You are on page 1of 13

ŞİİR V BİLGİ ÜZERİNE

Mustafa Durak

Şiir ve Bilgi:
Böyle bir başlık hem şiiri, hem de bilgiyi ayrı ayrı tanımlamayı zorunlu kılıyor.
Şiir tarihi dikkate alındığında şiirin temel niteliklerinden birinin yeniden
düzenleme olduğu görülür. Bu nitelik her türlü şiirde bulunur. Geneldir. Başka
bir genel nitelik: her şiirin en az bir üretici öznesi vardır. Ve bu özne insandır.
Yani şiir, insanidir. İnsan ürünüdür. Bu netleştirme noktasında, şiir biçimindeki
kutsal metinlerin, vahye dayalı şiir biçimli kutsal metinlerin de insan ürünü
olduklarının kabulü vardır. Ve kaçınılmaz olarak şiire bulaşan, hatta göreli de
olsa, onsuz şiir sayılamayan bir öge söz konusudur: şairin ruh hali. Ve bu ruh
hali, şiire yansır ve şiirin tinsel varlığının oluşturucu ögelerinden biri olur. Bu
ruhsal asla yalnız değildir. Dolayısıyla varlık olarak asla kendisi için, kendisi
olarak varlık değildir. Okursuz, toplumsuz, cemaatsiz bir şiir, ölü bir şiirdir.
Şiirin toplumu ile şairi arasında gizli bir sözleşme vardır. Bu sözleşme şiirin
(h)as özelliklerinden birini temellendirir: bu yüzden şiir törensidir. İster yüksek
sesle okunsun, ister dudaklar kıpırdanmadan, içten okunsun, belli ya da belirsiz
bir tören söz konusudur. Bu töreni, en azından şairin, şiir yazdığının, okurun ya
da dinleyenin, şiir okuduğunun ya da dinlediğinin ayırdında olması sağlar.
Dilden farklı bir şey gündemdedir. İşte bu bilinç şiiri farklılaştırır. Farklı bir
şeyin beklentisi, şiiri törensi kılan ögelerden biridir. Demek ki bilinçlere
kazınmıştır: şiir, sıradan bir söz değildir. Şiire dinsel anlamda bir kutsallık
yüklemiyorum. Genel dil içindeki durumundan söz ediyorum. Kullanılmakta
olan dil malzemesi içinden şekillendirilecek olanın, şekillendirilmiş olanın
beklentisi, yazan ve alımlayan için gizli sözleşmeyi yapar. Ve her okur, her
şiire sokulamaz. Yöneldiği şiirin dilini öğrenmiş olması ya da en azından
öğrenmeye hazır, hazırlıklı olması gerekir. Şiir, okurdan bunu bekler. Okurun
şiirden beklentisi de, kendi kültürel durumuna ve ruhsalına uygun dilin içinden
sanatsal bir anlatımdır. Bu beklentiye yanıt veren şiir; heykel, müzik parçası,
resim vb gibi ‘sanatsal bir obje’ olarak algılanır. Ve bu sanat objesi de
diğerlerinde olduğu gibi yapma ve yaratma düzlemlerinin birleşimidir.

Bilginin tanımına gelince, doğrusu sözlüğe baktığımda bana yabancı birtakım


tanımlamalarla karşılaşıyorum. Benim için bilgi, varlığın belleğinde ayrı,
bağımsız olarak kaydedilmiş bir bütünlük ve/ya bir birimdir. Ve bilgilerimiz
yalnızca duyularımızla elde edilebilir. Duyu dünyamızın dışında bilgi yoktur.
Bilgi, varlık için ruhsal bir olgudur. Konuya felsefe, bilgi konusuyla ilgili tarih
olarak bakmaya kalktığımızda ilgi konumuz dağılabilir. Ve gereksiz
tartışmaların içine dalabiliriz. Bilginin varlığından, olabilirliğinden kuşku
duymaya kadar gidilebilir. Ve doğrusu Descartes’ın “je pense donc je suis” =
“düşünüyorum öyleyse varım”, ilkesi de böyle bir kuşkuyu ortadan kaldırma
çabasıdır. Descartes’ın çok önemsenen bu ilkesi aslında üstsöylem düzleminde,
kendi varlığının bilgisine ulaşma, bunu kanıtlama savı, bir noktada felsefeyi de
felsefecileri de komikleştirir. Bu öylesine büyük bir megalomanidir ki, kendi
varlığının bilincine varma noktası olarak ele alındığında önceki tüm insan
varlıklarını, bu konuda bilinçsizleştirir. Kuram ile uygulamanın arasını açar.
Descartes, kendi varlığının farkına varınca, buradan hareketle diğer bilgilerine
ulaşmaya çalışır. Bu, bir açıklama yöntemidir. Kurma yöntemidir sadece. Bu
dilbilgisi bilmeyenlerin dili anlamadıklarını, şiirbilim, poetika, retorik bilmeden
şiirin anlaşılamayacağını ileri sürmek kadar saçmadır. Kendi olarak varlık ile
bu varlığın üzerine söylenen sözlerin varlığı ve de bu varlıklar arası ilişkilerin
(şeyleştirirsek) varlıkları birbirinden farklıdır.

Bilginin varlık bilgisi ile bağı kesindir. Ama bu bilgi, varlığın da ruhsalıyla, iç
dinamiğiyle ilgilidir. Var olabildiklerine göre bir taşın, bir tahtanın, bir çiçeğin,
bir hayvanın, hem bellekleri, hem de bilgileri vardır. Bu bilgileri edinme
araçları ve bu araçların nedeni, kaynağı; dinleri de, felsefecileri de kendi
içlerinde bir çeşitlenmeye, tartışmaya sürüklemiştir. Doğal olanın bilgisine
insan bugün ulaşmış olsaydı, hiçbir bilimsel araştırmaya gerek kalmazdı. Her
bilimsel alanda yeni edinilen bilgiler, her geçen gün bilim tarihine
eklenmektedir. İnsan bilgisi ve felsefesi eriştiği bilgi ile sınırlıdır. Elbette bu
noktada doğadan kopma ile yitirilmiş yetilerden (dolayısıyla bilgilerden) söz
edilmektedir. Eğer tüm bilgiler verili ya da kolayca edinilebilir bilgiler olsaydı,
bilgi olarak her şey, en azından bilgelerin ve/ya onların yerini almak
isteyenlerin eriminde olurdu. Bilgimizin evren bilgisi yanında ne denli sınırlı
olduğunu kavramak, insanı bir boşluğa bir umutsuzluğa sürüklememeli. Zira
her insana gerekli olan bilgi, ilişkiye girdiği varlıklar üzerine ve buna bağlı
olarak kendi üzerine bilgidir. Yani asıl olan gereksinilen bilgidir. Bu yüzden
insanın savaşımı hayvana, türdeşine yani yine insana, mikroplara karşıdır.

Bilim tarihine bakıldığında kuram ve uygulamanın (pratiğin) at başı gitmediği


görülür. Kuramdan uygulamaya gidilebileceği gibi uygulamalardan da kurama
gidilebilir. Ve doğrusu, bilimde, ancak geliştirilmiş, yapay bir nesnenin tarihi
dikkate alındığında bir gelişmeden, çizgisellikten, tarihten söz edilebilir.
İnsanlık tarihi denildiğinde hep yazıya geçirilmiş olanlar ve özellikle de elde
olanlar üzerine konuşuluyor. İnsanın yaşanmış ama bilinmeyen, kayda
geçmemiş hayal gücü üzerine konuşabilme zorluğu ortadadır. Bu hayal gücü,
tıpkı bir susam tanesinin içinde sakladığı gücül, içkin bellek gibidir. Bu içkin
bellek vardır ama, ancak uygun ortam bulduğunda susam bitkisi olarak kendini
gösterebilir. Artık nesneye ait birim-kavramlardan atom, molekül bilindiğine
göre, yalnızca canlıların değil nesnelerin de gücül belleğinden söz edilebilir.
Eğer her şeyin kendine özgü belleği olmasa kendi biçimini koruyamayacak,
kendi biçiminde var olamayacak; kendi biçimini, varlığını sürdüremeyecektir.
Bu durumda her var olan için gücül var olma belleğinden, ve kimi canlılar için
de varlığını koruma güdüsüne bağlı savunmaya dönük tanıma, bilme ve tepki
verme çevrimi içinde kinetik bir bellekten söz edilebilir. Demek ki bellek, her
iki halde de varlıksaldır. Biri var olmaya ait, diğeri ise var kalmaya aittir.
Özellikle nesnenin var kalmaya ait bir belleği olduğunu olsa olsa İlhan Berk ve
onun gibiler ileri sürebilir. Bir bakıma insan geneli tarafından duyarsız sayılan
nesnelere duygu yükleyen, onları yaşamda hareketli (kinetik) kılabilen, onlara
farklı bir hayat hakkı tanıyabilenler. Elbette bu konuda da sahihler ve sahteler
olacaktır. Ama köpek sahibini bilir. Taş, sahtelere selam vermez.

Varlığın belleği; yaşamı, yaşamının devamı için gerekli olanları öncelikle


depolar. Cansız varlığın belleği yalnızca kendine yöneliktir, kendi içindir.
Bitkinin belleği kendi varlığı ve dolayısıyla türünün devamına yöneliktir.
Hayvanın belleği, kendi varlığına, türünün sürmesine ve başkasına yöneliktir.
İnsan belleği de ayni özellikleri gösterir ancak insan, belleğindekileri kendi
içlerinde birbirleriyle ilişkilendirir, etkileşimsel (interactif) olarak kullanır.
Elbette bir de bellek alırı (kapasitesi) sorunu işletilebilir. Canlının, değişimi ve
evrimi ancak yaşama koşullarına göre söz konusu olduğundan her şey
yaşamaya ayarlıdır, hayatta kalabilmeye ayarlıdır. Ve varlığın çevresi onun
varolma biçimlerini zorlar. Canlının kullanmadığı organları dumura uğrar,
kendini iptal eder. Bu yüzden de, gereksinimlerine göre yeniden şekillenir. Bu
şekillenme bilgisi varlığın içkin bilgisidir. Varlığın tinselidir.

Ne diyordum? Kuram ile uygulamanın apayrı varlıksallığından söz ediyordum.


İnsanın, hayvana dönüşmesinden. Hayvan dediysem hayvanların kralı aslana
yani bilinen en güçlüye ya da uçsuz bucaksız göklerin egemeni bir kuşa, yani
bilinmezin en güçlüsüne dönüşmek istemesinden söz ediyordum. Sözü çok
dolandırdığımın ayırdındayım. Kısaca “ben”, hep kendimi en iyi mekanlarda,
en iyi giysiler içinde hep saygı gören biri olarak görmek isterim. “Ben”,
evrenin merkezi. Güneşi kıskanan. Güneşin önüne geçip onu kıskandırmaya
çalışan varlık. “Ben”, “ben”im için hangi şey değerliyse kendimi ona
yaklaştırırım. Kimi zaman erişilmez bir sevgili, kimi zaman eşsiz bir binit, kimi
zaman da görülmedik giyit isterim. Başım dara girince yalnızca bana ait bir
dost isterim.

Bilgi Kaynağı Olarak Esin:


Esin kavramı zorunlu olarak şiir ile kutsal ilişkisini kurmamıza yol açar.
Buradan da şair-tanrı kavramına gidebiliriz. Tarih içinden bakıldığında şiirin
kutsalla yola çıktığı görülür. Şiirin kutsalla yollarını ayırması komedinin,
trajediden ayrılmasıyla ayni şeydir. Her ikisinde de bir laikleşme olgusu
yaşanmıştır. Trajedinin yanı sıra komedi de varlığını sürdürebilmiştir.
Kutsallığın (tanrısal olanın) şiiri yanı sıra, yaşamın (insanın) şiiri de farklı
kanallardan varlığını sürdürmüştür. Zaman zaman birbirlerinin sınırlarında
gezinerek. Zira kutsallığın, sanatsallığın kaynağında da doğal olan yatmaktadır.
Bu konuda ortaya konulacak din adamları ile ilgili terimlerin sözcük
arkeolojisine bağlı yapısı kutsal olan kanadındaki çıkışı aydınlatabilir. Kutsalda
rahibin, kâhinin, şamanın vb’nin, törensel sözü kendi sözü değildir. Kendi
bedenindeki başka, öte olan yücenin sözüdür. Dolayısıyla o söz de yüce ve
kutsal olandır. Yaratıcı olandan gelen sözdür. Böylece din adamı da yaratıma
bir biçimde karışmış olur. Esin kaynağı olarak Tanrı, doğa, esin perisi, aşk
(sevilen kişi), ve başka bir dünyaya geçebilmenin aracıları olarak içki,
uyuşturucu vb sayılabilir. Ve dikkat edilirse hangi açıdan bakarsanız bakın,
esinlenme, yaratma bir başkalaşma, kendinden çıkma olarak görülmüştür
tanrısal olanda da, insani olanda da. Ve bu açıdan bakıldığında şiir olan,
sıradanın ötesine geçmek olarak alındığında, şiirin zaten ten olarak değil de tin
olarak görüldüğü ortaya çıkar.

(Bilimsel) Dil, Şiir Dili Ayrımı:


Bilgi; kaynağı bakımından deneye dayalı, duyulara dayalı ve esine dayalı
olabilir. Deney söz konusu olduğunda bilgi bilimsel bir nitelik edinir. Bilimsel
bilgi, nesnel özelliğiyle kendisini ifadede de bu nesnelliğin korunması
biçiminde geleneksel bir biçem edinmiştir. Ve bu yüzden her bilimsel alanın,
kendine özgü terim alanı, bir de anlatımı ve biçemi vardır. Genel olarak
bilimsel dil haber kipiyle ifade edilir. Tasarım aşamasında koşul kipine
başvurabilir. Ve en önemlisi bilimsel anlatım neden-sonuç ilişkisi içinde
çizgisel bir anlatıma dayanır. Duyulara dayalı olarak ifade edilmiş genel dil de,
nedenselliğe dayalı çizgisellik konusunda bilimsel anlatımla, genel olarak ayni
çalışır. Nedenselliğin bozulduğu anlatımlar ya bozuk anlatımlardır, ya da eksik,
kusurlu anlatımlardır. Böylece gündelik dil ile bilimsel dil yalnızca kipler
bakımından birbirlerinden ayrılır. Gündelik dil öznel anlatımı da içine
almasıyla dilek, istek kiplerini kullanması yanı sıra dilde genel düzlemlerden
biri olan öznellik düzlemini de (“bence”, “sanırım”, “galiba” vb ifadelere
dayalı anlatımlar) kullanır. Şiir dili ile gündelik dil bu bakımdan buluşurlarken
ayrım noktaları nedensellik bakımından ortaya çıkar.

Şiir dili neden sonuç ilişkisine uymak zorunda olmadığı gibi bu konudaki
çizgiselliği, tarihselliği özellikle bozar. Bence şiir bu özelliğiyle bozma,
yeniden kurma özelliğiyle yaşamın kendisiyle özdeşleşir.

Şiir Dili ile ilgili örnekler:


Konuyu somutlaştırmak için birkaç örnek üzerinde konuşalım. Zihinsel
bakımdan yan yana getirme, birleştirme, benzetme işlemleri:

Hani Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum,


Diyor ya Nâzım,
Ben de artık şiir düzmek değil, şiiri düzmek istiyorum. (ÜÇ) Can Yücel
Can Yücel’in bu dizelerinde bir düzenleme, bir de anlamsal sıçrama söz
konusu. Onları bir açalım: düzenleme ile Can Yücel, Nâzımın dizesini, kendi
dizesiyle yan yana getiriyor. Paralelleştiriyor. Paralellik geometrik bir olgudur.
Ve çizgisel değildir. Yani iki dize arasındaki ilişki nedensellik ilişkisi değil,
aynilik ilişkisidir. İlkin çizgisellik, bu düzenlemeyle bozuluyor. Bunun yanı
sıra anlamlandırma bakımından “şarkı söylemek”, “şiiri düzmek” ifadeleri iki
anlamlı kullanılmıştır. ‘Şarkı söylemek’, dinlemekle karşılaştırıldığında biri
etkin, diğeri edilgindir. Böylece Nâzım’ın, edilginlikten çıkıp etkin olma isteği
belirginleşir. Şarkının bir aşkı anlattığı düşünülürse, başkalarının yaşadığı aşkı
dinlemek yerine kendi yaşadığı aşkı dillendirmek isteği, giderek aşk yaşama
isteği dile getirilmiştir. Ve burada anlatım dolaylıdır. Oysa yine ikili bir
anlamla yorumlanabilecek olan, Can Yücel’in dizesi, bu kez doğrudan ‘şiir’i,
bir güzel, bir dişi yerine koyarak, bu güzeli “düzmek” isteği olarak somutlanır.
Dolayısıyla anlam bakımından birbirinin ayni gibi görünen iki paralelleştirilmiş
dizenin üreticisi olan şairlerin, hem şiire bakışları hem de aşka (hayata)
bakışları arasında bir farklılaşma ortaya çıkmış olur. Böylece ayni hedef konu,
söyleme dökülse de söyleniş biçiminde beliren “söylenilen” ayni değildir. Bu
üç dizede iki ayrı şairi anlamak olanaklılaşmıştır: biri tensel sevişmeyi aşka,
şarkıya dönüştürürken, ikincisi kadını şiire benzetir ama sanki bu benzetmede
bile ağzının sulanışı, aklındakini doğrudan, “düzmek” ile ifade etmesiyle
saydamlaşır. Bunlar romantik ile gerçekçi bakış olarak da, şiir olarak
ayrılabilir.

Nedenselliğin bozulması Yahya Kemal’de farklı çalışır:

Kandilli yüzerken uykularda /Mehtâbı sürükledik sularda.

Bir yoldu parıldayan, gümüşten, /Gittik … Bahs açmadık dönüşten.

Hulyâ tepeler, hayâl ağaçlar… /Durgun suda dinlenen yamaçlar…

Mevsim sonu öyle bir zaman ki /Gaip bir mûsıkîydi sanki.

Gitmiş kaybolmuşuz uzakta, /Rü’yâ sona ermeden şafakta…


(GECE) Yahya Kemal

Yahya Kemal’in bu şiirinde yaşam, benzetmelerle yeniden yaratılmıştır.


Yaşamsal olan görüntüler şiir olarak ayrı bir tabloya dönüştürülmüştür. Ancak
öyle bir ayrı ki, var olanın içinden, ayninin içinden ayrıdır. Ve yine sözünü
ettiğim nedenselliğin çizgiselliği (ard arda gelişi) burada yoktur. ‘Sözcük-boya
fırçası’nı elinde tutan şairin coşkulu fırça darbelerinin sarhoşluğu her darbede
kendini hissettirmektedir.
Hele hele İlhan Berk’in şu şiirinde bitki, insanlaştırılırken genel mantık
düzleminden çıkılır. Şiir dışardan mantıksızlaşır. Kendi iç mantığına yönelir:

Duydum bir ot konuşuyordu /otlar /seslere inanırlar. (XIV) İlhan Berk

Bazen de neden sonuç ilişkisinin içine, eksiltilmiş, anlatılmamış pek çok


yaşantı sıkıştırılır. Ve şiirsellik bu anlatılmamış olanla gerçekleşir. Yani
çizgiselliğin bozulmasıyla. Sunulandan daha fazlasını anlatmasıyla,
seslendiğini sunduğunun, görülenin ötesine taşıyarak. Bizi çizgiselden çok
boyutluluğa taşıyarak. Behçet Necatigil’in eksiltmelerinde işte bu çabayı
aramak gerekir. Ama söylediklerimi bana asıl düşündürten aşağıdaki şiirdir:

benimdin /nasılsa; /unuttum /seni sakladığım yeri /bir zaman sonra

bir zaman sonra /sordum seni /yüzüme bakan yalnızlığıma


(AŞK) Nuri Demirci

Bu şiirde yineleme gibi ele alınabilecek “bir zaman sonra”lar, aslında iki farklı
“bir zaman sonra”dır. İlk “bir zaman sonra” birinci bölümün sonunu işaret eder
ve ilk öyküsele aittir. Öykü: benimdin, seni sakladım, unuttum sakladığım yeri:
bir zaman sonra. İki bölüm arası boşluk “entract” gibi bir boşluktur ama
dinlence arası değildir elbette. Bu boşluk, ‘es’ gibi ritimsel kesitleme değildir
bu şiirde. Bu ara, boşluk, es ne dersek diyelim anlatılmamış, anlatılamayacak
olanı işaret eden iki zaman arasıdır. Sıçrama burada gerçekleşmektedir. Şiir de.
Elbette şiirin tüm şiirselliği burada değil. Ama bu anlatılmayanla anlatılmak
istenen (boşluğun ifadesi) anlaşılmadıkça bu şiir için ne anlama, ne de şiire
ulaşılabilir. Ve bu gizli boşluğun anlamı, tıpkı bu boşluk gibi, şiirin bedenine,
sözcüklerine gizlenmiş boşluk gibi, şiirin tinine, anlamsalına gizlenmiştir. Şair
bedeninin boşluğunda bir pişmanlık hisseder. Bu pişmanlık bir yandan şairin
ruhsalıyla ilgili olanı ele verir, bir yandan da şiirin üretilme nedenidir. Yani
şiirde alışageldiğimiz bu sıradan bölüm boşluğu, iki ‘bir zaman sonra’ arasına
bilinçli ya da şairin birikimsel sezişi ile (bilinçdışı olarak) işlevsel(leştir)ilmiş
bir boşluktur.

Sözünü etmeye çalıştığım çizgiselliği bozma, çok boyutluluğu oluşturma çabası


olarak gördüğüm şiir için bir örnek daha vermek istiyorum:

peçeli rehberlerle varamayız bir çöle//çağırın bir çekiçle hebâ ettiğim yüzümü/

ey sular!/ey kara sular!/biat etmedim ben size/ kalbimi deldi küflü


saklambaç…/
(Sular İçin Son Söz) İbrahim Halil Baran
Bu şiirdeki sıçramalar tek boyutta bir sıçrama değil de boyuttan boyuta sıçrama
olarak adlandırılabilir. “peçeli rehberlerle varamayız çöle”. Bunun arkasından,
‘Peki nasıl varabiliriz?’in yanıtı beklenir en azından. Ama şair, ikinci dizeyi
boş bırakır (bu yukarıda iki yan çizgi ile gösterilmiştir). Bu eksiltilmişlikten,
söylenmemişten, boşluktan yüzünü aranmaya geçer. Yani boşluk, yüzün
olmayışı, kendi olmayış, kimlik yitiminin ayırdında oluş tıpkı bir aydınlanma
gibi, ışığın düğmesini çevirmek gibi birden gerçekleştirilir. Ani bir sıçramayla.
Böylece bir şerare, iki ucu birleştirir. Bunun farkına varılması hem şiirin
anlaşılmasını, hem de şiirin neliğinin anlaşılmasını olanaklı kılar. Bu sıçrama,
şiirin esleri es geçildiğinde şiir okuru bir mani dinleyicisine, şiir de sadece
söylenmiş olana, sözün biçimine indirgenmiş olur.

Daha sonra kendinden doğaya geçer. Ancak bu doğa ögesini olumsuz bir
nitelikle kullanır: “kara sular”. Aslında bu doğal olanı, insani olana dönüştürür.
Hemen ardından gelen dizedeki olumsuz ifadeyle buluşur. “biat etmedim ben
size”. Burada kendince kötüleştirdiği, karşısında gördüğü, kendisiyle çatışık
güçlerin doğal olan kılığında verilmesi, her ne kadar başlangıçta “peçeli”liğe
başkaldırmış da olsa kendini peçelemiş olduğunun bir göstergesidir. Bu açık
olma/peçeli olma sorunsalı hem kendisinin kişilik sorunsalı, hem de
düzyazı/şiir arasındaki sorunsaldır. Burada şunun altını çizmekte yarar var: iyi
şiir, her açıdan, herkese göre sağlıklı bir kişiyi, kişiliği işaret etmez. Hoş, kim,
böylesine yani şiir kadar mükemmeldir ki! Neyse şiire dönelim. Son dizedeki
“küflü saklambaç”, Mehmet Taner’in “Küflü Şimşek” ile ilintilendirilebilir ama
akrabalık ilişkisi kurulabilse bile şiirin anlamsalı açısından ilgi kurulamaz. Zira
kalbini delen bu “küflü saklambaç” ancak kendini sorgulama ile açıklanabilir.
Sözünü ettiğim gizlenme ve apaçık görünme arasındaki parçalanmışlık ve
bunun, yüreğinde yarattığı burkuntu, acı olarak okunabilir bu dize.

Şiirin üretilmesi de anlaşılması da yalnızca sözcüklerle olmaz. Sözcükler


arasındaki ilişki ve boşluklar, anlatılmamış olan da, şiirin anlambilgisine
(semantiğine) dahildir. Ve doğrusu kimi şiirlerde şiirin üretilmesi kadar
anlaşılması da çaba ister, yaratıcılık ister. Bu yüzden her şiir kendi okurunu
gereksinir.

Bu konuyu, her yönüyle tüketmediğimin bilincindeyim ama konu üzerine


yeterince izlenim oluşturduğumu düşünerek olumsuz bir örnekle kapatayım.

Dünya arsızın, meydan yüzsüzün /Servet hırsızın, hüküm soysuzun /olunca


/Bebelere kurşun sıkmak mübah sayılır. /Utanç duvarının adı değişir savunma
olur /Mazlum Çeçen haritadan silinir unutulur /Gündeme getirmek /haber
yapmak günah sayılır / Muammer Çalar
Muammer Çalar’ın bu şiiri, ancak şiir sözcüğünün anlamını çok
genelleştirdiğimizde şiir olarak kabul edilebilir. Seçkinci davranıldığında,
şiirimizin gelişimi dikkate alındığında bu, asla şiir değildir. Şiirsel yaratıcılığı
olmayan, şiiri bazı kalıplarda, basma kalıp deyişlerde arayan bir anlayışın
şiiridir. Şiir zekası yoktur. Yaratıcı bir ruhu göremiyorum bu şiir biçimli
yazıda. Ama sahiplendiğim, savunduğum düşünceleri içeren bilgiler var. Ancak
bu bilgiler günlük dille de ifade edilebilir. Şiir diye ortaya çıkarsa, ister
istemez, bu bilgilerin şiir diliyle en iyi biçimde, yaratıcı biçimde söylenmiş
olma iddiasını da yüklenmesi gerekir. Demek ki şiir bilgisi yalnızca dış dünya
bilgisi değil, ayni zamanda şiir yapabilme bilgisidir de. Ancak bu bilgi sadece
bir teknik işi değildir. Zira teknik, bir süre sonra sıradanlaşmayı getirir. Şiir
sıradana karşı olarak ortaya çıkan bir dildir.

(Şairin Tinseli) : eşit değil : (ŞİİRİN TİNSELİ) + (“Ben”in Tinseli)


Şiirin tinseli ile şairin tinselini ayırmak gerek. Şairin tinseli, ile şiirin içindeki
“ben”in tinselini de ayırmak gerek. “Ben”in tinseli kavramını sadece “ben”in
şiir içindeki tanımından çıkarabiliriz.. “Ben”in tanımına benim kimi
incelemelerim örnek gösterilebilir: Ahmet Oktay, Mehmet Taner, İhsan Deniz,
Yücel Kayıran üzerine yaptığım incelemeler. Elbette “ben” dünyasına ilişkin
tüm özellikler hem gövdeyi, hem de ruhsalı ilgilendirir. Ruhsal olan niteliklerin
tümü “ben”in tini diye kabul edilebilir. Ama yine de bu ruhsalı anlama
noktasında bedenden yansıyacak imlere gereksinim vardır. Yani tin, bedenden
soyutlanamaz. “Ben”in tinseli çalışmalarını, ruhbilimsel bulgulama
araştırmaları olarak değerlendirebiliriz, ama bununla ilgilenenler bedene
bakmadan edemez. “Ben”in anlaşılması, şiirin anlaşılmasının bir parçası
olacağı için bu tür çalışmalar gereklidir de. Şirin tinseli “ben”in tinselinden
varlık olarak apayrıdır. Şiirin tinseli deyince şiirin bedeni, gövdesi yani
biçimsel her türlü varlığı, sözcük seçimi, sözcükler arası ilişki, sözcük, dize
düzenleme, ve bunlara bağlı anlamsal özellikler, şiirin içindeki her türlü
yaratıcılığın izleri girer. Şairin tinseli (diyelim x), “ben” tinseli (diyelim a) ile
şiirin tinseli (diyelim b)’nin toplamına eşit değildir. Yani (a) +(b), x’e eşit
değildir. Şairin ruh bilgisi şiir okurunu ilgilendirebilir ama şiirbilimciyi, şiirin
tinseli peşinde olanı, en azından araştırma sınırları içinde ilgilendirmez.
Aslında eleştirmenlerin de şiirin tinseli peşinde oldukları söylenebilir. Hatta
şairler de kendilerini anlayabilmek, kendileriyle ve başkalarıyla hesaplaşmak
adına bunun peşinde ve sorunsalındadırlar. Şairlerin şiir sanatları, poetikaları,
bildirgeleri, açıklamaları, akımlar, kuramsal yazılar şiirin bu yanıyla ilgilidir,
ya da ilgili olmalıdır. Bu, doğrusu, şairin de, okurun da eleştirmenin ve
incelemecinin de umduğudur. Ancak böylesi bütünlüklü bir çalışmaya henüz
tanık olunmuş değildir.

- Şiir adına yapılanları küçümsemeden şunu söyleyebiliriz: Kenan ili henüz


ufukta görünmüyor. Bu konuda çalışmanın en önemli açmazı, iki cepheden
gelmektedir. Birincisi şairler, ikincisi okurlar. Şairler, genellikle, yazılandan
çok kendisi için ne dendiğine odaklanıyor: övüyor musunuz, yeriyor musunuz.
Yani hayran bulmaya ya da gard almaya yönelik bir tutum. Şiirbilim
dendiğinde pek çok şairin irkildiğine, tedirginlik içine düştüğüne tanık oldum.
Savunma mekanizması elbette çalışacak. Elbette demokratik bir ortam
yaratılacak. Ama ayni düzlemde konuşma gereğini unutmadan. Konu farklı
mecralara çekilerek bedenler zedelenmeden. Zira benim için şiirbilim, şiir
tinlerinin konuşulduğu, karşılaştırıldığı bir tinsel varlıklar alanıdır.
Kurulaştırma, değersizleştirme alanı olmadığı gibi bir yüceltme alanı da değil,
bir değerlendirme alanıdır. İşlevsel olarak kullanılmış noktanın, virgülün
hesabını verebilmekten geçer. Ütopik mi? Olabilir. O yola yönelmek bile hoş
geliyor bana. Okurlara gelince onlar da genelde, şiir üzerine bir yazıyı, şiir gibi
okumayı kuruyorlar. Oysa şiir zaten şiir gibi okunabilse, üst metine ne gerek
var? Hoş,denilecektir: gerek olmadığı için okunmuyor ya zaten!!! Doğru söze
ne denebilir ki! Şimdi bu noktada iki özeleştiri yapmanın sırası: 1. Bir konuyla
sınırlanmanın disiplini içine giremiyorum. Giremiyoruz. Mantık silsilesi içinde
yoğunlaşıp sözü ayni düzlemde tutabilmek, insanı çok yoruyor, hemen başka
alana sıçrıyorum/z. Şu yazdıklarımda olduğu gibi. Zira bir konu üzerine
yoğunluklu dikkat insanı çok yoruyor. Geriliyorum/z. Damarlarım çatlayacak
gibi oluyor. Ayni koridordan, ayni raylardan gitmek sıkıyor. Bu yüzden hemen
kendimi işin içine sokuveriyorum. Dağıtıyorum/z. Sap-ma! 2. Okur odaklı
yazmayı bilmiyorum. Bu, ayrı bir yetenek-.

Şiirin tinseli, bir yandan tenselinin kaburgalarının incelenmesini, hem de iyi


incelenmesini gerektiriyor, hem de şiirin ruhu üzerine konuşabilmeyi. Ama
okur’la ilişki söz konusu oldu mu, (elbette bu da sorunsal edilmeli. Hiçbir
yazan, yazıyla ilgilenen bundan kaçamaz. Bu konuyu asla küçümsemiyorum)
bu kez uygun sunumların, belki farklı yazarlarca işlenmesi gündeme
getirilebilir. Bu noktada doğrusu öncelikli sorun, seçkinci bakışların,
kendiliklerin bir yana bırakılarak şiiri sevdirecek, öğretmenlerin
yetiştirilmesine gereksinmekte ülkemiz. Bu da ülkemiz açısından öncelikli bir
sorun olmayabilir. Ama şiirsiz bir ülkenin yaşama heyecanı kalır mı ki?

Şiirin tinseli ile ilgili, bazı örnekler vermek istiyorum:

SENSİZ PARİS

Sensiz paris gülüm bir havai fişeği


Bir kuru gürültü kederli bir ırmak
Yıktı mahfetti beni
Pariste durup dinlenmeden gülüm seni çağırmak.
Nazım Hikmet
Bu şiir ayni ifadeyle çok değişik biçimlerde düzenlenebilir. Düzenlenişi ile öyle
oynanır ki şairi bile tanıyamaz. Bu biçimiyle bu şiir, en iyi düzenleme midir?
Hayır. Ama bu biçim Nazım’ın biçimidir. Bence şair, daha şiiri adlandırırken,
takınak konusunu (SEN)i Paris’le yan yana getirir. Ama ilginç bir durum, şair
Paris’i bir karşılaştırma ögesi olarak kullanırken ayni zamanda bir mekan
olarak ve ayni zamanda bir tahterevalli ucu olarak kullanmaktadır. Paris’i dibe
indirirken, hiç sözünü etmeden (SEN)i en yükseğe taşımaktadır. “gülüm”
sözcüğü, “Sen” için “Bizim Yunus” gibi işlemektedir: bir sevgi ölçütü olarak.
‘Gülüm, sen’ bir ruhtur. Paris ise olsa olsa cansız bir beden: bir havai fişeği, bir
kuru gürültü, kederli bir ırmak. (Dikkat edin ‘bir kederli ırmak’ değil. Yani her
şeyi kalıplandırmıyor, her an anlatımında değişiklik yapabileceğinin, ben okuru
şaşırtabileceğinin bir göstergesi olarak alınmalı bu. Beyni şaşırtma oyunu
olarak). Bir havai fişeği belki görüntüsüyle hoştur, ama bu hoşluk bile “sen”le
birlikte olunca geçerli. Beden canla dirilecek. İşte bu sensizliği, cansızlığı
başka şiirlerde çok sıradan gelebilecek bir uyakla yapıvermiş olması
(ırmak/çağırmak uyağıyla), anlatımı güçlendiriveriyor. Zira seni çağırmak şiirin
sonunda bir yankı sese dönüşüyor ve “ırmak”ı da yedeğine alıyor. “Yıktı
mahvetti”, “Durup dinlenmeden”, “gülüm”, “seni çağırmak” deyişleri,
kullanıldığı sözdizim içersinde sevgilinin tesbih edilmesine dönüşmektedir.
Kavramsal olarak çaresizlik içinde kısır döngüde kalmış biriyle, hatta giderek
Leyla Mecnun imgesiyle buluşacak. Ama Leyla’yı en çok arzuladığı anın ruh
hali içinde bir Mecnun olarak. Dolayısıyla anlatım, ruh hali olarak kendini çok
az sözcükle zirve noktasında sunabilmiştir. İşte bu şiirin, kavramlaştıramadan
anlatmaya çalıştığım tinseli budur.

Bilimsellik önünde sonunda bir indirgemedir. Ancak şiirbilimin ilk karşı


çıkması gereken konulardan biri de indirgeme olmalıdır. Bir şairin, giderek
şiirinin tek bir sözcüğe, tek bir kavrama indirgenmesi, bu zaman zaman şairin
kendi tarafından yapılmış olsa da, yanlıştır. Yapılanlara, yaşama, insana, şiire
ihanettir. Zira gerek bireyin, gerek şiirin tinseli bütün olarak değerlendirilmeli.
Tek açıdan bakılması, yeri geldiğinde açı değiştirilmesi koşuluyla yararsız
değildir. İşte dobralığıyla, solculuğuyla, ters, uyumsuz, isyancı yanıyla bilinen
Can Yücel’in bir şiiri: “Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim”. Bu şiirde Can
Yücel, şiirlerindeki genel ruh kipinden farklı bir kiptedir. Bu şiirde sevgi,
duygusallık kanalından konuşmaktadır. Demek ki şiir incelemesinde ruh kipleri
bakımından da bir çalışma yapılabilir.

HAYATTA BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM

Hayatta ben en çok babamı sevdim. /Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk /
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek – /Nasıl koşarsa ardından bir devin,
/
O çapkın babamı ben öyle sevdim. //(…) Can Yücel
Önce yinelemeyle, içteki yankı dışa vuruluyor: hayatta ben en çok babamı
sevdim. Sevmek ve içkin olarak olmak söz konusu olunca bir model (model
olan/model alan) ya da özne/nesne (seven/sevilen) ve giderek bir karşılaştırma
kaçınılmazdır. Ancak şairin, içindeki yankıyı, takınağını ifade ettikten sonra
doğal olarak onu anlatması beklenir. Oysa “Ben”, kendine dönüyor. Ve ilk
kesitte baba, iki özelliğiyle veriliyor: dev ve çapkın. Şimdi ilk kesitteki
anlatımı, yineleme açısından aldığımızda sanırım şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
başlığı da dikkate alarak ortaya çıkan yineleme iskeletini “babam, babam, dev,
çapkın babam” olarak görebiliriz. Bu ayni gönderilenin farklı biçimbirimleriyle
yinelenmesidir. Ancak gerek sevilenden sevene ani geçiş, gerekse yinelemenin
biçim birim olarak farklılaşması, hem şairin ruh durumuyla, hem de şiirin tinsel
yapısıyla ilgili önemli bir gizi (niteliği) ele vermektedir: kıpır kıpır yerinde
duramayan bir kişilik yapısı. Sıradana, alışılmışa, tek bir yola bağlı olamayacak
bir kişinin ruhsalı. Ve şiire yansıtılan bu ruh hali, dilsel işlemlerle şiirin tinseli
haline geliyor: dinamik tinselli şiir. Bunu der demez terimleme ve ruhbilim ile
şiirbilim terimlerinin ayrılması sorununu gündeme taşıyorum. Bu örnek için
dilbilim ve retorik terimlerinden yararlandığımı söylemeliyim. Bu, ayrı bir
tartışma konusu edilebilir.

İdeolojinin karşı kutbundan bir örnek vermek istiyorum. Ancak bundan


amacım iki farklı ucu bağdaştırmak, bir aracı konumunda olmak değil asla. Şiir
tinseli bakımından dışlanamayacak örneklerde gezinmenin, şiir, giderek
şiirbilim adına bir gereklilik olduğunu vurgulamak derdim.. Şiirde evrenselin
bulunması, özelde genelin araştırılmasını zorunlu kılar.

Sezai Karakoç’tan bir örnek:

Son söz

Bozulan saat onarıldı ama artık eski saat değil


Susan çakmak doğruldu ama eski çakmak değil
Seni kalbime çarptım kalbim artık eski kalb değil
Erimiş menekşelerden yılmışım /Bilgisiz pazıların ürküttüğü
Yılanlarca akreplerce /Dişlenmiş kıskançlığın arasında
Sezai Karakoç

Bu şiirde üç yargı tümcesiyle bir tek evrensel doğru kafamıza çakıldı: hiçbir
şey öncesi gibi olamaz. Herakleitos’un, “ayni nehirde iki kez yıkanılmaz”
yargısı, öğretisi başka bir biçimde şiirselleştirildi. Ancak burada da sıralama,
her ne kadar “eski saat değil, eski çakmak değil, eski kalb değil” biçiminde
sıralanıp bir otomatikliği izlenim olarak aktarsa da, bu şiirselleştirmede gözden
kaçırılmaması gereken bir alt sıralama daha var: “saat onarıldı, çakmak
doğruldu, kalbime çarptım”. İşte şiirin tinsel niteliğini ilgilendiren bir yan
buraya gizlenmiştir. Dikkat edilirse, saat onarılır, ama çakmak doğrulmaz, sen
kalbe çarpılmaz. Ama doğrulmak ve çarpılmak sözcükleriyle şairin ne
anlatmak istediği kolayca anlaşılabiliyor ve onun zihinselinde herkesin
söylediği biçimlere bir başkaldırı, başkaca yaratımla, başkalaştırmayla sözcüğü
işletme devreye giriyor. Ve okurun dikkatini çekmesi için üzerinde sarı ışığın
yanıp söndüğü sözcükler oluyor bunlar. Durumu, sıradanın, otomatiğin içine
yerleştirilmiş yaratım olarak ifade edebiliriz. Bu durumda şiir bizi hem
Herakleitos’un yargısına hem şairin ruhsalına, hem de şiirin tinseline götürmüş
oluyor. Hem gönderge hem de bilgi açısından bir indirgenemezliğe gelmiş
oluruz. Ve hemen ardından nesnelerden sen/ben ilişkisine gelen “ben”, bu
ilişkiyi aslında tüm ifadenin merkezine almaktadır. Önce nesnelerden bu
noktaya geldikten sonra, yeni bir sıralamaya, hem de görünüşte doğal ögelerle
yapılmış bir sırlamaya geçiyor: “erimiş menekşeler, bilgisiz pazılar, yılanlar,
akrepler”. Bu doğal olanlar, doğallığı değil de olumsuzluğu anlatıyorlar. Zaten
yukarıda da bozuk, zaten işlemeyen çakmaktan yani yine olumsuzlardan
gelmişti bu ilişkiye. Dolayısıyla merkeze, tam ortaya alınmış sen/ben ilişkisinin
çevresi olumsuzluklarla çevrili. Ve bu şiir için konuşursak, şiirin tinselinin, bir
maddenin yapısı gibi merkeze alınmış bir öz ve zorunlu bağları olduğunu
söyleyebiliriz.

Sonuç:
Şiir, günlük dil değildir. Şiir, bilim değildir. Şiir, ruhbilim değildir. Şiir, felsefe
değildir. Şiir, tüm bilgiyi ten olarak kullanabilen ve kendi tinseliyle varolan
bütünsel bir alandır. Yaşamın, insanla birlikte yaşamın sesidir. İçine insan
karışmış su sesidir. İçine insan sesi, insan yorumu karışmış yel sesidir, içinde
insan çığlıkları olan yangın yeridir, Eurydice’nin kurtarılması için yarılmış
topraktır, ölümün sesidir. Sözün gücü elbette öldürmeye de yeter ama, şiir,
insanı dünyaya, yaşama bağlama bilgisidir. Sözü, şiirle bitireyim:

(1) Kuma yazdım, /kalıcı kuma. //(Rüzgârın /götürdüğü /zerreye.)

(2) …Toz mu inerdi /tozun üstüne? //(Belki eksik /belki fazla, //Bildim /zerreyi.)

(3) … Bilmek, /diyordum. //(Eğridir, /büğrüdür.) (ZERRE)


Sina Akyol

You might also like