You are on page 1of 38

1

Sosyoloji Ders Notları İşletme Bölümü


Burhan Baloğlu

Toplumsal yaşam bir bulmacadır ve sosyologlar toplumu anlamaya çalışırlar. Toplum


yapısı çeşitli türden grupları ve bu grupların organizasyonunu içerir. Sosyolojik açıdan toplum
en büyük, en karmaşık ve en gelişmiş sosyal gruptur. Toplumu bir tür gruplar ağı veya
organizasyonu şeklinde ele almak olanaklıdır. Coser’e göre toplum, örgütlü insan grupları
arasındaki etkileşim kalıplarına verdiğimiz bir isimdir. Gruplar içinde ve gruplar arasındaki
etkileşimin örüntülenmesi veya kalıplaşması toplumsal yaşamın düzenliliğini işaret eder.
Oldukça karmaşık toplumlar da bile sosyal yaşamın dikkatli bir gözlemi, toplumsal yaşamda
kaos ve kargaşa yerine düzenliliğin olduğunu ortaya koyar. Sözgelimi sabahleyin evimizden
ayrılıp işimize giderken genellikle içinde yaşadığımız sosyal dünyanın dünkü gibi olacağını
umarız veya böyle bir beklenti içinde yaşarız. Bu düşünüş toplumsal yaşamın öngörülebilirliğini
de ifade eder. Ancak, sosyal yaşamın bu düzenli yapısı onun şaşırtma, uyumsuzluk, gerilim ve
sosyal gruplar arasındaki çeşitli türden anlaşmazlıkları içermemesi anlamına gelmez. Sosyal
yaşam bu ve benzeri süreçleri de içermesine rağmen tüm bu süreç ve oluşumlar belirli kural, ilke
ve kalıplarla ortaya konur.

Bazı Temel Sosyoloji Kavramları


Kültür ve toplum kavramları sosyolojide en sık kullanılan kavramlar arasındadır. Bazı
sosyologlar kültürü belli bir toplumu başka bir toplumdan ayıran yaşama şekli olarak tarif
etmektedir.
Genellikle sanat, edebiyat, müzik ve resim gibi konularla eşdeğer olduğunu düşünürüz.
Sosyologlar ise bu terimi bir toplumun üyelerinin ya da toplumdaki grupların yaşam biçimlerine
göndermede bulunur. Kültür, bir toplumun örf ve adetlerini, dilini, inançlarını ve dinsel
törenleri, gelenekleri, destanlar, nasıl giyindiklerini, evlilik geleneklerini, aile yaşamlarını,
çalışma kalıplarını, zihniyetlerini ve boş zaman etkinliklerini içermektedir.
Kültür, aynı birikimi ve geleneği paylaşan insanların çocuklarına ve yeni nesillere
aktardıkları bir grup öğrenilmiş davranışlar bütünüdür. Hiçbir kültür toplumlar olmadan var
olamaz. Ne ki, aynı biçimde, hiç bir toplum da kültür olmadan var olamaz.
Kültürün doğuştan değil, ama eğitim ve öğretim ile kazanıldığını söyleyen Malinowski, bir
zenci çocuk yaşadığı sosyal çevresinden alınarak Fransa'ya götürüldüğü takdirde, kendi
ülkesinde, haşin tabiat ve ormanlar arasında alacağı şekilden çok farklı bir kişilik kazanacaktır.
Farklı bir dil, değişik inanç ve gelenekler, değer hükümleri ile farklı sosyal bütünün,
organizasyonun ortak kültürünü taşıyacak hale gelen çocuk, artık, geldiği yerden çok farklı bir
takım özelliklere sahiptir.
Kültürün saklanması ve kazanılması biyolojik olmayıp sosyal bir süreçtir. Bu özelliği
dolayısıyla kültüre toplumsal miras da denilmektedir.
Günlük dilde genellikle sanat, edebiyat, müzik ve resim gibi yüce değerler ile eş değer
kabul edilen kültür ile sosyolojideki kullanım arasında fark vardır. Sosyologlar bu terimi
kullandıklarında terim çok daha fazlasını içerir.
Kültür, "yaşama tarzı" veya "sosyal akrabalık bağı"dır. İnsanların nasıl giyindikleri, aile
yaşamları, evlilik gelenekleri, dinsel törenleri, çalışma koşulları, boş zamanlarını etkinliklerini
içermektedir. Kültür, kavramsal olarak toplumdan ayırt edilebilirse de bu iki kavram arasında
yakın bağlar vardır. Birçok sosyolog sonradan öğrenme yoluyla kazanılmayan davranışları
2

kültürün dışında bırakmıştır. Bazı sosyologlar kültürü belli bir toplumu başka bir toplumdan
ayıran yaşama şekli olarak tarif etmektedirler. Yine bunlara göre, kültür bireysel olmaktan çok
sosyal değerler ve davranış sistemidir.
Her kültürün kendi davranış kalıpları bulunur. Genellikle batı toplumlarındaki insanların
normal kabul ettikleri diğer toplumlarda yanlış olarak algılanabilir. Hindular inek eti yemez
ama domuz eti yer, buna karşılık İslam dininde de domuz eti yenmez. Kedi ve köpek yavruları da
yenmez. Milletler arasında görülen bu farklılıklar sanayileşmeyle beraber aynı ülke içinde de alt
kültür diyeceğimiz farklılıkları da içerir.
Kültür insanın fizyolojik ve içgüdü hayatıyla ilgisi olmayan organizma üstü bir olaydır.
Kültürün muhafazası ortak bir dilin varlığı ile mümkündür. Kültür tarihi bir birikimdir. Ait
olduğu toplumun geleceğini muhafaza etmek için kendi özelliklerin korumak zorundadır. Kültür
bir toplumun bütün ideallerinin ve sosyal kişiliğinin bir sembolüdür.
Kültürde değerlerin muhafazası ve korunması ne kadar hayati bir öneme sahip ise gerekli
değişme olgusu da o derece önemlidir. Kültür değerleri dogmatik olmayıp çağın ihtiyaçlarına
göre özünü bozmadan değişmek zorundadır. Her kültür, içindeki bütün unsurların, parçaların
oluşturduğu organik bir bütündür. Kültürün bütünü unsurlarının tek tek toplamlarından da farklı
ve daha büyük bir sentezdir. Kültürün iki temel fonksiyonu vardır. Bunlardan birisi, koruyuculuk
(muhafazakârlık) diğeri ise gelişme ve yenilemedir. Aslında, bunlar iç içedir ve birbirini
tamamlarlar. Her toplumda gerçekleştirilen değişikliklerin kökleşmesi, yaşaması ve gelişmesi
gerekir. Bu bakımdan, sürekli değişiklik düzensizliğin ve istikrarsızlığın adıdır.
Kültür, bir insan topluluğunun sadece belirli bir dönemiyle sınırlandırılmaz. İnsan
topluluğunun varlığı ile birlikte sürer. Bu insan topluluğu siyası bağımsızlığını kaybetse dahi,
kültürel varlığı devam edebilir. Eğer kültür yaratıcı ve zengin ise yabancılaşma süreci içine
girmemiş ise ileride tekrar bağımsızlığını sağlayabilir.
Kültür, maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Manevi kültüre sadece kültür,
maddi kültüre ise medeniyet de denmektedir. Maddi kültür, teknik, araç ve gereç, makine, üretim
araçları ile maddi yapılardır. Maddi kültür, manevi kültürün dışlaşmış şeklidir. Bir sanat
eserinde ve mimari tarzında bu kolaylıkla görülür. İnsan zihninde, kültürel çevrenin yardımıyla
tasarlananların maddi taşıyıcılarda objektifleşerek belirlemesi bir dışlaşmadır.

Manevi kültür de inançlar, değerler, semboller, normlar şeklinde tasnif edilebilir. Normlar
da folklor, örf ve adetler şeklinde ele alınabilir.

Bir milleti diğer bir milletten ayırt edebilme imkânı veren örf ve adetler, kolektif
davranışlar, değer hükümleri, ahlak anlayışı, sosyal normlar ve zihniyet değişikliğidir. Bir
televizyon vericisi maddi bir kültür unsurudur. Ama o vericiden yayınlanan programlar manevi
kültürü (milli kültürü) yansıtabilir. Kültürün manevi çehresi daha karmaşık ve soyuttur. Maddi
kültür, kültürün manevi yüzüne göre daha çabuk değişebilir. Araç, gereç ve kılık kıyafet çabuk
değişir.

Manevi kültürlerini koruyan, geliştiren ve canlılığını muhafaza eden milletlerin maddi


kültürde de gelişme sağlamaları normaldir. Medeniyetin ve maddi kültürün alıcısı durumunda
olan milletlerin kültürü, yeteri derecede güçlü ve yaratıcı ise yabancı maddi kültür unsurlarını
bir hammadde gibi işleyebilir.
Maddi kültür beynelmilel olduğu için bütün insanlığın emrindedir ve işlenebilir.
Değişik kültürlerde farklı davranış biçimleri benimsenmiştir. Bir toplumda insanların
'olağan' diye gördükleri, bir başka toplumda ‘olağan dışı’ görülmektedir. Örneğin, istiridye,
domuz, inek, kedi ve köpek etlerinin tüketilmesi toplumlara göre değişmektedir.
Alt kültür; Belirli bir yaşama tarzının zenginliklerini meydana getiren, ana hakim kültür
kalıbından yörelere göre değişen sosyal bir yaşam şeklidir. Alt kültür derece farkıyla değil
3

mahiyet farkıyla ölçülür.


Popülist kültür; Bir çok kişi tarafından sevilen veya seçilen anlamına gelir.. Kitle
kültüründen oluşmaz. Halk ve nüfusun büyük çoğunluğu terimlerini içine aldığı için, belli bir
grubun ürünü değildir; popülerdir, herkesin olmasa bile hemen herkesindir. Geniş folklorcuğun
reddidir. Nüfusun büyük çoğunluğu için veya nüfusun büyük çoğunluğu tarafından üretilen
kültürel fenomendir. Bu iki faktör genellikle karşılıklı etkileşim içindedir.
Karşıt kültür; Bir toplumda bazı durumlarda belirli gruplar, sadece toplu yaşam tarzına
sahip değil, toplumun gurur duyduğu bir çok değere karşı olabilirler. Bu tamamen zıt değer
hükümleri ve inançlardan, davranış şekillerinden kaynaklanır. Mesela, 1960'larda ve 1970 baş-
larının Amerikan toplumundaki bireycilik, rekabet ve materyalizme karşı bir başkaldırı şeklinde
gelişen 'hippilik hareketi’’ Almanya'da yeni Neo Nazi hareketi, Mısır'da "Müslüman Kardeşler
Teşkilatı" ABD' de "Ku Klux Klan" grupları buna örnek verilebilir.
Kültürel relativizm; Kültürün değer yargılarına göre açıklanması.
Etnosantirizm; Kültürel taassup yada etnik merkezli bakış açısıdır.
Kültürel Gecikme; Eğer bir toplumda maddi kültür unsurları; zihniyet ve düşünce sistemi
gibi manevi kültür unsurlarından daha hızlı gelişiyor ve değişiyorsa ortaya çıkan boşluğa
kültürel gecikme denir.
Kültürleme; Sosyal bilimlerde sosyalizasyon ve eğitim karşılığı olarak da kullanılır. Bir
kültürün, başka kültürlerle etkileşimi sonucu, o kültürün bazı öğelerini benimsenerek değişmeye
uğramasıdır. Bu değişmeler hem maddi hem de manevi alanda olabilir.
Kültürleşme; Bir grubun ya da kişinin kültürünün bir başka grup ya da kişinin kültürüyle
karşılıklı etkileşim sonucunda değişmesidir. Kültürleşme, kültürel öğelerin karşılıklı alışverişini
gerekli kılar. Farklı kültürlerin birbirini etkilemesidir. Asimilasyondan farklıdır. Asimilasyonda
kültürel farklılıklar tamamen yok edilir. Bir kültür başka bir kültür içerisinde erir.
Kültür şoku; Bir topluma ait olmayan değer hükümlerinin, normların ve kavramların diğer
toplum üyelerine zorla veya zor kullanılmaksızın aktarıldığında, aktarılan toplumun birey ve
sosyal gruplarında görülen belirsizlik, kararsızlıktır.
Kitle Kültürü; kitle sanayi üretim teknikleri tarafından üretilen ve kar için tüketici
kitlelerine pazarlanan popüler kültür olduğu söylenebilir. Kısaca kitle pazarı için kitle
üretimi.Global dünyada kitle pazarında ve kitle üretiminde yer alamayan kültürlere çok az yer
vardır. Kitle kültürünü standartlaşmış mal ve hizmetler ile bunlara bağlı olan kültürel tecrübeler
ve homojen kültürel ürünler oluşturur. Kitle kültürü; folklor, işçi sınıfı kültürü ve alt grupların
kültürü ile şaşırtıcı şekilde çakışır. Göreceli olarak nüfusun büyük çoğunluğunu çekmek için
dizayn edilmiştir.
Sosyal Olay ve Sosyal Olgu: Sosyal olay sosyolojinin ilgi alanına giren temel unsurlardan
birisidir. Sosyolojiyle ilgilenen her düşünür sosyal olaya bir açıklık getirmeye çalışmaktan
kaçınamamıştır. Toplumda insanlar arası ilişkilerden doğan bir defa olup biten sosyal oluşuma
sosyal olay denir. Sosyal oluşum, zaman süresince insanların oluşturduğu toplumla ilgili sosyal
değişimdir. Sözgelimi, belirli bir tarihte yapılan genel nüfus sayımı, Roma İmparatorluğunun
çöküşü gibi.
Nitekim, bunlardan birisi de E. Durkheim'dir. Ona göre, her sosyal düzen içinde yaşayan
bireylerin karşısına sosyal olay, onların dışında ve tamamıyla bağımsız bir objektif varlık olarak
çıkmaktadır. Sosyal olayı bireysel görüşle veya bireysel şuurla açıklamak mümkün değildir.
Bireysel şuurların dışında kolektif şuur ile sosyal olaylar açıklanabilir. Bir sosyal olayın sebebi
yine başka bir sosyal olaydır. Sosyal olaylar bireysel şuurun dışında ve üstündedir. Bir sosyal
olay ancak başka bir sosyal olayla açıklanabilir. Sosyal olay Durkheim'e göre kolektif şuurun
eseri olarak bireylere sadece bireysel şuurların dışında etki yapmakla da kalmamakta, aynı
zamanda, bireysel şuurların dışında etki yapmakla da kalmamakta, aynı zamanda, bireysel
şuurlar üzerinde zorlayıcı ve yönetici bir özellik taşımaktadır. Bireyler, bir sosyal olayı kabul
veya reddederken kendi iradeleriyle ve muhakemeleriyle de hareket etmemektedirler. Birey
4

belirli bir davranışta bulunurken bunun doğru veya yanlış olduğunu düşünmeye gerek
görmemektedir. Zorlayıcılık öyle bir nitelik taşır.
Durkheim'e göre ise taklit toplumu değil, toplum taklidi açıklar. Sosyal olayın genel
niteliği de yeterli değildir. Bir olayın genel oluşu, onun için sosyal bir karaktere sahip olması
için yeterli bir ölçü değildir. Büyük oranda yaygın ve genel nitelikli nice olay vardır ki, bunlar
sosyal değildir. Mesela, insanın fizyolojik hayatı ile ilgili olarak yemek yemesi gibi... yemek
yeme tarzı belirli adetlere ve şekillere göre yerine getiriliyor ve bireyler kolektif şuurdaki bu
zorlamayı duyarak belirli davranış belirli davranış şekilleri gösteriyorlarsa, bu takdirde olay
sosyal bir olaydır. Mesela, evlenmeler sosyal bir olaydır. Çünkü bu sosyal olay yazılı veya
yazısız hukuka (örf ve adet) göre yerine getirilmekte, belirli şekil şartlarına uyulmaktadır.
Sosyal olay üzerinde durduktan sonra, çoğu kere sosyal olay ile karıştırılan sosyal olguyu
(vakıa'yı) ele alalım. Sosyal olgu sosyal olaydan farklı bir durumdur. Sosyal olayın başlayış ve
bitiş süresi ve yeri az çok belli olmasına karşılık, sosyal olgunun başlangıç ve bitiş süresi ve
nerede bitebileceği kesin olarak belirlenemez. Sosyal, olgu bir süreç içinde ve hatta bu sürecin
farklı merhalelerinde görülen bir gelişmedir. Sosyal olgu sosyal olaya göre daha çok süreklidir
ve belirli bir gelişmedir. Sosyal olgu sosyal olaya göre daha çok süreklidir ve belirli bir süreç
içinde ortaya çıktığı gibi, bunun ne zaman sona ereceği hakkında kesin bir şey söylenemez. Bir
örnekler vermek gerekirse, tarihle ilgili olarak İstanbul'un fethi, Fransız ihtilali olay, fetih ve ih-
tilal ise olgudur, ülkemizde sanayileşme-şehirleşme meselesi bir olay değil, fakat bir olgudur.
Türkiye'nin sanayileşmesi ve buna paralel olarak şehirleşmenin ortaya çıkabilmesi, dönemler
itibariyle farklı ve fakat birbirine bağlı ve yakından ilişkili gelişmeleri ortaya koymaktadır.
Başka bir örnek üzerinde durursak, mesela Türkiye'de nüfusun meslek deki mevki i bakımın· dan
yapısı .incelendiğinde, özellikle şehirli niteliği taşıyan nüfusun artışın, uygun olarak, meslekteki
mevkii bakımından ücretli grubunun nispi olarak arttığı, buna karşılık yardımcı aile efradına
girenlerin oranında ise düşme ortaya çıkmaktadır. Tarım faaliyetlerinin yoğun olarak görüldüğü
kır bölge lerinde yardımcı aile efradını meydana getirenlerin oranı, tarım dışı faaliyetlerin
artışına ve şehirleşmeye paralel olarak azalmaktadır. Görüldüğü gibi, sürekli olarak ortaya
çıkan ve kendi içinde de ayrı özellikler göstere birbirini tamamlayan olaylar dizisi bir süreci
ortaya çıkarmaktadır. Her örnek de sosyal olguya ait birer misaldir ve sosyal olguya açıklık
getirmek tedir.
Sosyal olay başlama ve bitiş noktaları belirli olan ve toplum içinde de dana gelen, birden
fazla bireysel veya onların ilgilerini çeken bir oluştur. Sosyal hayatta farklı nitelikli gibi görülen
olayların temel niteliği onların sos)' olmalarıdır. Hukuki, dini veya ekonomik yanı ağır basan
herhangi bir ol; aynı zamanda sosyal bir olaydır. Bireyler veya sosyal gruplar arasında görül,
bir olay her şey den önce birbirlerinin varlığından haberdar olmalarının sonucudur. Olay ister
dini, ister hukuki veya ekonomik olsun, ona taraf olanların dışında etkiler yaratmaktadır.
Örf ve Adet: Adetler, halk tarafından alışılmış ve yaygın olarak uygulanan davranış
şekilleridir. Bunlar sosyal bakımdan kabul gören ve yerleşmiş hareket tarzlarıdır. İnsan sosyal
bir yaratık olduğu için adetlere genellikle farkına varmadan uyar. Bir günde birçok âdete
uyarken, her birinde kendi iradesini çoğu kere kullanamaz. Adetler bir toplumda bölgeden
bölgeye de değişebilirler. Nitekim Türkiye’nin farklı yörelerinde farklı evlenme adetleri
bulunmaktadır. Yaygın bir adet olarak birbirini tanımayan insanların karşılaştıklarında
selamlaşabilmeleri; selamlaşmada statü ve meslekteki mevkiinin esas alınmaması toplumumuza
has güzel bir adettir. Eve ayakkabı ile girme âdeti de yine yaygın adetlerimizden biridir.
Adet kelimesi çoğu kere örf ile eşanlamlı olarak da kullanılır. Ancak, âdetin örf olabilmesi
için, yaptırıcı gücü bulunması gerekir. Bu yaptırıcı güç, kanun kuvvetinde de olabilir veya örf
kanunun yerini alabilir. Halkın adetlerine doğru veya yanlış ölçüleri ilave edildiği zaman,
bunlar örf haline gelmektedir. Mesela, bir vasıtada seyahat ederken yaşlı, sakatlara ve
çocuklulara yer vermek bir örftür. Bir camiye girerken ayakkabımızı çıkarmak da aynı şekilde
örftür. Yemek yemek tarzı ve çeşitleri birer adettir. Kırsal kesimlerde çocukların ve gençlerin
5

eğlenirlerken güreş tutmaları bir adet iken, bunun yerini futbol oynamak almıştır denebilir.
Örf ve adetler sosyal ilişkileri düzenleyen normlardır. Örf ve adetsiz bir toplum
düşünülemez. Bazen siyasi rejimlere rağmen örf ve adetler yaşar ve yaşatılır. Örf ve adetlerden
bazıları bir toplumda yazılı hukuk kapsamı içine alınabilir. Bir kısmı ise yazısız hukuk içinde
görev yerine getirirler.
Örf ve adetler toplumun işleyen çarkı içinde onun iskeletini teşkil ederler. Bunlar
olmaksızın insanlar bir arada ve düzenli bir hayat süremezler. Toplumun asıl özelliği
hareketlilik ve değişme kadar istikrar ve düzeni sağlamaktır. Toplum değişen bazı şartlar
karşısında kendini değiştirmek zorunda kaldığı için değişebilir.
Ancak, değişme kadar istikrar ve düzen de aranır. Hiçbir sistem ve rejim düzensizliğe fazla
müsaade etmez. Toplumun gayesi ayakta kalmak, milli ve manevi özelliklerini sosyal kimliğini
kaybetmemektir.
Toplum hayatında sosyal ilişkileri düzenleyen, bir toplumdan diğerine göre farklı
özellikler taşıyan örf ve' adetlerin hepsini aynı değerde görmek de mümkün değildir. Sosyal
hayata uyum sağlamamızda bize yardımcı olan adetlerimiz içinde olumsuz sonuçlar doğuran
bazıları hala bulunmaktadır. Sözgelimi son yıllarda azalmasına rağmen, kır yörelerinde görülen
"kumalık" ve "kan davaları" dır.
Sosyal norm: Toplum üyelerine belirli olaylar karşısında belirli tarzda davranmaya
zorlayan sözlü ve yazılı kurallardır. Yasalara, Atatürk, Bayrağa, İstiklal Marşımız çalınırken,
saygılı olmak gibi. Normlar, her zaman toplumdaki örf ve adetlere göre şekillenmeyebilir. Öyle
normlar yerleşebilir ki örf ve adetlerin dışında, hatta onlara ters de gelebilir.
Sosyal Rol: Belirli bir statüdeki insandan beklenen davranış ve görevlerdir Toplumda
bireylerin bulundukları sosyal mevkii ile (statü) gelen ve elde edilen hak ve ödevlerdir. Mesela,
bir genel müdürün, bir rektörün, bir babanın oynadığı roller örneğinde olduğu gibi. Aslında,
toplum farklı rolleri oynayan oyuncular tarafından meydana getirilir. Topluma ait olan kültür
piyesin kendisidir ve burada kişiler de rollerini oynar.
Sosyal Statü: Bireylerin ve sosyal grupların toplum içindeki mevkileri ve yerleridir. Bu
mevkii zamanla toplumun tabakalaşma piramidinde aşağı veya yukarı doğru hareketlilik
gösterebilir. Doğuştan itibaren bir kimsenin statüsünün değişmeyeceğini ileri sürebilmek bir
ütopyadır. Sosyal statü doğuştan elde edilen ve kazanılan statü olmak üzere ikiye ayrılır.
Doğuştan elde edilen statüler kast örneğin Hindistan gibi toplumlarında geçerlidir. Özellikle
XX. Yüzyılın en önemli sosyal değişmelerinden birisi eğitim yoluyla yukarı doğru sosyal
hareketlilik ve kazanılan statüdür. Bir zamanlar içinde bulunulan sosyal tabaka bizzat mesleği
tayin ederken, yüzyılımızda eğitim-meslek-statü süreci sonunda elde edilen meslek ve dolayısıyla
kazanılan statü kişinin tabakalaşmadaki yerini tayin eder olmuştur. Çağımızın yine önemli
değişmelerinden biri de, statüde "kazanılan statü"nün ön plana çıkmasıdır. Her ne kadar zaman
zaman ve yer yer doğuştan elde edilen statü izlerine rastlanmamakta ise de, günümüzde asıl
önemlisi kazanılan statüdür. Sporcuların da statü ediniminde avantajları hem eski komünist
toplumlarda hem de günümüz de geçerlidir.
Diğer yanda birey toplum içinde birden fazla statüyü taşıyabilir. Sözgelimi, birey, hem bir
turist rehberi hem bir baba hem de bir dernek başkanı olabilir.
Karl Marx’ın Kuramı
Marx için sınıf, üretim araçları –insanların yaşamlarını kazanmak için kullandıkları
araçlar- ile ortak bir ilişki içerisinde bulunan insanların oluşturduğu bir gruptur. Sanayinin
gelişmesinden önce, üretim araçları esas olarak toprak ve tahıl yetiştirmek ya da hayvan
beslemek için kullanılan araçlardı. Dolayısıyla sanayi öncesi toplumlarda, iki ana sınıf, toprağa
sahip olanlarla (aristokratlar, soylu toprak sahipleri ya da köle sahipleri) ile toprak üzerinde
üretim, gerçekleştirenler (serfler, köleler ve özgür köylüler) idi. Sanayi toplumlarında
fabrikalar, bürolar, makineler ve bunları satın almak için gereken servet ya da sermaye daha
önemli hale gelir. Buradaki iki ana sınıf
6

1.Yeni üretim araçlarına sahip olanlar (sanayiciler ya da kapitalistler)


2.Yaşamlarını onlara emek güçlerini satarak kazananlar (işçi sınıfı ya da Marx’ın
benimsediği bir kavram olarak proleterya)

Marx’a göre, sınıflar arasındaki ilişkiler sömürüye dayanan bir ilişkidir. Feodal
toplumlarda sömürü genellikle, üretimin köylülerin aristokrasiye doğrudan aktarılması
biçiminde olur. Serfler ya üretimlerinin belirli bir bölümünü aristokrat efendilerine vermek ya
da her ay belirli günlerde lordun tarlasında, lord için çalışmak zorundadır. Kapitalist
toplumlarda, sömürünün kaynağı daha az açıktır. Marx, işçilerin bir iş günü boyunca,
işverenlerin onların ücretlerini ödemesi için gereken miktardan daha fazla üretim yaptığını
belirtir. Kapitalistlerin kendi kullanımları için alıkoydukları bu artık değer karın kaynağıdır.
Sözgelimi, bir elbise fabrikasındaki bir grup işçi, günde yüz elbise üretebiliyor olsun. Bu
elbiselerin yarısını satmak, üretici için işçilerin ücretlerini ödemesine yetecek kadar gelir
getirmektedir. Geri kalan elbiselerin satışından elde edilen gelir, kar olarak ayrılır.

Marx’ın kuramında toplumda iki ana sınıf, üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar
olsa da, kendisi gerçek dünyadaki sınıf sisteminin bu modelde öngörüldüğünden çok daha
karmaşık olduğunun farkındadır. Bu iki ana sınıfa ek olarak, Marx’ın kimi zaman geçici sınıflar
dediği sınıflar da vardır. Bunlar çağdaş toplumlardaki köylüler gibi daha önceki üretim sistemi
biçiminden artakalan sınıf gruplarıdır.
Marx aynı zamanda, sınıfların içinde ortaya çıkan bölünmelere de dikkat çekmektedir.
Buna ilişkin olarak verilebilecek örnekler şunlardır:

1. Üst sınıf içinde çoğunlukla finansal kapitalistler (bankerler gibi) sanayi üreticileri
arasında çatışmalar vardır.
2. Küçük iş sahipleri ile büyük şirketleri yönetenler arasında çıkar farklılıkları vardır.
Her iki taraf da kapitalist sınıf içerisindedir, ancak büyük şirketlerin yararına olan politikalar,
her zaman küçük iş sahiplerinin yararına olmaz.
3. İşçi sınıfının en altında bulunan, uzun süredir işsiz olanların durumları işçilerin
çoğunluğundan daha kötüdür.

Marx’ın sınıf kavramı bizi, toplumdaki nesnel olarak yapılaşmış ekonomik eşitsizliklere
götürmektedir. Sınıf, insanların kendi konumlarına ilişkin inançlarına değil, bir bölümünün
maddi ödüllere erişiminin daha fazla olmasını sağlayan nesnel koşullara göndermede
bulunmaktadır.

Max Weber’in Kuramı


Weber’in tabakalaşma yaklaşımı , Marx tarafından geliştirilen çözümlemeye
dayanmaktaysa da, Weber bu çözümlemeyi değiştirmekte ve geliştirmektedir.
İlk olarak, Weber, Marx’ın sınıfın nesnel olarak belirli ekonomik koşullara dayandığı
görüşünü kabul etse de, sınıf oluşumunda Marx’ın öngördüklerinden daha fazla çeşitteki
ekonomik faktörün önemli olduğunu düşünmektedir. Weber’e göre, sınıf ayrılıkları yalnızca
üretim araçlarının denetiminden ya da denetimlerinin olmamasından değil, mülkiyetle doğrudan
doğruya ilişkisi olmayan ilişkisi olmayan ekonomik etkenlerden de kaynaklanmaktadır. Bu tür
kaynaklar arasında özellikle insanların elde edebildikleri işlerin türünün belirleyen becerileri,
referansları ya da nitelikleri bulunmaktadır. Profesyonel ya da yönetici mesleklerde olanlar,
mavi yakalı işlerde çalışanlara kıyasla daha fazla kazanırlar ve çalışma koşulları daha iyidir.
Bunların, diplomalar, dereceler ve edindikleri beceriler gibi sahip oldukları nitelikler, onları
böyle nitelikleri olmayanlardan daha avantajlı kılmaktadır. Daha düşük bir düzeyde, mavi
7

yakalı işçiler arsında, nitelik sahibi zanaatkarlar da, yarı-nitelikli ya da niteliksiz işçilerden
daha çok ücret elde edebilirler.

İkinci olarak, Weber tabakalaşmanın, sınıfın yanısıra varolan başka iki temel yönünü
belirtir. Weber bunlardan biri statü, diğeri partidir.

Statü
Weber’in kuramında statü, toplumsal gruplara, başkaları tarafından yüklenen toplumsal
onur ve saygınlık arasındaki farklılıklara göndermede bulunmaktadır. Statü ayrımları genellikle
sınıf ayrılıklarından bağımsız değişmektedir; toplumsal onur da olumlu ya da olumsuz olabilir.
Olumlu ayrıcalıkları olan gruplar, belirli bir toplumsal düzendeki yüksek saygınlık sahibi
herhangi bir insan gruplaşmasını içerir.

Servet sahipliği olağan olarak, yüksek statü sağlamaktadır; ancak bunun pek çok istisnası
vardır. “Kibar yoksulluk”, “sonradan görme” tanımlamaları buna örnek olar verilebilir. Bazı
insan servetleri yok olup gitse de yüksek toplumsal saygınlık görmeye devam edebilir. Tersi bir
örnek, ‘yeni zenginler’in, köklü servetleri olan kimseler tarafından bazen küçümsenmeyle
karşılanmasıdır.

Sınıf nesnel olarak veriliyken, statü insanların toplumsal farklılıklar hakkındaki


değerlendirmelerine bağlıdır. Sınıflar, mülkiyet ve kazançla eşleşen ekonomik etkenlerden
kaynaklanırlar; statü grupların izlediği değişen yaşam biçimleri tarafından belirlenir.

Parti
Weber, toplumlardaki parti oluşumunun, gücün önemli bir yönü olduğuna ve
tabakalaşmayı sınıf ve statüden bağımsız bir şekilde etkileyebileceğine değinmektedir. Parti,
ortak kökenleri, çıkarları ve hedefleri olduğu için bir arada çalışan bir grup bireyi
tanımlamaktadır. Marx, hem statü faklılıklarını hem de parti örgütlenmesini sınıflara dayanarak
açıklama eğiliminde olmuştur. Ancak Weber’e göre; bunların ikisi de, onlar tarafından
etkilenseler bile sınıf ayrılıkalrına indirgenemez. İkisi de, kişiler ya da grupların ekonomik
koşullarını, dolayısıyla da sınıfı etkileyebilir. Partiler, sınıf farklılıklarını aşan çıkarlara
seslenebilirler; örneğin, partiler dinsel temellere dayanabilirler. İnsanların kendilerine yakın
buldukları partiler, sınıf farklılıklarının yanı sıra dini de dile getirebilirler.

Tabakalaşmanın, sınıf dışındaki öteki boyutların da insanların yaşamlarını güçlü bir


biçimde etkileyebildiklerini göstermesi açısından Weber’in tabakalaşma hakkındaki
çözümlemeleri önemlidir.

Sosyal grup: Toplumu oluşturan unsurları inceleyebilmek jçin öncelikle sosyolojik açıdan
sosyal grup kavramını ele almak zorunluluğu vardır. Sosyal grup birden fazla bireyin diğer
bireylerle karşılıklı etkileşim içinde olduğu ve bazı ortak değerleri paylaşan, en az iki kişiden
oluşan sosyal bir sistemden ibarettir. Aile, arkadaşlık, oyun grubu, futbol takımı, akrabalık,
komşuluk gibi. Sosyal grup üyeliği kızıl saçlılar, esmerler, uzun boylular, erkekler veya kadınlar
sosyal grup oluşturmazlar. Bu bakımdan, sosyal grup üzerinde dururken, hem teşkilatsız, hem de
teşkilatlı, hem dışa açık, hem de dışa kapalı gruplardan bahsedilebilir. Teşkilatsız gruplara
"kalabalık" ve "halk", teşkilatlı gruplara ise "resmi ve gayri resmi, açık ve kopalı gruplar" adı
verilebilir. Sosyal grubu "yeterli sayılabilecek bir süre birbirleriyle etkileşimde bulunan ve ortak
değerleri paylaşan iki ya da daha çok birey" olarak tarif edebiliriz. Bir insan topluluğunun
sosyal grup olarak değerlendirilmesi için o insan topluluğunun bazı özellikler taşınası
gerekmektedir.
8

a) Birden fazla bireyin birlikte oluşu, b)Grup üyelerinin gruba dahil olduklarını
hissetmeleri, c)Belirli karşılıklı rollere, statülere, değer hükümlerine ve inançlara sahip
olmaları, d) Özelliklerinin farkında olarak karşılıklı ilişki içinde bulunmak.
Sosyal ilişkinin, bireyin bireylerle ilişkisi şeklinde ortaya çıktığı durumlarda ile, bu ilişki
aynı zamanda grup içi bir ilişki şekline de bürünmektedir. Ancak, sosyal ilişki farklı gruplarda
bulunan bireylerin birbirleriyle veya farklı grupların arasında da olabilir.
Sosyal ilişkinin, bireyseln bireyle, bireyseln bulunduğu grupla veya grupların birbirleriyle
olan ilişkileri şeklinde belirdiği zamanlarda da, mutlaka bir grup, bu grupla ilgili duygular,
normlar ve teşkilatlanma şekline göre farklı kurumlar söz konusu olabilmektedir. Bu durumda
grup üyelerini birbirini; bağlayan unsurlar mevcut sosyal normlar, duygular ve dil olmaktadır.
Kızıl saçlıları veya fiziki özürlüleri bir sosyal grup olarak düşünemeyiz.
Etnik grup da bir sosyal gruptur. Etnik grup bütünden sosyal mesafe bakımından uzak, ırki
veya kültürel, ancak daha ziyade kültürel olarak teşekkül etmiş bir gruptur'. Yaşama tarzı
(kültür) farkı varsa etnik grup söz konusu olabilir. Bu fark, sadece dilde değil; ama din ve inanç
dünyasında, örf ve adetlerde, ahlak anlayışında folklorda, tarihte, vatan ve aile anlayışında da
olmalıdır. Her etnik grubu ayrı bir milliyet olarak da anlamak yanlıştır. Etnik grubun azınlık
olabilmesi, milletlerarası anlaşmalarla gerçekleşmesi gerekir.
Kalabalık: Ortak fikirlerle hareket eden ve aynı heyecanı taşıyan teşkilatsız ve sürekli
olmayan bir gruptur. Kalabalığın özelliği, belirli ye dar alanda yer almasıdır. Böyle bir alanda
yer alan kalabalık içinde bir iş bölümü de esas değildir. Kalabalığı oluşturanlar arasında
minimum şahsi ilişki söz konusudur.
Kalabalığı meydana getiren bireylerin birbirlerinden haberdar oluşları, aynı gelip geçici
heyecanı paylaşmalarındandır.
Gelip geçici bir sosyal grup olan kalabalığın içinde bulunduğu maddi ve fiziki alan da
hudutludur. Lideri bulunmayan bu grubun işbölümü ve statü sistemi de yoktur. Bu haliyle
yeknesak bir sosyal birlik olmayan kalabalığa mensup bireylerin hepsi de ne yaptıklarını
bilmeksizin birbirine uyum göstermektedirler. Bu uyum da aslında sürekli ve şuurlu değildir.
Maç seyredenler, fanatikler bu grupta ele alınabilirler. Futbolda şiddetin seyirci boyutu;
holiganlık, küfür kalabalığın doğal yansımalarıdır.
Halk: Kalabalıktan tamamen farklı olarak halk, üyeleri yoğun bir şekilde bir araya
toplanmış olmayan; bir arada bulunmaları tesadüfî olmaktan uzak, sürekli, fakat 1eşkilatsız ve
yaygın bir gruptur. Karşılıklı etki ilişkileri de, grubun yaygınlığının' tabii bir sonucu olarak kitle
haberleşme araçlarından faydalanmakla artmaktadır. Yine kalabalığın aksine olan halkın,
dikkatleri belirli bir noktada merkezileşmiş değildir ve kalabalıkta olduğu gibi heyecan
yoğunluğundan yoksundur. Halk, yaygın bir gruptur. Ayrıca halkı, aynı ülkede oturan, ortak
menfaatleri bulunan küçük bir grup olarak da tanımlayabiliriz. Bunun yanı sıra, aydınların ve
resmi görevlilerin dışında kalan ve idare edilenler anlamını da taşımaktadır. Kalabalıktan farklı
olarak asgari müşterekler dışında farklı düşünebilen ve farklı statüde olanlardan meydana
gelmektedir. Halkın birleşebilmesi ortak hareket edebilmeleri ve kolektif davranışlarda
bulunabilmeleri, kamu oyununun kitle haberleşme araçları ile oluşmasına bağlıdır.
Millet: Kendi birliğinden haberdar olan siyası bakımdan devlet şeklinde teşkilatlanmış ve
milli devlet kurma kabiliyetine sahip sürekli ve teşkilatlı insan zümreleridir.
Millet biyolojik özelliklere göre değil, kültürel değerlere göre şekillenen bir kavramdır.
Ziya Gökalp’e göre; millet, her türlü etnik, mezhep, aşiret ve boy taassubunun aşılarak milli
seviyede kültürel bir mutabakata varılması, ortak kabul ve reddlerin, ortak paydaların
belirlenmesidir.
Yani millet; siyasi bir birlik şeklinde yaşayan, ortak mazi ve kültüre sahip, devlet şeklinde
teşkilatlanmış birey ve zümrelerin toplamıdır. Millet, ırki, kavmi, coğrafi bir zümre değildir. Din,
dil ve ahlak anlayışı ile yani kültür faktörüne göre teşekkül eder. Sürekli ve teşkilatlı bir; sosyal
gruptur. İnsanlık tarihinde, insan topluluklarının, klan, aşiret, kabile imparatorluk
9

dönemlerinden sonra gelen en ileri safhadır. Milli nitelikli bir kolektif şuur ile bireylerin
güçlendirildiği büyük bir sosyal gruptur.
Kendi siyasi gücü, sosyal ve kültürel seviyesi yeterli olmadan başka milletler tarafından
bağımsızlık hakları verilen gelişmemiş toplumları millet, olarak kabul etmek zordur. Bu
toplumlar klan veya aşiret bünyelerini aşarak çağdaş toplum seviyesine geldikleri zaman, gerçek
anlamda millet olurlar.
Milletleşemeyen topluluklarda boy, aşiret ve mezhep merkezli yaklaşım öne çıkar.
Milletleşemeyen topluluklarda demokrasi de uygulanamaz. Çünkü demokrasi kalabalıkların
değil, milletleşmiş topluluklarda uygulanabilen bir rejimdir.

Toplumsallaşma ve Sosyal İlişkiler


Herhangi bir bireyin grup faaliyetinden haberdar olması, kendinden beklenen uygun rol ve
davranışları yapması, sosyal normlardan öğrenmesi onun toplumsallaşması demektir.
Sosyalleşme, bir süreç olarak, bireyin doğuştan itibaren toplum üyeliğini kazanmasında
geçirdiği safhaların hepsine verilen addır. Birey dünyaya geldiği zaman sosyal olmayan bir
varlıktır. Fakat cemiyet öyle bir çevredir ki bireyleri içine girdiği andan itibaren kendine
benzetmeye, kendini bireylerde temsil ettirmeye başlar. Sosyalleşme bir bakıma, kültürel, sosyal
mirasın kazanılması ve kazandırılmasıdır. Sosyalleşme ailede, okulda, akran grupları arasında,
işyerinde ve sosyal katılmanın gerektirdiği faaliyetler içinde; kısaca toplum içinde gerçekleşir.
Kitle haberleşme araçları ve çeşitli sanat faaliyetleri de bireyi sosyalleştirir.
Sosyalleşmede ilk sosyal çevre aile kurumudur. Aile kurumu bireye bazı davranış
şekillerini, değer hükümlerini, örf ve adetlerini kazandırmaktadır. Yeni doğan bir bebeğin, içeri-
sinde doğduğu kültür için geçerli olan becerileri yavaş yavaş edinerek bilinçli ve bilgili bir kişi
haline gelmesi toplumsallaşma sürecidir. Bu bir 'kültürel programlama' değildir.
Bireyin sosyalleşebilmesin de eğitim ve öğretim faaliyetlerinin önemli bir yeri vardır.
Sözgelimi konuşulan dil önemli bir sosyalleşme aracıdır. İnsanlar dil yoluyla duygu ve
düşüncelerini anlatmak, başkalarını anlamak, ihtiyaçlarını karşılamak vb. gibi nedenlerden
dolayı karşılıklı sosyal ilişki kurarlar. Bu ilişkiler sadece iki insan arasında olmayıp, insanla
grup arasında veya gruplar arasında olabilir. Birey ve sosyal grupların sadece kendi
varlıklarından haberdar olmaları, görüş ve duygularını tespit etmeleri sosyal ilişki için yeterli
değildir. Demokrasi ile yönetilen toplumlarda çoğulcu yapının bir gereği olarak farklı menfaat
grupları ve uzlaşılabilir nitelikteki menfaat çatışmaları görülebilir.
Bu tür davranışların kazanılmasında iki görüş ileri sürülmektedir.

1. İnsan davranışı, sosyal çevrenin yönlendiriciliği, şekillendiriciliği ile meydana gelir


ve sosyal çevre tarafından bireye öğretilir.
2. İnsan davranışı, genetik, biyolojik, ve irsiyet (kalıtım) faktörüne bağlı olarak insan
davranışını değerlendirir.

Netice olarak toplumsallaşma süreci boyunca hepimiz bir kimlik ve bağımsız düşünebilme
yeteneği; daha açıkça yaratıcı bir kimlik geliştiririz. Bu aslında şahsiyetin gelişmesidir. Böyle
bir kimse bazen yerleşmiş normların dışına çıkabilmekte, çevresi tarafından davranışları ya-
dırganabilmekte, hatta tepki ile karşılaşabilmektedir.
Birey ile toplum arasındaki uyum; dayanışma, işbirliği ve işbölümü ile
gerçekleşebilmektedir. Toplumsal düzeyde biz duygusunun kazanılması sosyalleşmeyi
kolaylaştırır. Bunlar milli ve dini günlerde ortak davranışların kazanılması sayılabilir.

Sosyal ilişkiler çoğu kere düzenlemiş ve kurallar bağlanmıştır. Bunlar örf ve âdet,
yerleşmiş değer hükümleri, sosyal normlar, kanunlar olabilir. Sosyal ilişkilerin şekli ve
özellikleri ilişkinin ortaya çıktığı sosyal yapının durumuna, yaşanan çağa ve yere göre
10

değişmektedir.

a) Birincil İlişkiler; daha çok “cemaat” tipi örgütlenmelerde görülen ve yazılı hale
getirilememiş ilişkilere dayanır. Bu tür ilişkiler:
- Karşılıklı ve yüz yüzedir.
- Karşılıklı saygı, güven, anlayış ve samimiyete dayanır.
- Yazılı kurallara bağlı değildir; örf ve adetler geçerlidir.
- Daha uzun sürelidir.
- Sosyal etkileşim daha güçlüdür.
- Daha çok küçük gruplarda görülür (aile, yakın akraba, arkadaş, hemşehri, köy)

b) İkincil İlişkiler; daha çok “cemiyet” tipi bir teşkilatlanmada görülür. Bu tür ilişkiler:
- Resmidir.
- Yazılı kurallara bağlıdır.
- Daha kısa sürelidir.
- Sosyal etkileşim zayıftır.
- Daha çok büyük gruplarda (büyük şehirlerde olduğu gibi) görülür.
- Bu tür ilişkilerde kitle iletişim araçlarının payı büyüktür

Cemaat: Müşterek hayatın ana şartlarını paylaşacak şekilde aynı mekanda bir arada
yaşayan kuvvetli bir dayanışma ve bütünleşme içinde olan ve yoğun birlik şuuruna sahip insan
topluluğudur. Bu insan topluluğu küçük veya büyük bir sosyal grup olabilir. Cemaat halinde
teşkilatlanmış insan topluluğu bir kIan, bir köy veya millet içinde yaşayabilir. Bir klan veya köy
de cemaat şekli gösterebilir, Cemaatlerin kendi kendilerine yeter olmaları gerekmez.
Dışa kapalı, homojen köyler de cemaat sayılabilir. Ancak, köy mutlaka bir cemaat de
değildir. Bir sosyal grup bir köyle yaşadığı halde, köy sosyal grubun dışında daha büyük bir
sosyal grup olarak topluma intibak ediyorsa, karşılıklı haberdarlık süreci içinde ise sosyal,
kültürel ve ekonomik alanlarda bütünleşebiliyorsa, o takdirde, toplum şeklinde teşkilatlanma var
demektir ve topluma üyelik söz konusudur.
Cemaatte "biz şuuruna sahip olmak" her ne kadar, homojen ve dışa kısmen veya tamamen
kapalı insan topluluklarında daha çok paylaşılabilen bir duygu ise de, bu duygu sadece cemaat
kapsamı içinde düşünülemez. Ürettiği mal ve hizmet ile milli pazar ile ilişki kuran bir meslek
sahibi çeşitli dayanıklı tüketim mallarına (mesela, radyo ve televizyon gibi ... ) talep duyabilir,
gazete, dergi ve kitap okuyarak, kitle haberleşme araçlarından faydalanarak konu ve
meselelerden haberdar olabilir. Bu kimse, toplum şeklindeki organizasyon içinde çeşitli menfaat
grupları içinde de, yer alabilir. Neticede, bu köylü örneğinde görüldüğü gibi, birey ve sosyal
gruplar, toplum çapında "biz" duygusuna kavuşabilirler. Bu duygunun genelleşmesi, sosyal
bütünleşmeyi mümkün kılabilir. '
Şu halde, önemli olan nokta, birey ve grupların ben duygusuyla hareket ederek çıkarlarını
kanuni yoldan koruyucu iktisadi kuruluşlar kurmaları veya onlara katılarak bir menfaat
birliğine dâhil olmaları, demokratik ve barışçı çatışma olan "rekabet" den faydalanmaları
kadar, biz duygusuyla da hareket ederek toplum şeklinde teşkilatlanma içinde bazı' milli
hedefleri kabul edebilmeleridir. Bu sosyal ve ekonomik amaçlara varmada biz duygusu birleşti-
rici ve yaratıcılığı harekete geçirici bir nitelik taşır. Görüldüğü gibi, biz duygusuna toplum
şeklinde de ihtiyaç vardır.
Durkheim, cemaat şeklindeki teşkilatlanmada mekanik dayanışmanın bulunduğunu
söylemektedir. Cemiyet şeklindeki teşkilatlanmada organik dayanışma söz konusudur. Bilhassa,
kır bölgelerinde mekanik bir dayanışma mevcuttur. Zira kır bölgeleri daha az nüfuslu yerleşme
birimlerinden meydana geldiği gibi, cemaat hayatından sapma davranışların daha az görüldüğü
yerlerdir. Bu yerleşme bölgeleri daha muhafazakâr bir karakter taşırlar. İleri sanayi'
11

toplumlarında moral tatminsizliğin, faydacı, maddeci ve bireyci davranışlara bir tepki olarak'
ortaya çıkan, dışa nispeten kapalı (dazlaklar gibi.) cemaatleşme örnekleri de vardır.
Cemiyet (Society): Sürekli, dinamik, mesleki bakımdan yeteri derecede farklılaşmış, birey
ve sosyal gruplardan, sosyal teşkilat ve ilişkiler ağından oluşan bir yapıdır. Ayrıca, cemiyet
mensuplarının karşılıklı haberdarlık ve mensubiyet içinde bulunduğu, dinamik yapılı, iş' bölü-
münün geliştiği, yazılı hukukun esas alındığı, bireylerin ben duygusuyla, iradı ve rasyonel
olarak hareket ettikleri bir teşkilatlanma şeklidir. Burada siyası ve sosyal "katılma’’nın şekilleri
görülebilir.
Cemaat, bireyin müşterek hayatının bütün yanlarını kapsadığı halde; cemiyet hayatı içinde
birey, farklı ve değişik sosyal münasebetler ağı içindedir. Bir dernek üyesi olabildiği gibi, bir,
kooperatife de üyedir veya bir\spor kuruluşunda hayatının tamamını geçirmemektedir. Cemiyet,
sosyal teşkilatlanmanın modern bir şeklidir.
Cemiyet hayatında işbirliği resmileşmiştir. Bireyler "ben" duygusuyla hareket etmektedir.
Yazılı hukuk kuralları geçerlidir. Cemaatteki örf ve adetler çoğu kez cemiyette kanunlaşmıştır.
Bireyler kendi iradelerine tabi olarak hareket ederler. Cemiyet hayatında, sosyal nizamlara göre
daha fazla sapma davranışlar görülebilir.' Sosyal değişmeye daha açık olan cemiyet hayatında
otorite ve itibar sahipliği de farklıdır. Bireyler sosyal statülerine daha ziyade gördükleri eğitim
ve öğretime mesleki başarı ve kazanç ölçütüne göre kazanırlar ve doğuştan statü sahipliği azal-
maktadır. Cemiyette sosyal hayıtın dinamik karakteri irinde daha çok hareketli (coğrafi ve
mesleki) bir nüfus barınmaktadır. Bireyler cemiyette fonksiyonel farklılaşma kadar fonksiyonel
bütünleşme içinde de bulunmaktadırlar. Fakat mesleki faaliyetlere ihtiyaç olduğu gibi, bu farklı
faaliyet sahaları cemiyet hayatının işlerliğini ve sürekliliğini de sağlamaktadır.'
Organik dayanışma (E.Durkheim) işbölümü (uzmanlaşmış meslekler) ikincil ilişkiler
yoğunluktadır.
Tönnies'e göre, Durkheim'den farklı olarak, cemiyet hayatında mekanik bir dayanışma
vardır ve cemaatte görülen dayanışma da organiktir. Aslında aralarında fark yoktur. Tönnies'e
göre, cemiyet hayatında organik yerine mekanik dayanışmanın görülmesinin sebebi, cemiyet
hayatının karmaşık yapısıdır. Cemiyet hayatında artan ihtisaslaşma ve farklılaşma o ölçülere
ulaşmıştır ki, bir sahada meydana gelecek aksama, diğer sahaları etkileyecek ve cemiyet hayatı
felce uğrayabilecektir.

CEMAAT CEMİYET

 Biz duygusu ön plandadır.  Ben duygusu ön plandadır.


 Kolektif bilince dayanan  Bireysel karar mekanizmaları
karar mekanizmaları
 Mekanik dayanışma  Organik dayanışma
 İşbirliği (sözgelimi imece)  İşbölümü (uzmanlaşmış
meslekler)
 Birincil ilişkiler  İkincil ilişkiler yoğunluktadır.
yoğunluktadır.
 Örf ve adetler geçerlidir.  Yazılı hukuk kuralları geçerlidir.
 Doğuştan statü geçerlidir.  Sonradan kazanılan statü
(köyde kimin kızısın?) geçerlidir. (kentte ne iş yaparsın?)
 Sosyal değişmeye karşı  Sosyal değişmeye açık
kapalı veya dirençli
 Topluluk şuuru  Milli şuur
12

Çağdaşlaşma, yaşanan çağın özelliklerini fark edebilme sürecidir. Kısacı XX. Yüzyıla
daha önceki yüzyılların gözlükleriyle bakmamak, soyut iddiaları somut şekilde yoklayabilmektir.
XVI. Yüzyıla göre çağdaş olan bir davranış ve değer hükmü, XX. Yüzyıla göre çağdaş
sayılmayabilir. Çağdaşlık bu yönüyle itibarı bir nitelik taşır. Bu bakımdan, bu kavram ne süreli
bir aşağılık kompleksi, ne de aşırı gurur ve güven hayaleti haline getirilmelidir.
Kalkınmakta olan ülkelere teknoloji transferinin nasıl yapılacağı tartışılırken, bunun yanı
sıra, ileri teknoloji sahibi ülkeleri içine düştükleri bunalımlardan uzak tutmanın yolları sürekli
olarak araştırılmalıdır. Teknolojini sosyal ve kültürel hayatta önemli tesirler yapabilmektedir.
Nitekim bir takım teknolojik değişmeler, manevi kültür üzerinde iz bırakabilmektedir. Ancak,
bunu belirtmek demek teknolojinin insandan ve kültürden tamamen ayrı bağımsız bir değişken
olduğunu söylemek demek değildir.

Sosyal Yapı – Kültürel Yapı


Kültürel yapı, toplumdaki değer hükümlerini, yerleşmiş normları, örf ve adetleri; yani
genel olarak, toplum hayatının nasıl olması gerektiği üzerinde durulur. Buna karşılık sosyal yapı
için toplumdaki sosyal grupların karşılıklı ilişkilerinin kurumsallaştırıldığı ve sosyal ilişkiler ile
sosyal teşkilatları kapsayan bir yapı olduğunu belirtir. Yani toplum hayatının “nasıl olduğunu”
ortaya çıkartmaya çalışır1. Bu gibi konuları bir sonraki bölümde ele alacağımız için üzerinde
durmuyoruz.
Kültürel yapı toplumun örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri, dini, lisanı, destanları,
masalları, atasözleri, zihniyeti, duyguları ve folkloru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu değerler
gelenekler halinde, kültür kalıplarının içinde ve çoğu zaman bu kalıplardan ayrılmaz bir şekilde
günümüze kadar gelmişlerdir. Bu alışkanlıkların kökleri eski çağlara kadar uzanan inanç
kalıntılarıdır. Bunlar bazen somut, bazen de soyut kültürel değerler olarak karşımıza çıkar. Halı
kilim desenleri, oya, ebru gibi maddi değerler, somut kültür unsurlarıyken; köyün yaşlılarının
“herhangi bir karar için toplandıklarında kadarı almadan toplantıyı bitirmemesi” geleneği
soyut kültüre örnek gösterilebilir.
İnşaat mühendisleri herhangi bir binanın yapısından söz ettikleri zaman, birkaç şeyi
anlatırlar; ilk önce yapıyı oluşturan taşı, tuğlayı, betonu gibi malzemeyi, sonra bu malzemeyi bir
düzen içinde bir arada tutan planı ve son olarak da bir bütün olarak binanın genel görünümü
düşünürler. Sosyologlar ise, toplum yapısından söz ettiklerinde; önce toplumu oluşturan öğeleri,
sonra bu öğeleri bir arada tutan karşılıklı sosyal ilişkileri ve en son öğeler arası bileşim
biçiminin sonuçlarını anlatmak isterler. Buradan da anlaşılıyor ki sosyal yapı içinde uyum ve
düzen söz konusu olmaktadır. Çünkü, sosyal yapı yapıyı oluşturan öğelerin toplamından
farklıdır. Nasıl taşın, tuğlanın, kumun, demirin ve çimentonun rasgele bir araya getirilmesi
herhangi bir binayı meydana getirmiyorsa; toplum içinde bireylerin, rollerin, statülerin,
grupların ve kurumların da rasgele bir araya getirilmesi sosyal yapı için yeterli değildir. Aksine
“sosyal yapı, bireylerin, grupların, kurumların düzenlenmiş toplumsal veya sosyal ilişkilerinin
bir bütünüdür” İşte sosyolojinin ilgi alanı içinde olan sağlık sorunlarının çözümlenmesi de her
şeyden önce sosyal yapıyı iyi anlamak, fonksiyonlarını ve işleyişlerini iyi bilmeye bağlıdır.
O halde diyebiliriz ki, toplumların zamanla değişebilen kendine özgü bir sosyal yapısı
vardır. Bu yapıyı ortaya koyabilmek için toplumlar, ikili ve çoğulcu özelliklerine göre
sınıflandırılırlar. Bu şekilde yapılan sınıflandırmalara, genellikle büyük ikilik (great dichotomy)
olarak adlandırılır. Böyle bir tasnif; Durkheim’de, organik ve mekanik, D. Lerner’de, geleneksel
ve modern, MacIver’da, cemiyet ve cemaat, R. Redfield’de, halk ve şehirli, H. Becher’de, dini ve
laik şekilde kendisini gösterebilir.

1
13

Sosyal Değişme
XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren toplumlar, teknolojinin hızla gelişmesi,
küreselleşmenin kültürel ilişkiler üzerinde yarattığı etkiler, doğal çevrenin farklılaşması, sağlık
ve biyolojik alanlarda yapılan gelişmeler sonucu; sosyal, kültürel, politik ve ekonomik alanda
hızlı bir gelişme ve değişme süreci yaşamaktadır. Hatta bu dönüşümleri, aynı kültürü paylaşan
toplumların içinde bile aynı anda görmek mümkündür.
Sosyal değişme, toplumun dünya görüşü ve hayat tarzından meydana gelen farklılaşmayı
ve bunların cemiyet yapısındaki etkisini içine alır. “Zaman içerisinde bir toplumda gözlenebilen
ve toplumun sosyal teşkilatının yapısı veya fonksiyonlarını geçici olarak değil de sürekli ve köklü
bir şekilde etkileyen ve toplumun tarihinin akışını değiştiren değişiklik” olarak tanımlanır.
Esasen sosyal değişme geniş boyutludur ve öncelikle iki tipe göre gerçekleşir:
a) Serbest (kendiliğinden) sosyal değişme,
b) Planlı ve iradi sosyal değişme,
Her iki tipte de sosyal değişme; başkalaşma, gelişme, ilerleme, büyüme, gerileme, çöküş,
dağılma, sosyal bütünleşme gibi bir çok mana ve hareketi kapsar. Sosyolojik olarak bir gelişme
ve değişme hem ölçülebilen hem de gözlenmesi oldukça zor olan kültürel değerlerin birlikte ele
alınması ile anlaşılabilmektedir. Sosyal bilimciler sosyo-kültürel değişmenin sebebini aşağıdaki
şartlara bağlı olarak açıklamaktadırlar.
a) Yeni ihtiyaçların ortaya çıkması,
b) Toplumun değişmeye hazır olması,
c) Bilgi birikiminin oluşması,
d) Kültürde var olan başat değerlerin tipi ve kişilerin bunlara olan genel tutum ve
donanımı,
e) Sosyo-kültürel yapının karmaşıklık derecesi,
Bu şartlara uyan toplumlarda, değişmenin daha sık olduğu görülmektedir. Bu nedenle
sosyal değişme, her şeyden önce zamana bağlıdır; süreklidir ve kolektiftir.
Toplumsal ilişkisini de daha iyi anlamak için sosyal ve kültürel alanı ilgilendiren bazı
kuramlar ileri sürülmüştür. Biz bu kuramlar sayesinde, değişen toplumsal olgular ve olaylar
hakkında analiz yapma, veri toplama ve soru sorma imkânı kazanırız. Böylece sosyal değişme
olgusu, değişenin ne olduğu, değişmenin nasıl gerçekleştiği, değişmenin ritmi, değişmeyi
açıklayan faktörler ve değişmenin aktörleri ortaya çıkmış olur.
Son yıllarda, toplumsal gelişme ve değişme gerçeklerinin ekonomik-teknolojik merkezli
bakış açıları ile değerlendirilmesi egemen olan bir eğilimdir. Toplumsal yaşamın bütünlüğünü
bir anlamda yadsıyan bu yaklaşım biçimi gelişme ve değişmeyi ekonomik kalkınma ve teknoloji
ile ilişkiye indirgeyen anlayışın ifadesidir.
Oysa ekonomi ve teknoloji, aralarında etkileşimin söz konusu olduğu eğitim, siyaset,
hukuk, ahlak, yönetim, bilim, sanat, felsefe, din vb. gibi, toplumsal ilişkilerin gerçekleştiği
toplumsal yapının birer parçalarıdır.
Dolayısıyla, bu unsurların hepsinin değişme ve gelişme elişme ve değişme kavramları
bütün bu alanlardaki gelişme ve değişmeyi içermek durumundadır. Genelde, sanat, edebiyat,
yayın, spor, eğlenme gibi etkinlikleri kapsadığı kabul edilen kültürel yaşam, toplumsal değişme
ve kalkınmanın en canlı ve insani yanını oluşturmaktadır.
Ancak sosyal değişmeyi açıklarken bazı kavram ve olgular he daim tartışma konusu olmuş
14

ve ihtilaf yaratmışlardır. Bunlar arasında kültürel değer, sosyal normlar, küreselleşme, zihniyet,
sayılabilir. Ayrıca spor karşılaşmalarında var olan moral ve ahlaki değerler ile toplumsal etik
kökenlerin bağlantısı ya da ahlaki olarak iyi ve doğru olanı tanımlamanın güçlüğü nedeniyle
etik standartlar konusundaki tartışmalar da üzerinde tek bir uzlaşmanın olmadığı konulara
eklenebilir. Fransa bisiklet turunda pedal çeviren tek bir Türk sporcusu olmaması gibi ülkemize
ait çarpıcı bir spor realitesinin dahi açıklanmasında bir yandan medya suçlu bulunabilirken,
diğer yandan bunun altında yatan değişen sosyal koşullar ya da kültürel algı biçimlerinin
dönüşmesi olabileceğini de dile getirmek spor ve toplumsal boyutları tartışmalarına yeni alt
başlıklar ekleyecektir.
Değişmenin nedenleri; teknolojik ilerlemelerin etkisi, medyanın etkisi, kadın hareketlerinin
etkisi, küreselleşmenin etkisi, sağlık anlayışında değişmedir
Sosyal ve kültürel alanı ilgilendiren bazı kuramlar ileri sürülmüştür. Bu kuramlar
sayesinde sosyal bilimciler, değişen toplumsal olgular ve olaylar hakkında daha iyi analiz
yapma, veri toplama ve soru sorma imkanı kazanmaktadırlar. Çünkü sosyolojide kuramlar,
kavramlar arasındaki ilişkileri belli varsayımlar çerçevesinde veya sınırları belli olacak biçimde
tartışmayı ilke edinirler. Netice olarak bu kuramlar, sosyal değişmelerle beraber sosyal
olguların geçirdiği değişiklikleri anlamak bakımından da önem taşımaktadır. Ayrıca bu
olguların sosyal değişme üzerindeki karşılıklı etkileri de açıklar. Spor ve sosyal değişme
ilişkisini anlamak için her şeyden önce toplumsal değişme modellerini bilmek gerekmektedir.
Sosyolojide değişmeyi açıklamak üzere çeşitli modeller ileri sürülmüştür. Bu modeller ve
kuramları çerçevesinde analizi yapılan sosyal değişme kavramı ile sporun sosyal yaşamdaki
yerini açıklamaya yaramaktır.

Kuramsal Modeller
Bu modellerden ilki, sosyal değişmenin belirli safhalar içinde oluştuğunu ileri süren
“evrimci model”dir ve bu modelin doğrusal kuramı, sosyal değişmeyi bir doğru üzerinde
hapsetmekte ve sınırlandırmaya çalışmaktadır. Bu modelin biraz daha geliştirilmiş olan çoklu
doğrusal teorisi, doğrusalın eksik yönlerini tamamlamakta, tek bir doğru üzerinde cemiyetteki
sosyal değişmelerin izlenmesini yetersiz saymaktadır. Böylece değişmeyi birden fazla
doğrusalda izlemek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Evrimci modelin gelişmiş şekillerinden
olan genel kuramı da her cemiyetin mutlaka aynı safhalardan geçmesi gerektiğini, sosyal
değişmenin benzer şekillerde ortaya çıkacağını kabul etmemektedir.
A. Comte’un üç hal kanunundaki merhaleleri, evrimci modele bir örnektir. Onun temsil
ettiği toplumsal değişme yaklaşımı, Fransız devrimi ve sanayi devriminin yol açtığı
istikrarsızlıkları denetlemeyi arzulamaktadır. Bu amaçla toplumsal değişmenin kurallarını
keşfederek topluma yön vermeyi istemektedir.
Sosyal değişmeyi açıklayan ikinci kuram “Bağdaştırıcı Kuram”dır. Bu modele göre,
cemiyetteki gelişme ve değişmeler sürekli olarak devri bir süreç içerisinde gerçekleşmektedir.
Buna devri-dalgalı (cyclical) model de denir. Sorokin’in “sınırlı değişmeler kuramı” ile
Pareto’nun “elitlerin dolaşımı ve devri kuramı” böyle bir değişimi açıklayan kuramlardır.
Elitlerin siyasi iktidarlar arasında zamanla nasıl dolaştığını anlatmaktadır
Avrupa da ki entelektüel gelenekte kökleri olan bir kuramdır. Bu kuramı kullanan sosyal
bilimciler tarihi süreçler ve spor arasındaki ilişkiye vurgu yaparlar.
Üçüncü model yapısal-fonksiyonel model, sosyal yapı ile fonksiyonları arasındaki
ilişkilerden hareket eder. Sosyal sistem, yapıyı oluşturan elemanlar ve bunların fonksiyonları
sayesinde işlemektedir. Spor bireysel ve toplumsal gelişime olan faydaları bakımından ele
15

alınmalıdır. Spor toplumsal bütünleşmeye olan katkılarıyla inceleme konusu yapılabilir. Spor
profesyonel yaşam ve eğitim gibi hayatın diğer alanlarında elde edilecek başarıları destekler.
Toplumun sağlık ve genel iyilik halinin artırılmasında sporun önmli bir rolü vardır.
Bu model, topluma işleyen bir bütün olarak bakması, değişmeyi fonksiyonel olarak yapıyı
oluşturan unsurlardaki gerekli farklılaşmada ve yenileşmede görmesi ile öne çıkar.
Bu modelin; bireysel, bireylerarası, toplumsal ve yapısal olan şekilleri de bulunmaktadır.
(s.9) ilk üçü işlev görüyor ve dördüncüsü ise bunların hepsini birleştiren bir görev yapıyor.
Bu kuramın temsilcileri Comte, Herbert Spencer ve Durkheim, Malinowski ve Radcliffe-
Brown, Parsons ve Merton’dur.
Sosyal değişmeyi açıklayan dördüncü model çatışma modelidir. Bu model, toplumu
birbiriyle çatışan unsurlardan meydana gelmiş olarak kabul etmekte, ancak bu unsurları bir
bütünün kapsamında düşünmektedir. Dolayısıyla bu model, diğer üç modeli tamamlamakta ve
sosyal değişmeye daha net bir nitelik kazandırmaktadır.
Çatışmacı kuram daha çok Karl Marx’ın fikirleri doğrultusunda gelişmiştir. Rex,
Dahrendorf ve daha sonra Lenski bu modelin en bilinen temsilcilerindendir.
Marx, sosyal hayatın para, zenginlik ve ekonomik güçler etrafında şekillendiği iddia eder.
Rex, sınıf olgusunun temeli olarak ekonomik çıkarların yapılanması üzerinden durmuş;
Dahrendorf, çatışma ve maddi çıkarları, toplumu oluşturan çeşitli organizasyonların içerdiği
otorite ilişkileri çerçevesinde açıklamaya girişmiş, Lenski ise çatışma kuramı ile fonksiyonel
çözümlemenin basitçe birleştirilmesinden çok bir sentezi olma iddiasını taşıyan bir kuram
geliştirmiştir Kapitalist sistemin kendiliğinden yıkılacağını söyleyen Schumpeter ise yönetici
sınıf sermaye sahiplerinin mallarını kontrolleri altına alacaklar ve bu ihtilalsiz ve kansız bir
şekilde olacaktır.
Çatışmacı kuramcıların spor ve spor karşılaşmalarına yaklaşımı yukarıda yazılanlardan
kolayca tahmin edilebileceği gibi sporun belli başlı biçimlerinin insanların para ve ekonomik
çıkarlarını desteklediğini iddiasına dayanır.
Beşinci kuram feminist kuramdır. Buna göre, spor ve sporla bağlantılı konulara ‘spor
cinsiyet ayrımcılığı yapılan bir alandır’ varsayımı temelinde bakılmalıdır. Feminist kuramın
teorisyenleri iktisattan siyasete ve aile yaşamına kadar tüm toplumsal konularda erkeği kadına
üstün kılan geleneksel güç ayrımları ve toplumsal cinsiyet dinamiklerini araştırır. Feminist
kurama göre spor erkeklerin özelliklerini (maskülenlik) kutlamak ve organize etmek için
anlamlar yükledikleri alanlardan biridir.
Bu kuramların her biri bazen tek başlarına yada bazen birlikte oluşturulan karma
kompozisyonlar ile spor olgusunu daha iyi analiz etmek bakımlardan önemli bir değer ifade
etmektedirler. Özellikle de günümüz toplumlarında tanık olunan hızlı değişmenin spora olan
yanısmaları göz önüne alındığında spor ve toplumsal boyutlarındaki başkalaşmayı anlamak için
sosyal bilimlerin rehberliğine duyulan ihtiyaç giderek artmaktadır.
Sporda diğer sosyal olaylar gibi eşitizlik iktidar ilşkileri, otorite ve baskı aracı bağlamında
değerlendirilir. Örneğin Messner’in bir makalesinde alt sınıf mensuplrının sporu gettodan çıkış
aracı olarak gördüklerine vurgu yapılırken aynı zamanda çatışmacı teorisyenler spocuları
kapitalimsin her şeyi ticarileşiren yapısından dolayı birer para kazanma aracı olarak görürler.
Çatışmacı kuramın daha iyi anlaşılması için Marksist anlayışın spor ve spor solsuna nasıl
baktığına kısaca göz atmak yeterli olacaktır.
Netice itibariyle feministler, sporu, modern toplumlarda erkek egemen kültürünün ve
iktidarının maddileştirdiği bir faaliyet alanı olarak görürler. Kültürel sembollerin ve değerlerin
16

yeniden üretildiği ve dönüştürüldüğü bu alan, geçmişte olduğu gibi bugün de erkek kültürünün
damgasını taşımaktadır.
O halde kadınlar açısından yapılması gereken, diğer toplumsal alanlara olduğu gibi spor
alanlarında da erkeklerle mücadele etmenin zeminini taşımaktadır.

Ekonomi ile İktisat Sosyolojisinin Genel İlkeleri

İktisatçıların sürekli “ekonomi yapan” insanla uğraşıp durarak uğraşmaları; buna


karşılık toplumsal bir varlık olan, kendini sosyal ilişkileri içinde geliştiren ve bunun için topluma
ihtiyacı olan insanın özelliklerini yok saymaları, ve dolayısıyla, bu insanın ihtiyaçlarına cevap
veren toplumsal düzenlemeler üzerine düşünmeyi reddetmeleri, belki de zaten aynı konular
üzerinde çalışan, sosyoloji ve iktisat disiplinlerini birbirine yaklaştırarak, iktisat sosyolojisi
disiplininin gelişmesini sağlamıştır. Çünkü (Halbuki), ekonomi çok yüzlü ve aynı zamanda
ekonomik sosyolojiye uygun olan analizleri ve fikirleri de taşımaktadır. İşte biz de bu makalede;
öncelikle pür iktisat ile iktisat sosyolojisi arasındaki farkı ele alıp, ekonomik faaliyet alanı
içinde, bir iktisatçının aynı zamanda sosyolojiyi dikkate alması gerektiği üzerinde duracağız.
İktisat biliminin bütün yöntemleri kullanabileceğini ileri süren Alfred Marshall, iktisadın;
insanı gerçek hayatta yaşadıkları ve davrandıkları biçimiyle incelemesi gerektiğini savunuyordu.
Çünkü, iktisadın iş hayatını etkileyen en önemli saik olan maddi çıkar saikiyle ilgilendiğini
söylüyordu. O’na göre maddi saikle hareket eden insanın amacının parayla ifade edilebilmesi,
iktisadı diğer sosyal bilim dallarından daha kesin çözümlere ulaşabilen bir bilim dalı haline
getirmektedir.
Özellikle pozitif iktisatçılar klasik ve neo-klasik iktisadın hakim kurallarını uygulayan
eğemen ekonomi veya pür iktisat (mainstream) bakış açısı, olanı belirli ölçüler koyarak inceler.
İktisat dışı etkenlere yer vermemek suretiyle de iktisat bilimini diğer sosyal bilimlerden ayrı bir
yerde tutar. İnsana, yalnız iktisadi insan veya insanın davranışlarına iktisadi insan davranışı
(homo economicus) olarak bakılır. Siyasi, tarihi, sosyal ve kültürel değişkenleri iktisat dışı
bırakarak; evrensel nitelikli mono ekonomi kuralları hakimdir. İktisatta hipotez ve teoriler ancak
iktisadi değişkenlere bağlı olarak kabul veya reddedilirler. Rasyonel iktisadi insan önermesi
başarısız olduğunda başarısızlık iktisadi olmayan faktörlere yüklenmektedir. Pozitif iktisatçılar
olarak da nitelendirilen iktisattaki bu görüşe göre; iktisadi insan davranışları önceden tahmin
edilir ve rasyoneldir. Yani akılcı insandır. İktisadi insan boş yere para harcamayarak
ihtiyaçlarından fazlasını tasarrufa ayırır. Biriktirdiği sermayeyi hemen yatırıma dönüştürür.
Pozitif iktisatçılar, değer yargılarının sınanamayacağını düşündüklerinden pozitif önermeleri
kullanarak, uygulanan yöntemi ortaya koymaya çalışırlar. İktisadı sayısal ifadelerle
kesinleştirmeye çalışırlar, tümdengelimcidirler.
Diğer yandan pür iktisatçılar çeşitli varsayımlara dayanan önermeler yapmaktadırlar.
“Varsayalım ki mallar homojendir” veya “tüketicilerin bütün fiyatlardan haberdar olduklarını
varsayalım” gibi önermeler şeklinde ileri sürülmektedir. Böyle sınırlı sayıda varsayımla
çalışmak, alınan kararların sonuçlarının test edilmesi, soyutlamalar yapmak, modeller
oluşturmak, hesaplamalarda kesinlik sağlamak ve tıpkı bir fizikçi gibi ölçüp biçmek iktisatçının
-beklentilere cevap vermek için- vazgeçemeyeceği bir çalışma biçimi haline gelmiştir: Çünkü
onlara göre iktisat bilimi, bilimsel olma yolundaki çabasını temel aldığı değişkenlerden bir
kısmını soyutlayarak -analiz dışı bırakarak- elde etmiştir. Serge C. Kolm’un deyişi ile, “her şeye
rağmen iktisat matematik sayesinde büyük bir aşama kaydetmiştir.” Varsayımların bir anlamda
böyle yoksullaşması, sayesinde iktisatın diğer sosyal bilimlere göre daha kesin sonuçlar elde
etmesini sağlamıştır. Varsayımların gerçeği yansıtmadığı, hatta gerçekliğin bir kısmının model
dışında bırakıldığı, varsayımların niteliğinden çok modelin iç uyumundaki mükemmelliğin ön
17

plana geçtiği tezi doğrudur. Çünkü iktisattan, iktisadi olguların tasviri kadar (descriptive) yol
gösterici, politika önerici yani (prescriptive) olması beklenilmektedir. Buna bağlı olarak kabul
edilen varsayımlardan beklenen problemin sadece matematiksel boyuta indirgenmesidir. Burada
modelin sadece iç tutarlılığı ile yetinilmektedir. Bu da kullanılan sofistike matematiksel
tekniklerle sağlanmaktadır.
Özellikle Walras’la beraber iktisat, doğa bilimlerinden etkilenmiş ve özellikle,
matematiği kullanarak ciddi bir aşama kaydetmiştir. Hatta kendisinden beklenen müdahale veya
yol göstericiliği, kurduğu matematiksel modellerle sağlamış; ölçümlerinde gerekli olan kesinliği,
kantitatif sonuçların test edilebilir olması ile elde etmiştir. Toplumdan kopuk bireylerin tüketim
ve üretim niyetlerini özerk bir şekilde fiyat sistemi yolu ile nasıl koordine edebilecekleri
sorusuna indirgemiştir.
Ancak bu durumda iktisat, sosyal bilimlerden gittikçe uzaklaşarak doğa bilimlerine
benzemiş oldu. Hatta eğitimde “tarihsel perspektif yokluğu“, neoklasik teorinin egemenliğini
perçinlemesini sağlamıştır. Walras ve genel denge teorisinden beri iktisat, sadece bir modelin
sınırları içine giren olguların dikkate alınması, ister istemez ispatlanamayan olguların analiz
dışında tutulması sonucunu getirecektir. Halbuki, tarihsel bir perspektifin dışında rasyonalite
boş bir kavram haline gelir. Arrow’un da dediği gibi tüm çözümlemeyi rasyonaliteye olduğu gibi
irrasyonaliteye dahi dayandırmak mümkündür.
Friedman’ın 1953 yılında yayınlanan “Pozitif İktisadın Yöntemi” (Methodology of
Positive Economics) adlı makalesinde belirttiği gibi ekonomik rasyonellik kavramı önemli
sonuçlar vermiştir. Friedman insanların kendi bilgileriyle nasıl daha rasyonel
davranabilecekleriyle pek ilgilenmez. Aksine, insanlar rasyonel olmasalar bile, davranışlarının
sanki öyle olacakmış gibi veya işleyen piyasa ekonomisindeki şartların onları öyle davranmaya
zorlayacağını, iktisadi faaliyetlerde insanın, piyasa mekanizmasına ayak uydurması gerektiğini
vurgulamaktadır.
Anlaşılacağı gibi, Friedman, insan davranışlarının ahlaki, felsefi ve insana uygun yönünü
iktisat dışında tutmaktadır. Ancak yine de Friedman, kuralları en ayrıntılı şekilde formüle ederek
olguları genişletirken, piyasa kurallarını uygulamada yargı payının ortadan
kaldırılamayacağını belirtir. Çünkü olayların kendine özgü en küçük detayına kadar
formüllendirilebilmesi zor olduğu gibi bu ayrıntıların modele dahil edilip edilmeyeceğine karar
verilmesinin ancak deneyimle kazanabileceğini belirtir.
Görüldüğü gibi pür iktisat, diğer değişkenlerle uğraşmadığından “temiz model (clean
models)”i yöntem olarak kullanmaktadır. Ancak soyut bir dünyada geçerli olabilecek bu
önermeler, insanın yer aldığı somut bir dünyada rasyonel davranan insana ve ona etki eden
sosyal olaylara nasıl indirgenecektir. Böyle bir yaklaşım Richard Swedberg’e göre; “sosyal
problemler ekonomik boyutu yokmuş gibi ve ekonomik problemlerin de sosyal boyutu yokmuş
gibi analiz edilecektir.” İktisadi bir olayın analizinde, sosyoloji kullanılmadan, çok sayıda
karmaşık olayın sınanması oldukça zordur.
Ekonomi ve sosyoloji arasındaki temel farklılık, daha sonra konulara yaklaşımlarından
kaynaklanmaktadır. Ekonomik sosyoloji aktörün bir grubun ve toplumun bir parçası olduğunu
ve diğer aktörlerden etkilendiğini savunurken, pür ekonomi aktörün diğer aktörlerden
etkilenmediğini (yöntemsel bireycilik) ileri sürer
Ekonomik sistem ve ekonomi içinde mantıki-rasyonel davranışlar yaygındır; böylece
denge, zevkler ve engeller, fayda veya talep ve kıtlık veya arz arasındaki ilişki tarafından
belirlenir.
İktisattaki bu yapıya rağmen (hatta Pareto’nun da söylediği gibi) sosyal sistem çok daha
karmaşıktır. Yalnızca rasyonel hareketleri değil, aynı zamanda rasyonel olmayanları da kapsar.
18

Piyasa kurallarının işleyişinde aktörlerin davranışları, rasyonel olan ve olmayanlarla birlikte,


toplumsal değerlerin içine sinmiş gibidir.
Bu anlayışı destekleyen iktisat sosyolojisinde önemli bir yer edinmiş olan Mark
Granovetter de yeni bir öneriyle ortaya çıktı: Karl Polanyi’nin içkinlik (gömülülük) hakkındaki
fikirleri ile ağ (network) analizi buna benzer şekilde birleştirilebilirdi. Ekonomik sosyolojinin
görevi, sadece ekonomik faaliyetlerin ağlar yoluyla yapılandırılması tezini takip ederek; gözle
görülür biçimde varolan daha karmaşık ağların örnekleri üzeride çalışmaktır. Yani kısa ve direk
maksimizasyon örneklerini takip etmez. Mantık dışı davranışlardan da etkilendiği için bütün
bunlar hesaba katılmalıdır. Pür ekonomi; bütün sosyal fenomenleri (sosyal kurumlar, siyaset,
hukuk, aile, ahlaki değerler, din, yanlış anlama, aşk, nefret, görenek, alışkanlık ve alicenaplık)
mekanik bir açıklayıcı olarak maksimum fayda prensibi altında sınıflandırır.
Hirschmann tutkuların, çatışmaların yani rasyonel olmayan (nonrasyonel) unsurların
insan davranışları üzerindeki belirleyici niteliklerini ortaya koymuş, hatta piyasanın yetersiz
kaldığı durumlarda kişisel çıkarı gerektiğinde ikame etmek için normlara ve etik değerlere
başvurulmasını önermiştir. O halde, insan davranışlarının temelinde bulunan; tutku, haz ve
çatışmalar gibi etkilerin varlığını görmezden gelmek mümkün değildir. Polanyi de insanı, piyasa
ilişkileri içinde ele alıyor ve ekonomiyi bu ilişkilerden oluşan bir alan olarak kabul ediyor.
İşte bu sebeple iktisat sosyolojisi, ekonomik hayat içinde yerleşmiş olan sosyal özellikler;
sosyal tabakalaşma, işbölümü, mülkiyet, üretim, tüketim, kıymet hükmü gibi sosyal normlar
üzerinde odaklanırken, ekonomiyi toplumun ayrılmaz bir parçası olarak görür ve toplumu daima
temel referans olarak alır. Buna karşılık çoğunlukla pür ekonomi analizlerinde, sosyolojik
perspektifin dikkate alınmadığı görülmekte; “sanki insanlar robotmuş gibi, şaşmaz bir biçimde
tek bir amaca ulaşmak için kullanılması gereken araçları tutarlı bir biçimde seçip kullanan
homo economicus’tan daha gerçek ve daha anlamlı bir seçim özgürlüğüne sahip bir bireyden
söz edilmektedir. Hatta gerçek insanla yüzyüze gelmekten kaçıp durmaktadırlar”.
Oysa ki; toplumsal sürecin kendi tarihsel gelişmesi içinde ortaya çıkan normlar toplum
yapısının kendi iç dinamiğinin oluşturmakta, hatta tarihsel dönemlere göre, zaman ve mekan
bakımından farklılıklar göstermektedir. Sosyo-kültürel sürecin tarihsel gelişmesinde ortaya
çıkan sosyoloji, psikoloji ve değer yargıları gibi konular iktisat teorilerinden,
soyutlanamamaktadır.
Toplumların ekonomik yapılarının, saf iktisat teorileriyle ortak kavramları olsa da, pek
çok tarihsel tipleri olması dolayısıyla ayrı bir teorileri olduğu görülmektedir. Bu iktisatçılar
arasında Almanya’da tarihçi okul (W. Rosher, Werner Sombart, Max Weber, A. Spiethoff),
A.B.D.’de kurumsal iktisatçılar (Thorstein Veblen, Wesley Clair Mitchell, John Kenneth
Galbraith ) ile bir kısım neo-klasik iktisatçılar (Carl Menger, Ludwig von Misses) sayılabilir.
Sombart, evrensel iktisat kanunlarının bulunabileceğini reddeder. “Modern Kapitalizm”
adlı eserinde sosyal hayatla iktisadi hayatın nasıl birlikte yürüdüğünü ve geliştiğini; Yahudilerin
iktisadi hayat üzerinde oynadıkları rolü ortaya koyar. Weber ise püriten zihniyetin ve davranış
kalıplarının iktisadi sistemlerden daha önce doğduğunu ve iktisadi unsurları etkilediğini ileri
sürerek, kapitalizm sürecinin başlamasını protestanlığın yaratıcı rolüne bağlamıştır. Protestan
ruhunun ve zihniyetinin iktisadi hayat üzerinde; tutumluluk ferdiyetçilik, çok çalışmanın kutsal
olduğu inancı, faizin serbest olması anlayışı, çalışma ahlakı, tasarruf anlayışı geliştirmesi;
kısaca kapitalizm ruhu, bir dinsel anlayışının; yeni fikirler ve zihniyetler dünyasını ortaya
çıkartmıştır. Diğer yandan Schumpeter de iktisadın tarihsel devamlılıktan kopuk olamayacağı,
tarihsel boyutta oluşan iktisadi olguların tarihsel deneyimin dışında anlaşılamayacağının bir
gerçek olduğunu belirtir.
İnsan davranışlarını belirleyen iktisat ve iktisat dışı unsurların, tarihsel süreç ve tarihi
gerçekler ışığında incelenmesi gerektiğini savunanların dışında, kurumsal (institutionalist)
iktisatçılar da insanın ekonomik konulardaki davranışlarını çevre etkisiyle ve sosyal bünye
19

eğilimleriyle açıklamaya çalışmaktadırlar. Homo-economicus zihniyetinin ve iktisadi hesabın


birey ve firma faaliyetlerine yön verdiğini kabul etmemektedirler. Onlar sistemli teoriler
kurmaktan yana değillerdir. Bunun yerine “gelenekler, davranışlar ve iktisadi kurumların
incelenmesini önerirler.” Amaçları iktisadi olayların arkasındaki toplumsal güçlerin ortaya
konmasıdır.
Kurumsalcı Okul’a göre; teoriler evrensel geçerliliğe sahip değildir. “Örneğin esneklik
katsayısı zamanla değiştiği gibi ülkeden ülkeye” kültürden kültüre de değişebilir. Kurumsalcı
iktisat, olguları sadece iktisadi açıdan değil, sosyolojik ve antropolojik bütünlük içinde de
inceler. Çünkü bu okul sosyal bilimlerin değer yargılarından bağımsız olmalarını imkansız
görmektedir. Bütün bunlardan yola çıkarak, kurumsal okulun görüşlerini, kaynağını insandan
alarak, soyutlama yapmadan olayların sürekli gözleyerek ve bunların teoriyle beraber
değişebileceğini kabul ettiği şeklinde özetleyebiliriz.
Buna bağlı olarak Veblen, bireysel davranış güdüsü olarak kişisel çıkarların
varsayılmasına karşı çıkarak, iktisat teorisinin insanı zevk-zahmet hesabı yapan yaratıklar
olarak saymasının gerçeklerle ilişkisinin olmadığına inanır.
Avusturya okulu ve bu okulun kurucusu Misses “Human Action: A Treatise on
Economics” adlı eserinde rasyonel insan davranışlarını bir teori halinde açıklamıştır. Bu
teoride varsayımlar bireylerin amaçlı davranışlarına bağlıdır. Misses’e göre, iktisat dinamik
yapıya sahip bir bilim dalı olduğu için ölçülmesi zordur. Çünkü insan faaliyetlerinde benzerlik
yoktur. İktisat; mal ve hizmetlerin değil, yaşayan insan faaliyetlerinin sonucunda ortaya çıkan
bir bilimdir. Faaliyetlerin parasal hesaplama temelleri üzerinde yapılması gibi, bu iki
karakteristikten dolayı, sosyal olayların ampirik yöntemlerle kanıtlanması zordur. Yani ekonomi
teorilerinin doğruluğu veya yanlışlığı sadece tecrübeyle sonuçlandırılamaz.
Bu okulun diğer bir üyesi Menger’e göre ise; iktisat, karmaşık ve çok sebepli olaylarla
ilgilenir. Tümdengelimci ve matematiğe karşı eleştiricidir. Homo-economicus yaklaşımı
benimsemesine rağmen fayda maksimizasyonu, değişmez zevkler, azalan marjinal fayda,
malların homojen ve bölünebilir olduğu konusunda şüpheye sahiptir.
Yani neo-klasik iktisatçıların iddia ettikleri gibi firmalar, tüketiciler ve mallar homojen
değildir. Malların kalitesi farklı olabilir. Ayrıca tüketicilerin bu ürünlere karşı zevk ve tercihleri
farklı olduğu gibi, tüketicilerin yeni ürünler hakkındaki bilgileri de değişiktir.
Neo-klasik iktisat, bu işlevi yerine getirebilmek için matematiksel yönteme büyük ağırlık
vermiştir. Diğer bilimlerden kendisini ayırmış ve rasyonel tercihlerden başka bir şeyle
ilgilenmez olmuş; içine kapanıp realiteden kopmuştur
Bu görüşü doğrulayan J.M.Keynes, “gereğinden fazla matematik spekülasyondan başka
bir şey değildir” diyerek iktisatçıların matematiksel sembollerin dünyasında içine kapanarak
gerçek dünyanın kompleks ve birbirini karşılıklı etkileyen çok değişkenli yapısını gözden
kaçırabileceklerini belirtmiştir.
Sonuç olarak, neoklasik teorinin de sosyal gerçekliği tüm boyutları ile kavradığı ileri
sürülemez. “Homo-economicus’un ise insanı ne kadar yansıttığı tartışılabilir.
Varsayımlar aslında tümüyle gerçekten kopukturlar; ya tam rekabet durumunu
öngörmektedirler veya temsili ajanların varlığından hareket etmektedirler. Halbuki iktisatçıların
bir kısmı ve genellikle neoklasik iktisatçılar; modeller sınanabilirse, bilimsel olma koşullarından
birini yerine getirmiş olacaklarını ya unutuyorlar, ya da görmezden geliyorlar. Modellerde
kullanılan hipotezler ise basite indirgenmiş olabilir, fakat tarihi ve sosyal gerçeğe aykırı
olamazlar.
20

Maurice Allais’in 1968’de tespiti şöyledir: “İktisat bilimi son derece kompleks olan
gerçekliğin yalnızca bir yönünü tahlil edebilmektedir. Derinliğine bir tarihsel, sosyoloji birikimi
olmadan bunun başarılması mümkün değildir. Felsefeci Olivier Mongin de egemen iktisadi
düşüncenin temel postülasının piyasayı toplumun mükemmel bir örgütlenme biçimi olarak kabul
ettiğine dikkat çekip, ancak diye ekliyor, “egemen teori çağdaş toplumu tüm yönleri ile tahlil
edip anlamakta zorluk çekince kendini belli varsayımların ve soyutlamaların sınırları içinde
oluşturduğu hayali bir dünyanın içine zincirlemiştir, böylece işi kolaylaşmış ama realite ile ilgisi
kalmamıştır.” Gerçekten de insan davranışları ve özellikle de toplumun ekonomik eğilimlerinin
yasaları, tarihsel, sosyolojik, psikolojik, siyasal, kültürel boyutlar ihmal edilerek belirlenemez.”
Keynes’de de iktisat yöntemini kapitalist sistemin tarihsel gelişimi içinde ele alır. O’na
göre “iktisat ahlak bilimidir, tabii bilim değildir.” Keynes’le birlikte “laissez faire” teorisi
kaldırılarak, iktisadi ahlaka yeniden önem verilmeye başlanmıştır. Keynes’in sezgi; güdü,
beklentiler, belirsizlikler, iç gözlem, ikna anlayışı gibi konularla ilgilenmesi, iktisat bilimini
yöntem konusunda sosyolojiye yaklaştırmaktadır. İşte bu açıdan bakıldığı zaman, Keynes de
iktisat biliminin sosyal, psikolojik ve politik faktörlerden soyutlanmasını eleştirmektedir. Ancak
kendisi de çarpan, para talebi, tüketim fonksiyonu, azalan gelirler kanunu, marjinal tüketim
eğiliminin 1’den küçük olması gibi görüşleriyle ampirik araştırmaya uygun pozitivizme
yaklaşmaktadır.
Klasik sosyologların bazıları, pür ekonominin apolitik, ahlaki değerlendirme ileri
sürmeyen ve fazlasıyla bireyci bir teori olduğunu ileri sürerler. Ekonominin yardımcısı olarak
sosyolojinin statüsü, eğer sadece ekonomik prensip sürekli bir değişken olarak ele alınsaydı
doğru olabilirdi. Bu ele alış, yukarıda da belirtildiği gibi, toplumun sadece ekonomi olduğu ve
bütün insan davranışlarını fayda maksimizasyonuna yönelttiği fikrine dayanır.

Nitekim ekonomistlere göre; bazı grup veya kişilerin ekonomik davranışları diğerlerine
göre daha rasyonel olabilir. Ancak bu bir varsayımdır. Salt ekonomik anlayışta, bireyin;
rasyonel tercih yapması, onların her konuda tam bir bilgiye sahip olacakları fikrinden
kaynaklanır. İktisat sosyolojisinde ise ekonomik davranışlar daha farklı şekillerde ele alınır. Bu
sebeple ekonomik sosyolojide rasyonalite bir değişkendir ve bir fenomen olarak açıklanmaya
çalışılır.
Samuelson’a göre; ekonomi rasyonel ile ilgilidir, irrasyoneli sosyolojiye bırakılır”. O’na
göre “Bir çok ekonomist rasyonel ve irrasyonel davranışların temeline dayanarak ekonomiyi
sosyolojiden ayırdı”. Hirsch, Michaels ve Friedman’a göre; sosyologlar, rasyonel davranış
olasılığını inkar etmemelidirler yada bu tür çalışmaları engellememelidirler. Fakat
sosyologların karşılaştırma avantajı –kültüre karşı açıklık, değerlerle ilgilenme ve sosyal yapı-
basit bir rasyonel davranış teorisi ile değiştirilmemesi gerektiğini de eklerler.

Aslında sosyologların görüşü daha geniş bir alanı kapsar. Gerçek yaşamda karşılaşılan
durumlarda, çözülen problem hemen hemen hiçbir zaman bir maksimizasyon problemi değildir.
Simon’a göre gerçek durumları belirleyen temel özelliklerden biri bilgi eksikliğidir. Oysa
standart mikro iktisat, Simon’ın deyişiyle sınırsız rasyonalite (unbounded rationality) varsayımı
temelinde çözümlemelerini eksiksiz bilgi sahibi olma durumuna göre yönlendirir. Simon, sınırsız
rasyonalite kuramlarının gerçekçi olmadıklarını, gerçek yaşamdaki karar süreçlerinin sınırlı
rasyonalite (bounded rationality) temelinde incelenmeleri gerektiğini göstermeye çalışıyor.
Sınırlı rasyonalite kuramları, karar veren bireyin ne sahip olduğu bilginin ne de ulaşabileceği
bilginin tamamını toplayıp bir araya getirme ve bu bilgiyi işleyerek (process) kullanılır duruma
getirme yeteneğinin sınırsız olmadığı gerçeğinden yola çıkarlar. Bu kuramlarda, bireyin çoğu
zaman en iyi seçimi yapabilecek durumda olmadığı, zaten en iyi seçimi yapmak için belirgin bir
amacı da olmadığı öne sürülür.
21

Rasyonel tercih modelinde bireylerin yaptıkları farz edilen bilgi toplamak, tam olarak
hesap yapmak, herkesin sahip olduğundan daha fazla enerji ve zaman tüketir. Tam bilgilenmeye
çalışan biri, hiç dokunulmamış yüzlerce önemli olayı bırakarak, her hafta için ancak bir avuç
dolusu rasyonel seçim yapabilirdi. Çünkü zihinsel kapasite de tıpkı diğerleri gibi kıt bir
kaynaktır. İşte zihnimizdeki bu kısıtlamalar yüzünden, çoğunlukla bireyler rutin kararlar alırken
alışkanlıklara ve göz kararı, yaklaşık hesaplamalarla hareket ederler. Teoriye göre alışkanlıklar
ve göz kararı kuralları (rules of thumb), elbette ki rasyonel olmayandır: Her spesifik olay için
maliyet ve fayda ne olursa olsun, onlar (rasyonalistler) sabit cevabı vereceklerdir. Bireylerin
verdiği bu kararların bir çoğu bütün bu tam bilgilendirmeyle, rasyonel ajanın vereceği
kararlara göre daha az rasyoneldir. Fakat bu durumda bireylerin başka bir alternatifleri de
yoktur. Sahip olunan kıt zihni kaynaklarla, alışkanlıklara ve rasyonel olmayan kurallara
güvenmek tamamen rasyoneldir. Bu kurallar bireylere kendi kültürleri ve organizasyonları
yoluyla sağlanır veya önceki tecrübelerinin bir ürünüdür.
Ayrıca bu kural vasıtasıyla ayrıntılı olarak yapılan hesaplamaların maliyetlerinden
tasarruf edilmektedir. Kuralın rasyonaliteyi artırıp artırmadığı ise şüphelidir. Seçimlerin
öncelikle akıldaki belirli bir amaç doğrultusunda mi? yoksa, alışkanlıklara göre mi
yapıldığından emin olmak mümkün değildir. Pek çok kişi, belki diğer marketler daha düşük
fiyatlarla satış yapsalar bile, aynı süper marketten alış-veriş yapar. Hatta bu kurallar dini veya
diğer başka normlardan tamamıyla de ayrılmazlar. Görüldüğü gibi göz kararı kuralı aktörlerin
tercihlerini kolaylaştırmak, hazır rehberler çıkarmak için kullandığı informel bir kuraldır.
Diğer yandan toplumda bazı genelleştirilmiş davranış (ahlak) kuralları vardır ki, bireyler
nerede olurlarsa olsunlar rasyonaliteyi düşünmeden onu yerine getirirler. Mesela bir lokantada
bahşiş bırakmak. Bu olayda (garson-müşteri) birbirlerini daha önce tanımıyorlar, muhtemelen
böyle bir ilişkileri tekrar olmayacak, bu olayın gelecekte bu aktiviteyi gerçekleştireceklere
ulaşması zordur. Öyleyse buradaki olay rasyonel iktisat kurallarıyla açıklanamaz. Burada
yapılan bu işlem ancak genelleştirilmiş ahlak tarafından açıklanabileceğidir. Bizim ülkemizde de
özellikle kırsal kesimde Tanrı Misafiri kanlayışı da benzer şekilde açıklanabilir.
Nitekim Weber, ekonomik sosyolojisinin hangi sosyal durumlarda formal rasyonalitenin
mümkün olabileceğini tayin etmek için çalışmıştır. Weber, “Economy and Society” adlı eserinde
herhangi bir ekonomik olayın analizinde ilk önce rasyonel davranış varsayımı ile başlamak
gerektiğini belirtir. Weber kıtlık durumu altında klasik fayda maksimizasyonunu biçimsel
rasyonalite (formal rationality) olarak nitelendirir ve sosyal sorumluluk veya kutsal değerler
gibi diğer prensiplerin rehberliği ile belirlenen özsel rasyonalite (substantive rationality)’ye
işaret eder.

Ekonomide ise ekonomik davranışın rasyonel olacağı varsayılır ve rasyonalite bir


varsayımdır. Sosyoloji mümkün olan bir çok ekonomik davranış biçimini kapsar. Max Weber’e
göre ekonomik davranış, rasyonel, geleneksel veya spekülatif-rasyonel olmayan şeklinde
olabilir. Ekonomistlerin ise bir parça alışkanlıklar ve göz kararı dışında geleneksel ekonomik
davranışa yer vermedikleri dikkate değerdir.
Ekonomistler rasyonel davranış alanı olarak da kıt kaynakların etkin kullanımı üzerinde
dururlar.
İktisatta önemli olan piyasa kurallarıdır, toplum ise veri olarak kabul edilir. Bunun
sonucu, toplumdan soyutlanmış, “evrensel” ve “doğal” olarak tanımlanmış insan
davranışlarından yola çıkarak ekonominin anlaşılabileceği inancı ortaya çıkıyor. Yani modern
iktisat düşüncesinin temelinde, insanların içinde yaşadıkları toplumu hangi amaçlar ve değerler
çerçevesinde, nasıl kurduklarına bakmadan, basit bir nedensellik ilişkisi temelinde evrensel bir
ekonomi kuramına ulaşılabileceği inancı yatmaktadır.
Bu teorik program, rasyonel tercih teorisi veya tüm insan davranışlarına ekonomik
yaklaşım olarak adlandırılır ve burada ekonomik sosyolojiye hiçbir eğilim yoktur. Aksine
22

rasyonel tercih (seçim) taraftarları “herkes için rasyonalite, bütün fertler iyi öğrenim görmüş
bir ekonomist gibi davranır” fikrine atıfta bulunarak bütün sosyal hayatı ekonomik prensipler
yoluyla açıklamaya çalışırlar.
Sosyoloji ile ekonomi arasındaki en temel farklılıklardan birisi de insan doğası hakkındaki
varsayımlarıdır. Ünlü homo economicus sabit tercihlerle rasyonel, ben merkezli, fayda en
çoklaştırıcıdır. Fakat tam tersine homo sociologicus’u tanımlamak daha zordur. Tarihsel olarak
gelişmiş kurumlar, toplumlar ve kültür yazımlarına bağlı olan neredeyse tabula rasa’ya yakın
sosyolojik insan modeli sabit tercihlerdense akışkan ve değişebilir olan değerleri, tavırları ve
davranışları ele alır. Davranışlar, sadece bazı pür (kültürden bağımsız) bireysel çıkar
hesaplamaları değil, kültürel belirli değerleri izler. Böylece davranışlar tamamen faydacı
olmaktan daha anlamlı olabilir.
Ekonomik davranışlarda grup sorumluluğunun ve grup yönlü motiflerin önemi de iki alan
arasında farkı vurgular. Nitekim Sen; İnsanların ekonomik işlerinde hem bencil hem de
diğerkam oldukları karışık motivasyonlarının görüldüğü bir çok durum olduğunu söyler.
Sözgelimi; çıkar davranışının ötesinde Japon endüstri başarısında görev, sorumluluk ve iyi
niyetin önemli bir rol oynadığına dair güçlü deliller vardır. Japon etos’u olarak adlandırılan bu
durumu çıkar davranışının herhangi bir basitleştirilmiş resmine uydurmak mümkün değildir.
akrabalık ilişkileri ve cemaatlerden sendikalara ve ekonomik baskı gruplarına kadar.
Aynı şekilde Michel Albert’in geliştirdiği “ren modeli”nde de, toplu çıkarlar bireysel
çıkarlardan daha öncelikli bir yer tutma eğilimindedir. Aksine yukarıdaki gibi yoksul insanları
dışlamak yerine onları toplum içine almak, onlara kazanma güçlerini artırabilmeleri için gerekli
ataçların yanı sıra onlara kazanma isteği de verecektir. Böyle toplumların özelliği, bireyci
olmayıp eşitlikçi toplumlar olmasıdır. Genel olarak eşitsizliğin göreceli olarak düşük olduğu
toplumlar, zengin ile yoksul arasındaki ayrılıkların daha fazla olduğu toplumlardan daha çok
zenginleştiği savunulmaktadır.
Ekonomik perspektif, girişimciye ( entrepreneurship) sadece üretim araçlarını bir araya
getiren, iktisadi (homo-ekonomicus) ve fayda maksimizasyonu düşünen, temel olarak dünyayı
umursamayan bencil ve kar peşinde koşan bir fonksiyon yüklerken; iktisat sosyolojisi, kültürel
faktörlere de odaklanır. İktisat açısından bu fikrin ana epistemolojik iması, bütün sosyal
bilimlerin sadece yardımcı veya ekonominin uygulamaları olduğudur. Böylece bu düşünce,
parça (ekonomi) ile bütün (toplum) arasında ayırım yaparak hataya düşmüştür.
Sözgelimi Osmanlı Türk toplumunun özellikle son dönemlerinde ticari ve sanayi
faaliyetlerin yapılmaya değmez bir iş olarak hor görülmesi, sağlam girişimci kültürünün
olmamasından kaynaklanmaktaydı. Bu yüzden bu tür faaliyetler o dönemlerde azınlıkların elinde
kalmış, Türk müteşebbis sınıfı gelişememiştir. Benzer durumu Sovyetlerin serbest piyasa
ekonomisine geçtiğinin ilk yılında, bu ülkelerde de görmek mümkündü. Sözgelimi Azerbaycan
halkının “Al-verci” dediği; çok az bir sermaye ile yol kenarlarında farklı malları satanları,
eğitimli ve meslek sahibi kişiler; “sahtekar”, “başkalarının üstünden para kazanan”,
“başkalarını aldatan” olarak görüyorlardı. Biz buna bizzat şahit olmuştuk.
Max Weber, girişimcileri sosyal, kültürel ve dinsel değişkenlerin bir fonksiyonu olarak
görürken, J. A. Schumpeter değişmeyi yaratan teşebbüs olarak “yaratıcılık” (innovation) etkisi
üzerinde durmuştur. Yeni tüketim maddeleri, yeni üretim metotları, yeni ulaşım metotları, yeni
pazarları ve yeni örgütlenmelerin etkilerini inceler.
Schumpeter’e göre; ekonomik liderler, sosyolojik bir bakış açısıyla, etnik olarak homojen
yapılardan ortaya çıkmaktadır. Girişimcinin niteliklerini belirli bir amaca yönelme, geleceğe
olan inanç ve düşüncenin sıkı alışkanlık kalıplarını aşabilme kapasitesi olarak vurgular.
Habakkuk “az gelişmiş ülke girişimcilerinin kapalı bir sınıf sistemi, yetişme tarzının
otoriteryenliği, ekonomik yapıdaki riskler ve sosyal yapı nedeniyle gelişemeyeceğini savunur”.
Hoselitz de ortam olmaksızın girişimcinin gelişemeyeceği görüşündedir. Jenks ve Cochran ise
“tek tek bireylerin performanslarının bir toplamından ibaret olan” girişimcilik kavramından
23

ziyade “dikkate değer sayıda bireyin benzer fonksiyonlarının bir performansı” şeklinde bir
yorumunu sgündeme getirmişlerdir.
Girişimci insan tipinin az gelişmiş yörelerde de nadir olduğu da düşünülürse, mikrokredi
yollarıyla yeni fırsatlar yaratma isteği, az gelişmiş yöreleri kalkındırma çabaları ekonomik
sosyoloji açısından büyük değer taşımaktadır. Demek ki sadece bireyin aklı ve yaratıcılığı
yetmez. Aynı zamanda kültürel değerlerin iticiliği ve yöneltici etkileri de söz konusudur.
Tüketim de iktisat ve iktisat sosyolojisinin ilgilendiği bir alanı oluşturmaktadır.
Kapitalizmin başlangıcında Veberin tanımladığı pürüten ahlakının tüketici tipi bunun bir sebebi
olabilir. Ancak Pürüten kültürdeki tüketim alışkanlıkları ile hedonist tüketim anlayışı
birbirlerinden farklıdır ve bu farklılık iktisat sosyolojisini tüketimfaaliyetlerinin incelenmesinde
bir imkan yaratmıştır. Yine Duessenberry’ye göre; bireyin gelirinden ve malın kalitesinden
başka, bir malı satın alan bireyler sosyal ilişki içinde bulunduğu kişiler ve gruplardan da
etkilenmektedirler. Nitekim yenilen, içilen ve kullanılan birçok ürünün kültürel değerlere göre
şekillenmesi inkar edilemez bir gerçektir.
Veblen’nin bir kavram haline getirdiği gösteriş tüketimi; talebin arasında ihtiyaç ve
arzulardan başka gösteriş amacıyla yapılan harcamaların önemli bir payının bulunduğunu ileri
sürmektedir. Nitekim bazı bireylerin ve sosyal grupların kendilerini diğerlerinden ayırmak, statü
ve sosyal prestij elde etmek için farklı bir harcama yaptıkları görülmektedir. Dünya
nimetlerinden sonsuz derecede faydalanmayı yansıtan hedonist tüketim anlayışını tüketimi
desteklemektedir. Gösteriş için bir malı satın alan, malın hem gerçek fiyatını hem de gösteriş
fiyatını ödemektedir. Buna karşılık gereksiz tüketimden kaçınmayı emreden islam dini de yine
sosyal hayata şekil vermektedir.
Ayrıca İktisat sosyolojisi finans çalışmalarına etnografi ve kültürü getirdi. Böylece
sorulabilecek soru çeşitleri ve aynı zamanda ne tür materyallerin aranacağı değişmiştir.
Sözgelimi bu yolla Viviana Zelizer, insanların günlük hayatlarında parayı bölünmez bir madde
olarak görmediklerini, aksine parayı farklı paralara ve geçerli paralara ( currency )
böldüklerini keşfetmiştir.
Çeşitli piyasalar (pazarlar), da iktisatta olduğu gibi başlangıçtan beri, bağlantılarıyla
(ağlarıyla) birlikte ekonomik sosyolojinin de temel konuları arasına girmiştir. Harrison C.
White’in teorisine göre; tipik sanayi market, fiyat ve miktar yoluyla birbirine işaret veren
(signaling), istikrarlı bir sosyal yapıyla ahenkli bir grup oluşturabilen – kısaca market – az
sayıda aktöre sahiptir. White’a alternatif bir teori Neil Fligstein tarafından önerilmiştir. Buna
göre; modern piyasaların karakteristik özelliği istikrar üzerine öneminin vurgulanmasıdır.
Piyasa aktörleri, bu perspektife göre, fiyatlarda dalgalanma veya amansız rekabet istemezler,
sürprizsiz istikralı piyasalar isterler.
Sanayileşen toplumlarda insanların çok fazla yüz yüze ilişki kuracak zamanları da
olmadığı için, herkes işiyle evi arasında tek düze bir hayat geçiriyor; dolayısıyla bu böyle bir
çalışma temposu toplumsal hastalıklara da sebep oluyor. Aslında, fiyatlarda bir indirim
yaptığında malın çok fazla bir önemi olmayabilir. Çünkü yüz yüze sosyal ilişkiler de çok
önemlidir. Büyük marketler açılmasına rağmen, insanlar yakındaki bakkaldan alışveriş etmeye
bir müddet daha devam ettiler. Alvin Toffler’in “modüler ilişki” dediği, yüzeysel ilişkiler
kapitalist toplumlarda çoğalmaya başladıkça, insanlar hep eskiyi özler hale geliyor. Sosyal
ilişkiler ekonomik davranışları bir noktaya kadar etkilemektedir.
Sosyal Sermaye Üretim faktörlerinden bir olan fiziki sermaye ile beşeri sermaye denen
bireyin üretimi sağlayan bilgi ve beceriler edinmesi, bireyin aldığı eğitim, sağlık ve mesleki
harcamalar beşeri sermayenin yönünü olumlu yönde etkilemektedir. Sosyal sermaye (kapital)
ise, insanların sosyal ilişkiler ağı ve grup birliği içinde bağlantı kurdukları hale geldiklerinde
“ahlaki bir kaynak” olabilecek ortak değerler ve inançlar çerçevesi içinde geliştirdikleri
sermayedir ve toplumsal bir öneme sahiptir. Karşılıklı sosyal güven ve sosyal normlar
katılımcıların kolektif faydadan elde ettiği memnuniyeti artırır. Robert Putnam tarafından
24

popüler hale getirilmiş olan sosyal sermaye “koordine edilmiş faaliyetleri harekete geçirmek
yoluyla toplumun etkinliğini geliştirebilecek organizasyon özellikleri” olarak tanımlanır.
Böylece sosyal kapital girişimci bireyin veya kolektif aktörün her an güvenebileceği sosyal
ilişkiler seti olarak düşünülebilir. Bu ilişkiye dayanan bir kapitalin varlığı yoluyla bilgi, güven
gibi kognitif ve normatif kaynaklar bireye fark edemeyeceği veya daha yüksek maliyetle elde
edebileceği hedefleri fark etmesine imkan verir. O halde sosyal sermaye, en az elle tutulabilir
olan sermaye çeşididir. Kişiler arasındaki ilişkiler ağında mevcuttur. James Coleman, ise bu
kavramı elit olmayan grubun ilişkilerini de kavrayacak şekilde daha da genişletmiştir. Piyerre
Bourdieu, ekonomik, sosyal ve kültürel sermayenin birbirine dönüştürülebilir olduğunu ileri
sürmüştür.

Dünya Bankası’nın 2001 yılında yayınlanan raporunda; sosyal kapital için toplumun
sosyal etkileşiminin niteliğini ve niceliğini şekillendiren kurumları, ilişkilere ve normlara atıfta
bulunur. Giderek artan kanıtlar, sosyal bağlılığın toplumların ekonomik başarısı için ve
sürdürülebilir bir kalkınma için önemli olduğunu göstermektedir. Hemen herkes başarı için ilişki
ağlarının iş yaşamında, çalışma piyasasında, sanatta, akademide ne kadar önemli olduğunu
bilir. Fakat sosyal ilişkiler ağı ve ortaklaşa hayat, hiçbir zaman, liderlik konumunda olan
kalkınma kurumları arasında sürdürülebilir kalkınma ve ekonomik büyüme için bir reçete olarak
bu kadar öne çıkmamıştı. Artık sosyal kapitali kalkınma için anahtar bir muhteva olarak
savunmaktadır.

Sosyal kapital ekonomik kurumlar ve çevreler tarafından liberal gelenek içinde bir kültürel
varlık veya servet olarak yorumlanır. Böyle bir kültürel servet, dayanışmayı harekete geçirerek
etkinliği artırır. Bireyin piyasadaki özgürlüğünü sosyal dengeleme ile bağdaştıran bir
yaklaşımdır. Sosyal sermayenin kaynaklarını, aile, cemaat, etniklik, cinsiyet, şeklinde
belirtebiliriz.
Diğer yandan yaşadıkları toplumdan farklı değer yargıları olan yoksulluk da nereden ve
nasıl bakıldığına göre farklılık göstermektedir. Yoksulluk içinde yaşayanlar farklı bir hayat
tarzına sahip olabilirler ve kendilerine bir alt kültür yaratırlar. Toplumsal kültür içinde marjinal
konumunda olanların kendilerine özgü davranışları vardır. Hatta birey diğerlerinden farklı bir
takım ortak değerleri yansıttığı için bu kültür kuşaktan kuşağa da geçmektedir. Bu sebepten
dolayı yoksulluktan daha önemlisi yoksulluk kültürünü yok etmektir. A. Giddens’e göre; bireyde
alt kültürün temel değerleri böyle bir psikolojik etki altında adeta şartlanmıştır.

Yoksulluk kültürü sadece düşük geliri içermez, bunun yanında toplumun temel değerlerini
umursamazlık, hayattan vazgeçmişlik, gelecek için plansızlık, ekonomik hayatın avantajlarını
kendilerine göre değerlendirememe, günü birlik yaşama, sorumsuzluk gibi kendine özgü
tutumları içerir. Böyle bir ortamda yoksullar ortak değerler ve normlar üreterek yoksulluk
koşullarına uyum sağlarlar. Hatta yoksullara sürekli karşılıksız yardım yapmak da onlara bu
şekilde yeni bir yaşama tarzı kazandırdığı için devamlı yardım alan muhtaç insan psikoloji
yaratmaktadır. İşte biyolojik ihtiyaçların sağlanması, sosyal sınıflar içinde bireylerin
birbirlerine göre durumları ve bireyin etiketlenmesi toplumda statüye dayalı bir dışlaşma söz
konusu olmaktadır. Ailenin bu yaşama tarzı içinde olması, çocukların da yeni yaşama tarzını
benimsemelerine sebep olmaktadır.
Mutlak yoksulluk bireyin veya ailenin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan asgari,
temel ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli gelirin belirlenmesiyle ortaya çıkan yoksulluğu
dolayısıyla bu seviyesinin altındaki ayni ve nakdi geliri olanlarını; en basit ifadeyle günlük
gerekli asgari kaloriyi sağlayacak harcamaları gösterir. Ayrıca sadece tüketim düzeyiyle sınırlı
kalmayıp, hiçbir toplumsal haktan yararlanması mümkün olmayan kesimlerin ayırt edici özelliği
için de aşırı yoksulluk kavramıyla birlikte kullanılmaktadır.
25

Daha çok gelişmiş ülkelerde kullanılan Göreli yoksulluk ülke içindeki ortalama gelirin
belli bir oranının altındaki geliri olanları içerir. Dikkat edilmesi gereken nokta, yoksulluk
kavramının bile göreceli olmasıdır. Çünkü bir bireyin yoksul olarak nitelendirilmesi, o bireyin
var olan toplum koşullarında göreli bir dezavantajı sürekli yaşaması önem taşımasıdır. Göreli
yoksulluk; temel gıda gereksinmeleri dışındaki giyim, enerji, barınma gibi zorunlu ihtiyaçların
karşılanması için gerekli olan gelirden yoksun olma durumunu tanımlanmaktadır.
Ayrıca kişinin yoksul sayılmaması için gereken minimum yaşam seviyesine göre alınması,
gereken gıda miktarını ve yapılması gereken harcama miktarını belirleyen izafi bir çizgiyle ifade
edilir. Yoksulluk kavramını;1997 İnsani Gelişme Raporu’nda minimum gıda harcamasına göre
değil de biraz daha genişleterek insani yoksulluk (human poverty). Anlayışı bile
değişiktir.İnsanların yaşadıkları yaygın yoksulluk yaklaşımlarına (deprivation); yoksulluğun
insanlık onurunu kırıcı ve çok yönlü boyutlarını da ekleyerek açıklamayı hedeflemektedir. Yani
yaşam için gerekli asgari gıdanın yanında, istihdamın seviyesindeki düşüklük, eğitim
seviyesindeki yetersizlik, yaşam kalitesinin düşüklüğü ve kısalığı ile yüksek risk taşıyan
hastalıkların görülmesine göre tanımlanan bir yoksulluk çeşididir. İster istemen böyle bir
yoksulluk kendine özgü bir hayat üslubunu da beraberinde getirmektedir.
1990 İnsani Gelişme Raporu’nda ise yoksulluk anlayışı; “kalkınmanın temel amacının,
insanların sağlıklı ve yaratıcı bir yaşam sürdürmeleri için elverişli ortam yaratan” insani
gelişme kavramıyla değerlendirilmektedir. İnsanları bir ulusun gerçek varlığı sayar. Bu
doğrultuda ulusal gelir ve ekonomik büyümeyi ölçen istatistiki toplamaları da çoğu kez
kalkınmanın ana amacı olan insanlara fayda sağlama şartını göz ardı ettiğini
İnsani yoksulluk anlatışı “iyi bir yaşam standardıyla özgür, onurlu, özgüvenli ve diğer
insanlara da saygı duyabilir şekilde uzun, sağlıklı ve yaratıcı bir hayat sürdürebilme olanak ve
seçimlerden mahrum” olma durumunun kavramsallaştırılmasıdır. Yani, doğrudan “insan olma”
durumunu savunmaktadır.
Birisinin başlangıçta yoksul olması, onun özgül yoksul toplumsal kategorisine ait olduğu
anlamına gelmediğini söyleyen, „sosyal İnşa ve etiketleme kuramcıları“ yoksullar ancak yardım
edildikleri andan itibaren, yoksullukla tanımlanan bir grubun parçası haline geldiğini ileri
sürerler. Böyle bir durum bireyin kendisini tüm sosyal fırsatlardan ve ilişkilerden dışlanmış
olarak hissetmesine neden olacaktır.
Ahlaki-manevi değerler ekonomik davranışları belirleyebilir. Bir değişiklik için direnme
(beklenmeyen düşük elastikiyet) moral değerler tarafından belirlenir. İnsanlar özellikle risk ve
belirsizlik durumlarında tercihleri konusunda uzağı göremezler ve oldukça tutarsızdırlar.
Ayrıca, faydalarını maksimize etmek için zihni kapasiteleri yetersizdir. John Elster’e göre;
insanların tercihleri, çıkar(lar) ve onaylanmış sosyal normlar tarafından belirlenir. Normlar
kısmen çıkarlar tarafından şekillenir, çünkü insanlar onayladıkları normlara bağlıdırlar. Ancak
normlar tamamen çıkara indirgenemez. Bilinmeyen arta kalan kısım mantıksız gerçektir.
Ayrıca tasarruf zihniyeti; halkın altına, dövize, gayrimenkul yönelmesi, faiz anlayışı,
yastık altında para saklama alışkanlıkları, sosyal sınıfların tayininde objektif ve subjektif
kriterlerin varlığı, yatırım zihniyetindeki farklılıklar, evlenenlere hediye alma adeti, yoksula
yardım etme anlayışı hep kültürel değerlerle alakalıdır.
Sonuç olarak kendi kendine işleyen ekonomik bir alan düşüncesi ile sosyal ilişkilerden
kopuk bir ekonomik anlayışı hayata geçirmenin zorlukları veya daha açık bir ifadeyle insan
davranışının bir bölümünün toplumdan kopuk olarak açıklama çabaları, gerçekçi
görülmemektedir.
Bu yüzden iktisat sosyolojisi bireyin bir grubun ve bir toplumun parçası olduğunu ve diğer
bireylerden etkilendiğini savunurken; pür iktisadın bireyin bunlardan etkilenmediğini ileri
sürmesi ve bütün sosyal davranışları açıklayabileceği iddia ederek kanun haline getirme çabalar
iktisadı gerçek hayattan uzaklaştırarak, daha soyut ve insan ekonomisinin gerçeklerinden daha
uzak modeller geliştirme çabaları fazla kuramsal kalmakta ve gerçekleri yansıtmamaktadır.
26

İnsanlar sadece kişisel çıkar saikiyle (dürtüsüyle) hareket etmezler. Kültürel ve ahlaki
gayelere uyun olarak hedefledikleri amaçlar da piyasa ilişkilerinin özelliklerini yansıtmaktadır.
İnsan davranışları toplum içinde, kurumsal varlıklarıyla birlikte, belirli ekonomik sonuçlar
vermektedir. İktisat ile sosyal olgular arasında yakın bir ilişki vardır. Ekonomik bakımdan
kurumlaşmanın işleyişini ekonomik faaliyetlerin dışında da aranmak gerekmektedir.

Küreselleşme
Küreselleşmenin tarihi oldukça eski olmasına rağmen son yirmi yıl içinde meydana gelen
değişmeler bu kavramı sık kullanılır hale getirmiştir. Küreselleşme denince ilk anda daha çok
ekonomik boyut akla gelmektedir. Dünya ticaretinin hızla büyümesi, çok uluslu şirketler
kanalıyla doğrudan yabancı yatırımların büyük hacimlere ulaşması ve sermaye hareketlerinin
sınır tanımayan bir hareketlilik kazanması dünya ekonomisinin küreselleştiğinin göstergeleridir.
Gerçekten 1980’lerden itibaren ekonomik bütünleşme sürecinde doğrudan yabancı yatırımlar
önceleri çoğunlukla sanayileşmiş ülkelerde ve bölgesel odaklı gerçekleşmiş, sonrasında ise
gelişmekte olan ülkelere yönelmiş ve uluslararası ekonomide ciddi derecede itici güç
oluşturmuştur. Aynı dönemde uluslararası ticarette büyük bir artış göstermiştir. Nihayetinde bu
ekonomik bütünleşme öncelikle sanayileşmiş ülkelerde başlayan ve sonrasında tüm dünyayı
yayılan bir küreselleşme sürecine dönüşmüştür.
Bu dönüşümü yaygınlaştıran olgular arasında yeni sanayileşmiş ülkelerin ortaya çıkması,
ticaret engellerinin azaltılması, eski Sosyalist devletlerin piyasaya girmesi, çok uluslu şirketlerin
ve uluslar üstü siyasi kurumların gelişmesi sayılabilir. Söz gelimi çok uluslu şirketler (ÇUŞ)
dünya ticaretinin üçte ikisini gerçekleştirmektedir.
Ancak günümüzde içinde yaşadığımız küreselleşme sürecinde temel sorun, sürecin
ekonomik boyutu ön plana çıkarırken sosyal boyutu beraberinde taşımamasıdır. Bir başka
ifadeyle, uluslararası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları
biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen
çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken, sosyal
gelişmenin ve adaletin gözardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının
uluslararası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır.
Küreselleşme, daha çok hayatın modernleşmesiyle ve teknolojinin gelişimine bağlı olarak
gelişmiş bir kavramdır. Gordon Marshall küreselleşmenin tanımını şöyle yapar: “Coğrafyanın
toplumsal ve kültürel düzenlemelere dayattığı kısıtlamaların azaldığı, insanların bu azalmayı
giderek daha çok fark etmeye başladıkları bir toplumsal süreç.”
“Küreselleşme ‘kavramı’nın (küreselleşmenin değil!) tarihi 20 Haziran 1969’dan
başlatılabilir. Bilindiği gibi o tarihte Neil Armstrong yeryüzüne, bir bütün (globus) olarak
bakmıştı. Yetmişli yıllarda Roma Kulübünün gündeme getirdiği ‘Gelişmenin Sınırları’, nükleer
silâhlarla ilgili tartışmalar ve Çernobil gibi olaylar dünyanın tehdit ve tehlikeler bakımından
küreselleştiğine dair izlenimler verdi. Enformasyon devrimi ve televizyonun yaygınlaşmasıyla
dünya gerçek tek bir mekân hâline geldi. Bunu teknolojide (bilgisayar) ve haberleşmedeki
(telefon ve internet) gelişmeler izledi. Bunların finans piyasalarında ve insanların yaşantısı
üzerindeki etkileri sürecin son halkalarını oluşturdu.
Pieterse, küreselleşmeyi modernite ile ilişkilendirerek gerçekleştiren bakışın sadece Batı’yı
merkez olarak aldığı için coğrafi olarak dar, 16. yüz yıldan başlattığı için de zaman olarak sığ
olduğunu belirtir. Küreselleşme dünya düzeyindeki sosyal ilişkilerin yoğunlaşması olarak
tanımlanmalıdır. Doğal olarak ilişkilerin yoğunlaştığı dönemler vardır. Uzun mesafeli ticaretin
başlaması-imparatorlukların kurulması- dünya pazarının gelişimi bunlar içinde önemlidir.
Robertson, küreselleşmeyi Batı dışından bakarak analiz etmektedir. İnsanlığın birliği ile
tekil topluluklar arasındaki farkı görmesi küreselleşmeye homojenleştirici ve heterojenleştirici
güçler arasındaki gerilimden bakmasına yol açmıştır. Küreselleşme, toplumlar-bireyler-uluslar
27

arası ilişkiler ve insanlık bileşenlerinden yola çıkan, farklı kültürler arasındaki etkileşim
sürecidir.
Küreselleşme denilince genellikle, ekonomik faaliyetlerin dünya çapında birbirine
bağlanması, bağlantılı hâle gelmesi anlaşılmaktadır. Buna göre küreselleşme sermaye, yönetim,
istihdam, bilgi, doğal kaynaklar ve organizasyonun uluslararasılaştığı ve tam anlamıyla
karşılıklı bağımlılaştığı bir ekonomik ve siyasal yapılanmadır.
Küreselleşme, dünyayı global bir köy hâline getirmekte; bu “köy”de tüketim kalıpları,
kurumlar, gruplar birbirine benzeşmektedir. Küreselleşme büyük bir aynılaştırıcı olarak
görülmektedir. Bir başka ifadeyle, farklı hayat tarzları zorlaşmaktadır. Yemekten giyime,
eğlenceden dinlenmeye kadar birçok alanda “tek tipleşme” yaşanmaktadır. Küreselleşme ile
birlikte değerler alanında da önemli dönüşümler yaşanmaktadır. Eskiden önemli bulunmayan
bağımsız ve bireysel hareket etme, yeni devrin el üstünde tutulan ve takdirle karşılanan değerleri
hâline gelmiştir.
Küreselleşmeyi ortaya çıkaran faktörleri şöyle sıralayabiliriz : “Dünya çapında uydu
enformasyon sisteminin varlığı; küresel tüketim ve tüketimcilik kalıplarının ortaya çıkması;
kozmopolit yaşam tarzlarının gelişmesi; olimpiyat oyunları, futbolda dünya kupası ve
uluslararası tenis turnuvaları gibi dünya çapındaki spor dallarının gelişmesi; ulus devletin
hakimiyetinin gerilemesi; küresel bir askeri sistemin ortaya çıkması; AIDS gibi tüm dünyaya
yayılan sağlık problemleriyle karşılaşılması; Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler gibi dünya
çapında siyasal sistemlerin kurulması; Marksizm gibi küresel siyasal hareketlerin yayılması;
insan hakları kavramının kapsamının genişlemesi ve dünya dinleri arasındaki karmaşık
etkileşimler. Daha önemlisi, küresellik dünyayı tek bir yer olarak kavrayan yeni bir bilincin
şekillenmesini kapsamaktadır ve küreselleşme bu doğrultuda , ‘bir bütün olarak dünyanın somut
yapılaşması’ şeklinde, yani ‘dünya’nın sürekli yeniden kurulan bir çevre olduğu düşüncesinin
küresel düzeyde yayılması ekseninde tarif edilmiştir.”
“Küreselleşme uluslar arasında her bakımdan karşılıklı bağımlılığı artırmakta ve
hayatlarımızı gitgide daha fazla bizden çok uzakta meydana gelen olaylara ve alınan kararlara
bağımlı hale getirmektedir. Bu süreçte her şey -felaketler, uyuşturucular, fikirler, imajlar, bilgi,
göçmenler, para, müzikler, hava kirliliği, filmler, radyasyon, mülteciler, internet, öğrenciler,
teknoloji, ders kitapları, turistler, değerler, silahlar- dünya ölçeğinde hızla akıyor, yayılıyor. Bir
yönüyle mesafenin/mekanın yok olması anlamına da gelen küreselleşme, aynı zamanda, ulusal
toplumların sınırlarını aşan bir “dünya toplumu”nun oluşmasını teşvik eden dinamikler de
içermektedir. Bununla beraber, bu sürecin “yerel” ve “ulusal” olanı tümüyle “küresel” olana
bağımlı hale getirdiğini söylemek bir abartma olur; küreselleşme bu üç düzeydeki olayların
birbirleriyle etkileşiminden ortaya çıkan hasıladır. Şüphe yok ki, bu durum ulusal hükümetler
için hem yeni fırsatlar yaratıyor hem de yeni sorunlar ortaya çıkarıyor.”
Küreselleşme çeşitli teorik tartışmalar içinde ele alınmıştır. Günümüzde küreselleşmeye
yönelik yaklaşımları “aşırı küreselleşmeciler”, “kuşkucular” ve “dönüşümcüler” şeklinde üçlü
bir sınıflamaya tabi tutabiliriz.
Aşırı küreselleşmeciler (Radikalller): Bunlar radikaller diye de anılmaktadırlar. Bunlara
göre endüstri uygarlığının bir ürünü olan ulus devlet, küreselleşme sürecine paralel olarak
önemini yitirmiştir. Artık küresel piyasa, politikanın yerini almaktadır; çünkü piyasa
mekanizması hükümetlerden daha rasyonel çalışmaktadır. Küresel piyasanın gelişimi, toplum
içinde daha yüksek rasyonaliteye işaret etmektedir. Günümüzde politikacılarla daha az
ilgileniyoruz; çünkü hayatımızdaki önemlerini ve etkilerini kaybetmişlerdir. Politikalar yerel ya
da ulusal ölçekte hala etkili olsalar bile, küresel ekonominin hareketlerini etkileyebilecek güce
sahip değillerdir. Bu anlamda dünya ülkelerinin çoğunda, vatandaşların politikayla daha az
ilgilenmeleri ya da politikacıların vatandaşlar üzerinde daha çok hayal kırıklığı yaratıyor
olmaları küreselleşme sürecinin bir sonucudur. Bir diğer ifadeyle aşırı küreselleşmecilere göre,
piyasalar artık devletlerden daha güçlüdür.
28

Küreselleşme karşıtları (Kuşkucular): Radikal/aşırı küreselleşmecilerin tam karşısında yer


alan bu grup, kuşkucular olarak da anılmaktadır. Giddens’ın deyimiyle küreselleşmeye her
konuda kuşkuyla yaklaşmaktadırlar. Yaşadığımız dünyada hiçbir şeyin yeni olamadığını iddia
etmektedirler. Kuşkucular, küreselleşmenin geçmişine (19. yüzyıla) bakarak, o dönemde de
önemli derecede para ve mal hareketinin oluşmuş olduğunu söylemektedirler. Günümüzde hala
birçok ülkenin oldukça katı bir biçimde uyguladıkları ulusal sınır kontrollerine karşılık, 19.
yüzyılda insanların pasaport bile kullanmadıklarını iddia ediyorlar. Kuşkucular, dünya
ekonomisinde duvarların kaldırılması yönündeki günümüzde yaşanan gelişmelerin, 100 yıl
öncesine benzer bir duruma geri dönüşten başka bir şey olmadığını iddia ediyorlar. Kısacası,
küreselleşmenin yeni bir süreç olduğunu kabul etmiyorlar.
Dünya küresel bir uygarlık yerine, yeni anlayışlar çerçevesinde bölünmeye doğru
gitmektedir. Küreselleşme, bir bütünleşmeyi değil, farklı kültürler, farklı uygarlıklar ya da
bölgeler arasında yeni çatışmaları beraberinde getirecektir. Yine bu grup, dünya ekonomisi
içerisindeki eşitsizliğe dikkat çekiyor ve bunun dünyada neo-liberallerin dediği gibi, küresel bir
uygarlığın doğuşundan ziyade, kökten dinciliğin ya da saldırgan milliyetçiliğin doğuşuna yol
açacağını savunuyorlar.
Dönüşümcüler: Giddens’ın da dahil olduğu bu grup, küreselleşmeyi, modern toplumları ve
dünya düzenini yeniden şekillendiren hızlı sosyal, siyasal ve ekonomik değişmelerin arkasındaki
ana siyasal güç olarak görmektedir. Artık dış ya da uluslararası ile iç işleri arasında açık bir
ayrım söz konusu değildir. Ekonomik anlamda bırakın yüz yıl öncesini, 30-40 yıl öncesinden bile
çok farklı bir dönemde yaşıyoruz. Son yıllarda küreselleşme konusunda yapılan araştırmalar,
çok farklı dönemde yaşadığımıza işaret etmektedir. Önceki pazardan çok daha bütünleşmiş yeni
bir küresel pazar oluşmuştur. Karşılıklı alınıp satılan malların miktarı 19. yüzyılla
karşılaştırılamayacak kadar fazladır. Ama bundan daha da önemlisi, ekonominin giderek daha
fazla bir şekilde hizmet sektörüne bağlı hale gelmesidir. Bilgi, eğlence, iletişim ve en önemlisi
elektronik ve finans ekonomisi içeren hizmetler, ekonomideki en önemli sektör haline geliyor.
İletişim devrimi sayesinde anında haberleşme imkanına kavuştuğumuzdan beri, eski yapılar
yıkılmaya, eski alışkanlıklar unutulmaya ve kültürler de diğer kültürlerle anında temas
edebilmeye, karşılıklı etkileşime girmeye başlamıştır.
Tüm bu tartışmalar gözönüne alınarak küreselleşme yeni bir olgu olmasa da İnsani
Kalkınma Raporuna göre en azından dört alanda farklılıklar mevcuttur:
Yeni pazarlar: Yabancı para ve sermaye piyasaları küresel olarak birbirine bağlıdır ve 24
saat işlem yapılabilir.
Yeni araçlar: İnternet linkleri, mobil telefonlar, medya ağları.
Yeni aktörler: Dünya Ticaret Örgütü ulusal hükümetlerin üstünde bir otoritedir. Çok
uluslu şirketler bir çok ülkeden daha büyük bir ekonomik güce sahiptir. Küresel gönüllü
kuruluşlar, sivil toplum örgütleri (NGOs) ve ulusal sınırları aşan diğer gruplar.
Yeni kurallar: Ulusal hükümetlerin gücünü daraltan ve ulusal hükümetleri daha çok
bağlayan ticaret, hizmet ve entelektüel mallar üzerinde çok taraflı anlaşmalar.
Küreselleşme 18. Ve 19. Yüzyıldan itibaren devam eden bir süreç olarak değerlendirilse
bile özellikle 20. Yüzyılın son çeyreğinde ekonomik, teknolojik ve ideolojik faktörlerin de
etkisiyle geçmiştekinden çok farklı bir çehre ve hız kazandığı söylenebilir. Öyle ki; büyük
ihtimalle haritada Tayland’ın yerini gösteremeyecek iki Söke’li pamuk üreticisinin, son Uzak
Asya krizinin yol açtığı ekonomik zorlukları göğüsleyemeyerek öldükleri bir dünyada yaşıyoruz.

Kültürün Küreselleşmesi
Küreselleşme olgusu çoğunlukla ekonomik değişimlerin ön plana alındığı bir durum
olarak değerlendirilmektedir. Pazarların giderek daha bağımlı hale gelmesi küreselleşmenin
ekonomik boyutu temsil ederken, bölgesel, ulusal ve yerel sorunların dünya sorunun haline
29

gelmesi, devletin rolünü sivil toplum örgütleriyle paylaşması, AB, AGİT, BM gibi uluslar ötesi
kuruluşların varlığı siyasi ve hukuki boyuta göndermede bulunur. Ayrıca “tek kültür”,
“yerelleşme” tartışmaları da kültürel boyuta atıfta bulunur.
Küreselleşme süreci içinde objelerin yaygınlaşması (giyim, kuşam, fast-food, coca-cola,
Mc Donalds, GSM teknolojisi, İnternet, İngilizce vb.) ve değerlerin yaygınlaşması söz
konusudur. Bu değerler daha çok egemen ekonomi ve kültürün maddeci ve faydacı değer
hükümleridir. Bunu yanında demokrasi, demokratik değerler, insan hakları, çevre şuuru gibi
olumlu değerler de yaygınlaşmaktadır.
Belirttiğimiz gibi küreselleşme sadece ekonomik bir olgu olmayıp bu sürecin kültürel
boyutu da söz konusudur. Küreselleşme sadece mal ve hizmetlerin dolaşımını değil, filmler,
sanal programlar sayesinde Batılı yaşayış tarzının kitleler tarafından içselleştirilmesini
sağlamaktadır. Kültürel anlamda küreselleşme iletişim devrimi sonucunda dünyadaki bireylerin
birbirlerinin hayat tarzlarından, zevklerinden ve tüketim eğilimlerinden haberdar olması
anlamına gelmektedir.
Bu durumda küreselleşmenin etkisi altına aldığı en önemli alanlardan birisi de kültürdür.
Acaba küreselleşme kültürel bir homojenliği mi temsil ediyor?
Küresel kültürün yerel insanlar tarafından karşılandığında görülebilecek iki refleksten biri
direnç gösterme, diğeri ise uygun bulmadır. Ancak küresel kültürün toplumun kendisine
sunulduğu gibi salt bir yalınlıkla kabul edilmesi her zaman gözlemlenen bir olgu değildir.
Benimseme boyutunda küresel ürün ve fikirlerin kabul görme süreci hızlı bir biçimde
gerçekleşebilir. Örneğin, insan hakları, kadın ve çocuk hakları gibi temel prensiplerin
uzlaşılmasında karşılaşılan direncin zayıflığı veya Mc Donald’s da olduğu gibi hızlı yemek yeme
ve bu çerçevede fast food kullanımının artmasının yaygınlaşması toplum tarafından rasyonel
kılınabilir. Anacak bu noktada küresel kültürün toplum tarafından benimsenmesi gerekçelerinde
topluma sunulan mal ve hizmetleri talep etmede farklı düşünceler olabilir. Uyum sağlamak için
çeşitli kültürel ürünlerin asıl ürünlere eşlik etmesi: Mc Donald’s menülerinin Türkiye’de
ayranla, Fransa’da şarapla sunulması gibi.
Küreselleşme çelişkileri içinde barındıran bir süreçtir. Bu nedenle de akışkanlıklar
“ötekini farketme” sürecini hızlandırdığı gibi “kendinde olanı farketme” sürecini de
beraberinde getirmektedir. Teknoloji bir yönüyle yerel kültürleri tehdit ederken diğer yönüyle
onlara kendilerini ifade etmek için iletişim ve bilgi ağlarını kurma imkanı ve kültürlerin
canlanmasına imkan vermektedir.
Küresel kültür sürekli bir ayrılma ve yeniden bütünleşme dinamiği taşımaktadır. Bu
dinamik içinde küresel kültür beş boyutta akmaktadır:
Etnik akış: Turistler, göçmenler, mülteciler, sürgünler, geçici işçilerin akışı
Teknolojik akış: Çok uluslu ve ulusal şirketler, devlet tarafından üretilen makine ve
teçhizatın akışı.
Finansal akış: Döviz piyasaları, borsalardaki para akışı.
Medya akışı: Gazete, dergi, televizyon, filmler tarafından üretilen ve dağıtılan akışları
İdeolojik akış: Özgürlük, refah, haklar gibi öğeleri içeren imge akışları.
30

Küresel Sorunlar
Küreselleşmeyi savunanlar kaynakların daha iyi kullanılmasını, ekonomik etkinliği ve
yüksek büyümeyi teşvik ettiğini iddia ederler. Küreselleşme sürecinde çeşitli zorluklar mevcutsa
da, kazananlar kaybedenlerden daha büyük bir çoğunluğu oluşturmaktadır. Ortaya çıkabilecek
“eşitsizlik” gibi sorunların da büyük ölçüde hükümet harcamaları ve vergilendirme gibi yollarla
çözülebileceğini düşünmektedir. Bir çok ekonomik veri yoluyla küreselleşmenin olumlu
sonuçlarını açıklamaktadırlar. 1940-1999 yılları arasında gelişmiş ülkelerde gümrük
duvarlarının %40’dan %4’e indirilmesinin uluslararası ticareti 17 kat, üretimi 4 kat, kişi başına
geliri ise 2 kat arttırdığı ifade edilmektedir. AB korumacılığının bugüne göre %50 azalması
durumunda, dünya üretiminin 370 milyar dolar artacağı ve bu artışın %60’ı olan 220 milyar
doların gelişmekte olan ülkelere gideceğini ileri sürülmektedir.
Bir başka nokta ise küreselleşme sürecinin yaratacağı kazanımların maliyetlerden fazla
olacağı tartışmasıdır. Küreselleşme sürecinde kazançların daha fazla olacağı iddiasını ortaya
koyanlar öncelikle dönüşümün maliyetleri olacağını, ancak kaybedenlerin kayıplarının zaman
içerisinde kazananlar tarafından karşılanacağını ve nihayetinde küresel toplumun bütünüyle
gelişme eğilimi içerisine gireceğini savunmaktadırlar. Ancak mevcut durum bir çok sorunu
içinde barındırmaya devam etmektedir.
Ulus-Devletlerin kendi içerisinde ve aralarında eşitsizlik: Bu dönüşümde 1990’lı yıllardan
itibaren Doğu Asya ülkelerinin ve Çin’in ön plana çıktığı görülmektedir. Sadece 1993-94
yıllarında dünyada gerçekleşen doğrudan yabancı yatırım artışının %80’inden fazlası Çin’e
yönelmiştir. Singapur, Tayvan, Endonezya, Tayland, Malezya, Hong Kong, Arjantin, Meksika ve
Nijerya doğrudan yabancı yatırımlarda büyük pay elde etmişlerdir. Uluslararası ticaret
konusunda dikkati çeken gelişme ise Hong Kong, Kore Cumhuriyeti, Singapur ve Tayvan’ın
yaklaşık son 20 yıl içerisinde ihracat oranlarını yıllık %10’dan fazla arttırmış olmalarıdır. Bu
ülkelerin toplam yıllık ihracatları, Afrika kıtasının bütününün yıllık ihracatının altı katıdır.
Birleşmiş Milletleri son İnsani Gelişme Raporu küreselleşmenin ulus devletlerin kendi
içerisinde ve aralarında eşitsizliği ciddi derecede şiddetlendirdiğini ortaya koymuştur. Bir başka
ifadeyle, ekonomik küreselleşme sürecinin yarattığı kazançların ve kayıpların paylaşımı bölgesel
bloklar, devletler, şirketler, toplumlar ve bireyler arasında adaletli gerçekleşmemektedir.
Dünyada en zengin 200 insanın sahip olduğu servetin, 2 milyar insanın sahip olduğu gelirden
fazla olması dikkat çekicidir. Ayrıca dünyanın en zengin 200 insanının son dört yıl içerisinde
sahip olduğu refahın iki katına çıkarması, bireyler arasındaki eşitsizliğin halen artma eğiliminde
olduğunu göstermektedir.
Ülkeler arası yapılan karşılaştırmalı değerlendirmelere bakıldığında ise, eşitsizlik
sorununun çok daha ciddi boyutlara ulaştığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Küreselleşme süreci
zengin ve fakir ülkeler arasındaki farklılığı şiddetlendirmektedir.
Küreselleşmeden yararlanan ülkelerin durumu: Bu gibi olumsuz etkilerin fazlalığı
sebebiyle küreselleşmenin toplumsal sonuçlarından, günümüzde sadece küreselleşmeye karşı
çıkanlar değil, “küreselleşmeye umut bağlayanlar” da rahatsız olur hale gelmişlerdir. Küresel
ekonomiden önemli kazançlar sağlayan sanayileşmiş ülkeler de günümüzde ciddi kaygı ve
sorunlarla karşı karşıyadır. Özellikle yoğunlaşan uluslararası rekabet içinde gelişmekte olan
ülkelere kıyasla çok daha hızlı biçimde ekonomik yapılanma programlarına işlerlik kazandırmak
zorunda olan sanayileşmiş ülkeler, değişimin göreceli olarak çok daha yüksek olana maliyetine
de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Örneğin, ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel
bütünleşmeyi hedefleyen AB günümüzde ekonomik büyümede yavaşlama, işsizlik ve sosyal
yüklerin maliyeti gibi sorunları yoğun olarak tartışmaktadır. Japonya ise 1970 sonrasında
ekonomik ve siyasi alanda uluslararası güç olmasına karşın son on yıl içinde karşılaştığı
31

ekonomik durgunluğu aşmakta zorlanmakta ve yapısal değişimin sancılarını çekmektedir.


Görüldüğü gibi küreselleşme süreci, sadece gelişmişlerle az gelişmişler arasında değil,
sanayileşmiş ülkeler arasında da bir dengesizlik yaratmaktadır. Bu denge büyük ölçüde Amerika
lehinedir. Biraz da bu sebeple küreselleşme sürecine dünyanın Amerikanlaşması da
denilmektedir. ABD ise ekonomik küreselleşme sürecinde en büyük atılımı gerçekleştiren ülke
konumundadır. ABD’de son iki yılda dünyadaki gelir artışının yarısı elde edilmiştir. Son on
yılda sürekli büyüme gösteren ABD ileri teknoloji ve bilgi ekonomisinin etki alanı sayesinde
sürekli verimlilik artışı sağlamıştır. ABD’nin küreselleşme sürecinde tek belirleyici güç
konumuna gelmesi bir yandan kazanımlarını arttırırken, diğer yandan kendisine karşı oluşan
tepkileri de yoğunlaştırmaktadır. ABD’de gerçekleştirilen bir anketin sonuçlarına göre yıllık
gelir düzeyi düştükçe, Amerikalıların küreselleşme sürecine yaklaşımlarındaki olumsuzluk payı
yükselmektedir. Tüm bunlara rağmen ABD’de 30 milyon açlık sorunun yaşayan insan vardır. Bu
ülkede toplam üretim sürekli arttığı halde, artış piramidin üstünde yer alan en zengin 20 milyon
aileye yaramaktadır ki bunların içinde de bir adalet söz konusu değildir. ABD’de 1975-1995
arasında zenginlik %60 artmasına rağmen bu nüfusun %1’lik bir kısmına yaramıştır.
Güvensizlik-Belirsizlik: Küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisi de
gittikçe artan belirsizlik ve güvensizliktir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil,
orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor. Birçok kişi geleceğin bugünden daha kötü
yaşam koşulları getireceğini düşünüyor. Geleneksel endüstrilerde birçok işletme gelecekte
varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği konusunda kuşkulu. Üstelik artan güvensizlik sadece
rekabet gücü baskısı altında kalan gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş ülkelerde de
yaşanmakta. Yapılan bir araştırmaya göre “küreselleşmenin ABD için genelde daha iyi mi,
yoksa daha kötü mü olduğunu düşünüyorsunuz” şeklindeki soruya Amerikan kamuoyu sadece
%54 düzeyinde çoğunlukla iyi cevabını vermiştir.
Belirsizlik ve güvensizlik küreselleşmeden yararlanan yararlanmayan hemen hemen her
ülkeye ve her alana yayılmıştır.
Asya krizi küreselleşmenin yarattığı güvensizliği artıran en çarpıcı gelişmelerden birisidir.
Mali piyasalardaki çöküş, beraberinde ağır sosyal maliyetleri de getirmiştir. İnsani Kalkınma
Raporu‘na göre 1998-2000 yılları arasında küresel üretimde 2 trilyon dolarlık gerilemeye yol
açtığını tahmin edilmektedir. Dolayısıyla birçok ülkede sosyal harcamalarda kısıtlamalara
gidilmiştir. 1998’de bu krizle 10 milyon kişi daha eklenmiştir.
İstikrarsızlık, kriz, işsizlik: Adaletli ekonomik büyüme sağlanamadığı gibi istikrarsızlıklara
ve krizlere bağlı olarak ekonomik büyüme oranlarındaki yavaşlama bir diğer problemdir.
Özellikle günümüzde uluslararası sermayenin kısa dönemli sınırlar arası hareketliliğinden
kaynaklanan istikrarsızlıklar ekonomik büyüme oranlarını olumsuz etkilerken, dolaylı olarak
istihdam hacminde daraltıcı etki yapabilmektedir. Düşük ekonomik büyüme oranları gerçek
ücretlerde gerilemeye, işsizliğin yapısallaşmasına ve çalışan nüfusun güvensizlik içine
düşmesine yol açmaktadır.
Kriz sonrasında IMF programlarının uygulanmasına bağlı olarak benimsenen temel
sosyal hizmetlerdeki kısıtlamalar, sosyal korumaların yetersizliği bu hizmetlere en fazla ihtiyaç
duyan nüfus gruplarının yoksullaşma sürecini hızlandırmış ve sorunun derinleştirmektedir.
Öte yandan sınırların giderek daha çok kalktığı ve ortaya küresel bir köyün ortaya çıktığı
iddia edilse bile, herkesin bu küresel köyün vatandaşı olabileceği konusunda kuşkular vardır.
Ekonominin yapısal değişimi ile birlikte işgücüne olan talep yapısında da farklılaşma
yaşanmaktadır. Buna bağlı olarak vasıflı işgücü açısından küresel işgücü piyasası her geçen gün
genişleyerek alternatiflerini arttırırken, vasıfsız işgücüne olan talebin hızla daralması, bu
grubun küreselleşme sürecinden dışlanmasına, yoksullaşmasına ve büyük bir ümitsizliğe
kapılmasına neden olmaktadır. Kısacası bir taraftan küreselleşen profesyonel elitler önündeki
engeller sürekli kalkarken, vasıf düzeyi düşük, milyarlarca insanın önündeki engeller sürekli
32

yükselmektedir (Hindistan’lı mühendisler). Dünyada daha ucuza çalışan birileri daima var
olmaktadır.
Öte yandan yeni uluslararası işbölümünün bir sonucu olarak işler daha çok farklı coğrafi
bölgelere bölünmüş durumdadır. Küresel üretim düzeni içinde, bir malın farklı parçaları birden
farklı ülkede üretilmektedir. Dolayısıyla bir yerden gelebilecek bir tepki karşısında, firma
üretimi başka bir ülkedeki fabrikaya kaydırabilmektedir. Bir araştırmaya göre incelenen
firmaların %62’sinde yönetim, sendikaları üretimi daha düşük ücretli bölgelere kaydırmakla
tehdit etmektedir.
Teknoloji: Teknolojinin standartlaşması, yaygınlaşması; dünya ekonomisinin küreselleşme
sürecinde teknolojik gelişmeler etkileşimin ve değişimin derecesini ve yaygınlığını hızla
arttırmaktadır. Teknolojik gelişmeye bağlı olarak özellikle iletişim ve ulaşım maliyetlerinin
süratle azalması, bilgiyi özgürleştirerek paylaşımını kolaylaştırırken küreselleşme sürecinin
etkilerini farklılaştırmakta ve büyütmektedir. Söz gelimi ilk ticari uydu 1969 yılında uzaya
fırlatılırken, bugün dünyanın değişik bölgelerine bilgi taşıyarak hizmet veren 200’den fazla uydu
bulunmaktadır.
Bilim ve teknolojinin gelişimiyle dünyanın daha fazla istikrarlı yapıya kavuşacağı ileri
sürülmüş ve değişik düşünürler tarafından da bu görüş desteklenmiş olmasına karşın,
günümüzde gerçek olan Anthony Giddens’ın deyimiyle “elimizden kaçıp giden dünyanın” var
olduğudur. Teknolojinin etkisinin ticaretten daha büyük olduğu savunulmaktadır.
Küreselleşme sürecini hızlandıran önemli teknolojilerden birisi olan İnternet’in üzerindeki
kaynakların %80’inin dilinin İngilizce olduğu iddia edilmektedir.
Sermaye piyasaları: gerçekte ticaret ve yatırım XX. Yüzyılın son çeyreğinde uluslararası
bütünleşme sürecinin önemli derecede tamamlarken, en büyük değişim sermaye piyasalarının
entegrasyonunda yaşanmaktadır. Bugün küresel ekonomi içerisinde uluslararası fon
yöneticileri, uluslararası bankalar, uluslararası spekülatörler, küresel şirketler, ulus devletler ve
sayıları milyonlarca olan bireysel yatırımcılar küresel para piyasalarında her gün bir trilyon
ABD dolarından çok daha fazlasını alıp satmaktadırlar. Bir anlamda paranın üretken ekonomi
içindeki fonksiyonu zayıflarken, küresel sermaye işlemlerinin dünya üretimine oranı 15 kattan 78
katına çıkmıştır. Bu oransal değişim dünya ekonomisinin sanal bir ekonomi niteliğini
kazanmakta olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Buna bağlı olarak günümüzde ulus devletler doğrudan yabancı yatırımlar kadar,
uluslararası sermayeyi de kendilerine çekebilmek için büyük bir yarış içindedirler. Bu yarış
ekonomik büyüme oranlarının yavaşladığı veya istikrarsızlıklar gösterdiği ve özellikle
gelişmekte olan ülkelerde ulusal borçların arttığı dönemlerde çok daha fazla şiddetlenmektedir.
Kuşkusuz bu durum ekonomik ve sosyal politikaların baskı altına alımına yol açarken, ulus
devletlerin hareket alanlarını ve karar alma özgürlüklerini ciddi derecede sınırlandırmaktadır.
Toplumsal projelerin gerçekleştirilmesinde en büyük zorluk, ekonomik küreselleşme süreci
ile birlikte devinim yaratma gücü sınırsızlaşan sermayenin sınır tanımayan özgürlüğüdür. Diğer
bir ifadeyle ekonomik ve sosyal yapıda gerçekleştirilmeye çalışılan uzun soluklu değişim
çabalarının, küreselleşme sürecinde sermayenin kısa dönemli kontrol edilemeyen hareketliliği
ile boşa gitmesi, günümüzde toplumların en büyük kaygısı haline gelmiştir. Bu nedenle
sermayenin özgürlüğünün küresel toplum tarafından yeniden yorumlanması tartışmaları büyük
yoğunluk kazanmıştır. (bankacılıkta asgari rezerv koşulu, uluslararası vergilendirme vs.)
Toplumsal bütünleşmenin sağlanamaması: Küreselleşme sürecinin eşitsizlik ve işsizlik
sonucunda ümitsizlik ve dışlanma gibi sosyal sorunlar açısından ciddi kaygılar yarattığı bir
gerçektir. Özellikle küreselleşme süreciyle yoğunlaşan sosyal sorunların kolaylıkla ifade
edilebildiği demokratik toplumlarda, ekonomik politikada gözlemlenen köklü değişikliklere karşı
ciddi tartışma alanları oluşturmaktadır. Bir görüşe göre “küreselleşme, ulusların sosyal
bütünlüğü idame ettirme kabiliyetini zayıflatmaktadır.” Bireysel haklar adı altında bireyin
toplumdan tümüyle soyutlanması söz konusudur.
33

Eşitsizlik ve güvensizlik gibi unsurların ön plana geçmesi, orta sınıfların zayıflamaya yüz
tutması, zenginle yoksul arasındaki mesafenin şimdiye kadar görülmedik düzeyde artışı, bir çok
ülkede toplumsal bütünleşmeyi tehdit eder hale gelmiştir. Küreselleşme sürecinin fundamentalist
hareketleri giderek arttırdığı gözlemlenmektedir. Küreselleşmenin de etkisiyle, geleneksel
bağlarından kopan insanlar, uyum sağlayamadıkları takdirde, tam tersine bir tutum
benimseyerek köklere dönüşe yönelebilmektedir.

Yoksulluk ve Çeşitleri

Geçinmekte çok sıkıntı çekilme durumu anlamına gelen yoksulluğun bir çok tanımı vardır.
Yoksulluk (poverty) teriminin ilk anlamlı tanımı, 1901 yılında Seebohm Rowentree tarafından
yapılmıştır. Bu tanıma göre yoksulluk, toplam kazançların, biyolojik varlığın devamı için gerekli
olan yiyecek, giyim vb. asgari düzeydeki fiziki ihtiyaçları karşılamaya yetmemesidir. Diğer bir
tanıma göre yoksulluk yeteri kadar yiyecek elde edememe veya az ya da çok açlık çekme
durumudur.
Yoksullukla ilgili yapılan çalışmalarda yoksulluğun mutlak ve nisbi yoksulluk olarak iki
değişik şekilde tanımlandığı görülmektedir. Mutlak yoksulluk, hanehalkı veya ferdin yaşamını
fiziken devam ettirebilmek amacıyla ihtiyaç duyduğu asgari ( en düşük) tüketim seviyesidir. Bu
seviyeyi belirleyen iki unsur bulunmaktadır. Bunlardan ilki; aile büyüklüğü ile en düşük seviyede
tüketilecek mal ve hizmet ihtiyaçları, ikincisi ise, bu ihtiyaçları giderecek olan harcama
miktarının belirleyicisi olan mal ve hizmetlerin fiyatlarıdır.
Bu bağlamda kişi başına tüketilen kalori düzeyine bağlı "mutlak yoksulluk" (absolute
poverty) kavramı önemli bir göstergedir.
Günümüzde eğer bir şahsın geliri onun temel ihtiyaçlarını karşılayacak seviyenin altına
düşüyorsa, o şahıs yoksul kabul edilir. İşte bu asgari seviyeye "yoksulluk sınırı" (poverty line)
denilmektedir. Dünya Bankasının 1990'daki çalışmasına göre bir insanın hayatta kalabilmesi
için gerekli minimum kalori miktarı olan 2400k/cal altında kalanlar "mutlak yoksul" olarak
tanımlanmıştır.
Yoksulluğun evrenselliği ve satın alma paritelerinin farklılıkları da düşünülerek, ortalama
bir hesaplama yöntemi ile mutlak yoksulluk sınırı az gelişmiş ülkeler için kişi başına günde 1$
kabul edilirken, Latin Amerika ve Karaibler için bu sınır 2$, Türkiye'nin dahil olduğu ve Doğu
Avrupa ülkelerinin de içinde bulunduğu grup için 4$, gelişmiş sanayi ülkeleri için 14.40$ olarak
belirlenmiştir.
Mutlak yoksulluk yaklaşımının salt gıda harcamaları üzerinde odaklanan "dar" biçimi
yanında gıda dışı harcamaları da hesaba katan "geniş" biçiminden de söz edilebilir. Nitekim
Rowentree, savaş yıllarından sonra yoksulluk tanımını biraz daha genişleterek fiziki ihtiyaçların
yanısıra geleneksel ihtiyaçlar için de belirli bir paranın ayrılmasına imkan verecek gelire
ulaştırmıştır. Rowentree'nin, fiziki ve bazı geleneksel ihtiyaçları ihtiva eden, "insanın besin
ihtiyacı tablosu" değişik yıllar için hesaplanır ve bu malları satın almak için geliri yetersiz olan
ailelerin yani yoksulların sayısı belirlenir.
Günümüzde mutlak yoksulluk kavramı beraberinde ülkeden ülkeye değişen "göreli
yoksulluk“ kavramını da beraberinde getirmiştir. Göreli yoksulluk, fakir hanehalkı veya birey ile
o toplumda yaşayan ve mevcut şartlara göre ortalama bir gelire sahip olan hanehalkı veya birey
arasındaki gelir kaynaklarına sahip olma gücü arasındaki açıklığı ifade etmektedir.
Mutlak yoksulluk tanımlarının yetersizliğini gidermek için günümüzde göreli yoksulluk
kavramı ağırlıklı olarak kullanılmaktadır. Zamanımızda yoksulluk mutlak değil genellikle göreli
olarak anlaşılmaktadır. Bu kurama göre, üyesi oldukları toplumun hayatına tamamen
katılamayanlar yoksuldur. Özellikle sosyologlar tarafından kabul edilen göreli yoksulluk
34

tanımıyla yoksulluk, bir toplumda belirli bir zamandaki ortalama hayat standardına
bağlanmaktadır.
Fuchs'un geliştirdiği göreli yoksulluk tanımına göre, "toplumdaki ortalama bir ailenin
gelirinin yarısından daha az bir gelire sahip olan aileler yoksuldur. Bu tanıma göre hayat
standardının da yükseliyor olması sebebiyle yoksulluk o derece azalmıyor olabilir.

Dünyada Yoksulluk
Dünyada yoksulluğun boyutlarını bütünsel olarak görebilmek için gerek ulusal düzeyde
gelir dağılımı araştırmalarını yürüten istatistik kuruluşlarının yaptıkları araştırmaların, gerekse
uluslararası kuruluşların sonuçları son derece önem taşımaktadır. Ulusal düzeyde yapılan gelir
dağılımı araştırmalarında kişilerin kendilerini ve ailelerini geçindirebilecek belirli bir minimum
gelir esas alınmakta ve bu gelirin altında gelire sahip olan nüfus "yoksul" olarak
adlandırılmaktadır. Ulusal düzeyde yapılan araştırmaların metodolojileri ve hesaplama
yöntemleri birbirinden farklılıklar gösterdiğinden genel olarak ülkelerarası karşılaştırmalar
yapmak doğru ve güvenilir değildir. Bununla birlikte tüm gelir dağılımı araştırmaları
nihayetinde bir tahminden öteye anlam taşımadığından bu yapılan araştırmaların sonuçlarından
yararlanmak mümkündür. Uluslararası kuruluşların gelir yoksulluğu araştırmaları ise ulusal
düzeyde yapılan araştırmalardan farklıdır. Dünyada halen gelir dağılımı konusunda düzenli ve
kapsamlı gelir dağılımı istatistiklerini yapan kuruluşların başında Dünya Bankası gelmektedir.
Dünya Bankası, günlük 1 $ ya da 2 $'ın altında bir gelirle yaşamını idame ettirmek zorunda olan
nüfusu "yoksul" olarak adlandırılmaktadır. Şüphesiz, Dünya Bankası'nın bu metodolojisi de bazı
iktisatçılar tarafından eleştirilmektedir. Dünyada gelir yoksulluğu ile ilgili aşağıdaki istatistikler
dikkat çekicidir.
Dünyada yoksulluğun Güney Asya ve Güney Sahra ülkelerinde yoğunlaştığı
görülmektedir. Güney Sahra ülkeleri yoksulluk oranı açısından Güney Asya bölgesini de
aşmakta ve yaklaşık her iki kişiden birinin yoksul sayıldığı bir görünüm sergilemektedir. Öte
yandan yoksulların 1998 yılında yaklaşık %30'unun yaşadığı Doğu Asya ve Pasifik ile Latin
Amerika ülkelerinde yoksulluk oranının yaklaşık %15 dolayında olduğu görülmektedir.
Genel eğilimler olarak, kırsal yoksulluk Asya'da kentsel yoksulluk ise, kentleşme düzeyinin
şimdiden çok yüksek oranlara ulaşmış olmasının bir sonucu olarak Latin Amerika'da en yüksek
boyutlara ulaşmıştır. Öte yandan, hızlı kentleşme sonucunda kentsel yoksulluk oranlarının yakın
bir gelecekte Asya ve Afrika'da da önemli ölçüde artması beklenmektedir.
Türkiye'de Yoksulluk
Türkiye'de yapılan araştırmalar yoksulluğun yaygın olduğunu göstermektedir. Yoksulluk
sınırı 1$ olarak kabul edilerek yapılan çalışmalarda Türkiye'de nüfusun %15'inin yoksul olduğu
tespit edilmiştir. Şayet günlük yoksulluk sınırı 1.5$ olarak kabul edilirse yoksul kişi oranı %38'e
çıkmaktadır.
Yoksulluğun nedenlerine inildiğinde ise çeşitli faktörler görülmektedir;
1. Gelir Dağılımı Bozukluğu; Yerleşim yerlerine göre ele alındığında ciddi boyutlarda
eşitsizliklerin yaşandığı bir ülke olarak değerlendirilmelidir. Nüfusun ilk %20'lik dilimi milli
gelirden %4.86 pay alırken son %20'lik kısmı milli gelirden %54.88 pay almaktadır.
2. Ücretlerin Düşüklüğü; Yapılan araştırmalarda gerek kamu gerekse özel sektörde
ücretlerin yıllar itibariyle reel olarak düşüş trendine girdiği görülmektedir.
3. Bölgelerarası Farklılıklar; Türkiye'de coğrafi olarak dezavantajı, yatırım önceliklerine
ilişkin politikalardaki eksiklikler, kesintisiz enerji kaynağı, kalifiye işgücü vb. sanayinin yer
seçiminin temel belirleyicilerinden pazara yakınlık veya güvenli ulaşılabilirlilik gibi etmenlerin
yanısıra, yatırıma dönüşebilir sermayenin yetersiz birikimi tarihsel olarak bölgeler arasında
dengesiz gelişme sorununu gündeme getirmiştir. Türkiye'de yoksulluğun en az yaşandığı bölge
%4 ile Ege Bölgesi'dir. Ege Bölgesi'ni %7 ile Marmara Bölgesi, %11 ile Akdeniz, %12 ile İç
35

Anadolu Bölgesi, %19 ile Karadeniz Bölgesi, %24 ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi takip ederken
%25 ile Doğu Anadolu Bölgesi Türkiye'nin en yoksul bölgesidir.
4. Kayıtdışı İstihdam; Türkiye'de hızlı nüfus artışı, göç ve kentleşme ile istihdam yapısı
işsizliğin artmasına neden olmaktadır. Kayıtlı sektörde iş bulamayan işgücü ise, kayıtdışı
istihdama yönelmektedir. Bir anlamda işsizlik kayıtdışı istihdam arasında doğrudan bir ilişki
vardır. İşsizlik arttıkça kayıtdışı istihdamın boyutları da genişlemektedir. Türkiye'de tarım
kesiminde istihdamın %89'u, madencilik kesiminde istihdamın %6'sı imalat sanayinde
istihdamın %21'i, inşaat kesiminde istihdamın %51'i ve hizmetler sektöründe istihdamın
%22'si kayıtdışıdır. Kayıtdışı çalışma ise düşük ücret, sosyal güvenlikten yararlanamama ve
netice olarak yoksulluğu getirmektedir.
5. Kentleşme ve İç Göç; Türkiye'de göç olgusunun ve beraberinde getirdiği kentleşmenin
nedeni, tarımda, modern üretim tekniklerinin kullanılması, buna karşılık tarımda çalışmasına
ihtiyaç duyulan insan gücü miktarının azalması, tarımsal verimliliğin yetersizliği ve
toprakların miras yoluyla paylaşılmasıdır. Türkiye'de 2000 yılı verilerine göre kentli işsiz sayısı
kırsal açık işsiz sayısının 3 katı kadardır. Ülkemizde kentleşme ekonomik büyüme ile birlikte
yürümediğinden göç yoluyla kente gelenler işsiz kalmakta veya kayıtdışı sektörde
çalışmaktadırlar.

Kentsel Yoksulluk
Kentsel Yoksulluk Kavramı
Kent özelinde yaşanan yoksulluk kentsel yoksulluk olarak ifade edilmektedir. Kalori
ihtiyacı aynı olsa bile, kentsel yerlerdeki tüketim kalıpları ile mal ve hizmet fiyatları kırsal
yoksulluktan farklılık arz etmektedir. Kentsel yoksulluğun ayırt edici özelliklerinden birisi de
maliyetleri arttıran faktörlerdir. Ulaştırma maliyetleri buna önemli bir örnek teşkil edebilir.
Ayrıca kentli kesimin tüketim eğilimleri, kırsal kesimden farklıdır.
Kentsel Yoksulluğun Gelişimi
Son dönem Osmanlı ile Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak yaklaşık 1950'lere kadar
ki süreçte İstanbul toplumunun sosyo-ekonomik ve kültürel farklılıkları ile kentsel mekan doğu-
batı temsiliyeti içindeki bir ikili çerçevede değerlendiriliyordu. Osmanlı-İslam gelenekleri ve
değerlerinin yaşadığı Aksaray, Fatih, Eyüp gibi artık kenarlaşmış semtlerle batılı yaşam tarzının
apartmanlarla simgeleştiği Beyoğlu, Nişantaşı ve Harbiye gibi modern semtler aynı zamanda
yoksulluk ve zenginlik ayırımına da tekabül etmekteydi.
II. Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan taşralı zengin tipinin üst sınıfa geçiş arayışı ile
İstanbul'a gelmeleri neticesinde ortaya çıkan kentsel göç, savaş sonrasında da kırsal alandaki
yoksul insanların gelişleriyle devam etmiştir. Bu ortaya çıkan göç, sanayinin gelişiminden daha
hızlıdır ve sanayinin istihdam edemediği yoksul insanlar için farklı iş alanlarının devreye
girmesine sebep olmuştur. 1950'li yıllarda üretimde hizmet sektörünün hızlı gelişimine paralel
olarak "henüz" örgütlü sektörlerce kapsanmayan alanlarda hizmet sunmanın ve böylece kentsel
ekonomik mekanda kalıcılık kazanmaya başlamanın kentin fiziksel mekanına yansıması ise,
kentlerin kenarlarına kurulan derme çatma barakaların mahalle statüsüne geçmeye başlaması,
fabrikaların bu ucuz işgücünden yararlanabilmek için yakınlarındaki boş alanlarda gecekondu
mahalleleri oluşmasına "sıcak bakmalarına" yol açmıştır.
Böylece örgütlenmemiş yapı ve düşük gelir ile marjinal ya da enformel olarak
tanımlanabilen iş olanaklarını kullanarak varolmaya çalışan yeni kentliler, en temel kentsel
kamusal hizmetlerden yoksun, aile ve kısmen hemşehrilik dayanışması içinde bir biçimde
varolabildikleri gecekondularla barınma ihtiyaçlarını karşılayabilmişlerdir. Kültürel ve sınıfsal
farklılığın mekandaki yansıması olarak gecekondu mahalleleri insanları ancak politik bir güce
eriştikten sonra kamusal hizmetleri elde etmişlerdir. 1970'li yılların sonlarına doğru gecekondu
bölgelerinde yapılan alan çalışmalarının ortaya koyduğu ortak bir tespite göre, halkta
gelecekten umut beklentisi yüksektir.
36

1940'lı yıllarda başlayarak 1980'lere kadar yoğun biçimde yaşanan kente göç süreci
sadece İstanbul için baktığımızda 1945'te toplam nüfus içinde İstanbul'un payı %5.7 iken,
1980'de %10.5, 2000'de %15, 2010 yılında %19 olması beklenmektedir ve bunun ortaya
koyduğu mekansal toplumsal eşitsizlik durumu, kentin ekonomik devinim süreci içinde
kendiliğinden ortaya çıkan yapısal özellikler olarak değerlendirilmiştir. İş dünyasının aşırı nüfus
göçünden rahatsız olmadığı, gecekondulaşmayı pek dert etmediği, marjinal sektördeki gelişmeye
"dinamizm" nitelemesi yaptığı bu dönemin kilit kavramı "iç pazara dönük büyüme" idi.
Gecekondularda yaşayanlar politik güce kavuştukça yasallık kazandırılmış, ileriye dönük
yasaklayıcı hukuki düzenlemelerle dönem dönem farklı yönetsel ve siyasal müdahalelere konu
olmuştur.
1950'den günümüze geçen dönemde kentsel yoksulluk, toplumun istihdam olanakları
açısından örgütsüz marjinal kesimleriyle (işin süreksizliği ve güvensiz oluşu dolayısıyla en düşük
gelir getirisi olması itibariyle) gecekondu toplumunda örtüşmektedir. Kentlerde sosyo-kültürel
özellikler açısından merkez-çevre ya da modern ve geleneksel ayrımında mekanlar yaratılmakla
birlikte buralardaki yaşantı karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde eş zamanlı ve eş mekanlı
olabilmektedirler.
Büyük kentlerdeki gecekondu toplumunun 1940'lı yıllardan bugüne geldiği çizgisinde
ortaya çıkan temel bir özelliği, değişik sınıf öğelerini kucaklayan kültürel bir benzeşmeyi temsil
ediyor olmalarıdır. 1973'te yayınlanan gecekondu çalışmasında Mübeccel Kıray, nüfusun
Ankara'da %61'i, İstanbul'da %45'i ve İzmir'de %43'ünün gecekondularda oturduğunu ve
gecekonduda yaşayanlar için klasik sınıf tanımlamalarından hiçbirisinin kullanılamayacağını
açıklamaktadır. Bugünün kentlerinde yaşanan yoksulluğun geçmiştekinden farklı olarak
toplumun daha geniş bir kesimini etkisi altına alarak sürekli biçimde yaygınlaşan "yeni kentsel
yoksulluk" olarak kavramsallaştırılması söz konusudur. Buraya kadar gelinen süreçte, 1980'li
yıllarla birlikte sermayenin küreselleşmesine bağlı olarak bütün dünyada ulusal gündemlere,
kamu sektörünü olabildiğince daraltıcı, yapısal uyarlama, liberalizasyon ve özelleştirme
politikaları yerleşti. Küreselleşme eğilimlerinin sonucu ve bütünleyicisi olarak "yerel" ayrı ve
yeni bir önem kazanırken, bu bağlamda kentin bizzat kendisi sermaye birikiminin ana unsuru
oldu. Kentler özellikle üretim iletişim potansiyelleri, kimlikleri ve rekabet güçleri ile dünya
sistemi içinde belirleyici aktörler olarak yer almaya başladılar. Bu yer alış biçimleri kentler
arası hiyerarşik yapıyı oluşturdu.
Küreselleşme ve İstanbul
Bu belirlemeler ışığında İstanbul'a bakıldığında, bir tarafta yıllarca yatırım yapılamamış
altyapı, ulaşım, sağlık ve konut gibi metropollere ait yönetsel sorunlar altında ezilmiş ve yine
kendi iç dinamikleriyle yayılmaya devam eden kendi haline bırakılan İstanbul, diğer tarafta ise,
bu bölüme dayanarak projelendirilmiş, küreselleşen dünyanın aktörlerinin tecrit edilmiş bir
biçimde yaşayabilecekleri, uluslar arası zincirin bir parçası olarak yapılandırılan ve kentsel
çevreyle ilişkisi seyirlik ve görselliğe indirgenmiş küresel İstanbul yer almaktadır. Kentin 20 yıl
içinde geçirdiği mekansal farklılaşma ve buralara yansıyan yeni toplumsal yaşam biçimleri
kentin eşitsizlikler üzerinde bir kez daha bölünmüşlüğünü yansıtır. Çünkü Türkiye'de gelirin en
eşitsiz dağıtıldığı il, İstanbul'dur. İstanbul'un en varlıklı kesimini oluşturan %20, gelirin
%64'ünü; en fakir %20, gelirin %4'ünü almaktadır.
İstanbul'un kentleşme evrimine paralel olarak ortaya çıkan kentsel yoksulluğun
küreselleşmenin bugün geldiği noktayla bağlantılı olarak düşünülmesi gereklidir. Bugün
küreselleşmeyle beraber bütün dünyada derin toplumsal eşitsizliklerin keskinleştiği, kentsel
yoksulluğun hızla yaygınlaştığı görülmektedir. Yoksulluk artık az gelişmiş ve gelişmiş ülkelerin
ortak problemi haline gelmiştir.
Kent yoksulluğu sadece bir gelir eksikliği değildir. Beraberinde bazı problemleride ortaya
çıkarmaktadır. Özellikle İstanbul'da bu problemler kendini göstermektedir. Bunlar;
- Kentsel uyumsuzluk
37

- Gecekondulaşma
- Sosyal marjinallik
- Sağlıksız çevre
- İşsizlik
- Kayıtdışı istihdamda artış
- Örgütsel suçlarda artış ve kentsel şiddet
- Sokak çocuklarında artış
- Kadın problemleri

Kentlileşme ve Yoksulluk Nedenleri


Kentlileşme, temelde insanların kentle bütünleşmesini ifade eder. Bütünleşme kavramı
genelde, bir nüfus grubunun daha büyük bir nüfus grubuyla kaynaşması anlamına gelir.
Kentlileşme, kentleşme akımı sonucunda toplumsal değişmenin insanların davranışlarında ve
ilişkilerinde değer yargılarında maddi ve manevi yaşam biçimlerinde değişiklikler ortaya
çıkarması sürecidir. Başka bir değişle 'kırlılıktan uzaklaşma, organize edilmiş sosyal hayata
geçiş' olarak da kentlileşme ifade edilebilir.
Kente uyumluluğu engelleyen birçok sebep vardır. Genel olarak bu sebepler üç ana başlık
altında toplanabilir. Birincisi, kente göç edenlerin sosyo-kültürel yapısı, ikincisi, kentin yapısı ve
kuralları, üçüncüsü ise kentin sahip olduğu kültürel yapıdır.
1. Kente Göçle Gelenlerin Sosyo-Kültürel Yapısı
Şahsın sahip olduğu kültürel değer; sanat, ilim, teknoloji, felsefe, din gibi sahaları ile
sosyal teşkilatları ve bunun şekil ve kaideleri, kısacası bütün hayat tarzını ifade eder. Bu
farklılıklar neticesinde bazı dikkate değer sorunlar görülmektedir. Bunlar; sosyal çatışma,farklı
örf ve adetler,kültürel bünye farklılığı ve yabancılaşmadır.
2. Kırsal Alanda Mevcut Olan Kültürlerin Ve Değerlerin Kent Değerleriyle Çatışması
Bu çatışma neticesinde büyük kentlerimizde özellikle İstanbul'da gecekondu kültürünün
doğmasına neden olmuştur. Gecekondularda kır değerlerinin devam ettiği ve bunlara saygı
gösterenlerin çokluğu dikkati çekmektedir. "Türk kırlısının kişiliğini etnik grubu, dini ve mezhebi
şekillendirir. Kırdaki bu kişilik büyük ölçüde kentlerde de devam eder. Çünkü hemşehriler
hemen hemen aynı bölgelere yerleşmektedirler. Kentlerdeki hemşeriler yalnızca aynı köyden
olanlar değil, aynı kazadan, aynı vilayetten hatta bazen aynı mezhepten olanlardır. Örneğin;
Ordu mahallesi, Erzincanlılar mahallesi, Trabzonlular mahallesi gibi mahallelerin doğmasına
sebep olmuştur.
Aynı yörelerden gelenler aynı yerlere yerleşerek kent çevresinde kendi içinde kapalı
"kültür odacıkları" oluşturmaktadır. Herhangi bir mahalle ya da semt ölçeğinde olan bu
odacıklar o insanların terk ettikleri yörelerin küçük bir modeli olmaktadır. Böylece
Erzurumlular, Erzincanlılar, Sivaslılar, Rizeliler görünürde kentlerde ama gerçekte her biri
kendi "memleketlerinde"yaşamaktadırlar. Bu durum insanların kente intibaklarını engelleyen
önemli bir nedendir. Bugün İstanbul'da bu gruplaşma açık şekilde görülmektedir. Öyle ki artık
ilçeler bile göçle gelen insanların ait oldukları illere göre tasnif edilmektedir.
3. Ekonomik Yetersizlik
Göçle birlikte kente gelen nüfusun, kentte karşılaştığı en temel güçlük işsizlik ve geçim
sıkıntısıdır. Yoksulluğun ana kaynağı da zaten budur. Bu problem büyük kentlerimizde, örneğin
İstanbul'da değişik sektörlerin doğmasına yol açmıştır. İşportacılık bunun en güzel örneğidir.
Büyük kentlere göç eden bu kırsal nüfus, kentte yaşamak uğruna bu yoksulluğa
katlanmaktadır. Ve bu insanlar yoksulluğu hayatlarının bir parçası olarak algılamaktadırlar.
Bazı araştırmacılar bu durumu "yoksulluk kültürü" olarak nitelendirmektedirler. E.M.Rogers'da
Lewis'ten esinlenerek yoksulluk kültürü konusunda bazı ilkeler ortaya koymaktadır. Bu ilkeler:
-Dar görüşlü yönetim,
-Milli işletmelerde bütünleşme eksikliği,
38

-Düşük seviyede katılma,


-Yaşamak için devamlı mücadeledir.
Büyük kentlerin gecekondu halkının sahip olduğu bu durum onun toplum hayatına her
yönüyle katılmasını engeller. Bu katılımın asgari seviyede olması ise bu insanların içlerine
kapanmasına neden olmaktadır.
İstanbul genelinde yapılan bir araştırmada "ücretli işçi-memur" meslek sınıfında kamu ve
özel sektörde sadece faal nüfusun %36.6'nın bulunduğunu buna yakın bir oranın esnaf-
zanaatkar-şoför olarak çalıştığını göstermiştir. Emeklilerin oranı %14.5 ve işsizlerin oranı ise
%1.5'un üstünde olduğu ortaya konmuştur.
Çalışma yaşamına katılma oranı düşük olduğu halde iş arayanlarında düşük olması,
çalışanların ezici çoğunluğunun 18-44 yaş grubunda toplanması, kadınların %70'inin ev kadını
olması İstanbul'da genelde faal işgücüne katılma oranının düşüklüğüne işaret eder. Çalışanların
vasıfsız işlerde yoğunlaşması çalışan işgücünün kalitesinin düşüklüğünü göstermektedir.
Çalışanlar genelde yaptıkları işlerden mutlu değildirler. Düşük ücret ve bekledikleri işi
bulamamaları bunda en önemli faktördür.
Yine gecekondu bölgelerinde oturup çalışma hayatına katılan nüfusta sigortalı çalışma
oranı düşüktür. Erkeklerde bu oran %61 olduğu halde kadınlarda %20'lere kadar inmektedir.
Bu da bize kayıtdışı çalışmanın yüksekliğini göstermektedir. İstanbul'da yaşamanın maliyeti
yüksektir. Günlük işe gidiş gelişlerdeki masraflar zaten düşük ücretle çalışan bu yoksul kesimin
gelirinden önemli bir payı almaktadır.
4. Eğitim Düzeyinin Düşüklüğü
Kentin iş hayatı, uzmanlaşmış ve beceri kazanmış insanları kabul etmektedir. Özellikle
yüksek gelir getiren işler, yüksek veya mesleki teknik eğitimi gerektirmektedir. Göçle gelen
gecekondu nüfusu mevcut eğitim düzeyiyle bu işlere girmekte uzun süre zorluk çekmektedir.
Kentin mevcut teşkilatlarına katılma, bu teşkilatları kullanma yüksek gelir elde etme mümkün
olmadığı sürece kente intibak gerçekleşmeyeceğine göre gecekondu insanının kente intibakı bir
problem olarak önemini korumaya devam edecektir. Bu durum büyük kentlerimize vasıfsız
işgücü yığılmasına ve enformal sektörün doğmasına sebebiyet verecektir ve nitekim vermiştir.
İstanbul genelinde yapılan araştırmalarda genelde aile reislerinin eğitim durumu
ölçüldüğünde %80'den biraz fazlasının ilkokul mezunu olduğu görülmektedir. Gecekondu
semtlerinde veya kentsel yoksulluğun fazla hissedildiği bölgelerde bu oranın %95'leri bulduğu
tespit edilmiştir.
Günümüzde bu alanlarda yaşayanların büyük çoğunluğu çocuklarını okutabildikleri kadar
okutmak niyetindedirler. Kent yaşamında şunu görmüşlerdir; daha iyi iş ve gelir, eğitim
düzeyinin yüksekliğiyle alakalıdır. Çocuklarının bu eğitimi alarak sefalet ortamından
kurtulmalarını istemektedirler.
5. Göç Edenlerin Kentliye Duyduğu Eziklik Duygusu:
Göçle büyüyen az gelişmiş toplum kentlerinde, modern sektörlerde istihdam imkanı
olmadığı zaman yoksulluk kültürü ortaya çıkmaktadır. Bu kesimin bir yoksulluk kültürüne sahip
olduğunu ve koşullar değiştikçe bunalımlı ve sadece anlık yaşamaya önem verdikleri, geleceğe
ise önem verilmediği görülür .
Böyle yoksulluk kültürü çerçevesinde yetişen çocuklar çok defa dağılmış aile ve şiddet
çerçevesinde yaşamaktadırlar. Eğitim şanslarını da kullanamazlar. Bu yapı dışarıda bir
müdahale ile değiştirilmedikten sonra kuşaktan kuşağa aktarılarak sağlamlaşır. Gerçi,
Türkiye'de ve özellikle büyük şehirlerde farklı gelişmesine rağmen bu durum gecekondularda
şehre intibakı engelleyecek sorunların doğmasına sebep olmaktadır.

You might also like