Professional Documents
Culture Documents
Yazın yaşamına 1977 yılında Türkiye'nin ilk kadın mizah yazarı olarak başlayan Mine G.
Kırıkkanat, on yıl ayrı kaldığı yazı dünyasına bu kez gazeteci kimliğiyle girmiş ve 1988
yılında Cumhuriyet, 1992 yılından beri de Milliyet gazetesinin dış muhabirliğini üstlenmiştir.
Altı yıl kaldığı İspanya'dan sonra halen Paris'te görevli olup 1996'dan bu yana muhabirliğin
yanı sıra Radikal gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta ve Fransız TV5 televizyonunun
yabancı gazeteciler ekibinde yer almaktadır. Sinek Sarayı adlı romanı ve Gülün Öteki Adı
Fransızca yayınlanan Mine G.'nin diğer kitapları: Kadın Kafesleri, Pandispanya, Topuk
Tıkırtıları, Yalnız Kalem, Bir New Varmış York Olmuş, ve Aşk Hikâyeleri'dir.
Mine G. Kırıkkanat
© Om Yayınevi, 2002
1. Baskı: Cep Kitapları, İstanbul, 1989
5. Baskı: Om Yayınevi, İstanbul, 2002
Yayına hazırlayan: Sidal Tiryakioğlu
3
ISBN 975-6530-24-3
Om Yayınevi
İletişim için:
www.omyayinevi.com
e-mail: omnia@prizma.net.tr
Mine G. Kırıkkanat
Jacques Jeulin
Önsözler
İlhan Selçuk
4
OM DENEME
Önsöz
Uygarlığın tanyeri kolay ağarmadı. İnsanoğlu ateşi ne zaman buldu, bilinmiyor. Ateş gece
karanlığında küçük bir aydınlıktır; ama insan aklının aydınlanması için tarih babanın sabrıyla
uzun süre beklemek gerekiyordu.
Karanlığın koyuluktan alacalığa dönüşmesi için ne kadar süre geçti, sorusunu yanıtlamak da
güçtür. Zifir rengindeki göğün ötesinden berisinden belli belirsiz ışınlarla delinmesi, sonra
karanlığın daha da yoğunlaşıp toplumların üstüne çökmesiyle geçen yüzyıllar, kaç kuşağı
toprağa gömdü?
Tarihte örnekleri var; kimi zaman tanyeri ağarır gibi olmuş; insan "gün doğuyor" diye
umutlanmış, sonunda yıkıcı bir düş kırıklığına uğramıştır.
Geçmişin bir evresinde din bağnazlığı, dünyanın her yerinde birbirinden ayrı gibi görünen,
ama özde bir sayılan düzenler kurmuştu. Düzenlerin temel kuralı neydi? İnanacaksın,
tapacaksın, düşünmeyeceksin, kuşkulanmayacaksın, yalnız emirleri yerine getireceksin; Tanrı
adına yeryüzünde egemenliği elinde tutan buyurganların kurduğu düzeni, aklın süzgecinden
geçirmeden benimseyeceksin.
Doğudan batıya, kuzeyden güneye gezegenimizi saran bu düzene -yine tanrılar adına-
başkaldıranların karanlığı dağıtmak yolunda katkıları büyüktür. Batıda "Reform"devinimi
"Uyanış" ve "Aydınlanma" çağlarının belirleyicisi değil mi? Luther'in Roma'daki Papa'ya kafa
tutması, yine din adınaydı; dinsel mantığa dayanıyordu, ama akıl yolunu açarak insan
düşüncesine kilisenin kubbesi altında sıcak bir mum yaktı.
Peki, Luther'den öncesi yok muydu? Tarihte hep öncüller ve ardıllar vardır. Hiçbir olgu, bir
oluşumun omurgasına eklemlenmeden gerçekleşemez. Ayrıca Kathar Şövalyeleri'ni
tanıdığımız zaman, insanlığın soyağacında Şeyh Bedreddin'e ne kadar yakın bir dal
oluşturduğunu düşünüyoruz, iki akımın da karanlığın cellatlarına boğdurulması,
yazgılarındaki benzerliği vurguluyor.
Nâzım Hikmet bu gerçeği, idam fermanını algılayan Şeyh Bedreddin'de dile getirir:
5
Bedreddin gülümsedi,
dedi:
"Bu kerre mağlubuz," dedi Bedreddin; bu sözün içinde geleceğe güven var.
Elinizde tuttuğunuz bir tarih kitabı değil, insanlığın damarlarında dolaşan özsuyun
kaynaklarından birini size tanıtan bir öykü, roman ya da bir başka tür, ama kesinlikle masal
değil; gerçekliğin soylu bir serüveni.
Kathar Şövalyeleri'nin Türk okuruna Mine Saulnier'nin duyarlı kalemiyle tanıtılması, kitaba
değerini veren ana niteliktir. Pirene Dağları'nın kuzeyinden başlayan insana dönük bir inanç
akımının sosyal adaleti içeren toplumsal bir düzene dönüşmesi; sonra da Türkiye'nin ovasına,
kasabasına ulaşan rüzgârlara karışması, tarihte ilginç sayfalar oluşturuyor. Mine Saulnier'nin
üslubunda biçimlenince, o günleri yeniden gündeme getiren bu kitap güncelleşiyor.
Türkiye'de bugün bile "vicdan özgürlüğü" ve "sosyal adalet" gündemin birincil maddeleri
değil mi?
İlhan Selçuk
1989
6
Kathar trajedisiyle Şeyh Bedreddin Destanı arasında bir akrabalık arayan Mine G.
Kırıkkanat'ın (Saulnier) ilginç kitabı Gülün Öteki Adı'nın, Türkiye'de yayınlandıktan sonra
Jacques Jeulin'in itinalı uyarlama/çevirisiyle Fransızca okurlara kazandırılması çok
memnuniyet verici.
Deneme basit değil, çünkü yazar yalnızca iki mezhep arasında, zamanda ve mekânda tarihsel
bir karşılaştırma yapmakla yetinmiyor; aynı zamanda eğitici ve toplumsal ahlaka dayanan bir
değer de yüklüyor bu tarihe. Gülün Öteki Adı Kathar olgusunu Türk okura anlatırken, kendi
kültürüne ait Şeyh Bedreddin Hareketi'nden yola çıkıyor, çok iyi tanıdığı Nâzım Hikmet'in
şiirlerinden yararlanarak anlaşılmasını daha da kolaylaştırıyor. Aynı şekilde Fransız okura da
hem Katharizm hakkındaki bilgisini genişletme hem de Bedreddin Hareketi'ni daha iyi
kavrama olanağı veriyor. Sonuçta, bu kitap kültürlerarası tarih çalışmaları için gerçek bir
kazanç niteliğinde.
Dolayısıyla zor ama coşku verici bir çalışmayla karşı karşıyayız. Gülün Öteki Adı tarihsel
karşılaştırmalarla kültürlerin birbirlerini nasıl etkileyebileceğine işaret ediyor. Küçük Asya ve
Balkanların, Hıristiyanlık ve İslamiyet içindeki mezheplerin gelişim sürecinde dönem dönem
oynadıkları önemli rolü gösteriyor. Bunlar arasında devamlı ve en etkileyici olanı, şüphesiz
7
düalist düşüncedir. Katharizm öğretisinin altyapısını oluşturan düalist düşünceye Manes'e
kadar gitmeden değinmek gerekirse: Altıncı yüzyılda Ermenistan, Küçük Asya ve Trakya'da
yayılan Pavlusçuluk, 870'lerde en saf haliyle Tibrike'de (Divriği) ortaya çıkıyor ve V.
Konstantin'in Malatya ile Erzurum'dan tehcir ettiği halklarla birlikte Bulgaristan'a yayılıyor.
Onuncu yüzyıl ortasında Aziz Bogomil tarafından yeniden yorumlanan Pavlusçuluk, Balkan
Slavları arasında yayılarak Konstantinopolis'e kadar uzanıyor. On beşinci yüzyıla kadar
Bosna-Hersek'te gelişen Bogomilizm, on birinci yüzyıldan sonra özellikle haçlı orduları ve
uluslararası tüccarlar aracılığıyla Batıya yayılıyor. İlgi çekici noktalardan biri de, on dördüncü
yüzyılda, Fransa Krallığı'nda Katharizmin yok edildiği dönemde Philadelphia'da (Alaşehir)
etkin bir Kathar Kilisesinin olmasıdır. Daha da iyisi, Alaşehir'de bulunan bir yazıttan yola
çıkan I. Henri Gregoire*, dördüncü yüzyılda Küçük Asya'daki Kathar inançlarının, yedi-sekiz
yüzyıl sonra Batı Avrupa Katharlarının inançlarıyla aynı olduklarını kanıtlamıştır.
Gülün Öteki Adı'nda belirtildiği gibi Simavnalı Bedreddin'in öğretisi ve hareketi daha kısa
sürse de aynı topraklarda doğmuş ve yayılmıştır. Bedreddin, Osmanlı'nın yeni fethettiği
Edirne yakınlarında Hıristiyan bir anneden doğmuştur. Babası da ilk akıncı Selçuklu
beylerinin torunlarındandır. Babasının gözetiminde İslamiyet'i öğrenmiştir. Ama I. Mehmet
tarafından sürgüne gönderildiği İznik'ten kaçtığında, önce Kastamonu ve Sinop ardından
Kırım'a gittikten sonra vardığı Besarabya'da (Romanya), Hıristiyan bir prensin yanına
sığınmıştır. Osmanlı karşıtı propaganda çalışmalarını Dobruca ve Deliorman'a sınır olan
Besarabya'dan başlatmıştır. Aynı anda, aynı çalışmayı Manisa ve İzmir çevresindeki
yandaşları Şii, Yahudi ve Hıristiyanlar arasında yürütür.
'Henri Gregoire, "Küçük Asya, İtalya ve Fransa Katharları", Memorial Louis Petit,
Bizara Tarih ve Arkeolojisi Hikâyeleri, Bükreş Fransız Enstitüsü Bizans Araştırma
Merkezi, 1948, s. 142-15
Gülün Öteki Adı, Kathar ve Bedreddin öğretileri arasında ilginç benzerlikler ortaya çıkarıyor:
İki öğreti de cenneti, cehennemi, yeniden dirilişi yok sayıyor; imanın zorla olmayacağını
savunuyor; devlet dahil tüm toplumsal ve siyasal merkeziyetçiliği, özel mülkiyeti reddediyor;
toprak ve iş paylaşımını öngörüyor. Öğretilerdeki bu benzerlikler önemli ancak, kitapta
unutulmayan farklılıklar da az değil. Özellikle kadercilik, mucize, kadının toplumsal konumu
ve her şeyden önemlisi Bedreddin'in öğretisindeki Tanrının Tek'liği, üç tek tanrılı dinin
birlikteliği ve bu birliktelik anlayışından doğan öğretilerin bağdaştırılması (syncretisme)
Katharizmden farklı.
Ancak olguya buradan yaklaşmak pek verimli olmazdı. Kathar mezhebi ile Bedreddin
mezhebinin arasındaki benzerlikler, Katharizmin İslamiyet üzerindeki etkisinin Hıristiyanlığa
yaptığı etkiden daha fazla olduğunu göstermez. Zaten Gülün Öteki Adı da açıkça bunu
söylemiyor; tedbirle cüret arasında gidip gelerek, inandırıcı ama bilimsel olarak kanıtlanması
gereken ilginç varsayımlar ortaya atıyor. Bu eser, en azından, kültürlerarası etkileşimlerde çok
önemli bir tarih sorusu ortaya koyma ve bu konuda araştırma önerileri getirme başarısıyla
takdir edilmeli. Uzmanların" bugüne değin Katharizm ve Bedreddin öğretisinin ilişkisi
konusunda sessiz kaldıklarını kabul etmek gerek. Bedreddin'in formasyonu konusunda
şimdiye kadar yalnızca tasavvuf geleneğinin önemine, İbn-i Arabi'nin Bedreddin'in de itiraf
ettiği yönlendirmesine, Sarı Saltuk gibi tümüyle Asya kökenli mitolojinin, hatta kabile
efsanelerinin oluşturduğu kültürel altyapının etkisine dikkat çekildi. Bogomilizm ile ilgisi
kurcalanmadı.
Gülün Öteki Adı kültürlerarası etkileşimin çarpıcı bir örneğini çok açık bir dille anlattığı için
övgüye değer. Kitabın, belki de aşırı eğitici bir çabayla, çağdaş kavramları yüzyıllar öncesinin
olguları için kullanması eleştirilebilir. Böyle bir anakronizmin, çağdaş okuru geçmişi daha iyi
anlamaya iteceği şüphelidir. Ama asıl önemli olan, kitabın tutkuyla okunması ve diri bir mesaj
vermesidir. Mine G. Kırıkkanat'la Jacques Jeulin'in yaptığı tüm analizler, ortaçağdan
başlayarak Atlantik Okyanusu'ndan Anadolu'ya inançlar ve istemler üstüne altını çizdikleri
gerçekler, içinde yaşadığımız çağın gündemiyle aynıdır: Sosyal adalet ve insan emeğinin
ürettiği zenginliklerin daha adil paylaşımı kadar, dinsel hoşgörü arayışı. Bu anlamda
Bedreddin'in bağdaştırmacı (syncretiste) görüşleri takdirle anılması gereken ilk adımlar olarak
beş yüzyıl sonra hâlâ daha adını koyamayan bir evrenselliğe sıçrıyor.
Jacques Thobie
— Kathar sapkınları çoluk çocuk Beziers Katedraline sığınmış. Onları korumak isteyen dini
bütün halk, Katoliğiyle, Yahudisiyle aralarına karışmış. Tanrının kullarını şeytana tapanlardan
nasıl ayıracağız Peder? Katharlar üstüne haçlı seferini Roma adına yöneten Başpapaz
yanıtladı:
imiş.
Dedi ki:
Dedi ki:
— Cevap: Allah bilir anın çünküm biz cinin mevti halini bilmezüz..
Nâzım Hikmet
(Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı)
Biz burada size, Atlantik Okyanusu ile Akdeniz'i birbirine bağlayan Avrupa'nın en eski
sıradağlarının eteklerine ya da doruklarına kurulu birkaç kenti ve bu kentlerin tarihiyle
kenetlenmiş görkemli şatoların öyküsünü anlatacağız. Öykümüz aynı zamanda, ortaçağ
Avrupası'nda zamanından önce öttüğü için başı kesilen, insanlığın gelmiş geçmiş en içli, en
ak, en cömert sevgi mesajı kahramanlarının, Kathar Şövalyeleri'nin destanı. Roma Kilisesi,
engizisyon yangınını tarihte ilk kez onlar onuruna ateşlemiş. Katharların Oksitanya
11
bölgesinde uğradıkları büyük zulmü ve sonunda yok oluşlarını anlatan tarih sayfalarında
dolaşırken, ister istemez bu inancın kaynakları ile Şeyh Bedreddin mezhebi arasındaki
köprüye de parmak basacağız.
Çağdaş Türkiye'mizdeki sözüm ona eğitim görmüş bir çoğunluk arasında geçerli "Avrupa
merakının" markalı giyinip, dünün hacıyağı kokusu yerine Avrupalı parfümlere bulanmak ile
özetlendiği düşünülecek olursa... Alaşehir'i anladık da, Pirene dağlarının Kathar
efsanelerinden bize ne, diyenler olabilir. Elbette, Kürtlerden de bize ne? Hatta Türkiye'den
hem bize, hem onlara ne?
Bu kitabı oluşturan yazı dizisini Manyas'ın canına okuduktan sonra toplumumuzu da okumaz
yazmaz, tek telden öten bir kuş cenneti haline getirmek isteyen anlayışa inat, evrensel kültüre
inananlar için hazırladık. Uygar Avrupa'nın bir günde yaratılmadığını, herkesin her
düşündüğünü ve her şey hakkında korkmadan niçin konuşabildiğini anlayanlar için.
Aydın ellerinde çarmıha gerilen Börklüce Mustafa, tüm insanlığın bir parçasıdır. Pirene
Dağları'nın güzelim şatoları bizi de ilgilendirir.
Atlas Okyanusu'ndan Akdeniz'e uzanan 430 kilometrelik bir doğal sınırla İspanya'yı
Fransa'dan ayıran Pirene sıradağları, bu arada doğal oluşumunu kucağında tamamlayan, kendi
sütünü emzirdiği çok eski iki halk topluluğunu da bu ülkeler arasında paylaştırır: Gaskonya
Körfezi'ne açılan Bask ülkesi ve Arslan Körfezi'ne bakan Katalonya. Jeolojik açıdan 93
milyon yıllık bu yaşlı dağlar (en yüksek tepesi Aneta, 3404 m) boydan çok enine bir yayılma
gösterdiğinden, tarih öncesinden günümüze insan elinin tüm evrimini içeren kalıntılar taşır.
Doğal zenginliği ve kartal yuvasını andıran, surlarla çevrili ortaçağ kentleriyle yerkürenin en
güzel ve en olgun kırışıklıklarından biridir.
Karlı kış akşamları tepelerinde rüzgârların uğuldadığı bu ortaçağ kentlerinde anlatılan ocak
başı efsanelerine göre Pireneler'e adını, bu dağlarda on iki sınavından birini vermeye gelen
Herakles, su perisi Piren'e olan aşkının anısına koymuş. Bugün bile Lombrives Mağarası'nda,
bir tutam düş gücü ve birkaç Frank karşılığında Piren'in mezarı ile Herakles'in taş koltuğunu
görmek olası.
Dağların Midi Pirene diye adlandırılan bölümü, zamanında kendi dili Oksitancayı konuşan ve
kuzeyli baronların egemenliğine, yani Paris'teki kralın yasalarına 40 yıl süren kanlı "Kathar"
savaşları sonucu boyun eğen Oc(1) ülkesini içeriyor Oksitanya (Occitanie). Bugünkü Langu-
edoc bölgesi olan Oksitanya'nın tarihsel başkenti Toulouse, günümüzde de Fransa'nın en
dinamik illerinden biri. Hemen tüm eski yapılarının kiremit oluşu nedeniyle "Pembe Kent"
diye anılıyor.
Airbus uçaklarının monte edildiği, Ariane füzelerinin parçaları gibi uzay araçlarının yanı sıra,
tıp ve sanayi alanında kullanılan nükleer gereçlerin üretildiği, yüksek teknolojide başa
güreşen bir il merkezi. Kentin gelişimini geriye doğru izleyince bu yükselişin öyle durup
dururken olmadığını, Toulouse Kontluğu'nun ortaçağda da bölge ekonomisi ve kültürünün
başını çektiğini görüyoruz. Aynı gözlem, Oksitanya'nın ikinci önemli kenti Montpellier için
de geçerli. Çağdaş Montpellier mimarisi, tıp fakültesi ve kültür festivalleri ile dikkati
çekiyorsa, yedi yüzyıl önce de aynı tıp fakültesi ve Arabından Yahudisine yedi bucaktan
gelen bilim adamlarına ve sanatçılara açık kapılarıyla yine çağının önünde yer alıyormuş.
İdam Karşıtlarının Kanı Tarihte ilk Kez Bir Temmuz Sabahı Aktı
On ikinci yüzyılda Oksitanya bölgesinde binlerce yandaş bulan Kathar dini, günümüz
takvimiyle üçüncü yüzyılda İranlı Manes'in yaydığı Manikeizm öğretisinden esinlenir.
Yayıldığı coğrafi bölgelere göre bu kitapta zaman zaman Bogomilizm ve Patarinizm diye de
anılan Katharizmin, "İyi" ile "Kötü" dengesi üzerine kurulu bir Hıristiyanlık/Budizm sentezi
olduğu söylenebilir.
Manikeizm, "İyi" ile "Kötü"nün eşit karşıtlığı kuramına dayalı bir öğretidir. Manikeizme göre
şeytan, tanrının karşıt eşidir. İnsan bu kötü tanrı tarafından yaratılmıştır ve iyiliğe erişip
kendini aşabilmesi ancak bilim yoluyla olanaklıdır.
Hıristiyan bir temele, Zerdüşt ve Buda'dan alınmış öğeler oturtulur. Yine İranlı bir düşünür
olan Zerdüşt (I.Ö. 628-551) tarafından kurulan Mezdekilik dini, zaten düalist bir dindi. Manes
de öğretisi Manikeizmde çatışmaya dayalı iki ilke birlikteliğini benimsemiştir: Işığın
simgelediği "iyi" ile karanlığın simgelediği ve maddeye eşit "Kötü"nün ilkeleri. Madde,
aydınlığına girdiği ışığa yükselmek istediği gün, iyi ile kötü ilkeleri arasında zorlu bir savaş
başlar. İyi'nin tanrısı, ilkel insanı yaratır. Ancak ilkel insan karanlığın güçlerine yenik düşer
ve maddenin tutsağı olarak Kötü'nün safına geçer. Kötü tanrının kullarından doğan insanlığın
bağışlanması için gerçek bilgiye ulaşması, ancak bilim yoluyla mümkündür. Ruhunun
kurtuluşu, bilgiyi aydınlatıcı bir bilgeliğe damıtmaktan geçmektedir.
Bu düalist anlayış, karşıt ilkelerin çatışması -örneğin Çin'de Yin ve Yang olarak karşımıza
çıkar- Katharlarda da vardır. Çok daha sonraları Masonluk anlayışında yer aldığı biçimiyle,
ışıkla karanlığın, bilgiyle cehaletin savaşı olarak, kendisi de Mason olan Mozart'a "Sihirli
Flüt" operasını esinlemiştir.
Manikeizm, tüm baskılara karşın Iran dışında İtalya'da, Galler ülkesinde, ispanya'da ve Kuzey
Afrika'da yaygınlaşır. Daha sonra Aziz Agustin olarak anılacak genç Tunusluyu bile baştan
çıkarmış, ancak Augustin daha sonra bu dini reddederek "Hıristiyan Aziz"liğini kurtarmıştır.
13
Doğuda, 763 yılında bu dini kabul eden Bükü Han'ın kağanlığı sırasında Uygur Türklerinin
resmi dini haline gelen Manikeizm, Orta Asya Türkleri ve Çin Türkistanı'nda büyük etkinlik
gösterdi ve yaygınlaştı. 1889 yılında Karakurum dolaylarında bulunan sekizinci yüzyıldan
kalma Orhun Yazıtları, Türk dilinin en eski anıtıdır. "Runi-form" denilen Türk harfleriyle
Gültekin ve Bilge Kağan anısına mezar yazıtlarından oluşan bu anıt, Türklerin o dönemdeki
dini yaşamlarına ve (et yeme yasağı gibi) Manikeizm kökenli yaşam kurallarına ait önemli
bilgiler içermektedir. Türklerin İslamiyet'i (hayli geç) kabul etmeden önceki inançları,
öncelikle Şamanist, daha sonra Budist, Hıristiyan, Nasturi ve Manikeisttir.
Kırgızların saldırıları sonucu 840'ta yok olan Uygur Krallığı'ndan öteye Manikeizm, Çin
Türkistanı'nda tutunmakla birlikte, Asya kıtasının diğer bölgelerinde ancak kabuk değiştirip
çeşitli mezhep adları altında varlığını sürdürebildi.
Avrupa'da ise Bogomil, Patarin ya da Kathar Dini diye anılan bir mezhep, Manikeizme dayalı
bir Hıristiyanlık sentezi olarak Batı Anadolu'dan İngiltere'ye dek onuncu yüzyıldan on beşinci
yüzyıla uzayan bir zaman kesitinde varlık gösterdi. Balkanlar, İtalya, Şampanya, Flandra,
Almanya, ingiltere, Fransa ile ispanya arasındaki Pirene bölgesine ve Katalonya'ya yayıldı.
Kathar dinine kabul edilmek için, özgür seçimle karar verebilecek erginlik yaşına ulaşmanın
dışında hiçbir koşul ve zorunluluk gerekmiyor; dönemin etkili Katolik Kilisesinin,
inananlarına yüklediği tüm ödev ve gerekler yadsınıyordu. Katharizmi benimseyen inananlar,
davranış ve yaşamlarında nasıl özgürlerse, din görevlileri gönüllüler de öylesine özveri,
öylesine olağanüstü irade gerektiren bir yaşantı sürmek zorundaydılar. Vatandaş Kathar
istediği gibi yer, içer, sevdiği kadınla evlenip çocuk yaparken; kendilerine "kusursuz" ya da
"iyi adamlar" adı verilen din görevlileri kesinlikle cinsellikten uzak, şiddete hiçbir koşul
altında başvurmayan, "et yemez" kadın ve erkeklerdi. Kadın ve erkeklerdi diyoruz, çünkü
Kathar dinini diğer tüm tek tanrılı dinlerden ayıran en büyük özelliklerden biri, tarihte ilk kez
her iki cinsin eşit koşullarda din görevlisi olabilmeleriydi.
Ölüm cezasına karşı olan Kathar öğretisi, topluluk üyelerinden biri elini kana buladığında onu
ömrünün geri kalanını "Kusursuz"luğa adayarak geçirmeye mahkûm ediyordu. Öğretinin
kurallarını ve koşullarını kabul etmeyen ya da cayanlar, ellerini kollarını sallayarak
topluluktan çıkabiliyorlardı. Ne gariptir ki, kırk yıl boyunca her türlü baskı, şiddet ve
işkenceye uğrayan bu mezhepten ayrılanlar parmakla sayılacak kadar az oldu.
Oksitanya halkı uzun saçlı, yetersiz beslenme nedeniyle solgun yüzlü bu "kusursuzları" çok
sevmişti. Onlar ikişer kişilik gruplar halinde Oksitanya'daki tüm şatoları ve kaleleri bir bir
dolaşıp büyük bir inançla, insanları doğruluğa ve sonsuz adalete davet ediyorlardı. Yeni
mezheple karşılaştırıldığında, Katolik Kilisesinin durumu utanç vericiydi. Roma'ya bağlı
Katolik papazları, günah ve yasak zincirleriyle kuşattıkları halka dönük görevlerini yerine
getirmektense, halkın cebinden aşırdıkları paralarla zenginleşip baskı ve iktidar güçlerini
artırmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı. Buna karşı olan Kathar mezhebi, Katolik
Kilisesinin inananlarına yüklediği tüm gerekleri toptan yadsıyıp, papazları "günahkâr ve kirli"
ilan etmişlerdi. Özel mülkiyeti, Katolik Kilisesine ödenen vergileri reddedişleri ve toplumun
her sınıfından yandaş topladıkları da düşünülecek olursa, Kathar öğretisinin yalnız Katolik
Kilisesine değil, tüm feodal düzene karşı bir tehdit oluşturduğunu görmek zor değildi. Roma
14
Papalığı, varlığını savunmak üzere harekete geçti. 1207 yılında, Kathar mezhebine giren
halkına karşı önlem almayı reddeden Toulouse Kontu VI. Raimond, Katolik Kilisesi
tarafından aforoz edildi. Papa III. Innocent, Fransa Kralı'na bağlı kuzeyli derebeylerini haçlı
seferine çağırarak Oksitanya üstüne ordu gönderdi. Arnaud Amaury komutasındaki haçlılar,
12 Temmuz 1209'da Beziers Kalesi'ni kuşattı. Beziers senyörleri ve halkı, Katharları haçlı
ordularına teslim etmeyeceklerini bildirince, kente karşı "taş taş üstünde bırakmayacak" bir
saldırı başlatıldı. 22 Temmuz günü, Beziers kalesi düştü. Sağ kalan silahsız kent halkı,
Yahudisi, Katoliği ve Katharıyla çoluk çocuk katedrale sığındı. Bu acıklı tablo karşısında
boşuna kan akıtmak istemeyen kuzeyli senyörler, haçlı seferini yöneten Başpapaz Arnaud
Amaury'ye Tanrının kullarını "sapkın" Katharlardan nasıl ayıracaklarını sorunca, başpapaz
tarihe geçen o korkunç buyruğunu verdi: "Hepsini öldürün, Tanrı kendi kullarını ayırır."
Kana susayan bir tanrı uğruna Beziers kalesinde o gün, yirmi bin insan, Tanrının evine atlarla
giren şövalyelerin kılıçları altında can verdi. Oksitanya'nın kırk yıl sürecek engizisyon
dönemi, böylece başlamış oluyordu.
Manes mezhebi üyelerinin bir bölümü Ermeni olup Anadolu'da İmparatorluğun doğu
sınırlarında yaşarlar ve dinlerini uzlaşmaz bir biçimde savunurlardı; Ermeniler, Bizans
Devleti'ne ciddi zorluklar çıkaran savaşçı bir halktı. Bizans Devleti'nin bu durumda
başvurduğu en etkili yol, halkları oturdukları bu bölgeden başka bir bölgeye aktarmaktı:
Örneğin Slavları Anadolu'ya ve Ermenileri Balkanlar'a. Aynı şey Manes mezhebi üyelerinin
başına gelir. Bunlar sekizinci yüzyılda V. Konstantin Kapronim tarafından Doğu Trakya
sınırından, daha sonra onuncu yüzyılda Ermeni asıllı önce general, 969 ile 976 yılları arasında
imparator olan Jean Tzimisces tarafından sürülürler. Balkanlar'daki Philippopolis, bugün
Bulgaristan'daki Filibe kenti Manes mezhebi üyelerinin yeni yerleşim merkezi olur.
Tzimisces, bu kentin yakınlarına doğulu bir koloni kurmakla, doğu sınırlarındaki baş edilmesi
bu zor tarikatı kalesinden ve kentinden uzaklaştırmış, aynı zamanda bu yeni bölgenin,
kuzeyden gelen Iskitlerin saldırılarına karşı iyi bir tampon bölge olmasını sağlamıştı.
15
Bogomil papazlarının çabaları sayesinde Manikeizm beşinci yüzyılda Bulgaristan'da yayılmış
ve yeniden canlanmıştır. O yüzyıl boyunca Bulgaristan sınırlarının sürekli olarak değiştiğini
hatırlatmakta fayda vardır: Sekizinci yüzyılın başında Dinyester'den Balkanlar'ı geçerek
Adriyatik Denizi'ne kadar uzanmaktaydı. Bu sınır, Bizansların, daha sonra da Türklerin
saldırılarının ardından 1878 yılına kadar geçerliliğini sürdürmüştür. • Bogomilizmin ortaya
çıktığı ilk bölge ya Alaşehir ya da Filibe'dir. Bulgaristan'dan Anadolu'ya mı, yoksa
Alaşehir'den Filibe'ye mi yayıldığı tam olarak bilinmemektedir. Tarihi verilerde, Bogomil
papazlarının bu yeni inancı Balkanlar'da 950'den sonra yaydığı belirtilmektedir. Yunanca
Theophil (Latince Amadeus), yani "Tanrı dostu" anlamına gelen Bogomil adı, bu yeni
inançtan ilk söz eden papazın adı mıydı, yoksa "Tanrının Dostları" Kilisesi'nin liderine
verilen takma ad mıydı, tam olarak bilemiyoruz.
Yedinci yüzyılda Bosna hükümdarı Kulin (Voyvoda) Bogomilizmi resmi din ilan eder. Papa
tarafında başlatılan ve Macaristan kralı tarafından yönetilen haçlı seferleri bile, Katolik kilise
tarafından dışlanmış bu yeni dini söndürmeye yetmemiştir. Bosna'da Bogomillere Gazari(2)
adı verilmiştir. Balkanlar'da ve Dalmaçya'da Bogomil dini, 1481'de Türklerin gelişinden sonra
tamamen yok olur. Katharların daha önceden bölge halklarının Hıristiyanlık inançlarını
sarsmış olması (bir bakıma), Osmanlıların yeni bir bölgede yeni bir dini (İslam) fazla
zorlanmadan yaydıklarını açıklar. Bosna'da kentlilerin ve ova halkının Bogomil dinini genel
olarak kabul ettikleri ve sonra da İslam'a(3) döndükleri söylenir. Oysa dağda yaşayanlar
Hıristiyan dinine bağlı kalırlar. Bunlar, bugün Bosna'daki Sırplardır. Bogomilizm her iki din
yönünde işlemiş ve çoğunlukla dervişler tarafından yönetilen tarikatlar sayesinde zorla
yaymaya çalışılan İslam dinini iki yüzyıl boyunca hareketlendirmişlerdir. Sûfî ya da Şii ve
İsmailiye tarikatlarına bağlı olan (Kutsal yazıtların gizemini araştıran) Batıniler gibi çeşitli
Müslüman tarikatlar; Balkanlar ve Makedonya'daki halkları, on ikinci yüzyılın ikinci
yarısında bölgeye yerleşen Sarı Saltuk'un öğretisi ile kendilerine çekmeyi başarıyordu
16
(bundan daha sonra yeniden söz edeceğiz). Şeyh Bedreddin sığınmak için Deliorman'a
geldiğinde, bu mezheplerin öğretisi kolektif bellekte yerini almıştı bile: Bütün bunlar,
Müslüman ülkelerde durdukları temel dogmalardaki kara deliğin boyutunu göstermektedir.
Şeyh Bedreddin mezhebi ise; adına ister Bogomilizm, ister Katharizm densin; özel mülkiyete
karşı çıkan, cennet ve cehenneme inanmayan, çalışmayana ekmek vermeyen ve köleliği-
alaşağı eden yerleşik düzenlere aykırı bu öğretinin sonuncu halkasıdır; evrimidir. Bedreddin,
Kathar ya da Bogomil öğretilerinin Manikeizm ve Hıristiyanlık yorumlarından kaynaklanan
safça yanlarını atıp, ekonomi ve özgürlük eşitliğine dayalı temelinden yola çıkarak, öğretiye
kendi geliştirdiği bir yorum getirmiş; dinsel bir biçim vermiştir.
İnsanların kardeşliği ve payların eşitliği üzerine yazılmış bir senfoninin, Batı Avrupa
Hıristiyan kökenli bir orkestra şefi; Doğu Avrupa'da ise Müslümanlıktan gelen bir maestronun
yönetiminde icrasıdır bu. Yorumlar değişik, ama partisyon aynıdır. Aynı hoşgörüsüzlük ve
tutuculuk duvarına çarpıp parçalanmışlardır.
Bedreddin öğretisinin Kathar-Bogomil öğretisi ile iç içe olması, her şeyden önce coğrafi bir
gerçektir. Doğduğu, geliştiği ve etkin olduğu yerlere bakmak yeterlidir.
Asıl adıyla Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin, bazı kaynaklara göre 1358'de, başka
kaynaklara göre de 1365 ya da 1371'de, Bulgaristan'da Yambol-Stara Zagora-Kazanlık hattı
üzerinde ve o tarihte Türklerin egemenliğine yeni girmiş olan Semaven kentinde doğmuştur.
1350-1370 yıllarından itibaren Anadolu'nun büyük kısmını fetheden Türkler, Çanakkale
Boğazı'nı geçmiş ve Balkanlar'in bu bölgesini ele geçirmişlerdi; İstanbul 1453'e kadar bir
yüzyıl daha direnmiştir. Semaven, onuncu yüzyıldan beri Bogomilizmin etkin olduğu
bölgenin merkezindedir. Ama Kathar-Bogomil dini üzerine araştırmalar yapan Batılı
tarihçilerin Bedreddin'le olan bağlantıyı gözden kaçırmalarının birinci sebebi, çoğu Batılı
kaynaklarda(4) (örneğin Joseph von Hammer'in belirttiği gibi) Bedreddin'in doğum yerinin
Semaven değil, Kütahya yakınlarındaki Simav kenti olarak belirtmesidir. Tarih boyunca, Türk
ve Avrupa coğrafi yerlerinin isimlerini hatasız olarak çevirmek zor olmuştur. Bulgar kenti
Plovdiv, Türkçe'de Filibe, Yunanca'da ise Philippopolis'tir; Türkiye'deki Edirne kenti,
Fransızca'da Adrianople, Yunanca'da Hadrianpolis'tir; aynı şekilde Balkanlar'ın en küçük
köylerinin adları birbirinden farklıdır. Katharları derinlemesine inceleyen batılı bilginler,
incelemelerine yirminci yüzyılda başladıkları gibi Türkçe de bilmiyorlardı. Eski Türkçe
bilenler ise, Osmanlı'nın tarihi olaylarından çok, mali kayıtlarını incelemişlerdi,(5) bu nedenle
Şeyh Bedreddin asla uluslararası bir düzeyde inceleme konusu olamamıştır.
Osmanlılar, Simav'ı 1381'de ele geçirir, yani Bedreddin'in doğumundan önce. Bedreddin
(ölüm yılı ya 1417 ya da 1420'dir) bu durumda kırk yaşından önce vefat eder. Aynı şekilde
1395 yılına doğru Mısır'da ders verdiği, 1403'e doğru Tebriz'de Timurlenk'le uzun görüşmeler
yaptığı ve 1410'a doğru da yüksek askeri hâkim (Kazasker) olduğu bilinmektedir. Bu yüzden
Türk geleneklerine göre 1358'e doğru Semaven'de doğmuş olması daha gerçekçidir. Semaven,
Edirne'den üç yıl önce, yani 1360'ta ele geçirilmiştir. 1246 ile 1261 arasında hüküm süren ve
1278'de ölen Selçuklu hükümdarı II. Izzeddin Keykuvas'ın torununun torunu ve Bedreddin'in
babası İsrail, Semaven Kalesi'ni ele geçiren ordunun komutanıydı ve kuşatmadan sonra bu
kentin kadısı ilan edilmişti. Eşi, Semaven'in Bizanslı hükümdarının kızı ve bir Yunan soylusu
olan Melek Hanım, sonradan Müslüman olmuştur (Melek'in, Yunanca adının çevirisi
olduğunu varsayarak, bu hanımın gerçek adı, aynı anlama gelen Angelika olabilir). Bedreddin
bu durumda, zamanın Osmanlı başkenti Edirne'de ve Konya'da en usta hocalardan ders alarak
eğitimini sürdürür. Kuşkusuz, araştırmamızın amacı, aynı bölgede bulunan ve Bedreddin'in
17
öğretisiyle, farklı gibi görünen önceki inançlar arasındaki bağı araştırmaktır. Bedreddin
Simav'da doğmuş olsa bile, burası da Bogomilizmin eski merkezlerinden biri olan Alaşehir'e
sadece 100 km uzaklığındadır.
Şeyh Bedreddin'le Kathar-Bogomil dininin bağlantısı elbette doğum yeriyle sınırlı kalmıyor.
Bedreddin'in babası israil, oğluna iyi bir eğitim vermeye çabalayan aydın bir kişiydi. Edirne
ve Konya'dan sonra, eğitimini daha da geliştirmek için Bedreddin'i Mısır'a, Mekke'ye ve
Suriye'ye gönderir. Bedreddin öğrenim gezisinin bitiminde Anadolu'dan geçer, Van ve Bitlis'e
uğrar. Yolculukları sırasında, tutsaklığında ölen Sultan I. Beyazıt'ı 1402'de Ankara'da yenen
ve oraya kadar bütün Anadolu'yu ele geçirmiş bulunan Timurlenk'le Tebriz'de görüşmüştür.
Bedreddin, Selçuklular döneminde Anadolu'da uzun süre kalan düşünür Muhiddin al-Arabi
(d. 1165 İspanya-Ö.1240 Şam) tarafından da etkilenmiştir. Bedreddin'in gezmiş olduğu bu
doğu topraklarında, birkaç yüzyıl önce Manikeizm yeşermişti. Bu dinin peygamberi Manes,
kendileri asla yazmamış olan diğer peygamberlerin aksine (Musa, Isa, Muhammet gibi),
geçtiği bütün yerlerde yazılı yapıtlarını bırakmıştır. Manes, kendisinden sonra gelen ve yazan
birçok düşünür kuşağının temel olarak kullandığı bilgilerin kaynağıdır. Şeyh'in oralarda
Manes'in öğretilerini incelemeye gittiğini iddia etmiyoruz; ama Arap düşünürlerin eski
öğretileri incelediğini biliyoruz. Onlar sayesinde Antik Yunan felsefesi (Aristo'nun öğretisi
vb.) günümüze dek yaşayabilmiştir. Şeyh Bedreddin'in turistik olmaktan çok, entelektüel olan
gezisi sırasında, Kathar-Bogomil dininin temeli olan Manes öğretisinden haberdar olmaması
ya da bu öğretiden doğrudan etkilenmemiş olması mümkün değildir. Üstelik o dönemde, bu
doğu ülkelerinde Manes'ten ve İslam'dan, sonra İsmailiye mensupları ve Hasan el-Sabah'ın
Batınileri gibi, ruhi açıdan hareketli birçok Müslüman tarikatın düşünce akımları,
Anadolu'dan Balkanlar'a yayılmaktaydı.
Ege yöresinde başarılı olacağına inanç getiren Şeyh Bedreddin, İzmir'den Edirne'ye geçer ve
Yıldırım Beyazıt'ın oğullarından Musa Çelebi tarafından kazaskerliğe atanır. Kazaskerlik
yaptığı süre içerisinde, Musa Çelebi hükümetinin, daha doğrusu tüm Osmanlı'nın Timur
yüzünden içine düştüğü siyasal bunalımdan yararlanarak yandaşlarını örgütlemek ve
öğretisini yaymakta epeyce başarılı olur. Fakat Yıldırım'ın küçük oğlu Mehmet Çelebi, Edirne
hükümetini ele geçirince Bedreddin'in gizli devrim hazırlıklarını fark eder ve Şeyhi İznik'e
sürer.
Çok geçmeden, Bedreddin kazasker iken kâhyalığını yapan Börklüce Mustafa İzmir
yöresinde; Torlak Hokmal ya da Hubbeddin Kemâl adlı yandaşı ile Manisa dolaylarında
devrim bayrağını açar ve birlikte başkaldırır. Bursa, Aydın ve Alaşehir'den binlerce insan,
Torlak Kemâl'in ve halkın Dedesultan adını verdiği Börklüce Mustafa'nın başına toplanır.
Yeni mezhebin inananları arasında Sakız Adası'nın keşişleri bile vardır! (6)
Müslüman olmayan halkın Bedreddin mezhebine bunca rağbetini, iki devrim liderinden
Torlak Kemâl'in Yahudi asıllı oluşuna; öğretinin Ege bölgesinde bu denli çabuk
18
tutunmanısıysa; 1379 yılına değin Türk beyliklerinin ortasında Bizans'a bağlı bir toprak
parçası olarak direnen Alaşehir'den (Philadelphia) yayılan Kathar öğretisinin etkisine
bağlamamak, her şeyden önce bilimsel devamlılığa aykırı.
Şeyh Bedreddin'in kendi mezhebini yaymaya başladıktan sonra edindiği her yer, eski Kathar-
Bogomil bölgeleri. Ege'de baş gösteren iki ayaklanmanın ardından kendisi de iznik'teki
sürgünden kaçıyor ve nereye sığınıyor? Eflak üstünden Zagra, Silistre ve Deliorman'a. Neye
güvenerek? Bölgenin kendisinden önceki geleneğine, merkezi otoriteye bağlı dinlere karşı
sürekli bir seçenek arayışına. Bedreddin, Balkanlar'da yeni bir Sarı Saltuk olabileceği
umudunu taşımakta. Kathar-Bogomil sarsıntısının İslam'da yaşanan boyutlarından, Batınilik
mezhebinin varlığı da ayrı bir kolaylık kendisi için. Üstelik, o bölgeyi tanıyor, bölge de onu
tanıyor.
Bir önceki yüzyılda, Moğol saldırıları ve Selçuklu aşiretleri arasındaki iç çatışmalar yüzünden
zora düşen Selçuklu Sultanı İkinci izzeddin Keykuvas, Bizans'a sığındı. Tam olarak, Bizans
imparatoru VII. Mikhael Palaiologos haçlı orduları tarafından talan edilen Konstantinopolis'i
1263 yılında geri aldıktan sonra. Sultanlarını izleyen kimi Selçuklu ve Türk kökenliler de
Bizans'a göçer, Bizans İmparatorunun izniyle, zamanın "no man's land"i olarak kabul edilen,
Bulgaristan'daki Deliorman (Dobruca) bölgesine yerleşirler. Çünkü VII. Palaiologos, askeri
güçsüzlüğüne rağmen etkin bir diplomasi politikası izliyor, Cengiz Han'ın halefleri
Moğollarla Selçuklu Türkleri arasında denge unsuru olmaya çalışıyordu. 1258 yılında, evlilik
dışı kızı Marya'yı Moğol Kralı Hülagü'ye gelin göndermişti. Ancak Hülagü gelin adayının
yolculuğu sırasında ölünce Marya, Hülagü'nün oğlu, sonradan Hıristiyanlığı kabul eden
Abaga ile evlendi. Çünkü Hülagü'nün kendisi de Müslüman değil, Şamanistti. Askerleri
arasında da çok sayıda Nasturi Hıristiyan Türk vardı. Abaga'nın ölümünden sonra İstanbul'a
geri dönen Marya, Fener Patrikhanesi yakınlarında, bugün adını taşıyan küçük bir kiliseyi
tamir ettirdi. Moğol Azize Marya Kilisesi, İstanbul'un 1453 yılındaki fethi sırasında çok kanlı
sahnelere tanık olduğu için Türkler tarafından Kanlı Kilise lakabıyla anılmaktadır, İstanbul'un
Bizans döneminden beri kapılarını kapatmamış, dinsel etkinliğini kesintisiz sürdüren tek
kilisesidir.
1300 yılında ölen Sarı Saltuk Baba, Arap tarihçi Ibn-i Batuta'ya göre İzzeddin Keykuvas
döneminde bir grup Anadolu dervişini Deliorman'a götüren ve onlarla birlikte Dobruca'ya
yerleşen siyasal bir rehber, efsanevi bir Sûfîydi. İbn-i Sina gibi bir Buhara Türk'ü olan Sarı
Saltuk'un asıl adı Mehmet Buhari'ydi. Kendisi gibi Asya'dan gelerek Anadolu'da öğretisini
yayan Hacı Bektaşi Veli'nin çağdaşı sayılır.
Sarı Saltuk lakabı, "soluk tenli çilekeş" anlamına gelmektedir. Bu ermiş kişi, İslamiyet'i
Balkanlar'a taşımıştır. Türklerin toplumsal belleğinde Sarı Saltuk Hareketi, kendisi öldükten
yüzyıllar sonra yazılan "Saltuknameler"le yer almıştır. Bu "nameler"in biri 1421 ile 1451
arasında Yazıcıoğlu Ali tarafından kaleme alınanıdır. Selçukname ya da Oğuzname olarak
bilinir. İkincisi 1480'de Ebu'l Hayr-i Rumi; üçüncüsü ise IV. Mehmet'in hükümdarlığı
sırasında 1659'da idam edilen, "Topal" lakaplı Kaptan Kemal Paşa tarafından yazılmıştır.
Köstence'nin kuzeyindeki Baba Dağı, Sarı Saltuk'un mezar yeri olarak bilinmektedir. 1538'de
Kanuni Sultan Süleyman, Sarı Saltuk'un mezarını ziyaret etmiştir. Ancak Balkanlar'da birden
fazla bölge, Sarı Saltuk'un mezarına sahip olduklarını iddia ediyorlar. Çünkü Sarı Saltuk'un
kendisi, İslamiyet'i yaymak için pek çok yerde mezarı olsun istemiştir. Balkanlar'da altı-yedi
mezarı vardır; Edirne ve Babaeski'de birer türbe bulunmaktadır. Büyük gezgin Evliya Çelebi
(d.1611-0.1682) bile Patras yakınlarında bir Saltuk türbesinden söz etmektedir. Sarı Saltuk'un
19
öyküsü öylesine gizemli bir efsanedir ki, bu türbelerden bazıları hem Müslümanlar, hem de
Hıristiyanlar tarafından ziyaret ve kutsal kabul edilir. Zaten bugün bile bölgede İzzeddin
Keykuvas yandaşlarının soyundan gelenler yaşamakta; Deliorman, Romanya, Bulgaristan,
Moldavya-Besarabya ve Ukrayna'da, Hıristiyan dinini kabul eden ve Türkçe konuşan bu
insanlar topluluğuna Keykuvas adından gelen Gagavuz Türkleri denilmektedir.
İnsanlık tarihi, İranlı Manes'in 216 yılının 14 Nisan günü dünyaya geldiğini kesinlikle
bilirken, bizim en ilginç tarihi kişilerimizden Şeyh Bedreddin'in doğum ve ölüm tarihlerini
belirlemekte bırakın gün ve ay hesabını, yılları bile tam ve tek olarak ortaya koyamamamız,
Osmanlı Devleti'nin tarihsel belgeselliği açısından acınacak bir durumdur; bu devletin
arşivlerinde bile hangi olayı kesin çizgileriyle yansıtabileceği sorusunu akla getirmektedir.
Hangi doğum ve ölüm tarihi doğru olursa olsun, gerçek; Şeyh Bedreddin'in sakalını fazla
ağartmaya zaman bulamadan, düzeltmek için yola çıktığı dünyamızdan yaşlanamadan
ayrıldığı.
Her iki din de özel mülkiyete karşıydı ve doğanın işlenmesiyle elde edilen tüm zenginliğin
eşit olarak paylaşımını savunuyordu. Ekmek, bir emek ürünüydü ve emeğe gücüyle katkıda
bulunmayan, soylu da olsa ekmekten pay alamazdı. Bedreddin; düşünce ve inanç doğanın
kendi içindeki dengenin bir sonucudur, zora koşulamaz, diyordu. Katharlar da aynı kanıdaydı
ve çocukların ergenlik çağına gelip kendi özgür iradeleriyle bir inanca gönül verinceye dek,
herhangi bir dinden sayılmalarını kabul etmiyordu. Cennete, cehenneme her iki din de
inanmıyor; kıyamet, son yargı gibi korkutmacaları safsata diye niteliyor; insanın öldükten
sonra yeniden dirileceği inancını da dışlıyorlardı. Ve gerek Bedreddin mezhebi, gerekse
Kathar öğretisi, bilime dayanmayan tüm din hegemonyalarına karşı çıktıkları gibi, din
adamlarının toplum üzerinde kurdukları otoriteden devlet egemenliğine değin halka tepeden
inme kurallarla baskı yapan ve koşul koyan merkezi kurumlan reddediyorlardı.
20
Katharların iyi ve kötünün eşit karşıtlığına dönük, Manes kaynaklı çifte dünya görüşlerini ve
bedene tutuklu olan ruh anlayışlarını ölçüye vuracak olursak, Şeyh Bedreddin'in Kathar
öğretisinin eksikliklerini giderip fazlalıklarını atan, zamanından önce "çağdaş" ve Marksist bir
yorumcusu olduğunu söyleyebiliriz.
Tarih onlara Kathar, Bogomil ya da Patarini adını verdiyse de, onlar tarikatlarını ya da yeni
dinlerini adlandırmamışlardı. Şeyh Bedreddin'in daha sonra "ehli taklidin kavanini, millet ve
mezheplerini iftal," diyerek yola çıktığı gibi; onlar da bu yeni inancın evrensel bir gerçeklik
olduğunu düşünmüşlerdi ve kendilerinden söz ettiklerinde dava arkadaşlarına "Tanrının
Dostları" diyorlardı, ki bu da "bogomil" sözcüğünün anlamıdır. Güney Fransa'da Oksitanya
halkı, onlara temiz ve saf anlamını taşıyan, aslı Yunanca "Koc8ocpoç"dan gelen Kathar adını
vermişti. Kuzey Fransa'da onlara "bougres" ya da "boulgres", yani "bulgar" deniyordu.
"Bougre" sözcüğünün günümüzde aşağılayıcı bir anlamı vardır. Katharlar kendilerini
Hıristiyan olarak nitelendiriyorlardı. İnananlar, Kusursuzlara "İyi Adamlar" diyorlardı. Tarih
boyunca varolan bütün faşist ve fanatikler gibi engizisyon savcı ve hâkimleri de, Kathar
sözcüğü üstüne itiraflar uydurarak kinlerini bildirdiler. "Kat" kökünün Latince "kedi"
anlamına geldiğini öne sürdüler. Onlara göre şeytana inanan Katharlar, kedi kıçı öptüklerinde,
cehennem zebanisi Lucifer'i görüyorlardı; dolayısıyla Kathar, "kedi kıçına tapan" demekti.
Engizisyon mahkemeleri bundan ilk kez yedi yüzyıl önce; kadınla erkeğin eşitliğini, din ve
düşünce özgürlüğünü, ortak mülkiyeti savunan, köleliğe ve ölüm cezasına karşı çıkan,
insanın özgürlüğünü öneren bu yeni inancın yandaşlarını işte böylesine alçakça yargılamıştır.
Çıkış yerleri Batı Anadolu ve Balkanlar'da, Dalmaçya ve Peloponez'de önce Papalığa bağlı
Katolik ve Ortodoks Kiliseleri tarafından yıpratılan; İslam dinine dönük izdüşümü Börklüce
Mustafa ile çarmıha gerilip Şeyh Bedreddin ve Torlak Kemâl ile asılarak idam edilen
"Tanrının Dostları", Osmanlı fethinin tamamlanmasıyla anayurdunu oluşturan bölgelerden
silindi. Öğretinin Lombardiya üzerinden Batı Avrupa'ya yayılması, Şeyh Bedreddin
davasından iki yüzyıl önce, on ikinci yüzyılda gerçekleşti. Bu öğretinin Güney Fransa'daki
kaderini anlatmadan önce; Oksitanya'daki Beziers Kalesi'nin fethinden sonra, haçlı ordusunun
atları altında ezilen ve Avrupa'nın en önemli ortaçağ kalesi olan Carcassonne Kalesi'nden arda
kalan izdüşümüne değinmek isteriz.
Unutulmaz İspanyol dilberi Carmen'in Fransız yazarı Prosper Merimee, edebiyatın dışında bir
büyük uğraşa daha imza atmış: Eski anıtlar genel müfettişliği. Bu göreve atandığı 1833
yılından başlayarak adım adım taradığı Fransa'da yıkılıp gitmekten kurtardığı anıtların
çokluğu karşısında insan, yazarı hayretle karışık bir saygıyla anıyor.
Bugün Avrupa'nın en özgün ortaçağ kenti sayılan Carcassonne Kalesi de onun kurtardığı ve
onarımını yaptırdığı anıtlar arasında yer almakta.
İlk kez bir müzik şöleni dolayısıyla yolumuz düştü bu derebeyi kentine. Açık hava
tiyatrosunda "Porgy ve Besse"i dinleyecektik. Fransa'nın Lafayette mağazaları dışındaki
zenginliklerini görmeye istekli turistlerimize içtenlikle öneririz: Paris'in 774 km güneyine
düşen bu ortaçağ kentini keşfetmek, unutulmaz bir zaman dilimi yaşatıyor insana. Dış kabuğu
bir buçuk kilometre uzunluğunda çifte surla çevrili kaleye, tıpkı bin yıl önceki gibi zincirlerle
tutturulmuş asma bir köprüden geçerek giriliyor. Surların yüksekliği yer yer 25-30 metreyi
bulmakta.
21
Yüzyıllık kalasların üstünden yürüyerek demir mıhlarla bezeli kalın meşe kapılardan geçiyor,
Arnavut kaldırımlı dar yollardan kente tırmanıyoruz. Tırmanıyoruz, çünkü surlar, kentin
kurulu olduğu bir tepenin alnını taç gibi çevrelemiş. Birbirine yapışık ortaçağ evleri,
lokantalar, resim ve heykel atölyelerinin dizildiği yokuşlar, bir yerde düze çıkarak
akkavakların gölgesinde içki sunan kahvelerin bulunduğu agoraya ve açık hava tiyatrosuna
açılıyor.
Tepenin en yüksek yerinde ise, kulların gürültülü canlılığından biraz uzak, serin bir sessizliğe
gömülü, yine bir hendek ve iner kalkar köprü ile girilen derebeyi şatosu.
Dekor öylesine gerçek ki, Katharları savunduğu için kendi şatosunun zindanlarına atılan ve
sevdiği kadının elinden içirilen zehirle öldürülen genç Vikont Trencavel'in siyah atının
üstünde dörtnala kapıdan çıkıvereceğini sanıyor insan.
Oysa görkemli şatodan sarı kırmızı Oksitan flamasıyla çelik zırhlarını şakırdatan Trencavel
yerine, çıka çıka şort olması gereken blucin parçasından kalçaları, önünden de tişörtünü
yırtarcasına geren göğüsleriyle İsveçli bir taze çıkıyor karşımıza. Ardında da bacakları kıllı,
eli haritalı bir Viking!
Ama burayı yazın yerli yabancı turistlerin akınına uğrayan bir Hollywood dekoru sanmayın.
Carcassonne kale kentinin tüm evlerinde özgün Carcassonne'lular oturmakta. Zaten sokak
tepen turistlerle pek ilgilendikleri de yok. Evler; dışarıya dönük olmaktan çok, bütün
yozlaşmamış Akdeniz havzasında olduğu gibi iç avlulara yönelen bir açılış gösteriyor. Yerli
halk; o canım asma köprüden geçerek, evlerine değin arabalarıyla girebiliyorlar. Turistler ise
zorunlu olarak tabanvayla...
Pireneler'in isim babası yarı-tanrı Herakles'in kutsal ağacı akkavak, bu dağların eteklerinde
pek bol. Orta Pireneler bölgesindeki en minik köylerden kentlere değin her yerleşim
merkezinin akkavaklı bir meydanı var. Toplumsal belleğe yer etmiş bir efsanenin bilinçaltı
anımsanması gibi, Carcassonne'un da böyle bir akkavak meydanı var. Kaldırım kahvelerinde
birbirinden hoş tatlarda dondurmalar, yakıcı yaz günlerinin kuru damaklarını serinletiyor.
Genç müzisyenler ise akkavak gölgelerinde ve üç beş kuruş karşılığında "masa başı"
konserleri veriyorlar.
Ama biz o gün, bir kâse dondurmadan daha ucuz olduğunu bildiğimiz bir kap yemeğin,
dolayısıyla da gözden ırak bir lokantanın peşindeydik. Ortasında kocaman kuyusuyla, minik
bir meydan çıktı karşımıza. Kuyunun başında bir grup küçük izci, ilk bakışta oymak beyi
sandığımız kasketli bir adamın laternada çaldığı Fransız Devrimi'nin marşlarını dinliyordu.
Konser bittikten sonra minik izciler dağıldı ve laternacının aslında, mor salkımlarla gölgeli,
kırmızı beyaz damalı örtüleriyle masal gibi bir kaldırım lokantasının patronu olduğu anlaşıldı.
Avrupa'nın en büyük derebeylik kentlerinden Carcassonne'u sakın bir taş yığınından ibaret
sanmayın. İç avlular birer saksı ormanı, dışarıya açılan her pencereden kırmızı sardunyalar
taşıyor, tasların arasından fışkırmış her santimetre kare toprak parçasına rengârenk boru
çiçekleri, akşamsefaları ekili. Akşamın serinliği indiği zaman gün boyu güneşi içmiş yüzyıllık
duvarlara, bir yasemin kokusu süzülüyor giremediğimiz iç avlulardan. Üç küçük lokantanın
açıldığı kuyulu meydanı ise hiç unutmayacağım.
Oymak beyinin mor salkımlı lokantasına girdik ya, keşke girmez olaydık... Yemekler harika,
fiyatlar uygun. Eti, sebzesi, salatası, şarabı ve dondurmasıyla günün mönüsünü yedik ve bizim
paramızla bile ucuza gelen bir hesap ödeyeceğiz. Sıra geldi kahvelere; bir sigara yakalım
diyorduk ki... Laterna-lokantacı açtı ağzını, yumdu gözünü. Bir öğüt yağmuru, bir tufandır
gidiyor. Derken yandaki masalardan da yandaş bulmaz mı? Elimdeki sigarayı da yakmış
22
bulundum, ciğerlerim-deki dumanı üflesem mi, üflemesem mi? Yolu yok, boğulacağım.
Adamlar öylesine kara muştu yumurtlayıcısı ki, sanki o sigarayı içersem oracıkta düşüp
öleceğim. Yahu bırakın, ölecek olan benim, diyecek olduk, bizi de zehirlemeye hakkın yok,
diyorlar. İyi ama açıkhava, tepemizde mor salkımlar falan... Nuh diyorlar, peygamber nanay.
Yiğitliğe macun çektirmeden o sigarayı içip, o hesabı da ödeyip kalktık sonunda; ama bir
dahaki sefere kesin, kırmızı sardunyalı lokantaya gideceğim, müşterilerini kahveleriyle
birlikte sigara tellendirirken gözümle gördüm. Laternacı-lokantacı hava alır bundan böyle.
Adamın oymak beyi görüntüsünden kuşkulanmalıydık zaten.
Floransa'dan Oxford'a hemen hemen bütün Batı Avrupa'da yayılan Kathar öğretisinin
Oksitanya'da kök salısına bakılırsa; sefaleti yatırım olarak kullanan diğer dinlerin tersine, bu
öğretinin taraftarlarını olgun ve ekonomik olarak güçlü toplumlarda bulduğu görülebilir. Ama
Oksitanya'daki Kathar patlamasının düzenli, işlevsel ve daha iyi şartlar hedefiyle oluştuğu
düşünülemez. Kathar dini zengin bölgelerde, gelirin eşit ölçüde paylaşılması, toplumun refahı
için kullanılması gerektiği ve bireysel zenginliğin iyi olmadığı kuramıyla ortaya çıkar. Bu din,
varolan düzenin kurucusu Katolik Kilisesinin kurallarına karşı tepki olarak gelişmiştir.
İnananlarına çok basit bir yaşam, ortak paylaşılan bir işin ürünü ve bir dizi fedakârlık
karşılığında büyük bir entelektüel zenginlik sunan Kathar dini Hıristiyanlıkla uyuşmaz. Refah
ve tüketim düzeninin yüksek olduğu bölgelerde yeşermiş ve varolan kurumların pastasından
payını almakta olan senyörler arasında taraftar bulmuştur. Bu veri çelişkilidir ve bir açıklama
gerektirir.
Oksitanya, Roma ve Paris'teki düzene karşı bir çeşit başkaldırı biçimine giren, kırk yıl sürecek
basit bir dini farklılığın ötesinde gelişen bu direnişi daha iyi betimlemek için tarihi ve
toplumsal koşullara bir göz atalım...
"Evet, sizin için tekrarlıyorum; bir devenin iğne deliğinden geçmesi, bir zenginin gökyüzünde
bir yer edinmesinden daha kolaydır." İsa'nın dikenli taçlı heykeli, zümrütlerin ve elmasların
yükü altında yükselemez. Kilise, o dönemde halkın sırtına yapışmış bir sülük gibiydi. Din
adamları, kurulu düzenin yıkılmaması için insanın korkuya karşı kullandığı tek silaha, yani
tebessümle sevmelerine; başka bir deyişle küçük coşkuların kapısına şu beş harfli damgayı
vurmuşlardı: GÜNAH. Umberto Eco, Gülün Adı adlı romanında bu mesajı vermiştir...
Oksitanya on ikinci yüzyılda zengin, incelikli, bayındır, kendi dilini konuşan bir ülkeydi.
Kuzey Fransa taş devrindeyken, Oksitanya ipek devrindeydi. Kuzeyli baronlar kral karşısında
üşümemek için kalın kürkler giyiyorlardı ve en büyük zevkleri vahşi çığlıklar atarak yaban-
domuzu avına çıkmak, sonra da hayvanı ateşte çevirip yemekti. Oysa Oksitanya şatolarında
insanlar müzik yapmak, şiir okumak, içmek ve eğlenmek için bir araya gelirlerdi.
Toplantıların bir adı vardı: Aşk Divanları. Soylu hanımların düzenlediği ve başkanlık ettiği bu
gecelerde senyörlerin güzel sanatlar aşkı, zaman zaman hanımlara duyulan aşka karışıyordu.
Geniş ve açık görüşe sahip olan güney halkı ve senyörler güzel olan her şeyi seviyordu.
Ozanlar, gece boyunca son yazdıkları şiirlerini okuyor, şarkılarını söylüyor ve müziklerini
çalıyordu; edebi ve erotik konuşmalarını sürdürürken değerli taşlarla süslü kupalarını elden
ele dolaştırıyorlardı. Güneyli senyörlerin, Papanın sürekli olarak yeni bölgeler kazanma
amacıyla haçlı seferlerine gönderdiği kuzeyli baronların durumlarına niçin özenmedikleri
yeterince açık değil mi? Ne işi vardı güneyli senyörlerin at sırtında, toz toprak içinde,
Arabistan çöllerinde?
Seul Olimpiyatlarından sonra, 1988'de Paris'le Barselona birbirlerine büyük rakip olmuşlardı.
Bir sonraki Olimpiyatlar Barselona'ya kaldığında, bu konuda fikirleri istenen Toulouse'lular
acaba bu duruma üzülmüşler miydi?
Ama 1200 yılına doğru zengin Oksitanya'nın yaşam coşkusunu bozacak olan sadece Paris
Kralı değildi. Toulouse Kontu, Carcassonne'lu, Beziers'li, Narbonne'lu ve Montpellier'li
senyörler Roma Kilisesi konusunda tedirgindi. Her hasat sonunda kilise, memurlarını
gönderiyor ve çiftçilerinin hasat ürünlerinin neredeyse üçte birini, hatta yarısını toplatıyor;
"Hıristiyanlık adına" senyörlerin altınlarını alıyor; istediği doğrultuda kanun belirliyordu.
Zevk yasak, aşk yasak, şu günah, bu günah... Zevk alınmayacaksa bu kadar zenginlik neye
yarar? Üstüne üstlük hilale, İslam'a karşı yürütülen haçlı seferlerinin suyu çıkmaya başlamıştı.
Çoluğu çocuğu, üstelik hanımı aşk divanlarında bırakıp gitmek kolay mıydı? Papanın tuzu
kuruydu. Akan kan, papazların değildi.
Ok ülkesinin senyörleri ve halkı böyle zor durumdayken, Bogomil dini Türkiye'den yola çıkıp
İtalya üzerinden iyice kök salacağı Oksitanya'ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Şatoların
gölgesinde, Kathar adında yeni bir insan türü oluşuyordu. Onlar, ikiyüzlü, katı ve fanatik
Katolik Kilisesinin Oksitanya'nın yaşam coşkusuna saldırdığı bir dünyaya, barış güvercinleri
gibi başka bir gezegenden gelmişlerdi. Kısa zamanda sayılar artmış, örgütlenerek yeni ve
gerçekçi bir kurum oluşturmuşlardı. Katharlar, zanaata öncelik vermişler ve böylelikle doğa,
hayvancılık ve dokumacılıkta gelişmişlerdi. Onlara "Dokumacılar" adı da veriliyordu. Kathar
toplumu genellikle işçiler ve zanaatkarlardan oluşuyordu. Tüccarlar ya da soylular bu yeni
inanca geçerken, o zamana kadar yaptıkları işleri emekçi topluluğun kurallarına uymuyorsa,
her şeyi bırakıp alın teriyle ekmeklerini kazanacak işler edinmek zorundaydı. Ölmeden önce
de kazançlarını Katharların ortak kasasına bırakıyorlardı. Aslında Kathar dininin insanların
yaşam tarzlarını değiştirmek gibi bir amacı yoktu. Ölüm cezasından hele hiç söz etmemek
gerek, çünkü onlar cezaya ve her türlü hukuki yargıya karşıydılar. Kitaplarında şu yazılıydı:
"Yargılamayın. Siz de bir gün yargılanabilirsiniz." Topluluğa katılan herkes, bilinçli olarak
ortak değerleri kabul ediyordu. Gerektiği zaman ve yerde Katharlarla Kathar olmayanlar, silah
kullanmayan ve ilk kez kadınlarla erkekleri eşit gören din adamlarını, yani Kusursuzları
savunmak için kılıçlarına sarılıyor ve kanlarını feda ederek savaşıyorlardı. Bu savaşçılara
Kathar Şövalyeleri deniyordu. Neydi bu öğretinin etkileyici sihri? Peki ya bu dinin kitabı?
Ortaçağda (bazı ülkelerde şimdi bile), "laik" bir toplum kavramı hayal bile edilemezdi.
Ve batı dünyasında yaşamın bir temeli sayılan, ötekinin dinine saygı, "hoşgörü" kavramı o
dönemde, kısıtlı olarak Oksitanya ve Arap İspanyası'nın dışında hiçbir yerde yoktu. Hıristiyan
ülkelerde herkes hükümdarın dinine aitti: "cujus regio, ejus religio".8
Bir başka deyişle "laiklik" ya da "hoşgörü" kavramları yeni ve daha çok Fransa kökenli
kavramlardır. 1598'de VI. Henri tarafından yazılan ve 1685'te XIV. Louis tarafından
25
tekrarlanan hoşgörü fermanı, daha doğrusu "Nantes Fermanı" yanlış anlaşılmıştır. Bu ferman,
aslında yalnızca Protestanlara yönelikti; ne Yahudilerle ne de başka inançlarla ilgiliydi.
Büyük yazar ve koyu Katolik olan Paul Claudel şöyle demiştir: "Hoşgörü mü? Bunun için
genelevler vardır... !"ıc
Yakın zamanda, eski Yugoslavya'da bu "cujus regio, ejus religio" büyük bir şiddetle
uygulanmıştır.
Konumuzun geçtiği dönemlerde laiklik ve hoşgörü var olmadığından, kurulu düzene muhalif
olan bütün toplumlar tümcelerine, eğer Hıristiyan bir ülkedeyse "Asıl Hıristiyan biziz..." ya da
Müslüman bir ülkedeyse "Asıl Müslüman biziz..." ifadesiyle başlamak zorundaydılar. Bunu
bir kurnazlık olarak değil, gönülden inanarak söylüyorlardı. Ve eğer muhalif oldukları konuyu
dile getirip tümcelerini "asıl... biziz," diye bitirdiklerinde, en azından bir süreliğine kellelerini
kurtarmış oluyorlardı. Bir süreliğine diyoruz, çünkü tarih boyunca oturmuş düzenlerin,
yaklaşan bir değişimin habercisi olan kişileri ya da grupları er ya da geç yok ettiğini biliyoruz.
Aynen erken öten horozun öyküsünde olduğu gibi, güneş bir günlüğüne gerçekten
zamanından önce doğmuş olsa bile.
Yusuf Şahin'in "Kader" (al Masir) adlı filmi, bu konuyla bağlantılı olarak, biraz fantezi olsa
da gerçeğe yakın bir biçimde, Ispanyol-Arap filozof îbni Rüşd'ün (Averroes) Oksitanya'daki
Hıristiyan, İspanya'daki Müslüman otoritelerle yaşadığı zorluklan işlemiştir.
Kilise ancak II. Vatikan Meclisi sırasında (1962-1965), tekelci tutumundan vazgeçmiş ve
başka "gerçeklikler" in varlığını ve bunların "aydınlatıcı" güçlerini kabul etmiştir (Nostra
Aetate açıklaması).11
Katharizm derin etkiler yaratmıştır, çünkü Katharlar en küçük köylere ve kasabalara giderek
öğretilerini halka yaymışlardır. Ruhu taşıyan kişinin insanların arasında görünmesi, ruhun
varlığını ispatlaması ve bu varlığın verimliliğinden söz etmesi gerekiyordu: Dünyayı
tanımayan bilge, dünya tarafından tanınmaz. Katharlar herkesten uzak manastırlarda
yaşasalardı, asla haçlı ordusunun saldırısına uğramazlardı.
Bir inançta; dışarıdan bakıldığında insan, öğretiden daha önemliyse, insan varlığı olmaksızın
hiçbir etki var olamaz. Zaten Katolik, Dominikan daha sonra da Fransiskan rahipler,
26
Katharların etkisine karşı ancak manastırlarından çıkarak ve halka gidip kendi öğretilerini
tekrar yayarak din adamlarının imajını kurtarabilmişlerdir.
İslam dinine uygun bir tanrının peygamberi olduğunu düşünen Şeyh Bedreddin gibi, Katharlar
da bütün tümcelerine şu sözlerle başlıyorlardı: "Asıl Hıristiyanlar biziz..." Ama aynı zamanda
Hıristiyanlık'ın temelini oluşturan asıl kuralları reddediyorlardı:
Katharlar haça, resim ve heykellere tapılmasını reddediyor ve haç simgesini kesinlikle kabul
etmiyorlardı. Katoliklere şu soruyu soruyorlardı: "Senin babanı assalar, sen onun asıldığı ipe
tapar mısın?" Müslümanlar da her türlü putperestliği reddediyordu.
Katharlara göre hiçbir zaman mucizeler olmamıştı; hatta İsa'nın bile mucize gerçekleştirdiği
şüpheliydi. (İsa'nın mucizeler gerçekleştirdiği konusunda, Şeyh Bedreddin'le ayrılıyorlar.)
Şeyh Bedreddin'le Katharlar, ne tek tanrılı bütün dinlerin kabul ettiği kıyamet ve son yargı
adını taşıyan hesaplaşma gününe, ne cennet ve cehennemin ödül ve cezasına, ne de İsa dahil
herhangi bir insanın dirileceğine inanıyorlardı.
"Ama kullar arasında inananlar ve inançtan uzaklaşanlar vardır. Ama uzaklaşanlara cehennem
alevleri yeter. Bizim işaretlerimize inanmayanları biz aslında cehennemde yakarız. Derileri
yandığında onlara her seferinde yeni bir deri veririz ki acıları unutmasınlar. Aslında Allah
büyüktür ve bilgedir." (Nisa Suresi, 58-59)
Kur'an aynı şeyi farklı biçimlerde de belirtiyor (sure 23, Müminlerin suresi, 103 ve 106: "Ve
borular çaldığında..." vb).
Batı dünyasının hiç olmazsa resmi belgeler üstünde yirmi birinci yüzyılda gerçekleştirebildiği,
islam dünyasının ise henüz düşünmek aşamasına bile girmediği "vicdan özgürlüğü" değil de
nedir?
Bir an için "dünümüze" dönelim ve 1980 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü 4. Şubeye
ikâmet izni almak için başvuran bir yabancı uyruklunun başından geçenleri anlatalım:
— Hayır, yok.
— Senin gibi temiz yüzlü birine dinsiz yazar mıyım ben kardeş? Söyle bakayım senin anan
baban hangi dindendi?
Katharlar ise kişinin çocukken hiçbir dinden sayılmayacağı kuralı ve inanç (ya da inançsızlık)
özgürlüğünü, on ikinci yüzyılda uygulamaya koymuştu. Günah çıkarma dahil olmak üzere
papazların bütün görevlerini ve ayin törelerini iptal eden Katharlar, Hıristiyanlık tabularına
son darbeyi indirerek intiharı da günah olmaktan çıkardı.
Zerdüşt öğretisinden beri varolan, İyi ve Kötü birlikteliğine dayalı çifte dünya görüşünü
savunan Manikeizm dini ile Hıristiyanlığın bir sentezi diye tanımladığımız Kathar mezhebinin
"ne olmadığına" bakarak, çağımıza uyan, şaşırtıcı yanlarını görmek olası. Ama "ne olduğuna"
bakarak aynı şeyi söylemek zor. Bir kere bunca hoşgörülü, barışçı ve sevgiye yönelik bir
öğreti, birbirini yiyen bizlerin çağdaşı olamaz!...
Şaka bir yana, tüm maddeci yanlarına karşın, Kathar dini elbette günümüzün mantık
çerçevesine tam uyum göstermiyordu. Yoğrulduğu tarih diliminin toplumsal ve bilimsel
koşulları kuşkusuz bunu gerektirmekteydi. Geliştiği dönemin abuk sabuk tabularına karşı
geliştirdiği seçenek, olumlu yaklaşımlarının yanı sıra, yoluna baş koyanlardan belki de
gereksiz ölçüde bir özveri isteyen, tutkulu ve zor bir dindi.
Örneğin, din görevlisi yani "Kusursuz" olmayan Kathar et yiyebiliyor, evlenip çocuk
yapabiliyor, savaşabiliyordu. Ama temelinde bütün bunları "henüz Yabancı tanrının
etkisinde" olduğu için yapabilmekteydi. Aşkı günah sayan nikâhı kutsayan Katolik Kilisesinin
tersine; Kathar Kilisesi evliliği hoş görmekle birlikte din açısından kutsamayı reddediyor,
bunu yapan Katolik papazları da "pezevenklikle" suçluyordu. Yani sokaktaki Kathar, Yabancı
tanrının etkisiyle aile kurup âşık olabiliyor, ama evliliği din açısından geçerli sayılmıyordu.
Dolayısıyla karı koca arasındaki aldatma olayı da ikinci bir günah değil, zaten sevap olmayan
bir dünyanın parçasıydı. Artık bu anlayışın iyi mi, kötü mü olduğu yorumunu size
bırakıyorum!
Kendi halinde bir Kathar'dan beklenen yükümlülükler hem çok az ve kolay, hem de çok
zordu. Mezhebe katılma töreni yoktu. Ne belli saat ve günlerde ayin vardı, ne de belli
formüllerin uygulandığı dualar. Haç ve günah çıkarmayı reddettiklerini daha önce
söylemiştik. Öğretinin tek kutsal töreni, ölüme hazırlamayı hedef alan Son Teselli duasıydı.
Oksitanca "Consolament" adı verilen, bir çeşit "güle güle git, gözün arkada kalmasın"
uğurlaması. Bir Kusursuz'un ölmekte olan insanı elleriyle tutarak okuduğu bu dua, Kathar
dininin temel taşını oluşturuyordu. Ve bir inancı bilinçle yaşamak öylesine önemliydi ki
Katharlar için, Teselli, ancak aklı başında ölenlere okunabiliyor, komada ya da ağır hasta
olanlara verilemiyordu. Teselli'yi alan kişi ölmez de yaşarsa eğer, artık günlerini
Kusursuzların arasında, din adamı olarak geçirmek zorundaydı. Engizisyona karşı dövüşerek
ölmek zorunda kalınca, Kathar Şövalyeleri son ve tek dualarını savaş alanına giderken
dinlemeye başladı. Ama ölmez de sağ kalırlarsa yaşamlarını din adamı olarak bitirmemek için
Tesel-li'nin bağlayıcı öğesi dokunma eylemini gerçekleştirmi-yor; çarpışma sırasında ağır
yaralanırlarsa, Kusursuz Kathar'dan yetişip kendilerini kucaklamasını istiyorlardı.
Ne kadar çocukça ve ne kadar hoş değil mi? İyice düşünülecek olursa "çağımızdaki
uygulamalı" dinlerden daha da mantıksız değil üstelik.
Kathar mezhebinde zengin, yoksul, efendi ve köle yoktu. Zaten kısa sürede bunca yandaş
bulmasının sırrı da burada yatıyordu.
Katharların ortak kasası, günümüzün solcu(!) bir İsviçre bankasını akla getirmekte: Birikmiş
tasarruflar kilise tarafından komün işliklerinin geliştirilmesinde kullanılıyor, Lombardiya'dan
kaçmak zorunda kalan Kathar göçmenlerine yardım olarak gönderiliyordu; Katharlara arka
çıkabilecek yüksek görevli Katolikleri satın almaktan, engizisyon zamanı bir yerden bir yere
gizlice gitmek zorunda kalan din adamlarına eşlik edecek silahlı korumalara maaş ödemeye
varına dek her işe yarıyordu.
Biriken parayı çalıştırmak için yandaş senyörlere düşük faizle borç verildiği bile oluyordu!
Kathar Kilisesi "herkes eşittir" derken, gerçekten herkes eşitti. Muhbir adlarından en adi
iftiralara değin bütün ayrıntıların yazıldığı Engizisyon tutanaklarında, Şeyh Bedreddin gibi,
Spartaküs gibi hiçbir ad, önder ya da yol gösterici olarak öne çıkmıyor Kathar toplumunda.
Tüm Kusursuzların kimliği biliniyor, ama hiçbiri diğerinden önemli değil.
Katharizm, tarihte yerleşik düzene karşı çıkan tek "öndersiz" toplum eylemi belki de. Ama bu
başsızlık, hiyerarşi yok anlamına gelmiyor. Topluluk iki öğeden oluşuyordu: Din görevlileri
ve inananlar. İnananlar, yaşamlarını kendilerine ve iyiliğe adayan din görevlilerine saygı
göstermekle yükümlüydü. Bu saygının da üç biçimi vardı: Bir Kusursuz'a rastlayınca üç kez
diz bükerek selam vermek ve halka açık sohbetler biçiminde gerçekleşen kilise toplantılarına
30
katılmak. Toplantılarda din adamları, Katharlara ikili (İyilik-Kötülük) dünya görüşünü ve
nasıl iyi olunabileceğini anlatıyor, İsa'nın son yemeğinin anısına ekmek paylaştırıyor, toplantı
bittiğinde de her Kathar'ı "Barış Öpücüğü"yle uğurluyorlardı: Üç kez öperek.
Bugün Languedoc bölgesinde insanların Kuzey Fransa'dan farklı olarak üç kez öpüşmesi, işte
bu Kathar geleneğinden kalmadır.
Kusursuzların kendilerine reva gördükleri yaşam biçimine bakınca; bu mezhep yaşasaydı, din
adamı sayısının giderek azalacağını ve zaman içinde dini yanının yok olacağını düşünüyor
insan.
Basit Kathar'a her türlü hakkı tanıyan din adamı kadın ve erkekler evlenmiyordu. Siyah ya da
lacivert giyiniyorlardı; Oksitanca diline "lacilerini çekmek" anlamına gelen bir de deyim
bırakmışlardı. Yalan ve yemin yasaktı. Ağızlarından çıkan söz, hangi tehdit karşısında
olurlarsa olsunlar, tek, doğru ve yemini kesinlikle gerektirmeyen bir inançla söylenmeliydi.
Öldürme eylemine karşı oluşları, "yargılama, sen de yargılanmazsın" kuralıyla birleşince,
tarihin ilk şiddet karşıtı örgütüne mührü bastılar.
Et, yağ, yumurta, süt, tereyağı ve peynir yemiyorlar, zaten yılın dörtte birini oruçla
geçiriyorlardı.
Öğretileri açısından en büyük günah, alçaklık ve korkaklıktı. Cesareti ise en büyük erdem
kabul ediyor, acı ve ölüm korkusunun mutlaka üstesinden gelinmesi gerektiğine inanıyorlardı.
Kathar halkına bütün bunları anlatırken aşılamak istedikleri en büyük cesaret ise, ateşten
korkmamaktı.
Kusursuzlar, toplu olarak "ev" adı verilen yurtlarda kalıyorlardı. Kadın erkek, ayrı ayrı
elbette. Yeryüzü Prensi'ni (Şeytan) kışkırtmanın ne gereği vardı? Sınırsız özveri ve irade gücü
gerektirmesine karşın din adamı olmak isteyen Kathar, bu evlerden birinde üç yıllık bir
hazırlık döneminden geçiyor, bir yandan işliklerde çalışırken, bir yandan dinsel öğrenimini
tamamlıyordu. Üç yılın sonunda eğer kendisini Kusursuzluğun gerektirdiği güçte görmezse,
olağan yaşantısına dönüyor; din adamı kalmakta kararlıysa basit Katharların ölürken
başvurduğu ünlü Teselli'yi diriyken alarak, yaşamını Kusursuz olarak sürdürüyordu.
Başlangıçta gizli gizli örgütlenen Kathar mezhebi, 1167 yılında Konstantinopolis'ten gelen
Nicetas adlı Bogomil Metropolit'in yönettiği ve Toulouse yakınlarındaki "Saint Felix de
Caraman" kasabasında toplanan Din Kurultayı ile birlikte dosta düşmana karşı açığa vuruldu.
Motropolit Nicetas, Fransa'da altı Kathar Piskoposluğu, İtalya'nın Brescia bölgesindeki
Desenzano kentinde de bir Patarin Piskoposluğu kurmuştu.
1198'de, otuz sekiz yaşında Papa olan III. Innocent, hem ikna, hem de güce başvurarak yeni
mezheple baş etmeyi denedi. Daha sonra Aziz ilan edilen Dominique de Guzman -1170'lerde
bugünkü ispanya'nın Burgos bölgesindeki Caleruega'da doğmuş, 1221'de İtalya'nın Bolon-ya
kentinde ölmüştür- Katharlara sapkınlıklarını kabul ettirmek ve onları doğru yola
döndürmekle görevlendirilmişti. Aziz Dominique, incil'in savunduğu yoksulluk ve
alçakgönüllülük ruhuyla Katharların saygısını kazanmış, ama geç kalmıştı.
Aynı dönemde İtalya'da zengin bir ailenin çocuğu olup yine sonradan aziz ilan edilen
François d'Assise (d.H82-ö.l226) da yoksul bir rahip yaşamı sürerek Katolik Kilisesi'nde
şaşkınlık ve hatta skandal yaratmıştır.
Son olarak 1204 yılında Aragon Kralı'nın girişimiyle toplanan Kathar-Katolik Uzlaşma
Kurulu'nda, Papalık temsilcisinin savurduğu tehditler sonucu, Katharlar için "ateşten gömlek"
giymenin kaçınılmaz olduğu anlaşılmıştı. Oksitanya beyleri haçlı ordularını karşılamaya
hazırlanırken, Katharlar da kendilerinden olan bir kont kızından, efsanevi Montsegur kalesini
onartmasını istediler. Gerektiğinde son çare, o şahin yuvasına sığınacaklardı.
1207 yılında Katharlara karşı sert önlem almayı reddeden Toulouse Kontu, aforoz edildi. Bir
yıl sonra Toulouse kontuna bağlı bir subay, Montpellier kapılarında Vatikan'ın bir orta
elçisini, Pierre de Castelnau'yu öldürdü.
Papa III. Innocent'in çağrısı üzerine, Fransa Krallığı'na bağlı Kuzeyli senyörlerden kurulu bir
haçlı ordusu Oksitanya'ya inerek Beziers Kalesini aldıktan sonra Carcassonne'a doğru
ilerlemeye başladı.
Tüm Lanetlilere
savunmaya hazırlanan Vikont Trencavel, 24 yaşında, gözü pek ve yakışıklı bir Oksitan
şövalyesiydi. Kendisi Kathar olmamasına rağmen, onları halkından ayırmayı ve haçlılara
teslim etmeyi reddetti.
15 gün süren bir kuşatma sonunda Beziers Kasabı Arnaud Amaury, barış görüşmeleri
yapacağız, diye kaleden çıkarttığı genç Vikontu tutsak alınca, başsız kalan kent halkı bir gece
yarısı gizlice Carcassonne'u terk ederek civar derebeyliklere sığındı. Trencavel'i kendi
şatosunun zindanlarına atan Başpapaz Amaury, derebeyliğini de Beziers katliamında sivrilen
Simon de Montfort adlı topraksız bir senyöre verdi. Birçok soylunun "pis iş" diye
istemedikleri haçlı orduları komutasını da çok geçmeden bu sefere mal mülk edinmek için
katılan, dolayısıyla da canla başla çarpışan bu yolsuz senyör aldı zaten.
Trencavel ise, tutsaklığının üçüncü ayında, sevdiği Arap dilberinin eline verilerek kendisine
gönderilen zehirli şarabı içerek öldü. Efsaneye göre Oksitan Aşk Divanları'nda "La Loba"
32
(Dişi Kurt) diye anılan bir senyör karısı, delicesine tutulup yüz bulamadığı Trencavel'in hile
ile esir düşmesinde önemli bir rol oynadığı gibi, onun kendisine yeğlediği Arap kızının eliyle
can vermesini de planlamış. Öykü hoş. Ama doğruluk derecesi bilinmiyor.
Normandiya asıllı yeni Carcassonne senyörü Monfort; Oksitanya'yı kana bulayan Fransız
ordularını dokuz yıl boyunca yönetir. 1210 yılının Haziran ayında, yedi aylık bir kuşatmadan
sonra düşen Minerve Kalesi'nde yüz kırk Kusursuz'u canlı canlı ateşe atarlar, 1211 yılında
Lavaur'u aldıktan sonra tam dört yüz Kathar din adamı alevlerde can verir.
Ama yanık insan eti dumanlarını Oksitanya göklerine savuran bu ateş, engizisyon yangınları
değildir henüz. Olağan din ve düşünce ayrılıklarında başvurulan yöntemlerdir: Elebaşıları
kurallara uygun olarak çatır çatır yakılır, göğüslerine kızgın demirle haç işareti dağlanan aklı
çelinmiş; sade Katharlar ise serbest bırakıldıklarında tapmayı reddettikleri aynı Katolik haçını
giysilerine çizerek dolaşmak zorunda bırakılır.
Görüldüğü gibi, anlattığımız tarih diliminden yedi yüzyıl sonra dünyayı kasıp kavuran Hitler,
Yahudileri yakalarına sarı yıldız takmaya zorladığında ve daha sonra fırınlarda yaktığında
yeni bir vahşet icat etmemiş, yalnızca bilimin sağladığı yeni teknik olanaklarla uygulamayı
"çağdaşlaştırmıştı", o kadar.12
1233 yılından öteye engizisyon mahkemelerinde tek kişinin tanıklığıyla kemikleri kırılmaya
mahkûm edilen Katharlar, gün geldi göğüslerine dağlanan kızgın demiri özlediler ve
33
engizisyon mahkemesinin yaptırdığı işkencelerden geçmektense, birer Kusursuz gibi isteyerek
ateşe attılar kendilerini.
Kaleden kaleye geçen Simon de Monfort, Oksitanya'yı ucundan ucundan kemirse de, sırtını
döner dönmez yeniden bağımsızlığını kazanan, işgalcilere başkaldıran beylikler az değildi.
Tam yirmi altı yıl boyunca, Toulouse Kontluğu ve güneyden Oksitanya'nın yardımına gelen
Katalonya Aragon Krallığı, Simon de Monfort komutasındaki Fransız ordularına karşı
direndi. Kaleler alındı, kaleler verildi. İki kez el değiştirdikten sonra yine Oksitan sahibinde
kalan "Pembe Kent"in Haçlılar tarafından son kuşatılması sırasında, Simon de Monfort,
Oksitan kadınlarının fırlattıkları bir mancınık taşıyla öldürüldü. Kolayca anlaşılabileceği gibi
bu savaş, artık Oksitanya için bir ölüm kalım meseleseydi, Katharlar ise bahane.
1226 yılında Papalığa gelen III. Honorius ile Fransa tahtına çıkan VIII. Louis, güneye karşı bu
kez Kraliyet ordularından kurulu yeni bir haçlı seferi başlattı. Düzenli kuzey orduları,
bastıkları her karış toprağı ateş ve kana bulayarak yeni Toulouse kontu VII. Raimond'u
kayıtsız koşulsuz dize getirdi, tüm Languedoc bölgesini bir daha kopmamacasına Fransa
Krallığı'na bağladılar. Bu arada, bölgede hakkından gelinemeyen, hatta giderek güçlenen
Kathar mezhebini yok etmek için yepyeni bir silah icat ettiler: Tarihte ilk kez Guillaume
Arnaud'un başkanlık ettiği engizisyon çarkı, dönmeye başladı.
Oksitanya'da her köyde, her kentte bir engizisyon mahkemesi kuruldu, işkence altında tanıklık
edenlerin suçlamalarını işkence altında itiraf eden suçsuzlar, meydanlarda kurulan odun
öbeklerinin üstünde "tütsülenerek" temizliğe kavuşturuldu. Engizisyonun temelini oluşturan
inanca göre, kişi suçsuz ise ateş onu yakamazdı.13 Tutuşturulan odunlardan kimse canlı
çıkmadığına göre... Demek hepsi suçluydu. Böyle böyle, o alevlerde Katharların yanında
tavuk hırsızları da yandı, komşusunun karısıyla fingirdeyip "Kathar" diye ihbar edilen köy
çapkınları da.
Oksitanya'nın dört bir yanında insanlar komşularıyla yârenlik edemez, çocuğuna güvenemez,
karısıyla dalaşamaz oldu. Pirene Dağları'nın yeşiline karanlık bir yağmur bulutu gibi çöktü
hüzün.
34
Cellatlar inatçıydı ya, Katharların direnci de daha az değildi. Oksitan halkının arasında sessiz
diş gıcırtılarının fon oluşturduğu bir tabloda, yüreklerdeki isyan giderek güçleniyordu. 1230
ile 1244 yılları arasında, engizisyon baskısının en alıp başını gittiği dönemde, orada, Pirene-
ler'in tepesine tünemiş şahin gözü gibi bir şato parlamaktaydı karanlığın içinden:
MONTSEGUR (Emindağ).
Pireneler'in doruklarında bugün açık pazar ve kış sporları merkezi olarak para kıran özerk bir
Prenslik var: Andorra. Hafta sonları ya da tatillerde Andorra'ya akın eden Japon fotoğraf
makinesi ve ucuz içki meraklısı orta sıklet Fransız turistlerinin, Toulouse'u Andorra'ya
bağlayan ana yolun on kilometre açığına düşen Emindağ'ı {Montsegur) keşfetmeleri için
televizyonun aracılığı gerekti. Bundan birkaç yıl önce, Oksitanya'nın acıklı öyküsünü ve
Montsegur'un düşüşünü akşam yemeği yerken seyretti galip kuzey ordularının metro yolcusu
torunları; sıra peynirlerini yemeğe geldiğinde, aptal kutusundaki Katharlar da ölüm orucuna
başlamışlardı.
On iki bölümlük bir dizi filmle bir yudum şarap, bir dilim rozbif arasında yutulan Kathar
Şövalyeleri'nin acıklı öyküsü, yüzyılların mahmurluğundan turist tellallarının dırdırıyla
sıyrılmak zorunda kalan Montsegur için iyi mi oldu, kötü mü, belli değil. Kesin olan,
televizyondaki diziden sonra her hafta sonu yüzlerce araba dolusu insanın alışveriş
merkezlerine gider gibi bu 1207 metrelik sarp kayaların tepesine kurulu şahin yuvasına
hücum ettiğidir.
Ben güneşli bir ekim günü tırmandım Montsegur'un dik yamacını. Yirminci yüzyıl bile sivri
topuklu hanım turistlere uygun bir patika döşeyememişti bu "Poç" adını taşıyan, kocaman bir
kıtlama şekerini andıran granit kütlesine. Sekiz kişilik bir meraklı topluluğuyduk. Aramızda
yetmiş beşlik anneannemiz de vardı. Ama anneanne; kıtlama şekerin tepesindeki kaleye doğru
bir bakınca havlu attı, onu arabada bıraktık ve biz sözüm ona gençler doruk deparını başlattık.
Tırmanış kaç dakika sürdü, bilmiyorum. Ama bizi 1207. metreye yaklaştıran her adımda bu
Katharların biraz da katır olduğuna inancım pekişti. Montsegur'den yıllarca önce çıktığım
Nemrut Dağında, o kaya heykelleri oraya nasıl çıkardıkları çok ilgimi çekmişti, zamanın
35
olanaklarıyla bu işi başaranlara hayranlık duymuştum. Ama Nemrut Dağı daha yüksek
olmasına rağmen eğim ve sarplık açısından Montsegur'un kurulduğu Poç'a oranla lokum
kıvamında sayılır. Üstelik içinde binlerce insanın yaşadığı dev bir şato için gerekli tonlarca
kesme taşın nasıl buralara çıkarıldığını düşününce, insan bazı şeyleri iyice kavrayamaz
oluyor. İnşaat zorluğunun en iyi kanıtı, Fransa gibi bir ülkede bu şatonun hâlâ onarılmamış
olması. Deli Tramontan rüzgârlarının erozyonuna açık görkemli kale, henüz dimdik ayakta.
Ama terk edilmiş, yıkılmış kesitleriyle yoksul düşen soylu bir senyör havası var burçlarında.
Sarp Poç'un tepesine tünemiş taştan bir Don Kişot sanki Montsegur. Katharların öyküsü de
biraz Don Kişot'luk değil miydi zaten?
Sekizinci yüzyılda Montsegur, bir kont kızının çeyizini oluşturan eski, çok eski zamanlardan
kalma birkaç yıkık duvardan ibaretti. 1200'lü yıllarda ilk haçlıların Oksitanya'yı yıkıp
yakmaya başlamasıyla Katharlara bir sığınak vermeyi amaçlayan bu soylu kadın, kendisinin
de katıldığı yeni mezhebin rençper ve amelelerine kaleyi onarma görevini verdi. Onarım
çalışmalarının yanı sıra, kalenin savunmasını da Pierre Roger des Mirepoix adlı bir senyör
üstlendi. Eski yıkıntıların üstünde kısa zamanda görkemli bir taş savaş gemisi yükseldi sanki.
Kör, kunt, çıplak duvarları, dik burçlarıyla gökyüzüne bir isyan gibi uzanan yeni
Montsegur'un yuvarlak kuleleri yoktu. Her köşesi dik açılardan oluşuyordu. Kalenin garip
mimarisini inceleyen günümüz mimarları, Katharların "altın sayı" diye adlandırılan orantıdan
haberli olduklarını ve Montsegur'un bir güneş tapmağı özelliklerini taşıdığını öne sürüyor.
Kalenin içinde ortaçağ derebeyliklerinde görülen ve soyluların oturduğu bir şato
kurulmamıştı. Yalnız kuzeybatı burçlarına dayalı ve surlardan altı metre daha yüksek dörtgen
bir kulesi vardı kapalı yaşama alanı olarak. Bu kuledeki yer kapasitesi, engizisyon dönemiyle
birlikte akın akın kaleye sığınan Kathar toplulukları karşısında kısa zamanda yetersiz kaldı ve
sığınmacılar, düpedüz avluya kurulan derme çatma çadırlarda yaşadılar yıllarca. Montsegur,
Katoliklerin diliyle "Şeytan'ın Tapınağı" olarak Kathar mezhebinin başkenti görevini işte
böyle üstlendi.
Fransız ordularının misillemesi gecikmedi. 1243 yılının baharında Hugues des Arcis
komutasındaki kraliyet güçleri Montsegur'ün yamaçlarında mevzilendi. Kartal yuvası şatoda
hepi topu iki yüz yeminli Kathar, yüz şövalye ve gerisi çoluk çocuk olmak üzere beş yüz
insan vardı. Kuşatma güçleri ise on bin kişiden oluşuyordu. Ama öylesine sarp, öylesine
alınmazdı ki Montsegur Kalesi, haçlı komutanı Hugues des Arcis başarıya ulaşabilmek için
askerlerinin saldırı gücünden çok, kuşatılanları bekleyen açlık ve susuzluğa güvenmekteydi.
Saldırganların sayısal üstünlüğüne rağmen geceleri yalnız kendi bildikleri dehlizlerden, gizli
patikalardan ovadaki yerleşim merkezleriyle bağlantısını sürdüren Montsegur halkı, önemli
ölçüde depoladığı yiyecek ve su yedeği sayesinde karşı tarafa tek bir burç vermeden sonbaharı
geçirdi. Kış bastırdığında aşağıdaki on bin kuşatmacının durumu, kaledeki beş yüz kişiden
daha umutsuz görünüyordu. Montsegur'dekilerle gönül beraberliği içindeki civar köyler
nerede yalnız başına bir askere rastlasalar öldürüyor, kuşatma ordusuna yiyecek sağlamakta
ellerinden gelen zorluğu çıkarıyor, ucundan ucundan kemiriyorlardı Fransızları. Oysa aynı
köylüler, gizli oyuklardan, sarp kayalardan, sadece kendi bildikleri geçitlerden sekerek su ve
ekmek ulaştırmaktaydı Montsegur mahsurlarına. Kraliyet ordusunda baş gösteren salgın
bağırsak enfeksiyonlarında ise, yine köylülerin verdiği bozuk yiyeceklerin, zehirli şarapların
büyük payı vardı. Kısacası haçlı ordusu yorgun, aç ve hastaydı.
Aralık ayında hepsi deneyimli dağcı olan bir düzine aylak Bask savaşçısının, kuşatma
komutanı Hugues des Arcis tarafından kiralanması, olayın akışını birdenbire değiştirdi. O
37
dönemde uygarlıktan henüz nasibini almamış, inançsız ve yasasız bu kiralık Bask savaşçıları,
keçilere taş çıkartan bir beceriyle şatonun doğu kanadına seksen metre kala tırmanmayı ve
tutunmayı başardı. Zamanın savaş araçları mancınıklar, bu noktadan kaleyi gülle yağmuruna
tutmaya başladı. Kışın ya da uzun dönemde, Montsegur düşmeye mahkûmdu artık. Tepelerine
yağan taşlara, kara, soğuğa ve kesilen yardımlara rağmen Şubat sonuna dek dayandı kale
halkı. Kathar Şövalyeleri ve kale garnizonunun bir avuç askeri canlarını dişlerine takarak
savunuyorlardı hâlâ şatoyu. Durumun umutsuzluğunu çok iyi bilen iki yüz küsur Kathar, Kale
Komutanı Pierre Roger de Mirepoix'ya şükranlarını belirttiler ve kendileri yüzünden daha
fazla acı çekilmesine gerek kalmadığını, ölüme hazır olduklarını, teslim olmasını istediler.
1 Mart'ta kuşatmacılara karar bildirildi. 2 Mart Çarşamba günü, Montsegur komutanı Pierre
Roger ile haçlı şövalyesi Hugues des Arcis, teslim koşullarını görüşmek üzere bir araya
geldiler. Haçlı ordularının hiç de iç açıcı bir durumda olmadığı, Montsegur yeniklerinin her
şeye rağmen kabul ettirdiği şaşırtıcı teslim koşullarından belli oluyordu. Anlaşmaya göre,
Montsegur savunmacıları on beş günlük bir ateşkesten yararlanacaklar ve bu süreyi kalede
geçirdikten sonra şatoyu Fransız Kralı adına haçlı komutanına teslim edeceklerdi. Kuşatılanlar
üstüne peşinen verilmiş tüm hüküm ve cezalar iptal ediliyor, hatta Avignonet kasabasında
engizisyon yargıçlarını öldüren birlik bile affa uğruyordu. Mezhep sorunu olmayan askerler,
usulen engizisyon mahkemesince denetlendikten sonra özgürce yurtlarına dönebilirlerdi.
Bunların dışında kalede bulunan diğer kişiler, engizisyon yargıçları önünde Kathar
mezhebinden caydıklarını açıkladıkları takdirde özgürlüklerine kavuşacak, mezheplerinden
dönmedikleri takdirde ateşe atılacaklardı. Düşen bir kale için, bundan daha iyi teslim koşulları
düşünülemezdi doğrusu... Ama dost düşman herkes koşulların Kat-harları ilgilendiren
bölümünden, hiçbir Kathar'in inancını yadsıyarak yararlanmaya kalkmayacağını bilmekteydi.
Engizisyon uşakları, odun öbeklerini kurmaya başlamıştı.
Montsegur, on beş günlük ateşkes süresince, istiridye kabuğu gibi kendi üstüne kapandı. Yedi
yüzyıl sonra yüzlerce tarihçi, bu on beş günlük ateşkesin anlamı üstüne kafa yordular.
Komutan Pierre Roger, niçin bu on beş günlük ateşkesi istemişti? Bir yerden yardım umuyor,
kaleyi kurtarabileceğini mi düşünüyordu hâlâ? Katharlar ne yaptılar bu süre boyunca? Niçin
bu zamana gerek duyuyorlardı?
Dönüldü Bedreddin'e.
Bedreddin gülümsedi.
dedi:
Montsegur mağlupları, kaleden başları dik çıktı. İki yüz: yirmi beş Kathar Şövalyesi, kızanı
ve kadınıyla, gökyüzüne bir isyan gibi yükselen granit tepenin dibine kurulan ateşten çembere
tek bir adam birlikteliğiyle yaklaştılar. Haçlı ordularının gümüş zırhlı şövalyeleri gözlerini
eğdiler, basit askerler ise büyülenmiş gibiydiler. Haçlı seferinin dinsel kutsaması, tilkicesine
kurnaz Narbonne Piskoposu, havada bir hayranlık soluğunun kokusunu aldı. Ölüme
gidenlerden hiç olmazsa birine fire verdiremezse eğer, bu olağanüstü manzaranın babadan
oğla kalan bir miras gibi yüzyıllarca anlatılacağını sermişti. Son bir umutla gerilmiş bir yay
gibi fırladı gerinden, koştu, ateş çemberimle Katharların arasına dikildi:
— Durun, durun diyorum size! Bir kez daha düşünün. Aranızda cayan yok mu hiç
mezhebinden? Engizisyonun kararına rağmen ben, son bir şans tanıyorum nedamet
getirenlere!
diri diri ateşe atılan Katharlar'ın anısına, dağın eteğine dikilen anıt:
"Als Catars / Als Martirs / Dei Pur Amor / Crestian / 16 Mark 1244."
16 Mart Çarşamba sabahı, Narbonne Piskoposu ve haçlı komutanı Hugues des Arcis kaleyi
teslim almaya geldiler. Askeri garnizon teslim oldu. Yeni katılanlarla birlikte sayıları 225'i
bulan Katharlar hazırdılar. "Kusursuzların ardından inançlı adımlarla Poç Tepesi'nden aşağı
indiler. Tepenin dibindeki düzlüğe, kazıklarla çevrili bir arena yapılmış, içine odun ve saman
yığılmıştı. Samanlar tutuşturuldu, odunların alazı gökyüzünü yaladı. Kazıklara dayanan
merdivenleri tırmanan Katharlar tek tek ateşe attılar kendilerini. Yaralılar sedyeleriyle
çıkarılıp atıldılar.
Direnişin imgesi, Kathar öğretisinin başkenti böylece düştü. Kırk yıl süren bir savaş, on aylık
bir kuşatma ve 225 kişinin yakıldığı engizisyon ateşiyle; Montsegur bir efsaneydi artık.
Ne var ki tüm Katharlar ateşe atılmadı o gün. Aralarından dört Kusursuz, garnizon komutanı
Pierre Roger tarafından kalenin gizli bir bölmesine saklanmışlardı. 15 Mart'ı on altıya
bağlayan gece iplere tutunarak sarp kayalardan aşağı indiler, Peyre Boğazı'nı geçerek Pirene-
ler'in art yamaçlarında bir mağaraya, Aralık ayı sonlarında saklanan bir hazine sandığını
çıkardılar. Değerli yükleriyle birlikte Usson şatosuna varıp, orada bu hazineyi zamanında
saklayan iki diğer Kusursuzla buluştular. Tarih bu noktadan öteye Kathar hazinesinin de, dört
kaçağın da izini yitiriyor.
Peki neydi bu sandık? Neydi söz konusu Kathar hazinesi? Kuşkusuz, topluluğun ortak
kasasından başka bir şey değil. Değeri ve önemi öylesine büyük olmalı ki, garnizon komutanı
Pierre Roger teslim koşullarının tümünü tehlikeye atan böyle bir girişimi desteklemişti. Bu
arada, şatonun sahibesiyle kızının da, yanmayı yeğleyen Katharlar arasında yer aldıkları
unutulmamalı. Katharların yalnız kendilerini değil, onlar zaten öleceklerini biliyorlardı; ama
diğer üç yüz kişinin de yaşamını tehlikeye atarak düşmana kaptırmamaya karar verdikleri bu
hazine üzerinde çok şeyler söylendi, çok şeyler yazıldı. Yedi yüzyıldır Pirene dağlarında
yaşayan insanlar bu hazineyi bir gün bulabilme düşünü besledi.
La Nueit de Montsegur
O lutz inagotabla
torna, torna renaisser
de las cendras dels morts.
Ah sönmeyen ışık
doğ yeniden,
yeniden ölülerin küllerinden.
41
Yaralı kralın avcunda
tuttuğu gölge oldu
beyaz güvercin.
Montsegur'ün düşüşünden sonra Katharların elinde birkaç şato daha kalmıştı. Tek tek
direnişlerle bir on yıl daha sürdürdüler varlıklarını. 1251 yılında mirasçı bırakmayarak ölen
son Toulouse kontu VII. Raimpond'un ardından "Pembe Kent"in egemenliği Fransız
Krallığı'na geçti. Halk, hâlâ Katharları yargılayıp yakan engizisyon mahkemelerine karşı
birkaç kez ayaklandı, yargıçları öldürdü, kovdu. Ama her seferinde daha güçlüleri, daha
acımasızları geliyordu. Ormanlara, mağaralara sığınan Katharlar, köpeklerle iz sürerek
yakalanıyor; yüzlercesi kılıçtan geçirilip, elebaşıları yakılıyordu. Birçoğu, kendilerini bu
mağaralarda açlığa mahkûm ederek intihar etti. 1255 yılında son iki şato, Queribus ve
Puylaurens de düştü. 1321 yılında bilinen son Kusursuz Guillaume Belibaste'nin yakılmasıyla,
Kathar öğretisi ve eylemi tarihin sayfalarına karıştı.
Oysa Anadolu topraklarından Pirene Dağları'na, Ege Denizi'nden Atlantik Okyanusu'na; daha
hakça bir düzen, daha onurlu bir insanlık için, kölesi olmayan bir dünyayı kucaklamak
istemişlerdi.
Toulouse-Carcassone yolu üstündeki bir tepede Kathar şövalyelerini simgeleyen, ama daha
çok 10 metre boyunda dev füzeleri andıran taş yontular.
Bir gün yolunuz Akdeniz'in Pirene eteklerini dövdüğü eski Oksitanya, yeni Languedoc
bölgesine düşerse eğer, Carcassonne-Toulouse yolu üstündeki tepelere dikkatle bakın. Uzaya
fırlatılmaya hazır taş füzeler gibi dikilen dev heykeller, o yiğit Kathar Şövalyeleri'nin anısını
yaşatmak için, deli Tramontane rüzgârlarına ve yağmura kafa tutmaktadırlar.
Ek:
Toulouse, ünlü çocuklarından caz ustası Claude Nouvvgaro'nun bir şarkısına adını veren bu
"Pembe Kent", son yıllarda yeni bir ünlem ekledi adına: Beyin Kent. Fransa'nın AB içindeki
ileri teknoloji metropolü haline gelen eski Oksitanya il merkezi, tam altı bin altın
araştırmacıyı, biyoteknolojiden uzay araçlarına uzanan geniş bir bilim yelpazesinde, dünyanın
en gelişmiş laboratuvarlarına toplamayı başarmış. 21. yüzyıl Avrupası'nın teknolojik
kutuplarında iki yeni odak yeşeriyor: Barcelona ve Toulouse. Bizim Katharların iki eski
yandaşı, tarihleri kardeş iki kent. Soğuk kuzey ülkelerinin beyinleri fokurdayan bilimcileri,
Akdeniz'in bu güzel metropollerine kapağı atabilmek için... fosfor yayma yarışındalar. Üstelik
43
Toulouse'da Barcelona'nın başına dert olan çevre ve hava kirliliği de yok. Yirmi birinci
yüzyılın elektronik endüstrisi, kara dumanlar çıkartarak çalışan bir üretim biçimi değil elbet.
Tam tersine, Beyin Kent'in laboratuvarlarında temiz ve akıllı arabalar, biyolojik dengeyi
bozan endüstri artıklarının zararsız hale getirilmesini amaçlayan EUREKA patentli su projesi
üstünde çalışılıyor. Bütün bu projeler hep AB'nin ortak yapımları. Tüm teknolojik
performanslarına rağmen günbatımına karşı iki tek "pastis"* (* Fransız Rakı'sı) atmak keyfini
elden bırakmayan Toulouse'un, özellikle nükleer tıp ve mühendislik fakülteleri öne çıkan
üniversitesi de eski ve ünlü. Bu üniversitenin en renkli geleneklerinden biri de Şubat
sonlarındaki öğrenci karnavalı. Yüz binlerce gencin yirmi dört saat sokakta yaşadığı karnaval
şenliklerinin gözde temalarından biri de "K-ta-re" adını taktıkları Kathar eğlenceleri. Sanki
Katharların yüzyıllık hıncını alırmışçasına engizisyon yargıçlarının kuklaları ateşe atılıyor,
Toulouse'dan yola çıkarılan bir Kathar meşalesi Montsegur'e dek koşturuluyor.
Eski Oksitan soylularından günümüze kalan çok, ama çok büyük senyörlerden biri de kim
biliyor musunuz? Paris kabarelerinin unutulmaz ressamı, Henri de TOULOUSE-LAUTREC.
44
Sakat bacaklarının eksikliğini ellerinin dehasında gideren Toulouse-Lautrec'in ülkesinde
karnavallar, sanatçının özgün çizgilerini taşır biraz.
NOTLAR
1. Oc: "Ok" okunur. Oksitanya'nın kısaltılmışı. Ancak ilk anlamı "evet" demektir. Bugünkü
"Languedoc" sözcüğü de "Oc dilini konuşanlar" anlamına geliyor.
Bizim işlediğimiz Şeyh Bedreddin ve Katharizm bağlantısıyla ilgili bir konu olmamakla
birlikte, Balkan tarihine ilginç bir açıdan yaklaşan Sayın Tayyib Okiç'in çabalarını burada
saygıyla anıyoruz.
3. Türkler genel olarak kuşattıkları topraklarda yaşayan insanları, dinlerini değiştirmeleri için
zorlamamıştır. Ancak farklı dinlere farklı resmi, hukuki ya da mali haklar vermişlerdir.
İspanyolların Güney Amerika'da gerçekleştirdikleri din değiştirme baskıları Türklerinkinin
zıddıdır. Buna rağmen politik, ekonomik ya da kültürel nedenlerden çok sayıda insan din
değiştirmiştir. Türkler, idari işler dışında, Türk dilini zorunlu kılmıyordu.
4. Stanford Shaw'un Osmanlı İmparatorluğu'yla Türkiye Tarihi isimli kitabı, Nicolas Vattin'in
Osmanlı İmparatorluğu'nun 1362-1451 yılları arasındaki dönemi üzerine yazdıkları ve Robert
Mantran'ın yönetimi altında yakın tarihte yayınlanmış yapıtların dışında.
5. Çok sayıdaki iyi tutulmuş olan Türk mali kayıtları, toprak sahipleri ve (Müslüman, Yahudi
ve Hıristiyan olarak ayrılmış) değişik toplumların refahı, bazı bölgelerin ekonomik durumu
hakkında önemli bilgiler içermektedir. Ancak konumuzla ilgili hiçbir bilgi vermemektedir.
6. Bkz. Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, "Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler" ( Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 1998, sayfa 185) adlı eserinde, Mine G.Kırıkkanat'ın "Gülün Öteki Adı"
(1989 baskısı) kitabına atıfta bulunmakta ve: "Şeyh Bedreddin'in bu mezheplerin (Hurufi,
Kalenderi, Bogomil ve Kathar) öğretilerinden nasıl ve hangi araçlarla haberdar oldukları
kanaatimizce cevap verilmesi gereken önemli bir soru olmakla beraber, doğrudan teolojik
anlamda bir temas söz konusu olmasa dahi, halkın yaşayış ve inançlarından bazı çıkarsamalar
yapılabileceğini kabul etmemek için hiç bir sebep yoktur. Kaldı ki Şeyh Bedreddin'in
Hıristiyanlık ve Grekçe bilgisi ona bu imkanı pekala sağlamış olabileceği gibi, Sakız
Adası'ndaki rahiplerin biraz Türkçe, hatta Arapça konuşabildikleri de bilinmekte, dolayısıyla
bir iletişim ortamının bulunmuş olması imkansız görünmemektedir. Onun bu öğretilerden
dolaylı dolaysız haberdar olması bizce kuvvetli bir ihtimaldir," görüşünü belirtmektedir.
11. 1992'de Papa II. Paul tarafından yayınlanan ve çoksatanlardan olan Principes adlı kitapta
bu konu 839. ve 2104. paragraflarda ayrıntılı olarak açıklanmıştır. (Bu kitabın satışı, son on
yılda milyonları aşmıştır.)
12. Latran'daki dördüncü din adamları meclisi (1205), yaklaşık on sekizinci yüzyıla kadar
Müslümanlarla Yahudileri, genelde yuvarlak bir parçadan oluşan ayırt edici bir simge
taşımaya mecbur kılmıştır. Müslüman ülkelerde de, özellikle Bağdat'ta aynı kurallar şart
koşulmuş, ama asla uygulanmamıştır. Bazı Yahudiler Fransa'yı bu yüzden terk etmiş,
Papalığa bağlı olan Carpentras'a sığınmış ve orada iyi karşılanmışlardır; buraya gelenlere de
Papanın Yahudileri denilirmiş... Cachitisme de l'Egtise catholique adlı eserin 597. ve 598.
paragraflarında, Yahudiler hakkında bir tanımlama yapılır. Papa II. Jean Paul 1997'deki Saray
Bosna gezisinde bir kez daha Antisemitizme karşı bir propaganda yapmıştır ve İsa'nın aslında
Yahudi kökenli olduğunun altını çizmiştir. insanların iyi arzulara ulaşmaları yüzyıllar
almıştır...
13. Kilise; "sapkınları", Katharları, Jean d'Arc'ı ve daha birçoklarını, kişinin kanını akıtmadan
öldürmek amacıyla bir çeşit "saygı" ve "arındırma" kuramına uygun olarak yakmıştır.
Osmanlıların benzer bir düşüncesi vardı: 1793'te XVI. Louis'nin idam edildiği haberi
geldiğinde çok şaşırmışlardı. Bir hükümdarın öldürülmüş olmasına değil, kafasının kesilmiş
olmasına; çünkü bir hükümdar, onların kurallarına göre temiz bir biçimde boğularak
öldürülmeliydi. Fransızlar bir kez daha doğru davranışlara karşı gelmişlerdi.
KAYNAKÇA
Anthologie de la Poesie Turque Contemporaine (Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi), Jean Pincuie
ve Levent Yılmaz, Publisud, 1991.
Avec Mon Pere le Sultan Abdulhamid, de son Pakds a sa Prison (Sarayında ve Hapishanede
Babam Sultan Abdülhamit ile), Prenses Ayşe Osmanoğlu, çev. ]acques Jeulin, L'Harmattan,
1991.
Centre d'Etudes Cathares Reni Nelli (Rene Nelli Kathar Araştırmaları), İnternet sitesi
Encyclopaedia Universalis
Gad Nassi, "Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı", Nazım Hikmet, Toplum ve
Tarih, 1983.
Hayat Ansiklopedisi
Histoire de l'Empire Ottoman (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi), ed. Robert Mantran, Fayard,
1989.
Histoire de l'Empire Ottoman Depuis son Origine Jusqu'â nos Jours (Kökeninden Günümüze
Osmanlı İmparatorluğu Tarihi), Joseph von Hammer-Purgstall, Paris, 1835-1843; çev.
Mehmet Ata, İstanbul, 1911.
Histoire des Turcs d'Asie Centrale (Orta Asya Türklerinin Tarihi), W. Barthold,
Maisonneuve, Paris, 1945.
11 Millenio Bizantino (Bizans'ın Bin Yılı), Hans Georg Beck (Almanca'dan İtalyanca'ya
çevrildi), Editions Salerno, Roma, 1981.
inönü Ansiklopedisi
islam Ansiklopedisi
Le Livre Secret des Cathares (Katharların Gizli Kitabı), Edina Bozoky, Beauchesne, 1980.
Les Cathares: Histoire et SpirituaUtğ (Katharlar: Tarih ve Ruhbilim), Philippe Roy, Editions
Dervy, 1993.
Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Prof. Dr.Ahmet Yaşar Ocak, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 1988.
Elinizde tuttuğunuz bir tarih kitabı değil, insanlığın damarlarında dolaşan özsuyun
kaynaklarından birini size tanıtan bir öykü, roman ya da bir başka tür, ama kesinlikle masal
değil; gerçekliğin soylu bir
Kathar Şövalyeleri'nin Türk okuruna Mine Saulnier'nin duyarlı kalemiyle tanıtılması, kitaba
değerini veren ana niteliktir. Pirene Dağları'nın kuzeyinden başlayan insana dönük bir inanç
akımının sosyal adaleti içeren toplumsal bir düzene dönüşmesi; sonra da Türkiye'nin ovasına,
kasabasına ulaşan rüzgârlara karışması, tarihte ilginç sayfalar oluşturuyor..
İlhan Selçuk
49
------------------------son--------------
50