ölürler, Allah’tan korkarlar,
her işlerini Allah için yaparlardı.
Türkler Türk Devleti ve Türklük için yaşarlar, Türklük ve Türk devleti
için ölürler, Sadece Türk devletinden korkarlar ve her işlerini Türklük için
yaparlar.
Elbette Türkler de, Türk olmadan önce bu topraklarda yaşayan Müslü-
manlar gibi biyolojik olarak insandırlar. Ama Hitler de biyolojik olarak in-
sandır. En acımasız katiller de. Biyolojik olarak insan olmak başkadır, sos-
yal olarak İnsan olmak başkadır.
Sosyal olarak İnsan olan Türk ya da Müslüman olamaz. Nasıl bir Türk
Müslüman olamazsa ve bir Müslüman da Türk olamazsa öyle.
Türk, Türk devletinin kanunlarına uyan ve onu kabul edendir. Müslüman,
Allah’ın kanunlarına uyan ve onu kabul edendir. Müslüman isen Türk, Türk
isen Müslüman olamazsın. Ya Allah’ın ya da Türkiye Cumhuriyeti denen
devletin kanunlarına uyacaksın.
Benim dinim İslam; milletim Türk diyenler, tam da Türklerin ulus ve
din tanımlarına uygun davrandıklarından, kendilerine Müslüman diyen
Türklerdir, ama Müslüman değildirler. Bunlar insanların birer dinleri ve
milletleri olduğunu söylerler. Bu en büyük yalandır. Çünkü millet de bir
dindir: Ama din milliyetçilerin ve milletlerin din dediği yani sadece kişisel
bir şey değildir. Din insanların tüm yaşamını örgütler. Millet denen din de,
insanların tüm yaşamlarını örgütler.
Bu nedenle din ve millet, farklı kategorilerden değil, aynı kategoriden
oluşumlardır. Dolayısıyla bir insanın bir dini veya bir milleti olabileceği,
din ve milletin farklı kategorilerden oluşumlar olduğu milletlerin ve milli-
yetçilerin bir yalanıdır. Nasıl bir insan hem putlara hem Allah’a tapamaz,

368
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

toplumsal hayat hem bir puta hem Allah’a göre düzenlenemezse, insan hem
Türk hem Müslüman olamaz.
Aynı şekilde, insan (burada biyolojik bir varlık olarak insandan söz edi-
yoruz) hem İnsan (Sosyolojik olarak insan) ve hem de Türk, Müslüman
veya Puta tapar olamaz. İnsan (Burada sosyolojik olarak, insanların (bu-
rada biyolojik olarak) dili, dini, etnisi, soyu, sopu, ırkı, ne olursa olsun eşit
olduğuna inanan ve bu inanca göre yaşamak için mücadele edendir. Yani,
insanların eşit olduğunu kabul etmeyenler sosyolojik olarak insan değildir-
ler ve olamazlar.
Bu inanca göre yaşamak ise, bir ulustan olmakla, bir dinden olmakla
bağdaşmaz. Bütün insanlar eşitse, niye birileri şu veya bu soy, tarih, dil vb.
(yani örneğin Türk, Kürt, Ermeni Fransız) denerek bu eşitliğin dışında tu-
tulmaktadır? Bu kendisiyle çelişir.
İnsan olmak her şeyden önce, ulusal olanın, tıpkı din gibi, politik ol-
maktan çıkarılması kişisel bir sorun olarak ele alınması ile mümkün olabi-
lir. İnsanlar devletin her hangi bir ulusla tanımlanmasını reddeden bir top-
lumda var olabilir ve bugünkü ulus devletler içinde bunun için mücade-
le edenlerdir. Yani İnsan olmak için her şeyden önce, politik olanın ulusal
olanla tanımlanmasına, uluslara karşı mücadele etmek gerekir.
Uluslar içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar değil, kendilerine karşı
mücadele edilmesi gereken her şeyden önce siyasi birimler ve üstyapılardır.
İnsanlar, Türklüğün şimdi tıpkı dinin olması gerektiği gibi, tamamıyla ki-
şisel bir sorun, özel bir sorun olması için mücadele edenlerdir. Diğer bir ifa-
deyle politik bir kimlik olarak Türklüğü reddeden ve Türk devletini yıkıp,
ulusa göre değil, dili, dini, etnisi, soyu cinsi ne olursa olsun tüm insanların
eşit olarak yaşayacağı bir toplum için mücadele edenler insanlardır.
Bugün sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın, sosyalistlere değil,
İnsanlara ihtiyacı var. Sosyalizm için değil, öncelikle insanlık için müca-
dele etmek, yani her biri uluslara göre tanımlanmış devletleri (ki bunların
her biri de ulusları farklı ölçütlerle tanımlamaktadır) yıkma mücadelesine
girmek gerekiyor.
Sosyalist olabilmek için de her şeyden önce İnsan olmak; Türk, Kürt,
Ermeni, Fransız, Amerikalı, Avrupalı olmaktan çıkmak ve bunlara karşı
mücadele etmek gerekiyor.
Sosyalistlerin hedefi, ulusların kaderini tayin hakkı değildir. Sosyalist-
lerin hedefi, ulusal olanın da politik olmaktan çıkarılması ve özele ilişkin
olması olabilir. Böylece asgari olarak biçimsel eşitlik sağlandıktan sonra
sosyalistler gerçek bir eşitliği isteyebilirler.

369
Denemeler

Sosyalistlerin hedefi: ulusların kaderini tayin hakkı değil; isteyen üç ki-


şinin bir araya gelip, istediği ulusu kurma, girme, çıkma ve ulussuz olma
hakkı olmalıdır. Bugünün ulusal devletlerle kaplı dünyasında insanların
ulussuz olma hakkı, dolayısıyla İnsan olma hakkı yoktur. Sosyalistler ise,
her şeyden önce İnsan olma hakkı, yani ulussuz olma hakkı için mücade-
le etmelidirler.
Ulussuz olma hakkının ilk koşulu da politik olanı ulusal olana göre ta-
nımlayan ulusal devletlerin yıkılmasıdır.
Hrant Dink aslında net ifade edememiş olsa da böyle bir dünya için
mücadele ediyordu.
O her şeyden önce bir hümanist ve demokrattı. İnsanlığını insanca bir
düzende yaşayamayan bir insandı. Bunun için Türkler tarafından öldürüldü.
Çünkü her ulus gibi Türklük de insanlığın düşmanıdır.
İnsanın olduğu yerde Türk, Türk’ün olduğu yerde de İnsanlar var ola-
maz.
20 Ocak 2007

370
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

İnsan Olmak,
Demokrat Olmak ve Yenilgicilik

Bir rejimin, bir düzenin, bir sınıfın, bir gücün tarihsel olarak ömrünü dol-
durmuş olması ile gerçek sonu arasında uzun bir zaman geçer. Eğer karşı-
sında ona son verecek bir güç yoksa sonsuzca uzayan bir can çekişme süre-
ci, çürüme ve dağılma ortaya çıkar.
Bugün dünyadaki bütün politik ve sosyal aktörler ömrünü doldurmuş
güçlerden oluşmaktadır. Çünkü bunların hiç birisi, bugünkü insanlığın bü-
tün sorunlarının anası olan uluslara dayanırlar, varoluşları ulusların varlı-
ğına bağlıdır ve uluslara karşı değildirler.
En ilerici görünenleri bile ulusçuluğa karşıdırlar, ama uluslara değil.
Kaldı ki, ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyenler de aslında ulusçuluktan
bir dile, tarihe, dine vb. göre tanımlanmış bir gerici ulusçuluğu anlarlar.
Hâsılı ulusçuluğa karşı olanlar veya öyle olduğunu iddia edenler bile bıra-
kalım uluslara karşı olmak bir yana, ulusçuluğa bile karşı olmaktan uzak-
tırlar. İnsanlığın bütün çektiklerinin temelinde bu gerçek bulunmaktadır.
Evet, uluslar insanlığın bütün sorunlarının başıdırlar, ama uluslara kar-
şı mücadeleyi önüne bir sorun olarak koymuş, bütün ulusları karşısına alan,
bütün uluslardan insanları, ulusları yıkmaya çağıran bir sosyal hareket, bir
güç bir yana, bir fikir akımı, küçük çevreler bile yok. Esas korkunç olan bu-
dur. İnsanlığın çıkışsızlığını ortaya çıkaran budur.
Bugün insanların, varlıklarını sürdürebilmek için olsun, Hazreti Mu-
hammed’in putları ve puta taparlığı yok etmesi gibi, bütün ulusları ve ulus-
çuluğu, yani politik olanın nasıl tanımlanırsa tanımlansın bir ulus ile ta-

371
Denemeler

nımlayan devletleri ve ulusları yok etmeyi en acil sorun olarak önüne koy-
ması gerekmektedir. Yani tüm dünyada bir tek “devlet”, daha doğrusu “ce-
maat” gerekmektedir: İnsanlık cemaati. Bunun dışında her hangi bir çö-
züm bulunmamaktadır.
Politik olan bir tek ölçüye göre tanımlanmalıdır: İnsan olmak. İnsan ol-
mak ise, politik olanın (yani devletin) Türklük, Müslümanlık, Amerikalılık
vb. ile tanımlamasını reddetmek, buna karşı savaşmak ile mümkün olur.
Nasıl puta (toteme) tapan bir Müslüman veya Hıristiyan olamaz ise, bir
Türk, bir Amerikalı, bir Çinli, bir Arap vb. de bir İnsan olamaz. Türkler
Türklüğe, Almanlar Almanlığa, Amerikalılar Amerikalılığa karşı, yani o
devletlere ve uluslara karşı, yani İslam’ın dediği gibi, nefislerine karşı kut-
sal bir cihada girmeden, İnsan olamazlar. Nasıl bir toteme tapmakla Allah’a
tapmak; sadece belli soydan, aşiretten insanları kardeş bilmekle, Allah’a
inananları kardeş bilmek uzlaşmaz ise, bir ulustan olmakla İnsan olmak;
bir ulustan olanları kardeş bilmekle İnsanları kardeş bilmek uzlaşmaz.
Bugün çürümeye yol açan, bunu böyle açıkça ortaya koyan bir akımın,
tüm uluslardan insanlara böyle çağrı yapan bir toplumsal hareketin olma-
masıdır. Yoksa her şey bas bas bağırıyor bu uluslara dayanın düzenin, bu-
günkü güçlerin, yani en başta ulusların, insanlığa hiçbir çıkış yolu sunama-
dığını, onların çoktan tarihsel ömürlerini doldurduklarını. Eğer sosyolojik
olarak İnsanlar ulusları yok etmezse, biyolojik olarak, bir hayvan türü olan
insanlar yok olacaktır. Ya bir dünya savaşıyla ya da çevre felaketiyle.
Bütün sorunların ardında bu yokluk var. Böyle bir hareket, bir akım olsa
eğer, bu çürümeye yol açan koşullar, insan öncülerinde, bütün dinlerin ilk
öncülerinde olduğu gibi, sabrın derinliklerini ve coşkunun zirvelerini ha-
rekete getirirdi. Bütün bunlar hareket noktamız. Bunları söylüyoruz. Ama
bunları söylemek için geç kaldık. Savaş tamtamları ve çürüme içinde bu
sesin duyulması imkânsızdır.
***
Evet, uluslar en demokratik biçimiyle bile insanlığa bir çıkış yolu sunamaz-
lar, ama şu an Ortadoğu’da demokratik ulusçuluk, yani ulusu, (politik ola-
nı, devleti) bir ulusun dille, dinle, tarihle, etniyle tanımlanmasına karşı ta-
nımlayan bir ulusçuluk, bütün bunların politik bir anlamı olmaması üze-
rinde şekillenen bir ulusçuluk, insanlığın sorunlarına çözüm olmasa da, en
azından geri ülkelerde emperyalizmin ve bölgedeki gerici ulusal devletle-
rin açmazına karşı bir savunma mevzii, bir güçleri birleştirme aracı, çürü-
meye son veren bir ara aşama olabilir ve böyle bir hareket, bizzat mücadele
içinde, uluslara karşı bir mücadeleye dönüşme potansiyeli taşır.

372
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bu yönde de geç kaldık. Eğer 60’lı veya 70’li yılların yükselişlerinde


böylesine bir yaklaşımı olsun ortaya koyabilmiş olsaydık, yani Türkiye’deki
sosyalist ve demokratik hareket, Türk ulusunu ve Türk devletini esas soru-
nu olarak ortaya koysa; ulusu Türklükle değil, her hangi bir dil, din, etni,
soy, tarihle tanımlamayı reddeden demokratik bir ulusçuluğa dayanmadan,
sosyalizm bir yana, en küçük bir demokratik dönüşümden bile söz edile-
meyeceğini programına yazsaydı, en azından, bugün böylesine bir çürüme-
yi engelleyecek bir miras, bir gelenek bırakılabilirdi.
Ancak 90’lı yılların sonuna doğru adım adım bu görüşler ortaya çıka-
bildi. Ama çıktıklarında artık çok geçti. ABD Irak’a girmişti. Bu programa
sahip çıkıp Türkleri kazanabilecek Kürt özgürlük hareketi bile, bu progra-
mı umutsuz görüp tekrar ulusu, tıpkı Türk devleti ve ulusu gibi aynı ilkey-
le, yani Kürtlükle tanımlayan bir ulusçuluğa doğru kaymaya başlamıştı.
Bugün en ileri görüşlü DTP’liler bile, Anayasa tartışmalarında örneğin,
Kürtlerin de Türklerin yanı sıra anayasaya koyulmasını öneriyor. Türk-
lüğün Anayasa’dan çıkarılmasını, ulusun her hangi bir dil, din, etni, ta-
rih, soy, kültür ile tanımlanmasını reddetmeyi kimse aklına bile getirmi-
yor. Türk sosyalistleri ise anayasaya sosyal eksenli talepleri koymaktan söz
etmeyi sosyalistliğin şanından bilip, Türklüğün Anayasa’dan çıkarılması-
nı, buradan hareketle, demokratik ulusçuluk yönünde bir tartışma ve hare-
ket başlatılmasını akıllarına bile getirmiyorlar. Yani aslında hepsi gerici bir
ulusçulukta ve buna dayanan bir ulusun varlığında hiçbir sorun görmüyor-
lar. Onlar sadece insan olmaya galaksiler kadar uzak değil, demokrat olma-
ya da uzaklar, onlar demokrat da değil, Kürt ve Türk’türler artık.
Nasıl bir insan, hem bir toteme hem de Allah’a tapamaz ise; hem Türk,
hem Kürt hem de İnsan olamaz ise; hem Kürt hem Türk hem de demokrat
olamaz. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, ulusu bir dil, din, etni, soy,
tarih ile tanımlamaya karşı olmaktır. Bütün bunların ulusun tanımında hiç-
bir politik anlamı olmamasını savunmaktır. Nasıl bir insan hem belli bir
dinin devletten ayrılmasını, dinin hiçbir politik anlamı olmasını savunma-
dan bir laik olamaz ise, hem devletin bir dini tanımasını istemek ve hem de
laik olmak mümkün değil ise, aynı şekilde ulusun bir dil, bir etni, bir soy,
bir tarih vb. tanımlanmasını savunmak veya bunda bir sorun görmemek
ve aynı zamanda demokrat olmak mümkün olamaz. Dolayısıyla bırakalım
bir insanlık hareketini, demokratik hareket bile bulunmamaktadır bugünün
dünyasında ve Türkiye’sinde. Böylece çift katlı bir umutsuzluk ve çürü-
me ortaya çıkmaktadır. Bırakalım uluslara karşı bir hareketi veya düşünce
akımını bir yana, gerici ulusçuluğa karşı demokratik bir hareket ve doğru
dürüst bir düşünce akımı bile bulunmamaktadır.

373
Denemeler

Sözde en demokrat geçinenleri, örneğin ulusun bir dille ve tarihle ta-


nımlanmasında sorun görmüyorlar, böyle tanımlanmış ulusun başka dille-
re de saygı ve tolerans göstermesinden öteye gidemiyorlar, padişah olsa so-
ğanın cücüğünü yemekten başka bir şey hayal edemeyen masaldaki çoban
gibi. Bu demokratlık değil, post modern, paternalist, bir “çok kültürlülük”
palavrasıdır ve gerici ulusçuluğu bugünün globalleşmiş dünyasında yaşat-
maktan başka bir işlevi yoktur.
Bu çift katlı çürümüşlük içinde, taktik olarak ne yapılabilir?
Aynı ilkeye dayanan iki gerici ulusçuluk var ise ve bunlardan biri ezen
diğeri ezilen durumunda ise, bize düşen görev, en azından egemen ulus-
tan insanlar olarak, tıpkı Lenin’lerin Birinci Dünya Savaşı’nda yaptığı gibi,
yenilgici bir tavrı sürdürmek olur. Böyle bir tavır böylesine gerici bir ulusçu-
luğun egemen olduğu ve kimse tarafından demokratik bir açıdan bile sor-
gulanmadığı bir dünyada elbette bir etki sağlamaz ve bir insanları düşün-
meye çağıran bir provokasyon olmaktan, bir başka örnek sunmaktan öte-
ye gitmez.
Ama böyle bir duruş, somut bir örnek olarak, “kendi” devletinin yıkıl-
masından yana tavrıyla, sosyalistçe ve de ezilen ulustan yana tavrıyla “halk-
ların kardeşliği”nden yana enternasyonalistçe bir tavır olarak, gelecekte bir
gelenek arayacaklara bir tutamak noktası; bir mihenk taşı sunar.
Bizim yapmaya çalıştığımız budur.
28 Ekim 2007

374
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Türban’ın Diyalektiği

Bir süre önce, 2002 yılındaki seçimlerden sonra yazılmış “Kıyafet Kavga-
sının Anlamı” üzerine yazıyı yayınlamıştık. O yazıda Türkiye’de gerçek
politik iktidarı elinde bulunduran askeri bürokratik oligarşi ile ekonomik
ve sosyal iktidarı elinde bulunduran ve politik iktidarı da ele geçirmek is-
teyen burjuvazinin diğer bir kesimi (Anadolu burjuvazisi veya İslamcı bur-
juvazi) arasındaki bir mücadeleyi ve çıkar ortaklığını, ama birbirinin zıd-
dı gibi görülen tavırların ardında da bir özdeşlik, yani azınlık olan egemen
sınıfların, geniş çoğunluktan farklı görünmeme kaygısının bulunduğunu
göstermeye çalışmıştık.
Bugün de bu çok genel ve temel arka planın somut tarihte nasıl işledi-
ğini ele alalım.
İlk bakışta çok büyük bir paradoks gibi gelebilir, ama bu kıyafet kavga-
sını, bu kıyafet kavgasının ardındaki Müslüman Anadolu burjuvazisini ve
bu kıyafet üzerinden yürüyen politik İslam’ı böylesine yaratan ve bir güç
olarak ortaya çıkaran, bizzat bu askeri bürokratik oligarşinin kendisidir.
Bunu dediğimizde, örneğin 12 Eylül rejiminin sola karşı politik İslam’ı
desteklemesi ve okullara mecburi din dersi koyması veya Kürt özgürlük
hareketine karşı dini örgütlenmelerin desteklenmesi ve hatta Hizbullah
gibi örgütlerin bir vurucu güç olarak kullanılması gibi olguları kastettiği-
miz sanılmasın. Bunlar, o askeri bürokratik oligarşinin egemenliğini sür-
dürmek için yaptığı taktik ittifaklar ve manevralardır. Ve bu politikalar ve
taktikler, sosyolojik olarak, politik İslam’ın bugünkü Türkiye’de niye böyle
bir politik güç olarak, burjuvazinin, en azından bir kanadının temel politik

375
Denemeler

mücadele biçimi olduğunu ve onun genel olarak dinle, özel olarak İslam’la
ve hatta askeri bürokratik oligarşiyle ilişkisini açıklamaz.
Politik İslam’ı bayrak yapan bir burjuvazinin varlığı ve bu burjuvazi-
nin politik İslam’ı bayrak yapması nasıl mümkün olmaktadır? Esas soru-
yu böyle formüle etmek gerekir. Yoksa bu sorunun sosyolojik bir cevabı
bulunmadığı sürece, bu politikayı açıklamak mümkün olmaz veya ancak
komplo teorileriyle açıklanabilir.
Böyle bir soruyu sorabilmek için temel şart: Tarihe yaşadığımız tarihin
ekseninden bakmamaktır; onu olası tarihlerden biri olarak ele almaktır.
Ancak o zaman, yanşan tarihi o yapan özelliklerin sırrına varılabilir. Ne
demek istiyoruz? Aslında bilimin ve bilginin evrimi, bir bakıma tek olası
gördüğümüzün olasılardan biri olduğunu görmektir.
Eski çağlarda evrenin merkezinde insan ve dünya vardı, bunun dışın-
da bir varoluş bile tasavvur edilemezdi. Ama daha sonra, dünya (yer),
güneş sistemi içindeki gezegenlerden biri olarak “tenzili rütbeye” uğra-
dı. Hem merkezi yerini kaybetti, oraya güneş geçti, hem de biricikliğini.
Gezegenlerden biriydi artık. Daha sonra güneş sistemi bile Samanyolu ga-
laksisi içinde alelade bir yıldıza dönüştü. Sonra bu Samanyolu galaksisinin
bile milyarlarca galaksi arasında sıradan bir galaksi olduğu görüldü. Belki
ilerde bu evrenin bile olası milyarlarca evrenden biri olduğu anlaşılacak.
Bugün ise, bu ölçüde olmasa bile, o milyarlarca görünür galaksinin, as-
lında yüzde doksanı, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Karanlık Madde
ve Karanlık Enerji’den oluşan bir evrenin, yüzde onundan fazlasını oluş-
turmadığı hesaplanmaktadır. Yani o koca görünür evren bile, tüm evrenin
yüzde onuna düşmüş bulunuyor. Bu kavrayış içinde bırakalım Samanyolu
galaksisini, şu güneş sistemi bile sıradan bir istisnadır. Onun olası sistem-
lerden biri olduğu, dolayısıyla onu o yapan özellikler ancak böyle, diğer
sistemlerle kıyaslama içinde tanımlanabilir.
İnsanın durumu da farklı değildir. Eskilerin o “eşref-i mahlûkat”ı, yani
yaratıkların en şereflisi, giderek o “şerefli” yerini yitirmiş; milyarlarca can-
lı türü içinde bir canlı haline gelmiştir. Bırakalım insanı, şu çok gelişmiş
sanılan memeliler bile, aslında dinozorlarla aynı zaman ortaya çıkmış ol-
malarına rağmen, 150 milyon yıl boyunca, şimdi göklerde uçan memeli
yarasaların uçan dinozorlar olan kuşlar karşısında sadece mağara ve ka-
ranlıklarda varlığını sürdürebilmelerine benzer biçimde, köstebek gibi yer
altında marjinal bir tür olarak var olabilmişler, ancak muhtemelen bir gök
taşının dinozorların varlığına son vermesinden sonra onlardan kalan boş-
luğu son 60 milyon yılda doldurmuşlardır.

376
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Yani bir zamanlar evrimin zorunlu bir sonucu gibi görünen memeliler
ve insan, aslında evrim tarihi açısından hiç de öyle zorunlu bir sonuç de-
ğildir. Ayrıca bunlar hiç de öyle başarılı canlılar değildirler. Timsahlar, kö-
pekbalıkları ve kaplumbağalar onlardan çok daha başarılı en az 300 mil-
yon yıldan beri var olar türlerdir. Hele hele insan, şu mahlûkatın en şeref-
lisi payesini kendine veren canlı türü, Homo Sapiens, en az 150 bin yıl bo-
yunca var olmuş ve 30 bin yıl önca Homo Sapiens tarafından köküne kibrit
suyu ekilmiş Neandertal İnsanı kadar bile var olamayacaktır muhtemelen.
Ve doğa tarihinin en az süre var olabilmiş canlı türü olma rekorunu eline
geçirecektir. Homo Sapiens, doğa tarihinin en başarısız canlısı, evrimde en
kısa çıkmaz sokak olarak bir yere sahip olacaktır muhtemelen. Bir tür ola-
rak İnsan’ın ne olduğu ancak böyle bir bağlamda yerli yerine oturabilir ve
diğer türlerle ilişkisi içinde onu o yapan özellikler tanımlanabilir.
Doğa tarihi açısından, mahlûkların en şereflisi olmaktan en başarısızı
olmaya doğru bir yer değişimidir bu insanın doğa içindeki yerini kavrayış-
ta. İnsan muhtemelen milyarda bir olabilecek olağanüstü koşullar sonucu
ortaya çıkmış ve canlıların evriminde bir tür çıkmaz sokak, bir tür yanılgı,
bir deneme olarak görülmektedir bugün.
Nasıl bilgimiz insanın veya Dünyanın evren içindeki önemini yitirme-
sine, dolayısıyla başka gezegenler ve canlılara göre onu o yapan özellikle-
rin tanımlanmasına bağlı olarak artar ve o zaman onun özünü daha fazla
ve derinliğine anlayabilirsek, toplumların ve insanlığın tarihine de böyle
bakmak gerekir. O tarih olası milyonlarca tarihten biriydi. Onun ne olduğu
ancak o olası tarihler içinde anlaşılabilir.
İşte politik İslam’ı veya İslam’ı bayrak yapan bir burjuvazinin varlığı-
nı anlayabilmek için tarihe de böyle bakmak gerekir. Örneğin bugün biz-
ler ulusun bir dile göre şekillenmesi gerektiğine öyle alışmış durumdayız
ki, Fransa’da devrim olduğunda, Fransa’nın yüzde onunun Fransızca ko-
nuştuğunu unutmuş oluruz. Örneğin Fransız yurttaşlık bildirisinin, yüzde
doksanı Fransızca konuşmayan yurttaşlara hitap ettiğini tasavvur bile ede-
meyiz. Ama bunu bildiğimiz an şu soru ortaya çıkar: Niye Osmanlı İmpa-
ratorluğunda da ulusu dilleriyle ve dinleriyle tanımlamayan, tüm Osmanlı
yurttaşlarını eşit kabul eden bir burjuva devrimi olmadı. Bugün baktığı-
mızda sorusu bile tuhaf gelen bu olasılık, o zamanlar hiç de küçümsenme-
yecek bir alternatifi oluşturuyordu. Bu olasılık gerçekleşseydi ne olurdu?
Her şeyi bir yana atarak sadece bir demografik sonucu göz önüne ge-
tirelim. Şimdi şöyle bir Anadolu düşünün: Anadolu’da bugün yaşayan in-
sanların en azından yarıya yakınının Hıristiyan olduğunu, bugünkü ölçü-
lere göre Müslüman kabul edilenlerin de üçte birinin Alevi (yani aslında

377
Denemeler

Müslümanlığa, bir kitaplı din olan Hıristiyanlıktan bile uzak “kitapsızlar”;


uygarlığa bulaşmamış, yazıyı bilmeyen komünün dininden olanlar) oldu-
ğunu tasavvur edin.
Sadece böyle bir demografik yapı bile, bugünkü Türkiye’de politik
İslam’ın veya İslam’ı politik iktidarı da ele geçirmek için bayrak yapan bir
burjuvazinin varlığını olanaksız kılardı. Böyle bir ülkede bir “Müslüman
- Anadolu Burjuvazisi” olsa bile, İslam’ı değil, gerçek bir laikliği bayrak
yaparak ancak nüfusun çoğunluğunu oluşturan Müslüman olmayanların,
Alevi ve Hıristiyanların desteğini de alabilirdi. Çünkü onların desteğini
almadan çoğunluğu sağlaması ve politik iktidarı ele geçirmesi mümkün
olmazdı.
Elbette nüfusunun yapısı böyle olan bir Türkiye’de zaten askeri bürok-
ratik oligarşi iktidarda olamaz, o ülkenin adı, Avrupa ona Türkiye dedi-
ği için Türkiye olsa bile ulus Türklükle ve resmi İslamlıkla tanımlanamaz,
zaten öyle bir ülkenin kurucusu da bir Osmanlı generali ve Bonapartist
bir Atatürk değil muhtemelen devrimci demokrat belki Rum, belki Ermeni
belki Müslüman kökenli bir Garibaldi olurdu vb.
Ayrıca bugün unutulmuş ve unutturulmuş, gerici bir ulusçulukla yazıl-
mış olan tarihte bu olasılık vardı ve oldukça güçlü bir olasılıktı. İşte ancak
böyle olası bir tarih içinde bugün niye İslam’ı ve kıyafeti bayrak yapan bir
burjuvazinin varlığı ve bizzat bu kıyafeti sorun yapmanın var oluşu anla-
şılabilir.
Sanılmaktadır ki bugünkü tarih olası biricik tarihtir. Soruna böyle yak-
laşmak, sadece dar kafalılık değil, son duruşmada bu var olan tarihi rasyo-
nalize etmekten ve meşrulaştırmaktan başka bir anlama gelmez14. Başka
tarihler de mümkündü ve o zamanlar başka tarihler çok daha büyük bir
olasılık olarak görünüyordu. Ama bizzat bunu da anlayabilmek ve görebil-
mek için, var olan tarihi biricik olası tarihmiş gibi ele alan, tarihlerin dışı-
na çıkmak ve bütün bilinenleri unutup, her şeyi yeni bir ışık altında ele al-
mak gerekmektedir.
***
14 Tek tanrılı dinlerdeki Cennet hayali veya öbür dünya bile, son duruşmada bu-
günkü hayattan başka bir hayatın mümkün olduğu var sayımına dayanır ve bu-
günkü dünya var olan dünyaların en iyisi değil, katlanılmaz bir dünya olarak gö-
rülür. Yani şu beğenmediğimiz “gerici” dinler bile, bir cennet var sayımı ile var
olan yaşamı meşrulaştırma ve rasyonalize etme tehlikesinden kendilerini kurtarır-
lar. Ama uluslar ve ulusların tarihleri, bunu bile yitirmekle sonuçlanır. Ulusçular
için biricik olası tarih ulusların tarihi, biricik olası dünya ulusların dünyasıdır.

378
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Örneğin bizler, gerici milliyetçiliğin, yani ulusu bir dile, dine, etniye, soya
vb. göre tanımlamış bir ulusçuluğun egemen oldu bir çağın ve öyle bir eği-
timin ürünleriyiz. Bunun dışında başka bir var oluş ve tarihin mümkün
olabileceğini tasavvur bile edemez durumdayız. Ama burjuva devrimle-
rinin başında, yani şu Amerikan ve Fransız devrimleri çağında, insanlar
ulus derken hiç de böyle din, dil soy gibi kriterlerin varlığını akıllarına bile
getirmiyorlardı ve bir zamanlar Osmanlı’da da ulusu böyle bir dil, din, soy
gibi kriterlerle tanımlamayan, devrimci demokratlar, Aydınlanmacılar var-
dı. Elbette Osmanlı’daki ulusal hareketler içinde tıpkı bugünkü gibi, ulusu
soyla, dinle, dille tanımlayan hareketler vardı, ama en azından onlar kadar
güçlü, özellikle Sosyalist ve İşçi hareketinden ilham alan devrimci demok-
ratik hareketler de vardı. Bunu görebilmek için tarihe Türk olarak değil de-
mokrat olarak bakmak gerekir.
(Türkiye’nin demokratları hem Türk hem demokrat olmak istiyorlar.
Hem Türk hem de demokrat olunamaz. Demokratlığın ilk koşulu politik
olanın, yani ulusun bir dil, bir din, bir etni, bir soy, bir ırk ile tanımlanması-
nı reddetmek ve onu karşı mücadele etmektir. Türklerin, politik olanı (dev-
leti) veya ulusu Türklükle tanımlamaya karşı bir mücadele vermesi gerek-
mektedir. Ancak bu koşullarda bir “Türk demokratı” var olabilir. Türkler
ancak Türk devleti ve ulusuna karşı mücadele ederek, Türklüğün hiçbir
politik anlamının olmaması için mücadele vererek bir “Türk Demokratı”
olabilirler. Bir Türk ulusu, demokrasinin ve demokratların tasfiyesi ile var
olabilmiştir. Demokrasi de ancak Türk ulusunun tasfiyesiyle var olabilir.)
Bugün Türkiye’deki demokratik hareketin zayıflığının bir nedeni de,
sadece bu demokratik geleneklerin ve hareketlerin Türklük tarafından si-
linmiş ve unutulmuş olması değildir; kendilerini demokrat olarak görenle-
rin bile Türklükle tanımlanmayan bir demokratlığı tasavvur edememesi ve
bir anlamda demokrat olmamasıdır.
Örneğin, Türkiye’deki demokratik hareket (ve tutarlı bir demokrat olma-
sı gereken sosyalist hareket) bayrağına Osmanlı’nın Ladino, Sırpça, Romen-
ce, Bulgarca, Rumca, Türkçe, Osmanlıca ve Ermenice konuşan demokratla-
rının resimlerini koyamadığı sürece; (ve sosyalist hareket kendini, Selanik
İşçi Dernekleri, Sırp, Romen ve Bulgar Sosyalistleri, Ermeni devrimcile-
ri ile değil, Mustafa Suphilerle başlattığı sürece) Türkiye’de bir demokra-
tik hareket var olamaz. Örneğin, Selanik’te Yahudi işçilerin sendikaları ve
hareketleri vardı ve onlar Demokratik Cumhuriyet’i savunuyorlardı ve sa-
vunmaya hazırdılar ve Yahudi olmayanları da birleştirmek ve onlarla bir-
leşmek istiyorlardı.

379
Denemeler

Bugün ilk Grek ulusçusu olarak vaftiz edilen Velestinli Rigas (Şu Mihri
Belli’nin “Rigas’ın Dediği” başlıklı kitabın adındaki Rigas) bugün, Türk ve
Grek ulusçularının sokmaya çalıştıkları çekmeceye sığmazdı ve bir Grek
Ulusçusu değil, bir demokratik ulusçuydu, yani ulusun bir dille, dinle ta-
nımlanmasına karşıydı. Osmanlı’da bir demokratik devrim düşlüyordu, tıp-
kı Fransa’da olduğu gibi.
Balkanlar böyle demokrat ve devrimcilerle doluydu. Anadolu’da da Er-
meniler içindeki sosyalistler böyleydi. Ermeni partileri Enternasyonal kong-
relerinde temsil ediliyordu. Ermenice konuşan Osmanlı yurttaşları arasında,
binlerce Rigas gibi, hatta ondan da solda sosyalist üyeler vardı. Komünist
Manifesto, Türkçeye 60’lı yıllarda çevrildi. Ama bu topraklara manifesto
ondan neredeyse yüz yıl önce Ermeniceye çevrilip girmişti. Bu demokra-
tik ve devrimci ulusçuluk sanılmasın ki sadece Hıristiyan halklarda vardı.
Bu demokratik hareketler ve gelenekler, hem Osmanlı’nın Müslüman aha-
lisinde ve yoksul emekçilerinde hem de Osmanlı aydınlarında da bir yan-
kı buluyordu.
Bir Tevfik Fikret, Abdülhamit’e suikast düzenleyen Ermeni devrimci-
nin eyleminin başarısızlığa uğramasına üzülen şiirler yazıyordu. Ah diyor-
du, o bomba birazcık daha gecikmeseydi zamanında patlasaydı da bizleri şu
müstebitten kurtarsaydı. Bugünün Türklerinin kafasıyla, “vay Ermeni te-
rörist sen nasıl benim Müslüman padişahıma suikast yaparsın, bomba atar-
sın” diye değil; bu demokratik hareketlerden etkilenmiş demokrat bir hü-
manist olarak “Ah, keşke başarıya ulaşsaydı” diye yazıyordu şiiri. Bugünün
sosyalistleri gibi, yurtseverlik veya anti-emperyalizm namı altında, bu ge-
rici ve ırkçı devletin ve ulusun yanında yer almıyordu. Bunların karşısında
“Vatanım ruy-i zemin (yeryüzü), milletim beşer (insanlık)” diyordu.
Bugün tasavvur edilebilir mi, kendini Türklükle tanımlamış bu devletten
ve onun gerçek egemeni Askeri Bürokratik oligarşiden nefret eden bir Türk
aydınının, başarısız bir PKK eyleminden sonra “Ah şöyle yapsaydı da başa-
rı kazansaydı” diye üzülen bir şiir veya ölen bir gerillanın ardından bir mer-
siye yazması? Yok, böylesi tasavvur bile edilemez olmuştur bugün. Ama bu-
gün tasavvurların bile ötesine geçmiş olan, bir zamanlar gerçekti ve bu ger-
çek sayesinde nispeten demokratik dönüşümler son derece ciddi bir olasılıktı.
“Jön Türkler”, Ermeni devrimcilerle gizli kongreler yapıyordu. Balkanlar
ve Anadolu’da dağlar, keyfiliğe ve zulme karşı aynı zamanda köylülerin bir
tür öz savunması olan ve Osmanlı devletine karşı bir “ikili iktidar” olasılı-
ğını, yetmişli yılların antifaşist öz savunması gibi, içinde taşıyan, “Çete” ya
da “Komita” ya da “Eşkıya” denen köylü devrimciler ve Narodnikler (ayni
şu altmışlı yıllarının gerillaları gibi) doluydu.

380
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Tıpkı Portekiz sömürgelerinde kurtuluş savaşlarına karşı savaşırken on-


dan etkilenen Portekizli askerler gibi, Makedonya’daki çetelere karşı savaş-
ta etkilenen Osmanlı subay ve askerleri isyan ediyordu. Osmanlı’da dev-
rimci partiler kaynıyordu. Jön Türklerin hepsi İttihat Terakki’nin darbeci
ve maceracı çeteleri gibi de düşünmüyordu. Örneğin Prens Sabahattin’ler
en azından diğerleri kadar etkiliydiler.
Yani Osmanlı’da bütün dinlerden ve dillerden halkların içinde gerçek-
ten ciddi ve güçlü devrimci demokratik akımlar vardı ve bunlar birbirle-
riyle işbirliği ve güç birliği içinde veya arayışlarındaydılar. Ve bunların
Avrupa’daki işçi hareketiyle, sosyalist ve devrimci hareketlerle (İtalya’nın
Karbonari’lerden Rusya’nın Narodnik’lerine kadar) bağları vardı. O za-
manlar, Anadolu’da on beş yıl sonra Hıristiyan nüfusun köküne kibrit suyu
döküleceği söylenseydi, belki insanlar bunu saçmalık olarak ele alır, üze-
rinde konuşmaya ve tartışmaya bile değmez görürler, tasavvur bile edemez-
lerdi; bugün şimdi nasıl, halkının en az yarısı Hıristiyan bir Anadolu’yu ta-
savvur edemediğimiz gibi.
(Veya yarın şeriatla yönetilecek bir Türkiye’yi tasavvur edemediği-
miz gibi. Kimilerinin sandığının aksine bu da bir olasılıktır, hem de ciddi.
Halkının yarısı Hıristiyan bir ülkeden, “nüfusunun yüzde doksan dokuzu
Müslüman” bir ülke nasıl çıktıysa, “Atatürk devrimlerine bağlı, laik ve de-
mokratik” ve de nüfusunun yüzde doksan dokuzu Müslüman bir ülkeden
de şeriatla yönetilen bir ülke öyle çıkar. Tarih olanaksız görülenin olanak-
lı olduğunu birçok kereler göstermiştir. Kürt demokratik hareketi ezildi-
ği gün, Şeriat’a veya bir Kürt-Türk boğazlaşmansa giden yol açılmış olur.)
Ama sorun şudur. Bu gidiş nasıl engellenebilir? Buna karşı nasıl müca-
dele edilebilir? Askeri bürokratik oligarşinin önerdiği ve uyguladığı, şehir
orta sınıfları ve Alevilerin çoğunluğunun hemen üzerine atladığı veya en
azından ehveni şer gördüğü anlayışla, Diyanet İşleri ve İmam Hatiplerle
kontrol altında tutup başörtüsü veya türbanı yasaklayarak mı? Bunun yolu
askeri bürokratik oligarşinin egemenliğine karşı kimi liberallerin yaptığı
gibi AKP’nin veya AB’nin kıçına takılmak da değildir. Bunun tek yolu as-
keri bürokratik oligarşiye karşı gerçekten demokratik bir mücadele cephesi
oluşturmaktır. AKP’ye askeri bürokratik oligarşiyle uzlaştığı, demokratik
olmadığı için saldırmaktır.
Böyle bir cephe oluştuğunda, Kürt hareketinin yoksullara, kadınlara,
gençlere dayanan plebyen kanadının, yani Öcalan, PKK ve DTP’nin bu
mücadele ve taleplerin tavizsiz bir destekçisi olduğu görülür.
***

381
Denemeler

Kaldığımız yere dönelim. Başka bir tarih mümkündü dedik ve öyle bir ta-
rihte politik İslam ve şimdiki gibi bir bölünme, hatta askeri bürokratik oli-
garşinin egemenliği mümkün değildi. Peki, bu nasıl mümkün oldu?
Her şeyden önce bu askeri bürokratik oligarşinin gerici hazır yiyici, ha-
raççı, üretimle ilgisiz binlerce yıldan beri gelen karakterinden. Bu oligar-
şinin egemenliğini sürdürmesi için onun reform yapması gerektiğini düşü-
nen genç kesimleri, müttefiklerini, sınıfsal eğilimleri gereği, devrimci ve
demokratik hareketlerde değil, bütün karşı devrimlerde olduğu gibi, lüm-
penlerde, henüz modern dünyanın sorunlarıyla karşılaşmamış bugünün ko-
rucuları gibi, kendi kabilesinden ötesin göremeyen aşiretlerde, yani “feodal
kalıntılarda” ve dünyayı paylaşmaya hazırlanan ve bunun için savaşan em-
peryalist gericilerde aradılar.
Ama asıl sorun, çözümün bir parçası değil, sorunun kendisi olan askeri
bürokratik oligarşi değil, burjuvazi ve işçi hareketinin hataları ve özellikle-
riydi. Bugün, tarih kitaplarında veya hatta sosyalistlerin sol hareketi anla-
tan el kitaplarında sık sık söyledikleri hiç üzerine düşünülmeyen bir dogma
vardır. “Osmanlı’da kapitalizm gelişmemişti ve bir burjuvazi yoktu, onun
için de burjuva devrimlerinin fikir ve hareketleri Türkiye’de yer almadı bu
eksikliği “Asker sivil aydın” zümrenin yaptığı reform ve devrimler giderdi.”
Aşağı yukarı böyle ifade edilebilir bu yerleşik kanaat.
Bu kavrayış, bugünkü gerici Türk milliyetçiliğinin yarattığı ve yazdığı
tarihi olumlayan ve ondan başka bir tarih olamayacağı tasavvurunu yerleş-
tiren tarihçiliğin yazdığı baştan aşağı uydurma, Türklükle damgalı dolayı-
sıyla ırkçı ve tahriflere dayanan bir tarihtir ve işin kötüsü sol bu tarihin ya-
yılması ve yerleşmesinin en temel suçlularından biridir. Bu tarihçilik bur-
juvaziyi, Türklük ve Müslümanlıkla tanımlar her şeyden önce. Dolayısıyla
Osmanlı’da bir burjuvazinin varlığını yok sayar.
Sanıldığının aksine Osmanlı’da hem burjuvazi ve hem de işçi sınıfı
vardı. Ama bu burjuvazi büyük ölçüde Osmanlının Müslüman olmayan
ahalisinden oluşuyordu. Ancak bugünün gerici ve ırkçı Türk ulusçuluğuyla
zehirlenmiş sosyalistler, sadece Türk ve Müslüman oranı az olduğu için bu
burjuvazinin varlığını yok sayabilirler veya onu “komprador” olarak tanım-
layarak tasfiyesini meşru göstermeye çalışabilirler. Türkiye Cumhuriyeti,
Osmanlı’nın ekonomik hayatının canlılığına ve gelişmişlik düzeyine, işçi
hareketi de Osmanlı’daki işçi hareketinin gelişmişlik düzeyine, sosyalist
hareket de Osmanlı’nın sosyalist hareketinin düzeyine ancak 60’lı 70’li yıl-
larda ulaşabildi.
Türklükle damgalı ve tarihi Türklükle başlatan TİP, 60’lı yıllarda, Mec-
lise giren ilk sosyalist parti olduğunu söylüyordu. Ama Osmanlı Meclisinde

382
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

sosyalist milletvekilleri vardı, TİP bunu unutuyor ve daha doğrusu unut-


turuyor ve unutulmasına katkıda bulunuyordu. Sosyalist hareketin 60’lı ve
70’li yıllarda Osmanlı’daki düzeye eriştiği kabul edilebilir, ama paradoksal
olarak, demokratik hareket, Osmanlı’nın düzeyine hala ulaşabilmiş değil.
Çünkü en tutarlı demokratlar olması gereken sosyalistler henüz demokrat
değildir. Osmanlı’da ulusu her hangi bir dille, dinle tanımlamayı reddeden
akımlar vardı, ama 301’inci maddenin bulunduğu bugünün Türkiye’sinde
ulusun Türklükle (veya her hangi bir tarihle, dille, vb.) tanımlanmasını red-
deden bunu açıkça programına alan bir demokratik hareket bulunmamak-
tadır. (Sosyalistler devletin ve ulusun adının Türklükle tanımlamada hiçbir
sorun görmemektedirler, hatta çoğu Türklüğü savunmaktadır.)
(Demokratik bir hareketin ve programın yokluğu bir demokratik tarih
ve tarihçiliğin yokluğuyla at başı gitmektedir. Kendini ilk Osmanlı demok-
ratlarıyla başlatan, bayrağına Veletsinle Rigas’ları, Ermeni Devrimcileri,
Romen Sosyalistlerini ve Selanikli işçi örgütlerini koyan, bunlarla bir de-
mokratik hareket tarihi koyarak bir demokratik gelenek oluşturmaya çalı-
şan bir demokratik parti ve hareket yok.)
Bu alanda en ileri giden Kürt hareketi içindeki demokratik eğilimler
bile, henüz hala ulusun Kürtlük ve Türklükle tanımlanmasından veya en
ileri gittikleri noktada “Anayasal Vatandaşlık”tan söz edebilmektedirler.
Ama politik olanın veya ulusun tanımlanmasından Türklüğü kaldırarak,
yani ezeni yok ederek ezileni yok etmekten ve “Kürt Sorunu”nun çözümü-
nü böyle ifade etmekten henüz çok uzaklarda, Osmanlı’nın bile gerisinde
bulunmaktadır.
Osmanlıdaki burjuvazi, artık geç geldiği, yeterince demokrat olmadığı,
dolayısıyla emekçileri örgütlemekten korktuğu için Osmanlı’da bir demok-
ratik devrim gerçekleşmedi. Ama sadece bu kadar da değil. Sosyalist hare-
ketin bizzat kendisi de bütün dünyadaki sosyalist hareketler gibi, yeterince
demokrat olamadığı, ulusçuluğun zehriyle zehirlendiği için; (tıpkı bugün-
kü Türkiye sosyalist hareketi gibi) bizzat kendisi de gerici ulusçuluğun ta-
nımına göre örgütlenip adeta dille, dinle, tanımlanmış ulusun oluşumuna
hizmet ettiği için.
Örneğin, ulusun ne olduğunu bilen, hele gerici bir dile, dine, etniye, tari-
he göre şekillenmiş bir ulusçuluğa karşı şerbetli sosyalistler: Ermeni, Bulgar,
Yahudi, Helen, Sırp, Romen partileri kurmazlardı, daha kendi adlandırma-
larında, ulusu böyle tanımlamayı reddeden, her hangi bir dine, soya, tari-
he, dile dayanan bir ulusa gönderme anlamını taşımayan isimler alırlardı.
Böylece bütün dillerden ve dinlerden bütün sosyalistleri içinde toplayan ger-
çekten demokrat bir demokratik ve sosyalist hareket var olabilirdi.

383
Denemeler

Elbette o sosyalistler, bugün artık hafıza kaybına uğramış 60’lı ve 70’li


yılların sosyalistleri gibi, aynı zamanda demokratik özlemler güdüyorlardı,
ama tıpkı bugünün milliyetçi sosyalistleri gibi, bunu her biri gerici ilkele-
re göre tanımlanmış ulusların kardeşliği olarak tanımlıyorlardı. Bu anlam-
da ulusun kendisini, yok edilecek, kendisine karşı mücadele edilmesi gere-
ken bir hedef olarak koymuyorlardı. Gerici ulusçuluğun varsayımlarına da-
yanıyorlardı ve bu anlamda ulusçuydular. Ama yine de bugünkü Türk ben-
zerlerinden çok daha yakındılar demokratik bir ulusçuluğa.
***
İşçi hareketinin ve sosyalist hareketin dolayısıyla da demokratik hareketin
bu zaafları temelinde, o askeri bürokratik oligarşi, onun içinden de bir kü-
çük klik, koskoca devlet aygıtını kullanarak Ermeni ve Rumları, aslında
Anadolu’daki demokratik ve sosyalist hareketi tasfiye edebilmiştir. Ama bu
tasfiye olunca, modernleştirmek zorunda olduğu Osmanlı Devletinin mo-
dern toplumsal temelini yok etmiş; bütünüyle üretimle ilgisiz Müslüman
tefeci bezirgânlığa alanı boş bırakmıştır. Tefeci bezirgânlık ve feodal ağa-
lık bu tasfiye temelinde böylesine güçlenmiştir. Yani askeri bürokratik oli-
garşi, başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye dönmüştür.
Hıristiyanların tasfiyesi sadece demografik olarak şeriata karşı en bü-
yük garantiyi ortan kaldırmak değildi, ama aynı zamanda burjuvazinin ve
işçilerin dolayısıyla modern ilişkilerin ve de demokratik ve sosyalist güçle-
rin tasfiyesiydi. Bütün bu alanları burjuvazinin yerini tefeci bezirgânlık ve
ağalık; modern ilişkilerin yerini antik ilişkiler; demokratik ve sosyalist ha-
reketin yerini en gerici tefeci bezirgân tarikatlar aldı. Bu temelde bugünün
o korkunç keyfi ve gerici ırkçı sistemi oturabildi.
Dünün, askeri bürokratik oligarşinin katliamları sayesinde, Ermeni ve
Rum mallarına konarak ilk sermaye birikimini yapmış tefeci bezirgân ve
ağaların bugünkü “Anadolu Burjuvazisi” olmuş torunlarının, en küçük de-
mokratik ve laik bir eğilim göstermesi bu nedenle beklenemez. Onlardan
demokrasi bekleyen liberaller, sadece milletin gözüne kül atmaktadırlar.
Toparlarsak, bugünkü Anadolu Burjuvazisi, varlığını bizzat askeri bü-
rokratik oligarşinin, Anadolu’nun Müslüman ahalisinden bir Türk ulu-
su yaratma gerici projesine borçludur. Bu projeye bağlı olarak, Hıristiyan
ahalinin ve burjuvazinin tasfiyesine borçludur. Ve ilk sermaye birikimi-
ni Ermeni ve Rumlar’ın gaspedilmiş mal ve sermayelerine dayanarak ya-
pan bu burjuvazi, Anadolu’nun Hıristiyan halkı böylesine katliam ve sür-
günlerle yok edilmeseydi, yani demografik olarak Anadolu’nun yarıya ya-
kını Hıristiyan olmaya devam etseydi, bu burjuvazi bugün başörtüsünü ve

384
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Müslümanlığı bayrak yapmazdı ve yapamazdı. Yaparsa da böyle büyük bir


çoğunlukla Meclis’te olamazdı.
Askeri bürokratik oligarşinin egemenliğini korumak için en korkunç
katliamları ve sürgünleri yapması ve yapabilmesi sayesinde, Anadolu’da
Müslüman burjuvazi var olabilmiş ve bu burjuvazinin politik İslam’ı bay-
rak yapması mümkün olmuştur. Hem burjuvazi hem de politik İslam bay-
rağı varlığını “laik ve Atatürkçü” askeri bürokratik oligarşiye borçludur.
Laik ve Atatürkçü askeri bürokratik oligarşi de egemenliğini sürdür-
mek, yani şehir orta sınıflarını ve Alevileri yedeğine alabilmek için, politik
İslam ve şeriat sopasına muhtaçtır.
12 Şubat 2008

385
Denemeler

386
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Şu “Ötekileştirmek” Meselesi

Bazen bir kavram birden ortaya çıkıp ve popüler olur. Herkes o kavramı bir
şekilde konuşurken ya da yazısının bir yerinde kullanmaya başlar. O yeni
kavram, birden bire her kapıyı açan bir anahtar olur. Sonra geldiği gibi de
yok olur. Bu tür kavramların genellikle hiçbir bilimsel değerleri yoktur.
Hiçbir şeyi açıklamazlar ve arkalarında genellikle son derece tutarsız ve
yanlış varsayımlar vardır. Örneğin bir ara sinerji diye bir kavram moda ol-
muştu. Hemen her yazı veya konuşmada görülüyordu. Marksist yazarlarda
bile çok kullanıldığı görülür olmuştu. Aslında kavram büyük ölçüde ezote-
rik alanından geliyordu.
Ezoterik, toplumsal gericilik ve yenilgi dönemlerinde yükselen bir eği-
limdir. Modern ezoterikçiler enerji akımlarından falan söz etmeyi çok se-
verler böylece daha bilimsel ve modern bir etki uyandırırlar. Eski çağların
ruhu da zamana ayak uydurup bilimsel çağrışımlar uyandıran “enerji” ol-
muştu. Herhalde enerjiler bir araya gelince de “sinerji” ortaya çıkıyordu.
Aslında bu olgu Aristo’dan beri bilinir: bütün, parçaların toplamından
daha fazla bir şeydir. Binlerce yıl önce bir yasa gibi Aristo’nun yaptığı
bu tespitin, binlerce yıl sonra ezoteriğin vaftizinden geçip sinerji biçimi
aldıktan sonra bu biçimiyle Marksistlerin bile dilini değiştirmesi, aslında
yenilginin, gericiliğin, çürümenin çapı ve derinliğinin bir göstergesinden
başka bir şey değildi. İşte kimi Marksist arkadaşların kullanması ile siner-
ji kavramı dikkatimi çekince ne kadar yaygın bir kullanımı olduğuna ba-
kıp şaşır mıştım. (Yanlış hatırlamıyorsam bizim Ertuğrul Kürkçü’de rastla-
mıştım ilk kez).

387
Denemeler

Ama eskiler “Galatı menşur lügatı fasihten yeğdir” derler. Yani yan-
lış da olsa yaygın olarak bilinen bir kavram, meramı anlatmak için, açık ve
net bir kavramdan daha elverişli olabilir. (Hatta bu deyişin kendisi bile bir
“Galatı Meşhur” sayılabilirdi eskiden, ama yeni kuşaklar bilmediğinden
bu sözün kendisi de bir “Lügatı Fasih” haline geldi, yanında açıklamasını
ver mek gerekiyor.) İşte bu ilkeye uyup, ben de kullanmıştım bir iki kere bu
kavramı, yeni kuşaklarla bir diyalog kurabilmek ve az sözle çok şey anla-
tabilmek için ekonomi sağlasın diye. Zaman sana uymuyorsa sen zamana
uy derler. Öyle yapıp mademki bu kadar yaygın, kullanalım demiştik, bir
ittifakın kendisini oluşturanlardan daha büyük bir gücü ortaya çıkardığını
ifade edebilmek için evvelki seçimlerde DEHAP ile sosyalistler arasında-
ki ittifakı desteklemek için.
***
Şu an pek aklıma gelmiyor, ama şu da bir örnek olarak verilebilir. Örneğin
“ulus devletin sonu” sözü de böyledir. Bu kullanım özellikle Avrupa Birliği
ve globalleşme (ki globalleşme de böyle kullanılmaktadır, her kapıyı açan
moda bir terimdir) bağlamlarında çok gündeme gelir ve kullanılır. Hatta
denebilir ki, askeri bürokratik oligarşi “emperyalizme karşı son kale” diye-
rek ulus devleti savunur, buna karşılık liberaller ve demokratlar ulus dev-
letin çağının ve döneminin bittiğinden ve sonunun geldiğinden söz ederler.
Buna dayanarak da askeri bürokratik oligarşi ulus devletin zamanının geç-
tiğini söylemenin veya savunmanın emperyalizmin oyunu olduğunu söy-
ler. Buna karşılık liberaller, demokratlar, ulus devletin sonunun geldiğin-
den, dolayısıyla bunu sürdürmeye kalkmanın saçmalığından söz ederek as-
keri bürokratik oligarşinin tutucu ve gerici yanına vurgu yaparlar. Bu kav-
ram öyle yaygın kullanılmaktadır ki, örneğin Abdullah Öcalan bile, AB’yi
ulus devletin sonu olarak tanımlar.
Burada zerrece bilimsel bir ulus ve ulusçuluk tanımı yoktur aslında.
Ulus devletin sonundan veya onu savunmaktan söz eden tarafların ikisi de,
ulusu ve ulus devleti ulusçular olarak, hem de gerici ulusçular olarak ta-
nımlamaktadırlar. Yani ulus devletin sonundan söz edenler kendileri ulus-
çudurlar, hem de gerici ulusçuluğun ulus tanımının kavramlarını kullanan.
Çünkü ancak gerici ulusçular bir ulusun bir dile, bir tarihe dayandığını
iddia ederler. Ulus devlete son vermek isteyenler de savunanlar da Türk
Ulusu ve Devleti gibi, ulusun bir dil ve tarih ile var olabileceği gibi bir an-
layışa sahiptirler. Dile ve tarihe dayanmayan bir ulusal devletin artık ulusal
devlet olmayacağı varsayımındadırlar.

388
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bir dil ve tarih ile (veya ırk, din, soy da denebilir) ulusu tanımlayan
ulusçuluk, özetle Alman ulusçuluğu denen ulusçuluk, Aydınlanmanın
“Vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen kozmopolitizmini ve hümaniz-
mini; Amerikan ve Fransız devrimlerinin ulusu belli bir toprak parçasında
yaşayan insanlarla ve onların yurttaş haklarıyla tanımlayan nispeten daha
demokratik ulusçuluğunu tasfiye eden bir karşı devrimi ifade eder. Burjuva
uygarlığının devrimci barutunu yitirip gericileşmesinin ifadesidir. Alman
ulusçuluğu, eğer bir tarihsel analoji yapmak gerekirse, devrimci bir hare-
ket olan Hıristiyanlığın Roma İmparatorlarının elinde bir gerici devlet dini
olmasına ya da Halifeleri seçimle gelen ve tüm Müslümanların silahlı ol-
duğu Müslümanlığın yerini, halifeliğin soydan geçtiği, Müslümanların de-
ğil devletin özel birliklerinin silahlı olduğu gerici bir Müslümanlığın alma-
sı gibidir.
Demokratik ulusçuluk (Fransız Devrimi) örneğin Yahudileri gettodan
kur tarır, ama gerici ulusçuluk (Alman Ulusçuluğu) bir Yahudi düşmanlı-
ğıyla ortaya çıkar. Ya da Yahudilerin içinde demokratik ulusçular, Fransız
ve Amerikan devriminin ideallerini benimseyerek üzerlerindeki baskıdan
kurtulmaya çalışırlar ve bu nedenle de Demokratik bir Cumhuriyetin en tu-
tarlı savunucuları olan Marksistler olurlar; ama gerici ulusçuluğu benimse-
yen Yahudiler, Yahudiliği bir tarih ve soyla tanımlarlar ve Siyonist olurlar.
Bugün bizzat İsrail devletinin Güney Afrika’daki ırkçı rejim veya Hitler’in
faşizminden farklı olmamasının nedeni budur. O aynı gerici ulusçuluğa
göre kurulmuş, ulusu bir tarih, bir dil ve soyla tanımlayan bir devlettir.
Türk ulusçuluğu ve ulusu da aynı karşı devrimci ve gerici kaynaktan gelir.
Demokratik bir ulusçu için, ulusun bir dille, bir soyla, bir tarihle, bir
dinle, vb., tanımlanması diye bir sorun olmaz. Demokratik bir ulusçuluk
ulusların tarihinin olmadığını söyler: demokratik bir ulusçuluk bir toprak
parçasında yaşayan insanları ulus olarak tanımlar, ama bu ulusun tarihi,
dili, soyu, sopu, dini olmaz. Dünyanın en eski ulusu ABD’dir, ama onun
tarihi yoktur; soyu sopu yoktur. İngiltere’yle savaşıp, Fransızlarla ittifak
eden Amerikalı göçmenler İngiltere’den gelmişlerdi ve İngilizce konuşu-
yorlardı. Amerikan ulusunu oluştururlarken ne İngilizceye, ne tarihe, ne de
İngilizliğe en küçük bir gönderme yapmamışlardı o göçmenler.
İşte ulus devletin sonundan söz edenler, ulusun ancak bir tarih, dil, soy
ile tanımlanacağı, ancak böyle tanımlanmış bir ulusçuluğun ulusçuluk ol-
duğu varsayımına dayanırlar; yani tam da gerici ulusçuluğun ulus anlayı-
şına. Öyle olmasalar, kendini böyle tanımlayamayan bir ulus devleti ulus
devletin sonu olarak tanımlamazlar. Ulus devletin sonundan söz edenler as-

389
Denemeler

lında, kendi öznel niyetleri ne olursa olsun, demokratik anlamda bile ulus-
çu değildirler.
O “ulus devletin sonu” olarak gösterdikleri AB ise, şimdi, Fransız dev-
riminin demokratik ulusçuluğunu tasfiye etmiş, gerici ve karşı devrimci
Thermidor ve İmparatorluk döneminin devleti ve ulusçuluğu ve Alman-
ya’nın kana ve ırka dayanan gerici ulusçuluğuna giden kökleriyle, hala ge-
rici bir ulus devlet olma özelliğini korumaktadır ve Amerikan ulusçuluğu-
nun kenarına varamaz. AB, ulus anlayışında, gerici ulusçuluğa dayanmak-
ta sadece bu gerici ulusun tanımını yeniden yapmaktadır.
Şimdi AB’de geçerli olan ulus devletin sonu değil, tarihe dayanan bir
Avrupa ulusunun inşasıdır. Yani tarihsizlik değil, yine de tarihe dayanan
bir ulus. Roma’yı yıkan Germen veya Ortaçağ’daki Norman akınlarından,
Yüz ve Otuz Yıl Savaşları’na kadar her olay ve gelişme, hatta birinci ve
İkinci Dünya Savaşları bile Avrupa ulusunun oluşumunun tarihi olarak su-
nulmaktadır. Yani Avrupa ulusu tarihsiz ve tarihe karşı değil, tarihin onu
yaratmakla görevli olduğu bir ulus olarak şekillendirilmektedir. Daha geri-
ci olanları ise, bu tarihin yanı sıra bir de Hıristiyanlığı bu ulusun tanımına
resmen sokmayı hedeflemektedirler.
Ama nasıl tanımlanırsa tanımlansın, en “demokrat”, ne tarihe, ne dile,
ne soya dayanmayan Amerikan ulusu ve ulus devleti bile bugünün dünya-
sında bir gericiliktir. Yani bugünün dünyasında, malların ve sermayenin
hiçbir sınır tanımadan dolaştığı, sadece işgücünün gettoya kapatıldığı dün-
yada, en demokratik biçimiyle ulus ve ulusal devlet bile, yoksulları üçüncü
dünya denen rezervata kapatmış dünya çapındaki bir apartheit rejiminin
aracıdır.
Yani bizim ulus devletin sonundan bahseden liberaller veya demokratlar
aslında, sadece gerici ulusçuluğun ulus kavramını kabullenmiş olmazlar
böyle derken, aynı zamanda dünyadaki globalleşmenin çapı düşünüldüğün-
de; her türlü ulusa, ulusal devlet ve sınıra karşı çıkmak gereken bir çağda;
bir zamanların demokratik bir ulusçuluğuna dayanmayı ulus devletin sonu
olarak tanımlayarak, yeryüzü çapındaki apartheit rejimine de destek olmuş
ve dünyadaki siyahlara ihanet etmiş ve beyazlara kan vermiş olurlar.
Bugün dünyadaki sorunların çözümü AB’ye girmek veya onun gibi ol-
maktan değil, Avrupalılığı yok etmekten, yani ulusları ve ulusal devletle-
ri yok etmekten, insanları uluslara karşı savaş vermeye çağırmaktan geçer.
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, en demokratik biçimiyle bile, ulusların ve
ulusal devletlerin olduğu bir dünya, insanlığın hiçbir sorununa ne yoksul-
luğa ne de savaşlara son verebilir. Böyle bir dünyada, doğru dürüst demok-
ratik bile olmayan, gerici soya, tarihe, dile dayanan ulusçuluğa dayanma-

390
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ya devam eden, ama artık bunun azınlıkları zenginlik olarak gören biçimi-
ni (ki liberallerin programı budur), ulus devletin sonu veya aşılması olarak
vaftiz etmek, gerici bir ulusçuğu savunmak ve sürdürmekten başka bir şey
değildir.
***
Konuya dönersek, “ulus devletin sonu” da “sinerji” gibi, gerici bir ulus-
çuluğun dünyayı kapladığı, işçi hareketi ve Marksizm aracılığıyla Ekim
Devrimi’ne kadar yaşamaya devam etmiş ve sonra Stalinizmle bir de işçi sı-
nıfı ve sosyalist gelenek içinde tasfiye olmuş Fransız ve Amerikan devrim-
lerinin demokratik ulusçuluğunun, duvarın çökmesiyle de hepten unutul-
duğu bir gericilik ve teorik alıklaşma döneminin yayılmış bir kavramıdır.
Bir Marksist, onların ulus devletin sonu dediklerinin, aslında henüz de-
mokratik bir ulusçuluk bile olmadığını; çağın gereklerine uydurulmuş bir
gerici ulusçuluk olduğunu bilir. Bir yandan uluslara karşı, insanları insan
olmaya; ulusları ve onların devletlerini yıkmaya çağırırken; kısa vadede
dünya çapındaki gerici niteliğini hiç unutmadan, Ortadoğu, Afrika, Güney
Amerika gibi geri bölgelerde, Emperyalizmin saldırısına karşı halkları bir-
leştirmek için, hiç bir soya, tarihe, dile, dine dayanmayan, kendisini bun-
larla tanımlamaya karşı tanımlamış bir demokratik ulusçuluğu, onun da
bir ulusçuluk olduğunu hiç gizlemeden savunur.
Ve maalesef içindeki onca demokratik eğilime ve plebiyen karakterine
rağmen Kürt özgürlük hareketinin bile böyle bir programı yoktur. O hala,
Türklüğü, dolayısıyla Kürtlüğü yok etmekten değil; Türklerin ve Kürtlerin
iki ulus olarak birlikte yaşamalarından söz etmektedir.
Bu program özünde gerici ulusçuluğun ulus kavramıyla en küçük bir
çelişki içermez. Demokratik bir karakteri yoktur özünde. Siyasi ve kav-
ramsal ifadesini bulamamış bir demokratik yan vardır elbette Kürt hare-
ketinde, ama siyasal ve kavramsal netliğin bulunmaması onun işini ek ola-
rak da zorlaştırmaktadır. Ama bundan olayı Kürt hareketi suçlanamaz.
Türkiye’nin sosyalistlerinin, Türk ulusunu kendisine karşı savaşılacak bir
düşman değil; içinde mücadele edilecek bir ortam olarak gördüğü ve dola-
yısıyla askeri bürokratik oligarşinin yedeği durumuna düştüğü; daha libe-
ralizme kaymışlarının ise bu gerici ulusçuluğun biraz “çok renkli” kılın-
masını “ulus devletin aşılması” olarak gördüğü bir Türkiye ve Dünya’da,
bu gerici ulusçuğun baskısı altında bu baskıya karşı doğmuş Kürt özgürlük
hareketini, böyle demokratik bir ulusçuluğu net olarak savunmadığı için
suçlamak büyük bir haksızlık olur.

391
Denemeler

Ayrıca burada sözlerin içerikleriyle ilgileniyoruz, onların somut tarihte


ve toplumsal ilişki ve mücadeleler içindeki nesnel anlamıyla değil. Nesnel
anlam ile gerçek içerik çoğu kez çelişkili olabilir. Bu nedenle şunu belirte-
lim ki, ulus devletin sonundan söz edenler, bütün bu kavramsal yanlışlıkları-
na rağmen, bununla demokratik özlemlerini ifade etmeye çalışmaktadırlar.
Ama bu demokratik geleneklerin ve kavramların unutulduğu bir dünyada,
demokratik özlemlerin gerici kavramların diliyle ifade çabasıdırlar. İnsanlar
ancak “Ulus devletin sonu” için mücadele ettiklerinde, mücadele ettiklerinin
“ulus devletin sonu” için mücadele olmadığını görüp gerçekten ulus devle-
tin sonu için mücadele etmek gerektiğini görebilir ve gerçekten öyle bir mü-
cadeleye girebilirler. Bu elbet bundan sonra ele alınacak “Ötekileştirme” ko-
nusundaki eleştiriler için de geçerli bir “hafifletici sebep”tir.
***
İşte bu “sinerji” ve “ulus devletin sonu” gibi, kullanımı son zamanlarda çok
yaygınlaşmış ve aslında gericilik ve yenilgi döneminin atmosferini yansı-
tan kavramlardan biri de “öteki” veya “ötekileştirmek”. Her gün en az bir
iki makalede veya yorumda kullanıldığı görülüyor. Uzağa gitmeye gerek
yok, Köxüz sitesindeki birkaç yazıda örnekleri var. Örneğin Köxüz’e akta-
rılmış bir haber:
“Kemalizm Kürtleri Ötekileştirdi.”
Altındaki haber şöyle başlıyor:
“Türk ve Kürt milliyetçiliği üzerine Cambridge Anglie Ruskin Üni-
versitesinde akademik çalışmalar yürüten Dr. Welat Zeydanlıoğlu
Kemalizm’in Kürtleri ötekileştirdiğini söyledi. ‘Türklerde uluslaş-
ma süreci, Türk milli kimliğini oluşturmak için Kürtleri ötekileştire-
rek kendisine batılı ve uygar varsayılan bir kimlik oluşturdu’ dedi.”
Ya da Köxüz’de yeni blog (bir tür günce) yazmaya başlayan Benan arka-
daşımızın: “Ötekiyim Senin Kadar” başlıklı yazısı ilk sayfada görülenler.
Daha bunlar gibi niceleri var. Her gün onlarca kullanımla karşılaşıyor in-
san. Günün moda kavramı, her kapıyı açan anahtar. Bütün bu “ötekileştir-
me” kavramlarında, sanki ötekileştirilenden söz ediliyor sanılır, ama aslın-
da “ötekileştirme”nin kendisi bir sorun olarak görülmektedir. Zaten prob-
lem de oradadır. Ötekileştirme, tıpkı “ulus devletin sonu” konusunda de-
ğinildiği gibi, ancak gerici bir ulusçuluğun bir özelliği olabilirmiş gibi an-
laşılmakta ve sunulmaktadır. Örneğin Ermeniler, sömürgecilik, Kürtlerin
ezilmesi hep onların “ötekileştirilmeleri” ile açıklanmaktadır.

392
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Ama biraz düşününce bu kavramın son derece yanlış olduğu ve kul-


lanıldığı görülür. Çünkü ötekileştirmemek mümkün değildir. Her türlü
ötekileştirmeyi reddettiğinizde, ötekileştirmeyi reddetmeyenleri ötekileş-
tirmiş olursunuz. Sorun ötekileştirmek ya da ötekileştirmemek değildir.
Çünkü bu mümkün değildir. Sorun neyin ötekileştirildiği veya ötekileşti-
rileceğidir.
***
Bu vesileyle bu kavramla kendi kişisel ilişkime değineyim. Bu kavramın
böyle özel bir anlamda kullanılışlarıyla sanırım seksenli yılların ikinci ya-
rısında ırkçılık ve ulusçuluk araştırmaları yaparken bir okuma ve tartış-
ma grubunda, yanlış hatırlamıyorsam Tzvetan Todorov’un “Amerikanın
Fethi-Başkası Problemi” ile karşılaşmıştım. Ama beni “Başkası Prob-
lemi”nden ziyade, ki eski diyalektik alışkanlığımla15 “başkası”nın olma-

15 Burada kastedilen 70’li yıllarda hapishanede yapılan diyalektik ve bu çerçevede


de çelişki kavramının farklı anlamları üzerine yapılan çalışmalardır. Bu Köxüz si-
tesinde Forum bölümünde “Teorik ve Politik Evrimim” başlıklı yazı serisinin ikin-
cisi olan “Cezaevinde Diyalektik Üzerine Çalışmalar” başlığı altında daha uzun
olarak anlatılıyor. Şu adresten ulaşılabilir: <www.koxuz.org/anasayfa/node/287>
Ne var ki, bunun kapsamında kalsa da biraz daha farklı bir çelişki kullanımı daha
vardır. Önceki biçimlerde çelişkiler genellikle, şeylerin özellikleriyle ilgilidir, sı-
fat karakteri taşırlar. Ama bu kullanımda, eylemler söz konusudur. Ve aslında
kavram aynı zamanda kendi zıddıdır da. Elbette sıfatlar da aynı zamanda zıtları-
dırlar. İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, varlık ve yokluk, aydınlık ve karan-
lık bakış açısına göre aynı zamanda kendi zıtlarıdırlar.
Ama bir de eylemlerin aynı zamanda kendi zıtları oluşu vardır. Üretimin aynı
zamanda bir tüketim olması; her tüketimin de aynı zamanda bir üretim olması;
her temizlemenin bir pisleme; her pislemenin bir temizleme; her bölünmenin bir
birlik her birliğin bir bölünme olması; her kazancın bir kayıp; her kaybın bir ka-
zanç olması gibi.
İnsan bir üretimde bulunurken, aynı zamanda iş gücünü, hem maddeleri tüketir.
Tersine, tüketirken de, iş gücünü, çöpleri vb. yeniden üretir. Elinizi yıkarken suyu
kirletirsiniz; suyu temizlerken filitreyi kirletirsiniz.
Örneğin Marks, Üretim ve Tüketim bahsinde bu anlamda bir diyalektikten söz
etmekte ve bu anlamda diyalektiği uygulamaktadır.
Bu tür bir diyalektik ya da çelişki kavramı ve kavrayışı, özellikle demagoji ve
ideoloji karşısında bir uyanıklık sağlar. Çünkü bu kavramlardan birinin öne çıka-
rılması bütünüyle değer yüklüdür ve propagandif, çarpıtıcı bir anlama sahiptir.
Örneğin, politikada genellikle herkes birleşme gerektiğinden söz eder ve bu yönde
birçok girişimler denemeler olur. Ama bu diyalektiğin bilincine varmış bir bakış

393
Denemeler

masının mümkün olmadığını, bu sorunun aslında başkası değil başkasının


nasıl tanımlandığı sorunuyla uğraştığı veya uğraşması gerektiği sonucunu
çıkarmıştım.
Dolayısıyla başkası veya öteki olmaması mümkün olmadığından, beni
kimin veya neyin başka olarak tanımlandığı ilgilendiriyordu.
***
Şimdilerde unutulmuş bulunan, bir zamanlar insanların onu öğrenmeye ça-
lıştıkları, ama bir türlü de öğrenemedikleri diyalektik diye bir şey vardı.
Bir de, yine artık unutulmuş, Marksizm diye bir şey vardı. Genellikle o za-
manlar demokrat olanlar kendilerine Marksist falan derlerdi. İşte o zaman-
larda Marksistler, kendilerinin olayları ele alış yönteminin diyalektik ol-
duğunu söylerlerdi. İşte bu diyalektiğe göre, bir kavram aynı zamanda da
kendi zıddı olur. Marks mesela, Üretim kavramını incelerken der ki, üre-
tim olmadan tüketim olmaz, üretim tüketimin zıddıdır. Ama aynı zamanda
ta kendisidir de. Yani üretim aynı zamanda kendi zıddıdır da. Örneğin, bir
fabrikada veya tarlada üretim yaparken, işgücü tüketilir, ama işgücü üreti-
lirken de yiyecekler vb. tüketilir. Bunlar hem birbirine zıttır hem de kendi-
leri aynı zamanda zıtlarıdır.
Bu yaklaşımları, örneğin birlik konusunda bazı demagojileri açığa çı-
karmak için kullanmıştım Türkiye’de “Kuruçeşme Süreci” diye bilinen ve
artık unutulmuş, bir bakıma Türkiye’deki sosyalist hareketin “kuğu çığlı-
ğı” olan birlik tartışmalarında. Aynen şöyle yazıyordum örneğin “Birlik =
Bölünme, Unutulan Bir Denklem” adlı yazıda:
“‘Birlik’!.. Son ayların ve yılların büyülü sözcüğü. Herkes birlikten
yana. Peki, niçin birlikten yana da bölünmeden yana değil? Tar tışma-

açısından, birlikçilik en bayağısından bir demagojiden başka bir şey değildir. Her
bölünme aynı zamanda bir birleşme olduğundan, aslında birleşmeden söz edenler
bölünmeden söz etmiş olurlar. Kendini birlikçi olarak tanımlamak aslında bölücü
olarak tanımlamaktır da. Ama nedense kimse kendine bölücü demez. Çünkü bö-
lücülüğün bölünmenin değer yüklü, projeratif bir anlamı vardır. Birlikçilikten söz
etmek insanların geri yanlarına, metafizik, diyalektik olmayan yanlarına hitap et-
mek demektir. Açıktır ki, her bölünme birleşme, her birleşme bölünme olduğun-
dan, sorun kimle ve neyle bölünüldüğü veya birleşildiğidir.
Keza Tüketim Toplumu gibi kavram da benzer durumdadır. Tüketim toplumu
aynı zamanda bir üretim toplumudur. Hem Üretim olmadan tüketim olamayacağı
için; hem de o tüketimin kendisi aynı zamanda bir üretim, örneğin çöp üretimi ol-
duğu için.”

394
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ların adı niçin ‘Bölünme Tartışmaları’ değil de ‘Birlik Tartışmaları’?


Adı ‘Bölünme Tartışmaları’ olsa daha mı yanlış olurdu?
Burjuva aydınlanmacıları, soyut bir insan özü anlayışından hareket-
le bütün insanların iyi doğduğunu, ama onların bazılarını toplumun
kötü yaptığını söylerlerdi; Hegel de, bu yaklaşımın yanlışlığını gös-
termek için, ‘bütün insanlar kötü doğarlar, onların bir kısmını iyi ya-
pan toplumdur’ gibilerden bir şeyler söylemiş. Aslında bu önerme
de, aynı yaklaşım çerçevesinde en azından birincisi kadar doğrudur;
hatta birincisinin ve kendisinin saçmalığını gösterdiği için, birinci-
sinden çok daha doğrudur.
Benzer bir yaklaşım ‘Birlik Tartışmaları’ adına da uygulanabilir.
Tartışmaların adı ‘Bölünme Tartışmaları’ olsaydı, en azından ‘Birlik
Tartışmaları’ kadar doğru, hatta her birliğin aslında bir bölünme ol-
duğunu hatırlattığı; saçma bir birlikçilik yarışması ve bölücülük suç-
laması olanağını ortadan kaldıracağı için, yüz kat daha doğru olurdu.
Evet, tekrar, o unutulmuş, ‘eski’, diyalektiği biraz hatırlamak gere-
kiyor.
‘Birlik’ kavramı, kendisi aynı zamanda kendi zıttı olan bir kavram-
dır, tıpkı üretim gibi. Üretim, aynı zamanda tüketimdir de. Herhangi
bir ürün üretilirken, hammadde, enerji, iş gücü tüketilir. Ya da her-
hangi bir ürün tüketilirken, artıklar, çöpler, işgücü üretilir. Aslında
üretim ve tüketim, bir ve aynı sürecin iki yüzünden, hatta bakış açı-
mıza göre değişen iki farklı adlandırılışından başka bir anlam taşı-
mazlar. Üretim sözcüğünün kullanıldığı her yere, aynı rahatlıkla tü-
ketim sözcüğünü koyarak, aynı doğrulukta önermeler elde edilebilir.
Soruna böyle, artık unutulan diyalektik bir bakış açısıyla bakılınca,
kimi çok parlak gibi görülen adlandırmaların, aslında hiç bir şeyi
açıklamadığını daha açık görmek mümkün olabilir. Tipik bir örnek:
‘Tüketim Toplumu’ kavramı. Aynı topluma ‘Üretim Toplumu’ dendi-
ğinde hiç de farklı bir şey söylenmiş olmaz. Sadece aynı sürece baş-
ka bir koordinat sisteminden bakarak bir isim verilmiş olur. Bir şe-
yin tüketilmesi için üretilmiş olması gerekir. ‘Tüketim Toplumları’
aynı zamanda ‘Üretim Toplumları’dır. Peki, o halde niye, ‘Üretim
Toplumu’ denmiyor da, ‘Tüketim Toplumu’ deniyor? Bunun nede-
ni, bilimsel değil, psikolojik ya da ideolojik kaygılarda bulunabilir.

395
Denemeler

Aslında ‘Tüketim Toplumu’ kavramıyla kastedilen, insanın mutlu-


luğu ve yaşaması için hiç de gerekli olmayan şeylerin bol miktar-
da üretildiği bir toplumdur. Fakat kastedilenin bu olması halinde de,
Tüketim Toplumu (veya Üretim Toplumu) kavramları ile açıklan-
mak istenen arasında bir açıklama ilişkisi ortaya çıkmaz. Çünkü
üretim veya tüketim toplumu kavramı, üretilen veya tüketilen şeyle-
rin niteliğini değil, sadece niceliğini bir ölçü olarak ele alır.
Eğer tarihte her toplumun aynı zamanda üretim ve/veya tüketim top-
lumu olduğunu; bu anlamda modern uygarlığın bir istisna oluştur-
madığını, ama ‘tüketim toplumu’ derken, örneğin bol miktarda çöp
üreten bir toplum kastedildiğini bilir; ‘tüketim toplumu’ kavramının
aslında anlamsız ve yanlış, hiç bir açıklayıcı değeri olmayan bir kav-
ram olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmazsak; ve tüketim söz-
cüğünün üretime göre daha prejoratif, kötüleyici, aşağılayıcı bir an-
lamı olduğu için, yani bilimsel değil; tarihsel, ideolojik veya psiko-
lojik nedenlerle ‘üretim toplumu’ değil de ‘tüketim toplumu’ dedi-
ğimizi unutmazsak; kastedilenin kısa bir şekilde ifadesini sağladı-
ğı için, tıpkı Avrupa Ekonomik Topluluğu yerine AET denmesi gibi,
bir kod olarak kullanmak ekonomi sağlayabilir.
Aynı ilişki Birlik ve Bölünme için de geçerlidir. Niçin ‘Birlik Tartış-
maları’ da ‘Bölünme Tartışmaları’ değil veya niye ‘Sosyalist Birlik’
diye bir dergi çıkarılıyor da ‘Sosyalist Bölünme’ diye değil? Birincisi
ikincisinden daha mı doğru? Hayır. Sadece psikolojik ve ideolojik bir
avantaj sağlanıyor. ‘Bölme’ ya da ‘bölünme’ olumsuz bir anlam taşır.
Her birlik bölünmedir. Bölünmesiz birlik, birliksiz bölünme müm-
kün değildir. İnsanları herhangi bir kritere göre bölmek isteyin, on-
ları aynı zamanda birleştirmiş olursunuz. Kanarya sevenler derneği
kurmak, kanarya sevenleri birleştirmek istiyorsanız, kendinizi ka-
narya sevmeyenlerle bölmek, kanarya sevmeyenlerin birliğin için-
de yer alamayacağını belirtmek, en açık biçimde bölücülük yapmak
zorundasınızdır. Ama diyebilirsiniz ki, ‘biz kanarya sevmeyenler-
le de bölünmek istemiyoruz, onlar da derneğimize üye olabilirler’.
O zaman da, kanarya sevmeyenlerin derneğe üye alınmasını iste-
meyenlerle bölünmüş olursunuz. Birlikçi olmanın bölücü olmaktan
başka bir yolu yoktur. Bölücü olmanın da birlikçi olmaktan başka
yolu yoktur. Nasıl her üretim eylemi aynı zamanda tüketim ise, nasıl
her temizleme eylemi aynı zamanda bir pisleme eylemi ise, her birlik

396
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

eylemi de bir bölme eylemidir. Aslında sorun hiç bir zaman üretim-
ci ya da tüketimci, temizlikçi ya da pislikçi, bölünmeci ya da birlikçi
olmak değildir. Biri olduğunuzda otomatikman onun zıttı da olursu-
nuz. Sorun neyin üretilip neyin tüketildiğidir; neyin kirletilip neyin
temizlendiğidir; neyle birleşilip neyle bölünüldüğüdür.
‘Bütün Sosyalistler Birleşsin’, ‘bunu istediğimiz için “Birlik Tartış-
maları” diyoruz’ mu diyorsunuz? Ama o ‘Bütün Sosyalistler’ içinde
‘Bütün Sosyalistlerin’ birleşmesinin ancak devrimci bir program ba-
zında olursa doğru olacağını düşünenler de vardır.
Bunlarla bölünmeden ‘Bütün Sosyalistler Birleşsin’ tezinizi savuna-
mazsınız. Demek ki hedefiniz, o güzel ‘bütün sosyalistler’ değil, ör-
neğin en azından, devrimci bir program gerekmeden birleşebilece-
ğine inananlardır. O zaman da adınızı, niye daha dürüstçe örneğin
‘birleşmenin ancak devrimci bir program temelinde olacağını düşü-
nen sosyalistlerle bölünen sosyalistler’ olarak adlandırmıyorsunuz?
Bu daha mı yanlış olurdu? Hayır, aksine gerçekliği daha açık ifade
ettiği için bin kat daha doğru olurdu.
Evet, artık böyle, provokatif adlandırmalara, insanların ön yargıları-
na, psikolojilerine değil, zekâlarına, düşüncelerine hitap eden adlan-
dırmalara ve dile ihtiyaç var.
Artık ‘Elbiselerimi, tabakları yıkıyorum’ değil, ‘Elbiselerim ve ta-
baklarla suyu kirletiyorum’ demeliyiz. Bu çok daha düşündürücü ve
uyarıcı. Artık örneğin ‘Sosyalist Birlik’ değil, ‘Sosyalist Bölünme’yi
çıkarmak gerekiyor. ‘Sosyalist Birlik’ toplantıları değil ‘Sosyalist
Bölünme’ toplantıları örgütlemek gerekiyor. Bu isimlerin hiç biri
daha doğru ya da daha yanlış değildir, ama hiç olmazsa çağın ihti-
yaçlarına daha uygun, daha düşündürücüdürler.
‘Birlik’ sözcüğü neyle birleşilip neyle bölünüldüğünü gizlemeye ya-
rar, ama ‘Bölünme’ sözcüğü tam da neyle bölünüldüğü dolayısıyla
neyle birleşildiği sorusunu kışkırtır. Soru şudur: Neyle birleşiliyor,
neyle bölünülüyor; neyle birleşmek, neyle bölünmek gerekir?”

***

İşte bu uzun alıntıda Birlik ve Bölünme; Temizlik ve Pislik; Üretim ve Tü-


ketim, vb., için söylenen her şey aynen “başkası” veya “başkalaştırma” için
de söylenebilir. Bu nedenle bizi kendi başına birlik veya bölünme değil

397
Denemeler

neyle birleşildiği veya bölünüldüğü ilgilendirdiyse, neyin başkası olarak ta-


nımlandığı veya başkalaştırıldığı ilgilendirdi.
Örneğin PKK’nın demokratik karakterinin tam da bu noktada ortaya
çıktığını belirtiyordum. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve PKK başlıklı ya-
zıda.
“Ulus, imajiner bir gerçeklik olarak var olabilmek için ‘biz’i tanım-
lamak zorundadır. ‘Biz’ ise ancak ‘başkası’ ile tanımlanabilir. Ulusal
uyanışlar ve bilinçlenmeler bu ‘başkası’nı hemen daima diğer ulus-
larda bulmuştur. Hemen hemen bütün ulusal kurtuluş hareketleri ve
uluslaşma süreçleri bir veya bir kaç düşman ulusa göre kendilerini
tanımlamışlardır. Örneğin Hıristiyan balkan halkları, Yunanlılar,
Ermeniler için bu ‘başkası’ Türkler, Türkler için de Ermeniler ve
Rumlar olmuşlardır.
PKK’nın bugün önderlik ettiği hareketin bir diğer özelliği de sözde ve
eylemde gerçek düşmanını ve ‘başkası’nı dışta değil içte aramasıdır.
PKK Türk ulusunu Düşman olarak göstermez, ısrarla T.C.’den söz
eder, yani Türk Burjuvazisinin devletinden ve Osmanlı Devletinin
yaşayan ruhundan. Eyleminde de Türk sivili öldürmekten çekinir,
Türk askeri ve polisi öldürür. Ama Kürtler söz konusu olduğunda
sivili öldürmekten çekinmez. Bunun nedeni ise PKK’nın köleleşmiş
ve köleleştirilmiş Kürt ulusunun köle ruhunu atmadıkça hiç bir şey
yapamayacağı tespitindedir. PKK köle ruhlu, işbirlikçi kürde karşı
yürütmüştür gerçek savaşını ve aslında hala da buna karşı yürüt-
mekte, Kürt ulusuna bir kişilik kazandırmaya, onu köle ruhundan
kurtarmaya, baş kaldırmayı öğretmeye çalışmaktadır. Kürt Ulusu’nu
başka bir ulusa karşı tanımlayarak değil, kendi köleliğine karşı ta-
nımlamaya çalışmaktadır. PKK’nın önderlik ettiği Kürt Ulusal
Kurtuluş Hareketi’nde ‘Biz’i tanımlamaya yarayan ‘Başkası’, Türk
emekçilerini de ezen T.C. ve ‘Köle Ruhlu’, ‘teslimiyetçi’ Kürt’tür.”16
Bu “başkası”nın kim olduğu ezilenlerin mücadelelerinin ve devrimlerin
en temel sorunlarından birdir. Örneğin Amerika’da ellilerde yükselen siyah
hareketi de kendini, “Tom Amca”lığa karşı, köle ruhuna karşı tanımlamıştı.

16 Bu yazıda ulus teorisi konusunda henüz ne kadar başlarda olduğumuz gö-


rülmektedir. Ama bu ayrı konudur. Bu yazı “Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları
Üzerine Yazılar” başlıklı derleme kitabında bulunmaktadır. Kitap şu adresten in-
dirilebilir: <www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=474
&Itemid=244>

398
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Kürt hareketinin demokratik karakteri onun bu “başkası”nı tanımlamasın-


da ortaya çıkıyordu. (Dünyadaki genel gerileme içinde özgürlük hareketi-
nin de nasıl bir ideolojik kaymaya uğradığı bu noktada da görülebilir. Artık
bu vurgular kaybolmuş durumda, Kürdistan’dan değil Kürtlükten söz edi-
liyor; Kürt egemen sınıfları ile sınır çizgisi çizen değil, onlarla birliği vur-
gulayan yazılar ve terminoloji yerleşmiş durumda bugün. Bu aynı zamanda
burjuvazinin artan bir ideolojik etkisi demektir. Bu tür yazılar bizzat Köxüz
sayfalarında bile bol bol bulunabilir. Tabii yine içerik ile nesnel anlam far-
kı burada da söz konusu. Zaten o nedenle yer alıyorlar.)
***
Buradan sonuca gelelim.
“Ötekileştirmek” kendi başına sorun değildir. Çünkü ötekileştirmemek
mümkün değildir. Çünkü her birlik aynı zamanda bir bölünmedir. Sorun
neyin ve kimin ötekileştirildiği; öteki’nin kim olarak tanımlandığıdır. Ve
bu her şeyden önce politik bir programın ifadesi olmalıdır. Türk ulusçulu-
ğunun veya gerici ulusçuluğun niteliği bu noktada ortaya çıkar. Türk ulus-
çuluğunun içinde, zerrece demokrasi öğesi yoktur. Kurduğu devletlerin sa-
yısı (ki hepsi uydurmadır, bir Türk Tarihi yaratmak için uydurulmuşlardır.
Bir tek Türk Devleti vardır o da Türkiye Cumhuriyeti’dir ve övünülecek
hiçbir yanı olmayan bir devlettir.) ile başka halkları baskı altına almakla
onlara egemen olmakla övünen bir milliyetçiliktir.
Kürt ulusçuluğu ise, daha doğrusu Kürt ulusçuluğu içinde, PKK’nın
temsil ettiği plebiyen kanat ise, TC deyişiyle; Kürdistan deyişiyle, ilkel
sosyalizm, tek tanrılı dinler, aydınlanma ve sosyalizmin katkılarına sahip
çıkıp; uygarlık, feodalizm, kapitalizm’i “ötekileştiren” vurgularıyla (ki
Öcalan’ın kitapları özünde budur, özellikle hapiste yazdıkları. Henüz tarih-
siz ve tarihe karşı tanımlanmış demokratik bir ulusu tasavvur edemediği
için, Kürt ulusuna demokratik bir tarih yaratmaya çalışmaktadır.) bu daha
demokratik bir ulusçuluğu temsil eder. Ama bu ulusçuluk tam demokratik
bir ulusçuluğun kavramlarıyla değil; gerici bir ulusçuluğun kavram sistemi
içinde kendini ifade etmeye çalışmıştır ve çalışmaktadır.
Örneğin demokratik bir ulusçuluk, ulusun doğrudan her hangi bir dille,
dinle, etniyle vb. tanımlanmasına karşı oluşur, dolayısıyla dili de öyle olu-
şur. Böyle bir ulusçuluk örneğin, ulusu Kürtlükle değil; ulusun Kürtlükle
tanımlanmasına karşı tanımlar; Türklükle değil; Türklükle tanımlanma-
sına karşı tanımlar. Bu bakımdan, en hızlı Türk sosyalistinin bile aslında,
ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele yürütmediği, bay-
rağının başına bunu yazmadığı için aslında nasıl bir gerici ulusçuluk sa-

399
Denemeler

vunucusu olduğu çok daha açık görülür. Eğer Türk sosyalistlerinin Türk
devletini Türklükten çıkarmak; Türklükle veya başka bir şeyle tanımlan-
masına karşı tanımlamak gibi bir programları olsaydı; bunu elindeki ye-
tersiz kavramsal araçlarla ifade etmeye çalışan Kürt özgürlük hareketinin
desteğinden emin olurdu.
Böylece ötekinin gerçekten demokratik bir programla nasıl tanımlan-
ması gerektiği sorununa geliyoruz. Gerçekten demokratik bir harekette ve
ulusçulukta, “öteki” ya da “başkalaştırılanlar”, bir ulusun bir dille, dinle,
etniyle, soyla var olabileceği anlayışındakiler olur. Dolayısıyla somut ifade-
de ulusu ya da devleti Türklükle, Kürtlükle tanımlayanlar veya bunu hedef
olarak koyanlar olur. Ama bu sonuç bize şunu gösteriyor: Aslında Türkiye
ve Kürdistan’da, hatta Dünyada programı net ve açık demokrat bir hareket
bulunmamaktadır.
Demokratik bir hareket, Demokratik bir “başkası” tanımı, ulusu Türk-
lük ve Kürtlükle tanımlayanları; yani ulusun bir dil, din, etni, soy, tarih ile
var olabileceğini savunanları ve böyle tanımlayanları ötekileştirir. Öteki-
leştirmeyi reddetmek gibi, (aslında bunun ardında demokratik bir ötekileş-
tirmeyi tasavvur edememe vardır) bir noktadan değil, neyin ötekileştirildi-
ği noktasından yapar itirazını.
Dolayısıyla böyle bir demokratik ötekileştirmede, “ezen ulus” olma-
dığından “ezilen ulus” olmaz; ya da daha doğru bir ifadeyle, demokratik
bir ulusta, ulusu Kürtlük veya Türklükle tanımlayanlar veya tanımlamaya
kalkanlar “ezilen ulus” olurlar; tıpkı ulusu Kürtlük veya Türklükle tanım-
layan bir ulusta, ulusun böyle tanımlanmasına karşı çıkan ulusçuların, yani
demokratik ulusçuların “ezilen ulus” olması gibi.
Amerika’yı Amerika yapan özellikler tam da burada gizlidir. O kapi-
talist uygarlığın modeli ve ideali olarak, daha doğarken ulusun Tarih, dil,
din ile tanımlanmasına karşı tanımlamıştı ulusu. Daha sonra köleci eyalet-
ler (devletler) ulusu beyaz adamla tanımlamaya kalktıklarında, onlara bu
“Ulusların kendi kaderini tayin hakkıdır” diye karışmazlık etmedi ve on-
ların ayrılmalarını tanımadı. Ulusun bir ırkla tanımlanmasına karşı bir iç
savaş yürüttü ve kazandı. Yani başkasını bir ırkla tanımlamayı reddetti ve
kendi başkasını, ulusu ve devleti bir ırkla tanımlayanlar olarak tanımladı.
Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da yapılması gereken tam budur.
Tavizsiz ve demokratik bir ulusçuluk.
Türklerle Kürtlerin iki kurucu ulus olarak bir devlet kurması değil;
Türk ulusunun ve Türk devletinin ortadan kaldırılması, dolayısıyla Kürt
ulusunun ve Kürt devleti hedefinin de ortadan kaldırılması; ulusun ve dev-
letin bir dili, tarihi, soyu, sopu olmasına karşı ulusu tanımlamak. “ötekiyi”,

400
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

ulusu dille, dinle, tarihle, soyla, ırkla tanımlayanlar olarak koymak; “öteki-
leştirmeyi” böyle yapmak.
Sorun ötekileştirmek değildir; kimin ve neyin ötekileştirildiğidir.
Ötekileştirmenin böylesi yapılmadan sınıflara dayanan bir ötekileştir-
me yapılamaz. Yapmaya kalkanlar ve onu öne alanlar, fiilen var olan gerici
ötekileştirmeye karşı mücadeleyi ikinci plana atmış ve var olan gerici öte-
kileştirmenin destekçisi olmuş olurlar. Anti-emperyalizm, anti-kapitalizm
veya işçilerin ekonomik mücadelesi vurgulu Türk solunun yaptığı da tamı
tamına budur.
18 Mart 2008

401
Denemeler

402
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Özür Dilemenin Sorunları ve


Her Şeye Rağmen
Niçin Kampanyaya Destek?

“Özür Dileme” özne açısından bir hatayı kabullenme, bir otokritik yapma-
dır. Başka bir özne açısından başka bir özne için özür dilemek veya otokri-
tik yapmak anlamsız olur.
Papalığın veya Muaviye’nin cinayetleri yüzünden bir ateistin özür dile-
mesi saçma olur. Bu cinayetlerden dolayı bir özeleştiriyi bir Papa veya bir
Halife veya herhangi bir Katolik veya Sünni Müslüman yaparsa anlamlı
olabilir.
Bu Özür Dileme Kampanyası da kendini Türklükle özdeşleştirmeyenle-
ri, Papalığın veya Muaviye’nin cinayetleri yüzünden özür dileyen bir Ateist
durumuna düşürmektedir.
***
Gerçek bir demokrat, bir ulusun bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle,
vb., tanımlanmasını reddeden insandır. Yani hem ulusun Türklükle (veya
her hangi bir dille, dinle, tarihle vb.) tanımlanmasını kabul edip hem de de-
mokrat olunamaz. Bu ırkçı demokratlık veya kapitalist sosyalizm gibi bir
saçmalıktır. İnsan hem bir Türk hem de Demokrat olamaz.
Neden?
Ulusçuluk, “politik olan ile ulusal olanın çakışmasını” kabul etmek ve
savunmaktır.

403
Denemeler

Ulusçuluğu belirleyen, ulusal olarak belirlenenin politik olanla çakış-


masını savunmaktır.
Ulusal olan pek ala, bir dil, din, tarih, kültür vb. ile tanımlamaya karşı
da tanımlanabilir. Bu demokratik bir ulusçuluk olur. Böyle bir ulusçuluk
savunulmadan demokrat olunamaz.
Nasıl hem laikliği savunup hem de Diyaneti savunmak olamazsa, hem
ulusun Türklükle tanımlanmasını kabullenmek hem de demokratlık olamaz
***
Diyelim ki bir mucize gerçekleşti ve Türkiye’de bir demokratik devrim
oldu. Anayasa’dan ulusun tanımına ilişkin bir dil, tarih, ırk vb. gönderme-
si yapan bütün kavramlar, tıpkı gerçek laik bir ülkedeki dinler gibi, çıka-
rıldı. Tamamen nötral, örneğin “Ön Asya Demokratik Cumhuriyeti” gibi
bir isim alındı. Ulusu tanımlayan dil olmayacağından herkese ana dilinde
eğitim, temel bir yurttaşlık hakkı olarak belirlendi. Tarih kitaplarından bir
dile, dine, soya dayanan ulusçuluğun tarihleri de çıkarıldı. Genel bir insan-
lık tarihi ve uluslar tarihi okutulur oldu.
Elbet bu ülkede kendini Türk, Kürt, vb., olarak tanımlayanlar olur, ama
bunun gerçekten laik bir ülkede farklı dinlerden oluştan bir farkı bulun-
maz. Yani bunların politik bir anlamı olmaz; bu o insanların özel sorunu
olur. Kendini Türk olarak kabul edenler, elbette, Türklerin tarihine ilişkin
dernekler kurabilirler yayınlar yapabilirler. Örneğin kimileri Türklerin in-
sanlığı kurtarmak üzere uzaydan geldiği veya onların aslında hafızasını yi-
tirmiş Ermeni ve Rumlar olduğu şeklindeki görüşlerini yaymak üzere ken-
di Türk Tarih ve Dil kurumlarını kurabilirler. Tabii bunları sadece Türkler
değil, Kürtler, vb., de yapabilir. Ve isteyen üç kişi bir araya gelip yeni ulus-
lar da kurabilirler. Tabii tıpkı ateistler gibi, kendini herhangi bir “ulus”tan
görmeyen “ulussuzlar” da bütün bunların saçma olduğu üzerine, tıpkı ger-
çekten laik bir ülkedeki ateistler gibi kendi yayınlarını ve derneklerini ku-
rabilirler. Devletin görevi bu inanç ve düşünce farklarını ifade özgürlüğü-
nü garanti etmek olur.
***
Böyle bir demokratın, bu özür dileme metnine imza atması kendini inkar
anlamına gelir.
Çünkü demokrat olmanın koşulu katliamlara yol açan gerici ulusçuluğu
ret ve ona karşı mücadeledir. Reddettiği ve kendisine karşı mücadele ettiği
bir anlayış adına ya da o anlayışı savunuyormuş gibi özür dilemek, başka
bir anlama gelmez.

404
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Bu metin demokratları çok kötü bir açmazla karşı karşıya bırakmakta-


dır. Bu metni yazanlar demokratların da bu “Büyük Felaketi” mahkûm et-
mek isteyebileceklerini hiç hesaplamamışlardır veya böyle bir ulusçuluk ve
demokrasi anlayışı olabileceğinden bihaberdirler. İnsanları belli bir özneye
hapseden “Özür Dileme” yerine herkesin kendi öznesini özgürce belirleye-
ceği “Mahkûm Etme” gibi bir fiili koysaydılar demokratları böyle bir açma-
za düşmekten kurtarmış olurlardı.
Bir demokrat özür dilese, Papalığı mahkûm eden ve ona karşı mücadele
veren bir Protestan’ın Papalığın işlediği cinayetlerden dolayı özür dilemesi
gibi bir pozisyona düşer.
Özür dilemese, şu gericinin gericisi devlete karşı bir muhalefet hareke-
tinin dışında kalmış olacaktır.
Ne yapsın?
***
Peki, neden bu metne imza atıyorum?
Öncelikle kavramların gerçek anlamları ile onlara yüklenen farklı an-
lamlar arasındaki ayrım nedeniyle.
Özür metnini imzalayan ve özür dileyen bir çok insan için, bu özür dile-
me, vicdanları sızlatan bir olayı mahkûm etme, kurbanların acısını paylaş-
ma, Türk Devletini bu olayı inkârdan vaz geçmeye zorlamak için bir baskı
uygulama, ırkçı ve kana dayanan Türk Milliyetçiliğine karşı duruşu ifade
etme gibi anlamlara sahiptir.
Bu anlamda “özür dileme”ye pek takılmamak gerekir.
Ezilenlerin mücadelelerinde birçok kereler görüldüğü gibi, yanlış bir
teorik içerik, tarihsel ve sosyal olarak doğru ve haklı bir duruşun aracı
olabilir.
Örneğin “Emekten yana” sloganı teorik olarak burjuvaziden yana anla-
mına gelir ve çok yanlıştır; ama insanlar bununla “İşçiden yana” demek is-
terler veya öyle söylediklerini sanırlar.
Her şeyden önce bu nedenle imzalıyorum.
***
Diğer gerekçem pedagojiktir.
Toplumsal mücadelelerde insanlar ve farklı gruplar aynı hızla aynı tec-
rübeleri yaşamazlar. Arkadan gelenlerin ya da “okula” yeni başlayanların
eğitimi gibi ciddi bir sorun vardır.
Yukarıdan, “bu yanlıştır, doğrusu şudur” demek, çoğu kez tepki yara-
tır. Bunun yerine, bir çok durumda, o yanlışın yanlış olduğunu bile bile, bir

405
Denemeler

yandan yanlış olduğunu söylerken diğer yandan o biçim olarak yanlış, ama
içerikte doğru ve haklı davranışı birlikte yapmak ve o insanların kendi de-
neyleriyle bu yanlışı görmelerinin daha hızlı ve daha az kayıpla gerçekleş-
mesine çalışmak çok daha verimli sonuçlar doğurabilir.
Bu nedenle, ırkçı ve gerici milliyetçi Türk Devletinin politikalarına kar-
şı haklı olanın, ezilenlerin yanında olduğu için, ne kadar yanlış gerekçelen-
dirilirse gerekçelendirsin, imzalıyorum.
***
Bir diğer neden, Türk veya bir ulustan olmamanın zorluğuyla ve istemeden
paylaşılan imtiyazlarla ilgilidir.
Fikirler ağızdan çıktığı andan itibaren farklı çıkarların ve toplumsal ko-
numların savunmasının aracına dönüşürler ve içerikleri hiç akla gelmeye-
cek anlam kaymalarına uğrar.
B. Anderson’un “Hayali Cemaatler” kavramı, en demokratik görevlerden
bile kaçmanın, özellikle “Kürt sorunu”ndan kaçmanın bir aracı olmuştur.
Buna göre “Uluslar hayali cemaatlerdir, ben Türk değilim kendimi öyle
hissetmiyorum” dediğiniz andan itibaren, o “hayali” cemaatin dışına çıkıp,
ulusçuluk dışı bir pozisyona geçebilir ve örneğin Kürtlerin mücadelelerini
“Ulusçudur, ben ulusları reddediyorum ve her türlü ulusçuluğu mahkûm
ediyorum” diyerek tarafsız kalma hakkını elde edebilirsiniz.
Ama “Hayali Cemaatler”in yazarının da dediği gibi bu ulus denen “ha-
yali cemaatler” “Politik cemaatler”dir. Yani devlete ilişkin cemaatlerdir.
Yani kanla, şiddetle, demirle, çelikle, tankla tüfekle, hapisle, karakolla var
olan cemaatledir.
Yani “ben Türk değilim” diyerek Türklükten kurtulmak öyle kolay de-
ğildir. Bu Türklüğün politik bir anlamı olmadığı demokratik bir cumhuri-
yette mümkün olur. Ulusu Türklükle tanımlamış bir ülkede Türklükten ay-
rılmak çok zordur.
Türk olmamak için, bu devletin hüviyetini yırtıp atmanız; bu devlete
vergi vermemeniz; onun okullarına gitmemeniz; pasaportunu, polisini, or-
dusunu, mahkemelerini, yasalarını tanımamanız, vb., gerekir en azından.
Bütün bunları yaptığınızda Türk olmadığınızı söyleyebilirsiniz.
Ama bunları yaptığınızda, en iyi ihtimalle bir hapishane hücresinde,
tımarhanede veya mezarda olursunuz. Bu “hayali cemaat” size şiddet araç-
larıyla nasıl politik olduğunu gösterir.
Yani Türk olmamak, hatta bugün dünyada her hangi bir ulustan olma-
mak olanaksız derecesinde zordur.

406
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

“Ben Türk değilim, her hangi bir ulustan değilim” diyenlerin yaptığı,
kelime-i şahadet getirip, namaz kılıp, oruç tutup, zekât verip Hacc’a gidip
ondan sonra da ben Müslüman değilim demeye benzer. Dolayısıyla ben
elimde olmadan Türk’üm. Ve Türk olduğum için Türk olmanın imtiyazla-
rını yaşarım. Türklüğün sefasını sürüyorsam, cefasını da çekmem gerekir.
Türklüğün imtiyazları olur mu? Evet. Diyelim ki ırk ayrımcılığının ol-
duğu bir ülkede ırk kavramına ve ayrımcılığına karşı bir beyazsınız. Bu
bir beyaz olarak beyazların yaşadığı imtiyazları yaşamanızı ortadan kal-
dırmaz. Yani yolda giderken bir siyahın duyduğu korkuyu ve güvensizliği
duymazsınız vb... Bir baskı uygulanırsa bu sizin derinizin renginden dolayı
değil fikirlerinizden dolayı olacaktır. Özetle ırkçılığa karşı mücadele eden
bir beyaz olmanız sizi beyazlığın imtiyazlarından azade kılmaz.
Türk olmak da böyledir. Ne kadar ulussuz olursanız olun, kendini Türk-
lükle tanımlamış bir devlette Türk olmanın imtiyazlarını yaşarsınız. Eğer
bir parça demokratsanız, “Bu imtiyazları yaşıyorsam bunun kefaretini de
ödemem gerekir” demeniz ve en azından böyle bir bildiriye bir şekilde des-
tek vermeniz gerekir.
***
Ve elbette, bütün yanlışına rağmen, bu “Büyük Felaket”i tekrar tartışma
konusu yapabileceği, bunun en yanlış ve saçma biçimde tartışılmasının,
gündem oluşturmasının bile Türk devleti için bir yenilgi anlamına geleceği
için, unutmaya ve unutturmaya karşı bu nesnel işlevi nedeniyle, tamamen
taktik gerekçelerle de imzalamayı destekliyorum.

407
Denemeler

408
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Tarih ve Demokrasi

Tarihin geçmişle değil bugünle ilgili olduğu; tarih üzerine tartışmala-


rın aslında geçmiş üzerine değil bugüne ve geleceğe ilişkin programlar-
la ve tasavvurlarla, dolayısıyla da bu program ve tasavvurları şekillendi-
ren, onların ardındaki sınıfsal konum ve çıkarlarla ilgili olduğu bir “Lapalis
hakikati”dir.
Ama sadece bu kadarı eksik bir doğrudur. Bunun daha da doğrusu, bu-
günün ve geleceğin aslında geçmişte şekillendirildiğidir. Geçmişi başka
türlü ele alıp anlatmayan hiçbir hareket bugünün mücadelelerini ve gelece-
ği başka türlü şekillendirememiştir ve şekillendiremez. Bu geçmişte böy-
leydi, bugün de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır.
Her mitolojik hikâye bir tarihtir ve bugün bilinen bütün mitolojiler,
aslında artık bilinmeyen veya unutulmuş tarihlerin yerine başka bir tarih
yazımlarından başka bir şey değildir. Örneğin kadınların ezilmesi için
önce tarih yeniden yazılmıştır; ana tanrıçalar birer meduza yapılmıştır.
Tanrıların kavgaları ve ilişkileri, toplulukların ve toplumsal sınıfların kav-
gaları ve ilişkilerinden başka bir şey değildir.
Akdeniz ve Ortadoğu havzasında, dünyanın en elverişli ulaşım koşu-
lu olan denizin (Akdeniz) sağladığı müthiş ticaret olanağının mümkün ve
gerekli kıldığı tek tanrılı dinlerin kitapları, aslında, aydınlanma tarihçili-
ğince mitoloji diye tanımlanacak, tarihlere karşı başka bir tarih yazımın-
dan, dolayısıyla başka toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinden başka bir şey
değildi.
Klasik Akdeniz uygarlığının tek tanrılı dinleri, önceki tarihleri (mito-
lojileri) yok edip, örneğin “klasik Greko Romen mitolojisinin”, yani tari-

409
Denemeler

hinin yerine “Peygamberler Tarihi”ni; Kaos, Kozmos, Kronos vb. yerine


Allah, Âdem ve Havva’yı; Tanrılar yerine peygamberleri anlatırken sade-
ce başka bir tarih yazmıyor; bu tarih aracılığıyla başka bir topluluk tanım-
lıyor, başka bir toplumsal düzen kuruyor, yani geleceği geçmiş aracılığıy-
la şekillendiriyordu.
Aydınlanma da, yani şu modern toplumun din olmadığını söyleyen dini
de, kutsal kitapların tarihine karşı kendi tarihini yazdı. Bu tarihi yazarken
kutsal kitapların anlattığı tarihi “inanç” sorunu olarak akıldışına sürdü ve
karanlık bir ortaçağ kavramıyla tarihi, cehenneme yolladı.
Sosyalist hareket de bu yasanın dışında değildi, daha doğarken, aslında
farklı bir tarih anlayışını taslaklaştırarak (tarihsel maddecilik) geleceği şe-
killendirmeyi deniyordu. O geleceğe ilişkin bir program olarak aslında baş-
ka bir tarih anlatarak yola çıktı. Aydınlanma hümanizmi karşısında ulus
gericiliği de aynı şekilde tarihi birer uluslar tarihi olarak yazarak ulusları
kurdu ve geleceği şekillendirebildi. Örneğin bir Türk tarihi yazılmadan
bir Türk Devleti ve Türk Ulusu olamazdı. O halde, Türkiye’de demokratik
hareket eğer gelişmek ve bir başarı kazanmak, bugünü ve geleceği şekil-
lendirmek istiyorsa, önce demokratik bir tarih yazmak zorundadır. Tarih
demokratik olmadan bugün ve gelecek demokratik olamaz.
Demokratik hareketin zayıflığı aynı zamanda demokratik bir tarih ol-
mamasında yankısını bulmaktadır ya da tersinden demokratik bir tarihçi-
liğin yokluğu demokratik hareketin zayıflığının en önemli nedenlerinden
biridir.
***
Demokratik bir tarihi yazabilmeye en yatkın güçlerin işçi hareketi ve sos-
yalist hareket olması gerekir. Ama bu hareketler demokratik bir tarih yaz-
mamışlar ve yazamamışlardır. Bırakalım demokratik tarihi kendi sosya-
list tarihlerini bile Türk ulusçuluğunun tarih kavramı içinde tanımlamış-
lar; Türk tarihi ile bir mücadeleye girmemişlerdir.
Örneğin Türkiye sosyalist hareketi ve işçi hareketi hep Müslümanlarla
ve Türklerle başlatılmıştır. İstisnasız Türkiye’deki bütün sosyalist akım-
lar, Türkiye’de sosyalist hareketi TKP ve onun Bakü kongresiyle başlatır-
lar. Osmanlıdaki sosyalist akımlar ve hareketler birer tarih öncesi olarak
bile pek ele alınmaz. Bunlar birkaç akademisyenin ilgi alanı dışında yer
bulamazlar. Türkçeyle ve Türklükle tanımlanmış bir ulusla kendini başla-
tan bir sosyalist hareket, en gerici ulusçuluğu yeniden üretmekten başka bir
şey yapamazdı. Bırakalım sosyalisti bir yana, demokratik bir tarihçilik ise,
bu tarihi ulusu Türklük vb. ile tanımlayan tarihçiliklere karşı hareketler-

410
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

le tanımlar ve başlatırdı. Yani örneğin, Türkiye Komünist Partisi’nin Bakü


Kongresi değil, Komünist Manifesto’nun ilk Ermeniceye çevrilişi bu mo-
dern sosyalist hareketin başlangıç noktası olurdu. Böyle bir başlangıç nok-
tasının kendisi bile var olan Türk devletine ve ulusçuluğuna karşı bir mü-
cadele anlamı taşır; sosyalistler gerici ulusçuluğun yeniden üreticileri ol-
mazlardı.
En tutarlı demokrat olan ya da olması gereken sosyalist ve işçi hareketi,
demokratik tarihi de örneğin Mithat Paşa veya İkinci Meşrutiyet ile değil;
Selanikli işçilerle, Balkanlardaki devrimci demokrat ve sosyalist akımlarla
ve köylü çetelerle, Ermeni sosyalist hareketiyle, Velestinli Rigasla, Tigran
Zaven’le, Tevfik Fikret ile başlatırdı.
Böyle bir tarihe dayanan sosyalist ve demokratik bir hareket, mitingler-
de, anma toplantılarında, bu cılız, ama nitelik bakımdan son derece önem-
li demokratik öncülerin isimlerini ve resimlerini taşır, onların unutulma-
sına karşı anmalar yapardı. Bu takdirde anma toplantıları birer pazar vaa-
zı, birer ruhsuz seremoni olmaktan çıkar, her biri demokrasi mücadelesinin
bir savaşı olurdu. Böyle bir tarih, Balkan uluslarının kuruluşunu, Ermeni
katliamlarını, mübadeleleri, TC’nin kuruluşunu birer “ilerici” demokratik
dönüşüm veya devrim değil, aydınlanmanın demokratik ideallerinin terki,
gerici ve karşı devrimci hareketler olarak anlatırdı. Böyle bir tarih içinde,
Mustafa Suphi’lerin kurduğu TKP, ulusu Türklükle tanımlayan bu gerici-
liğin ve karşı devrimciliğin sosyalist harekete sızması ve ele geçirmesi ola-
rak görülürdü. Böyle bir tarih, İkinci Meşrutiyet için yapılan askeri ayak-
lanmayı, Osmanlı devlet sınıflarının demokratik harekete karşı bir manev-
rası; bütün Balkanları sarmış devrimi bastırmak için onun başına geçme ve
daha sonraki İttihat Terakki’nin darbesini bunun sonuca ulaşması ve karşı
devrim olarak anlatırdı.
Sosyalist ve demokratik hareketin böyle bir geleneğe dayandığı yerde,
Kürtler üzerindeki baskıya karşı demokratik ve devrimci direniş, devrimci
ikonografisini, Ergenekon benzeri Kava efsaneleriyle değil, bu topraklarda-
ki demokratik mücadelenin ilk başlatıcılarıyla, yani Velensinli Rigaslarla,
Tigran Zaven’lerle kurardı. (Kürt hareketinin zaten Kemal Pir’ler aracılı-
ğıyla bu eksikliği bir parça olsun gidermeye çalışmaktadır ve bu çabalar o
demokratik karakterin bir yansımasıdır.)
Bir insan hem demokrat hem de Türk, Kürt, vb., olamaz. Demokrat her
şeyden önce, bir ulusun dille, tarihle, soyla, etniyle tanımlanmasını red-
deden; bunların bütünüyle özele ilişkin olmasını savunandır. Türkiye’nin
demokratları, Türkiye’nin laikleri gibidirler. Laikler nasıl Diyanet işleri,
İmam hatipler, din dersleri vb. gibi gerici ve anti laik bir kurumların varlı-

411
Denemeler

ğı ile laiklik arasında bir sorun görmeyen ve hatta bunu laiklik olarak ta-
nımlayan anti laiklerse; Türkiye’nin demokratları da ulusun ve devletin,
Türklük ile tanımlanmasında, resmi dilinin Türkçe olmasında, Türk tarihi
okutulmasında sorun görmeyen kendini Demokrat sanan anti-demokratik
Türklerdir.
Türklüğü (ya da Kürtlüğü veya başka bir soyu, tarihi, dili vb.) kişinin
bütünüyle özel sorunu yapmayı hedeflemeyen, ulusu bir dil, bir tarih, bir
din, bir etni vb. ile tanımlamayı reddetmeyen bir demokratik hareket ola-
maz. Demokratik bir devlet Türk Devletinin, demokratik bir ulusçuluk ge-
rici ulusçuluğun yerini; demokratik bir ulus Türk ve Kürt uluslarının ye-
rini ancak, tarihi Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin değil; demokratlarla,
Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin mücadelesinin tarihi olarak yazdığında,
alabilir.
Bunun haricindeki bütün değişimler, demokrasi değil, bugünkü gerici-
liğin kendini zamana uydurmasından ve ömrünü uzatmasından başka bir
anlama gelmez.
17 Mart 2009

412
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

413
Denemeler Demir Küçükaydın
Marksizmi Savunmak ve
Geliştirmek – Birinci Kitap:
Marksizmin Marksist Eleştirisi
Genişletilmiş İkinci Baskı
İstanbul, Mart 2009,
ISBN 978-605-60414-0-2
15 x 23 cm Boyutunda 482 Sayfa
Fiyatı 20 TL

Demir Küçükaydın
Bir Devrimcinin
Teorik ve Politik Otobiyografisi
İstanbul, Eylül 2009,
ISBN 978-605-60414-1-9
15 x 23 cm Boyutunda 572 Sayfa
Fiyatı 25 TL

KÖKSÜZ YAYINLAR
Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102
34110 Eminönü
Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35
E-posta: koksuzyayin@yahoo.com.tr

Toplu Alımlarda % 40 İndirim Yapılır


414

You might also like