You are on page 1of 73

KUĞU KILICI

2
KAN MELEĞĐ
YAZAR
Gökcan Şahin

EDĐTÖR
Ozancan Demirışık

KAPAK TASARIMI

Gökcan Şahin

YAYIN TARĐHĐ

Ekim 2009

Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından buzuldunya.blogspot.com

adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan


kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
ÖNSÖZ
BĐLĐMKURGU ÖYKÜLERĐM

Kuğu Kılıcı serisinin ikinci bölümüne hoş geldiniz… Đlk bölüm

“Acımasız”ı okumadıysanız Kan Meleği’ne başlamanızı tavsiye etmem,


çünkü pek çok eksik nokta kalabilir. Bu ufak uyarıyı yaptıktan sonra geçen

bölümde başlattığımız bilimkurgu serüvenine devam edebiliriz. Acımasız’ın


önsözünde beni bilimkurguya bağlayan kitaplardan bahsetmiştim. Bu kez
kendi üretimlerimle ilgili konuşmak istiyorum. Her yazar kendi ürettikleriyle
ilgili konuşmayı sever, değil mi?

Orta iki ya da üçe gidiyordum. Kitap okuma alışkanlığım pek yoktu


ama Bilim ve Teknik, Bilim Çocuk dergileri ve TÜBĐTAK kitaplarıyla haşır
neşir olmuştum. Legolarımla kendi fantastik hikâyelerimi yaratıp
oynuyordum. Bir gece şöyle bir rüya gördüm: O zamanların okuldan ve
dershaneden en iyi arkadaşlarımla beraber gezmeye çıkmıştık. Devasa, boş
bir arsanın önünden geçerken önümüzde koca bir girdap açılıyordu ve
hepimizi birden alıp tanımadığımız bir dünyaya götürüyordu. Kendimize
geldiğimizde bir ormandaydık ve deli gibi korkuyorduk. Bir anda grubun

lideri olmuştum ve arkadaşlarıma bir şeyler söyleyip durum muhakemesi


Gökcan Şahin

yapmaya çalışıyordum. Herkes dağılıp etrafa göz gezdirecekti: Kimi odun


toplayacak, kimi ateş yakacaktı.
Bir süre sonra anlıyorduk ki milyonlarca yıl öncesine gelmiş,

dinozorlar çağında bir ormana düşmüştük. Şimdi hem kendimizi


korumamız hem de bir çıkış yolu bulup dünyamıza geri dönmemiz

gerekiyordu.
Sabah kalktığımda bu rüyayı yazabileceğimi düşündüm. Kendi
öykümü oluşturabilirdim. Öyküye göre Jacky Jo, Couto ve Sally isimli üç
çocuk bir taş buluyor ve dinozorlar çağına gidiyorlardı. Oraya daha önce

gitmiş insanlarla karşılaşıyor ve gizemli bir rehber eşliğinde eve dönmeleri


için gerekli olan Beyaz Elmas adlı taşı arıyorlardı. Bu beyaz elması

oluşturmak için yedi renkte elması bulmaları gerekiyordu ve her bir elmas
farklı zamanlardaydı. Örneğin kırmızı elmas dinozorlar çağında, yeşil elmas

orta çağ Đngiltere’sindeydi. Beyaz Elmas’ı oluşturduktan sonra da uzaylılarla


savaşmak durumunda kalıyorlardı, çünkü aslında Beyaz Elmas dünyaya
saldıracak uzaylıları durdurmak için tek yoldu ve onu oluşturmak için bu
gençler seçilmişti.
Đşte böyle bir hikâyeydi. Öyküyü ufak boy çizgili bir deftere yazmaya
başladım ve o an bilimkurgu edebiyatına giriş yapmış oldum. Gerçi altmış
küsur sayfa yazdıktan sonra defterin ortadan kaybolması (babamın soba

yakmak için kullandığını tahmin ediyorum, kendisi inkâr etse de) yazarlık
yolundaki tüm hevesimi kırmıştı ve üniversitede ancak toparlayacaktım

kendimi…
Yıllar sonra yazdığım ilk bilimkurgu öyküsü TBD’ye yollamak için

kaleme aldığım ama geç kaldığım için gönderemediğim “Bir Türün

5
Kan Meleği

Doğuşu” oldu. Âdem ve Havva mitine dünya dışı varlıklarla ilgili yeni bir
bakış açısı getiriyordum bu öyküde.
Daha sonra “Bir Denizcinin Günlüğü’nden” isminde Acteto

gezegeninden bir denizcinin tuhaf öyküsünü anlatan hikâyeyi yazdım. Onu


da TBD’ye gönderdim ama çok acemice olduğundan finale çıkmak bir yana

sonuncu bile olmuş olabilir.


Ardından “Bukalemun” adlı yeni nesil bir bilgisayar virüsü öyküsü,
“Yaşam Sınavı” adlı bir distopya (işte bu TBD’de finale çıktı), “Sûr” adlı bir
kıyamet öyküsü, “Kara Güneş” adlı bir güneş patlaması ve ardından

yaşananlar hikâyesi, “Sınav Kâğıdı” adlı dünya üzerinde insan dışında bir
ırkın varlığıyla ilgili bir öykü ve “Lord Engord” adlı Mu ve Atlantis

döneminden bir savaş öyküsü yazdım. Tabii bunların yanında devasa SIFIR
dizisi (tam bilimkurgu olmasa da bilimkurgu yanı da var) ve birazdan ikinci

bölümünü okuyacağınız KUĞU KILICI üçlemesini de saymak gerekir.


Gelecekte de bilimkurgu roman projelerimi hayata geçirmek
istiyorum. Türkiye’de çok az temsil edilen bu türü uyandırmak için elimden
geleni yapacağım. Ama şimdi Kan Meleği’ni okuyun.
Herkese iyi okumalar…

Gökcan Şahin

6
BÖLÜM BĐR
RQU-EX
Çevresinde terk edilmiş bir fabrika ve birkaç yıkık dökük kulübeyle
uçsuz bucaksız ayçiçeği tarlalarından başka bir şey olmayan eski bir depo,

alışılmadık bir kalabalığı ağırlıyordu o gece. Đstanbul’un en batı ucundaki


bu mekân çoğu hafta sonları olduğu gibi o pazar gecesi de kalburüstü
insanların en büyük zevklerinden birine ev sahipliği yapmaktaydı. Orada
olan şey, genellikle paraya ihtiyacı olan ve dövüşmeyi bilen iki adamın
ölesiye kavga etmeleri ve onlarca paralı insanın sadist bir zevkle bunu

izlemesinden başka bir şey değildi. Kısaca kaçak dövüş…


Burası hemen yanındaki eski un fabrikanın deposuydu bir zamanlar.

On sene önce çıkan büyük bir yangında fabrika kullanılmaz hale gelince

depo da öylece kaderine terk edilmişti. Sahibi, sigortadan aldığı parayla


yeni bir iş kurmuş olmalıydı ki yıllardır buraya ayak bile basmamıştı. Bu

durum da birileri için mükemmel bir fırsat yaratmıştı. Đstanbul sınırlarında


olmasına rağmen gözlerden uzak, kimsenin aklına bile gelmeyecek bir
yerdeydi ve bir kaçak dövüş arenası olarak eski işlevinden çok daha fazla

kâr getirdiği kesindi.


Kan Meleği

Depoyu beş yıl önce -tam olarak 21 Haziran 2006’ydı- keşfeden ve


şu an gayrı resmi sahibi olan kişi Esad adlı bir mafya babasıydı. Aslında
baba demek için erken sayılabilir, çünkü otuzuna bile gelmemiş genç bir

adamdı Esad. Genç olmasına gençti ama pek atletik sayılmazdı.


Belirginleşmeye başlamış göbeği ve ortalamanın altındaki boyuyla çok da

korkulacak biri gibi durmuyordu. Yine de çoğu kendinden yaşlı olan


adamları ona yalakalık yapmaktan en ufak bir utanç duymuyorlardı.
Sonuçta para kimdeyse güç ondaydı…

***

2
Esad’ın “Güç Parkı” olarak adlandırdığı depo 150 m ’lik bir alan
üzerine kurulmuş, hazır betondan inşa edilmiş dikdörtgen biçiminde bir

yapıydı. Fabrikada üretimi yapılan un teslimat zamanına kadar burada


saklanıyordu. Esad burayı işgal edince içeride kalan tüm fazlalıkları attırmış,
kocaman ve bomboş bir salon elde etmişti. Sonra paraya kıymış ortaya

güzel bir ring yaptırmış, etrafına da beş yüz kişi kapasiteli ahşap tribünler

kurdurmuştu.
O sırada bu ahşap sıraların yarısından fazlası doluydu ve iki adam

çılgıncasına dövüşürken tribündekiler hep bir ağızdan TERMĐNATÖR!


TERMĐNATÖR! diye bağırmaktaydılar. Evet, ringde iki kişi çarpışıyordu ama
herkesin ağzından dökülen tek bir isimdi. Bunun nedeni de aşikârdı.
Terminatör lakaplı, 1.70’den uzun olmasa da kaslı vücuduyla enine gelişkin,
kapkara ve kısacık saçları kafa derisine zift sürülmüş gibi bir izlenim

8
Gökcan Şahin

uyandıran dövüşçü haftalardır (hatta ringe ilk çıktığı günden beri) yenilgi
yüzü görmemişti.
Ringdeki kavganın yine çok uzun sürmeyeceği belliydi. Terminatör,

rakibiyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor ve izleyenlere zafer


gülücükleri dağıtıyordu. Uzun sarı saçlı, uzun boylu ve yakışıklı rakibi artık

yüzünde büyük bir dikiş izi taşıyacaktı, çünkü sol şakağından yanağına
doğru uzanan bir kesikten süzülen kanlar çıplak omzunu birkaç saniyede
kıpkırmızı yapmıştı. Maça çıkarken kendine epey güvenen adam şimdi
sadece ringden nasıl sağ kurtulacağını düşünür olmuştu. Saldırmak aklına

bile gelmiyordu, sadece yumruk ve tekmelerden korunmak için


çabalıyordu.

Terminatör’ün dövüşü ağırdan alması, rakibinden korktuğundan


değildi. Sadece eğleniyordu. Kazanacağını rakibi dâhil herkes biliyordu

şimdi. Đki adam birbirlerinin gözlerine bakarak ringde saat yönünde


dönmeye başladılar. Terminatör hafifçe gülümserken; yanağından akan
kanlarla yüzü deforme olmuş rakibinin mavi gözleri ise korkunun had
safhasında olduğunu işaret ediyordu. Terminatör birden sıkıldığını fark etti
ve dövüşü daha fazla uzatmamaya karar verdi. Aniden durdu ve şimşek
hızıyla bitirici hamlesini yaptı. Beton gibi yumruğunu sarışının göğsüne
indirerek nefesini kesti. Rakibi öne eğilmiş nefes almaya çabalarken

dirseğiyle sırtına vurup yere yıktı. Uzun saçları yayılmış şekilde yerde
hareketsiz kaldı adam. Terminatör eğildi ve onu halter misali iki eliyle

kaldırıp bas bir zafer nidası attı. Boş bir çuval taşıyormuşçasına rahat
hareket eden adam baygın rakibini tek eliyle havada tutmaya ve diğer

9
Kan Meleği

eliyle basket topunu çevirir gibi çevirmeye başladı. Bu şovları haftalardır


yapmıyor olsaydı insanlar şaşkınlıktan küçük dillerini yutabilirlerdi.
“Hay ben bu işin ta…” dedi deponun en kuytu ama en lüks

köşesinde oturan adam. Yumuşak koltuğunu gıcırdatarak ayağa kalktı.


Uzun bir of çekti.

“Esad abi, hayırdır?” dedi ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturmuş


fedaisi.
“Ne hayırı Süleyman? Görmüyor musun durumu?”
“Hangi durumu abi? Ne güzel millet coşkuyla bağırıp çağırıyor, biz

de paralarını topluyoruz. Bunda ne kötü durum olabilir ki?”


“Adamı ringe çıkarttığımızdan beri bir kez yenilmedi. Diğer tüm

dövüşçüleri haşat edip bırakıyor.”


“Biliyorum abi. Bunda bir kötülük mü var?”

“Çok safsın Süleyman,” dedi ve adamın kendinden bir karış


yukarıdaki ensesine yumuşak bir tokat indirdi. Ardından bir of daha çekti.
Koltuğunun etrafında volta atıp duruyordu. Sonunda durdu ve gözlerini
Süleyman’a dikti. “Bu böyle giderse bizim işler ne hale gelir farkında mısın?
Herkes Terminatör’e yatırıyor parayı ve herkes kazanıyor. Oranı 1’e 1.10’a
kadar indirdik ama kimse rakibe para yatırmak gibi bir salaklık yapmıyor.
Ayrıca her hafta bir adamımız hastanelik oluyor. Yakında elimizde dövüşçü

kalmayacak. O zaman ne bok yiyeceğiz Süleyman? Bir de artık sıkılıp


dövüşlere gelmeyen seyircilerimiz var tabii.”

“Şimdi anladım abi. Ne yapmamızı emredersin?”


Esad bir of daha çekip koltuğuna oturdu ve zafer turu atan

Terminatör’e baktı.

10
Gökcan Şahin

“Adama arada bir yenilsin diye bir servet önerdim, oralı olmadı
şerefsiz. Belli, derdi para değil. Gelip burada adam dövüp stres atıyor
anasını satayım. Ah bir mucize olsa da şu adamı yenecek bir âdemoğlu

geçse elimize.”
Tekrar Süleyman’a döndü. “Yoksa çok yakında temizlememiz

gerekecek it oğlu iti,” dedi. Patronunu onaylamadığı görülmemiş genç


adam yine kendinden bekleneni yaptı ve, “Ne zaman istersen abi,” diye
karşılık verdi elini belindeki silaha götürerek.
O an bir alkış tufanı koptu, zevk ıslıkları çaldı. Terminatör sarışın

adamı yere bırakmış -öldürmemişti, asla öldürmezdi- insanlara kendi


tezahüratını yaptırıyordu.

“Ah, bir mucize olsa,” dedi yine Esad. “Biri çıksa da şunun kemiklerini
un ufak…”

Cümlesini tamamlayamadan ilginç bir şey oldu. Siyah gömlekli bir


adam yavaş adımlarla ringe doğru ilerledi ve zafer çığlıkları atan
Terminatör’e bağırdı: “BENĐMLE DÖVÜŞMEYE VAR MISIN?”

***

Kısa bir süre için Terminatör’e meydan okuma cesareti gösteren

adamı bir kenara bırakıp yenilmez Terminatör ile Esad’ın karşılaşmalarına


göz atalım.

Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi Esad zengin, güçlü ama


genç bir yeraltı adamıydı. Bu nedenle de onu kendisi için tehdit olara

gören birçok düşmanı vardı. Yeraltı âleminde yükselişe geçtiği son beş yıl

11
Kan Meleği

içinde kendisine karşı pek çok komplo kurulmuş, kuyusu defalarca


kazılmaya çalışılmıştı. Kimini şansla, kimini adamlarının becerisi sayesinde,
kimini de bizzat kendi gücüyle engellediği bu saldırılar onun kendini

korumak için büyük yatırımlar yapmasına sebep olmuştu. Bir kale gibi
korunan Esad’ın özel malikânesi güvenlik bakımından en yüksek

düzeydeydi. Beş tane Pitbull ve on beş koruma her an tetikteydiler. Esad bu


konularda teknolojiye de çok güvenirdi. En pahalı ve garantili alarmlar
onun hizmetindeydi. “Güç Parkı”nın korunması için aldığı önlemler de
dikkate değerdi. Eğer deponun dışına bakılacak olursa yirmi beş tane

irikıyım koruma görülebilirdi. Eğer siz görmezseniz emin olun onlar sizi
görürdü… Đzinsiz girmeye veya çıkmaya çalışan kişinin hayatta kalma

olasılığı yok denecek kadar azdı.


Peki birisi çıkıp tüm bu güvenlik önlemlerini tereyağından kıl çeker

gibi aşsa ve sizin yanınıza gelip “dövüşmek istiyorum” dese ne yapardınız?


Đşte Esad’ın başına gelen de buydu. Bir buçuk ay önce bol para kazandığı
bir gecenin sonuna doğru bir adam deponun kapısındaki iki korumayı
gözünün önünde yere serip içeri girmişti. Unutulmamalı ki kapıdaki iki
koruma Esad’a ulaşmadan önceki son adamlardı, yani diğerlerini etkisiz
hale getirmiş olmalıydı.
Esad doğruca kendisine yönelmiş adamı görünce yanından eksik

etmediği FN Five-Seven model silahını çıkarmış ve bu gözü pek adama


doğrultmak üzere hazır bekletiyordu. Aslında istese onu hemen indirirdi,

ama bu pek çok yönden oldukça riskli bir hareket olurdu. Ringde son
dövüşçüler kıran kırana dövüşüyor ve seyirciler de tüm dikkatleriyle bu

maçı izliyorlardı. Bir silah patlaması tüm seyircilerin dikkatini çekecek ve

12
Gökcan Şahin

paniğe kapılmalarına neden olacaktı. Esad o gün için kaostan kurtulsa bile
kendini güvende hissetmeyen işadamları bir daha dövüşe gelmeye cesaret
etmezlerdi. Esad bu adamların çoğunun bir çocuk kadar tırsak olduğunu

çok iyi biliyordu.


Esad adamın yanına gelmesini beklemeye karar verdi. Ne kadar

güçlü olursa olsun elinde silah yoktu ve dünyanın en güçlü silahlarından


biri olan bir FN Five-Seven’a karşı durması imkânsızdı. Esad, yanında
silahını çekmeye hazır olan Süleyman’ı da uyararak adamın yanına
gelmesini izlemişti.

“Kimsin ve ne istiyorsun?” demişti iki adım ötesindeki kısa boylu


kaslı adama.

“Adım önemli değil, ama lakabım Terminatör. Đstediğim ise


dövüşmek. Şu ringdeki adamlar gibi…”

Ve Esad hemen o gece, en güçlü adamıyla dövüşmesi için bir maç


tertip etmişti. Çok önceleri hayalarına yediği bir tekme sonucu kısır kaldığı
için kendine Katır denen bu adam, sahip olmadığı tüm cinsel gücü de
dövüşlerde kullanıyor gibiydi. Yaptığı kırk maçın taş çatlasa beşini
kaybetmişti. Esad, Katır’ın kendine Terminatör diyen şu kendini beğenmişi
de anasından doğduğuna pişman edeceğinden emindi. Özellikle maçtan
önce, galibiyeti durumunda çok büyük bir prim vereceğini garanti ettikten

sonra.
Kendilerine söylenenden bir maç daha fazlasını izleme şansını elde

eden seyirciler epey mutlu görünüyorlardı ve hepsi de bahisler konusunda


pamuk ellerini ceplerine atmıştı. Esad zaten gayet kârlı geçen geceyi daha

da iyi durumda kapatacaktı. Fakat bu duruma pek keyiflenemiyordu, çünkü

13
Kan Meleği

paranın çoğunu şu beceriksiz korumaların yerine yenilerini tutmak için


harcayacağını biliyordu.
Katır ve Terminatör arasındaki heyecanlı dövüş, beklenmedik şekilde

Terminatör’ün lehine sonuçlandı. Hatta tam anlamıyla ter bile dökmeden


kazanmıştı adam. Esad bu duruma sevinse mi üzülse mi bilememişti, Katır

hastanelik olmuşken Terminatör yeni kahraman haline gelmişti ve


görünüşe göre dünyanın en hevesli dövüşçüsüydü.
Ertesi hafta yine ringdeydi Terminatör. Rakibi olan Fırtına Selim’i
rahat rahat nakavt edince seyircinin gönlündeki tahta iyice kurulmuştu.

Üçüncü hafta Esad daha önce denemediği bir şeyi denemiş ve aynı gece
içinde iki maç üst üste yaptırmıştı Terminatör’e. Rakiplerden biri, doping

kullandığı anlaşılınca lisansı alınan eski bir boks şampiyonuydu. On dakika


boyunca kendi tezahüratını yaptırdıktan sonra Terminatör’e üç dakika

dayanabilmişti. Đkincisi ise çekik gözlü olduğu ve kung fu hareketleri


kullanarak dövüştüğü için Bruce Lee lakabı verilmiş kara kuru biriydi.
Terminatör bu kez dövüşü rölantiye almış ve oldukça hareketli olduğu için
ona epey zevk veren rakibiyle yarım saat kadar oynadıktan sonra canı
sıkılınca tek yumrukla yere sermişti.
Dördüncü hafta hemen hemen tüm bahisler Terminatör’e oynanınca
ve o yine tüm maçları kazanınca Esad önlem almak zorunda kaldı. Dört bir

yana en iyi dövüşçüleri bulmak için haber gönderdi ve büyük ödüller vaat
etti. Beşinci hafta kendine Herkül diyen iki metre boyunda yüz kiloluk bir

adam geldi ve ilk kez Terminatör’ü zorlar gibi oldu. Gerçekten de iki
insanın birleşimi gibi duran bu adam eğer sıradan bir dövüşçüyle

karşılaşsaydı mağlup olma olasılığı yok gibiydi, bu da Esad’ı

14
Gökcan Şahin

umutlandırmıştı. Maçın ilk darbesi de Herkül’den gelince sinsi bir sırıtış


gelmişti Esad’ın yüzüne. Fakat sadece birkaç dakika sürecek bir sırıtış…
Terminatör ilk kez yaralayıcı darbeler yemesine rağmen Herkül’ü de

yenmeyi başarmıştı. Hatta o yüz kiloluk bedeni kaldırıp deponun duvarına


çarpmıştı. Sıvası dökülen duvarın tamiri yine Esad’ın cebinden çıkacaktı.

Sonuçta altıncı haftaya kadar yenilmeden geldi Terminatör. O gün


tam beş karşılaşma yaptı, yine yenilmedi. Sarışın uzun saçlı son kurbanını
da hallettikten sonra tüm bunlara rağmen sizin de şahit olduğunuz üzere
gönüllü bir rakip çıktı: Kara gömlekli, kel kafalı bir adam.

***

Esad nefesini tutmuş, kaşlarını çatarak izledi olanları. Yanındaki

genç, “Dışarı attırayım mı bu adamı?” diye söyleniyordu.


“Dur dur, bakalım ne yapacak? Bu cesareti nereden buldu acaba?”
Süleyman hiçbir şey önermemiş gibi sakince geri çekildi.
Terminatör sessizleşmiş salonu inleten bir kahkaha attı ve ringin
hemen dışındaki adamı tek eliyle kaldırıp ringe soktu. Siyah gömlekli,
ringde iki takla attıktan sonra ayağa kalktı, üstünü düzeltti.
“Sen mi bana meydan okuyon lan cılız!” dedi Terminatör. Eh,

haklıydı. Rakibi hiç de iri cüsseli biri değildi. Belki gömleğinin altında güçlü
kasları olabilirdi ama Terminatör’le asla yarışamazdı.

Cevap vermedi kara gömlekli. Bu sırada dövüşü organize edenler


boş durmamış bahisleri toplamaya başlamışlardı. Đnsanlar yeni gelenin

cesaretini takdir etmiş olsalar gerek, ona oynayanlar da pek az sayılmazdı.

15
Kan Meleği

Hatta o an tribünlerin yarısından fazlası ona tezahürat yapıyordu. Adı


çoktan koyulmuştu: SĐYAHLI! SĐYAHLI! Oysa Siyahlı’nın seyircilere oynama
gibi bir niyeti yoktu, hatta onların varlığını bile umursamıyordu.

Ringin dışında hakem niyetine getirilmiş bir adam gongu çalar


çalmaz Terminatör saldırıya geçti. Tüm gücünü verdiği sağ yumruğu

rakibinin suratını sıyırırken kulağına “kardeşini özlememiş gibisin,”


dendiğini duydu. Kaşlarını çattı, karşı bir yumruktan sıyrılırken Siyahlı’nın ne
demek istemiş olabileceğini düşünüyordu.

***

“Ulan valla dualarım kabul oldu!” diye sırıttı Esad. “Baksana yirmi
dakikadır dövüşüyorlar, Terminatör yıkamadı adamı. Bu Siyahlı’da iş var!”

“Abi, bizimkinin bu kadar öfkeli dövüştüğünü görmemiştim.


Baksana, hiç gülmüyor.”
“Doğru, ama şans bize gülüyor Süleyman, şans bize gülüyor. Bu
adam bugün bir devrim yaptı. Baksana tribünlere. Hepsi Siyahlı diye
bağırıyor. Tam istediğim şey oluyor.”
Esad’ın ve diğerlerinin tam istedikleri şey olsa da Siyahlı’nın istediği
şey olmuyordu bir türlü. Terminatör’ü çabucak etkisiz hale getirebileceğini

düşünmüştü, ama durum hiç de beklediği gibi değildi. Bu adam Zehir


Haluk’tan bile dişli çıkmıştı.

Sürekli antrenman yapıyordur, diye kendisi teselli ederek dövüşmeye


devam etti Siyahlı. Kendisi o kadar dövüşen biri değildi. Genelde insanlar

daha adını duyduklarında istediğini yaparlardı. Tüm Đstanbul’un yeraltı

16
Gökcan Şahin

camiasında isim yapmıştı. Đlk başta çirkin suratıyla tanınıyordu ama önceki
yıl artık dayanamayacağını anlayınca yüzüne estetik yaptırmış, yakışıklı
olmasa da normale yakın bir görünüme kavuşmuştu. Simetrik çıkmayan

saçlarını da sonsuza kadar kazıtmıştı. Mafya dünyasında bu estetik meselesi


duyulunca bir süre alay konusu olmuştu ama polis adına yaptığı birkaç

kahramanlıktan ve birkaç ‘kötü adam’ın işini bitirdikten sonra eski


karizması daha da güçlü olarak geri gelmişti. Suç âleminde “Acımasız”
denilince kaçacak delik aramayacak tek adam yoktu.
Oysa o kendisine “Acı” denilmesini tercih ediyordu.

Şu salondakilerin hiçbiri onun yüzünü görmemişti (aslında hemen


hemen ‘hiç’ kimse görmemişti) ve bu sayede oyununu sorunsuzca devam

ettirebiliyordu.
“Pes etmeye niyetin yok mu?” dedi boş bir anda. “Bu arada çok

gerçekçi bir lakap takmışsın kendine Terminatör! Eh, bir robota da bu


yakışırdı!”

***

Terminatör, o güne dek kimsenin tanık olmadığı bir öfkeyle saldırdı


rakibine. Son gücüyle sıktığı yumruk, Acı’nın yanağındaki metali

parçalayabilecek kadar sert indi. Acı ringin arkasında kalan iplerine çarptı,
ipleri kopardı, yere değmeden metrelerce gitti ve insanların “oooo” sesleri

eşliğinde yere düştü. Daha kıpırdayamadan kıskaç gibi bir el boğazına


sarıldı. Terminatör’ün yenilgi yüzü görmemiş eli…

“Kimsin lan sen? Ne demeye çalışıyorsun?” dedi tükürükler saçarak.

17
Kan Meleği

Acı böyle bir duruma düşeceğine ihtimal vermemişti. Sol gözü bir
kararıp bir açılıyordu. Ağzı seğiriyordu ve dilinin üzerinde kırılmış iki dişini
hissediyordu.

“Konuşsana lan! Ne robotu?” dedi Terminatör.


“Kuğu,” dedi zorlukla. “Kuğu Kılıcı…”

“Ne?” Terminatör’ün gözleri hayretle irileşmişti. Elini Acı’nın


boğazından çekti. Bir saniyeliğine gözlerini kapatıp açtı ve adamı
zorlanmadan kucağına alıp çıkışa yöneldi.
Esad’ın adamları önünü kesmekte gecikmediler. Terminatör, elleri

doluyken bile hünerlerini sergileyebildiğini gösterircesine iki adamı


darmadağın edip bir tekmeyle de kilitlenmiş depo kapısını kırarak dışarı

çıktı.
Bu sırada Acı düşüncelerine hâkim olmaya çalışıyordu. Đki sene

öncesini hatırladı. Zehir Haluk’u kucağında evine taşıyışı… Ve şimdi durum


öyle bir hale gelmişti ki kendisi başka bir robot tarafından kucakta
taşınıyordu. Peki kaderi de Zehir Haluk gibi mi olacaktı? Hayır buna izin
vermezdi, gücü hâlâ kaçmaya yetecek kadar vardı. En azından o öyle
umuyordu.
Dışarı çıkar çıkmaz kendini yere bırakılmış buldu. Zar zor ayağa
kalktı. Boynunu sabit tutmakta zorlandığını fark etti. Üstelik kulaklarında

sabit bir çınlama vardı. Birkaç saniye sonra çınlamayla boynunun sallanması
aynı anda sona erince rahatladı. Ağzındaki iki dişi tükürdü ve gözlerini

kendinden biraz daha kısa boylu ama epey kaslı rakibine dikti.

18
Gökcan Şahin

“Şimdi anlat bakalım, niye buldun beni? Ne istiyorsun?” dedi


Terminatör. Ama Acı cevap verecek vakti bulamadan deponun kapısından
Esad ve bir sürü koruması göründü.

“Gel,” dedi Acı, “arabam az ileride.”

***

Acı, arabayı önceki günden beri konakladığı Akdağ Sitesi’ne sürdü.


Tekirdağ sınırında ufak bir tatil sitesiydi burası. Marmara Denizi’ni gören bir

park yerinde aracı durdurdu ve konuşmaya başladı. Sol yanağı ağzını


oynattığı anda fena halde zonkladı. Belli ki aldığı hasar az buz değildi.

“Aslında,” dedi, “seni zorla konuşturmaya çalışacağımı sanıyordum,


ama durum tersine döndü.”

“Kuğu Kılıcıyla alakan ne? Kimsin ve ne istiyorsun?” dedi Terminatör


sabırsızca.
“Ben de bunu öğrenmeye çalışıyorum ya. Kim olduğumu yani…
Birilerinden adımın aslında Rqu-01 olduğunu duydum. Yedi sene önce
Haliç’te hafızamı kaybetmiş bir halde kendime gelip bir kebapçıda yeni
hayatıma başladıktan sonra bana “Acı,” demeye başladılar. Robot
olduğumu öğrenip yeraltı dünyasının korkulu rüyası olduğumdan beri

“Acımasız” diyorlar. Đki sene önce çıkarttığım nüfus kâğıdındaysa “Mert


Doğan” yazıyor. Kısaca istemediğim kadar çok ismim var. Ama ben Acı’yı

tercih ediyorum.”

19
Kan Meleği

Terminatör’ün tüm dikkatiyle dinlediğini görünce, Haliç’te kendine


gelişinden Zehir Haluk’un ağzından aldığı Kuğu Kılıcı projesine kadar her
şeyi sırasıyla anlattı.

***

“Đki senedir beni Haliç’te bulup kurtaran polisin yani Koray’ın da


yardımlarıyla diğer robotları bulmaya çalışıyorum. Aslında hepsinin suça
karışmış olduğundan emin olduğum için olağanüstü güçlere sahip

olduğundan şüphelendiğim suçluların tepelerine biniyorum. Hepsi de fos


çıktı ama görüyorum ki sonunda aradığımı buldum. Zehir Haluk’tan sonra

bulduğum ikinci robot sen oldun. Bu depoda kaçak dövüşler yapıldığını ve


haftalardır yenilmeyen bir dövüşçüden bahsedildiğini duyduğum an bir

robot için dövüşmekten daha kolay bir şey olmadığını düşünüp onun -yani
senin- bir robot olduğundan şüphelenmeye başladım. Kendine taktığın
lakabın Terminatör olması da ayrı bir destek noktasıydı. Bugün o iş
adamlarının arasına sızıp seni seyrettim ve kolayca yendiğin rakiplerinle
alay ederken kötülük ve nefret dolu kahkahalarını gördükten sonra…” Derin
bir nefes aldı. “Đşte buradayız.”
“Zehir Haluk yalan söylemiş,” dedi Terminatör renksiz bir ses

tonuyla. Acı şaşkınca yüzüne baktı. “Nasıl yani?”


“Zor durumda kaldığında, yani robot olduğu açığa çıktığında

anlatması için programlandığı hikâyeyi anlatmış sana. Diğer bir deyişle


söylediklerinin çoğu uydurma. Biz Amerikanlar tarafından falan yapılmadık.

20
Gökcan Şahin

Ama üç robot onlar tarafından dönüştürüldü, Haluk dediğin de onlardan


biriydi.”
Acı’nın yüzü allak bullak olmuştu. Đki yıldır inandığı şey tamamen

yalan mıydı? Yoksa yalan söyleyen şu an yanında olan mıydı?


“Hafıza yongan hasarlı olmasaydı sen de biliyor olacaktın, ama

bilmediğine göre sana her şeyi en baştan anlatmak zorundayım.”


“Dur bir dakika, dur…” dedi Acı. “Sen kimsin, önce onu söyle bana…
Robot olduğundan başka bir şey bilmiyorum. Amacın ne? Niye durup
dururken arkadaşça davranmaya başlıyorsun?”

“O delirmiş kalabalığın beni çağırdığı ada bakarsak Terminatör’üm,”


dedi gözlerini Acı’ya dikerek. “Amerikanlar ismimi önce Rqu-08, sonra Rqu-

Ex koydular. Ama hafıza yongama işlenmiş asıl ve ilk ismim Udel Ser
Venter. Gördüğün gibi benim de az ismim yok.”

***

Acı, iki sene önce robot olduğunu öğrendiğinden beri ilk kez bu
kadar afallıyordu. Hiçbir şey düşündüğü gibi çıkmıyordu.
Rqu-02’den Rqu-Ex’e kadar her birini farklı suçlar işlerken yakalayıp
yok edeceğini hayal etmişti o ana kadar. Bir gün Rqu-02 bir banka

soymaya yeltenirken çıkacaktı karşısına. Bir gün Rqu-04 art arda yirmi
cinayet işlemiş bir seri katil olarak düşecekti sorgu odasına. Rqu-05 mesela

bir uçak kaçıracaktı, Rqu-06 bir terör örgütünün başına geçecekti o


muhteşem gücü sayesinde. Rqu-07 belki Türkiye’nin yönetimini ele

geçirme planları yapacaktı. Ve elbette en güçlüsü, Rqu-Ex tüm çizgi

21
Kan Meleği

romanlardaki büyük kötü adam gibi Dünya’yı hâkimiyeti altına alma


planlarıyla karşısına çıkacaktı.
Şu işe bakın ki, Rqu-03’ten ya da nam-ı diğer Zehir Haluk’tan sonra

ilk karşısına çıkan o büyük kötü robot olmuştu ve Acı’ya gayet arkadaşça
durumun hiç de düşündüğü gibi olmadığını anlatmaya çalışıyordu.

Şimdi yaşadığı neydi peki? Hayal kırıklığı mı? Kahraman olma şansını
yitirdiği için üzüntü mü? Evet, kendine itiraf edemese de içinde yükselen
duygular arasında bunlar da vardı. Ayrıca resmen herkesin önünde dayak
yemiş, gururu incinmişti. Rqu-Ex’e öfkeli olması gerekirdi, ama o da

olmuyordu. Kendini bildi bileli -yani yaklaşık yedi senedir- böyle bir duygu
karmaşası yaşamamıştı.

“Hangi adını kullanmamı istersin?”


“Đster Udel’i kullan, ister Venter’i. Herhangi bir ad-soyadı ayrımı yok.

Ser bir ara isim olduğu için tek başına kullanılmıyor.”


“Tamam, Udel diyeceğim. Gerçi Türkçeye alışınca telaffuzu biraz
komik oluyor…”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Bütün geceyi bu arabanın içinde anlatacaklarımı dinleyerek
geçirmek zorunda kalabilirsin,” dedi Udel.
“Öyle olsun, nasıl olsa robotum, uykuya falan ihtiyacım yok.”

“Sen öyle san,” diye gülümsedi savaşçı. “Bir dene bakalım kaç gün
uyanık kalabiliyorsun… Bu arada canını yaktığım için üzgünüm. Emin olmak

zorundaydım.”
“Emin olmak mı?”

“02 veya 03 olmadığından. Gerçi 03’ü yok etmişsin anlattığına göre.”

22
Gökcan Şahin

“Neden 02 ve 03? Tehlikeli olan, daha doğrusu “kötü” olan onlar


mıydı?”
“Aslında ‘değiştirilenler’ diyelim. Neyse, hepsini bu gece

dinleyeceksin.”
“Peki, anlat bakalım. Özrün kabul edildi bu arada.”

Ve Udel Ser Venter bir robota yakışır biçimde, aksamadan,


duraklamadan, yorulmadan anlattı:
“16 Mart 1985’te başladı her şey…”

23
BÖLÜM ĐKĐ
KEŞĐF
16 Mart 1985’te Đç Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarında her

gün yaptığı gibi koyunlarını otlatan bir çoban sevdiği bir türküyü
mırıldanarak dalgınca yürüyordu.

Adı Musa’ydı. Dertsiz tasasız, kendi halinde bir hayatın en iyi


örneklerinden biriydi. Her akşam eve gelmesini dört gözle bekleyen iyi
huylu bir karısı, şirin mi şirin dört yaşında bir çocuğu vardı. Kendisi kırk beş
yaşındaydı ve on beşinden beri bölgenin en büyük köylerinden Karkaya’nın
değişmez çobanıydı. Onun için tüm hayvanların dilinden anladığı söylenirdi
laf arasında. Çobanlık tam anlamıyla kanında vardı. Şimdi, son birkaç aydır
yanında gezdirdiği bir genç de eşlik ediyordu ona. Tıpkı Musa’nın
çobanlığa başladığı gibi on beş yaşındaydı bu genç. Şu işe bakın ki onun
adı da Đsa’ydı. Đki peygamberin buluşması gibiydi onlarınki.

Đsa canı çok kolay sıkılan hiperaktif bir çocuk olduğundan ailesi
okula gitmediği zamanlar oyalansın diye Musa’nın yanına vermişti onu.

Musa başta hoşnut olmamıştı bu durumdan. Malum, yıllardır yalnız başına


yapardı bu işi. Ama bir kere alışınca Đsa’sız yapamaz oldu. Hem çocuk da
memnundu bu durumdan. Alan razı, veren razıydı kısacası.
Gökcan Şahin

Musa, Đsa’nın elindeki ince değneği yere sürüyerek sıkıntıyla oflayıp


pufladığını fark etti.
“Hayırdır Đsa? Bir derdin mi var?”

“Biliyon ya Musa emmi. Kuyucugil’in Hatice’ye tutkunum ne


vakittir…”

“Biliyom, biliyom, bilmeyen mi kaldı?”


“Öyle de… Kız naza veriyor kendini. Yüzünü bile göstermiyor.”
“Çok üstüne gitme oğlum. Gör bak, bir gün kendi gelecek
ayaklarına.”

“Herkes öyle diyor da emmi… Đçim içimi yiyor işte, elimde değil.”
Çoban genci teselli etmek için bir iki laf düşünürken gözleri

alışılmadık bir şeye rast geldi. Yüz adım ötede, toprağın yukarı doğru
meyillendiği yerde daha önce hiç rastlamadıkları bir yarık vardı.

“Đsa, Đsa,” diye dürttü oğlanı. “Şuraya bak hele…”


Çocuk, başını kaldırıp ustasının gösterdiğini görünce kaşlarını çattı.
“Bu ne ola ki, Musa emmi?”
“Dur bakalım, anlarız birazdan.”
Önlerindeki koyunlardan birkaçı yarığa girince iki çoban koşa koşa
yanına vardılar. Yarık, bir mağara gibi yatay uzanıyordu. Hatta düpedüz
mağara biçimindeydi. Girişi bir metreden biraz yüksekti ve bir insanın

eğilmeden içeri girmesi imkânsızdı. Koyunlar için bu yükseklik sorun teşkil


etmese de korkmuş olacaklar ki bir iki dakika sonra acı acı meleyerek geri

döndüler.
“Đsa sen malları kolla, ben bir içeriye bakıp geleyim,” dedi çoban.

“Emmi, içeri karanlık, nasıl görecen?”

25
Kan Meleği

“Yanımda çakmak var, bir bakıp gelecem. Sakın koyunları gözden


kaybetme.”
“Merak etme,” dedi Đsa ve ustası eğilerek içeri girip gözden

kaybolana kadar arkasından baktı. Sonra birkaç koyunun uzaklaşmakta


olduklarını görüp geri getirmek üzere peşlerinden gitti.

Musa Çoban ise çakmağın incecik ışığında ağır ağır ilerlemekteydi.


Her ne kadar girişi dar olsa da birkaç metre sonra insan boyunu geçiyordu
mağaranın yüksekliği.
Đçeride yoğun bir toprak kokusu vardı. Belli ki önceki gece bir toprak

kayması olmuş, bu koca mağara açılmıştı. Musa yavaş yavaş ilerlemeye


devam etti ama hava iyice boğucu olmaya başlayınca geri dönmeye karar

verdi. Belli ki görecek bir şey yoktu. Taze taze kokan toprak ve yer yer
dışarı baş vermiş bitki köklerinden başka…

Eğer göz ucuyla çakmağın ışığını yansıtan o şeyi görmeseydi


mağaradan hemen çıkacak, bu küçük keşif de sona erecekti. Ama gördü ve
merakla toprağın içine gömülü parıldayan şeyin yanına gitti. Kalın
parmaklarını bu şeyin üzerinde gezdirdi. Sert bir şeydi bu. Sert ve
pürüzsüz… Etrafını tırnağıyla hafifçe kazıdı ve tabakanın diğer yönlere
devam ettiğini gördü. Rengi griydi, tıklattığında hafif metalik bir ses
çıkıyordu ve en ufak bir çiziğe meyil vermeyecek kadar pürüzsüzdü. Tıpkı

geçen gün şehirden getirdiği gri tepsi gibi…


Biraz daha kazıyıp bir metrekarelik dümdüz bir duvarı açığa

çıkardıktan sonra iyice bunalınca dışarı çıkmaya karar verdi.


Birkaç dakika sonra Đsa’ya gördüğü şeyi anlatıyordu.

26
Gökcan Şahin

***

O akşam köye döndükten sonra Musa’nın ilk işi Muhtar’ın evine

uğramak oldu. Muhtar, evine buyur edip ne zamandır misafirliğe gelmediği


için azarladıktan sonra bir soğuk ayran ikram ederek dinledi çobanı. Musa,

hal hatır faslından sonra otlaklarda gördüğü mağaradan bahsetti. Gördüğü


metalin bir çeşit maden damarı olup olamayacağı hakkında fikir yürüttü.
“Valla tam zamanında görmüşsün madeni,” diye yanıtladı Muhtar.
“Oğlum geliyor yarın Đstanbul’dan. Biliyon maden mühendisi kendisi.”

“Bilmem mi? Bizim Kara Mehmet işte… Çocukken her yeri eşeleyip
dururdu…” Gözü uzaklara daldı. “Vay be ne kadar zaman geçmiş görmeyeli.

Gene de hatırımda… Amerika’larda okudu da köyümüzün gururu oldu


aslanım…”

“Sağ olasın çoban. Yarın bizim oğlana söyleriz, bakar ne olduğuna.


Şimdilik bir şey etmeye gerek yok.”
Çoban ve Muhtar bu konu kapandıktan sonra uzun uzun muhabbet
edip köyün, şehrin ve ülkenin durumunu gözden geçirdiler. Eve giderken
üzerinden büyük bir yükün kalktığını düşünüyordu Musa.

***

Ertesi gün Muhtar’ın oğlu Mehmet yol yorgunu olduğu için

mağaraya gidemediler ama sonraki gün on beş kişilik bir ahaliyle birlikte
yola koyuldular. Köy meydanında buluşup yola çıkmalarından iki buçuk

saat sonra mağaranın ağzında kazma küreklerini yerlere sermiş

27
Kan Meleği

dinlenmekteydiler. Bu arada Musa Çoban, Đsa ve Mehmet içeri girmiş,


güçlü el fenerinin ışığında levhayı arıyorlardı.
“Aha burada,” dedi Musa Çoban. “Kendim kazdıydım burayı.”

El feneri hemen oraya döndü. Jöleli saçları, spor kıyafetleri ve şehir


aksanıyla köy halkından epey farklı olan Mehmet ağzındaki naneli sakızı

çiğnemeyi kesip levhaya dokundu, tıklattı, tokatladı…


“Bu maden değil abi,” dedi. “Böyle pürüzsüz maden olmaz. Đnsan
yapımı bir şey bu.” Sonra gülümsedi. “UFO mu buldunuz, ne buldunuz…”
“UFO da ne la?” dedi Đsa. Mehmet ona hayretle baktı. “Abi, arada bir

kitap, dergi falan oku. Nasıl bilmezsin UFO’yu…”


Đsa’nın bu ‘şehir züppesi’ne aldırdığı yoktu, hiçbir zaman da

olmayacaktı. UFO’nun ne olduğunu merak etmekten vazgeçip Çoban’a


döndü.

“Ne yapayım Musa emmi? Çağırayım mı bizimkileri?”


“Dur bir koçum, Mehmet hele bir baksın.”
Mehmet sakızını tekrar çevirmeye başlamış, yanında getirdiği ufak
kazmayla etraftaki toprağı kazıp levhanın büyüklüğünü kestirmeye
çalışıyordu. Birkaç dakika boyunca levhanın hâlâ ucunun bucağının
görünmemesi artık birilerinin yardım etmesi gerektiğini düşündürttü
mühendise.

“Off, belli, küçük bir şey değil bu. Bari çağıralım dışarıdakileri de
yardıma gelsinler,” dedi Musa’ya.

Musa da Đsa’yı bir baş hareketiyle dışarı gönderdi. Az sonra


fısıldaşarak gelen bir köylü grubu göründü el fenerinin ışığında.

28
Gökcan Şahin

“Beyler, gelin bakalım,” dedi Mehmet. “Şu levhanın etrafını kazıyoruz


beraber, farklı bir şey görürseniz hemen haber veriyorsunuz. Bayağı sağlam
görünüyor ama siz yine de zarar vermemeye çalışın…”

“Her yandan onaylama mırıltıları geldi. Mağaranın geniş duvarı


boyunca kazı başladı.

Yaklaşık dört saatlik dikkatli bir çalışma sonucunda ortaya çıkan şey
Mehmet için bile yeterince şaşırtıcıydı:
Dokuz metre kenar uzunluklu devasa bir metal küp… Ne en ufak bir
girinti-çıkıntı, ne de içinde ne olduğunu belirten en ufak bir iz vardı.

Mehmet, küpün hangi maddeden olduğunu anlaması için gerekli


malzemeleri yanında getirmediği için bu konuda da yorum yapamıyordu.

Gerçi saf ve iyi bilinen bir maddeden yapılmıyorsa laboratuar incelemesi


şarttı. Küpün maddesini öğrense bile böyle bir keşif onu aşıyordu. Böyle

mükemmel bir küp ancak insan eliyle yapılabilirdi ve köylüler fark etmeden
bu büyüklükte bir şeyin nasıl toprağın altına gömüldüğünü anlaması
olanaksızdı. Aklına tek bir çözüm geliyordu. Üniversiteden hocası olan Prof.
Dr. Merih Đnan’ı aramak. Ondan başka kimseye güvenemezdi. O sırada
çalıştığı şirkete bile…

***

Köydeki tek telefon Muhtar’ın evindeydi. Mehmet eve gider gitmez

babasının telefonunu kullanarak eski hocasını aradı. Ama elde ettiği şey
profesörün konu hakkındaki görüşleri değil, ölüm haberi oldu. Merih Đnan,

iki hafta önce sokak ortasında bıçaklanarak öldürülmüştü. Mehmet’in

29
Kan Meleği

aklına hemen siyasi cinayet olasılığı geldi. Hocasının aydın ve demokrat


görüşlü olduğunu ve darbe hükümetlerine karşı her zaman soğuk tavır
takındığını biliyordu. Ah, Merih Hoca… Kim bilir yine kimin damarına

basmıştı.
Mehmet çok sevdiği hocasına mı üzülsün, yoksa insanlık tarihine

etki edebilecek tuhaf bir buluş yaptığına mı sevinsin bilemiyordu. Bu tuhaf


psikoloji içinde bocalarken Amerika’dayken tanıştığı bir yüksek mühendisi
aradı ve durumu anlattı. Mühendisin hemen yola çıkacağına ve küp
hakkındaki araştırmaların masraflarını üstleneceğine dair verdiği taahhüt

onu şaşırttı.

***

Keşif yapılalı bir ayı geçmiş, takvimler 21 Nisan 1985’i gösteriyorken,


küp yerinden çıkarılmış, bulunduğu yerin birkaç yüz metre ötesinde
kurulan araştırma yerleşkesine taşınmıştı. Sekiz Amerikalı bilim adamı,
Mehmet’in de içinde bulunduğu üç mühendis ve küçük işlere bakan on beş
kişiden oluşan bir ekip küpün sırrını çözmek için canla başla
çalışmaktaydılar. Buluş kesinlikle basına sızdırılmıyor, büyük bir gizlilik
içinde araştırmalar sürüp gidiyordu.

Mehmet her ne kadar araştırma komitesinde olsa da, kendisine


yeterli bilgi verilmediği konusunda şüpheleri vardı. Amerikalılar özellikle

son zamanlarda Mehmet’e verilen görevleri hayli azaltmış, sadece basit


araştırma görevleri vermeye başlamışlardı. Sanki onu projeden

30
Gökcan Şahin

uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Mehmet bu durumun kendi kuruntusu olup


olmadığından emin olmasa da içinde sürekli bir rahatsızlık hissi vardı.
Bir gün babasının Đstanbul’a göç etmek istediğini söylemesi onu

hayli şaşırttı. Tamam, o sıralar köyden kente göç adeta moda olmuştu ama
iş derdi olmayan, büyük tarlalara sahip olan ve üstelik köyün çeyrek asırdır

muhtarlığını yapan -öyle ki köyde muhtarın adını bilen yoktu, herkes


tarafından “muhtar” diye çağırılırdı- babası neden böyle bir şey istesindi ki?
“Oğlum, yıllardır tarımdan kazandığımız paraların çoğu elimizde.
Artık şehre gidip güzel bir emeklilik yaşayalım diyoruz. En çok da annen ve

kardeşin için istiyorum. Orada şöyle güzel bir apartmanda ev tutarız,


köydeki onca dert olmadan rahat rahat yaşarız. Kardeşin de okur orada…

Biliyorsun, o senin gibi değil, okumaya niyeti yok. Burada kalsak ortaokulu
bile bitiremeyecek…”

Muhtar şehre taşınmak için yüzlerce bahane bulmuştu. Ve aslında


anne-babası kararlarını da çoktan vermiş gibiydiler. Mehmet’e sormaları
formalite icabıydı.
“Zaten baksana köyün yarısı taşındı şehre. Gerisi de önümüzdeki yaz
taşınacaklar. Musa çoban bile taşınmaya karar vermiş. Görürsün, köyde tek
Allahın kulu kalmayacak… Biz ne edelim bu ıssız diyarlarda tek başımıza?”
Mehmet ne onayladı, ne engel oldu. “Siz bilirsiniz,” gibisinden bir

yanıt verdi. “Ama ben burada kalıyorum, Amerikalılar ne yapıyor görmem


lazım, kendi bulduğum küpün ne menem bir şey olduğunu öğrenmem

lazım…”
“Tamam oğlum, sana gel demiyoruz. Đşin bitince gelirsin zaten. Hem

artık senden de uzak kalmayız.”

31
Kan Meleği

Ve taşındılar da. Hatta Mehmet’in hiç beklemediği şekilde köyün


tamamı taşındı bir sene içinde. Amerikalılar ise bu durumdan gayet
memnun görünüyorlardı. Zaten araştırmaları duyulmasın diye ellerinden

geleni artlarına koymuyorlardı. Artık bir şey yapmalarına da gerek yoktu.


Kimse görmeyecekti onları. Kimse sorgulamayacaktı ne yaptıklarını…

Mehmet zaman geçtikçe kendi üzerinde de baskı kurmaya


başladıklarını hissetti. Türk mühendislerin ikisi zaten çeşitli sebeplerle
gitmişlerdi. Küçük işlere bakan iki Türk dışında sadece kendisi kalmıştı
Amerikalı olmayan. Mehmet bu durumu Türkleri proje dışına çıkarmaya

çalıştıklarına yordu. Kim bilir belki küpün sırrı bile çözülmüştü de açık
edilmiyordu. Küpün hâlâ açılamamış olması ama bilim adamlarının bunu

çok da umursamıyormuş gibi görünmesi iyice şüphelendirmişti onu.


Mehmet sonunda geceleri uykularını kaçıran bu düşüncelerden

kurtulmak için harekete geçmeye karar verdi. Birkaç bilim adamı dışında
herkese kapalı olan SwSw odasına girmeyi kafasına koydu. SwSw’nun
anlamını bile bilmese de içeride ne olduğunu görmek zorundaydı. Bir
cumartesi gecesi herkesin uyuduğundan emin olduktan sonra bilim
adamlarından birinden odanın anahtarını aşırmayı başardı. Hiçbir aksilik
yaşamadan odanın kapısını açtı ve içeri girdi. El fenerinin ışığında elektrik
düğmesini aradı. Bulup açtığında ve odayı gördüğünde gözbebekleri

büyüdü, ağzı açık halde donakaldı.

32
BÖLÜM ÜÇ
KOPYALAR
“Dur tahmin edeyim,” dedi Acı. “SwSw eşittir SwanSword. Yani Kuğu

Kılıcı.”
“Doğru tahmin,” dedi Udel.

“Odada da bizi buldu. Robotları yani.”


“Tam isabet. Şeffaf tabutlara kapatılmış sekiz adam buldu.
Tabutların üzerinde sırasıyla Rqu-01 ile Rqu-08 arası isimler yazıyordu.
Henüz üzerimizde yeterince araştırma yapılmadığı ve farklı olduğum
anlaşılmadığı için ismim Rqu-Ex değildi.”
“Sonra…” diye araya girdi Acı. “Sen uyandın, Mehmet seninle
konuştu ve tüm yaşadıklarını anlattı, değil mi? Bunların hepsini de bu
sayede biliyorsun?”
Kafasını olumsuz anlamda salladı: “Bu kez tutmadı.”

Udel gözlerini gökyüzünde parlayan aya dikti ve konuşmaya devam


etti: “Mehmet robotları tek tek inceleyerek benim yanıma kadar geldi…”

***
Kan Meleği

Mehmet şaşkın şaşkın şeffaf tabutların içindeki adamlara bakarak


ağır adımlarla odanın sonuna doğru yürüdü. Bulunduğu duruma anlam
veremeyen Mehmet yine de mühendis olarak eğitilmiş beyninin istemsizce

durumu irdelemesine engel olamıyordu. Odada attığı her adımda aklından


onlarca olası durum geçiyor, ama bunlar yalnızca olasılık olarak kalıyordu.

Rqu-08’in yanına geldiğinde durdu ve kutunun kapağını açmaya karar


verdi. Herhangi bir kilitle koruma altına alınmamış olan kapak kolayca
yerinden kaydı. Kapağı açtığı ilk saniyelerde bir yerlerde alarmlar öteceğini
ve yakalanacağını düşündü ama öyle bir şey olmadı. Biraz olsun

rahatladıktan sonra karşısındaki kas yığınını incelemeye koyuldu. Zift gibi


siyah saçları tavandan yayılan ışığı son fotonuna kadar soğuruyordu.

Bedeni soğuktu ama sıradan bir insan sertliğindeydi. Hiçbir yerinde yara izi
görünmüyor, ezilme, büzülme, morluk gibi şeyler göze çarpmıyordu.

Mehmet, ellerini karşısındaki bedenin ağzının ve burnunun önünden


geçirerek hava akımı olup olmadığını kontrol etti. Hayır, nefes almıyordu.
Nabzını kontrol etmek için bileğini kavradı. Nefesini dahi tutarak yarattığı
mutlak sessizlikte herhangi bir atım olup olmadığına baktı. Saniyeler akıp
geçti, en ufak bir nabız izi yoktu. Tam bileği bırakacakken ani bir
kıpırdanmayla kendini birkaç metre geriye sıçramış halde buldu. Adamın
gözkapakları açılmıştı ve zeytin siyahı gözleri doğruca ona bakıyordu.

Az önce nabzı dahi atmayan adam düpedüz canlıydı ve şimdi


sadece dudaklarını kıpırdatarak tekdüze bir sesle konuşuyordu:

“Mehmet Dağkılıç. 21 Eylül 1960 doğumlusun. Maden mühendisisin.


Amerika’da yaşıyorsun ve orada bir kız arkadaşın var. Bilinçaltında sürekli

onu görme isteği yatıyor, ama burada kalmak için de oldukça geçerli

34
Gökcan Şahin

sebeplerin var. Kan grubun A Rh pozitif. Askerliğini Erzurum’da ve Siirt’te


yaptın. Hayatında hiç ölü birini görmedin. Evli değilsin ve artık evlenmek
istiyorsun, ama yabancı bir gelin getirmene ailenin ne tepki vereceğini

bilmediğin için onlara hiç açılmadın. Anneni çok seviyorsun, ama babanı
çocukluğunda senin istediğin gibi davranmadığı için hiçbir zaman çok

sevemedin. Hayatındaki en büyük travma dört yaşındayken Mustafa adlı


bir arkadaşının seni ağıla kilitlemesi ve yedi saatini orada geçirmiş olman.
Bedenin oldukça sağlıklı. Tüm kan ve hormon değerlerin sağlıklı olman için
ideal değerlerde…”

Mehmet üzerindeki geçmek bilmeyen korku dalgasını atmaya


çalışırken, karşısındaki adamın onu bu kadar iyi tanıyor olmasına da

şaşırmaktaydı. Sonunda onun sözünü kesme cesareti gösterdiğinde zaten


tüm hayatının gerçekleri önüne serilmişti.

“Kimsin sen?” dedi doğal bir tepkiyle. “Beni nasıl bu kadar iyi
tanıyorsun?”
“Ben, son hesaplarıma göre 7.152.243 yıl önce üretilmiş, gezegen
üzerindeki zeki yaşam varlığını sonsuza kadar korumakla görevli kırk bir
robottan biriyim. 30.012 yıl önceki son büyük çarpışmanın sonunda hayatta
kalan sekiz robotun lideriyim. Bana konulmuş ilk isim Udel Ser Venter. Üç
ay önce siz Yedinci Nesil insanlar tarafından konulan son ismim Rqu-08.”

“Yedi milyon yıl mı?”


“Tam olarak 7.152.243 yıl.”

“Ya… yani siz o küp… küpten mi çıktınız?” diye kekeledi Mehmet. Ne


diyeceğini, ne yapacağını bilmediğinden ilk aklına geleni söylemişti.

35
Kan Meleği

“O küp bizim binlerce yıl hasar görmeden barınmamızı sağlayan bir


yapı. Hafıza yongamızdan mümkün olduğunca az bilginin kaybına izin
veriyor. Yoksa amacımızı hatırlayamayız.”

“Be… Ben hiçbir şey anlamadım. Neye karşı koruyorsunuz insanları?


Neden?”

“Đnsanlık belli zamanlarda yok olma tehlikesiyle karşılaşır ve bu


belirli periyotlarla tekrarlanır. Küpün içindeki bir mekanizma bizi bu yok
oluş döneminden kısa bir süre önce uyandırır.”
“Yani şimdi… şimdi bir felaketin eşiğinde miyiz? O yüzden mi?...”

“Bizi küp uyandırmadı, küpü açan insanlar uyandırdı. Bu durumun


olumsuz sonuçlarını şu an hesaplayamıyorum. Aslında şu an yapmamız

gereken şey küpü taşıyıp başka bir yerde tekrar uykuya dalmak ama
insanlar küpte geri dönüşü olmayan hasarlara sebep oldu. Bizi kopyalayıp

kendilerine asker yaratmaya çalışıyorlar.”


“Asker mi yaratmaya çalışıyorlar?”
“Evet, bunu da kalan son sekiz robot içinde sadece bende olan
dokunma alıcılarım sayesinde öğrendim, tıpkı sen bana dokunduğunda
tüm bilgilerini öğrenmem gibi. Eğer devrelerimizi çözüp asker yaratmayı
başarırlarsa gelecekte neler olabileceğini hesaplayamıyorum. Ama insanlık
için iyi olmayacağından eminim.”

“Peki diğerleri de uyanık mı?”


“Hayır, şu an hareketleri engellenmiş durumda. Küpe verilen hasar

onların aktive olmalarını engelledi.”


Lanet olsun, hepsi benim suçum, diye düşündü Mehmet. Küpü bulan

oydu, Amerikalıları bu işe bulaştıran oydu, projenin başlamasını sağlayan

36
Gökcan Şahin

ve her aşamasında yardım eden oydu. Ve bana dokunduğuna göre bunların


hepsini biliyor.
“Bütün bunları neden bana anlatıyorsun?” diye sordu robota.

“Çünkü yardım etmeni umuyorum.”


“Ama nasıl?”

O anda SwSw odasının kapısı şiddetle açıldı. Dürbünlü tüfekleriyle


iki kişi içeri girdi: “Stay there! Hands up!”
Mehmet kısa bir an yaşadığı tereddütten sonra ellerini kaldırdı ve
teslim oldu. Yapacak başka bir şey yoktu. O ne bir süper kahramandı, ne de

güçlü bir robot. Sıradan bir insanın çaresizliği içinde odadan çıktı ve
bilinmeyen bir yere götürüldü.

***

Udel Ser Venter, tek kurtuluş umudu olan Mehmet Dağkılıç’ın


Amerikanlar tarafından tutuklanışını anlatırken duraksayınca Acı derin bir iç
çekti. Hikâyenin gerisini merak ettiğini söylemek için ağzını açmıştı ki…
“Onu bir daha görmedim,” dedi Udel.
“Ne? Görmedin mi? Nasıl kurtuldun peki?”
“Hemen hemen yirmi yıl boyunca kurtulamadık. Üzerimizde binlerce

deney yaptılar. Hatta şu an kullandığınız bazı elektronik devrelerin bizim


sayemizde oluşturulduğunu söyleyebilirim.”

“Peki şu an nasıl özgürsün?”


“Laboratuarda yapılan bir hata sayesinde. Ha, senin de payını

yadsıyamam tabii.”

37
Kan Meleği

“Benim payım mı?”


Dalgınca başını salladı Udel ve tekrar hikâyesine dönmek üzere
ağzını açtı.

Henüz ses telleri kıpırdamamışken (belki de onunkiler gerçekten


‘tel’di) arabanın camına tıklatıldığını duydu. Konuşmaya öyle dalmışlardı ki

yanlarına gelen adamı fark etmemişlerdi. Acı kaşlarını çatarak camı indirdi.
Takım elbiseli bir adamdı gelen. Cama eğilince kravatı sarkmıştı.
Adamın karanlıkta kedi misali yeşil yeşil parlayan gözleri vardı. Daha Acı ne
istediğini soramadan “demek buradaydınız,” dedi. Ve biraz geriye çekilip

eğildi.
Acı ve Udel, onun ne yaptığını anlayamadan zeminin hareket ettiğini

hissettiler. Acı kapıyı açmaya çalışırken arabanın tabanı yerden yükseldi.


Adam aşağıda kalmıştı ve saçlarından başka bir yeri görünmüyordu. Bir

saniye sonra da arabanın altında tamamen kayboldu.


“Arabayı kaldırıyor!” dedi Udel. Bir saniye geçmemişti ki araba ok
gibi ileri fırlarken iki robot eylemsizlik kuvvetinin etkisiyle koltuklarına
lehimlendiler. Kısa bir süre yere göre kırk beş derecelik bir açıyla adeta bir
top mermisi gibi denizin üzerinde uçtuktan sonra araba yere paralel hale
geldi ve yavaşladı. Çok geçmeden de düşüşe geçti. Acı hâlâ kapının
kolunda olan elini çekti ve istemsiz bir çığlık attı. Denize gömülmeden önce

gördüğü son manzara dolunayın suyun üzerinde kıpırdanan yansımasıydı.

***

38
Gökcan Şahin

Hiçbir şey göremiyor, hiçbir şey duyamıyor, hiçbir şey


hissedemiyordu. Var mıydı, yok muydu, onu dahi anlayamıyordu. Bir şey
onu bir yere çekiyordu; ama aşağı mı yukarı mı, içine mi dışına mı, belli

değildi. Evrende başıboş dolaşan bilinçli bir nokta gibiydi. Kaybolmuş…


Yitmiş…

Yoğun bir deja vu hissi beynini kavururken denizin dibine doğru


umutsuz yolculuğu kavrayamadığı bir zamandan beri sürüyordu. Kurtulmak
için en ufak bir çaba göstermiyor, donakalmış bir halde Marmara
Denizi’nin dibine giden yolu seyrediyordu.

Arabanın içi yavaş yavaş denizin tuzlu suyuyla dolarken yanında


oturan Udel’in farkında bile değildi. Haliç’te kendine gelişini yaşıyordu o an

zihninde ve bundan bir türlü kurtulamıyordu. Ta ki yolcu koltuğunun


tarafındaki kapı sert bir darbeyle dışarı fırlayana ve adını çağıran bir sesi

defalarca duyana kadar…


Kapıdan içeri sel gibi akan su bedenine çarparken bir el onunkini
kavradı ve dışarı çekti. Arabadan hızla çıktı ve başıboş dolanan bir nokta
olma halinden çıkıp kendini bulmayı başardı. Kısa süre sonra yüzeydeydi.
Gözleri Udel’i ararken etrafındaki suyun yavaş yavaş kızardığını fark
etti. Gökyüzünde parlayan ayın cüretkâr ışığında çok rahat görebiliyordu
bu rengi.

Yine kanıyorum, diye düşündü. Aynı yere döndük. Yıllar sonra bir kez
daha kanlar içinde yüzüyorum. Bu tuhaf hayat yine gösterdi sihrini ve beni

yedi yıl öncesine geri götürdü.


Unutmuştu her şeyi o anlığına. Haliç’ten çıktığı günden beri

yaşadıkları basit bir rüyaydı. Suyun yüzeyinde baygın kaldığı birkaç saat

39
Kan Meleği

içinde kendi kafasında uydurduğu bir hikâye belki de. Aynı yerdeydi işte.
Yine denizdeydi, yine kanıyordu, yine çıplak hissediyordu kendini… Ve yine
yüzüyordu sahile. Belki o kara parçasına ulaşmak her şeyi çözerdi. Belki

koca bir madeni küpün içinden çıkarılmış robot değil de teknesi batmış bir
balıkçıydı. Belki…

Çıktı kıyıya. Çıplak olmadığını gördü. Yırtık pırtık ve sırılsıklam da


olsa siyah gömleği ve pantolonu üzerindeydi. Terminatör’le dövüştüğü
sırada “Siyahlı!” tezahüratlarına sebep olan giysileri hâlâ onu terk etmiş
değillerdi. Üstelik öyle çok kan da akmıyordu üzerinden. Sağ kaşından

gözüne ve oradan gömleğine süzülen kızıllık, her şeyi açıklıyordu şimdi.


Arabadan çıkarken kapıya çarpmıştı kaşını, ama o sırada bunun farkına bile

varmamıştı.
Lanet olsun, dedi gömleğini üzerinden söküp atarken. Her şey

gerçekmiş!
“Niye gerçek olmasın ki?” dedi kibar bir ses. “Sen robotsun, ben
robotum, insan olmasak da gerçeğiz.” Acı zar zor gördü cevap vereni.
Kumsala çekilip ters düz edilmiş ufak bir tekneye yaslanmış takım elbiseli
bir adamdı. Birkaç adım atınca adamın onları denize atan kişi olduğunu
fark etti.
“Rqu-02!” diye homurdandı Acı.

“Bravo, bildin, ama biraz eksik söyledin. Ben Rqu-02.3. Yani 02’nin
üçüncü kopyası.” Acı saf öfkeyle sarmalanmışken bu söyleneni pek

anlamıyordu. Şimdi tek isteği karşısındakini yok etmekti. Sonsuza kadar…


Bunun için hızlı ve güçlü adımlarla yaklaşıyordu adama.

40
Gökcan Şahin

“Ağır ol bakalım,” dedi biri. Kumsalın bittiği yerdeki ağaçlıkların


arkasından çıkan kısa boylu ama güçlü görünümlü bir adamdan gelmişti
ses. Ve onu en az bir düzine daha adam takip ediyordu. Acı’nın gözü en

öndekini ısırsa da çıkaramadı. Ama çıkaran biri vardı ve onun sesi deniz
tarafından geldi: “Esad!”

Acı istemsizce arkasını döndü ve sırılsıklam dalgaların arasından


çıkan Udel’i gördü.
“Esad ya!” diye alayla konuştu kısa ama güçlü adam. “Benim de
robot olabileceğimi hiç aklına getirmedin değil mi? Düşün bakalım, yeraltı

dünyasında sence nasıl bu kadar hızlı yükselmiş olabilirim?”


“Şerefsiz!” dedi Udel, Acı’nın yanına varırken.

“Bu arada bana da Rqu-02.1 diyebilirsin. Yani orijinal Rqu-02’nin ilk


kopyası. Şu etrafımdakiler de diğerleri. Kabul, birbirimize pek

benzemiyoruz ama çalışma prensiplerimiz aynı.”


“Demek başardılar,” dedi Udel.
“Hem de çok ani oldu Terminatör,” diye sırıttı Esad. “Kuğu Kılıcı
merkezinde olanlardan sonra 02 ve 03’ü alıp Amerika’ya götürdüler. 01
başarısız olup, diğer tüm robotlar ellerinden kaçınca artık orada
kalamazlardı. Sen Amerikanların bu muhteşem deneyi öylece bırakıp
gideceklerini mi sandın yoksa? Etrafta kendilerini ve belki de tüm insanlığı

tehdit edebilecek altı tane robot varken boş boş oturacaklar mıydı? Tabii ki
hayır. Amerika’da işler çok daha iyi gitti. Zaten epey ilerleme kaydedilmiş

olan çalışmalar sadece iki senede yeni kopyalar üretebilecek seviyeye geldi.
Bunun için sadece 02’yi kullandılar. 03’ü ise diğer robotları bulması için

Türkiye’ye geri yolladılar. Açıkçası onun yok olmasına kimse üzülmedi.

41
Kan Meleği

Çünkü kopyalar çoktan elde edilmeye başlanmıştı. Üretildikçe Türkiye’ye


gönderildik. Sizi yok etmemiz gerekiyordu ve an itibariyle bunu yapma
zamanı geldi.”

“Neden şimdiye kadar yapmadın bunu? Benim robot olabileceğim


hiç aklına gelmedi mi?”

“Yoo, daha ilk görüşte anlamıştım. Belki başkalarını da getirirsin diye


düşündüm önce. Sen elimin altındaydın zaten, ama senin ününü duyan
diğer robotlar da elime düşeceklerdi. Bunun için dört bir yana haber
gönderdiğimi biliyorsun. Terminatör’ü yenene büyük ödüller! Ha ha ha…”

Esad bu içten olmayan kahkahadan sonra yine asık suratlı haline


döndü ve konuşmaya devam etti:

“Haftalardır hayal kırıklığına uğradığımı kabul ediyorum. Hatta seni


tek başına yok etmeyi düşünmeye başlamıştım. Ama bugün şu yanındaki

adam bir sürpriz yaptı. Şimdi bir taşla iki kuş vurmuş olacağım. Sizinle aynı
güçte on bir robot var yanımda. Bakalım kaç dakika dayanabileceksiniz…
Beyler… Gebertin şunları!”
Etrafları sarılmıştı, on ikiye karşı ikinin kesinlikle şansı yoktu. Udel
diğerlerine göre biraz daha güçlü olabilirdi, ama yine de ne kadar
dayanabilirdi ki? Belki de o an için tek şansları kaçmaktı ki o da olanaksızdı
artık.

Acı daha neler olduğunu tam çözememişken kendini sonu belirsiz


bir kavganın içinde bulmak üzereydi. O güne kadar kimseye kaybetmemişti

fakat Udel ona gayet yenilebilir biri olduğunu göstermişti depoda. On iki
düşman ağırdan alarak üzerlerine gelirken iki robotun tek yapabildikleri sırt

sırta verip gardlarını almaktı.

42
BÖLÜM DÖRT
KAN MELEĞĐ
Beş adam köşeyi dönüp birkaç sokak lambasının cılızca aydınlattığı

sokağa girdi. Etraf ıssızdı. Đnsanların bir kısmı çoktan uykuya dalmış, bir
kısmı da televizyon başında yavaş yavaş uyuklamaya başlamışlardı. Sıcak

havanın gazabına uğramış bir iki kişi balkonda oturmakta ve sivrisineklere


av olmaktaydılar. Bomboş uzanan asfaltta iki kedi birbirlerinin peşi sıra
karşıdan karşıya geçip duruyordu. Çok hafif bir rüzgâr apartmanların
aralarındaki tek tük ağaçların yapraklarını titretiyor, birkaç ufak yarasa
lambaların etrafında tur atıyordu. Her şey ne kadar sıradandı Eyüp’ün bu
yüksek apartmanlarla çevrilmiş sokağında. Düzenli olarak sıralanmış
lambalara rağmen ortamın pek de aydınlık olmamasından faydalanıp
hemen hemen her akşam bir duvar dibinde birkaç bira götüren üç genç
bile bu sıradanlığın bir parçasıydılar. Ama işte bir de bu beş adam vardı bu

gece. Beş tuhaf adam.


Sigarasını tüttüren uzun suratlı genç kısık sesle konuştu: “Bunlar da

kim lan?”
“Polis falan olmasınlar?” dedi bira şişesini sıkıca tutan diğer genç.
Kan Meleği

“Yok, yok, polise hiç benzemiyorlar. Tekin adamlar değil bunlar.


Bizim sokakta ne işleri var acaba?”
Đster üç yaşındaki bir velete, ister doksanındaki bir bunağa sorun, bu

adamların tekinsiz olduklarını söyler ve bir an önce uzaklaşmak için


ellerinden geleni yaparlardı. Önde yaşlıca, ağarmış top sakallı, hafif kambur

bir adam -aralarında tekin olmaya en yakın olan oydu- hızlı adımlarla
yürüyor, yan yana dört adam gayet sessiz ve düzenli bir şekilde ardından
geliyordu.
Eğer dikkatli bakılmazsa bu dört adam üç kişi sanılabilirdi. Çünkü

dörtlünün en sağındaki -gençlere göre en uzakta olan- adam en


siyahından bir zenciydi. Arada bir önünden geçtiği sokak lambasının ışığı

tüysüz ve kaslı bedeninden yansımasaydı gerçekten de fark edilmeyebilirdi.


Kolsuz ve siyah tişörtü de buna katkıda bulunuyordu tabii.

Onun hemen solundaki, elbiselerinin içinde kaybolmuş ufacık bir


adamdı. Zencinin tersine rengi bembeyazdı. Kulakları yok denecek kadar
ufak, yüzü uzunca, kafası sivri ve saçsızdı. Yürürken ellerindeki parmaklar
birbirine bitişikmiş gibi görünüyor, tuhaflığına tuhaflık katıyordu. Yürüyüşü
de pek normal değildi, hava ortamına yabancı bir uzaylı gibiydi.
Onun solundaki ise Viking savaşçılarını andırıyordu. Aralarında en
irisiydi, saçları omuzlarına dökülüyor, geniş vücudu elbiselerini yırtacakmış

gibi duruyordu. Üzerinde lacivert bir gömlek vardı, ama kalkanlı mızraklı bir
savaşçı giysisi çok daha iyi yakışırdı.

Grubun en solundaki; çekik gözlü, açık tenli, ortalama bir bedene


sahip, çevik görünen ve yürürken bile dans ediyormuş hissi veren biriydi.

44
Gökcan Şahin

Karşısına çıkacak ilk adamı kung fu hareketleriyle yere serecek gibi


duruyordu.
“Mafya işi falan mıdır sence?” dedi gençlerden biri. Diğeri başını ağır

ağır salladı:
“Biri bu adamlara borcunu ödemediyse boku yedi, söyliyim.”

“Şş, sessiz olalım, iyice yaklaştılar.”


Adamlar gençlere hiç ilgi göstermeden geçip gittiler. Öndeki daha
yaşlı olan adam bir apartmana girince diğerleri de onu takip ettiler. Birkaç
saniye geçmemişti ki sokağın diğer ucundan bir polis arabası göründü.

“Hasiktir şuna bakın,” dedi sigarasından son fırtını çeken genç.


“Đş büyüyecek oğlum. Tüyelim bence.”

“Durun lan, şunu bitireyim,” dedi diğeri bira şişesini göstererek.


Diğer ikisi onu kollarından çektikleri gibi peşlerinden sürüklediler. Bir daha

bu sokağa gelmeyeceklerdi, bunu üçü de biliyordu. Caddeye çıkıp gözden


kaybolmadan önce son gördükleri şey polis arabasının da aynı apartmanın
önünde park etmiş olduğuydu.

***

Elli yaşını devirdiği aşikâr olan gri saçlı ve yer yer beyazlamış gri top

sakallı adam, arkasındaki dörtlüyle birlikte apartmanın en üst katına


çıkmıştı. Kapıyı birkaç kere tıklatmasına ve zili pek çok kez çalmasına

rağmen içeriden cevap gelmiyordu.


Aradıkları kişinin bu saatte evde olmayabileceğini hesaba

katmamışlardı.

45
Kan Meleği

“Ne yapıyoruz patron?” dedi Viking savaşçılarına benzeyen iri yarı


adam.
“Yapacak bir şey yok. Buralarda bir otel tutup daha sonra geliriz.

Adamın burada oturduğuna eminim. Cihaz her ne kadar mükemmel


olmasa da en sık sinyal aldığı yer burası.” Beş adam merdivenlerden inmek

üzereyken aşağıdan gelen açık kahverengi saçlı, uzun boylu bir adam
yollarına çıktı.
“Kimsiniz?” dedi tereddütle.
Adamlar onu umursamadan yanından geçip aşağı inmeye kalkınca

sesini yükseltti.
“Kimsiniz dedim! Ben Komiser Koray Çağlayan, hemen kimliklerinizi

görmek istiyorum.”
Yaşlıca adam belirgin bir sıkıntıyla dört adamın önüne geçip nüfus

cüzdanını gösterdi. Mehmet Dağkılıç yazıyordu kimlikte.


“Sizden de kimlik alabilir miyim beyler?” Adamlar bir şey yapmasını
bekliyormuş gibi patronlarına dönünce Mehmet hemen söz aldı:
“Polis bey, bakın bizim hemen gitmemiz gerekiyor. Sizinle alıp
veremediğimiz bir şey yok.”
Koray belinden silahını çıkardı ve yaşlı adama doğrulttu.
“Burada ne arıyorsunuz?”

“Birine baktık,” dedi Mehmet. “Evde yoktu, geri dönüyoruz. Yasadışı


hiçbir şeyle ilgimiz yok.”

“Öyle mi? Bir Çinli, bir zenci, bir mağara adamı ve bir Allah bilir
uzaylıyla gelmiş hiçbir tanıdığı olmayan bir adama bakıyorsunuz ve bunun

için masum bir nedeniniz var öyle mi Mehmet Bey?”

46
Gökcan Şahin

“Evet, öyle! Lütfen silahınızı indirin ve gidelim.”


“Oo, sizi sinirlendirdim galiba? Ellerini kaldır, arkanı dön ve duvara
yaslan! Çabuk!”

Diğer adamlar bir an Koray’a saldıracakmış gibi bir hamle yaptılar


ama Mehmet’in ufak bir yüz mimiği onları durdurmaya yetti. Mehmet

oflayarak ellerini kaldırdı ve duvara yaslandı.


“Baktığınız kişi Mert Doğan’dı yanılmıyorsam. Çünkü bu dairede
ondan başkası oturmuyor,” dedi Koray, kemerinden kelepçeyi çıkararak.
“Demek Mert Doğan,” diye mırıldandı Mehmet.

“Ne yani? Aradığınız adamın adını bilmiyor musunuz?”


“Bakın, durumu size açıklayabilecek durumda değilim.”

“Ama açıklamak zorundasınız. Kendisine saatlerdir ulaşamıyorum. Bu


durumun sizinle bir ilgisi olmadığını nereden bilebilirim?”

“Ulaşamıyor musunuz?” Mehmet bunu açık bir panikle söylemişti.


Koray hâlâ kelepçeyi takmamıştı.
“Ya bizden önce buldularsa?” diye sordu çekik gözlü.
“Sizden önce mi?” dedi Koray.
Mehmet aceleyle konuştu: “Siz Mert’i şahsen tanıyor musunuz?
Tanıyorsanız nereye gitmiş olabileceği hakkında acil bilgiye ihtiyacımız var.
Varlığı tehlikede olabilir!”

Koray kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Bu durumun Acı’nın robot


olmasıyla alakası olup olmadığını anlamalıydı.

“Bakın!” dedi. “Bana her şeyi açık açık anlatın, yoksa bir yere
varamayız.” Mehmet Koray’ın izniyle önüne döndü ve ıstırap dolu bir

ifadeyle baktı.

47
Kan Meleği

“Örneğin,” dedi Koray kelepçeyi tekrar kemerine yerleştirirken.


“Kuğu Kılıcı size bir şey ifade ediyor mu?” Bu soruya verilecek cevabın her
şeyi çözeceğini sezmişti. Nitekim öyle de oldu. Mehmet’in gözleri

şaşkınlıkla açıldı.
“Siz her şeyi biliyor musunuz?”

“Acı’nın anlattığı kadarıyla…”


“Acı mı?”
“Mert’in diğer adı işte.”
“Amerika bir kopya robot ordusu yarattı,” dedi Mehmet aceleyle, “ve

kendi tarafında olmayan tüm robotları yok etmeye çalışıyor.”


“Ne! Rqu serisinin dışında da mı robotlar var? Acı yıllardır onları

arıyordu.”
“Size her şeyi açıklamak isterdim ama zaman yok.”

“Ben içeri giriyorum,” dedi Koray ve Acı’nın evinin kapısını


omuzlamaya hazırlandı. O anda zenci onu durdurdu ve önüne geçip
kendini pek zorlamadan kapıyı kırıverdi. Koray şaşkınlığını çabucak yenip
içeri girdi ve evin her köşesinde arkadaşını aramaya koyuldu. Bir dakika
sonra evde tek bir iz olmadığını gördü. Nefes nefese salona geldiğinde
Mehmet’in bir dizüstü bilgisayar çıkardığını ve hızla bir şeyleri kontrol
ettiğini fark etti.

“Ne oldu?” diye sordu.


“Robo-manyetik ışımaları kontrol ediyorum. Eğer birkaç saat aynı

yerde kalmışsa zayıf da olsa bir sinyal gelecektir. Burayı da o şekilde


buldum. Hatta diğer robotları da…” Gözlerini bilgisayardan ayırmadan

etrafındaki dört adama doğru başını sallamıştı.

48
Gökcan Şahin

“Bunlar da mı robot!”
Muhatap alınmadığı halde adamlardan biri cevap verdi bu soruya.
Çekik gözlü olanıydı ve gayet normal Türkçe konuşuyordu.

“Evet, biz Amerikanların dediği şekilde Rqu serisinden robotlarız.”


“Ama Acı Rqu serisinin kötü… Yani tehlikeli robotlar olduğunu

söylemişti. Daha doğrusu Zehir Haluk ona öyle söyledi. Yani Rqu-03 işte…”
Bariz şekilde kopuk konuşuyordu. Yıllardır böyle bir şaşkınlık yaşadığını
hatırlamıyordu ve bu kopuk konuşma doğal sayılabilirdi.
“Rqu-02 ve Rqu-03 dönüştürülmüş robotlardı. Onların dediğine

inanmamak gerekir,” dedi Viking savaşçısı. “Biz 04-05-06 ve 07’yiz. Asıl


isimlerimizle Kompor Del Grel (kendini gösterdi), Gron Rey Aroor (Çelimsiz

ve beyaz tenli olan), Lori Yun Demer (Çekik gözlü olan) ve Eravis Zen Esis
(siyah tenli).”

Mehmet aniden ayağa kalktı: “Đki sinyal birden geliyor.”


“Nerede?”
“Tekirdağ sınırında. Haritaya göre boş bir fabrikadan…”
Koray ellerini birbirine çırptı. “Tabii ya… Birkaç gündür bir dövüş
organizasyonundan söz ediyordu. Orada olmalı. Hemen gidelim.”
Mehmet bilgisayarını çantasına yerleştirdi ve altı adam evden
çıktılar. Kapıyı mümkün olduğunca sıkı kapatmaya çalıştı Koray. Hafifçe

ittirilse bile açılacak durumdaydı, ama şu an bir hırsızlık tehlikesini


düşünecek değildi.

“Neyle geldiniz? Kapı önünde araba yoktu!” diye seslendi aşağı


inmekte olan adamlara. Daha doğrusu bir adam ve dört robota.

“Cipimle geldik, caddede park ettik.”

49
Kan Meleği

“Bir kişilik daha yer var mı?” Đki arabayla gitmektense tek arabayla
gitmek daha makul görünüyordu Koray’a.”
“Sıkışırız…”

Koray caddede kocaman bir cip görünce şaşırdı. Hummer’a


benziyordu ama değildi. Markasını incelemeye de vakit yoktu.

“Kompor sen sür, biz de komiserle yolcu koltuğuna geçelim,” dedi


Mehmet. Uzun saçlı iri robot şoför mahalline geçti, diğer üçü arka koltuğa
bindiler. Koray ve Mehmet ise normalden geniş olan ön yolcu koltuğa çok
da zorlanmadan sıkıştılar. Araç hareket ederken Mehmet dizüstü

bilgisayarını açıyordu. Koray ekranda Google Earth’e benzer bir harita


olduğunu gördü. Haritanın çevresinde hiçbir şey anlayamadığı bir sürü

simge vardı. Mehmet birkaç grafik kontrol etti, haritaya göz attı ve
sıkıntıyla konuştu. “Sinyal kesilmiş, artık fabrikada değiller.”

“Ee, ne olacak?”
“Eğer gittikleri yerde bir süre sabit kalırlarsa tekrar sinyal alabilirim.”
“Peki iki sinyal almanızın anlamı nedir?”
“Rqu serisinden bir robot daha onunla beraber. Geri kalan burada
olduğuna göre Rqu-Ex olmalı.”
Cip cüssesine göre bayağı hızlı görünüyordu. Bu işe yarayacaktı…
Sonuçta önlerinde 80 km yol vardı, hızlı olmaları gerekiyordu.

***

Udel Ser Venter ve Acı sırt sırta vermiş, birkaç saniye sonra

başlayacak saldırıyı bekliyorlardı. On iki robot bu anın zevkini çıkarmak

50
Gökcan Şahin

ister gibi ağır ağır geliyordu üstlerine. Kaçacak yer yoktu, çember artık çok
dardı.
Acı önce kimin saldıracağını tespit etmeye çalışırken sırtını dürten

bir şey dikkatini dağıttı. Hemen başını çevirdi. Arkasındaki hâlâ Udel’di ama
çıplak sırtında bir şeyler oluyordu. Kürek kemiklerinin olduğu bölgenin

derisi, içeriden bir şey zorluyormuşçasına gerilmişti. Ve bu gerilme her an


daha da artıyordu. Kabartının olduğu yer aniden patlayınca Acı az kalsın
kendini robotların içine atacaktı. Udel’in sırtının iki yerinden dışarıya sarkan
derilerin altından kalçasına kadar uzanan iki çizgi halinde kan akıyordu.

Đğrenç görünümlü koca iki yarıktan akan kanlar. Ve Udel hiç hareket
etmiyor, Acı onun nefes aldığını bile duymuyordu. Acı hem Udel’in

patlayan sırtından, hem de robotlardan olabildiğince uzak durmaya


çalışıyordu. O an saldırsalar şaşkınlıktan kılını bile kıpırdatamayacaktı, ama

neyse ki onlar da afallamış görünüyorlardı.


Bu arada yırtılan derinin altından dışarıya bir şey çıkıyordu ağır ağır.
Üzeri kanlı iki beyaz çubuktu bunlar. Udel sonunda bir yaşam belirtisi
göstererek inledi ve karnına tekme yemişçesine öne eğildi. Bunu
yapmasıyla çubuklar sırt derisinden kurtulup tamamen dışarıda kaldılar.
Sadece üst taraflarından ince bir eklemle vücuda bağlı duruyorlardı.
“Uzaklaş,” dedi Udel fısıltıya yakın bir sesle. Acı önce ne demek

istediğini anlamadı, sonra çubuklar -Acı onların metalik bir malzemeye


sahip olduğundan emindi- aniden hareket edince kendini bir metre geriye

attı. O anda iki çubuk iki metalik kol gibi yana doğru kıvrıldı ve üzerlerine
bulaşmış kan ve et parçalarından kurtulmak istercesine şiddetle titrerken

radyo anteni misali uzamaya başladı. Uzadıkça dallara ayrıldı ve yaprak

51
Kan Meleği

damarları gibi hızla büyüdü. Şimdiki görüntü bariz bir şekilde yarasa
kanadını andırıyordu, sadece metaller arası zarlar eksikti. Lakin onun da
tamamlanması uzun sürmedi. Metallerden çıkan beyaz iplikçikler adeta

örümcek ağı gibi tüm metal damarları saniyeler içinde birbirine bağladı.
Udel dönüşümünü tamamlamış; ama bu süreçte litrelerce ter

akıtmış, burnundan, ağzından hatta kulaklarından bile kan sızmıştı.


Çubuklar çıkarken sırtından gelen kan da bacaklarına kadar akmıştı. Şimdi
bembeyaz devasa kanatlara sahip ama bedeni kana bulanmış bir kan
meleğiydi o.

“Kan meleği,” diye fısıldadı Acı. Bu ifade hoşuna gitmişti.


Acı gözlerini bu büyüleyici sahneden ayırıp dikkatini diğer robotlara

vermeyi başardığında, onların da bu gösteriye dalmış olduklarını fark etti.


Bu dönüşüm sadece birkaç saniye sürmüştü ama robotlar atik

davransalardı onları yok etme fırsatını rahatça bulabilirlerdi.


Udel yorgun ve kanlanmış gözleriyle Acı’ya baktı.
“Şimdi,” dedi nefes nefese, “seni alıp güvenli bir yere götüreceğim,
sonra geri dönüp…”
“Hayır, ben de kalacağım,” dedi Acı. Bunu o kadar kesin bir sesle
söylemişti ki Udel’in verecek cevabı kalmamıştı. Bu arada Esad adamlarına
tekrar savaş emri veriyordu. Robotlar uyuşukluktan öyle çabuk kurtuldular

ki ilk darbe çok ani oldu. Acı’nın sırtına çarpan yumruk onu metrelerce
öteye fırlattı. Başını yerden kaldırdığında Udel kanatlarını bütün gücüyle

çırparak havalanmaktaydı ve ilk anda zorlansa da bir kez havada tutununca


rahatladığı görülüyordu. Artık havadan saldırabilir, kendini iyi koruyabilirse

52
Gökcan Şahin

yere mahkûm olan robotları kolaylıkla alt edebilirdi. Tabii ona Acı da
yardım edecekti.
Acı az önceki ani darbeyi hiç almamışçasına ayağa kalktı ve bir boğa

gibi derin nefesler alarak düşmanlarına doğru atıldı. Şimdi savaş


zamanıydı…

***

Mehmet Dağkılıç, iki saatten uzun süren yolculuk boyunca Koray’a

bildiği her şeyi kısaca anlattı. 1985 yılında küpü nasıl bulduğunu,
Amerika’nın köylerine adeta yerleşke kurmasını, gizlice SwSw odasına girip

robotları keşfetmesini ve Rqu-Ex’le konuşurken ani bir baskınla


tutuklanmasını yarım saat gibi bir sürede Koray’a özetledi.

“Hapse atılacağımı sandım,” dedi. “En büyük korkum buydu, çünkü


cezaevlerindeki işkencelerle ilgili çok laf dolaşıyordu etrafta. Özellikle siyasi
suçlardan içeri girenlerin durumu felaketti. Ve o anda ilk aklıma gelen
Amerikalıların siyasi bir komplo kurarak beni hapse attıracaklarıydı.”
Koray merakla dinliyordu. Seksenli yıllarda henüz çocuk olduğu için
ortamı pek bilmiyordu, yine de adamın ne demek istediğini anlıyordu.
“Neyse ki öyle bir şey olmadı,” diye devam etti Mehmet. “Beni

patronlarının yanına çıkardılar. Adamın adı John’du ama soyadını


hatırlamıyorum. Her neyse, John’un ofisi olan yerleşkenin en güzel odasına

götürüldüm. Adam beni öfkeyle süzdü ve askerlerin dışarı çıkmasını


emretti. Karşısına oturdum. Odaya neden girdiğimle ilgili olarak

sorgulanacağımı ve sonunda yine askerlere teslim edileceğimi

53
Kan Meleği

düşünüyordum. Ve gerçekten korkuyordum. John sert sert baktı ve ‘Burada


gördüklerini unutacaksın,’ dedi. Benden ses çıkmayınca daha sert konuştu.
“‘O odada ne gördüysen unutacaksın. Hatta bu yerleşkeyi de,

keşfettiğin küpü de unutacaksın. Buradan çekip gidecek ve bir daha bu


köyün adını bile ağzına almayacaksın. Tamam mı?’

“‘Ta… Tamam,’ dedim kekeleyerek. John beni biraz daha süzdükten


sonra ayağa kalkıp çelik kasasını açtı. Đçeriden birkaç tomar para çıkardı ve
siyah bir poşete koydu. Bana uzatıp, ‘Burada iki yüz bin dolar var,’ dedi.
‘Bunu emeğinin karşılığı olarak veriyorum, susman için değil. Tabii

susmayacak olursan başına geleceklerden ben sorumlu olmam.’


“Parayı aldım. Konuşmayacağıma dair yemin ettim. Açıkçası o an bu

işten yırttığıma çok sevinmiştim ve yeminimi tutmamak gibi bir niyetim


yoktu. Bu işe bulaşmayacaktım bir daha. Önce Đstanbul’a gidip ailemi

görecektim, sonra da Amerika’ya dönecektim. Henüz yirmi beş


yaşındaydım ve yapılabilecek en doğru hareketin bu olduğunu
düşünüyordum.
“Düşündüklerimi yaptım da… Hiçbir sorun çıkmadan; önce ailemin
yanına, sonra Amerika’ya gittim. Birkaç ay sonra bir altın madeninde iş
buldum ve yaşadıklarımı bilinçaltıma attım.
“Ama kendine Rqu-08 diyen o robotun son sözleri aklımdan

çıkmıyordu. Ne zaman o iki yüz bin dolardan para harcasam veya


robotlarla, köyümle, hatta Türkiye’yle ilgili bir şeyler duysam o sözler

aklıma geliyordu: ‘Çünkü yardım etmeni umuyorum… Yardım etmeni


umuyorum… Yardım etmeni… Yardım et…’

54
Gökcan Şahin

“Pek çok kez düşündüm. Onlara yardım edebilir miyim diye. Ama
aklıma herhangi bir çözüm fikri gelmiyordu. Robot meselesinden birine
bile söz etsem, o askerlerin gelip beni alnımın ortasından mıhlayacaklarıyla

ilgili bir görüntü beliriyordu zihnimde.


“Đnanır mısın, yıllarca hiçbir şey yapmadan, iki çatışan düşüncenin

ortasında geçirdim zamanımı. Yaşlandım, evlendim, çocuklarım bile oldu ve


ben hiçbir şey yapmadım. Her an haberlerde bir robot istilası haberi
görmekten korkuyordum. Ya da Amerika’nın yeni robot askerler
geliştirdiğiyle ilgili bir şeyler… Körfez savaşını, Afganistan işgalini ve Irak

işgalini hep korkuyla izledim. Eğer o robotlar bir kişinin dahi canını alırsa
kendimi affetmezdim.

“2007’de,” dedi bariz bir şekilde hüzünlenerek. “evimizde… bir


yangın çıktı. Ben evde değildim, ama Susy ve çocuklar evdeydiler.

Doğalgaz sızıntısı varmış… Ev aniden havaya uçtu ve üçü de öldüler. Yalnız


başıma kaldım.” Durakladı, bilgisayar ekranına odaklandı.
“Sinyal geri geldi,” dedi. “Deponun yakınlarındalar ama sahildeler.
Đkisi de…”

***

“Bir gün içinde iki hezimet fazla…” diye mırıldandı Acı. Đki robot
üzerine çullanmış devrelerini parçalamaya çalışıyorlardı. Vücudunun pek

çok yerinden ince kablolar çıkmıştı. Her yeri kan içindeydi. Ayağa
kalkamasa da elinden geldiğince kendini savunmaya çalışıyordu. Artık

sadece metalik kemiklere dönüşmüş, derisinden eser kalmamış sol kolu ve

55
Kan Meleği

biraz daha iyi durumdaki sağ kolu, gelen darbeleri savuşturmak için pek de
yeterli olmuyordu. En fazla birkaç dakika daha direnebilirdi.
Udel ise üç adım ötesinde hareketsiz yatmaktaydı. Gözleri açıktı ve

bilinci hâlâ yerindeydi ama kanatları tuhaf biçimde bükülmüş, hareketsiz


kalmışlardı. Bedeni de Esad’ın ve üç başka robotun altında adeta kıskaca

alınmıştı. Düşmüş bir melek gibiydi. Şeytanlar tarafından çevrilmiş ve can


çekişen bir kan meleği…
Esad, Udel’in boynunu tutmuş öfkeyle bir şeyler söylüyordu.
Muhtemelen onu nasıl alt ettiğiyle ilgili kendine övgüler düzen bir nutuk

çekmekteydi. Acı bir an onu Türk filmlerindeki kötü adamlara benzetti.


Rakibini öldürmeden önce kendi egosunu tatmin etmek için dakikalarca dil

döken karakterlere benziyordu. Keşke Udel bundan faydalanmanın bir


yolunu bulabilseydi… Gerçi bir şekilde kurtulup Esad’ı yok etse bile hayatta

olan yedi robot daha vardı. Udel ve Acı neredeyse bir saattir iyi
savaşmışlardı ama ancak beş tanesini etkisiz hale getirmeye güçleri
yetmişti. Uçmak Udel’e yeterli avantajı kazandıramamıştı. Havada
kullanabileceği ateşli bir silahı olmadığı için sürekli yere inmek zorundaydı
ve belli ki inmek ve kalkmak büyük bir enerji istiyordu. Sonunda bir kez
yeterince hızlı havalanamayınca iki robot tarafından yere serilmiş ve normal
bir insanı iki saniyede öteki tarafa gönderecek onlarca darbeyle yerinden

kalkamaz hale gelmişti; şimdi de çaresizce Esad’ın tükürükler saçarak


çektiği nutuğu dinliyordu.

Acı iki bacağını birden kullanarak üzerindeki robotlardan birini ileri


fırlatmayı başardı, ama diğer robot kalkmasına engel oldu. Bu fırsattan

56
Gökcan Şahin

yararlanamadan fırlattığı robot tekrar başına üşüştü. Bir hayal kırıklığı


daha… Bu böyle olmayacaktı.
“Acı!”

Kendi adını işittiğini sandı bir an.


“Geliyorlar Acı, dayan!”

Evet, duymuştu. Her bir sözcüğü net bir şekilde algılamıştı kulakları.
Hemen Udel’e göz attı ama ses ondan gelmiyordu. Çünkü Esad ve diğer
robotlarla beraber o da yükseklerde bir yere bakıyordu. Acı de gözünü
onların baktığı yana çevirince kayalıklardan aşağı inen dört adamı fark etti.

Đki siluet de yukarıda bekliyordu. Siluetler Udel ile Acı’nın sonsuzluk kadar
uzun gibi gelen bir süre önce arabalarında sohbet ettikleri yerdeydiler.

***

“Dayan Acı, yetiştik!” diye bağırdı yukarıdaki iki siluetten biri. Ve Acı
onun kim olduğunu derhal ve kesin bir şekilde anladı. Koray’dı bu.
Đnanamıyordu ama Koray yardıma gelmişti.
Đlk anki sevinç dalgası çabuk söndü. Yedi robot düşmana karşı dört-
beş adam hiçbir şey yapamazdı. Üstelik tek bir yumrukla öbür dünyaya
göçerlerdi.

“Koray! Bunlar robot!” diye bağırdı can havliyle. “Adamları geri çek!
Bunlar robot!”

Lütfen duysun! Pisipisine ölecekler, diye düşünüyordu içi kan


ağlayarak. Ama Koray’dan gelen yanıt, “Biliyorum!” oldu.

57
Kan Meleği

***

Viking savaşçısı Kompor Del Grel ve gece karanlığında neredeyse

görünmez olan Eravis Zen Esis doğruca Acı’ya yönelip başındaki iki robota
saldırdılar. Kompor bir ağaç gövdesi kalınlığındaki koluyla robota öyle bir

vurdu ki, robotun bir ciğeri olsaydı sırtından çıkmıştı şimdi. Eravis ise çevik
hareketlerle diğer robotla alay eder gibi kapışmaya başladı. Acı robotların
elinden kurtulunca hemen doğruldu ve epey ağrıyan boynunu kütürdetti.
Burnundan soluyarak derisi yüzülmüş kollarını kontrol etti. Her ne kadar

iğrenç görünseler de herhangi bir güç kaybı yok gibiydi. Eskiden insansı bir
deriyle kaplı olan elleri, istediği hareketleri hâlâ yapabiliyorlardı. En azından

sinirler -veya sinir yerine geçen veri yolları- zedelenmemişti. Koray’ın


adamlarının robotlarla başa baş dövüştüklerini görüp şaşırsa da bununla

zaman kaybetmeden Udel’e doğru koştu. Koray’ın diğer iki adamı çekik
gözlü Lori Yun Demer ve tuhaf zayıf yaratık Gron Rey Aroor, Esad’ın
üzerlerine saldığı üç robotla dövüşüyordu. Lori öyle hızlı hareket ediyordu
ki aynı anda robotlardan birine yumruk atarken, diğerine tekmeyi
basabiliyordu. Kung Fu sanatında aşmış olmalıydı. Gron ise beklenmedik
bir şekilde karısındaki devasa robottan dayak yiye yiye denize doğru
geriliyordu. Robot, Gron’un işini bitirmek için tüm gücüyle üstüne gitse de

Gron epey dayanıklı gözüküyordu. Tek sorun en ufak bir karşılık


vermemesiydi. Ama iş denize girdikleri an değişti. Gron suyun içinde adeta

kayboldu ve rakibi şaşkın şaşkın etrafına bakarak onu bulmaya çalıştı.


Amacına ulaşamadan bir çığlık koyuverdi ve çırpınarak denize gömüldü.

Birkaç dakika sonra metalik bir iskelet olarak kıyıya vuracaktı. Gron ise daha

58
Gökcan Şahin

önce kimsenin fark etmediği perdeli elleriyle zafer işareti yaparak çıkacaktı
sudan.
Lori iki robotu seri bir şekilde döverek, Gron ise suya çekip kendi

yöntemleriyle adeta eriterek rakiplerini etkisiz hale getiredursunlar, Esad ve


başka bir tanesi hâlâ Udel’i tutmaktaydılar. Acı, kumların üzerinde

olabildiğince hızlı koşmaya çalışırken Esad onu görmüş, yanındaki robota


saldırmasını emretmişti. Robot, Udel’i tutmayı bırakıp ayağa kalktı. Bu
robot onların arabasını fırlatanın ta kendisiydi. Acı yaklaşınca ellerini
kütürdetti ve dudaklarında belli belirsiz bir küçümseme ifadesiyle bir adım

attı. Acı’dan gelecek saldırı ne olursa olsun def edebileceğine o kadar


inanmıştı ki onun da bir robot olduğunu unutmuştu. Acı bir çita misali tüm

gücüyle koştu, rakibine beş metre kala zıpladı ve iki ayağıyla göğsüne sert
bir uçan tekme attı. Robot üç metre geriye savruldu ve kumların arasına

gömüldü. Acı kalkmasına fırsat vermeden üzerine çullandı ve boynuna


sarılıp bütün gücüyle çevirdi. Boyun kırılırken robotun gözündeki fer
sönmüştü.
Bu arada Udel üzerindeki robotlardan kurtulduğu için Esad’a
direnmeye başlamıştı. Esad aklı başına yeni gelmiş gibi, laf salatası
yapmadan Udel’i yok etmeye çalışıyordu. Ama Acı yanına varmakta
gecikmedi. Metalik elleriyle Esad’ı Udel’in üzerinden çekip aldı. Yüzüne sıkı

bir sol kroşe geçirdi. Esad ağzındaki dişlerden ikisini tükürüp iki eliyle Acı’yı
hızla itekledi. Acı kendini yere yapışmış buldu. O kadar ani bir hareketti ki

bu, ne olduğunu anlayamamıştı. Şimdi Esad üzerine basıyor ve boynundan


tutuyordu. Bir kütük kadar kalın olan kolları onu yok etmeye hazırdı. Ve

59
Kan Meleği

Koray’ın adamlarının onu kurtarmaya zamanında yetişemeyeceğinden


korkuyordu.

***

Kompor, Gron, Lori ve Eravis diğer robotlarla amansızca


savaşırlarken Acı, Esad’ın altında can çekişiyordu. Udel ise yardım
edemeyecek kadar kötü durumdaydı. Koray durumu görünce gücünün
yetmeyeceğini bile bile kayalıklardan aşağı indi ve Esad’ın kalın boynunu

tutarak Acı’yı kurtarmaya, hiç olmazsa karşı koyabilmesi için fırsat vermeye
çalıştı. Esad’ın öfkeyle ittirmesiyle geriye savrulunca kum üzerinde iki takla

attı ve doğrulur doğrulmaz silahına sarıldı. Sahil üst üste silah sesleriyle
yankılandı. Esad kurşunların etkisiyle sendeledi ve Acı’yı bir anlığına da olsa

bırakmak zorunda kaldı. Acı bu fırsattan yararlanıp kaçmak istedi ama


enerjisi öyle tükenmişti ki kıpırdayamıyordu. Oysa Koray kurşunu tükenen
silahına yeni bir şarjör takana kadar Esad’ın bir yumruğuyla öteki dünyaya
göç edebilirdi.
Bu felaket senaryosunu engelleyen Kompor oldu. Uzun saçlarını
gözlerinin önünden çekip Esad’ı tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Hızla aşağı
indirirken sol dizini kaldırdı. Esad’ın beli Kompor’un çelik gibi dizine

gömüldü ve bedeni tuhaf bir şekilde yamuldu. Kompor adamı bir daha
kaldırdı ve dizine tekrar indirdi. Esad’ı ikiye bölmeye kararlı görünüyordu.

Tabii Esad da hayatta kalmaya. Onlar bu mücadeleyi sürdürürken Koray


silahını beline taktı ve Acı’nın metal elinden tutarak onu ayağa kaldırdı. Acı

da Koray’a içten bir teşekkür ettikten sonra Udel’in yanına koştu.

60
Gökcan Şahin

“Đyi misin?”
Udel kanlı suratını gererek gülümsedi: “Đyiyim iyiyim. Her saniye
daha da iyileşiyorum.”

Acı’nın arkasında bir yere baktı ve gülümsemesi iyice genişledi:


“Demek bunların arkasında sen vardın?” dedi. Acı Udel’in baktığı yere

dönünce kır saçlı yaşlıca bir adam gördü. Koray’ın yanındaki siluetin sahibi
olmalıydı.
“Ne sandın?” dedi adam. “Đsteğini yanıtsız mı bırakacaktım Udel Ser
Venter?”

“Bırakmayacağını biliyordum Mehmet Dağkılıç.”


“Hadi kalk ayağa,” dedi Mehmet, Udel’in sol elini tutarak. Acı da sağ

eline sarılmakta gecikmedi. Udel’in ona anlattığı yirmi beş yaşındaki genç
mühendisle karşı karşıya olduğuna inanamıyordu.

O sırada Kompor da pantolonunun dizindeki kan lekesinden


yakınarak yanlarına geldi. Esad da diğerleri gibi yok edilmişti.

***

“Hadi neredeyse güneş doğacak, etrafı toparlamamız lazım,” dedi


Mehmet. Saat dört olmuştu ve kumsalda on iki robot cesedi vardı.

“E bunları ne yapacağız?” dedi Koray.


“Benim kaldığım eve götürelim şimdilik. Sonra ne yapacağımıza

karar veririz.”
“Burada ev mi tuttun?” dedi Koray.

“Đşim uzun sürebilirdi. Kalacak yer lazımdı. Tuttum bir ev.”

61
Kan Meleği

“O zaman,” dedi Mehmet, “cesetleri üçer üçer benim arabama


taşıyalım, dört seferde hepsini götürmüş oluruz. “
Herkes bunu onaylayınca robotların yardımıyla kısa sürede ilk üçlü

grup görkemli cipin arka koltuğuna konuldu. Koltuk fena halde


kirleniyordu ama kimsenin bunu düşünecek hali yoktu.

Şoför koltuğuna Mehmet, ön yolcu koltuğuna evin yerini göstermek


üzere Acı oturdu. Kolları harap haldeydi ve Mehmet’in gözleri hep oraya
kayıyordu.
Acı bunu görünce, “Merak etmeyin, kendi kendine iyileşecektir,”

dedi. “Pek çok kez deneme fırsatım oldu. Metal iskelete bir şey olmadığı
sürece her türlü hasarı giderebilen bir yapım var. Omzumdan başlayarak

yeni kas ve deri dokusu oluşmaya başladı bile. Gerçi hiç bu kadar kötü
yaralanmamıştım ama yine de birkaç güne hiçbir şeyim kalmayacağına

eminim.”
Mehmet başını iki yana salladı. “Robotları iyi tanıyorum. Kolunun
derisi geri gelse de eskisi gibi olmayacak.”
“Nasıl yani?”
“Yüzündeki yara izlerinin nasıl oluştuğunu biliyor musun?”
“Hayır, o zamanlara dair hiçbir şey hatırlamıyorum.”
“Başındaki tüm deri ve et yok olmuştu. Yalnızca metalik bir kafatası

olarak kalmıştı. Sonradan kendini tamir etti ama görüyorsun ki mükemmel


olmadı.”

“Sen nereden biliyorsun?”


“Diğerlerinden öğrendim.”

“Ne öğrendin?”

62
Gökcan Şahin

“Senin başına gelenleri tabii.”


“Ne gelmiş başıma?”
“Udel anlatmadı mı sana?”

“Hayır, bunu konuşmadık.”


“Benden dinlemek istiyor musun gerçekten? Udel de anlatabilir.

Hem de tüm detaylarıyla.”


“Neden bu işi ona yıkmaya çalışıyorsun?”
“Olayla birinci dereceden alakalı çünkü.”
Acı bu cevaba bir anlam veremese de öyküyü Udel’e bırakmaya

karar verdi. Bu gece bizzat gördüğü üzere mükemmel bir anlatma


yeteneğine sahipti ve hiçbir şeyi atlamıyordu. Bir insandan ise bunu

beklemek olanaksızdı.
“Đşte şu ev,” dedi kendi kaldığı evi görür görmez. Đndiler ve robotları

içeri taşıdılar. Aynı şeyi üç kere yapıp sahili eski haline getirdiklerinde saat
5’e yaklaşmış; güneş, ışınlarını tane tane göndermeye başlamıştı.

***

“Az kalsın unutuyordum Koray,” dedi Acı. “Benim arabam denizi


boyladı.”

“Ne? Nasıl yani?”


“Şu robotlardan biri arabayı biz içerideyken kaldırıp denize fırlattı.

Zar zor kurtulduk.”


Normalde böyle bir şeye inanamazdı Koray ama olaylar öyle bir

noktadaydı ki Acı’nın söyledikleri hiç de olanaksız görünmüyordu.

63
Kan Meleği

“Kumsala yakın bir yerde mi?”


“Hayır, epey uzakta ve derinde.”
“O zaman şimdilik dokunmasak da olur,” dedi Koray. “Yarın gece

falan bir kurtarma ekibi getirip çıkarabiliriz. Gerçi durumu onlara nasıl
açıklayacağımı bilemiyorum ama.”

Kumsaldaki son kavga izlerini de yok ettikten sonra hepsi bir araya
toplanmıştı. Udel kendine gelmiş, kanatlarını tekrar sırtından içeri almış,
denizde üzerindeki tüm kanları temizlemişti. Vücudundaki yaralar da
kapanmaktaydı. Birkaç saate hiç iz kalmayacaktı.

“Beyler,” dedi Acı, “hepiniz benim evime gidip dinlenebilirsiniz.


Mehmet evimin yerini biliyor. Bu arada ben de biraz Udel’le konuşmak

istiyorum.”
Robotlar ve Koray, Mehmet’in öncülüğünde Acı’nın yazlığına gittiler.

***

“Evet, yine baş başayız ve konuşmamıza devam edebiliriz,” dedi Acı.


Denize bakan bir bankta oturuyorlardı. Doğu tarafındaki gökte beliren
aydınlık güneşin doğmak üzere olduğunu müjdeliyordu. Deniz ayaklarının
altında sonsuza kadar uzanıyormuş gibiydi. Đkisinin de üzerleri çıplak,

pantolonları ise kan revan içindeydi. Neyse ki bu saatte kimsenin dışarı


çıkıp onları göreceklerini sanmıyorlardı. Sabah yürüyüşüne gelecek

olanların bile neredeyse iki saati vardı.


“Mehmet teslim olduktan sonra olanları mı öğrenmek istiyorsun?”

dedi Udel.

64
Gökcan Şahin

“Hayır, benim asıl merak ettiğim Haliç’te neler olduğu. Mehmet


arabada bir şeyler söyleyecek oldu ama senin anlatman daha iyi olurmuş.
Ben de o gün olanları bildiğini düşünüyorum ve anlatmanı bekliyorum.”

“Tamam,” dedi Udel güneşin doğmaya çalıştığı noktaya bakarak.


“Önce benim açımdan acı bir gerçekle başlayalım. Senin kafanı dağıtan da,

helikopterden aşağı atan da bendim.”


Acı hiçbir şey demedi. Sadece irileşmiş gözlerle yanındaki robota
baktı.
“Eğer hafızama doğru işlenmişse tarih 17 Mayıs 2004’tü ve insanlık

adına robotlardan doğabilecek ilk tehdit o gün meydana gelmişti…”

65
BÖLÜM BEŞ
HALĐÇ SIRRI
17 Mayıs 2004’ün ilk saatlerinde Edward Brown isimli orta yaşlı bir

bilim adamı, proje başkanı John Crawer’ın odasına girdi. “Emir kodları Rqu-
01’e başarıyla aktarıldı efendim,” dedi.

“Güzel, bu akşam hava kararır kararmaz göreve çıkacak. Helikopter


hazır mı?”
“Hazırlanıyor efendim.”
“Silahlarla ilgili bir problem var mı?”
“Hayır efendim, hepsi kontrol edildi.”
“Tamam, herhangi bir aksilik çıkarsa haber ver. Unutma, olabilecek
en küçük aksiliği dahi bilmek istiyorum. Hayati bir mesele bu.”
“Tabii, efendim.”
“Çıkabilirsin.”

Ed beyaz önlüklülerden olmasına rağmen tıpkı bir asker gibi selam


verip odadan çıktı. Deneylerle ilgili tüm bilgileri patrona bildirmek onun

göreviydi. Bir hafta önce, aylardır üzerinde çalışılan Rqu-01 ile ilgili
çalışmaların tamamlandığını patrona ileten de oydu. Artık Rqu-01’e
bilgisayar aracılığıyla verilecek herhangi bir emir yerine getirilebilecekti.
Gökcan Şahin

Hafıza yongasındaki elektronik devrelere gerekli şifreler yollanarak emir


verilebilme olanağı sağlanmıştı ve şimdi ellerinde kusursuz bir robot vardı.
Sırayla diğer robotlara da aynı işlemler yapılacak ve hepsi de verilen

emirlere karşı gelmesi olanaksız emir kullarına dönüşeceklerdi. Sonrası


kendi çıkarlarına uygun olarak kullanması için Amerikan hükümetine

kalıyordu. Ama buna daha zaman vardı.


Ed ona müjdeyi ilk verdiğinde John Crawer tüm ekibi tek tek tebrik
etmiş ve hiç olmadığı kadar insancıl görünmüştü. Ertesi gün ekiple yaptığı
toplantıda ise yine her zamanki gibi asık suratlıydı. Ekip her ne kadar

önceki geceki kutlamadan dolayı bayağı neşeli de olsa toplantı esnasında


John Crawer’ın ciddiyeti hepsine bulaşmıştı.

“Arkadaşlar, projemizin başarılı olması, daha doğrusu ilk robotun


bizim emrimize geçmesi konusundaki başarınız gurur verici. Hepinizi tekrar

tebrik ediyorum. Yalnız biliyorsunuz ki, şu andan itibaren sorumluluğumuz


çok daha büyük. Amerika’daki patronlar robotlardan çok şey bekliyorlar.
Artık tehlikeli ama yapılması mecburi görevlerde Amerikan vatandaşlarının
-her ne kadar kendini ölüme adamış özel askerler de olsa- can vermesini
istemiyorlar. Hem insandan çok daha güçlü, hem de çok daha itaatkâr olan
robotların bu işler için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorlar. Açıkçası ben
de onlarla aynı fikirdeyim. Şu an itibariyle imkân varken bir tek askerin bile

ölmesi gereksiz olacak. Bu nedenle Rqu-01’e verilecek ilk görev çok


yakında bize bildirilecek. Bunun Amerika çıkarlarına karşı olan birilerine

karşı bir suikast olduğunu biliyorum ama henüz görevin ayrıntıları gelmedi.
Ayrıntılar elime ulaştığında size bildireceğim. Mühendislerimiz olarak siz bu

emirleri kodlara dönüştürecek ve robotun beynine kazıyacaksınız.”

67
Kan Meleği

Patronun konuşmasının bir kısmı böyleydi ve bunu neredeyse


kelimesi kelimesine hatırlamıştı Ed. Hemen ertesi gün emirler ayrıntılı
olarak gelmiş, mühendisler de derhal çalışmaya başlamışlardı. Đşte şimdi

tüm girdiler robotun hafıza yongasına işlenmişti ve robot başlaması için


gereken emri bekliyordu. Az önce John Crawer’ın söylediğine göre görev

bu akşam hava karardıktan sonra başlayacaktı. Đşte emir gelmişti. Şimdi tek
yapılması gereken bu son komutun verilmesiydi.
Ed günlerdir robotun yapacağı görev hakkında öyle sıkı çalışmıştı ki
artık ezbere biliyordu.

Hedef bir yunandı. Tam adı Vassilious Katsouranis olan adam kısaca
Vasilis diye çağırılıyordu. Yunanistan’ın sahil kentlerinden biri olan

Kavala’da saklanıyordu. Ed adamın Amerika’ya ne tür bir zarar verdiğini


bilmese de bilgileri yüklerken onunla ilgili pek çok bilgiyi öğrenmişti. Adam

kızıl saçlı ve fena halde çilliydi. Đri bir vücuda sahip olduğu söylenebilirdi,
ama bu irilik daha çok kastan değil yağdan oluşuyordu. Ailesi yoktu, hiçbir
akrabası hakkında bilgi yoktu, çünkü çok küçük yaşta ailesini kaybetmiş ve
yurtlarda yaşamıştı. Yirmili yaşlarında anarşist bir örgüte girmiş, otuz yaşına
basmadan bu örgütün lideri olmuştu. Daha sonra örgütün biçimini
değiştirip anti-emperyalist ve eylemci bir şekle sokmuştu. Pek çok kez
tutuklanmış ama delil yetersizliğinden serbest bırakılmıştı. Bir süredir hiçbir

şekilde aktif değildi ve belli ki Amerika Vasilis’i oldukça tehlikeli buluyordu.


Sessizce ortadan kaldırılması gerekecek kadar tehlikeli.

Ve bu görev Rqu-01’e düşmüştü. Helikopterle Kavala’ya yakın bir


yerde indirilecek ve gerisi ona bırakılacaktı.

68
Gökcan Şahin

Ed bunları düşünürken robotların tutulduğu New-SwSw odasına


vardı. 1985’de eski Karkaya köyüne inşa edilen araştırma kompleksi
1992’de uydu teknolojisinin ve yer belirleme sistemlerinin gelişmesi

sebebiyle yeraltına alınmıştı. Bu nedenle eskiden robotların tutulduğu


SwSw odasının yerine geçen bu odaya New-SwSw odası adı verilmişti.

Ed kapıyı özel kartıyla açtıktan sonra robotları günlük rutin


kontrolden geçirmeye başladı. Özel bir odada tutulan Rqu-01 dışındaki
tüm robotlar buradaydılar ve tamamen hareketsiz haldeydiler. Robotlara
bağlı makinelerin ekranlarını tek tek kontrol etmeye koyuldu. Rqu-Ex’i

kontrol ederken onu yerinden sıçratan bir şey oldu. Robot aniden sol
kolunu hareket ettirip Ed’in eline dokundu. Ve geri çekti. Ed ani adrenalin

artışıyla derin derin nefesler alırken az kalsın çığlık atacaktı. Daha önce
hiçbir robotun hareket ettiğini görmemişti. Kendi istekleri dâhilinde

hareket eden Rqu-01 haricinde tabii.


Heyecanı yavaş yavaş geçerken robotu dikkatle inceledi. Herhangi
bir anormallik olup olmadığını kontrol etmeye çalıştı. Tek anormallik sol
eldeki duyu siniri işlevi gören kablolardan beyne doğru giden zayıf bir
elektrik akımıydı. Bu da ona dokunduğu için gerçekleşmesi çok da imkânsız
olmayan bir durumdu. Yine de bu anormal durum Ed’i fena halde sıkıntıya
sokuyordu. Patron ona en ufak bir aksaklıkta haber vermesini söylemişti.

Ama bu aksaklık görevle ilgili olmalıydı. Şu durumun ise bununla hiçbir


alakası yoktu. Ed bu tepkiyi daha sonra değerlendirmeye karar verdi. Rqu-

01’i göreve yolladıktan sonra…

***

69
Kan Meleği

Ed’in bilmediği şey, Rqu-Ex’in bu küçük dokunuşla zihnindeki her


şeyi okumuş olmasıydı. Artık kendilerinin insan öldürmek için

kullanılacağını ve ilk girişimin bu akşam olacağını öğrenmişti. Yıllardır


küpün uyarısı hâlâ gelmediği için pasif bir şekilde bekleyen robot bu acil

durum karşısında hemen harekete geçti. Diğer robotlar küpün gücü


olmadan uyandırılamayacağından bir şey yapacaksa kendisi yapmak
zorundaydı.
Rqu-01’i Yunanistan’a taşımak için bir helikopter görevlendirilmişti

ve içinde pilot, iki asker ile robot dışında kimse olmayacaktı. Bulundukları
üste bir helikopter daha vardı ve Rqu-Ex’in planı bu helikopter üzerineydi.

Hiçbir insana zarar vermek istemediği için erken harekete geçmeyecek,


helikopter kalktıktan sonra peşine düşüp robotu durdurmaya çalışacaktı.

Planı şaşılacak şekilde sorunsuz işledi. Bir helikopter pilotuna dokunup


uçuş bilgilerini elde ettikten sonra etkisiz hale getirdi ve Rqu-01’in
helikopteri havalandıktan on dakika sonra Amerikanların şaşkın bakışları
altında havalandı. Elinin altında birkaç silah da vardı ve ne olursa olsun
robotu durduracaktı.
Peşlerinde başka bir helikopter olduğunu öğrenen pilot Udel’den
kurtulmak için elinden geleni yapıyordu. Đstanbul semalarında aralarındaki

mesafe iyice düşmüştü. Udel karanlıkta dahi iyi görmesini sağlayan özelliği
sayesinde helikopterdeki askerlerden birinin ona bir silah doğrulttuğunu ve

helikopteri düşürmeye çalışacağını anladı. Ondan önce davranarak


yanındaki silahı aldı ve Rqu-01’e nişan aldı. Tek vuruşla robotun kafasını

70
Gökcan Şahin

buldu. Deri ve kanların her yere saçılmasının yanında helikopter de


dengesini kaybedince robot parçalanmış kapıdan Haliç sularına süzüldü.
Daha sonra robotu taşıyan helikopter, yerleşkeye dönerken Rqu-Ex

tenha bir alanda indi ve özgür yaşamına ilk adımı attı. Rqu-01’i yok etmiş
bile olsa Amerikanların robotları kullanmasını ve insan öldürmesini

engellemişti, üstelik tek bir adam bile öldürmesine gerek kalmadan. Đçinde
hiçbir vicdan azabı yoktu. Şimdi diğer robotları kurtarmaya çalışacaktı.

***

“Ama onları ben kurtarmadan kendileri kaçmışlardı. Yıllardır da

bulmaya çalışıyorum,” dedi Udel yanındaki Acı’ya. “Sanırım bazı bilim


adamları isyan etmiş ve tüm robotlara kaçabileceklerine dair kodları

yüklemişler. Böylece küpe bağlı olmadan tıpkı Rqu-01 gibi uyanmayı


başarmışlar. Tek istisnalar da Rqu-02 dedikleri Mir El Fera ile Rqu-03
dedikleri Zemir Rod Antor olmuş.”
“Şimdi tüm taşlar yerine oturdu,” dedi Acı. “Bir de bizim asıl
görevimizi bilsem. Hani milyonlarca yıldır insanları korumak üzerine olan
görevi…”
“Bunu da daha sonra anlatırım. Güneş doğdu, neredeyse

yürüyüşçüler ortaya çıkacak. Hele senin şu sol kolunu görürlerse durum hiç
iyi olmaz.”

“Tamam, gidelim,” dedi Acı banktan kalkarak. Hızlı adımlarla eve


doğru yürüdüler.

71
KUĞU KILICI ÜÇLEMESĐ SONA ERĐYOR!

“ALACAKARANLIK EFENDĐLERĐ”
yakında BUZUL DÜNYA’da!
YAZAR
Gökcan Şahin, 3 Eylül 1988’de Sivas’ta doğdu. Đlköğrenim ve liseyi

Đstanbul’da tamamladı. 2006 yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve


Haberleşme Mühendisliği'ne devam ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal
bölümlerde öğrenim görse de edebiyat, tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi
duydu.
Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda
elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve inceleme
yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü'nün internet
sitesinde, Xasiork Dergi’de ve Gölge e-dergi'de
yayınlandı. Henüz bir roman bitirememiş olsa da;
en yakın zamanda kaleme alıp, yayınevlerinin
kapısını çalmayı düşünüyor.
Şu sıralar Ozancan Demirışık’la birlikte,
sekiz bölümden oluşacak ve iki buçuk ayda bir
‘Buzul Dünya’ adlı sanal yayınevi üzerinden
yayınlanmakta olan SIFIR adlı doğaüstü-polisiye serisini yazıyor.

You might also like