You are on page 1of 11

Tevbe, İnâbe ve Evbe

Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, 1fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp
Cenâb-ı Hakk'a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıya cağımız tevbe; 2hakikat ehlince, duyguda,
düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet'e karşı içine düşülen muhâlefetten kurtulup, O'nun
emirleri ve yasakları zâviyesinden, yeniden O'nunla muvâfakat ve mutâbakata ulaşma gayreti dir. 3Tevbe,
sırf bir şeyin vicdanda kerih görülmesinden dolayı, o şeye karşı tiksinti duyulması, terk edilmesi değildir. O,
Allah'ın sevmediği, istemediği şeylerden -aklın zâhirî nazarında güzel görünse, yararlı olsa da- uzaklaşıp
Hakk'a rücû etmektir.

Bir de "tevbe" sözcüğüne "nasûh" kelimesi ilave edilerek "tevbe-i nasûh" şeklinde kullanılır ki, o da, bir
tevcihe göre, "en hâlis, en sâfi, en içten" anlamına, diğer bir tevcihe göre de, "yırtığı, söküğü dikip
kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran tevbe" mânâsına gelir.
Yukarıdaki hususların bütününü birden nazara alınca "tevbe-i nasûh"; "hüsn-ü niyet, hulûs-u kalb ve hayır
mülâhazasıyla, ferdin kendi adına ve tabiî seviyesine göre, hâlis, ciddî, yürekten tevbede bulunması,
dolayısıyla da başkalarına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü misâl teşkil etmesi" mânâlarına gelir ki, Kur'ân-ı
Kerîm'de, gerçek tevbeden söz edilirken: ‫حا‬ ً ‫صصو‬ ً َ ‫مُنوا ُتوُبوا إ َِلى اللهِ ت َوْب‬
ُ َ‫ة ن‬ َ ‫نآ‬ ِ ّ ‫" َيا أ َي َّها ال‬Ey iman edenler, Allah'a
َ ‫ذي‬
tevbe-i nasûhla teveccüh edin."[1] buyrularak böyle bir tevbeye işâret edilmektedir.

Tevbe, tevbe edenlerin durumu itibarıyla üç bölümde mütâlaa edilmiştir:

a. Hakikatlara kapalı avam halkın tevbesi ki, Hakk'a muhalefetin, kalbinde burkuntular hâlinde
hissedilmesi ve onun günahını idrâk şuuruyla gönlünde buğulaşan bu duyguyu, bütün benliği ile Hak
kapısına yönelerek, tevbe ve istiğfarla alâkalı malum sözlerle ifâde etmesidir.

b. Perde arkası hakikatlara yeni yeni uyanmaya başlamış havâssın rücûu ki, huzur ve maiyyet âdâbına
aykırı her davranış ve her düşünceden sonra, kalbde yoğunlaşıp basîret ufkunu saran büyük-küçük her
gaflet karşısında, himmet kanatlarını açıp Hakk'ın rahmet ve inâyetine sığınma cehd ü gayretidir. Böyle bir
performans gösteren ruh:

َ
َ ‫سصصو‬
‫ل‬ َ ‫ ِقي‬،{‫ن‬
ُ ‫ َيا َر‬:‫ل‬ ِ ّ‫مت َط َه‬
َ ‫ري‬ ُ ْ ‫ب ال‬
ّ ‫ح‬
ِ ُ ‫ن وَي‬
َ ‫واِبي‬
ّ ّ ‫ب الت‬
ّ ‫ح‬
ِ ُ‫ه ي‬
َ ‫ن الل‬ َ َ‫م ت‬
ّ ِ ‫ }إ‬:‫ل‬ ّ ُ ‫ ث‬،‫ه‬
ُ ُ ‫ضّره ُ ذ َن ْب‬ ْ َ ‫دا ل‬
ُ َ‫م ي‬ ً ْ ‫ه ع َب‬
ُ ‫ب الل‬ َ ‫ فَإ َِذا أ‬،‫ه‬
ّ ‫ح‬ ُ َ‫ب ل‬ َ ْ ‫ن ل َ ذ َن‬
ْ ‫م‬َ َ‫ب ك‬ ِ ْ ‫ن الذ ّن‬ َ ‫م‬
ِ ‫ب‬ ُ ِ ‫َالّتائ‬
.‫ة‬ُ ‫م‬
َ ‫دا‬َ ّ ‫ الن‬:‫ل‬ َ ‫ة؟ َقا‬ِ َ ‫ة الت ّوْب‬ُ ‫م‬ َ َ ‫ما عَل‬َ َ‫اللهِ و‬

"Resûlullah: ‘Günahtan tam dönen, o günahı hiç işlememiş gibidir; Allah bir kulu sevdiği zaman artık ona
günahı zarar vermez.' dedi ve şu meâldeki âyeti okudu: ‘Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri ve tevbe
edip tertemiz olanları sever.'[2] Tevbenin alâmeti nedir diye sorulunca da: ‘Gönülden pişmanlıktır' buyur-
dular."[3] hakikatının tam mazharı bir ruhtur.

c. Yaşayışlarını "Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz."[4] ufkunda sürdüren has üstü hasların
teveccühüdür ki, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde olan mâsivâ (Hak'tan gayri her şey) ile alâkalı her
ne varsa, bütününü benliklerinin derinliklerinden söküp hiçliğin gayyâlarına atarak, yeniden "nûru'l-enver"
(bütün ışıkların hakikî menbaı) ile münasebetlerinin şuuruna ulaşmaları demektir ki, "O ne güzel kuldu!
Zira o, sürekli (Allah'a) rücûdaydı."[5] gerçeğini gösterir ve "evb" yörüngesinde hareket ederler.

Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan sonra yeniden safvet-i asliyesine dönüp özüyle bütünleşmesi veya
sık sık kendini yenilemesi mânâsında tevbe, hemen her mertebesiyle:

1
1- Gönülden nedâmet etmek,
2- Eski hataları ürperti ile hatırlamak,
3- Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,
4- Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,
5- Hata ve inhiraflarla ruhta meydana gelen boşlukları ibadet ü tâat ve gece yamaçlarında seyahatla
doldurmak,
6- Ve haslar, haslar-üstü haslar itibarıyla, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat için âh ü enîn edip
ağlamak; duygu ve düşüncelerine kasdî olarak mâsivâ bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek..

gibi hususları ihtiva eder.

Hatanın seviyesi ne olursa olsun, tevbe ederken, yeni günah tasavvurlarına karşı pişmanlık ve tiksinti ile
inlemeyen, her şeye rağmen bir kere daha istikamet çizgisinin altına düşebileceği endişesiyle ürpermeyen,
Hak'tan uzak kalmanın sonucu olarak, içine düştüğü yanlışlık ve inhiraflardan kurtulmak için Hakk'a
kulluğa, kullukta samimiyete sığınmayan, tevbe adına yalan söylemiş sayılır...

Mevlânâ bir yerde gerçek tevbenin sembolü ‘nasûh'u şöyle konuşturur:

‫خدا‬
ُ ‫ت َبا‬ ْ ‫ق‬َ ‫قي‬
ِ ‫ح‬َ ‫م‬ْ َ ‫ُتوبه اى ك َْرد‬
‫جدا‬
ُ ‫ن‬ ْ َ ‫ن ا َْز ت‬ْ ‫شد‬ ُ ‫ن‬ْ ‫جا‬ ْ َ ‫شك َن‬
َ ‫م َتا‬ ْ َ‫ن‬
‫كرا بارِ ِدگر‬
ِ ‫ت‬ْ َ ‫حن‬
ْ ‫م‬
ِ ‫ب َعْد َ ازان‬
‫خر‬
َ ‫خطر ِإل كه‬ َ َ ‫سصوى‬ ُ ‫پا َرود‬

"Cenâb-ı Hudâ'ya bir hakikî tevbe ettim ki, can tenden ayrılıncaya kadar onu bozmayacağım. Aslında o
mihnetten sonra, merkepten başka kim ayağını bir kere daha helâk ve hatar tarafına atar ki..?"

Tevbe bir fazilet yemini, onda sebat ise bir yiğitlik ve irâde işidir. Usûlünce tevbe edip sebat
edenin şehitler mertebesinde olduğunu Hz. Seyyidü'l-evvâbîn söylüyor.[6] Tabiî sürekli tevbe
ettiği halde, bir türlü günah ve inhiraflardan kurtulamayanın tevbe ve istiğfârının, tevvâbların, evvâbların
yöneldikleri kapıyla alay olduğunu da...[7]

Evet, "Cehennemden korkarım." deyip günahlardan kaçınmayan, "Cennete müştâkım." deyip amel-i sâlih
işlemeyen, "Peygamberi severim." deyip sünnetlere karşı alâkasız kalan biri, iddialarında ciddi
olamayacağı gibi, ömrünü kat'î günah ve sûrî tevbeler arasında sürdüren, dolayısıyla da, Hakk'a dönüş-
lerini isyanlar arası molalara benzeteceğimiz böyle vefânâşinasların samimiyet ve hulûslarını kabul etmek
de oldukça zordur.

Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Sofîler arasında, herhangi bir
mürşide intisâb etme merâsiminde temsil edilen usûl, âdâb ve töreye de "inâbe" denildiğini hatırlatıp
geçelim... Tevbede, duygu, düşünce ve davranışların, muhâlefetten muvâfakata, muârazadan mutâbakata
yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutâbakat ve muvâfakatın sorgulanması bahis mevzuudur.
Tevbe, "seyr ilallah" ufkunda bir seyahat ise, inâbe "seyr fillâh", evbe de "seyr minallah" kuşağında bir
miraçtır.

Bu üç teveccühü şöyle de anlatabiliriz: Ukûbet endişesiyle Hakk'a sığınma bir tevbe; makam ve derecâtı
muhafaza arzusuyla O'nda fâni olma bir inâbe; O'ndan başka her şeye kapanma da bir evbedir. Birincisi,
َ
bütün mü'minlerin hâlidir ve ezanları da: ‫ن‬َ ‫مُنصصو‬ ُ ْ ‫ه ال‬
ِ ْ ‫مؤ‬ َ ‫ميًعصصا أّيصص‬ َ ِ‫" وَُتوُبصصوا إ َِلصصى اللصصه‬Ey iman edenler, hepiniz
ِ ‫ج‬
inhiraflardan vazgeçip Allah'a sığının!"dır.[8] İkincisi evliya ve mukarrabînin vasfıdır; kâmetleri de, mebde'

2
َ
itibarıyla ‫م‬ ْ ُ ‫" وَأِنيُبوا إ َِلى َرب ّك‬Rabbinize inâbe ediniz."[9], müntehâ itibarıyla da: ‫ب‬
ٍ ‫مِني‬ ٍ ْ ‫قل‬
ُ ‫ب‬ َ ِ ‫جاَء ب‬
َ َ‫" و‬Cenâb-ı Hakk'a
saygı dolu bir kalble geldi."dir.[10] Üçüncüsü enbiyâ ve mürselînin hususiyetleridir. Şiarları da ‫ه‬ ُ ّ ‫م ال ْعَب ْد ُ إ ِن‬
َ ْ‫ن ِع‬
‫ب‬ َ
ٌ ‫" أّوا‬O ne güzel kuldur. Çünkü o her zaman (Allah'a) rücûdaydı."[11] şeklindeki ilâhî takdîr ve iltifattır.

Her nerede olursa olsun, maiyyet-i ilâhiyede bulunduğu şuurunu bir nebze bile kaybetmeyenler için tevbe
yoktur. Onlardan sâdır olan tevbe mânâsındaki sözler ya inâbe veya evbe mânâlarını ifâde etmektedir. Hz.
Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın, "Günde yetmiş veya yüz defa istiğfar ederim."[12] sözlerini başka türlü anlamak
da mümkün değildir. Ayrıca tevbe, "kurb" ve "maiyyet"i bilmeyenler içindir. Hayatlarını kurb ufuklarında
geçirenler, her tasarruflarına hâkim, her işlerine nigehbân ve onlara her şeyden daha yakın olan Cenâb-ı
Hakk'a herhalde, avamî mânâda rücûu gaflet sayarlar. Bu mertebe ehl-i vahdet-i vücûdun değil, ehl-i
vahdet-i şuhûdun, onlardan daha çok da Mişkât-ı Muhammed ve Sünnet-i Hazret-i Ahmed (aleyhi ekmelü't-
tehâyâ) Hazretleri'nin zıllinde seyr u sülûk yapanların mertebesidir. Seviyesi bu mertebeye ulaşmayan ve
makam-ı tabiatta vücudla uğraşanlar için evb ve inâbeden ve hele bu makamların müntehâsından söz
etmek takliddir ve bâlâ pervâzâne sayılır.

َ ‫سِلي‬
‫ن‬ َ ‫سّيِد اْلُمْر‬
َ ‫حّمٍد‬
َ ‫عَلى ُم‬
َ ‫سّلْم‬
َ ‫ل َو‬
ّ‫ص‬َ ‫حيٌم َو‬
ِ ‫غُفوٌر َر‬
َ ‫ك‬
َ ‫حوا ِإّن‬
ُ ‫صَل‬
ْ ‫ن آَمُنوا َوَتاُبوا َوَأ‬
َ ‫ن اّلِذي‬
َ ‫جَعْلَنا ِم‬
ْ ‫َالّلُهّم ا‬

[B1]
Hz. ADEM
Hz. Adem , yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babası'dır.
Allahü tealanın emri ile bütün melekler, Adem'e secde etti, ama İblis (şeytan) kibirlenip, bu emre karşı geldi ve secde etmedi : « Hani
biz meleklere (ve cinlere): Adem'e secde edin , demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece
kafirlerden oldu »(Bakara, 34) . Hz. Adem 40 yaşında Firdevs adındaki Cennet'e götürüldü. Cennet'de yahut daha önce Mekke dışında
uyurken, sol kaburga kemiğinden Hz. Havva yaratıldı. Allahü teala onları birbirine nikah etti. Yasak edilen ağaçtan unutarak ve
İblis'in oyununa gelerek önce Havva, sonra Adem aleyhisselam yedikleri için Cennetten çıkarıldılar. Adem aleyhisselam Hindistan'da
Seylan (Ceylon) adasına, Havva ise Cidde'ye indirildi. 200 sene ağlayıp yalvardıktan sonra , tövbe ve duaları kabul olup, hacca
gitmesi emr olundu: «Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti »(Ta'ha, 122) . Arafat ovasında Havva
ile buluştu. Kabe'yi inşa etti.
Hz. Adem her sene hac yapardı. Arafat meydanında veya başka meydanda , kıyamete kadar gelecek çocukları belinden zerreler
halinde çıkarıldı. «Ben sizin Rabbiniz değil miyim ?» diye soruldu. Hepsi «Evet » dedi. Sonra hepsi zerreler haline gelip, beline
girdiler. Yahut belinden yalnız kendi çocukları çıktı. Sonra Şam'a geldiler. Burada çocukları oldu. Neslinden 40.000 kişiyi gördü.
1500 yaşında iken çocuklarına peygamber oldu. Çocukları çeşitli dillerde konuştu. Cebrail aleyhisselam 12 kere geldi. Oruç, her gün
bir vakit namaz ve gusül abdesti emredildi. Kendisine kitap verilip, fizik, kimya, tıp, eczacılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryani,
İbrani ve Arabi diller ile kerpiç üstüne çok kitap yazıldı. Bir rivayete göre 2000 yaşında iken Cuma günü vefat etti. Hz. Havva 40 sene
sonra vefat etti. Kabirlerinin Kudüs'de veya Mina da Mescid-i Hif'de veya Arafat'da olduğu rivayetleri vardır.
Habil ile Kabil
Habil ile Kabil Hz. Adem'in oğullarından ikisidir. Habil'in Allah'a yaptığı kurban'ın kabul edildiği ve kendi kurbanın Allah tarafından
kabul edilmediği için Kabil, Habil'i öldürür ve böylece dünyada ilk kâtil olma makamına mazhar olur. Sonra bir kargadan görüp
Habil'i yerin altına gömdü. Allahü teala Kur'an-ı Kerimde mealen buyuruyor ki : « Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu
gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «OL !» dedi ve oluverdi »(Al-i İmran, 59) . Burada değinilen durum, Hz.İsa'nın ve Hz.
Adem'in babasız dünyaya gelmeleridir (M.K.). Peygamberimiz Muhammed (S.A.V.) Hz. Adem hakkında : « Allahü teala Adem'i
(aleyhisselam) yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte
olanlar olduğu gibi, bazıları da bu renklerin arasındadır. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı halis ve temiz oldu » (Hadis-i şerif,
Müsned-i Ahmed bin Hanbel) buyurmuştur.
Hz. Adem 5 şeyi ile bahtiyar olmuştur:
1) Hatasını itiraf etmek
2) Pişmanlık duymak
3) Nefsini kötülemek
4) Tevbeye devam etmek
5) Rahmetten ümidini kesmemek
İblis de 5 şeyden bedbaht olmuştur:
1) Günahını ikrar (saklamadan söylemek) etmemek
2) Pişmanlık duymamak
3) Kendini kötülememek
4) Kendini kötülemeyip azgınlığını Allahü Teala'ya nisbet etmek
5) Rahmetten ümidini kesmek

[B2]
İnsanın kendi hata ve kusurlarını tespit etmesinin, kemale yürümenin ilk adımı olduğu gerçeğinden hareketle hata ve
kusurlarımızı tespit adına neler tavsiye edersiniz?

3
İnsanın işlediği hata, kusur ve günahlar çeşit çeşit, türlü türlüdür. Onlardan bir kısmı, dinin sarih nasslarıyla, Kur’ân-ı Kerim ve
Sünnet-i Sahiha’nın vaz’ettiği temel disiplinlerle açık ve net bir şekilde beyan edilmiş, çerçevesi ortaya konmuş ve belirlenmiştir.
Dolayısıyla insan, vahy-i ilâhî tarafından beyan buyurulan bu yasak ve günahları, kusur ve hataları temel kaynaklara müracaat etmek
suretiyle tespit edip bilebilir. Gerçi hayatı, dinin temel kaynaklarına uygun bir şekilde götürebilmek için meseleleri ilmî tafsilatıyla
kavrayıp idrak etmenin herkese müyesser olmayacağı gibi bir husus akla gelebilir. Ancak inanan bir insan gücü yettiği ölçüde bu
yolda olmalı; olmalı ve dinin temel meselelerini öğrenme azim ve gayreti içinde bulunmalıdır. Ayrıca dikkat çekmek gerekir ki, bu
gaye istikametinde telif edilen ilmihaller ve bir kısım ahlâk kitaplarına sıkıştırılmış bilgiler icmalen bütün bu meseleleri ihtiva
etmektedir. Dolayısıyla bu eserleri okuyan bir insan için, dinde hükmü açıkça beyan buyurulan haram ve helal davranışlar, münker ve
mâruf olan fiiller beyyindir, vâzıh ve nettir. Bu sebeple belki bu kategorideki hata ve günahlar için asıl üzerinde durulması gereken
husus ilk fırsatta, en yakın zamanda onlardan sıyrılıp kurtulma, arınıp temizlenme mevzuu olmalıdır.
KIRIK TESTİ

[B3]
Tevbe

Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarımdır. Yani, saptırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvâzeneyi, yeniden
düzene koyma uğrunda, ferdin, Hakk'tan Hakk'a kaçması, daha doğrusu. O'nun gazabından lûtfuna, hesabından rahmet ve inâyetine
sığınmasıdır tevbe.

Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması şeklinde tarif etmek de mümkündür. Yani nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve
idâresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahın karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.

Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse; tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmaktır. Diğer bir
ifâde ile günah; vicdanın muvakkat bir murâkabesizliğinden, rûhun aldığı yara ise; tevbe, kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi, ve çok
ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece insanî duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.

Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhtaki
âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.

Günah erozyonlarının, ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli 'kelime-i tayyibe'
ile çimenlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemektir. Gözlerin döne yazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri
hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir.! Keşke onu, her günahın açtığı gediği kapatacak seviyede, âh u enînlerle yapmaya muvaffak
olabilseydik.!

Evet, tevbe, böyle erkekçe bir dönüşün adıdır. Aksine, her söz yalan, her davranış da bir aldatmacadır. Çünkü günahla fevt edilen
şeyler giderilmedikten, ve zamanın 'günah kare'sindeki boşluk doldurulmadıktan; hislerde ürperti, ruhta ızdırab, gözlerde yaş
belirmedikten sonra, işlenilen kötülüklere karşı nedamet duyulduğunu iddia etmek, tutarsız ve kabûlden uzaktır.

Günahlar çeşit çeşit ve tevbeleri de başka başkadır. Millî vahdetin zedelenmesi büyük bir günahtır. Buna göre bu cürmü işleyen
kimse, hem Hakk katında hem de halk katında en büyük mücrim sayılır. Binaenaleyh, böyle bir günahın tevbesi de, ancak, altı üstüne
getirilmiş heyet-i içtimâiyyenin eski sıhhat ve birliğine kavuşturulmasıyla kâbil olacaktır, yoksa içtimâî bünye korkunç hafakanlar
içinde, güm güm gümlerken, onu bu hâle getirenlerin, 'nâdim ve pişman oldum' demeleri, sadece bir aldanma ve aldatmacadır. Evet,
böyle bir günahın tevbesi, ancak, toplum içine saçılmış olan bölücü, parçalayıcı sapık düşüncelerden dönüldüğünü, milletin her
ferdine avaz avaz ilân etmekle olacağından, sırf gizli nedametlerle affedileceğini ummak bir aldanmadır. Ve dolayısıyla da, iç
çekişmeler sürüp gidecek; ve toplumdaki zaafların, gevşekliklerin, dağınıklıkların davetiyle gelen dış baskı ve tazyikler de arttıkça
artacaktır. Zira, bir toplumun dirlik ve düzeni, yani ilahî tevfîkin onlarla beraber olması, ancak ve ancak o toplum fert ve hiziplerinin
anlaşıp uzlaşmalarına, hiç olmazsa birbirleriyle sulh olup ihtilâfa düşmemelerine bağlıdır. Aksine, birbirine düşmüş ve dolayısıyla
içtimâî ufku ihtilâflarla kararmış bir milletin, toptan tevbe etmesi lâzımdır. Böyle bir tevbe de, sevgide, afta, müsamahada 'Rûhullah'ın
bağışlayıcılığına vefalı bir havârî olmaya vâbestedir. Yani, yolu ve yönü hak olduktan sonra, herkese ve her düşünceye arka vermek;
her hamleyi alkışlamak ve her fedâkârlığa temennâ durmakla mümkündür. Bana öyle geliyor ki, asırlık yaralarımızın sarılmasında,
bundan daha tecrübe edilmiş bir ilaç ve daha objektif bir usûl bulmak da, bugün için hemen hemen imkânsız gibidir.

Ne acıdır ki, bütün bunlara rağmen bizler, yıllardan beri, omuzlarımızı çökertircesine, boynumuza çullanmış yığın yığın vebâllerin
altından sıyrılıp çıkmayı, bir perşembe akşamı merasimine bağlayarak, tevbe adına zahmetsiz ve ucuz yollar aramaktayız! Oysaki,
ferdî günahlar için, böyle kestirmeden bir sıçrayış ve nedâmet yetse bile, toplumla alâkalı cürümlerde, daha sahici, daha özlü
irkilmeye, silkinmeye ve kendini yenilemeye ihtiyaç vardır.

Ah bu zahmetten kaçış ve beleşçilik..!

Toplumu meydana getiren her müessese tevbe etmeli ve tevbesi de, kendini bitiren, tüketen, ihmâl ve hataları kavrama ve onları telâfî
etme şeklinde olmalıdır.

İdarî kadro, kendi cürüm ve günahlarını sezerek, onlara karşı tam vaziyet almak suretiyle tevbe etmeli, kendini yenilemeli ve
dirilmelidir. Yoksa ellibin defa nedamet şeklindeki merasimlerle, bir çuvaldız boyu yol almaya imkân yoktur. Bin nefrin böyle bir
derdi derman görenlere! Ve bin nefrin, defalarca aynı şeylerle aldananlara...!

4
Adlî teşkilât, hakkaniyet ve isabetli kararlarıyla kanatlanır ve gökler ötesi saltanatlara namzet olur. O, adâlet soluduğu sürece, saatleri
yıllar sayılır Hakk'ın katında. İsâbetsiz kararları karşısında ızdırap duyup, iki büklüm olduğunda da, bundan geri değildir. Bir de onun
Hakk'ın üstünlüğünü hiçe sayıp, kuvveti hâkim kıldığı, hakkı kuvvete boğdurduğu anları vardır ki, o, bu haliyle, affedilmez ve
tevbesizdir...

Maarif teşkilâtı da öyledir. Maarif, millî duygu ve düşüncenin havârisi ve koruyucusu olduğu sürece, takdire lâyık en mübeccel bir
müessesedir. Sapık ve çarpık ideolojilere yüz verdiği müddetçe de, harâmîlerden daha harâmî ve mücrimlerden daha mücrimdir.
Yabancı ve tahripkar düşüncelere karşı, tam ve ciddî tavır alacağı âna kadar da, bağışlanamaz ve tevbesizdir...

Bütün siyasî kuruluşlar gayri siyasî fertler ve cemaatler; hatta düşünürler, yazarlar ve mürşitler, nefislerine ve hiziplerine muhabbetten
dolayı, inhisara sapmış ve dolayısıyla da kendi dışlarında kalan hak ehline düşmanlık beslemişlerse, büyük günah içindedirler ve teker
teker tevbe etmeleri farzlar ötesi farzdır.

Evet, bütün bu fert ve müesseseler, bir kere daha kendilerini kontrol etmeleri ve alabora olan millet vapurunda, kendi hisselerine
düşen hatâ, günâh ve ihmâlleri görmeleri, sonra da bunun telâfisine gitmeleri mutlaka elzemdir. Yoksa, bugüne kadar olduğu gibi,
günâhlara, hep dışta namzet arar ve hep karşı tarafı karalamaya devam edecek olurlarsa maâzallah altından kalkamayacağımız
bâdirelerin içine girilmesi ve silinip gitmemiz, kaviyyen muhtemeldir.

Evet, bizler en büyük günahı, herkesi suçlu ve kendimizi masum görmek suretiyle işledik. Bu anlayıştan kurtulamadığımız sürece de,
içtimâî atmosfer sertleştikçe sertleşti ve birbirini takip eden parçalanmalar hep hız kazandı. Binaenaleyh, bu milletin mukadderatıyla,
maddî ve manevî alâkalı görülen bütün ruhlar ve kendini bu millete adamış bütün hasbî gönüller, bir kere daha dize gelerek tevbe
etmelidirler.

Makam ve mansıp sevdasına kapıldıklarına; hizip sevgisiyle kör-sağır olup inhisara saplandıklarına; binbir paradoksla nesilleri kalpsiz
ve ruhsuz bıraktıklarına; tagallüp ve tahakkümlere gömülüp hakkı kuvvetle gördüklerine; düşüncelerine ters gelen şeyler, İlâhî
soluklarla beslenmiş dahi olsa, ona karşı savaş ilân ettiklerine; şahsî çıkar ve menfaatlere dilbeste olduklarına; yalan, tezvir, aldatma
ve iğfâle girdiklerine; hedeflerine varabilmek için her vesileyi meşrû saydıklarına ve her devre uyma eğiliminde bulunduklarına...
Evet, bütün bunlara tevbe edip insanlık adına son bir kere daha yemin ve peymanlarını yenileme mecburiyetindedirler.

Ne mutlu, günahlarını idrak edip tevbeye koşanlara! Ne mutlu, nefsine karşı sert ve acımasız, başkalarına karşı hak ehli başkalarına
karşı müsâmahalı ve affedici olanlara..!

Sızıntı, Ekim 1981, Cilt 3, Sayı 33

[B6]

Tevbe-i Nasuh Nedir?


Tevbe-i nasuh ile alâkalı bir âyette inanan insanlar muhatap alınıyor ve şöyle deniyor: "Ey iman edenler! Kendi nefsiniz hakkında
hayırhahlık düşüncesiyle Allah'a tevbe edin" (Tahrim/8).

Ayette üzerinde durulması gereken üç kelime var. Bunlar sırasıyla: İman, tevbe ve nasuh kelimeleridir.

Birinci kelime imandır. İman, İslâm'ın bütününü dil ile ikrar kalb ile tasdik etmek, demektir. İnanılması gereken meselelerin hepsine
inanmadıkça insan iman etmiş sayılamaz.

Bizim için mühim olan imanın şer'i manâsıdır. Bununla beraber "İman" kelimesinin lügat manâsı nazara alınacak olursa, her iman
eden insan Allah'ın teminatı altına girmiş olur. Evet, dünyada, dağlar gibi hadiselerin altında kalıp ezilmekten; ahirette ise dünyanın
en büyük musibet ve belasına rahmet okutacak kadar dehşet verici azabın pençesine düşmekten, insan ancak imanı sayesinde kurtulur
ve emniyete erer.

İkinci kelime tevbedir. Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç-onarımdır. Yani, saptırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî
muvânezeyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hakk'tan Hakk'a kaçması, daha doğrusu, O'nun gazabından lütfuna, hesabından
rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.

Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması şeklinde tarif etmek de mümkündür. Yani, nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve
idaresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahların karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.

Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse, tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmaktır. Diğer bir
ifade ile, günah; vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, rûhun aldığı yara ise, tevbe; kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi ve çok
ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.

Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhtaki
âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.

Günah, erozyonlarının; ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli "kelime-i tayyibe"
ile çimlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemektir. Gözlerin döne yazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri
hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir! Keşke onu, her günahın açtığı gediği kapatacak seviyede, âh u eninlerle yapmaya muvaffak
olabilseydik!

5
İnsanlar dünyaya günahsız ve masum olarak gelirler. Hiçbir eğrilikleri yoktur. Fıtratın bu temiz ve doğru yolundan ayrılan insanlar,
kendilerini kuvve-i inbatiyesi olmayan bir toprağın bağrına atar ve orada çürürler. Evet, günahlar insanları, yolun kenarına atıp
çürüten faktörlerdir. Günahtan sonra insanın yeniden rücûu hakkında bir ayette "Ve enîbu ilâ rabbiküm ve eslimû." (Zümer/54)
"Allah'a inâbe edin (döndüm-geldim) deyin, Allah'a teslim olun" buyuruluyor. Öyleyse tevbe, insanın bazen günahlarla temizliğini
yitirince, hemen temizlenip asliyetine dönmesidir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "İnsan günah işleyince, kalbinde bir
siyah nokta belirir. Tevbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta
daha belirir." Yani günah işleme fikri artık onun dimağında gelişmiş olur. Nasıl ki merdivenin ilk basamağına adım atan bir insan,
ikinci basamağa adım atma fikrine de hazırlanır. İkiye atan, üçe çok rahat adımını atar ve bir kere günah istikametinde perdeyi
yırtınca -Allah korusun- artık sıkılmadan, haya etmeden, peşi peşine çok günahlar işleyebilir.. ve günah merdivenlerinden aşağıya,
gayyaya doğru gitmeye başlar. Onun için yine büyük bir söz sultanı diyor ki: "her bir günah içinden küfre giden bir yol vardır."
Tevbe, bu yolları tıkama, aşağıya doğru atılan adımı değiştirme, insanı Allah'a götüren helezona girdirme ve Allah'a yükseltme
gayretidir.

Tevbe şaşmışlıktan, yoldan çıkmışlıktan sonra, tekrar dönüp-gelip sahibini bulmadır. Onun içindir ki; Efendimiz Buhari ve
Müslim'deki bir hadislerinde bu dönüşü şu şekilde anlatmaktadır: "Allah kulunun tevbesinden sonsuz derecede memnun ve mesrûr
olur. Şöyle ki, bir insan çölde yolculuk yapıyor. Bütün azığı, eşyası ve suyu üzerinde olan devesi onu bırakıp kaçıyor. Adam sağa-sola
koşuşup devesini arıyor; fakat sonunda yorgun ve ümitsiz bir halde bir ağacın altında uyuya kalıyor. Gözlerini açtığında bir de ne
görsün; devesi, üzerindeki eşyasıyla beraber başucunda durmaktadır. Adam sevincinden öyle hale geliyor ki, Cenab-ı Hakk'a
şükrederken yanlışlıkla, "Ben Senin rabbin, Sen de benim kulumsun" diyor. İşte tevbe eden kulu karşısında Cenab-ı Hakk'ın ferahı bu
adamınkinden daha fazladır."

Elbette ki Hadiste geçen "ferah" tabirini, bizim anladığımız manâda ve bizim ölçülerimiz içinde Cenab-ı Hakk'a izafe ve isnad
edemeyiz. O'nun ferahı istiğna-ı mutlakına uygun bir ferah-ı mukaddestir ki, biz onun keyfiyetini idrakten aciziz. Bununla beraber,
kulun tevbesi, Cenab-ı Hakk'ı işte bu şekilde memnun etmektedir. Ve bizim için mühim olan da bu manâyı anlamaktır.

Tevbenin iki yönü vardır. Bunlardan birincisi bize, ikincisi ise Cenâb-ı Hakk'a aittir. İşte bu manâ içindir ki, Efendimiz: "Men tâbe
tâbellah". "Tevbe edene Allah da tevbe eder." buyuruyor. Bizden tevbe Allah'a dönmektir. Allah'ın tevbesi ise rahmetiyle bize
teveccüh buyurup, kapısını yeniden açmasıdır. Biz yoldan çıkmakla, Allah'ın bize bakan bütün pencereleri kapanmış, bütün
menfezleri de tıkanmış oluyor. Sonra da pişmanlık duyuyor ve: "Neden yaptık? Niçin fıtratımıza zıt bir yola girdik?" diyoruz. Biz
içimizden kendimizi düzeltmeye başlarken ve nedamet hissiyle çırpınıp bir metafizik gerilime geçerken, birdenbire bakıyoruz ki,
kapılar-menfezler bize yeniden açılmaya başlanmış. Birincisi bizim tevbemizdi. Yani o, bir niyet, bir düşünce ve bizi kıvrandıran bir
nedametti. İkincisi de Allah'ın tevbesi. O da bize kapıyı ve menfezleri açtı ve "Kullarım Ben sizi unutmadım, terk etmedim, siz Beni
hatırladığınız sürece; ahd-ü peymanınızı elli defa dahi bozsanız Beni burada bulacaksınız." dedi. Evet, O Erhamürrahimindir. Ne
yaparsak yapalım dilimizden: "Ya Erhamerrahimin irhamna ya Gafûr ya Gaffar veğfirlenâ zünûbenâ ve tecavez ann seyyiatinâ"
demeyi düşürmemeliyiz.

Üçüncü kelime "Nasûh"dur. Nasuh, "faûl" vezninde ism-i fail bir kelimedir. Mübalağa ifade eder. Çok ciddi hayırhahlık, nefsine
nasihat edicilik demektir. O, nasihat ile aynı kökten gelir. Nasihat, bir insanın iyi düşünmesi, iyi görmesi, başkalarının iyiliğini
istemesidir. "Eddînü ennasîha" "Din, nasihattir." derken, başkaları hakkında hayırhah olarak hareket etmek kastedilmektedir. Yoldan
sapmasınlar diye insanların ellerinden tutma, Allah'ı, Peygamberi anlatma, bunun icabıdır. Bugün, İslâm'a hizmet eden güzide
Müslümanlar, nûranî kadro, Hz.Mesih'in dilinde "kudsiler ordusu" diye isimlendirilmektedir. Zuhur eden hadiseler karşısında gök
parça parça üzerlerine dökülse, yer şak şak olup açılan korkunç kraterleriyle onları yutmaya çalışsa, yine de İslâm'a hizmet eden bu
kudsiler, dine sahip çıkacak ve elinde kor taşıyan yiğitlerin ruh haletiyle kendilerine düşen vazifeyi bir lahza hatırlarından
çıkarmayacaklardır.

Evet, Allah'ı, Resûlü'ne, Kur'an'ı, İslâm'ı ve mübarek dinimizi anlatma, itminansız gönüllere itminan kazandırma, ahiret ümidi adına
her şeyi kaybetmiş insanların vicdanında yeniden ahiret duygusunu tüttürme ve insanların gönüllerinde cennetin binlerce sene hayatı
bir dakika rüyeti cemaline mukabil gelmeyen Cenab-ı Hakk'ın cemalini görme arzusunu mayalama.. işte bunların hepsi hayırhahlıktır.
Ve bunların hepsine bir çırpıda, Efendimiz "En nasîha" buyuruyor. Ve sonra da "Dinin ruhu nasihattir" diyor. Nasûh yukarıda da
söylediğimiz gibi, çok hayırhah demektir. İnsanın en fazla hayırhahlığı da kendi nefsine olmalıdır. Kişi en başta nefsini bütün
kötülüklerden korumalıdır. Nefsin korunması, temel hukukun beş prensibinden bir tanesidir. İnsan nefsini yani kendisini içkiden,
zinadan, küfre ve dalâlete girmeden koruyacaktır. Bu korumalardan her birisi "Usul-ü hamse"den biriyle alakalıdır. İnsan nefsini
cehenneme layık bir hatab haline gelmekten muhafaza etmelidir. Eğer odun gibi yaşarsa, odun gibi haşrolur, odunların gideceği yer de
bellidir. Kur'an; "İnnehüm hatabü cehennem." "Onlar, cehennemin odunlarıdır." diyor. Böyle olunca, her insanın nefsine karşı
hayırhahlığı, günahlara karşı çok dikkatli, titiz ve hassas olmasıyla mümkündür. İnsan nefsi için o kadar hayırhah davranmalıdır ki,
"Allah onu bir kere küfür ve dalâletten çıkardıktan sonra, küfre ve dalâlete dönme, ona cehenneme girmekten daha ziyade ızdırap
verici olmalıdır."

Bununla beraber insan yine sürçüp kayabilir. Böyle bir durum karşısında da o hemen akıl ve vicdanını harekete geçirerek, "Ben
Allah'tan kopmakla bu hâle geldim. Öyle ise, ancak O'na yeniden bağlanmakla bu durumdan kur-tutabilirim." diyecek ve Cenab-ı
Hak'la olan irtibatını kuvvetlendirmeye çalışacaktır. Onun bu cehdi, nasûh tevbenin bir yanını teşkil etmektedir.

Onun diğer yanı da şudur: İnsan bir daha eski günahlarına dönmeyerek, nefsi hakkında hep hayır düşünmüş olmalıdır. İnsan nasıl
evlatlarının istikbâlleri hakkında hep hayır düşünür, onların iyi olmasını ve yükselmelerini diler, öyle de kendi hakkında da hep iyi
şeyler dilemelidir. Onun için de, daha işin başında günahlara girmemeye azimli olmalı ve günahları açısından nefsini ele alırken,
kendisinin Allah'tan uzaklaşmasını affedilmez çok büyük bir cürüm ve kapatılmaz bir uçurum olarak kabul etmelidir ki, böylece
nasûh tevbe yapmış sayılsın. Allah (cc) bu zâviyeden buyuruyor ki: "Tûbû ilallahî tevbeten nasûha" Yani siz, imanınız sayesinde,
emniyet zemininde bulunuyorsunuz evet, iman etmişsiniz, gözünüz açılmış, akı-karayı birbirinden tefrik eder duruma gelmişsiniz;

6
sonra Allah'a güvenmiş ve dayanmışsınız. Bu bakımdan, şayet sürçseniz yada bir an yoldan inhiraf etseniz, katiyyen ye'se (ümitsizlik)
düşmemelisiniz; zira ye'se düşmeyi gerektiren hiçbir şey yok; çünkü Allah, şirkten başka her şeyi mağfiret edeceğine söz vermiştir
(Nisa/84). Öyleyse düştüğünüz yerde kalakalmamalısınız; hemen harekete geçip, Allah'a yönelerek, eski günahlara da nedamet edip;
kendinizi yeniden bulmaya çalışmalısınız ki, zannediyorum "tevbe-i nasûh" denen müstesna yöneliş de bu olsa gerek. Ayrıca, bu
tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:

Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenilmelidir.

İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddi ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.

Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı, yani elden geldiğince günahlar beş dakika bile
tevbesiz kalmamalıdır.

Tevbenin bir başka buudu da şudur: Günah, ruhta bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir
ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışa geldiği gibi ağzıyla tevbe etse
dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız bir kaç söz söylemekten ibaret kalır. Tevbe, vicdanın duyduğu nedamet
ve bu nedametle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise, sadece böyle iki büklüm olmuşluğa kavlen iştirak ve bir
tercümanlıktır. Evet, tevbe ancak ızdırabın terennümüdür. Ne varki bu terennümü de yine Sahib-i Şeriat'tan öğreneceksin. Yani
nedamet ve ızdıraplarını Resulullah'dan öğrendiğin şeylerle soluklayacaksın: "Esteğfirullah el-azîm el-kerîm ellezi lâ ilâhe illahu
tevbete abdin zalimin layemlikü linefsihi mevten velâ hayaten vela nüşurâ" "Tevbe ve istiğfar ediyorum. Öyle bir kul, bir bende, bir
tasmalının tevbesi gibi tevbe ediyorum ki, kendi kendine, ne dirilebilir, ne ölebilir, ne hareket edebilir, ne yatabilir, ne kalkabilir. İşte
ben böyle acizlerden aciz bir zavallı; Sana günah ve zulümlerimden dolayı tevbe ediyorum." Allah Resûlünden mervi bir hadiste,
tevbe ve istiğfardan önce iki rekat namaz kılmaktan, sonra da tevbe edenin başını yere koyarak tam konsantre olup, Rabbin rahmetiyle
münasebete geçeceği ana kadar, secdede "Ya Hayyu ya Kayyûm bi rahmetike esteğîsü eslihlî şe'ni külleh velâ tekilni ilâ nefsi tarfete
ayn" "Ey Hayy-u Kayyum, benim her halimi ıslah eyle, Sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle başbaşa bırakma" gibi
dualardan da söz ediliyor. Yani içteki nedametin bu sözlerle soluklanması tavsiye ediliyor. Bu mevzuda yine Efendimiz'den (asm)
şeref südûr olmuş, sabah akşam okunan ve "seyyid-ül istiğfar" diye bilinen bir dua daha mervidir ki oda: "Allahümme ente rabbî, lâ
ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va'dike mesteta't euzü bike min şerri ma sana't, ebûu leke bini'metike
aleyye ve ebûu bizenbi feğfirli feinnehu leyağfiruzzunûbe illa ent" istiğfarıdır. Seleften bazıları, "ente" kelimesinin sonuna "Ya
Gaffar, Ya Gafûr" isimlerini de ilave etmişler. Bunlar, Efendimiz'den mervi olanlar arasında olmasa da Rabbimizin iki mübarek
ismini şefaatçi yaparak Allah'a teveccüh etme mânâsında çok güzeldir.

Evet tevbe, kalbin nedamet ve ızdırap duymasıdır. Biz böyle bir ızdırabı, tevbe ve istiğfarda kullanılan kelimelerle eda ettiğimiz
sürece makbuldür. Ancak, içimizde günaha karşı hiçbir ızdırap duymadan, dilimiz: "Estağfirullah estağfirullah el azîm el kerîm ellezi
lâ ilâhe illahü el-hayyel-kayyum ve etubü ileyh." veya "Elimle, dilimle, ağzımla, gözümle, kulağımla işlediğim her günahtan tevbe
ettim, pişman oldum.." diyor fakat duygu ve düşüncelerimiz bu kelimelere refakat etmiyorsa ve içteki dalgalanmalar soluklarımızı
kesecek kadar ağırlıklarını hissettirmiyorsa, boşuna uğraşıyoruz demektir. İnsan hiç olmazsa Allah karşısında günahlarını ifade de,
vicdanından gelen sesleri soluklamalıdır. Evet tevbe ve istiğfar ederken şaka ve merasim yapmıyor, herhangi bir folklörü icra
etmiyoruz. Bilakis Allah karşısında gerçekten işlediğimiz bir günahtan gerçek bir nedamet duygusunu Allah'a takdim ediyoruz.

Ve son olarak burada şunu da arz edeyim: Camilerde yapılan nikah ve iman tecdidi gibi, aslı esası olmayan, ve bir mânâ ifade
etmeyen sözlerin mü'minlere kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Hele nikah gibi, ciddi bazı esaslara bağlı bir mesele de, "İnnî üridü en
üceddidel-imane vennikahe" demek sadece bir tevbe olarak değil söz, dil kaideleri bakımından da tenkide açıktır. Çünkü adam: "Ben
nikahımı ve dinimi yenilemeyi düşünüyorum." diyor. Yenilediğini de söylemiyor. Yani, düşünüyorum ilerde yenileyebilirim, demek
istiyor. Allah korusun, bu çok tehlikeli bir ifadedir. Çünkü bir insan, bilerek veya bilmeyerek kelime-i küfrü telaffuz etmişse hemen
anında tecdidi iman etmesi lazımdır. Bunun yegane çaresi vicdanından gelerek, işlediği bütün günahlara, ciddi bir hissi nedametle
arkasını dönüp "Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlüh." demektir. Bunun ise tehire tahammülü
yoktur. Müslümanları boş şeylerle avutmak faydasızdır. Ciddi tevbe edelim. Her hata ve her sürçmelerimizden ürperelim ve Allah'a
yönelelim. Bütün bunları yaparken de Allah Resulü'nün talim ve irşad daireleri içinde kalmaya çalışalım.

Asrın Getirdiği Tereddütler

Günahlarını Unutmayan Tevbe Kahramanları


Eğer bir insan bu türlü akıntılara kendini kaptırmış, bu günah çukurlarından birine düşmüşse hiç vakit kaybetmeden tevbeyle kendini
yenilemeli ve işlediği günahın hacaletini bir ömür boyu vicdanında duyup hissederek onunla iki büklüm olmalıdır. Çünkü hakikî
mü’min, günahlarını unutmayan insandır. Evet o, işlediği günah için tevbe etmiş ve Allah (celle celâluhu) da onun tevbesini kabul
buyurup işlenen günahı çoktan silmiş olabilir. Hatta öyle bir tevbede bulunmuştur ki, o tevbe, işlenen günahın belki elli katını bile
silip götürecek keyfiyettedir. Fakat mü’min-i kâmil, günahının üzerinden elli-altmış sene geçmiş olsa dahi, yine de, kendine bakan
yanıyla, onu her hatırladığında daha dün yapmışçasına kalbine bir zıpkın saplanmış gibi ızdırap duymalı; duymalı ve “Ya Rabbi! Sen
varken, Sana inanıyorken, Senin düsturların güneşten daha ayân iken nasıl oldu da ben bu hataları irtikap ettim.” mülâhazasıyla
hareket edip sürekli nefsini sorgulamalıdır.

Böyle bir mülâhaza, böyle bir yaklaşım irtikâp edilen o hatayı silip süpüreceği gibi, o hatanın yerine insana bir sevap dahi
kazandırabilir. İsterseniz siz bu durumu ızdırap sevabı, yeni bir teveccüh sevabı, eski bir günaha yeni bir tevbe sevabı veya kadim bir
isyana farklı bir inabe veya evbe sevabı şeklinde ifade edebilirsiniz. Bundan dolayı denilebilir ki, bir mü’minin, geçmişte işlediği bir
günah için pişmanlık ve ızdırapla her kıvranışı, onun amel defterindeki kirli sayfaların sevap unsuruyla temizlenip apak hâle gelmesi
demektir.

7
İkinci bir husus olarak; işlenen günahın unutulmaması, hep hüzün ve ızdırapla hatırlanması yeni hatalara girilmesine engel olur.
Mesela, bir fert “Rabbimle aramdaki münasebet açısından böyle bir çirkinlik doğru değildi. Benim konumumda bulunan biri için
böyle bir tavır Allah’a karşı düpedüz bir saygısızlıktı. Ben bu saygısızlığı es geçemem, onu asla unutamam. Ömrüm olduğu sürece
hep bu meselenin üzerinde duracağım.” anlayış ve mülâhazasına sahipse, bu anlayıştaki bir fert, benzer bir günah çukuruna düşme
durumuyla yüz yüze geldiğinde; “Daha dün böyle bir küstahlığı yapmaktan nefret ederken, hadisin ifadesiyle onu ateşe girme gibi
kerih görürken, şimdi az da olsa günaha karşı göstermiş olduğun bu temayül hangi şer’î mantıkla, hangi Kur’ânî akılla telif ve izah
edilebilir.” şeklinde düşünecektir. Evet, irtikâp ettiği günahın ızdırabını işte bu şekilde gönlünde sürekli derinlemesine duyan bir
ferdin yeniden aynı günaha girmesi oldukça zor bir ihtimaldir.

Bu anlayıştaki bir insanın sevaplara yaklaşımı ise şu şekildedir: O, dağlar cesametinde sevaplar işlese, mesela İstanbul’un fethinin on
katı denebilecek büyük fetih ve inkişaflara vesile olsa, yine de “Benim tarafımdan yerine getirildiğinden dolayı bu işte istenen seviye
tutturulamadı. İhtimal benim yerimde aynı imkânlara sahip bir başkası olsaydı, çok daha büyük işler yapılabilirdi.” yaklaşımı içinde
meseleyi ele alır ve hep kendisine ait bir kısım eksikliklerin yaptığı hayır ve hasenatlara aksettiği mülâhazasıyla hareket eder.

İşte bütün bu mülâhazalar, dinî disiplinler açısından açık ve net bir şekilde ortaya konan ve insan için sarih bir surette çerçevesi
belirlenmiş bulunan hata, kusur ve günahlar hakkındadır.

KIRIK TESTİ
-------
Haram: Yapılması kat-i delillerle yasak edimiş işlerdir.Yapanlar ahirette cezasını çeker, inanmayanlarda dinden çıkar. Adam
öldürmek gibi.

Mekruh : Yapılmaması delil-i zanni ile istenen işlerdir. iki kısma ayrılır.

• Tahrimen Mekruh : Hiçbir özürü olmadan ikindi namazını geciktirip gün batarken kılmak gibi.
• Tenzihen Mekruh : Sağ elle sümkürmek gibi

Mendub : Sevilen, yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş. Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca
olmayan ve Resulullah (s.a.v)'ın bazan yapıp, bazan terkettiği işler. Güzel bir iş sayıldığı için mendubu işleyen sevap alır, terkeden
ceza görmez. Bu değerlendirme Hanefi mezhebine göredir. Sünnet ve müstehab terimlerinide içine alır.

Mübah : Yapılmasında sevap olmadığı gibi, terkinde de günah olmayan işlerdir. Yemek, içmek, oturmak, kalkmak gibi.

Müfsid : Başlanmış bir ibadeti bozan iştir. Namazda gülmek, konuşmak; oruçlu iken bilerek yemek, içmek gibi.

Müstehab: İşlenmesinde sevap olan, terkinde günah olmayan ibadetlerdir. Nafile namaz kılmak ve nafile oruç tutmak.

B15

İnabe

Arapça, tevbe edip dönmeyi ifade eder. Manevî eğitim almak isteyen kişinin, bir mürşide başvurup, tevbe ederek ona
bağlanmasına inâbe denir. Türkçe'mizde, kısaca el, almak tabiri kullanılır. İnâbe, aynı zamanda Kur'anî bir ifadedir. (Msl. bkz.
Ra'd/27, Lokman/15, Sâd/24,34, Zümer/17, Mümtahine/4, Hûd/88, Şûra/10, Ğafir/13, Şura/13, Zümer/54). Allah'a yönelene "münîb"
denir. Bu bir çeşit tören ile; şeyhin huzurunda günahlarına tövbe etmek, yalan söylemeyeceğine, hırsızlık yapmayacağına, zina vs.
gibi kötülükleri işlemeyeceğine söz vermek şeklinde olurdu. Buna bey'at da denir.
Nakşibendîlerde bu merasim eskiden şöyle yapılırdı. Hak yoluna gidecek kişi, önce mürşidini arar, bulur ve ondan tarikat alır. Ondan
sonra, bu yoldaki rehberinin eşliğinde manevî eğitime koyulur. Hak yolunda çok tehlikeli geçitler, geçilmez derin sular vardır. Sâlik
bu yüzden şefkatli bir arkadaşa, tarikat kurallarını tanıyan, bilen bir arife yakın olmadıkça vuslata (ihsana, Allah'la sürekli birliktelik
bilincine) eremez. İşte bu yüzden "er-refik sümme't-tarik" (önce arkadaş sonra yol), "rical (arif velî) den tarik almayan,
muhalden muhale yuvarlanır". "Şeyh'in irşad etmediğini şeytan yönlendirir" gibi sözler söylenmiştir. Kamil bir şeyh'in zikir telkini
(zikrin nasıl yapılacağını öğrenmek) şu şekilde olur:
Şeyh önce sâlike istihare emreder, kendi de istihare eder. Bu istihareler muvafık (uygun) olursa, şeyh sâlike gusül abdesti almasını
rica eder. Zira Hz. Peygamber Efendimiz (s) böyle yaptırırdı. Şeyh ve sâlik, beraberce iki rekat namaz kılar, ardından yetmiş defa
"estağfirullah el-azîm" yüz kere "sübhanallahi ve bihamdih" derler. Sâlik Allah rızası için bir fakire sadaka verir. Sonra şeyhin
huzuruna gider. Şeyh onu diz üstü karşısına otutturur, sonra sâlike bütün küçük ve büyük günahlardan, kötü ahlâktan, gafletlerden
tevbe ettirir. Bu nasuh (kesin) tevbesidir. Sonra şeyh, sâlikten ödenmesi gerekli kul haklarını ödemesi için söz (ahd) alır. Ondan sonra
sâlikin sağ elini alır, musafaha eder gibi tutar. Sâlik farz, vacib, sünnet, âdâb, azimetle amel etmek için söz verir. Ardından şeyh,
şu âyeti okur: "Sana bey'at edenler, muhakak Allah'a bey'at etmiştir" (Feth/10). Âyet bitince şeyh ve sâlik birlikte üç defa şu istiğfarı
okur: "Estağfirullah el-azîm ellezî lâilâhe illâ hu, el-Hayya'l-kayyûm Gaffaru'z-zünûb ve etûbu ileyh ve es'elühü-tevbete ve'l-
mağfirate ve'l-hidayete lenâ innehü hüve't-Tevvâbûr-Rahim, tevbete abdin zâlimin li-nefsihi darran ve la nef'an ve la mevten ve la
hayaten ve la nüşûrâ. Sonra şeyh ve sâlik, ellerini dizlerinin üzerine koyup, gözlerini yumarlar. Ardından şeyh, "Allah" ism-i celâlini
kalbiyle sâlikin kalbine telkîn usulüyle üç kere zikreder. (Sanki sâlikin ruh toprağına, Allah tohumunu diker). Bu iş de bitince, birlikte
Allah'a el açarlar, şeyh dua eder, sâlik âmin der. Dua biter, eller yüze sürülür. Artık sâlik, yola ilk adımını atmıştır

8
B15

Seyr ü Sülük Mertebeleri

Seyr ü sülûkun üç mertebesi vardır: Seyr ilâllah, Seyr fillah, Seyr minallah ve billah.

'Seyr ilâllah', Allah'a doğru seyretme manâsındadır ve Seyr ü sülûkun ilk mertebesidir. Fakat onun da kendi içinde mertebeleri vardır:
İlme'l-yakin, aynel-yakin, hakka'l-yakin'in mertebeleri gibi...

'Seyr fillah', Allah'ta seyretme demektir. Bu, insanın her an O'nunla olması, O'nun esmâ ve sıfât dairesinde dolaşması, isim ve
sıfatlarının tecellileriyle baş başa kalması demektir ki, bir manada sâlik, bu makamda tamamen Allah'ta fanî olur ve fenâfillah'ı ihraz
eder.

Üçüncü mertebe ise, 'Seyr minallah'dır. Sâlikin seyrini tamamladıktan sonra, varlığın özüyle alâkalı gördüğü bütün göz kamaştırıcı,
baş döndürücü güzelliklere rağmen, insanlar arasına döner. Bu dönüş gördüklerini, tattıklarını bildirmek için dönüştür ve halk içinde
Hakk'la beraber olma halidir.

Bu mertebelere nâil olanların hali, peygamberlerin Cenab-ı Hakk'ın muhtelif isimlerine mazhar olmaları haline benzer. En iyisi de,
insanın bu mazhariyet ve bu hallerini bilmemesidir. Eğer biliyorsa, istidraç olmaması için duâ etmeli ve gizlemeye çalışmalıdır.

'Seyr fillah'da şahsî arzu ve düşünceler olmaz. İnsan, sadece isimlerinin tecellileri ve tecellilerin renk tonlarıyla baş başadır. Bu
tecelliler arasındaki televvünleri yaşarken, insanın, bütün arzularından tecerrüdü ve varlığını Allah'a feda etmesi bu makamın bir
özelliği ve bekâ-billah da bu zirvenin önemli bir varididir. Ne var ki bu yollarda her zaman bir zaviye ve ihsas farklılığı da söz
konusudur. Hatta bu farklılığı bu yolun kutupları arasında görmek de mümkündür.

Bazıları bu mertebe farklılığını bilmediklerinden dolayı, İmam Rabbanî ile Muhyiddin İbn Arabî gibi zatların bazı noktalarda
birbirleriyle çatıştıklarını zannedebilirler. Aslında böyle bir çatışma kat'iyen varit değildir. Farklı mütalâalar ise, bunların tamamen
farklı buudlarda olmalarından kaynaklanmaktadır.

Bazen bu mertebelerde bulunan insanların şuurları, içinde bulundukları hale taallûk eder. İşte o zaman Muhyiddin İbn Arabi, 'Bizden
olmayan, bizim eserlerimizi okumasın' der. Bunu anlamak zordur ve bir ölçüde şeriatla te'lifi de mümkün değildir. Hallac-ı Mansur'un
'Ene'l-Hakk' demesi de bu cümledendir. Bu tür sözler, zâhirde, şeriata zıd gibi görünür ise de, esasen bu zatlar, içinde bulundukları
makamın gereğini yerine getirmektedirler. Ahmed Emin, gibilerin bu konuyla alâkalı in'ikadları, indî, haricî dolayısıyla da haksızdır.
Çünkü bu gibi durumlar bir 'hal' meselesidir. 'Kal'in 'Hal'e tercüman olması ise hayatî bir mevzuu işâretlerle anlatmaya benzer.

FASILDAN FASILA 1

TÖVBENİN EVRELERİ

Evliya ve ariflere göre tövbe önce Allah’tan gelir, önce Allah kuluna yönelir, yaklaşır ve onu kendine çağırır. “Dön bana!” der.
Kulunda tövbe etme ve mağfiret dileme arzusunu yaratır, ona tövbe etmesini nasip eder, onu tövbeye özendirir ve heveslendirir. Ona
tövbeyi nasip eder. Kul, ancak Allah’tan bu ilhamı, teşviki, nasibi, izni ve mesajı aldıktan sonra o çağrıya uyarak dönüş yapar; yani
tövbe eder. Tövbeye çağrı Mevla’dandır. Ebu Hafs Nişâbûrî: “Kulun tövbede bir rolü yoktur, çünkü tövbe O’nadır, O’ndan değildir.”
diyor.

Tasavvuf önderleri tövbenin şu dört evresinden bahsederler:

1. Zecr: Tövbenin başlangıcında zecr ve teyakkuz hâlleri bulunur. Menetme hâli olarak tanımlanan zecr, kişiyi işlediği fiilden
alıkoymadır. Bu kalbde meydana gelen bir heyecandır. Bu heyecanı ancak gafletten uyanmak ve yakaza hâli ile intibah teskin edebilir.
Kişi yaptığının hata olduğunu kalbinin bu heyecanından anlar ve bundan rahatsız olur. Nevvâs İbnu Sem’an (r.a.)’ın naklettiği şu
hadis-i şerif bu duruma işaret etmektedir: “Rasûlullah (s.a.v.)’e iyilik/birr ve günah hakkında sordum. Bana şu cevabı verdi:
‘İyilik/birr, güzel ahlâktır. Günah da içini rahatsız eden ve başkasının muttali olmasından korktuğun şeydir.’” (Müslim, Birr, 15;
Tirmizî, Zühd, 52.)

Kulda tövbe hâlinin başlaması, onu önce işlediği fiilden menetmekle başlar. Bazı sûfîlere göre menetme hâli/zecr, kalbte meydana
gelen bir heyecandır. Bu heyecanı ancak, gafletten uyanmak, ardından da sahibini yakazaya götüren intibah hâli teskin edebilir.
Yakaza hâline eren kişi, doğru ile yanlışı apaçık görmeye başlar. Bazı sûfîlere göre ise zecr ve men’, kişiye maksadın yanlış tarafını
gösteren kalbdeki bir nurdur. Kulda zecr ve men’in hâl olarak bulunması tövbenin anahtarı ve başlangıcıdır.

Tövbenin başlangıcında zuhur eden zecr hâlinin ortaya çıkışı üç şekilde olur:

a. İlim yoluyla men’,

b. Akıl yoluyla men’,

9
c. İman yoluyla men’.

Kişi ya ilmi ile bu işin kötü ve yanlış bir iş olduğunu bilir ve bu bilgisi onu bu davranıştan alıkoyacak bir nuru kalbinde meydana
getirir. Ya aklıyla bunun yanlış ve kötü bir iş olduğunu idrak eder. Ya da kişi imanının nuruyla bu işin kötü ve kaçınılması gereken bir
iş olduğunu kavrar ve bu işten uzaklaşma arzusu içine doğar. Kul, gerçek tövbeye erişinceye kadar, hâl olan tövbe ile tekrar tövbe
etmeye devam eder. Ebû Muhammed Sehl, kendisine: “Tevbe edip terk ettiği bir şeyi bilâhare hatırlayan, onu kalbinde hisseden,
bunu görerek ve duyarak ayrı bir zevk alan insanın durumu nedir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Bu tür beşerî zaaflardan
zevk almak insan olmanın bir gereği ve onun tabiatında mutlaka bulunması lâzım gelen bir şeydir. Kulun bu halâvetten kurtulmasının
tek çâresi, kalbini Mevlâsı’na arz etmesi, bu zevki, kalbiyle reddederek ve kabul etmeyerek şikâyetini Cenâb-ı Hakk’a iletmesi, nefsini
bu zevki hor görmeye zorlaması ve bundan ayrılmamasıdır. Kendisine bu zevki unutturması ve onun yerine kendi zikri ve taati ile
meşgul edecek başka bir şey vermesi için dua etmesidir. Gönlüne doğan kötülükten zevk almayı, hor ve hakir görmekten bir an bile
gafil olan kişinin, selâmette olamayacağından ve bu zevkin kalbine işlemesinden korkarım. Bu zevki hissetmekle beraber, kalbini
bundan alıkoymaya çalışır ve kederlenirse, bu durum ona fazla zarar vermez.”

Sehl’in söylediği bu söz, tövbesini sahih ve sağlam yapmak isteyen samimi her mürîd için yeterli ve gerekli bir husustur. Bâtınından
mezkûr halâveti tamamıyla yok ettiği için bu durum hâli kuvvetli olan arife çok kolay gelir. Arif için bu zevkten kurtulmanın yolları
çok çeşitlidir. Yalnızca yakın ve saf bir müşahede ile gönlüne Allah sevgisini dolduran kimsenin kalbinde başka hangi zevkler
kalabilir? Hevâ ve hevese karşı duyulan zevk, Cenâb-ı Hakk’a karşı hissedilen sevginin yokluğundan veya azlığından kaynaklanır.

Kul, gerçek tövbeye erişinceye kadar, hâl olan tövbe ile tekrar tövbe etmeye devam eder. Tevbe eden bir kul, zecr hâline gidip
gelmeye devam eder ki bu hâl, onu gerçek tövbeye götüren İlâhî bir mevhibedir. Kulda, tövbe ve zecr hâli yerleşip makam oluncaya
ve nefsânî duygularını tamamen imha edinceye kadar kul, kendisini nefsin, hevâ ve hevesinin tesirinden kurtaramaz. Zecr halinin
kişinin kalbine yerleşmesi sonucu, kişi makam olan tövbeye ulaşır. Ancak bu makama ulaşınca nefsinin meyil ve arzularından
kurtulmuş ve hevâ ve heves hastalıklarını tedavi etmiş olur.

2. İntibah/Uyanış: Gönül gözünün, gayb nuruyla açılma devresidir. İç muhasebeyi başlatır. İnsanın iç dünyasında bulunan,
kötülükten men edici duygu yani zecr hâli Cenâb-ı Hakk’ın kişinin bâtınına bahşettiği bir hâldir. Bu hâlin tövbe eden bir kulda
mutlaka bulunması gerekir. Böyle bir men edilme hâlinden sonra, kul “intibah” hâlini hissetmeye başlar. Zecr halini kalbe ilk doğan
tavârık cinsinden kabul eden bazı sûfîler, bu hâle sarılmanın kişiyi intibah haline ulaştıracağını söylemişler ve bunu şu şekilde dile
getirmişlerdir: “İçinde ansızın doğan hallere (tavârık) sarılan kişi intibaha erer ve gaflet uykusundan kurtulur.” Bâyezid-i Bistâmî (ö.
261/874) intibahın alâmetlerini şu şekilde beyan etmektedir: “İntibahın alâmeti beştir:

a. Kul nefsini hatırladığı zaman boyun büküp muhtaçlığını idrak eder,

b. Günahını hatırladığında tövbe ve istiğfar eder,

c. Dünyayı hatırladığında ibret alır,

d. Ahireti hatırladığında sevinir.

e. Cenâb-ı Hakk’ı hatırladığında ürperir ve tüyleri diken diken olur.”

Kişinin kalbinde doğan, onu günahtan engelleyici ve yaptığının hata olduğu ikazını yapan bu hâllerin tamamı, Allah Teâlâ’dan bir
mevhîbedir.

3. Yakaza/Ürperti: Sühreverdî, yakaza hâli tam olan kişinin tövbe makamına yükseltileceğinden bahseder. Sühreverdî, yakazayı
“Hakk’tan korkan kimselerin kalbine Allah tarafından ihsan edilen ve onları tövbe etmeye yönlendiren ilâhî bir ikaz.” şeklinde
tanımlar ve sözlerinin devamında şu tespitte bulunur: “İntibâh, kişiyi hayra götüren hâllerin başında gelir. Kul gaflet uykusundan
(intibah ile) uyandığı zaman, bu intibah onu yakaza hâline ulaştırır. Yakazaya erdiği zaman, bu teyakkuz, sahibinin doğru yolu
istemesini sağlar. Hakk’tan başka bir yolda olduğunu bilip de doğru yola gitmeyi istediği zaman tövbe kapısına döner. İntibah hâli,
teyakkuz hâlinin gelmesini sağlar. Hâllerin en üstün ve en faziletlisi, teyakkuz ve ibret alma hâlidir. Teyakkuz, kurtuluş yolu ve çıkış
kapısını gördükten sonra, oraya gidecek yolu apaçık ortaya koymaktır. Teyakkuzu sağlam olan kişi, tövbe yolunun başında bulunur.”

Görüldüğü üzere yakaza hali, tevbenin başlangıcında zecr ve intibah hallerinden sonra meydana gelen üçüncü bir haldir ve bu hal de
yine mevhîbe-i İlâhîdir. Bu halden sonra kişi tövbeye yönelir. Bu üç hal tövbeden önce ve tövbenin başlangıç aşamasında meydana
gelen hâllerdir. Zecri tam olanın intibahı tam; intibahı tam olanın yakazası tam; teyakkuzu tam olanın ise tövbesi tam olmaktadır.
Böylece kalb kapısı çalışır, ruh, gaflet kâbusundan sıyrılmaya başlar.

4. Nedm/Nedamet-: İlahi olana yöneliş. Kişi yaptıklarına pişmanlık duymak suretiyle geçmişe sünger çekmeye karar verir.
Kötülükler kendisini rahatsız etmeye başlar. Yanlışa tahammülü kalmaz. Hatalarının acısını yüreğinde hisseder olur.

5. Tevbe: Nefse uymaktan vazgeçmektir. Allah’ın azabından korkup günahları ve kötülükleri terk etmektir. Tövbe mü'minlerin
sıfatıdır (Nitekim) Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Ey mü'minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin ki, dünya ve ahiret saadetine kavuşasınız.”
(Nûr, 31)

Tevbe ya Rabbi hata râhına gittiklerime

10
Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime.

6. İnâbe/Yöneliş: Benliğin Hakk'tan gelen ilham ve çağrıya uymaya başlamasıdır. Sevap kazanıp cennete girme ümidi ve tamahıyla
günahlardan dönüp ibadetlere ve iyi işlere yönelmektir. İnâbe, veliler ve mukarrıblerin sıfatıdır. Cenab-ı Hak “. . . ve halis bir kalb ile
gelen kimseler için..” (Kaf, 33.) buyurmaktadır.

Ahmed İbn Ata el-Edemî (ö. 309/921); “Tövbe; inâbet tövbesi ile icâbet tövbesi olmak üzere iki kısımdır. İnâbet tövbesi, kulun ceza
korkusundan tövbe etmesidir. İcâbet tövbesi, (Allah’ın) kereminden utanmaktan ötürü tövbe etmesidir.” değerlendirmesinde
bulunmaktadır.

İnâbe kelimesi sözlükte; dönmek, rucû etmek, bir hususta birini diğerinin yerine geçirmek, sık sık gidip gelmek, pişman olmak, tövbe
etmek, nedâmet duymak, Allah’a pişmanlık ve hâlis amel ile dönmek gibi anlamlara gelmektedir.

Tasavvufî bir terim olarak ise; günahlarından pişman olan kulun Allah’tan yine Allah’a dönmesi ve nefsin sırren salaha kavuşması
şeklinde ifade edilmektedir. İnâbe ile tövbe birbirine yakın iki kavram olmakla beraber, mutasavvıflar ikisi arasında fark olduğuna
dikkat çekmişlerdir. Tövbe, görünür günahlardan, inâbe ise insanın içindeki kusurlardan vazgeçip Allah’a dönmesidir. İnâbe, tövbenin
ileri ve daha mükemmel bir derecesidir. İnâbe, her türlü maddî ve manevî engellerden yüz çevirip Allah’a yönelmektir. İnâbe edene
de münîb denmektedir.

İnâbe tövbesi ile Hakk’a dönenen kul, kalbi şüphe karanlıklarından söküp çıkarır, her şeyi bırakıp herşeyin sahibine yönelir, gafletten
zikre, vahşetten ünse döner, duâya yönelir, mâsiyetleri bırakıp ihlasa sarılır ve Allah’a kul olmanın zevkine varır. Dolayısıyla inâbede
esas olan, kulun lüzumsuz ve mahzurlu olan her şeyden yüz çevirip, içtenlikle Allah’a yönelmesi ve O’nda karar kılmasıdır.

Tefsirlerde “münîb kalb”, her şeyden yüz çevirip bütün varlığıyla Allah’a teslim olan ve her fırsatta O’na yönelen, samimi, şirkten
arınmış selîm bir kalb diye açıklanırken, “münîb kul” da İlâhî sanatın eşsiz güzelliklerini tefekkürle gönlünü Hakk’a veren ve Allah
korkusundan âdetâ titreyerek, büyük bir alçak gönüllülükle her an O’na yönelen kimse diye tarif edilmiştir.

Kur’ân’da inâbe, iki çeşittir: Birisi, bütün yaratılmışların İlâhî rubûbiyyete yönelip boyun eğmesidir ki bu nevi inâbede mü’min, kâfir,
salih ve fâcir müsâvidir. Başı daralan herkes o anda böyle bir inâbede bulunur.

İnâbenin ikinci türü ise Allah muhabbetini, O’na boyun eğmeyi ve yalnız O’na yönelip, kalben O’nun dışında her şeyden yüz
çevirmeyi gerektiren çeşididir ki bu, Hak dostlarının inâbesidir.

İnâbenin ihtiva ettiği anlamlar içerisinde “acele davranmak”, “dönüş ve ileri atılış”, “öne geçiş” gibi mânalar da vardır. Bu itibarla
“Allah’a münîb olan” demek, O’nun rızâsını elde etmek için âdetâ koşan, her an O’na dönen ve Allah sevgisinde kendini önde
tutmaya çalışan kimse demektir.

7. İkbal: İhsan, ikram ve lütuf şeklinde Allah'tan kula, tam bir boynu büküklük ve zikir şeklinde de kuldan Allah'a olan alâkadır.

8. Evbe: Azap korkusu ve ödül, günahları ve kötü işleri terk etmek ve yine sırf Allah emretti diye ibadetleri ve iyi işleri yapmaya
yönelmektir. “Evbe” kelimesi, lügatte “süratli hareket etmek” ve “geri dönmek” mânasında kullanılır. Bulut ve rüzgâr anlamına da
gelir. Râğıb el-İsfehânî, evbe kelimesinin irade sâhibi canlılar için kullanılabileceğini söyler. Evbe Kur’ân’da çeşitli kullanımları ile
on yedi yerde geçer. Hepsinde de rücû etmek anlamı vardır. Evvâb kelimesi de evbe kökünden türetilmiştir.

Tövbe, günahı bırakıp af talebine sarılmaktır. İnâbe, gönlü Hakk’a çevirmek ve bunu sürdürme azminde olmaktır. Evbe ise hiç bir
şekilde Allah’tan yüz çevirmemek ve âdeta gönlü O’na bağlamaktır.

Bu anlamda, tövbede günaha tekrar düşmeme endişesi varken, inâbede gaflete duçar olmama hassasiyeti, evbede ise bir an bile
Allah’ı hatırdan çıkarmama ve O’ndan başkasına meyletmeme titizliği vardır diyebiliriz.

Evbe, peygamberlerin sıfatıdır. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “O ne güzel kuldu! Gerçekten o tamamen Allah’a yönelmişti.”( Sad, 44.)
Buradan hareketle Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî (ö. 295/907) de tövbeyi Allah'tan başka her varlıktan tövbe etmek olarak tanımlar. Her şey
ve her fenalık ve kötülük için tövbe etmek mümkündür. Kötü ahlaklı insanın tövbe etmesi mümkün değildir. Zira, bir günahtan tövbe
ettiği zaman mutlaka ondan daha şerlisini işler. Allah katında kötü ahlâktan ve fena huydan daha büyük bir günahın olmadığı da
ayrıca beyan olunmuştur.

Tövbenin kademeleri tasavvufta üç kısımda belirtilir: Tevbe/dönmek, inâbe/yönelmek ve evbe/gitmek. Ebû Alî ed-Dekkâk (ö.
405/1014)’a göre tövbenin başlangıcı, tövbe/dönmek, rücû etmek, ortası, inâbe ve sonu, evbedir. Cezadan korkarak tevbe eden kişi,
sâhib-i tevbedir. Bir kişi sevap umup, cezadan da korkarak tevbe ederse, o da sâhib-i inâbedir. Fakat, sevap ve cezayı bir yana
bırakarak, sâdece emri yerine getirmiş olmak için tevbe eden kişi ise, sâhib-i evbedir.

Tövbe mü'minlerin sıfatı, inâbe evliyanın sıfatı, evbe ise resul ve nebilerin sıfatıdır. Bu üç kavramı şu şekilde de açıklamak
mümkündür: Tâib günahtan dönmüş, münîb günahlardan arınmış, evvâb ise günahla alâkasını kesmiş kişi demektir.

Hucvîrî (ö. 465/1072)’ye ait şu tanımlamayı ererek tövbe konusunu özetleyebiliriz: Tövbe, kebâir/büyük günahlardan tâata dönüş;
inâbe, seğâir/küçük günahlardan mahabbete dönüş, evbe ise nefsten Allah'a dönüştür.

11

You might also like