You are on page 1of 9

Émile Durkheim

Durkheim toplumbilimi kendi olgularını kendi ön dayanaklarıyla işleyen


bir bilim durumuna getirdi. Auguste Comte'un fiziği, Herbert Spencer'in biyolojiyi örnek
alıp inceledikleri toplumsal olaylar ona göre yalnız kendi türünden olaylarla açıklanabilir,
"toplumsal olay" bireye bağlı ve bireyle başlayıp biten bir süreç değildir. Toplumsal olay
bireyi aşkındır, birey ona katılır. Her birey için toplumsal olaya katılmak kaçınılmaz bir
zorunluktur. Çünkü toplumsal olaylar; genel zorunlu bireyi ve bireyler arası ilişkileri
belirleyen din, ekonomi, hukuk, ahlâk,siyaset, bilim ve sanat türünden olaylardır. Durkheim
bireyi bireyselliği toplum içinde tümüyle eritmez. İnsanın kendine özgü bireyliğini ve
topluma özgü toplumsallığını saptar. İnsan genel doğruları hazırca, tartışıp araştırmadan
toplumdan alır. Bu doğrular: bireyin, kendisi, başkaları, insanlar arası
ilişkiler, doğa, evren olguları üzerine yargılarına temel dayanak olur.

Toplum bir başka yanıyla da insana ilişkin her kurumun temeli olup doğal bir
bileşimdir. Kurumlar örneğin din ve Tanrı anlayışı da topluma bağlıdır ve onunla birlikte
gelişip evrimleşir.

Durkheim bilgi anlayışında toplumun görüşünü örnek alır. Bilgide en genel kavramlar
tek tek şeylerin tümünden bağımsız olmayıp tersine onlara uygulanabilen, topluma ilişkin
kavramlar olduklarından en geçerli kavramlardır. Bunların mutlak, öncesiz sonrasızca doğru
ve kesin kavramlar oldukları da söylenemez. Bilginin temel taşları olan genel kavramlar
toplumla birlikte zaman ve uzam bağlamında değişip gelişen kavramlardır.

Din sosyolojisi ile ciddi olarak ilgilenen Durkheim'in eserlerinin bir kısmı Türkçe'ye
çevrilmiştir. Comte'un takipçisidir. Toplumu, Tanrı yerine koymuştur. Burada kasıt inançlı
bir kimse davranışlarda bulunurken Tanrı'sını nasıl gözetirse 'birey'inde davranışlarda
bulunurken toplumu aynı şekilde gözettiğidir.
Max Weber

Alman düşünürü ve sosyoloğu

1864- 1920 yılları arasında yaşamış olan ünlü Alman düşünürü ve sosyoloğu. Weber’in büyük
önemi, onun Emile Durkheim’la birlikte, ayrı ve bağımsız bir disiplin olarak modern
sosyolojinin kurucusu olması olgusundan kaynaklanmaktadır. O, sosyal bilimlere felsefi bir
temel, sosyolojiye de kavramsal bir çerçeve kazandırmıştır. Başka bir deyişle, Weber bir
bilim olarak sosyolojinin genel kavramsal çerçevesini en iyi bir biçimde ortaya koyduğu,
tutarlı bir sosyal bilimler felsefesi geliştirdiği ve nihayet, modern endüstri toplumunun
temel özelliklerini sağlam bir biçimde kavrayıp ifade ettiği için, modern sosyolojinin
kurucusu olarak tanınır.

Zira, Durkheim’ın sosyoloji bilimini kurma, sosyoloji iyi temellendirme teşebbüsü,


zamanının pozitivizmine dayandığı yerde, entelektüel gelişimi Windelband ve Rickert’in de
içinde yer aldığı Yeni-Kantçı gelenek içinde gerçekleşmiş olan Weber, öncelikle sosyolojinin
insan davranışıyla ilgili olarak, doğa bilimlerininkine benzer, genel-geçer yasalara
ulaşamayacağını iddia etmiştir. Diğer bir deyişle, Yeni-Kantçı felsefenin algılanan dünya ya
da fenomen ve algılayan bilinç ya da numen ayırımını benimseyen Weber’de söz konusu ayırım
doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki bir ayırım haline gelmiştir. Buna göre, biz doğa
bilimlerinde evrensel yasalara ulaşmaya ça lışırız.Oysa bu, toplumsal eylemleri tikel, tarihsel
bağlamları içinde anlamayı amaçlayan sosyal bilimlerin amacı olamaz.

Sosyolojinin yöntemi ve felsefi problemleriyle ilgili analizinde Yeni-Kantçı bir bakış


açısı sergileyen Weber, her şeyden önce sosyolojinin insan davranışıyla ilgili olarak, doğa
bilimlerininkine benzer, genel-geçer yasalara ulaşamayacağını, insan toplumları söz konusu
olduğunda, evrim niteliği taşıyan bir gelişmeyi doğrulayıp temellendiremeyeceğini öne
sürmüştür. Fakat Weber bir yandan da, sosyolojinin eylemlerin anlamını kavramayı
amaçlamak durumunda olduğunu, onun buradan hareketle, karşılaştırmalı bir temel üzerinde,
ideal eylem tiplerine ya da formel davranış modellerine yönelmesi gerektiğini ve dolayısıyla,
sosyolojinin yalnızca eyleme ilişkin öznel bir yorum olmadığını savunmuştur.

Şu halde, sosyolojinin konusunun sosyal eylem olduğunu öne süren Weber, sosyal
eylemi dörtlü bir başlık altında sınıflamıştır. Bu dört eylem türü sırasıyla geleneksel eylem,
duygulara dayalı eylem, nihai ve en yüksek değerlere yönelmiş değer temelli rasyonel eylem
ve araçsal eylem. Bu dört eylem türünden rasyonel eylem kapsamı içine sadece son ikisinin
girdiğini söyleyen Weber, rasyonalizasyonu kapitalist Batı toplumundaki en temel ve belirgin
eylem olarak görmüştür. Rasyonalizasyonun her alanda izlerini süren ünlü düşünür, söz ko
nusu rasyonalizasyonun bir kaynağının Protestan ahlâkının yol açtığı kültürel değişmelerde
bulunduğunu savunmuştur. Buna göre, Protestan ahlâkı, her ne kadar kapitalizmin ilk ve
temel nedeni olmasa da, bireyciliğin, sıkı çalışma ve disiplinin, rasyonel davranış ve özgüvenin
önemini vurgulayan bir kültür doğurduğu için, kapitalizmin doğuşunda ve gelişiminde önemli
bir rol oynamıştır.

Weber’in sosyal bilimlere yaptığı bir başka önemli katkı da, onun sıklıkla naif bir
nesnellik inancı diye yanlış yorumlanmış olan değerden bağımsızlık teorisinden meydana gelir.
Weber’e göre, bilim ve sosyoloji tercihi, araçsal akılcılık temeli üzerinde hiçbir zaman
meşrulaştırılamayacak olan bir tercihtir. Aynı durum, bilimsel ve sosyolojik araştırma
konularının seçiminde de geçerlidir. Bununla birlikte, söz konusu tercih ve seçimler bir kez
yapıldıktan sonra, sosyolojik bir araştırma, rasyonel tutarlılığın bilim cemaatinin
eleştirilerine tabi olması anlamında, değerden bağımsız ve yansız olmak durumundadır.

Weber, buradan da anlaşılacağı üzere, ekonomik determinizme karşı çıkıp, kültürün,


özellikle de dinin, insan davranışını biçimlemedeki rolünü vurguladığı; insan ilişkilerinde,
bireylerin öznel yönelimlerini ön plana çıkardığı ve nihayet, kapitalizmin yıkılacağı tezine
karşı eleştirel bir tavır takınıp, sosyalist toplumlardaki planlı ekonominin rasyonalizasyonu
güçlendirdiğini söylediği için, Friedrich Nietzsche’yle birlikte, 19. yüzyılın en önemli
düşünürlerinden biri olarak gördüğü Karl Marx’ı olmasa bile, kurumsallaşmış Marksizm'i
şiddetle eleştirmiştir.
Karl Marx

Marx yabancılaşma konusunda Hegel veFeuerbach’tan etkilenmiş olmakla birlikte, daha


sonra da onlardan ayrılmış ve örneğin dini yabancılaşmanın gerçekte yabancılaşmanın
yalnızca bir türü veya daha doğru bir deyişle, emaresi olduğunu öne sürmüştür. Yine, o böyle
bir yabancılaşma konsepsiyonunun, İnsan hayatının hem boş, değersiz ve yabancılaşmış
olduğunu ve hem de doğru kavrayış ve sağlam bir yoruma erişilmesi durumunda, gerçekte
yabancılaşmış olmadığını savunmak bakımından olduğunu söyler. Hegel ve Feuerbach,
İnsanların sadece kendilerini ve İnsanın yanlış anlayıp yorumladıkları için yabancılaştıklarını
söyler; buna göre, yabancılaşma bir yanılsamanın sonucu ya da kendisi olup, gerekli felsefi
bilgeliğe sahip olunduğu zaman, doğallıkla son bulur.

Yabancılaşmanın toplum düzeniyle olan ilişkisini vurgulayan Marx, Hegel ve Feuerbach’tan


yabancılaşmanın nasıl sona ereceği konusunda da ayrılır: Ona göre, İnsanların modern
kapitalist toplumda maruz kaldıkları sistematik yabancılaşma, İnsanın özüne veya gerçekliğe
dair bilgelik yoksunluğunun bir sonucu veya bir yanılsama değil, fakat bütünüyle gerçek bir
durumdur. Burjuva toplum düzeninde yaşayan modern İnsan hayatının boş ve anlamsız
olduğunu, onun hayatı gerçekten de boş ve anlamsız olduğu, o değerli ve anlamlı bir hayat
tarzını kendisi için imkansız hale getiren koşullarda yaşadığı için, hissetmektedir.
Yabancılaşma bağlamında temel problem öyleyse, yabancılaşmış bireylerin, özgürleşme
yolunda, Feuerbach’ta olduğu gibi, düşsel bir takım engeller değil de, zihin dışı, gerçek
engeller bulunmasından dolayı, anlamlı, eylemde bulunacak, değerli birtakım idealleri hayata
geçirecek güçten yoksun olmalarıdır. öyleyse, yapılması gereken şey, öncelikle
yabancılaşmayı ayrıntılı bir biçimde tanımlayıp ortaya koymak, ve modern toplumda,
yabancılaşmaya yol açan ve İnsanın kendi sini gerçekleştirmesine ya da özgürleşmesi ne
engel olan koşulların ortadan kalkması için mücadele etmektir. Filozofların şimdiye kadar
yalnızca dünyayı çeşitli şekillerde yorumladıklarını, oysa artık önemli olanın dünyayı
değiştirmek olduğunu söyleyen Marx’ın aklında işte bu mücadele, İnsanın yabancılaşmayı
aşıp, özgürleşebilmesi için mücadele etmek vardır.

Yabancılaşmış bir İnsanın hayatını “İnsanın özüne” aykırı bir hayat tarzı veya İnsan doğasına
uygun düşmeyen bir yaşam şekli olarak tanımlayan Marx, eserinin çeşitli yerlerinde, işçilerin
ürünlerinden uzaklaşıp, onlara yabancılaştıklarını; onların içinde çalış tıkları çevreyle yabancı
ya da düşmanca bir ilişki içinde bulunduklarını; icra ettikleri işi, o doğal İnsani arzu ve
özlemlerine en azın dan ilgisiz olduğu için, kendilerine yabancı bir şey olarak
deneyimlediklerini; işbölümü nün, İnsanları katı kategorilere ayırması ve İnsanların
faaliyetlerini birbirleriyle yabancı bir ilişki içine sokmasından dolayı, yabancılaştırıcı bir
sürece tekabül ettiğini; iktisadi sistemin, İnsanları başka insanların ihtiyaçlarına karşı
kayıtsız hale getirerek, birbirlerine yabancılaştırdığını söyler.

Marx’ın yabancılaşma anlayışı, şu halde, onun İnsan doğasına veya İnsanın özüne dair
görüşlerine bağlıdır. Ona göre, İnsanın özünü belirleyen birinci unsur, onun her şey den önce
bir türün, yani İnsan türünün üyesi olan ve bu durumun bilincinde olan bir varlık olmasıdır.
İkincisi, İnsan yine özü gereği, başka İnsanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunan bir sürü
hayvanı ya da sosyal varlıktır. Üçüncüsü, İnsan nesnel bir varlıktır; dolayısıyla, o, içine
kapanmak yerine, dış dünyaya yönelir ve kendisini üretim yoluyla ya da emeği sayesinde
gerçekleştirir; yani, İnsan alet yapan, üreten bir varlıktır. Bunun la birlikte, onda üretim
kavramı İnsanın diğer özsel güçlerini dışta bırakmaz; nite kim, İnsanın kendisini rasyonel
olarak belirlemesi, bilim ve sanatsal faaliyet, Marx’ta Özgür İnsanın üretiminin özsel bir
bileşeni olmak durumundadır. 1- Evrensel, 2- Özgür, 3- Bilinçli (ya da rasyonel olarak kontrol
edilen), 4- Toplumsal açıdan üretici faaliyete, sadece insan yetilidir. Beşinci bir kapasite ya
da üst kapasite ise, 5- Çok sayıda beceri ve meziyetin, biri ya da ikisinin etkin gelişi mini
ihmal etmeden, geliştirilme, yani bütünsel gelişme kapasitesidir.

İnsan, Marx’a göre, kapitalist düzende söz konusu özsel niteliklerinden uzaklaşır, özüne
yabancılaşır. Yabancılaşmanın bütün boyutlarıyla vuku bulduğu yer, paradoksal olarak,
dinamik üretkenliğiyle, herkesin ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olabileceği bir toplum
düzeni yaratmaya fazlasıyla elverişli durumda olan burjuva kapitalist düzenidir. İşçi bu
düzende her şeyden önce emeği-ne yabancılaşır. İşçi kapitalist düzende, yoğun
işbölümünden dolayı, üretim eylemi ne de yabancılaşır. Marx’a göre, kapitalist düzende,
üretim, eylemleri mühendislik he saplarına göre dikkatlice ayarlanan veya be belirlenen bir
kolektif işçi tipi sayesinde arttırılır. Üretim süreci büyük bir titizlikle planlanır, çok çeşitli
işlemler birbirlerinden ayrılıp bağımsız hale getirilirken, işçiler de başat özelliklerine göre
sınıflanır ya da gruplanırlar. İşçi artık üzerinde en küçük bir etkisinin bulunmadığı üretim
faaliyetinde basit bir vida sıkıcısıdır. Çok daha önemlisi işçi kapitalist düzende emeğinin
ürününe yabancılaşır. Çünkü o kendi ürettiği ürünün şöyle ya da böyle, en sonunda tahakkümü
altına girer. Bu üç düzeyde yabancılaşma, Marx’ta yabancılaşmanın birinci boyutunu ortaya
koyar: Tinsel yabancılaşma, yani bireylerin kendilerini olumlayamamaları, doğrulayamamaları
ve fiilen gerçekleştirememeleri durumu. Böyle bir yabancılaşma hali içinde, hakiki bir
hayatın, dolu dolu bir yaşamın bütün içeriği boşalır, İnsanlar sadece hayatlarının değil, fakat
kendilerinin de boş ve değersiz olduğu hissine kapılırlar.

Yabancılaşmanın İnsanın türsel varlığına veya başka İnsanlara yabancılaşmasıyla ilgili olan
dördüncü düzeyi, bize yabancılaşmanın ikinci boyutunu, özgürleşmenin önündeki, kişisel
olmayan veya anonim bir nitelik arz eden engelleri gözler önüne serer: Toplumsal
yabancılaşma. İnsanın özünü ya da türsel varlığını ancak başkalarıyla ahenkli ilişkiler içinde,
bireylerin özgürce gelişme ve hareket etme koşullarını hazırlamış bir cemaat hayatında veya
komünal bir yaşamda gerçekleştirebileceği dikkate alınırsa, toplumsal yabancılaşma bireyin,
kendi varlığının gerçek hayattaki görünümüne uygun düşen bir toplumsal toplumsal zeminden
yoksun kalması anlamına gelir. Nitekim İnsanlar arasındaki şeyleşmiş ilişkile re, der Marx,
ancak bu maddi güçleri kendilerine bağımlı kılan ve işbölümünü kaldıran bireyler son
verebilir. Bu da cemaat veya hakiki toplum olmadan mümkün değildir. Her birey kendi
yeteneklerini her yönde geliştirme araçlarına yalnızca topluluk içinde sahiptir; dolayısıyla,
kişisel öz gürlük yalnızca cemaat içinde mümkün hale gelir.”

Toplumsal yabancılaşma, Marx’a göre, kapitalizmde farklı şekillerde ortaya çıkar. Bunlardan
biri, sadece işçiler arasında değil, fakat aynı zamanda kapitalistler arasında da söz konusu
olan rekabet olgusudur. Marx, kapitalizmde üretim araçlarını elinde bulun duran
kapitalistleri harekete geçiren ya da güdüleyen en önemli şeyin, onların olabildiğince çok
kazanç elde etme arzuları olduğu nu söyler. Kapitalistler, bu amaca ulaşabilmek için, ya yeni
teknikler icat etmek ya da elde olanları geliştirmek suretiyle üretim araç ve teknolojilerini
sürekli olarak geliştirmek durumunda kalırlar. Bu gelişmenin toplum üzerinde 1 eskiye oranla
çok daha fazla mal üretilmesi ve böylelikle de, üretim miktarının mütemadiyen artması ve 2
teknolojik gelişmenin benzeri meslek ya da işleri icra eden İnsan sayısının sürekli olarak
azalmasına neden olması yoluyla yoğun bir etkisi olur; buna göre, maliyet azalırken,
kapitalistin karı artar. Söz konusu üretim artışı sonu cunda ortaya çıkan bu iki karşıt eğilim,
rekabetle daha da belirginleşir. Daha fazla mal satmak ve böylelikle daha çok kar etmek
isteyen iş adamı rakiplerini aşmak, alt etmek durumundadır. O bunun için fiyat kıran. Aynı
üretim teknolojisinden rakipleri de yararlanacağı için, kapitalistin maliyeti biraz daha
düşürebilmesinin tek yolu, Marx’a göre, emeğin payının, işçiye ödenen ücretin
düşürülmesidir. Makineleşmeden dolayı zaten artan bir işsizlik söz konusuyken, işçiler bu
yeni durum karşısında, var olan işler için kendi aralarında kıyasıya bir rekabete girer ve
daha az ücretle çalışmayı kabul ederler. Başka bir deyişle, Marx’a göre, kapitalist sistemde
İnsanlar sadece zengin olmak için değil, fakat karınları doyura bilmek için de, birbirlerini
ezer ve adeta yerler.

Toplumsal yabancılaşmanın başka bir görünümü ise, Marx’a göre, her türden fetişizmdir. O
modern kapitalist toplumun yalnızca teknolojiye değer vermekle kalmayıp, teknoloji
tarafından üretilen nesnelere taptığını da söyler. Bu düzende İnsanlara gösterilen saygı,
verilmesi gereken değer, teknolojiye ve teknoloji tarafından üretilen nesnelere verilir.
Böylesine gerçek bir fetişizm içinde, İnsanlar birbirlerini değeri olmayan makine ya da
araçlar olarak görürlerken, makineler de tanrılaştırılır. Kapitalist toplum düzeni, şu halde,
İnsanları birbirlerinden tümden uzaklaştıran, toplumun İnsan için dayanılmaz hale geldiği,
ahlâksız bir düzendir.

Marx kapitalizm eleştirisinden veya kapitalist toplum düzeninde yabancılaşmanın boyutlarına


dair analizinden üç sonuca ya da teze ulaşır:

1- Kapitalist toplum düzeninde yaşayan İnsanların çok büyük bir çoğunluğu yabancılaşmıştır.

2- Bu yabancılaşmanın temel nedenleri, kapitalist üretim tarzı hakim olduğu veya varlığını
devam ettirdiği sürece ortadan kaldırılamaz; dolayısıyla, yabancılaşmış insanların, bu
düzende özgürleşebilmeleri ya da kendilerini gerçekleştire bilmeleri mümkün değildir.

3- Dolayısıyla, yabancılaşma ancak post-kapitalist bir düzen veya üretim tarzında ortadan
kalkabilir; İnsan yalnızca burada özgürleşebilir.

Marx, kendisinde İnsanın her şeye yabancılaştığı bir sosyal düzen olarak tanımladığı
kapitalizmin yıkılması gerektiğini ve kapitalizmin yıkılışının yalnızca devrim, yani şiddet
yoluyla olacağını söylemiştir. Kapitalizmden sosyalizme geçişin barış yoluyla
gerçekleşememesinin nedenini Marx, devle tin, toplumun zenginliğini kontrol altında
bulunduran egemen sınıf tarafından kullanılan bir araç olduğu görüşüyle açıklar. Egemen
sınıf bu araç ya da aygıtı, kitleleri sömürmek amacıyla kullanır. Devletin tüm öğe ve
birimleri, Marx’a göre, statükoyu korumak için düzenlenmiş, yani egemen sınıfın iktidarını
sürdürebilmesi için ayarlanmıştır. Mah kemeler, polis ve hatta hükümet, Marx’a göre,
yönetici sınıfın çıkarlarını korumak için vardır. Bunlar, bir başkaldırıyla karşılaşıldığı
takdirde, hemen bastırırlar. Bundan dolayı, proletaryanın devrim dışında bir yolla egemen
olabilmesi mümkün değildir.
Max Weber ve Karl Marx

Marksizm'in bir sosyoloji ya da bir kültür kurami olduguna dair çesitli görüsler
bulunuyor. Marksizm'le iliskileri daha derin görünen bu görüsler tezlerini daha çok
'1844 El Yazmalari'na ya da 'Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Elestirisi'nin yazari olan
genç Marx'a dayaniyorlar. Ve bu düsünürlerin düzeltmeye ve yenilemeye çalistigi
Marksizm dayanaklarini insanin kurtulusu, yabancilasma vb. gibi hümanist kavramlarda
buluyor. Bu semaya göre Marksizmin belirleyici özelligi, bilinçli insan öznesi -Hegelci
terminolojide sivil toplum kurumlari olan- ve kültürel yapilar arasindaki karsilikli iliskinin
açik hale getirilmesiydi.
Felsefi yaklasimiyla Heidegger'in varolusçulugundan etkilenmis olan Karl Löwith, Marx
ve Weber arasindaki ayrimlara isaret ederek Marksizmin bir sosyoloji olmadigini
vurguluyor. Fakat modern kapitalist toplumu Marx'in yabancilasmayla, Weber'in ise
akilcilasmayla tanimladigini da söylüyor.
Durkheim, Sombort, Simmel'le birlikte klasik sosyologlar arasinda ve önemli Marksist
elestirmenler arasinda yer alan Weber, bilimsel tezlerine itiraz ettigi Marksizmin
esasinda bilgiyi ideoloji olarak yani sinifsal ve ekonomik çikarlarin bilinçteki yansimasi
seklinde kavradigini ifade ediyordu. Benzer düsünceleriyle basta ögrencisi Lukacs da
olmak üzere birçok Marksist düsünürü etkileyen Weber, Marksizmin sinif
mücadelelerine (antagonizmaya) verdigi temel önemi bir toplumsal eylem ve kültür süreci
içerisinde insan (birey) özneye gösterdigi ilgiyle sinirlandirmaya çalisti. Ona göre,
"toplumsal eylem, amaçlarini gerçeklestirmek için uygun araçlari da seçebilen insan
öznenin varligina baglidir. Toplumsal eylem ise, dogrudan insan özneye yani kültürel
süreçteki bireye yöneliktir. Dolayisiyla Weber, teker teker bireylerin yaratabilmeye
muktedir oldugu toplumsal ve tarihsel 'kendi gerçeklerine' isaret ediyor: Kendi
gerçegini yaratabilen insan (özne) tarihi de yaratabilir.
Oysa Marksizm, "tarihi insan ya da insanlar degil kitleler yapar" diyor ve bilim, ideoloji
ayirimi yaparak bireyi-insan özneyi ancak belirli sinif iliskileri içerisinde incelemek
gerektigini vurguluyor. Hegel'den, Marx'a uzanan süreç, Meta Dünyasi, Burjuva
Toplumunda Yabancilasma Isçi sinifinin Yabancilasmasi ve Weber'in Din Sosyolojisini
inceleyen Karl Löwith söyle bir belirlemede bulunuyor; "Içinde yasadigimiz toplum gibi,
sosyal bilimler bir bütün haline getirilemez ve ikiye ayrilir: Burjuva sosyolojisi ve
Marksizm. Bu iki tarafin en önemli temsilcileri Max Weber ve Karl Marx'tir, iki ayri
düsünce tarzini temsil etmelerine ragmen, arastirmalarinin alani bir ve aynidir: Modern
ekonomi ve toplumun kapitalist organizasyonu..."

George Wilhelm Friedrich Hegel

Hegel’ in sistemi mutlak olan her şeyi içerir bu yüzdende her noktada bir hata
olasılığı vardır. Bütün sistem, Hegel’ in özgün yöntemi üstüne kurulu meşhur diyalektik
yöntemidir. Burada öyle bir “tez” den yola çıkılır ki bu kaçınılmaz biçimde yersiz ve
kusurlu olarak kavranır. Böylece bu tez, kendi “antitez” lerini ortaya koyar. Bunlar da
eksik olarak değerlendirilir ve bu iki aykırılıkta “sentez” olarak birbirine kaynar.
Sentez ise tez ve antitezde, mantıklı olan her şeyi içerir ve bunlar böylece başka bir
tez oluşturur. Süreç bir dizi üçlü takım ile tekrarlanır yükselir, yükselir, bununla daha
çok ahlaksal bir hal alır ve tinsel bölgelerde yükselmeye devam eder. Bu sistem, doruk
noktası fikir (mutlak olan, her şeyi içeren) olan bir piramidi andırır.
Örnek vermek gerekirse:
Tez : Mimari
Antitez : Romantik dönem sanatı
Sentez : Klasik dönem heykeltraşlığı
Merdivenin daha yükseklerinde, rasyonel alanda da:
Tez : Varoluş
Antitez : Tasarım
Sentez:Öz

Bu sistemin şaşırtıcı, derin düşünceler çeşitliliği ortaya koyduğu yadsınamaz.


Piramidin alt sıralarındaki birçok fikirler yanlış değil (tez : Yahudi dini; Antitez : Roma
dini; Sentez : Yunan dini), aksine (tez : Hava; Antitez : Toprak; Sentez : Ateş ve Su)
hiçbir şey ifade etmiyor. Hegel’ in iddialarına rağmen, sistemi, (mantıksal anlamda)
gerekli, ama gerçekte geniş ölçüde keyfidir.
Hegel daha sonraları ikinci büyük eseri olan Wissenschaft der Logik (Mantık
Bilimi) yazar. Diyalektik metodunun mantıksal olarak kabul edilmesi durumunda yapısı,
bütünlüğü ve gerekçelendirilmesindeki ustalık ve disiplin açısından sistemi eşsizdir.
Mantık hakkında daha farklı görüşlerimiz varsa, o takdirde bütün bunları da
koskocaman bir sislendirme hareketi olarak görmemiz yolunda da bir eğilim vardır.
Hegel, Wissenschaft der Logik te sadece mantığı incelemez, mantıklı
gerekçelendirmelerimizde yararlandığımız taslaklarla da uğraşır. Mesela Kant’ ın
ulamları gibi. (Özne, nicelik, ilinti, vb.) Hegel’ de ilinti ilk sırada gelir, en evrensel
ilinti de ona göre tezattır. Hegel’ e göre özdeşlik ölümün, çelişki canlılığın belirtisidir.
Böylece tez, antitez, sentez sıralamasıyla diyalektik süreç başlar. Hegel için en son
gerçek düşüncedir ve diyalektik metot düşünme sürecini saptadığına göre, gerçeği de
saptamaktadır.Her şey diyalektik metodun altında gelişir.
Hegel 1818’de Berlin’ den gelen daveti kabul edip burada Fichte’ nin ölümüyle
boşalan felsefe kürsüsünü üstlenir. Berlin’ de on üç yıl kalacaktır. Hegelcilik salgın
halinde bütün Alman üniversitelerine yayılmaya başlar.
Hegel 1821’ de “Grundlinien der Philosophie des Rechts” (Hukuk Felsefesinin Ana
Hatları) yayımlanır. Bu yapıt politika ve toplum hakları üzerinedir. Hegel, toplumun,
aile normları ve lonca örgütlerine dayanması gerektiği inancındaydı.
Prusya Devlet Gazetesi’ ne hazırlık aşamasında bulunan ingiliz reform yasaları
hakkında bir eleştiri makalesi yazar. Ona göre “Halk ne istediğini asla bilemez.”
Auguste Comte

Kartezyen veya Aydınlanma geleneğinin en önemli temsilcilerinden olan, Ortaçağın


dünya görüşünün yerine geçen yeni bilim kökenli ideoloji için bir temel sağlamaya çalışan
Comte’un temel amacı, toplumun re formdan geçirilmesi, toplumun yeni baştan
düzenlenmesi olmuştur. Bu amaç, ona göre, toplumu yöneten yasaların bilgisini, toplumu
konu edinen bir bilimi gerektirir. Bu bilim için ise, yeni bir bakış açısına, yeni bir
felsefe anlayışına gerek duyulur. Bu nedenle, Comte arzuladığı toplumsal reform ve
düzenlemeyi bilimsel temelleri olan bir felsefe, pozitif felsefe ya da pozitivizm üzerine
inşa edilmiş olan bir toplum bilimi geliştirerek gerçekleştirebileceğini düşünmüştür. O,
pozitivizmi yal nızca yeni bir felsefe anlayışı, bir düşünce tarzı olarak değil, fakat
toplum problemi için temelli bir çözüm olarak öne sürmüştür.
Comte’a göre, inançların herkesçe ortak olarak benimsenmediği, düşüncelerdeki
anarşinin toplumda anarşiye yol açtığı bir çağda kurtuluşu sağlayacak tek çözüm
pozitivizm dir. O, tarihin akışını tersine çevirmenin ve toplumsal birlik ve düzeni,
Fransız Devriminden önceki dini ve manevi değerlerle sağ lamanın imkansız olduğunu
savunmuştur. Eşitlik, insan hakları ve halkın egemenliği gibi kavramların içleri boş
metafiziksel soyutlamalar ve dogmalar olduğunu söyleyerek, demokrasinin yöntemlerini
savunanlara da karşı çıkan ve pozitivizmi, bu çerçeve içinde genel bir zihin hali, bir
araştırma ruhu olarak tanımlayan pozitivist Comte’un söz konusu felsefe anlayışı, insan
için olumlu ve yapıcı olanın yalnızca olguları gözlemleyerek tasvir etmek olduğunu öne
sürer. Onun pozitivizminin en önemli özelliği, doğanın yüce ve mutlak bir amacı olduğu
fikrini reddetmesinden meydana gelir. Comte’un pozitivizmi, ikinci olarak varlıkların
özünü ya da varlıkların gizli, içsel nedenlerini bulmak çabasından vazgeçer. Bu felsefe
yalnızca olguları araştırmak, varlıklar arasındaki sabit iliş kileri gözlemlemek gerektiğini
öne sürer.
Comte, şu halde yüzyılın birçok diğer düşünürü gibi bir ideolog olarak anlaşılmak
durumundadır. O yeni bilim ideolojisinin en önemli temsilcisidir. Comte’un felsefesi bü-
tünüyle hümanist bir kültürün, modern bilim üzerine yükselen seküler(dini değerlere
önem vermeyen, onlara ilgili duymayan kişi) bir dünya görüşünü temsil eder. Onun
gözünde biricik rasyonalite standardı bilimsel rasyonalite olduğu için, bilimi eleştirel bir
temellendirme ile biricik yegâne insani bilgi formu olarak meşrulaştı mak aklından hiç
geçmemiştir. Bilim karşısında olumlayıcı, tasdik edici bir takınan Comte, bilimin
yönteminin bizatihi bilginin kendisinin yöntemi olduğu iddia etmiştir.
Bilgi teorisi bakımından Comte tam bir empiristtir(Bilgiye salt akılla değil,
deneyle ulaşılacağını savunurlar). Bununla birlikte, o empirizmi, İngiliz düşünürlerinin
yaptığı gibi, idelerimizin ve bilgimizin kaynağını açıklamak için değil, fakat pozitivistik
bir tarzda, bilimsel ol mayan düşünme tarzlarını yıkmak için ideolojik bir araç olarak
kullanmıştır.
Onun felsefesi, yine 19. yüzyılın diğer bazı felsefeleri gibi, tarihsel gelişme
kavramıyla yüklü bir felsefe olmak durumundadır. Nitekim, o ünlü üç evre yasasını,
aydınlanmış insanlığın benimsemesi ya da alması gereken doğrultuyu buyuran bir
entelektüel ilerleme ve özgürlük yasası olarak yaz etmiştir. Comte işte bu yasayı da
kendisinden önceki bütün dini ve felsefi bakış açılarını mah kum etmek için kullanır. O
bu perspektifleri insan düşüncesinin pozitif felsefede son bulacak tarihsel gelişiminin
vazgeçilmez uğrakları olarak değerlendirir.
Yasanın özellikle üçüncü evresini açıklarken, Comte kendi bilim teorisinin ana
hatlarını verir. Ona göre, bilimsel düşünce bir hipotezin geçerliliğini belirleme gözlemin
sınamasını kabul eden düşünmedir. Bilim gözlemle başlar ve deneyle devam eder.
Bununla birlikte, bilim gözlem kayıtlarının top lamından daha fazla bir şeydir. Örneğin,
fizik gibi bir bilim tikel olgulara ilişkin gözlem kayıtlarının zengin bir birleşiminden
meydana gelmez; fizik esas, bu olguları başka olgulara sistematik bir tarzda bağlayan
genel hipotez ve teorilerin formülasyonundan oluşur. Ger çek bilim bu olgular
birbirleriyle bir korelasyon içine sokulduğu ve hepsinden önemlisi bireysel fenomenler
birbirleriyle yasa benzeri ilişkiler içinde bulunan fenomen sınıflarının üyeleri olarak
görüldükleri zaman ortaya çıkar.
Comte aynı zamanda bilimlerin birliğini savunan ilk düşünürdür. Fakat o sonraki
pozitivistlerin tam tersine, bir indirgemeci değildir. Ona göre. Bilimlere ilişkin sınıflama
büyük ölçüde bilimlerinin yasalarının kapsa mı ya da genelliğiyle ilgili farklılıklardan
kaynaklanır. Bilimler birbirlerine dayanmak la birlikte, her birinde söz konusu olan
yasalar farklılık gösterir. Dolayısıyla bilimlerin birliği, onda aynı yöntemi kullanma
bağlamında, metodolojik açıdan bir birliktir.
Varlık görüşü bakımından dört başı mamur bir fenomenalist olan Comte, her tür
materyalizmi reddeder. Bunun gerekçesi de, hiç kuşku yok ki, materyalizmin, onun gö-
zünde metafiziksel bir öğreti olması, ve örneğin fizik, biyoloji ve sosyoloji gibi
bilimlerde ele alınan fenomen türleri arasındaki gözlemlenebilir farklılıkları ortadan
kaldırmasıdır.
Comte Geisteswissenschaften’e de aynı gerekçeyle, yani insan ya da tin bilimleri
bilime tinsel kategorileri bilime soktukları, özel deneyim verilerini gündeme getirdikleri
ve diyalektik yöntemi kullandıkları için karşı çıkmıştır. O bunun yerine kurucusu olduğu
sosyolojiyi önermiştir. İnsan davranışı, yal nızca psikoloji ve sosyoloji yoluyla anlaşıla-
bileceğini öne süren Comte, toplumsal yapının, bir ilerleme ortamında varlıklarını
sürdüren nitelikleri ve organları ile kendi başına var olduğunu söyler. Toplumun statik
yönüyle dinamik yönünü birbirinden ayıran Comte’a göre, toplumun statik yönü mülkiyet,
dil, din gibi toplumun belirli durağan yönlerinden oluşur. Toplumun statik yönü, insanın
doğal yapısına bağlıdır. O, toplumun dinamik yönünü, toplumun ilerleme gücü olarak
tanımlamıştır.
İlerleme ise, düşüncedeki ilerlemedir, statik yapıdan en yüksek ölçüde nasıl
yararlanmamız gerektiği konusundaki kavrayışımızı geliştirmekle ilgili bir husustur.
Yoksa, ilerleme toplumun statik yönünü oluşturan öğelerin değişimiyle ilgili bir konu
değildir. Örneğin, aile kurumu, insanlar metafizik evreden pozitif evreye geçerken
değişikliğe uğramaz. Fakat pozitivizmin dinamik etkisi, kadınlara yeni bir statü
kazandırmaktan oluşur. Aynı şekilde, yeni düzende mülkiyetten, tek bir in sanın çıkarını
değil, fakat başkalarının çıkarı nı da hesaba katacak bir biçimde yararlanılacaktır.
Öte yandan, bütün sistemin anahtarı dindir; bununla birlikte, Comte’un yeni dini,
insanlığa inanmaktan oluşacaktır. Buradan da anlaşılacağı üzere, o bir tür insanlık dini
kurmaya çalışmıştır. Onun bu yeni dini, ayin ve törenlerine kadar, Hıristiyanlığın bütün
inançlarına bağlıdır, fakat o Tanrı’nın yerine insanlığı, ermişlerin yerine bilginleri
geçirir. Bu insanlık dini, devletin yönetim şekline de yansıyacaktır. Artık, Comte’a
göre, tek insan diye bir şey olmayacaktır. Tek insan kendi kişisel çıkarım değil de,
toplumun çıkarını düşünecek, onu kendi çıkarına üstün tutacak şekilde yetiştirilecektir.
Bu toplumda benciliğin yerini, özgecilik alacaktır

You might also like