You are on page 1of 23

ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU

İLE

SÖYLEŞİLER
İÇİNDEKİLER

Özdemir Yemenicioğlu ile Söyleşiler:

1. Özdemir Yemenicioğlı ile Yaşamı ve Sanatı Üzerine


2. Anadolu Aşığı Ressam Özdemir Yemenicioğlu ile Söyleşi
(Bir Soru Bir Yanıt)
3. Özdemir Yemenicioğlu ile Resimde Tasarım Süreci Üzerine
4. Ressam Özdemir Yemenicioğlı ile Resmin İşlevi ve değeri Üzerine
5. Ressam Özdemir Yemenicioğlı ile Resim ve Eleştirisi Üzerine

1. ANADOLU AŞIĞI
RESSAM ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU İLE SÖYLEŞİ*
(Bir Soru Bir Yanıt)

Mustafa Durak
Özdemir Yemenicioğlu 1948 yılında Balıkesir’de doğdu. Liseden sonra
çeşitli nedenlerle öğrenimini sürdüremedi. Ama resmin yakasını da hiç bir
zaman bırakmadı. Kendi kendini yetiştirdi. Yani gerçek bir alaylı sanatçı. 1986
yılında Avusturya Yaz Akademisi bursuyla Salzburg’a gitti. Sanat yaşamında
önce çevresindeki at arabaları, satıcılar ve fotoğrafçılarla ilgilendi. Daha sonra
kır insanlarına yöneldi. Günlerce Anadolu’yu gezdi. Ve sonunda Ana Tanrıça
Kybele’yi kendisine odak noktası seçti. Böylece izleksel olarak bir yandan
Anadolu geçmişinin derinliklerinden fışkıran ana damarla birlikte bugünün
kalıcı değerlerini, sorunlarıyla birlikte yakalamaya çalıştı ve henüz
çalışmalarını bu yolda sürdürmektedir. Bunun yanısıra teknik olanakları
artırma yolunda da özgün üretimlere yöneldi. Yurt içi ve yurt dışında
çeşitli sergiler açmış ve daha önce dört ödül almış bulunan sanatçı, son
olarak Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının düzenlediği 8. Geleneksel
Atatürk Resim Yarışması’nda “Mor Bir Aydınlık ve Ana Tanrıça” adlı
yapıtıyla ödül aldı. 1972’den bu yana Balıkesir Devlet Güzel Sanatlar
Galerisi’nde görev yapmakta olan sanatçı evli ve bir çocukludur.

Soru: Genç ressamlarımızdan Figen Aydıntaşbaş, Türkiye geneli için,


“sayısal artışa karşın genel bir kalitesizlik söz konusu. Uluslararası
gelişmelerin cılız ve kişiliksiz bir takipçisi durumundayız, Çağı yaşamak
olmayınca çağa öykünmek kalıyor geriye (...) Resimde belli akımlara
bağlananlar daha kolay ve çabuk benimseniyor”, diyor ve kendisi için de
“sanatta yapmak istediklerimi gerçekleştirene dek, katılmadığım,
onaylamadığım bir gelişimin içinde olmaktansa, biraz kenarda kalmanın
keyfini ve burukluğunu yeğliyorum”, diyor. Ressamımızın tavrı kendine
güvenen kişilikli, ödünsüz bir sanatçı tavrı. Türkiye geneli için olan
düşüncelerine katılıyor musun?

Yanıt: Figen Aydıntaşbaş’a katılmamak mümkün değil. Şimdi çokluktan,


çok üretmekten yana olmak başka, çokluğun da suyunun çıkması başka. Bugün
sanatçılar arasında yapılan konuşmalar genellikle bir kaç sanatçı bir araya
geldiğinde “o onun kopyası, bu bunun kopyası. Aaa şu şundan araklamış”
tarzında. Ben resme biraz farklı yaklaşıyorum. Benim için bir çağa tanık
olmak, bir de taraf olmak söz konusu. Tanık olmak kendi arasında
kademelendirilebilir. Biz çağımıza taraf isek ona özgü sanatsal, biçimsel,
ekonomik değerleri üreteceğiz, değil mi? Bunu beceremiyorsak öykünmek
durumunda kalacağız, şimdi bizim genellikle yaptığımız da bu. Neye
öykünüyoruz? Sanatçıya, yaratımlara, sistemlere, ekonomik modellere.
Kendimize özgü evrenselliği kanıtlanmış bir sanatçı da yetiştiremiyoruz,
politikacı da, devlet adamı da yetiştiremiyoruz. Sonuçta süregelen batı
hayranlığı ortaya çıkıyor. Körü körüne taklide ve kopyalara yöneliyoruz. Bu
kesin. Peki etkilenmeyecek miyiz? Gündemdeki soru bu. Etkilenmemek
mümkün değil. Sanat da bir bütün olduğuna göre etkileneceğiz. Ama
etkilenmek, kopya etmek, aktarıcı olmak değildir yalnızca. Bizim kop-
yacılığımızın geçmişimizle de ilintisi var. Padişahlık döneminde ilk askeri
liselerden/Resim öğrensinler diye dışarıya gönderilenler akım, moda,
göstermelik ne varsa getirmişlerdir. Bizde dış sanat, dışa bağımlı bir sanat var,
bunu kimse inkar edemez. Zaten adlandırırken “Batı Sanatına Yönelik Türk
Resmi” diyoruz. Özgün yaratım yok. Türkçe sözlü hafif batı müziği gibi.
Elbette gerçekten çağdaş, çalışkan, dürüst, dinamik, kendine güvenen, çağı
değiştirmede taraflı olan bir sanatçının dünyadan habersiz olması kendi dışında
olup bitenleri yok sayması düşünülemez. Ancak olduğu gibi aktarmak
akımların, yönelişlerin buyruğuna girip ona koşut kötü kopyalar üretmek Türk
Resmine darbedir. Yalnız şu da ayrı bir gerçek, bu, eğitimle, sistemle çok
yakından ilgili. Akademik bilimsel özerkliklerin yok olduğu, insanlarımızın,
yaratıcılarımızın yok sayıldığı, düşündükleri için hapsedilen, öldürülen ortamda
biz batıdan hazır, suya sabuna dokunmayan kopyaları yutmak zorundayız.
Bunları, kopyacıları; dışarıya çıkma şansını yakalamış insanlar kolayca anlaya-
biliyor. Ülkemizde takdirle karşılanan, anlayışı göklere çıkarılan sanatçıların
dışarıda üçüncü sınıf bir ressamın kopyası olduğunu görünce tüyleriniz diken
diken oluyor. Bunun tersi de söz konusu ülkemizde. Örneğin Ergin İnan Hoca.
Çok değerli kendini yetiştirmiş, uluslararası bir düzey tutturabilmiş bir
sanatçımız. Uluslararası desen yarışmasında dünyanın en büyük ödülünü
almıştır. Siz hiç haberlerde, dergilerde, gazetelerde rastladınız mı? En büyük
kitle iletişim araçlarından televizyon, basın futbolcunun ayağı kırılsa ya da bir
aşifte ile üç gün geçirse manşet atarlar. Radyo ve televizyon haberlerinin her
gün çok anlamsız şeyleri verip de haftada en az beş gününü sporla geçiren,
sanat haberlerine üç dakikayı çok gören basın yayın ahlakı çıkar ilişkileriyle
işleyecek, kopyacıları öne getirecektir.

Ülkemizde sanat açısından göz ardı edilmemesi gereken bir damar var. İslami
inanış resim anlayışına, üç boyutlu resme “heykel anlayışına, perspektif
kurallarına ket vurmuştur ama başka bir yönde de bir filizlenme”, gelişme
oluşturmuştur. Kilim motifleri, o canım renklerin bir araya gelişleri iki
boyutlu anlatım olayıdır. Yani bugün, Dünya Resminin üzerinde durduğu
yüzey resmi, derinliksiz yani perspektif kural1arını dışlayan modern sanat
dediğiniz anlayış. Bunun öncüsü Paul Klee’dir. Bu sanatçı Arabistan’da,
Mısır’da, İran’da, Suriye’de yazı, kilim ve halı motifleri üzerine araştırmalar
yaptıktan sonra iki boyutlu resimler üretmiştir. Biz de geçmişiz karşısına “Aaa
ne kadar da bizim kilimlerimize benziyor. Vay canına herif amma da
yakalamış”, diyoruz. İşte sanatçı bunu durup dururken yaratmamış, üzerinde
yaşadığı dünyanın dünü ve bugünüyle hesaplaşarak, gezme görme araştırma
sonunda yaratmış. İşte size yaratımın birikimleri. Bizdeki resim, suret ve
heykel yasağı süslemeyle minyatürlere, halı, kilim motiflerine, taş işçiliğine
büyük açılımlar kazandırmıştır. Mezar taşlarımızın hepsi birer heykeldir,
bugün anladığımız anlamda. Kaldı ki fransız sanatçı Mathieu bir süre önce
İstanbul Müzik Festivalinin afişini yapmıştı. Bu sanatçı padişah tuğralarını
kendisine çıkış noktası olarak gördü. Tuğralardaki renkleri, biçimsel
değerleri, yüzey araştırması olaylarını. Ve bu sanatçı padişah tuğralarını,
besmeleleri öylesine güzel ve çağdaş bir plastik dille anlattı ki şimdi
onun yolunda iş üreten Türk sanatçıları vardır. Ya da Paul Klee yolunda
sanat yaptığını ileri sürenler. Neyin suyunun suyu olduğunu söylemeye
gerek yok. Bizim bir ayağı ülkesine, öbür ayağı evrensel değerlere basan
sanatçılara ihtiyacımız var. Figen Aydıntaşbaş’a gönülden katılıyorum. Tez
elden şunu bırakmak zorundayız: Ticaret anlayışıyla dışardan sanat
aktarmayı, kopyacılığı.

Sanatçı ayağını yere sağlam basmalı. Şu topraklar, şu değerler, insan


ilişkileri… Geçmiş insan kültürlerinin, birikimlerin kaynağı ne? Mağara
devrinden tutun da bugüne kadar adını sanını bilmediğimiz geçmiş
toplumlar neler üretmiş? Bugün ülkemizin zenginliği için, “Dünyanın açık
hava müzesi” deyişi kullanılıyor. Batının ya da bir çok ülkenin tarihsel
boyutunu araştırın İsa’dan önce 4-5 binli yıllara dayanır. Benim
Anadoluluk kavramım 10 binli yıllara dek uzanır. İkiye katlıyorum. İkiye
katlayan bir kültürel birikimin içinden geliyorum. Halikarnas Balıkçısı
Cevat Şakir’in anlattıklarını o zaman ütopik bulanlar bugün utanıyorlar.
Anadolu gerçek değerini lO71 Malazgirt Zaferiyle bulmaz. Biz Türküz,
geldiğimizde Anadolu bomboştu, gümbür gümbür girdik diyemeyiz. Kilim
motiflerinden tutun, 0rta Asya’dan getirdik diye öğündüğümüz
yemeklerimizden kuş adlarına değin, dere kıyısındaki otların adlarına değin
yaşam içinde yerini almış her şey Anadolu kökenine uzanıyor. İnsan iki
ayak üzerine durduğu zaman, ben insanım deyip tanrısını araştırmaya
koyulduğunda Ana Tanrıçayı ortaya çıkarmış ki bu önce Akdeniz’e, sonra da
Tacikistan’a, Hindistan’a bilmem nereye kadar kültür olarak da kült olarak
da dağılmış. Değişikliklere uğramış. Herkes kendi bünyesine göre almış.

Peki bu aşamada sanatçının ne yapması gerekir? İşin kolayına kaçmamak.


Hani diyor ya Nazım: “Abidin mutluluğun resmini yapabilir misin? Ama işin
kolayına kaçmadan”. Burası çok önemli. Kolayına kaçmak yok. Anadolu’ya
yapışmak şovenlik ya da bölgecilik değil. Bu, bütün insanlığın
aydınlanmasına neden olan bir olay ya da olaylar zinciri. Bütün bunları gerçek
boyutlarıyla, kavramlarıyla, bugüne varışlarıyla yerli yerine oturtup bir
bileşime ulaştırma konusuna sıkı sıkıya yapışmak. Bu bir yandan Anadolulu
kimliğimize, bir yandan da insan kimliğimize denk düşecektir. Yapılacak
çok şey var.

Not:
* Bu söyleşi 1990’da yapılmıştır

2. ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU İLE


YAŞAMI VE SANATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ *

Mustafa Durak
MD- Önce Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın düzenlediği 8.
Geleneksel Atatürk resim yarışmasında "Mor Bir Aydınlık ve Ana
Tanrıca" adlı yapıtının ödüle değer görülmesi nedeniyle seni kutlayarak
başlayayım söze. Bugüne değin açtığın sergiler aldığın ödüller üzerine bilgi
verir misin?

ÖY- Elbette bugüne değin kendi çabamla yurdun değişik illerinde aşağı-yukarı
20 kadar sergi açtım. Ayrıca yurtdışında iki sergi oldu. Ekrem Kahraman ve
Halim Çeliker'le birlikte Klagenfurt ve Graz’da. Ödüllere gelince iki yıl üst üste
1987 ve 1988 Tekel Resim Yarışması'nda birincilik ödülüm var. Zonguldak ili
2.lik, Kazlıçeşme yarışmasında 3.lük ve son olarak da Türkiye Petrolleri'nden bu
ödül.

MD- Türkiye'deki sergi izleyicisi ile yabancı izleyiciler arasında bir ayrım
söz konusu mu?

ÖY- Elbette yabancı izleyiciler genellikle resim kültürü üzerine bilgi ve görgü
birikimine sahip, çekinmeden düşüncelerini söyleyebiliyorlar.

MD- Türkiye koşullarında yarışmaların sanata getirisi nedir?

ÖY- En önemli yarar yaygınlaştırmak. Birçok sanatçıya kendini gösterme,


sunma olanağı tanıması. Elbette parasal yanını da gözden uzak tutmamak gerek.
Küçük de olsa sanatçıya bir katkı sağlıyor. Ne var ki ben özellikle bu
yarışmalarda jüri üyelerinin sorumluluğu konusuna değinmek istiyorum
Yarışma sonunda işte üç ya da beş ödülü verdik. Biz bunları seçtik deyip işin
içinden sıyrılmak bir yerde jüri üyelerini gökselleştirmede, sanatçılar üzerinde
despotik, baskıcı bir güç konumuna getirmektedir. Ama niçin seçtiğini niye
elediğini, sanatçının gelişimini de göz önünde bulundurarak gerekçeli raporlar
hazırlanırsa bu iki yönlü yarar sağlayacaktır. Bir: jüri üyelerini bağlayacaktır.
İki: bu metinsel birikimler gerek sanatçıların gelişimi, gerek ülkemizdeki resim
sanatının gelişmesi hatta resim eleştirisinin nesnelleşmesine katkıda
bulunabilecektir.

MD- Bu raporlarda hangi ölçütlere yer verilmeli?

ÖY- Her şeyden önce jüri üyesinin gerek yurdumuz, gerek dünya resim sanatı
ile ilgili engin bir bilgi ve gözbirikimi olmalı. Herhangi bir kopyayı, taklidi
hemen tanıyabilecek ölçüde resim izlemiş olmalı. İşte bu raporlarda tüm bunlar
açıklığa kavuşacaktır. Böylece taklide prim verme ortadan kalkacaktır.
Etkilenmelerin ölçüsü belirlenince kimlik arayışı ön plana geçecektir. Bu da
hem ressamımız, hem de resmimiz adına büyük bir kazanım olacaktır.

MD- Yani artık resim eleştirisinin izlenimcilikten kurtulup nesnel, bilimsel


düzeye oturtulmasını istiyorsun.
ÖY- Mutlaka, gerek değerlendirme, gerek ödüllendirme belirli bir düzeye
ulaşmış olmalı.

MD- Nedir bu düzey?

ÖY- Bence ahbap çavuş ilişkileri, dost, öğrenci, arkadaş yakın kayırmalar
kalkmalı. Bunlar yarışmaları sulandırıyor Bunu önlemek için jüri üyelerine
sorumluluk yüklemeli. Hazırlanacak raporlar jüriyi de ödül veren kurumu da
bağlamalı.

MD- Demek senin için her ödül almış sanatçı artık kendini kanıtlamış
sayılamaz. Peki sanatçı olmanın ölçütü ne?

ÖY- Ödüller yalnızca olumlu ya da olumsuzluklarıyla tarihsel bir kesitin


tanıklarıdırlar, ödül almak büyük bir ayrım getirmez. En azından
nesnelleşmemiş bakışların kazandırdığı ödüller. Elbet, ödül aldım diye rehavete
düşen sanatçı da çok bence. Sanatçı olmanın ölçütü içte patlayan volkandır.
Sürekli yenilik, sürekli kendini aşma, bir ayağı kendi ülkesinin sanatına bir
ayağı dünya sanatına basma isteğidir, özgün yaratım isteğidir. Hiç ödül
almamış çok değerli sanatçılar da bulunmaktadır Tersine pek çok ödül almış
ama sanatsal oluşumunu tamamlayamamış kişiler de bulunmakta. Ödül, nesnel
temellere oturtulmadan ölçüt olamaz.

MD- Genelde sanatçının yerleştiği il, ilçe, köy; durulmuş düşünülmüş bir
seçimdir ya da öyle olmalıdır, diye geçiyor insanın aklından. Senin
Balıkesir’de yaşamanın nedenleri neler? Bunun sanatına yansıyan olumlu
ya da olumsuz yönleri var mı?

ÖY- Balıkesir’de olmam önce ekonomik nedene dayanıyor. Büyük kentlerde


yaşamak daha çok kazanmayı, bir ölçüde daha çok ödün vermeyi gerektiriyor.
Örneğin atölye ve ev kiralarım yani günlük yaşamam ve sanatsal uğraşımla
ilgili ödemelerim büyük kentte olsaydım en az ikiye katlardı. Başka bir nokta
da zamanın kullanılması. Örneğin İstanbullu bir sanatçı günde üç saatini
yollarda yitirmektedir. O hengame bir iç sıkıntısı da getirmektedir. Balıkesir bu
açıdan büyük bir rahatlık sunmaktadır. İşe dönüştürülebilecek zaman
artmaktadır. Elbet ilk bakışta sanat ortamından uzakta olma burukluğu söz
konusu edilebilir. Ancak ben İstanbul’da bir çok sanatçı arkadaşın tüm
galerileri gezebildiğini sanmıyorum. Bebek’teki, Şişli’deki, Kadıköy’deki,
Bakırköy’deki galeriler… Sonuç olarak her sanatçının kendince kurduğu sınırlı
dünyaları vardır. Kendi konumuma gelince ben günübirlik İzmir’e, İstanbul’a,
Ankara’ya gidip gelebiliyorum. Balıkesir her yere yakın. Hem sonra, sanat
yapmak için sürekli belirli bir ortam içinde bulunmak, sanatçı olmak için şu
ortamda bulunmak diye bir koşul yok zaten. Bana göre benim İstanbul’um, ya
da başkentim Balıkesir’dir. Ankara, İstanbul bana göre taşradır. Asıl önemli
olan sanatçının kendini bir ilgi odağı olarak duyumsayabilmesi, üretme
gücünden bir şey yitirmeden yoluna devam edebilmesidir. Sıcak ilişkiler, sevgi
dolu ilişkiler benim başkentimde daha fazla gibi geliyor bana. Evimden,
işimden atölyeme gidinceye dek beş kişiyle on kişiyle selamlaşabilmek, onların
sevgi dolu gülümsemelerine karşılık verebilmek de sanatçıyı çeken, üretimini
kışkırtan bir etmendir. Kaldı ki evrenselliği yakalayabilen için nerede olduğu,
New York’ta olduğu, Paris’te olduğu o kadar önemli değil bence.

MD- Sanat yaşamındaki evrelerden söz eder misin?

ÖY- Her şeyden önce şunu söylemeliyim. Ben atölyeyi bir laboratuar gibi
kullandım. Üretimde bu laboratuar bilgisini hissetmek gerek. Evrelere gelince
başlangıçta sokak fotografçıları, hani üç ayaklı sehpalar, fotograf çektirenler, at
arabaları odun depoları, işçiler; çalışan, yaratan insanlar üzerine çalışmalar söz
konusuydu. Daha sonra Anadolu dönemi geliyor. Anadolu’nun geçmiş
kültürlerinden aktarılan insan. Anadolu insanı. Kırsal bölge insanı. Kır derken,
kıraç olan değil, doğaya yakın olan, yeşillik içinde olan demek istiyorum.
Yaşatan, üreten, doğurgan insan. Anadolu’da bozkıra çıktım. Gördüğüm
şişman, kanlı canlı insanlar ya da tersine kavruk, kavruk ama üreten insanlar
beni çok etkiledi. Bozkır; insanıyla, uzamıyla, derinliğiyle, uçuşuveren tüller,
yemeniler, başörtülerle çekti beni. Anadolu’ya yöneltti. Halikarnas Balıkçısı,
Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, İsmet Zeki Eyüboğlu gibi Anadolu’yu
savunan yazarları okudum. Yalnız 1071’den değil de 8-10 bin yıl önceden
gelen bir Anadolu. Ve buradaki kültürel birikimin büyük bir patlama noktası
olması gerektiğini duymaya başladım. İçimde bir alev bir pırıltı oluştu.
Gezilerim arasında gördüğüm kaba, doğurgan biçimler yumak giysiler içinde
göğüsleriyle, göbeğiyle, bohçalarıyla tam bir ana tanrıça biçimini alıyordu
gözümde. Toparlarsak başlangıçta toplumsal gerçeklere yönelik, daha sonra
Anadolu, bozkır, tahta kuşlar (adına vurulduğum bir olaydı bu “tahta kuş”.
Buradaki zıtlıkta bir imgelemin oluşması için her şey var). Bozkır insanlarına
yönelik resimler yaptım. Üçüncü evrede de ana tanrıça ve onun bugüne işleyişi
gelenek, görenek, din, inanç, tavır, davranış içinde daha evrensel bir bakış
içerisinde ele almaya çalıştım.

MD- Demek güncelden yola çıkıp doğaya, tarihin derinlerine uzandın.


Şimdi de güncelle tarihseli kaynaştırma evresindesin diyebiliriz?

ÖY- Evet

Not:
“Sanat Çevresi; sayı: 142; Ağustos 1990” içinde “Özdemir Yemenicioğlu ile
Söyleşi” başlığıyla yayımlanmıştır.
3. RESSAM ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU İLE
RESİM, RESMİN İŞLEVİ VE DEĞERİ ÜZERİNE *

Mustafa Durak
MD- Sanatın, özelde resmin işlevi konusunda, görüşlerin neler? Dışarda,
resmin işlevi, ilk çıkışından farklı bugün. Kiliselerde, dinsel resimler,
kutsal kitaptan parçalar sunarken, dinselliğin somutlaştırılması, kişilerin
imgeleminin sanatçınınkine çekilebilmesi, dine bağlı çeşitli
duygulanımları aktarabilmesi gibi yelpazelendirilebilecek işlevlere
sahiptiler ve/ya sahipler. Bizdeyse resim yasağı bu alana büyük ölçüde ket
vurmuştur. Günümüzde, Türkiye koşullarında, hoş, öbür ülkeler de
dikkate alınabilir, resmin işlevi nedir? Niçin resim yapılıyor?

Ayni soru öbür sanat dallarına da yöneltilebilir. Niçin tiyatro yapıyoruz? Niçin
sinema, niçin edebiyat yapıyoruz? Bunun tek bir yanıtı var. Sanatçı bir şeyleri
değiştirmek istiyor. Resim sanatı yalnız müze ve ev duvarlarına asılmak için
olsaydı yalın bir süs aracı olmaktan öte gidemezdi. Ancak dünyayı kendince
kavrayan sanatçı, onu değiştirmek yolunda yeni arayışlara yöneliyor. Sanatın
var olma nedenlerinden biridir dünyayı değiştirmek. İnsanı değiştirmek,
düşünce boyutunu değiştirmek, hiç değilse değişime taban hazırlamak. Sanatçı
sezgisiyle, düşüncesiyle ulaştığı gerçekleri işler. Topluma önderlik eder. Be-
ğenmediği gidişe dur der. Her dalı karşı duruşu pekiştirir. Mussolini faşizmi
ve Stalin Sanatı’nın baskıcı, tepedenci tavrı karşısında sanatçıların hayır diyen
sesleri göreli olarak etkisiz gibi görünse bile zaman içinde sonuç alınmıştır.

Yaratım nedenine geldiğimizde, mağara resimlerine değin gidiyoruz. Ava


giden ilkel insan av resmi yapıyor. Gördüğünü resimliyor her şeyden önce,
avını değişik boyutlarda resmederek onu kendi gücünün, isteminin sınırlarında
yakalıyor, onunla oynayabiliyor, başkaca resimle onu büyülüyor. Üçüncü
olarak da bu toplumsal olayın başkalarına iletilmesini, bu yolla insan gücüyle
dış dünyayı değiştirmeyi istiyor. Bu açıdan çağdaş sanatçıların yaptıkları da
bundan farklı bir şey değil.

MD- Bir de değer sorunu var.. Örneğin Rembrandt'ın yapıtlarından


bazılarının yardımcıları tarafından yapılıp Rembrandt'ça imzalanmış
olduğu ortaya çıkınca tablolar değer yitirmeğe başlamış. Ben bunu
anlamıyorum. Eğer bir yapıt değerliyse, yani kıymetliyse, onu kıymetli
yapan özellikler içkin olmalı. O yapıtın bizzat kendinde aranmalı.
İmzasında ve o imzayı atanın durumu ve konumunda değil. Bu konuda sen
ne dersin?

ÖY- İlginç bir olay bu. Kapitalizmin getirdiği bir değer anlayışı. İmzalı top,
imzalı fotoğraf vb ile özdeş. Kişinin putlaştırılması. Kapitalizmin değerler ve
kurallar dizgesi içinde işliyor. Rembrandt'ın "Gece Devriyeleri"ni ele alalım.
Bu, isterse sanatçının en başarısız öğrencisi tarafından yapılmış olsun o benim
için gerçek bir sanat yapıtıdır. Onda sağlam bir dil dizgesi vardır. O ışık
dağılımıyla, gecenin o esprisiyle, bir değerdir o resim. İmzasına bakmaya gerek
yoktur. Sanat yapıtı sanatçının elinden çıktıktan sonra artık dünyanın malıdır.
Büyük bir seçiciler kurulunun önündedir. Değerler zincirine katılır. Bunun
dışında sanatı spekülasyonlara sokmak onun işlevini saptırmaktır, sanat
ürününü kullanmaktır. Leonardo'nun Mona Lisa'sı değişik biçimlerde piyasaya
sürüldü. Çünkü tüketim ekonomisi, kapitalist anlayış bir şeyleri canlı tutmak
zorunda. Bu bağlamda başka bir soru geliyor akla, Van Gogh'un “Menekşeler”
ya da “Mor Çiçekler” adlı tablosu 42 küsur milyar liraya alıcı buldu. Oysa za-
manında sergilenmemişti, beğenilmemişti.

MD- Bu bizi resim değerlendirmelerinin yapaylığına götürüyor bir yerde.


Daha, bırakın bizde, dünyada bile resim eleştirisinin, ölçütlerinin
nesnellikten uzak olduğunu, kişilerin uzlaşımsal arz ve talepler
yarattıklarını gösteriyor.

ÖY- Elbette. Bir yapıtın sanatsal bir DEĞER olarak görülmesi güzel. Ancak
belirli kişi ve kuruluşların elinde birden yüceltiliveren, öne getirilen, sistemce
kullanılan sanatçılara tanık oluyoruz çoğunlukla. Çünkü bu oyun, kavramlara
varıncaya değin oynanmaktadır. Fikirler satın alınabilmektedir. Bence gerçek
değer zamanla yığınların seçiciliğinden geçtikten sonra dimdik ayakta kala-
bilmektir. Sansasyonel çıkış ya da öne çıkarılmalar geçicidir. Bazı
koleksiyoncu kişi ve firmalar ellerinde herhangi bir türden ya da ressamdan
resim bulundurma sevdasına, gereksinimine kapıldıklarında ya da aralarında
çıkan rekabet sonucu birbirlerinin elinde bulunanları kötülemek için yaptıkları
girişimlerle, kısaca resimler ticari bakışlar sonucu prim yapıyor ya da günlük
parasal değerlerini yitiriyorlar. Ama değer bu değil.

MD- Sen gerçek sanat yapıtlarının eninde sonunda su yüzüne


çıkarılacağına ya da resimle karşı karşıya gelenlerce anlaşılacağına
inanıyorsun.

ÖY- Ben, hep umut var olmuşumdur. Sağduyu bir noktada birleşecek. Her türlü
olumsuzluğa karşın. İnsanların geleceği daha güzel kuracaklarına inanıyorum.
Ana Tanrıça Kybele kadar engin, bereketli, güzel, bir güneş gibi kardeşliğe,
sevgiye doğacağına inanıyorum. Sınırların yıkılacağına inanıyorum… İnsanlar,
insan olmanın özgünlüğünü yaşayacaklar. Bunun için de çok çalışmaktan
yanayım, Her şeye kendimin koşması gerektiği bir ortamda yaşadığım için,
inandıklarım için. Sanatımla ilgili her şeyi kendim yapmak zorunda kalıyorum.
Sürekli kendimle bir hesaplaşma içindeyim. Sürekli çalışarak, kendimi sürekli
yıkıp yeniden yaparak, kendimi aşma çabası içinde didinip duruyorum. Zira
ben dünyada bir tarafım, tanık değil. Tanık olunca sıradan oluyor. Bugün için
dünyanın gelişiminde 1789 İhtilali gibi gördüğüm, değişimler zincirinin
başlangıcı diye yorumladığım, dünyayı sarmış olan açıklık politikasında tanık
olursam, ben yerimi almamış olurum. Ben ondan yana ya da olumlu
öğelerinden yana bir tavır koymak zorundayım sanatçı olarak. Resmi, sanatsal
bakışı, yaşam biçimine dönüştürme çabası benimki. Ama otomasyona düş-
meden.

Not:
* 1990’da yapılmış söyleşi

4. RESSAM ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU İLE


RESİM VE ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE *

Mustafa Durak
MD- Resim sanatımızın bugününe nasıl bakıyorsun?

ÖY- Resim sanatımız elbette görkemli günlerini yaşamıyor. Ama bir kıpırdanış
bir patlama da söz konusu. Bu yüzden güzel günlerin geleceğine inanıyorum.
Son on yılda hızlı bir üretim var. Bunun içinde kalıcı olabileceklerin yanı sıra
yoz olanı da, gelip geçici olanı da var. Kuşkusuz topluca baktığımızda bir
çoğalma bir artış söz konusu. Bu benim için olumlu bir nokta. Zira ben, daha
çok üretimden, çalışan ve üretenlerin sayılarının artmasından yanayım. Bir gün
Eşref Üren hoca her eline fırçayı alanın ben ressamım diye ortaya atılışından
dert yanıyordu. 0 ara ben, "- Hocam, sevindirici değil mi, daha çok kişinin
uğraşması, daha çak kişinin ilgilenmesi. Bu insana özgü şeyler daha çok
olsun ki ortalama geniş bir nehir yatağı gibi beslensin. Yırtıcı uçları, yırtıcı
kayaları, evrensele giden yaratıcı sanatçıları, yetenekleri beslesin" dedim.
Araya başka sözler karıştı. Ama hoca bana kızmıştı. Sözle dile getirmedi ama
böyle bir tavır içine girmişti, benim kişisel görüşüm daha çok alıcının, daha
çok koleksiyoncunun daha çok sanat adamının daha çok sanat yazarının,
öğrencinin, meraklının olması, bu geniş yatağı güçlendirecektir. Yetenekli
sanatçıların ortaya çıkmasına olanak sağlayacaktır. Hem sonra niye sanatla
uğraşmak isteyeni, ilgi duyanı itelim?

MD- Bir başka ressamın tablosuna nasıl baktığını anlatır mısın?

ÖY- Her şeyden önce bütün olarak ele alırım. Resim iki boyutlu bir yüzey
üzerinde boyanın, biçimin, rengin genel hatlarıyla neyi nasıl anlattığına
bakarım. Bir rengin peşine düşüp ne cici, ne ferahlatıcı resim gibi davranışlar
ortaya koymam, sanatçıyla resim arasında, izleyicisi, toplumu arasında,
sanatçıyla kendisi, bilgisi arasındaki çelişme ve çekişmelere bakarım. Böyle
yaklaşınca, benimle başka sanatçı ve resmi arasındaki yakınlaşma ya da
çatışma da gündemdedir. Bunu ben, resmin içindeki figürlerle, renklerle,
biçimlerle ileriye itici bir güç olarak görmüşümdür hep. Kütle, renk, leke,
biçim, duyarlık, izlek, konu vb’den oluşan dil dizgesi içinde sanatçıya, resme
ulaşabilmek için çabalarım, ille de bana bir destanı anlatmak ya da belirli bir
konuyu en ince ayrıntısıyla çizmek zorunda değil sanatçı. Belki yüzeyle
hesaplaşıyor. Belki derinlikle. Belki de kütlelerin birbiriyle olan ilişkisiyle.
Belki de beni zıtlığın oluşturduğu başka fantastik dünyalara çekmek istiyor.
İşte, ben resme elden geldiğince ön yargılardan arınmış, soyunmuş bir
hesaplaşmalar ağı olarak bakılmasından yanayım.

MD- Resmin dili nedir?

ÖY- Elbette güncel dilden ayrı bir olgu. Kendine özgü anlatım öğeleri olan
kavramlar bütünüdür. Böyle olunca iki temel ayrım koymak gerekiyor. Biri
genel kavramları resmin boyası, renk, biçim, istif, derinlik, hacim, çizgi, desen,
boyama, resmetme anlayışı, akımlar, izlekler, sanatın gelmiş olduğu yeni
patlamalara yandaş olmalar. Ancak sanatçı, bu genel dil dizgesinden kendi
dil dizgesini kurmak zorundadır. Oradan ayıklayıp almak, seçmek, üretmek
durumundadır. Örnekse benim resmimdeki küreler, kadın idolünün formu,
rengin sürülüşü, diagonal bir renkler dizimi, ışık patlaması, bir tül esprisi ya
da cam gibi görünen şeffaf bir leke üzerinden akma, bir delinme, bir yırtılma.
İşte bunlar benim genel dizge içinden seçmiş olduğum kendi dil dizgemin
öğeleridir. Bunlar bir araya gelince sanat yapıtının bütünlüğü ortaya sıkıyor.
Ve izleğe, estetiğe bunlarla varıyoruz. Resmi resim yapan özellik bu.

MD- Kişi o dili kendine özgü biçim ve anlatımlarla yeniden üretiyor, yeni
yorumlar katıyor. Zira dil ile resim dili arasındaki ayrım çizgiselliğe
karşılık uzamsallıktır. Resimde öğeler sınırlı da olsa bir uzama yayılmış
yeni dünyada yerlerini almışlardır. Ve bakışın hemen önündedirler. Hep
söylenegelir bu sunumun temel öğelerinden biri renktir. Renktir ama
herhangi bir tabloda kullanılmış renk ile başka tablodaki ayni rengin,
ayni tonda olsalar bile kesinlikle yerleri giderek de anlamları, etkileri
ayrı ayrıdır değil mi?

ÖY- Dizge içinde, resmin sistemi içinde diyelim kırmızı, (a) resminde
ayrıdır (b) resminde ayrı bir anlama sahiptir.

MD- Yani kırmızı ya da yeşil, resimde şu anlama gelir gibi kalıpçı bir
belirleme yapamayız.

ÖY- Kesinlikle olamaz, öyle olursa hem sanatçının hem izleyicinin


yaratıcılığını hiçlemiş oluruz. O zaman elimizde sayılı renkler vardır. O
renklerle diyeceğinizi dersiniz. Yaratıma, yoruma kapanmış olursunuz,
bakışınız sakatlanmış olur.

MD- Resim eleştirisinin bugününe nasıl bakıyorsun?

ÖY- Ülkemiz genelinde, resmin üreteni, uğraşanı, çalışanı, sanatçısı ne kadar


çok ise eleştirmeni de o derece az. Bunu söylerken sağlıklı eleştiriyi
amaçlıyorum. Yoksa bir takım hesaplaşmalar, dostluk ve çıkar için kaleme
almalar var. Ben eleştirinin kurumsallaşmasından yanayım. Ve bir ressamın
eleştirmenliğine, hele hele seçici üyeliğine karşıyım. Sanatçının bir seçiciler
kuruluna girip, öbür sanatçıları değerlendirmesi yansız olamaz. En azından
kendine yakın olandan yana olacaktır. Bunun dışında gerçek bir sanat
eleştirmeninde dünya sanatını başından bugüne ve ulaşılabilen tüm kaynaklarla
beslenmiş, ülke sanatını, insanlarını, toplumsal-parasal yapıyı, uzak
duyumsamalarını, gereksinimlerini bilen, bütünsel bakabilen kişiyi görmek
istiyorum. Bugün siyasal gelişmeler sanatı etkiliyor. Parasal gelişmeler sanatın
ta yüreğinde yatıyor. Dünya insanı ve duyarlı bir kişi olan sanatçı tüm
etkilenimlere açıktır üretimi için. Eleştirmenin de böylesine duyarlı, bir ürün
ve yaratıcısı üzerine eğildiğinin bilinci içinde olması, gerektiğinde duyarga
kesilmesi gerekir. Aksi takdirde yüzeysel yargılarda kalır eleştirmen. Yani
resmin gerisine düşer.
MD- Ve giderek sanatı, kendi kısırlığına mahkum eder. Resim eleştirmeni,
genelleştirirsek, sanat yazarı, yol göstericiliğini yitirdiğinde sanat
politikasını da etkinliğini de yitirmiş olur.

ÖY- Kendi işlevini yitirmiş olur. Ülkemizde hatır için, dostluk ya da herhangi
bir ilişki sonucu ortaya konmuş yazılar çoğunlukta. Bunlar övgü yazmaktan
ileri gitmiyor. Ya da bir iki öğüt getiriyor. Elbette eleştiri yalnızca baş yapıtları
ele almaz. Benim vurgulamak istediğim, karşı olduğum, nesnel
değerlendirmelerden uzak, ilişkilerin getirdiği ne şiş yansın ne kebap türünden
yazılar. Eleştirmenin kalemini bağlayan öznellikler. Bu da sanat eleştirisi adına
bir güdüklük yaratmaktadır.

Not:
* Bu söyleşi 1990’da yapılmıştır

5. ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU İLE


RESİMDE TASARIM SÜRECİ ÜZERİNE *

Mustafa DURAK
MD- Ben kendi payıma sanatı, bir tasarım süreci olarak görüyorum.
Elbette oluşumunda başka süreçler de devrede. Ancak günümüzde yaratıcı
bireyin ayrımını ortaya koyan bu tasarım sürecidir büyük ölçüde.
Tasarımın önemini vurgulaması açısından İstanbul Bienali'ne katılan Sol
le Witt'in Süleymaniye imaretindeki duvar resimlerini gerçekleştiren
asistanlarla Vasıf Öngören'in yaptığı söyleşi ilginçtir (Gösteri, sayı:109).
Zira resmi gerçekleştirenler bu asistanlar, tasarımlayansa Sol le Witt.
Önemli olan da bu. Elbette asistanların ya da yardımcıların katkısı,
yaptıkları da önemli ama onlarınki en azından ikincil. Asıl ile kopya gibi.
Zaten onlar da bunun ayırdında. Bu yüzden de imzayı atan Sol le Witt.
"Sistemi kuran o", öbürleri de "resmin nasıl yapılacağını" biliyorlar.
Sanatçı ile uygulayıcısı arasındaki ayrım bu. Sen bu ayrım konusunda ne
düşünüyorsun?

ÖY- Süleymaniye'deki bu uygulama, tasarım ustalığının bir kanıtı olarak


alınmalı. Batılı eski ustaların öğrencilerine yaptırıp imzaladığı tablo
örneklerinde olduğu gibi, söz konusu sanat ürünü, tasarımlayan sanatçının
özelliklerini yansıtmaktadır. Öbürleri işçiliğini yapmışlardır. Elbette tasarım,
sanat üretiminde sanatçıya imza atma yetkisini verecek kertede önemlidir.
Konuyu örneklendirmek gerekirse, Nazım, hapisane duvarlarına bir şeyleri not
ediyordu. Yazdığı belki bir sözcük, bir dizeydi, belki de bir şekil. Ama şiir
değildi. Bunlar yaratma süreci içindeki tasarımın dışa notlar vermesiydi. İşte bu
aşamada sanatçı yapıtını önce beyninde bitirmek zorunda. Geliştirmek,
olgunlaştırmak ve ortaya koymak zorunda. Ürüne dönüştürmek zorunda. Bu
süreç büyük ölçüde sanatçıyı doğacak yapıtına tutsak eder. Dış dünya ile
ilişkilerini zayıflatır. Dalgınlık, unutkanlık getirir. Sanatçı artık yapıtını
ilgilendirmeyen şeyleri görmek, duymak istemez. Dış dünyaya kapar kapılarını,
ürün, tasarım sürecinde belirir. Ne var ki işlem bitmez. Sanatçı, tasarımını ger-
çekleştirme aşamasına girdiğinde de bazı çağrışımlar, anlatımlar, imgeler
yakalar. Bunun iki yararı olur. Bir, dil açısından yapmakta olduğu çalışmaya
bazı lezzetler katar. İki, daha sonraki bir çalışmayı besler. Bu çalışmaya taban
hazırlar.

MD- Ürünün tüm süreçlerini kendi başına gerçekleştiren sanatçı bireysel


bir iş yapıyor. Ötekisinde ise küçük çapta da olsa şirketleşme söz konusu,
şirketin patronu imzayı atıyor.

ÖY- Bir ayrımla, burada patron, tasarımı yapan, gerçekten üreten bir işçidir de.

MD- Özdemir Altan'la yapılan bir söyleşide sayın Altan, her ne kadar
"sanat ne kadar saf, çocuksu ve alçak gönüllü bir eylemse galiba bir o
kadar da üstün bir organizasyon yeteneğinin ürünüdür" diyorsa da bu
organizasyon yeteneğini resmin gerçekleşme sürecinde "geride duran bir
muhakeme" belirli bir birikime ulaşmış sanatçı "muhakemesi" olarak
görmektedir. Zira "çocukluğumdan beri çalışırken, ikide bir fırçayı
kaybederdim. Şimdi bu dalgınlık kurgu ciddiyetini bozmadan çok işime"
yarıyor. Örneğin hazırladığım rengin nereye konacağını unutup sonra her
hangi bir tercih edilmemiş yere koyuyorum. Bu çok hızlı uygulanmış
ayrıntılar istenmeden olmuş raslantısal bir araya gelmeler"’den söz
ediyor (Gösteri, sayı: l08). Bu durumda, sanatçının tasarım ve raslantı
gibi iki ayrı kutupsal süreç arasında gidip geldiği söylenebilir. Senin
yaratım sürecin bu çizgi üzerinde nerelerde?

ÖY- İster tasarım, ister işçilik sürecinde olsun raslantıyı göz ardı edemeyiz.
Ama salt raslantısallığın peşine takılamayız. Uyumsuzluklar arayamayız, Ö.
Altan öyle diyecektir: uyumsuzlukların uyumunu arıyorum. Raslantısalları
birleştirme aşamasında bile sanatçının tasarım sürecini yaşaması, hesaplaşması
söz konusudur. Zıtlıkları arayan da raslantısalın ardındaki de, bunları kendince
bir bileşime sokarken bu süreci yaşamak zorundadır.

MD- Resmin tasarımında bir makro, bir de mikro düzey vardır. Birinde
genel hatlarıyla, kabaca resmi düşüneceksiniz, diğerinde ise ayrıntılar yer
alacak. Ayrıntı düzeyinde her beneğin, her küçük noktanın nereye
yerleştirileceğinin de tasarlanması gerekir (mi?). Şimdi sorun şu: bir
sanatçı yapıtını nereye değin tasarımlıyor, nereden sonra raslantıya,
birikimine bırakıyor?

ÖY- En küçük noktaya değin tasarımlanmış eskize karşıyım. Ben taslağımı


kurguladıktan sonra onu belirli boyutlarda gerçekleştirmeye geçtiğimde bir
otomasyona, akılcı, kuralcı davranış içine giriyorum. Coşkudan uzak, dengeci
hissediyorum kendimi. Benim kesinlikle ayrıntılı bir taslağım olmamıştır,
olamaz. İstemiyorum çünkü.. Zira sanat yapıtı yalnızca tasarım değil. Ben onu
uygularken yeniden yaratıyorum. Bu gerçekleştirmede bir yığın kaygım,
sevincim birlikte dalıyor yapıta. Her şeyiyle beni temsil eden bir ürün çıkıyor
ortaya. Yoksa işçilik aşaması sanatçıyı bir yılgınlığa götürür. Bir ölçüde
sanatından uzaklaştırabilir diye düşünüyorum. Tasarım, konusal olarak neyi,
niçin, nasıl anlatıyorum sorunsalını kapsamalı. Biçim dilimin, renklerimin
bununla ilişkisi. Resim yapmaya 20-30 tuvalle başlarım. Ama tasarım beyinde
canlandıktan sonra coşkunluğumu da yaşamak istiyorum. Bir rengin, bir
noktanın peşinden koştuğum oluyor. Artık ben sanatın enginliklerinde dolu
dizgin at koşturuyorum. Bir lekenin peşine takılıp bulutların üzerinde uçtuğum
oluyor. Ya da kırlarda gezer, denizlerde yüzer buluyorum kendimi. Böylece
akılla coşkunluğu birleştiriyor. Birlikte ele alıyor, birlikte yaşıyorum.

MD- Demek sen gerçekleştirme sürecine de sahip çıkıp kimselere


bırakmak istemiyorsun. Sol le Witt'ten ayrı düşünüyorsun.

ÖY- Evet ama ona katılıyorum, katılmıyorum ayrımı yapmıyorum, O, bir


tasarımcıdır. O ayrı bir olay. Ben iki süreci de yaşamaktan haz alıyorum. Bazan
dizginler aklımın elinde bazan da duygularımın.
MD- Bence yaşam bu. Eski batılı ustaların sorununa döndüğümüzde olay
ayrımlaşıyor.

ÖY- Evet, ama Sol le Witt konusunda dediğim gibi sanatı, sanatçıları
bağlamaz, eski ustaların yaptığı yanlıştır diye bir kural getirilemeyeceği gibi
doğrudur diye de bir kesinlemeye gidilemez. Ama ben hem tasarım hem de
gerçekleştirim süreçleri tek sanatçıdan geçmiş yapıtları seviyorum.

MD- Sence yaratıcılığı etkileyen etmenler neler?

ÖY- Olumlu olumsuz her şey etkiler yaratıcılığı. Yaşamın kendisi etkiler
sanatçıyı. Örneğin şu kilim deseninde çok şeyler buluyorum. Ana Tanrıça bana
bakıyor oradan. Bunlar "eli belinde” motifleri ama benim birikimimle yeniden
biçimlendi. Tarihsel, ekinsel kanaldan geçerek yorumlandı.

MD- Sol le Witt örneğine dönersek, diyelim ki bu sanatçı çok iyi tasarımcı,
kafasında belirli bir ürünü tasarlama yetisine sahip ama gerçekleştirmede
beceriksiz, yeteneksiz... Olur mu böylesi?

ÖY- Gerçek sanatçı, yaratıcı üç temele dayanmalı! Bilek, yürek, beyin.


Bunlardan biri eksik olduğunda güdüklük çıkar ortaya.

MD- Ama ortaklaşa yapımda böyle bir durum oluşacak. Belki de


sanatçılar kendi aralarında ayrıntılarda çalışa çalışa bazı yetilerini
yitiriecekler. Uzmanlaşmanın böyle bir sakıncası hep vardır. Bireysellik
ve iş bölümü.

ÖY- Ben yine de bireysellikten yanayım. Süleymaniye örneği asistanların


yaratıcılığını, kişiliklerini yok sayıyor. İnsan olarak yok sayıyor. Yalnızca
onları uygulamacı düzeyinde tutuyor. Güzel bir kadının yalnızca gözlerini
çıkarıp cebinize koyamazsınız. O kadın gözleriyle güzelse, beyniyle de güzel.
Varoluşuyla, etiyle, kanıyla, canıyla. Size, bana yalnızca sizin beyniniz gerekli,
dersem, ben sizin her şeyinizi yok saymış olurum.

MD- Burada, daha önce belirtilen, “bir sanat ürünü üretildikten sonra
artık sanatçının değil, herkesindir” yargısı ile çelişmiyor muyuz?

ÖY- Bence çelişmiyoruz. Sanat eseri hiç kimseyi yok saymıyor ki. Mülkiyeti
açısından ya da dedikleri açısından artık malolmak diye bir şey var. Oraya
malolmuştur. Nereye? insanlığa malolmuştur. Ama o yine Picasso'nun elinden
Picasso fırçasıyla vardır. İnsana değer veren insan değerleri olarak.

Not: * Bu söyleşi 1990’da yapılmıştır

You might also like