You are on page 1of 169

SIFIR

“Oyun Bitti”
Bitti”
YAZAR
Ozancan Demirışık

SON OKUMA

Sadık Yemni

KAPAK TASARIMI

Gökcan Şahin

YAYIN TARĐHĐ

Eylül 2009

Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından buzuldunya.blogspot.com


adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan
kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
ÖNSÖZ
Unutulmaz Bir Deneyim

Selam okuyucu… Bir kez daha bilinmeyenin ateşiyle kavrulmak için


geldin ve biz de bir kez daha ihtiyacın olanı vereceğiz. Komplo’yu okudun -

eğer okumadıysan hemen bu sayfayı kapatıp Komplo’yu oku- ve kafanda


oluşan onlarca soru işaretinin çözümünü görmek için sabırsızlanıyorsun
biliyorum. Komplo’ya yapılan yorumlarda da bu konudan bahsedildi, ama

gözden kaçırılan, SIFIR’ın uzun soluklu bir dizi olduğuydu. Cevapları baştan

vermek gibi bir durum söz konusu olamazdı. Dolayısıyla Oyun Bitti de,
Komplo’nun cevap anahtarı değil… Tabiat Muhafızları ana başlığına sahip

final bölümleri, soruların hepsine ve daha fazlasına cevap verecek ve


beklenenden bile daha yüksek bir tatmin hissi yaratacak.
Birazdan okuyacağın Oyun Bitti’de ise yepyeni bir macera
karşılayacak seni. Serimi, düğümü ve çözümüyle tastamam bir fantastik-
polisiye öyküsü bu. Önlenemeyen katliamlar, suya düşen umutlar, öte-
âlemden gelen tuhaf yaratıklar, iyiler ve kötüler, ölümler ve kurtarışlarla
örülmüş harikulade bir kurgu…
Sıfır: “Oyun Bitti”

Birim Sıfır’ın üyeleri Dize Demirsoy ve Murat Arıkan hayatları


pahasına ilk görevlerine atılıyorlar ve bize de onları kalp çarpıntılarıyla
izlemek kalıyor.

Düşünüyorum da SIFIR, Ozancan için de benim için de unutulmaz


bir deneyim olma yolunda ilerliyor. Öncelikle yazım tarzlarımızın

özelliklerini keşfettik ve keşfediyoruz. Konu bakımından birbirimize ne


kadar yakın olsak da kurgulama ve yazım tarzı açısından ne kadar uzak
olduğumuzu gördük.
Komplo ikimizin de yazım niteliklerini yansıtıyordu. Ne kadar

birbirimize benzetip eritmeye çalışsak da tarzlarımızda elbette farklılıklar


vardı. Ama Oyun Bitti tam bir Ozancan Demirışık öyküsü, hatta novellası.

Yüz elli sayfa gibi bir uzunluğa ulaşması da yine onun tarzını yansıtıyor.
Sevgili okuyucu, sana bir mesajım daha var. Bu kısa romanı okuyup

bitirdikten sonra -tabii serinin diğer bölümlerinde de- lütfen yorumunu


esirgeme. Eğer Buzul Dünya blogunun takipçisiysen blogdaki ilgili alanda
yorumunu yapabilirsin. Değilsen Facebook’taki Buzul Dünya grubuna
yazabilirsin yorumunu. Henüz profesyonel olmasak da sana tamamen
ücretsiz bir okumalık sunuyoruz ve olumlu ya da olumsuz tüm yorumları
görmek ve bunlara göre kendimizi geliştirmek isteriz.
Eğer hazırsan, şimdi çevir sayfayı. Kaybetmeye tahammülü olmayan

sert polisimiz Murat Arıkan ve sezgileriyle zekâsını birleştiren Dize


Demirsoy’un 28 Kasım sabahı Işık Huzurevi’nde başlayan macerasına katıl.

Gökcan Şahin

5
Yazarın Notu:
Okuyacağınız eser, yoğun ve en sertinden ‘şiddet’ içermektedir.

Etkileneceğinizi düşünüyorsanız eğer, uzak durmanız tavsiye edilir…

BİRİNCİ KISIM
CANAVAR
Sıfır: “Oyun Bitti”

26 Kasım 2008 – 08.30


Işık Huzurevi – Đstanbul/Emirgan

Beton yeşile tercih edilmiş olabilirdi, bir başka yeşil olan ‘para’ için
tüm güzellikler sökülüp atılmış olabilirdi, pak sokaklar pasaklanmış

olabilirdi, güzelim müstakil evlerin yerini çarpık çurpuk apartmanlar almış


olabilirdi, ama Đstanbul’da tüm bu güzelliğin ve temizliğin, en önemlisi de

saygınlığın korunduğu semtler hâlâ vardı. Ve Emirgan bunlardan biriydi.


Sadece sık rastlanan korular değildi buradaki yeşilliğin tamamı.
Sokakta yürürken bile her an bir ağaçla karşılaşabilirdiniz. Asfaltta yürürken
sol yanınızda ferah bir çimenlik alan görebilirdiniz. Ve yolunuz her daim
sahile düşerdi. Tüm dertlerinizi, sıkıntılarınızı unutur ve bir yanınızda engin
mavi deniz dalgalanıp dururken yürümeye başlardınız. Her adım yeni bir
umut olurdu sizin için. Yeni bir fırsat. Yeni bir mutluluk.
Kimse bilmese de, güzelliğin başarabildiği çok şey vardır…
Işık Huzurevi, Emirgan’ın geniş, ferah bir sokağındaydı. Kurulalı çok

olmamıştı ama, sağlam işletmesinin ve uygun fiyatlarının yanı sıra, yaşlılara


iyi bakım ve iyi muamele yapıldığı kulaktan kulağa yayılınca bir hayli

popüler hale gelmişti. Pek çok yaşlı insan hayatının kalan yıllarını burada

sürdürüyor ve genelde memnun ölüyordu – bir ölü ne kadar memnun


olabilirse o kadar memnun…

Tahir Yıldız bu huzurevindeki odasında, ‘huzurlu’ bir şekilde


uyuyordu. Ya da huzurunu çoktan kaybetmişti de o farkında değildi ve

7
Ozancan Demirışık

uykunun sahte huzurunda kendini avutuyordu. Fark edemediği ve asla


edemeyeceği şeyler alttan alta gerçekleşmekteydi.
Altmış dokuz yaşındaydı. Kısacık kesilmiş bembeyaz saçları, deniz

mavisi gözlerini iyice belirgin hale getiriyordu. Takma dişleri bembeyazdı;


en ufak bir yapaylık hissi vermiyorlardı. Oval, çıkık kemikli bir yüz yapısına

sahipti. Pek iştahlı biri değildi, dolayısıyla oldukça zayıftı.


Akrep ve yelkovan ilerleyişini sürdürüp de saat sekiz buçuğa
geldiğinde adam aniden gözlerini açtı. Bir şeyler gördü, bir şeyler hissetti
ama hemen sonra hepsini unuttu. Gözlerini kırpıştırdı, yatakta doğruldu.

Derin bir nefes aldı. Gerindi. Gözlerini pencereye dikti. Cam tül perdeyle
kapalıydı ama dışarısı görülebiliyordu. Güzel bir manzara vardı: Bir köşede

deniz, bir köşede ağaçlar, diğer bir köşede siyah asfalttan yol, onun hemen
yanında da birbiri ardına düzgünce sıralanmış otomobiller…

Tahir banyoya gidip yüzüne soğuk su çarptı. Yatağına karmaşık


hisler içinde döndü. Uzanma pozisyonuna geçmedi; yatağın kenarına
oturup bacaklarını yere uzattı ve elleriyle başını ovalamaya başladı.
Tam o sırada odanın kapısı yavaşça aralandı. Bir baş içeri uzandı.
“Uyandınız mı Tahir Bey?”
Tahir döndü ve baktı. Orta yaşlı bir kadındı gelen: Güler yüzlü,
balıketli ve kır saçlı, cana yakın görünümlü bir kadın.

Tahir kendini gülümseyecek havada hissetmese de hafifçe tebessüm


etti ve, “Evet,” dedi. “Günaydın.”

Kapı iyice aralandı. Kadın içeri girdi ve elindeki kahvaltı tepsisini


yatağa bıraktı. Gülümseyerek baktı Tahir’e. “Bugün yine erkencisiniz.”

Yüzündeki gülümseme daha da büyüdü. “Yumurtayı istediğiniz gibi tavada

8
Sıfır: “Oyun Bitti”

yaptım, iyice pişirdim. Taze sıkılmış portakal suyu da var. Zeytininiz,


peyniriniz, kaşarınız, domatesiniz… Hepsi burada.”
Tahir başını salladı. “Teşekkürler.”

Kadın gülümsedi. “Rica ederim Tahir Bey. Afiyet olsun.” Ve tam


odadan çıkacakken, dönüp ekledi: “Ben mutfak alışverişine gidiyorum. Bir

ihtiyacınız olursa ancak bir saat kadar sonra ilgilenebileceğim. Haber


vereyim dedim.”
Tahir başıyla onayladı ve kadın odadan çıktıktan sonra gözlerini
tepsiye dikti. Gerçekten eksiksiz, diye düşündü. Đşte şimdi gülümseyecek

havaya girmişti. Hafifçe mırıldandı: “Aç ayı oynamaz. Başlamadan önce


karnımızı iyice bir doyuralım öyleyse.”

Soğuk metalden bıçağı sıkıca kavradı, yumurtasından ve ekmekten


birkaç lokmanın ardından portakal suyundan büyükçe bir yudum aldı.

Sonra sıra diğer kahvaltılıklara geldi.


On beş dakika kadar sonra açlığını gidermiş, tepsiyi (cebine attığı
bıçağı saymazsak) bir kenara bırakmış, ayağa dikilmişti. Yavaş ve sakin
adımlarla odadan çıktı, koridora girdi. Ortalıkta kimse yoktu. Huzurevi
sakinleri uyandıysa bile çoğu odasından çıkmamıştı. Bir kısmı kahvaltısını
yapıyor, bir kısmı da öylece odasında oturuyor olmalıydı ve elbette bir
diğer kısım da hâlâ uykunun derin ve sarmalayıcı kollarının arasındaydı…

Her şey bal kaymak, diye düşünen Tahir, rastgele bir oda seçip içeri
yavaş adımlarla girdi ve gözleriyle odayı taradı. Yaşlıca bir kadın -

muhtemelen kendisinden de yaşlıydı- yatağında sırtüstü uyumaktaydı.


Saçları kırlaşmamıştı, belki de boyuyordu onları; ama fazlasıyla yaşlı olduğu

da belliydi. Yüzü kırış kırıştı.

9
Ozancan Demirışık

Arada sırada anlaşılmaz sözcükler mırıldanıyordu ama buna rağmen


uykusu derindi. Tahir daha önce pek çok kişiyi uyurken görmüştü ve
hangisinin hafif uykuda, hangisinin derin uykuda ve hangisinin kan

uykusunda olduğunu tek bir bakışta anlardı. Bu kadının durumu ikinci


seçeneğe bir örnekti.

Yaklaştı. Kadını hafifçe dürttü. Bir tepki gelmeyince daha sertçe


dürttü ve yaşlı kadın gözlerini aralayıp baktı. Hafifçe doğruldu. Esnedi.
Sonra gözlerini Tahir’in gözlerine dikti. “Hayırdır Tahir, ne oldu sabah
sabah? Ne güzel de uyuyordum.” Sinirli değildi ama her sözünde hafif bir

sitem bulunan yaşlılardandı anlaşılan.


“Adınız nedir?” diye sordu Tahir yüzünde soğuk bir gülümsemeyle.

Kadın, yoğun hayretini açığa vuran bir ses tonuyla, soruya soruyla
cevap verdi: “Adım mı? Dalga mı geçiyorsun Tahir?”

“Dalga geçmiyorum hanımefendi. Sadece adınızı öğrenmek


istiyorum.”
Kadın bu kez şaşkın değil endişeliydi. Huzurevinde bulunmaları ve
karşısındakinin yetmişine merdiven dayamış yaşlı bir adam olması, aklına
‘alzheimer’ ihtimalini veya bir başka hastalığı getirmiş olmalıydı.
“Şükran,” dedi kısık sesle.
“Pekâlâ Şükran Hanım,” diyen Tahir, yüzündeki soğuk tebessümü

muhafaza ederek elini cebine attı ve kahvaltı bıçağını çıkardı. Başparmağını


keskin kısma hafifçe sürterek konuşmaya devam eti: “Şimdi sizinle bir oyun

oynayacağız.”
Şükran Hanım bir şey söylemedi, ama saçma seyrini sürdüren

olaylara bir anlam verme çabasının izleri, yüzünden rahatlıkla okunuyordu.

10
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Oyun oynamayı isteyeceğinizi varsayıyorum. Ama gayet nazik bir


adam olduğumdan yine de soracağım.” Gülümseme Tahir’in yüzünü terk
etti ama dehşet verici soğukluk hâlâ oradaydı. Kadını korkutan da bu oldu.

“Oynayacaksınız değil mi?”


“O-oynayacağım,” diye cevap verdi Şükran Hanım.

Gülümseme geri döndü. “Tam da tahmin ettiğim gibi.”


Şükran Hanım’ın korku dolu bir beklenti taşıyan gergin halini büyük
bir hazla izleyen Tahir, bıçağı sol eline geçirdi. Sonra sağ elini müthiş bir
hızla ileri uzatarak kadının gırtlağını kavradı ve sertçe sıkmaya başladı.

“Oyunumuzda iki seçenek var,” diyordu bir yandan. “Size bir soru
soracağım ve sorunun içerdiği iki seçenekten birini tercih edeceksiniz.

Oyunu ona göre devam ettireceğiz.”


Şükran Hanım boğuk hırıltılar çıkarıyordu. Yüzü mosmor olmuştu.

Boğazındaki sert baskı, nefessizlik ve de dehşetin birleşimi bu yaşlı kadını


perişan etmişti.
“Đşte o hayati soru,” diye devam etti Tahir. “Ya gözlerinize veda
edecek ama yaşamaya devam edeceksiniz, ya da yaşamınıza veda edecek
ve sağlam gözlerle ölüp gideceksiniz. Ne dersiniz? Hangisini seçeceksiniz?”
Uzun bir sessizlik oldu. Yüzünün morluğu iyice artan, gözleri
kanlanan, epilepsi nöbeti geçirir gibi titreyen kadın kollarını deli gibi

sallıyor, çırpınıyordu.
Tahir kavrayışını gevşetti ve hemen sonra elini tamamen geri çekti.

Bıçağı yukarı kaldırıp sordu: “Evet, cevabınız?”


Kadın cevap vermeden önce derin derin nefes aldı. Kendine

gelmeye çalışıyordu ama bunun mümkün olmayacağının da farkındaydı.

11
Ozancan Demirışık

Konuşabilecek kadar toparlandığında, gözlerinden süzülen birkaç damla


yaşın eşliğinde, “Gözlerime dokunma,” diye fısıldadı.
Tahir güldü ve, “Karar verildi,” dedi yarışma sonucunu bildirir gibi.

“Öyleyse Şükran Hanım, oyun sizin için bitti!”


Bir panter gibi ileri atıldı. Sağ eline geçirdiği bıçağı Şükran Hanım’ın

kalbine sapladı ve bir elini de sessiz durması için ağzına bastırdı. Ve


yüzünde o buz gibi gülümsemeyle, bıçağı bütün gücüyle ittirip çevirerek
kadının kalbini ve çevresinde bulunan her organını paramparça etti.
Şükran Hanım değil ses çıkarmak, ağzını bile açamadan öldü. Ama

Tahir Yıldız’ın durmaya niyeti yoktu. Bıçağı rastgele saplamaya, eline


bulaşan kana aldırmadan cesedi kahvaltı bıçağıyla kesip biçmeye devam

ediyordu.
Odadan çıkarken yüzü gözü kan içindeydi. Ama temizlenmeye niyeti

yoktu çünkü bunu yapsa bile çok geçmeden her tarafı yeniden kana
bulanacaktı.
“Đlk etap bitti,” diye mırıldanıyordu kapıyı ardından kapatırken.
“Şimdi sıra ikincisinde! Oyun devam ediyor. Hazırsanız başlayalım!”

09.40

Huzurevi bakıcısı Derya Derin mutfak alışverişinden huzurlu döndü.


Markette bugünün halk günü olması sayesinde ucuz bir alışveriş yapmıştı.

Üstelik kış mevsimine göre hava fazlasıyla sıcaktı. Ortalık sessiz sakindi.
Güzel bir gün olacağa benziyordu.

12
Sıfır: “Oyun Bitti”

Đçi huzurla doluydu, keyfini hiçbir şeyin bozmayacağından emindi.


Ama gözden kaçırdığı bir şey vardı: Hiçbir şeyden emin
olunamayacağı gerçeğiydi bu. Berbat bir gün tek bir haberle veya tek bir

olayla muhteşem bir güne dönüşebilirdi. Tam tersi için de geçerliydi bu.
Muhteşem bir gün, kolayca berbat bir gün haline gelebilirdi…

Bunu anlamasını sağlayan, odalardan birine girmesi ve orada soyadı


gibi derin bir dehşetle karşılaşması oldu. Avazı çıktığı kadar attığı çığlığı,
tüm huzurevinde hatta tüm sokakta yankılandı.
O gün tanık olduklarından sonra Derya Derin asla eskisi gibi

olamadı. Bir hafta sonra dehşet dolu kâbuslardan kurtulmuştu ama


huzurevinde gördüklerinin -hepsi de tanıdığı insanların kanlar içindeki

paramparça cesetlerinin ve kan dondurucu bir biçimde kör edilen


diğerlerinin- anısı ve izleri aklından hiçbir zaman silinmedi.

28 Kasım 2008 Tarihli Bir Gazete Haberi

27 Kasım 2008 tarihinde, Đstanbul-Emirgan’daki Işık


Huzurevi’nde tüyler ürpertici bir katliam yaşandı. Huzurevi

sakinlerinden biri olan T.Y. (69), bakıcı D.D.’nin (48) kendisine


getirdiği kahvaltı tepsisindeki bıçağı kullanarak, huzurevinde kalan
diğer on iki kişiden on tanesini öldürdü, ikisinin ise canlı canlı
gözlerini çıkardı. Hapishaneye götürülürken halkın büyük nefretini

üzerine çeken T.Y., linç edilmekten zorlukla kurtarıldı ve gerektiği gibi


Bakırköy cezaevinin bir hücresine kapatıldı. Polisler T.Y.’nin hiçbir şey

13
Ozancan Demirışık

hatırlamadığını, aklında kalan son şeyin 26 Kasım gecesi yatağa


girişi olduğunu ısrarla tekrar ettiğini ve akli dengesinin yerinde olup
olmadığının araştırılacağını belirttiler.

28 Kasım 2008 – 08.45


Yıldırım Holding – Birim Sıfır Ofisi

Dize Demirsoy elindeki gazeteyi masaya bıraktı ve parmaklarını

birbirine kenetleyip gözlerini Murat Arıkan’a dikti. “Ne düşünüyorsun?”


Murat elindeki yakılmamış sigarayı üst gömlek cebine yerleştirip
sandalyesinde ileri kaykıldı. “Bu olayın neden bu kadar ilgini çektiğini
merak ediyorum. Düşündüğüm bu.”
Geniş Yıldırım Holding binasının altıncı katında, onlar için tahsis
edilen Birim Sıfır ofisindeydiler. Đki dosya dolabı, iki masa, ortada mavi bir
kanepe ve çevresinde yine mavi renkte birer tekli koltuğun olduğu bol
pencereli bir odaydı. O kadar büyük sayılmazdı ama küçük, boğucu bir yer
de değildi. Ferahtı, bol güneş alıyordu, konforluydu. Kısıtlayıcı hiçbir

özelliği yoktu. Ve bu kadarı Dize ile Murat için -yani Birim Sıfır’ın yegâne
elemanları için- yeter de artardı.

Taylan gerekli mercilerle görüşerek Birim Sıfır’ın yeniden kurulması

fikrini kabul ettirmeyi başarmıştı. Bir buçuk aydır resmi işlemler


halledilmekteydi. Taylan, Birim Sıfır’ın bir an önce aktif hale gelebilmesi için

elinden geleni ardına koymuyor, hatta genelde her şeyle bizzat


ilgileniyordu.

14
Sıfır: “Oyun Bitti”

Kendi odası da bir üst kattaydı ve Dize ile Murat gerektiğinde


rahatlıkla yanına gidebileceklerdi. Bu önemliydi; çünkü Taylan birimle ilgili
her türlü bilgiyi ilk elden öğrenmek istiyordu. Yani Dize ve Murat sık sık

odasına çıkacak ve ona rapor vereceklerdi.


Ama tüm bu avantajlara rağmen Dize, Birim Sıfır ofisinin holdinge

dâhil olmasından hoşnut değildi; çünkü bu, birimin Taylan’a ve holdingine


maddi olarak bağlı olduğunun apaçık bir göstergesiydi.
Dize ve Murat son bir buçuk ay boyunca kendi yarım kalan işlerini
tamamlamışlardı. Dize üniversitede, Murat ise polis merkezinde koşturup

durmuştu. Ama nihayet can sıkıcı koşuşturmaca ve gergin bekleyiş sona


ermişti. Her şey hazırdı. Birim aktifti. Yapılacak başka hiçbir şey yoktu; bir

olay bulup çözmek, diğer deyişle ‘siftah’ yapmak dışında.


Murat’ın son söyledikleri üzerine, “Neden mi bu kadar ilgimi çekti?”

dedi Dize ve heyecanla açıklamaya başladı: “Sana sıradan bir olay gibi mi
geldi? Katil kan dondurucu bir katliamla tüm huzurevini silip süpürmüş ve
hiçbir şey hatırlamadığını söylüyor. Tabii ki ilgimi çekecek! Kaç tane katil
yaptıklarını inkâr veya itiraf etmek yerine ‘hatırlamıyorum’ der ki? Diğer iki
seçenekten bile daha tuhaf bir durum. Đnkâr edip mahkemeyle boğuşabilir
veya suçunu itiraf edip müebbet hapis için cezaevine tıkılmaya göz
yumabilirdi. Sence niye hatırlamadığını söylüyor?”

“Akli dengesinin yerinde olmadığını göstermek için belki? Akıl


hastanesine kapatılmak istiyor olabilir. Sonra da yavaş yavaş iyileşmiş

numarası yapacak ve birkaç yıl içinde oradan kurtulacak.”


Dize içini çekti. “Sabah yedi buçuktan beri buradayım. Evde uyku

tutmadı, kalktım. Kapıya bırakılmış gazetelerimi alıp göz attım ve haber

15
Ozancan Demirışık

hemen dikkatimi çekti. Soluğu ofiste aldım. O saatten beri bu konuyu


araştırıyorum.” Murat henüz birkaç dakika önce gelmişken, Dize söylediği
gibi sabahın köründen beri buradaydı. Derin bir nefes aldıktan sonra

anlatmaya devam etti: “Katil T.Y. -adının Tahir olduğunu öğrenebildim


yalnızca- olayı hatırlamadığını söylemek dışında başka hiçbir sıra dışı

davranış sergilemiyor. Deli numarası yapmıyor. Gayet aklı başında


davranıyor. Sadece sık sık öfke nöbetleri geçiriyor çünkü orada haksız yere
tutulduğundan gayet emin. Hatta bunu bir yanlış anlama sanıyor! Sana
mantıklı geliyor mu?”

Murat düşüncelere daldı. Üst cebindeki sigarayı tekrar eline alıp hızlı
hareketlerle çevirmeye başladı. Bir şeylere kafa yorarken bunu sık sık

yapardı. Sonunda sigarayı parmaklarının arasına gizleyip, “Katil bir cinnet


geçirip bu katliamı gerçekleştirmiş, sonra da tüm olayı hafızasının gerilerine

itmiş olabilir,” dedi. “Yani bilerek unutmuştur, çünkü böyle dehşet verici bir
şeyi kendisinin yapmış olduğuna inanmak istemiyordur. Unutmak
istiyordur.”
“Peki böyle sıradan bir adam niye cinnet geçirmiş olabilir? Uzaktan
yakından tanıyan herkes Tahir denen bu yaşlı adamı karıncayı bile
incitemeyecek merhamet timsali biri olarak biliyormuş. Nasıl böyle insanlık
dışı bir hale bürünebildiğine anlam veremiyorlar.”

“Đçlerindeki cinayet dürtülerini uzun yıllar boyu saklayıp bir anda


ortaya çıkaran ve buna benzer katliamlar yapan pek çok katil gördüm.”

Dize başını iki yana salladı. “Ben öyle düşünmüyorum. Bu işin içinde
bir bit yeniği var.”

“Nereden biliyorsun?”

16
Sıfır: “Oyun Bitti”

Dize gülümsedi. “Hissediyorum.” Murat’ın yüzünün ‘hissetmek’


kelimesinde küçümseyici bir hal aldığını fark etti ama umursamadı. Onun
soyut değil somut değerlere kıymet verdiğini ilk tanıştıkları günden beri

biliyordu.
Đkisi de kendi fikirlerini birbirine empoze etmeye çalışıyordu ve

böyle giderse bir yere varamayacaklardı. Dize ayağa kalktı ve dosya


dolaplarından ilkine gidip içinden üç tane telli dosya çıkardı. Onları
Murat’ın masasına bırakırken hâlâ gülümsüyordu. “Hislerimin dışında bir de
bunlar var.”

Murat baştaki kırmızı kaplı dosyayı karıştırmaya başlayıp, “Nedir


bunlar?” diye sordu merakla.

Dize açıklamaya girişti. “Polis ve adli tıp dosyaları. Yine böyle ruh
boğucu katliamlar gerçekleştirip sonra hiçbir şey hatırlamadığı konusunda

ısrar eden katillerle ilgili. Kurbanların cesetlerinin tanım ve fotoğrafları da


var.”
Murat elindeki kırmızı dosyanın ilk sayfasının sağ alt köşesinde
yazan tarihe baktı. Gözleri hayretle büyüdü. “1959 mu? Atmış sene
öncesinin dosyaları burada ne arıyormuş?”
Dize omuz silkti. “Bilmiyorum. Burada, eski Birim Sıfır dosyalarının
arasındaydı. Belki de zamanında birilerinin ilgisini çekmiştir ama sonuç

çıkmayınca dolaba tozlanmaya bırakmışlardır.” Kısa bir sessizlik oldu. “Ben


bir psikolog veya sosyolog değilim ama hemen dikkatimi çeken bir nokta

var. Dosyalarda yer alan katliamları dikkatle incelersen, hepsinin benzer bir
zihinden çıkmış gibi göründüğünü fark edeceksin. Her katliam farklı, ama

hepsi çılgınca ve biraz önce dediğim gibi…”

17
Ozancan Demirışık

Murat güldü. “Ruh boğucu mu?”


Dize de gülerek başıyla onayladı. “Aynen öyle. Ruh boğucu.”
“Bu sözü sevdim. Bir yerlere not edeyim.” Sonra yüzündeki

gülümseme yavaş yavaş silindi ve dosyalara yoğunlaştı. Dize de kendi


masasına dönüp oturdu ve başını kollarının arasına gömüp düşüncelere

daldı.
Sadece kâğıt hışırtılarının böldüğü kasvetli bir sessizlikle geçen on
beş dakikanın sonunda, Murat başını dosyalardan kaldırdı. “Đşte şimdi
benim de ilgimi çekti,” diye mırıldandı üst cebindeki sigarayı nihayet

yakarak.
Başta bu haberin üzerine gitmek istememesinin nedeni, Birim Sıfır’ın

ilk işinin fos çıkmaması yönündeki umuduydu. Çözecekleri ilk olayın birime
yakışır görkemli bir giriş olmasını istiyordu. O yüzden Dize dosyaları önüne

koyana dek içindeki tereddüdü muhafaza etmişti. Ama artık o da işin içinde
bir bityeniği olabileceğini düşünüyordu.
“Çılgın ve genelde toplu cinayetler, normalde gayet işinde gücünde
olan sıradan insanlar (gerçi aralarında sağlam ayakkabı olmayanlar da var
ama bu bir şeyi değiştirmez). Ve hepsi sonunda olayı unuttuğunda ısrar
ediyor. Bazıları polis dayağı sonunda suçunu itiraf etmiş ama bu itirafların
‘kastedilerek’ edildiğini hiç sanmıyorum.” Sigarasından bir fırt çekti. “Gidip

T.Y.’yi ziyaret etmeye ne dersin? Bir de biz sorgulayalım bakalım.”


Dize şaşırmıştı. Murat’ın dosyaları okuduktan sonra bile şüpheli

halini sürdüreceğinden korkuyordu. Kabul etmesi ihtimali de tabii ki vardı


ama bu kadar kesin bir dönüş beklememişti.

Bunları dile getirmek yerine, “Nasıl olacak o iş?” diye sordu yalnızca.

18
Sıfır: “Oyun Bitti”

Murat çabucak içtiği sigarasını kül tablasında söndürüp, “Unutma,


ben hâlâ bir polisim,” dedi ve hınzır bir ifadeyle göz kırptı. “Bir yolunu
buluruz.”

28 Kasım 2008 – 09.55


Polis Merkezi

Murat Arıkan sorgu odasındaydı – bir kez daha. Buraya girmesi zor

olmuştu ve biraz da o yüzden kendini zafer kazanmış gibi hissediyordu,


ama her şeyin daha yeni başladığının farkındaydı. Kendini salmaya niyeti
yoktu.
Evet, sorguya girmesi hiç de kolay olmamıştı. Başkomiser Ragıp’a
uzun uzun dil dökmüş, bunun ne kadar önemli olduğunu üstü kapalı
anlatmış, T.Y.’nin başka suçlularla önemli bağlantıları olduğundan
neredeyse emin olduğu ve doğrulayabilmek için onunla görüşmek istediği
yalanını ortaya atmıştı.
Ne var ki bunların hiçbiri Taylan Yıldırım adını verene kadar etkili

olmamıştı. Başkomiser, Türkiye’nin sayılı güçlü zenginlerinden olan bu


adamın Murat’la gerçekten bağlantılı olduğunu doğrulamak için kısa bir

telefon görüşmesi yaptıktan sonra nihayet kısa bir sorgulama için izin

vermiş, sorgu odasının kapılarını Murat için ardına kadar açmıştı.


Murat istese Dize’yi de işe dâhil edebilirdi. Bu denli yol kat etmişken

onu da sorguya sokmak kolaydı. Fakat Dize istememişti. Yapmak istediği


başka bir şey vardı.

19
Ozancan Demirışık

“Katliamda sağ kalan kadının ev adresini öğreneceğim,” demişti.


“Sonra da gidip onunla görüşeceğim.”
“ ‘Kadının’ mı?” diye sormuştu Murat. “Đki kişi yok muydu? Diğeri

şehir dışında falan mı?”


“Hayır. Bugün ölmüş.”

Murat sarsılmış ama merakını gidermek için bir soru daha


yöneltmişti: “Nasıl?
Cevap manidardı: “Đntihar. Yaşadıklarının ağırlığına daha fazla
dayanamamış.”

O adresi arayadursun, Murat genç bir polis memuru eşliğinde sorgu


odasına girmişti. Soruları dikkatle seçmesi gerektiğini biliyordu. Dışarıdaki

tek taraflı camdan sorguyu izleyecek polisleri şüphelendirmemeliydi, yoksa


her şey berbat olurdu.

Polislikle ilgili sevmediği bir şey varsa o da bu sorgulamalardı. Suç


işleyenlere, özellikle de katillere hiç durmadan soru sormaktan ve onların
hastalıklı zekâlarıyla uğraşmaktan nefret ederdi. Sözlerle ifade
edilemeyecek kadar yorucu bir işti bu.
Girdiği son sorgulamanın üzerinden daha üç ay bile geçmemişti.
Tanrı’nın onunla konuştuğunu ve ona emirler verdiğini iddia eden Đlhan
Orhan, bu emirler doğrultusunda üç kişiyi öldürdüğünü iddia ediyordu.

Ama söyledikleri tamamen saçmalıktı: Tanrı’nın bu işle uzaktan yakından


ilgisi yoktu. Đlhan Orhan öldürdüğü üç kişiyle de bağlantılıydı ve aralarında

büyük sorunlar vardı. Tanrı’nın ona infaz emri verdiği iddiası, işlediği
cinayetleri kendi gözünde temize çıkarması için beyninde oluşturduğu

gerçekçi bir yanılgıydı sadece.

20
Sıfır: “Oyun Bitti”

Ve bu can sıkıcı sorgunun üzerinden kısa süre geçmişken Murat


şimdi de Tahir Yıldız’ın önündeydi. Dört bir yana dağılmış kısa beyaz
saçları, insanın içine işleyen mavi gözleri ve olanca sıskalığıyla önünde

oturmakta olan yaşlı adamın.


Derin bir nefes aldı. “Neler oldu?” Adama karşı ‘kötü polis’i

oynamaya niyeti yoktu, o yüzden soruyu yumuşak bir tavırla sormayı tercih
etmişti.
“Her şeyi zaten anlattım,” diye inledi Tahir. “Hem de birkaç kez.”
Gözleri kızarmıştı; anlaşılan bolca gözyaşı dökmüştü. Yorgun, uykusuz,

sinirli görünüyordu. Masaya sıkıca kelepçelendiği için hareket alanı da


oldukça dardı, ama bu, gerginliğinin sayısız nedenlerinden yalnızca bir

tanesiydi.
Murat gidip masada Tahir’in karşısına oturdu. Adamın gözlerinin

içine baktı. “Burada daha yeni işlenmiş dehşet verici cinayetlerin baş
şüphelisi olarak bulunuyorsun. Olayda yer alan ve sağ kalan görgü tanıkları
senin katilin ta kendisi olduğundan son derece eminler. Üstelik hatırlatırım,
gözleri çıkarılan ve ömürlerinin geri kalan kısmında görme engelli olarak
yaşayacak görgü tanıkları bunlar. Ne iddia ediyor olursan ol, burada hiçbir
şeye itiraz edecek konumda bulunmuyorsun. O yüzden yapılan iyi
muameleyle ilgili şansını daha fazla zorlamamanı ve olayı tüm ayrıntılarına

dek bir kere daha anlatmanı ‘tavsiye ediyorum’.”


Tahir gözlerini kaçırmadı. Büyük bir cesaretle Murat’ın gözünün

içine baktı ve kendinden emin insanlara özgü tok ses tonuyla konuşmaya
başladı: “Bu işle uzaktan yakından ilgim olmadığını tekrar tekrar söyledim,

ama kimsenin beni dinlemeye niyeti yok. Sonunda suçsuz olduğum

21
Ozancan Demirışık

anlaşılınca herkes benden özür dileyecek ama emin olun bu özürleri kabul
etmeyeceğim ve burada yaşadıklarımın hesabını soracağım. Ama madem
olayı tekrar anlatmamı istiyorsunuz, anlatırım öyleyse. Benim hiçbir şeyden

korkum yok. Ama baştan söyleyeyim, önceki anlattıklarımla arasında en


ufak bir tutarsızlık bulamayacaksınız, çünkü bunlar ‘gerçek.’”

Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti: “Huzurevindeydim. Pek


hareketli bir gün değildi. Genellikle odamdaydım; zamanımı yatakta
gazete, dergi ve kitap okuyarak geçirmiştim. Arada sırada bunalınca çıkıp
bahçede bir-iki tur atıyordum ama çok geçmeden odama dönüyor,

okumaya devam ediyordum. Geceye kadar böyle sürüp gitti, sonra da uyku
bastırdı. Başımı yastığa gömdüm, kendimi uykuya hazırladım. Dalmam beş

dakika bile sürmedi.”


Tahir bir süre sustu ve hızlı hızlı soluyarak sessizce bekledi. Gözleri

dolmuştu, neredeyse ağlayacaktı.


Murat parmaklarını masaya vurup, “Buraya kadar her şey normal,”
dedi sakince. “Ama kayış bundan sonra kopuyor. Yanılıyor muyum?”
“Yanılmıyorsunuz.” Tahir, gözlerinde birikmiş, damlamaya çalışan
gözyaşlarını elleriyle sildi, boğazını temizledi ve anlatmaya geri döndü:
“Huzursuzluk verici, kasvetli kâbuslar gördüğümü hatırlıyorum. Zaten 26
Kasım gecesi uykuya daldıktan sonraki vakitle ilgili hatırladığım tek şey bu.”

“Neden?”
“Çünkü bu sabah uyandım.” Gözleri uzaklara daldı. “Size söylediğim

gibi çabucak uykuya dalmış ve sonra birkaç karanlık rüya görmüştüm. Tabii
ki gece uyuyan herkes gibi benim de beklediğim şey, sabah saatlerinde

uyanmaktı. Bunu aklıma getirmesem ve zihnimden geçirmesem de,

22
Sıfır: “Oyun Bitti”

alışılmış beklentim buydu. Bir nevi refleks… Ve kalktığımda beklediğim gibi


sabah saatleriydi. Ama ne huzurevindeki yatağımdaydım, ne de başka bir
yatakta. Bir korulukta, ağaçlardan birinin kenarında uzanmıştım. Gözlerimi

açtığımda fiziksel olarak kendimi gayet iyi hissediyordum, hatta genelde


olduğumdan daha dinçtim, ama ortada fazlasıyla tuhaf bir şeyler olduğu

belliydi.”
Murat bir soru yöneltti: “Korulukta uyanmanızla ilgili düşünsel
tepkiniz neydi? Aklınızdan neler geçti?”
Tahir düşünme payına gerek duymadan, “Önce uyurgezerlik gibi

daha normal bir nedenle açıklamak istedim ama yapamadım,” diye


yanıtladı. “Nasıl bilmiyorum, nedenini de bilmiyorum, ama öyle

olmadığından emindim. Bu uyurgezerlik falan değildi. Genelde öyle bir


alışkanlığa yetmiş yıl yaşadıktan sonra aniden rastlanmaz.”

“Devam edin. Sonra neler oldu?”


“Kalktım ve uzun bir yürüyüş sonunda koruluğun çıkışını bulmayı
başardım. Nerede olduğumu da o zaman anladım. Emirgan’dan çok uzakta
sayılmazdım. Reşitpaşa’daki sık ağaç koruluklarından bir tanesindeydim.”
Murat başını salladı. “Peki nasıl yakalandınız?”
Tahir sinirli bir tavırla güldü. “Huzurevine döndüm,” dedi kısık sesle.
Artık gülmüyordu. Ruh hali çalkalantılıydı. Bir gülüp bir ağlayabilir, bir

öfkelenip bir sakinleşebilirdi.


“Neden döndün?” diye sordu Murat, yoksa adam bundan başka bir

şey anlatmayacaktı.
Tahir titrek bir sesle yanıtladı: “Neden olacak? Orası benim evimdi

çünkü. Başka bir yere gitmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Yaşanan

23
Ozancan Demirışık

katliamla ilgili hiçbir şeyden haberim yoktu. Hatta huzurevinde çalışanların


ve oradaki arkadaşlarımın beni merak etmiş olacağını düşünerek acele
ediyordum. Katil olarak damgalanacağımı, herkesin benden nefret

edeceğini hatta tiksineceğini ve yakamdan tutulduğu gibi buraya


sürükleneceğimi nereden bilebilirdim? Huzurevinin dış kapısından girer

girmez iki polis iki yandan fırlayıp beni yakaladılar, yaka paça taşıyıp buraya
tıktılar.”
Uzun sessizliğin ardından bu kez Murat’ın gözünün içine bakan
Tahir Yıldız oldu.

“Bunları hak etmedim. Ben hiçbir şey yapmadım. Hiçbir şey.”

28 Kasım 2008 – 10.05


Reşitpaşa/Đstanbul

Nermin Bilgin polis merkezinden çok da uzakta oturmuyordu, o


yüzden kısa bir yolculuğun ardından kadının evine ulaşmayı başarmıştı
Dize. Tek katlı müstakil bir evdi, dış duvarları yeşilin güzel bir tonuna
boyanmıştı, kırmızı kiremitten bir çatısı vardı. Sevimli bir havaya sahipti,
ama bugünlerde hiç de sevimli olaylar yaşamayan yaşlı bir kadını
barındırıyordu içinde.

Dize çelik kapının önünde bekliyor, heyecanını ve gerginliğini


mağlup etmeye çalışıyordu. Dehşet verici bir katliamın tanıklarından olan

kör bir kadınla konuşmak, güllük gülistanlık bir iş değildi; kolay


olmayacaktı.

24
Sıfır: “Oyun Bitti”

Birim Sıfır’ın neredeyse hiçbir işinin kolay olmayacağını daha en


başından biliyordun, diye homurdandı içten içe. Öyleyse korkak bir tavuk
gibi titreyip durmayı bırak da gerekeni yap.

Elleri iki saniye içinde kapı ziline uzandı. Kuş sesi, Dize’nin kulaklarını
ve tek katlı müstakil evin içini doldurdu. Yaşlıca bir kadın kapıyı açtı.

Normalde bu kadının görüşmeye geldiği Nermin Bilgin olduğunu


zannederdi, ama gözlerinin sapasağlam oluşu bu ihtimali ortadan
kaldırıyordu.
“Nermin Hanım’la görüşebilir miyim?” diye sordu hafiften çekingen

bir sesle.
Kadın buz gibi bir bakış attı. “Polis misin?”

“Değilim, ama MĐT’e bağlı özerk bir birimdenim,” dedi Dize ve


çıkarıp kimliğini gösterdi. Siyah ağırlıklı bir tasarım üzerinde MĐT sembolü,

Birim Sıfır logosu ve kendi fotoğrafı vardı; bunun dışında da isim-soyadı


yazılıydı. “Sadece Nermin Hanım’a yardım etmek istiyorum. Ona bu caniliği
yapan katilin hak ettiği cezayı çekmesi için bilgi ve delil topluyorum. Lütfen
onu çağırır mısınız?”
Kadın o buz gibi gözleriyle Dize’ye bir süre daha dik dik baktı, ama
hemen sonra evin içine yürüyüp görünürden kayboldu. Dize’ye de küt küt
atan kalbiyle orada dikilmek kaldı. Neyse ki çok geçmeden biraz önceki

‘buzul’ kadın, gözleri sargılı bir başka yaşlı kadının - yani Nermin Hanım’ın-
koluna girmiş olarak geri döndü.

“Kimsiniz?” diye sordu Nermin Hanım.


Normal şartlarda sevecen bir kadın olduğu belliydi ama şimdi son

derece sert ve bir o kadar da kırılgan görünüyordu. Gözlerindeki sargının

25
Ozancan Demirışık

bir kısmı hafifçe kanlanmıştı. Rahatsız edici bir görüntüydü ama kadının
yaşadığı dehşeti düşünen Dize, sırf sargıdaki kandan rahatsız olduğu için
utanç duydu.

“Dize Demirsoy,” diye yanıtladı sorusunu. “Milli Đstihbarat


Teşkilatı’na bağlı özerk bir birimdenim. Đsmi Birim Sıfır. Polis değilim, ama

sizinle bir şeyler konuşmam gerekiyor ve tahmin edersiniz ki bunlar öyle


kapı önünde konuşulacak şeyler değil. Đçeri girebilir miyim?”
Onun da yanındaki diğer kadının da bunu ister gibi halleri yoktu,
ama Nermin Hanım bir süre düşündükten sonra, “Buyurun,” dedi ve hafifçe

kenara çekildi.
Evin genişçe salonuna geçip oturdular. Diğer kadın, Nermin Hanım’ı

koltuğa dikkatlice oturttuktan sonra, “Ben sizi yalnız bırakayım,” deyip


yanlarından ayrıldı.

Kadının girdiği odanın kapısına gözlerini diken Nermin Hanım,


“Kardeşim Şermin,” diye açıkladı. “Geçen sene, ben burada yaşarken büyük
bir kavga etmiştik. Pılımı pırtımı toplayıp huzurevine gitmiştim. Ama
şimdiki soğuk tavırlarının nedeni bu değil. Ben bunları yaşamışken,
kavgaymış kırgınlıkmış hiçbir önemi yok. Polislerin sık sık olay hakkında
görüşüp canımı sıkmaları onu rahatsız ediyor. Üzerinize alınmayın. Kişisel
değil.”

Dize başını hafifçe salladı. “Tabii ki alınmıyorum. Kardeşiniz haklı


aslında. Ama dediğim gibi, ben polis değilim. Size ve diğerlerine bunu

yapan katilin hak ettiği cezayı çekmesi için bilgi ve delil topluyorum. Boşa
kürek çektiğimi de sanmayın. Eğer bir şeyler elde edebilirsem polis bunları

26
Sıfır: “Oyun Bitti”

dikkate alacak. Lütfen yardım edin. Sonra sizi rahat bırakacağım.


Yaşadıklarınızın ne kadar zor olduğunu anlıyorum.”
“Anlayamazsınız,” dedi Nermin Hanım. Ağladı ağlayacaktı, ama

kendine hâkim olmayı başarıyordu. “Asla anlayamazsınız. O canavarın


ellerinde ne acılar çektiğimi tahmin bile edemezsiniz. Bir daha hiçbir

güzelliği göremeyecek, hiçbir rengi ayırt edemeyecek olmanın ne demek


olduğunu bilemezsiniz.”
“Öyleyse tahmin ediyorum diyelim.” Dize derin bir nefes aldı. “Bana
olayı baştan sona tüm ayrıntılarıyla anlatmanız yeterli. Daha önce polislerin

sizi pek çok kez sorguladığını biliyorum, ama ben onların dikkatini
çekmeyen bazı detayları ayırt edebilirim. Đşim bu.”

Nermin öfkeyle iç çekti. “Onu arkadaşım sanıyordum. Đyi biri


olduğunu sanıyordum. Meğer bir canavarmış!”

Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı sonra. Dize hemen mendil uzattı


ama kadın almaya yanaşmadı. Yarım dakika kadar ağladı, sonra kendini
toparlayıp, “Tamam,” dedi. “Anlatacağım. Ama sadece o insanlık dışı
yaratığın geberene kadar hapislerde çürümesini istediğim için.”
Dize’nin içi rahatlamıştı. Neredeyse gülümseyecekti ama bu gergin
ortama gülümseme yakışmazdı.
“Teşekkür ederim Nermin Hanım,” dedi. “Size minnettarım.”

Elini çantasına attı, bir ses kayıt cihazı çıkardı. “Kaydetmemde bir
sakınca yok değil mi?”

Nermin Hanım ‘yok’ dercesine başını iki yana salladı. Bunun üzerine
Dize cihazı açıp kayıt düğmesine basarak, “Dinliyorum,” dedi nazikçe.

Ve Nermin Hanım anlatmaya, Dize ise dinlemeye başladı…

27
Ozancan Demirışık

19 Ekim 1959 – 10.15


Herhangi Bir Yer

Nereden gelmiş, nereye gidiyordu? Đyi miydi kötü mü? Var mıydı
yok muydu? Đnsan mıydı, yoksa büsbütün habersiz olduğu bambaşka bir

varlık mı?
Sorular soruyor ama ne başkalarından cevap alabiliyor ne de

yanıtları kendi ruhunda, kalbinde, yüreğinde işitebiliyordu. Sonu


gelmeyecek yahut gelmesi uzun, çok uzun sürecek bir yolculuğa çıktığının
bilincindeydi.
Ama yine de soruların cevabını merak etmekten kendini alamamıştı,
alamıyordu, alamayacaktı.
Her kim olursa olsun veya her ‘ne’ olursa olsun, nefsine yenik
düşmesi kaçınılmazdı. Đnsan kumaşı taşımaktaydı tüm renkleriyle. Olanca
zaafı ve olanca üstünlüğüyle...
Vücudunu saran alevleri anımsadı. Ölümün soğukluğu, yeniden

doğuşun ılıklığı düştü aklına.


Renklerle de ifade edebilirdi. Doğum beyazdı, ölüm siyah, diriliş ise

gri. Koyu gri...

Sadece bu dünyada asılı kalma sebebi olan 'kardeş'ini değil, kendi


nefsini de baskı altında tutmalı, benliğini terbiye etmeliydi. Var olma (ya da

var gibi yapma) sebebini unutmamak, umursamamak veya gözden


çıkarmamak için kendi benliğini daima içinde bir yerlerde taşımalıydı.

28
Sıfır: “Oyun Bitti”

Neler yapabileceğini bilmiyordu henüz. Yapması mümkün


olmayacak şeylerden de bütünüyle bihaberdi. Yaşayarak öğrenecekti. Buna
yaşam denebilirse tabii...

Bir sezgiyle sarıldı birden. Sarıldı, sarmalandı, kaplandı... Böyle


yoğun bir sezgi halinin, insanlıktan en uzak halindeyken bile onu

bulabileceğini hiç düşünmemişti.


Bu sezginin neyle alakalı olduğunu keşfetmek zorundaydı.
Hep böyle üzerinde mi kalacaktı yoksa ara ara gidip gelecek miydi?
Üzerinde kontrol sağlayabilecek miydi yoksa bu sezgi mi ona

hükmedecekti? Bir işine yarayacak mıydı yoksa bahşettiği o müthiş hisle mi


yetinecekti?

Hiç beklemediği bir anda, sezginin etkisi artıverdi. Bir ses yankılandı
kulaklarında:

‘Sana benzeyen, senin gibi olan, seninle aynı yoldan geçecek, aynı
acıyı çekecek olan doğacak.’
Bu birkaç kelime yeterliydi onun için. Gerçeği kavramıştı. Hiçbir şey
nedensiz değildi. Hiçbir şey yararsız değildi. Bir zaman gelecek, bu sezgi
olmadan ne yapacağını, nasıl başarılı olacağını, hedefine nasıl ulaşacağını,
umutlarını nasıl gerçek kılacağını bilemeyecekti.
Kurtulamayacaktı onsuz.

Bir sondu bu.


Bir başlangıçtı.

Hem siyah, hem beyazdı.


Gri denen o eşsiz rengin tüm tonlarıydı...

29
Ozancan Demirışık

28 Kasım 2008 – 10.15


Polis Merkezi

Kesin olan bir şey varsa, o da Tahir Yıldız’ın kendi anlattıklarına


inandığı gerçeğiydi. Ne bir gıdım şüphe vardı yüzünde, ne çelişkili

konuşuyordu, ne de kendini ele verecek en ufak bir şey söylüyordu… Adam


ayakları yere basan bir tavırla yaşadıklarını anlattıktan sonra Murat ona

birkaç soru yöneltmişti ve hepsine gayet düzgün cevaplar almıştı. Tahir


hiçbirini atlamamış, bütün soruları aynı ciddiyetle yanıtlamıştı.
Murat onun duygularını anlayabiliyordu. Bir yandan bütün bunların
büyük bir yanlış anlama olduğundan eminken, bir yandan da yaşadığı
hafıza kaybına anlam vermeye çalışıyordu. Ne yaparsa yapsın işin içinden
çıkamıyor, huzura kavuşamıyordu. Ama yanlış bir şey yapmadığından
‘tamamen’ emindi.
Murat’ın aklındaki tek soru, adamın gerçekten suçsuz mu
olduğuydu. Ne yazık ki buna bir cevap bulamamıştı ve bulacak gibi de

görünmüyordu. Her şey giderek daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu.
“Çocukluğunuzda, gençliğinizde ya da hayatınızın herhangi bir

döneminde, mesela iş hayatınızda herhangi bir sorun yaşadınız mı?

Huzurevine gelmeden önceki hayatınız nasıldı?”


“Hayır,” dedi Tahir. “Hiçbir sorun yaşamadım. Gayet düzgün bir

çocukluk geçirdim. Đyi bir ailede büyüdüm. Anne-babamdan dayak


yemedim. Tek bir kardeşim vardı, o da benden oldukça büyüktü; gayet iyi

30
Sıfır: “Oyun Bitti”

anlaşıyorduk üstelik. Đyi bir işim vardı. Kendi reklam şirketimi kurmuştum,
iyi para kazanıyordum. Evliydim ama karım birkaç yıl önce vefat etti.
Hayatta beni ciddi anlamda üzen tek şey, oğlumun vefasız çıkması… Benim

paramla aldıkları o kocaman evlerinde bana yer bulamadılar. Buraya


postaladılar.”

Murat yakaladığı tek fırsata dört elle sarıldı. “Oğlunuza ve eşinize


öfke duyuyor musunuz? Sizi buraya gönderdikleri için?”
“Hayır,” dedi yaşlı adam. “Öfke değil. Kesinlikle değil. Ama
üzülüyorum. Bir burukluk var içimde.” Sonra Murat’ın yüzündeki ifadeyi

fark etti. Beklenmedik bir kahkaha patlattı. “Ciddi olamazsın komiser.


Oğlum beni evine almak yerine huzurevine yolladı diye öfkelenip cinnet

geçireceğim, huzurevini silip süpüreceğim öyle mi?” Yüzü ciddi bir hal aldı.
“Onlar benim dostumdu, bilmem hatırlar mısın? Ben dostlarımın kılına

zarar vermem. Kalplerini bile kırmam. Atmış dokuz senedir beni tanıyan
herkese sor, söyle bakalım bir tanesi bana dargın mı, kızgın mı?”
Murat kalakalmıştı. Böyle bir patlama beklemiyordu. Ama aslında
adam haklıydı; daha sorarken bile sorunun pek de mantık içermediğini fark
etmiş, yine de bir şey yakalama ihtimaline karşı son kozunu oynamıştı.
Murat tam ağzını açıp, “Öyleyse,” demişti ki, sorgu odasının kapısı
yavaşça açıldı ve Dize Demirsoy içeri girdi. Murat cümlesini tamamlamak

yerine sustu ve bakışlarını ona dikti.


“Kusura bakmayın, bölüyorum,” dedi Dize alaylı bir tavırla. “Ama

bölmem gerekiyordu.” Elini çantasına attı, bir ses kayıt cihazı çıkardı ve
Tahir’in önündeki, şu an boş olan sandalyeye çöktü. “Son söylediklerinizi

duydum. Size bir şey dinletmek istiyorum. Kulaklarınızı dört açın.”

31
Ozancan Demirışık

Dize kayıt cihazının ‘oynat’ düğmesine bastı ve Nermin Bilgin’in


yumuşak ama acı dolu sesi sorgu odasını doldurdu.
“Yatağımda uzanmış, gözlerimi tavana dikmiştim. Uyumuyordum

ama kendimi yorgun hissediyordum ve bir süre daha yatakta durmak


niyetindeydim...”

ĐKĐ GÜN ÖNCE

Nermin Bilgin yatağında uzanmış, gözlerini tavana dikmişti.

Uyumuyordu ama kendini yorgun hissediyordu ve bir süre daha yatakta


durmak niyetindeydi. Vücudunu baştanbaşa kasıp kavuran acı ve ağrı
dalgalarıyla mücadele etmeye çalışıyordu her gün. Yaşlılıktan nefret
ediyordu. Genç olduğu günler çok, çok eskilerde kalmıştı sanki. Bazen
rüyasında yeniden o zamanlara dönüyor ve o birkaç dakikalık sahte huzurla
dünyanın en mutlu insanı haline geliyordu…

Kardeşi Şermin geldi aklına. Şimdi ne yapıyordu acaba? Geçen yıl


ettikleri büyük kavgadan ve Nermin buraya, Işık Huzurevi’ne taşındığından

beri telefonla dahi görüşmemişlerdi. Birbirilerini sevdikleri aşikârdı ama

aynı evde barınamamış, anlaşamamışlardı işte…


Beyaza boyalı tavanı seyrederek düşüncelere dalmıştı ki boğuk bir

inleme sesi duydu, ya da duyduğunu sandı. Doğrulup kulak kesildi. Ayağa


kalktı, kapıya doğru yürüdü. Kulpu çevirmeye yeltendi ama bunu
yapmasına gerek kalmadan ahşap kapı ardına dek savruldu. Yaşlı bir adam

yüzünde büyük ve coşkulu bir gülümsemeyle içeri girdi.

32
Sıfır: “Oyun Bitti”

Nermin dehşet içinde geriledi. Bu dehşetin ilk sebebi adamın kanlar


içinde olması ve buna rağmen delirmiş gibi sırıtması, ikinci sebebi ise onu
tanıyor olmasıydı.

“N-ne oluyor Tahir?” diye kekeledi. “Giysin kan içinde. S-senin kanın
mı onlar?”

“Ne münasebet! Diğer morukların kanı. Hepsini parçalara ayırdım.


Sona sen kaldın. Gidip bir bakabilirsin istersen. Çok güzel görünüyorlar.
Đştahım açıldı!” Bir kahkaha patlattı. Buz gibi, kan dondurucu, Cehennemî
bir kahkaha. “Birazdan sen de öyle görüneceksin. Sonra gidip kendime

güzel bir ziyafet çekebilirim.”


Nermin hafif bir çığlık attı ama yarısında sesi boğazına düğümlendi.

Đleri atıldı, amacı kaçmaktı; buradan mümkün olduğu kadar uzağa gitmek
istiyordu. Bu yaşlı haliyle koşmaya bile hazırdı.

Yapamadı ama. Tahir önünü kesip parmağını iki yana salladı. “Cık cık
cık,” dedi. “Beni hayal kırıklığına uğratıyorsun.”
Çaresiz, yatağa geri çöktü Nermin. Görüşü kararmaya, dizleri de
epilepsi krizine girmişçesine titremeye başlamıştı. Yüzü kızarmıştı; içten içe
yanıyordu sanki. Konuşacak gücü kendinde bulamıyor, dolayısıyla tek
kelime bile edemiyordu.
“Niye öyle bakıyorsun?!” diye sordu Tahir. “Gören de yeni doğmuş

bebek parçaladım sanacak! Gerçi onları da parçaladığım oldu ama orasını


karıştırma. O başka mesele.” Đkinci bir kahkaha odada yankılandı. Tahir

omuzları sarsıla sarsıla güldükten sonra elini cebine atıp metal kahvaltı
bıçağını çıkardı. “Daha fazla oyalanmayalım. Seninle bir oyun oynamak

istiyorum. Tamam mı? Sorun yok değil mi?”

33
Ozancan Demirışık

Nermin yatağa çöktü. Hiçbir şey söylemedi. Her an bayılacak ve yere


yapışacakmış gibi hissediyordu. Değil konuşmak, doğru düzgün göremiyor
ve duyamıyordu.

“Önce çoktan seçmeli bir soru soracağım. Đki şıktan birini tercih
edeceksin,” diye açıkladı Tahir. “Ya gözlerine veda edip mutlu mesut

yaşayacaksın, ya da hayatına veda edip sağlam gözlerle mezarı


boylayacaksın. Evet, geri sayım başladı. Cevabı bekliyorum. Hangisi?”

ŞĐMDĐ

“Soruyu zorlukla işitmiştim. Duyduklarıma inanmak istemiyordum.


Keşke bunların hepsi bir kâbus olsa, şimdi uyansam, gözlerimi açsam ve
huzura ersem, diye düşünüyordum.
“Her şeye rağmen yaşamayı seviyordum. Đhtiyarlamak bile
yıldıramamıştı beni. Hayata dair büyük bir coşkuyla doluydum. Sağlıklıydım,

hasta değildim. Daha önümde birkaç yılım vardı. Şanslıysam on sene daha
yaşayabilirdim. Şimdi psikopat bir katilin elinde can vermek istemiyordum.

Ama ikinci seçenek de yüreğimi sıkıştırıyordu.

“Kör olarak yaşamayı becerebilirdim. Ölmektense bunu tercih


ederdim ama canlı canlı gözlerim çıkarılırken duyacağım acıya

katlanabileceğimi hiç sanmıyordum. Gözlerim sulanmıştı, korkuyordum.


Öyle berbat bir durumdaydım ki, ne kadar anlatsam da tam olarak
anlayamazsın kızım.

34
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Fazla bekleyemeyeceğimi biliyordum. Hemen bir cevap vermem


gerekiyordu. Ne kadar muazzam, ne kadar korkunç ve en önemlisi de ne
kadar sıcak bir acı çekeceğimi bildiğim halde, belki aptallık diyeceksin ama,

‘Hayatımı bağışla,’ dedim Tahir’e.


“O da bana baktı ve güldü. ‘Öyleyse,’ dedi. ‘Oyun devam edecek.’”

ĐKĐ GÜN ÖNCE

Tahir bıçağı sağ eline geçirdi. Sözde anlayışlı bir tavırla gülümsedi.

“Bunu söylemekten esef duyuyorum ama çok acıyacak. Fazla


bağırmamanı istiyorum. Tamam mı?”
Nermin öylesine korkuyordu ki, karşısındaki canavardan nefret
etmek aklına bile gelmiyordu. Kararından pişman olmuştu, ölüp gitse her
şey daha kolay olurdu; ama iş işten geçmişti artık.
Huzurevindeki diğerlerini düşündü. Hepsi öldürülmüş ve

parçalanmıştı. Belki bazılarının, kendisine birazdan yapılacağı gibi canlı


canlı gözleri çıkarılmıştı. Midesi bulandı, neredeyse kusacaktı. Öğürdü.

Đçindeki öfkeyi gözleri ve hareketleriyle ilk kez yansıtan Tahir,

Nermin’e sert bir tokat attı.


“Mide bulantını sonraya sakla. Daha işimiz çok.”

Sözlerini tamamladığı sırada o Allah’ın belası sırıtma yüzüne geri


dönmüştü.
Kanlar içindeki bıçağı kanlar içindeki eliyle şefkatli bir tavırla okşadı

ve coşkuyla bağırarak Nermin’in sol gözüne sapladı.

35
Ozancan Demirışık

Kadının acı, korku, dehşet, nefret, pişmanlık ve yine acıyla kavrulmuş


tiz çığlığı huzurevinin duvarlarında yankılandı. Tahir ise halinden memnun
bir tavırla ‘oynamaya’ devam etti…

Yarım saat sonra oradan ayrıldığında, baygın Nermin Bilgin, göz


yuvaları bomboş ama hâlâ canlı bir biçimde yatağında uzanmaktaydı.

ŞĐMDĐ

“Dünyanın somutluğu, Cehennem’in alevleri ve Cennet’in ışığında,

evrenin yaratılışından bu yana dek çekilen bütün acılar üzerime yığılmıştı


sanki. Hissettiğim ıstırap duygusu o denli muazzamdı ki, bıçakla hoyratça
çıkartılan gözlerim ve acının yayıldığı vücudum neredeyse uyuşacaktı. Bu,
ölmekten, hatta diri diri gömülmekten bile daha beterdi. O birkaç dakika
benim için birkaç yıl gibiydi.
“Bunun hiç bitmeyeceğini, acının katlanarak büyüyeceğini ve o katilin

kahkahalarını duymaya sonsuza dek devam edeceğimi sandığım sırada


kendimden geçtim. Uyandığımda gözlerim yoktu. Bir daha hiç

göremeyecektim.

“Geceleri kâbus görüyorum. Çığlıklarla uyanıyorum. Aynı sabahı,


hatta çok daha kötüsünü -tabii daha kötüsü olabilirse- tekrar tekrar

yaşıyorum. Bir kere uyandım mı bir daha yatamıyorum. Olmayan gözlerimle


karanlığımı seyrederek yatakta uzanıyorum. Çünkü o geliyor aklıma. Tahir
Yıldız denen canavar. Önceden ‘insan’ sandığım ama insanlık dışı bir

mahlûk olduğunu öğrendiğim o orospu çocuğu…

36
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Onun ölmesini istiyorum. Đntikam değil benim istediğim. Acı çekip


çekmemesi de umurumda değil. Ölmesini istiyorum sadece. Ne dışarıda ne
içeride, Tahir Yıldız diye birinin olmamasını istiyorum. Bana ve diğerlerine

bu acıyı yaşatan, insanları parçalarken ve benim gözlerimi çıkarırken


kahkaha atabilen o sözde insanın ‘yok’ olmasını istiyorum.”

Nermin Bilgin konuşmayı bu noktadan sonra bırakmış, ağlamaya ve

inlemeye başlamıştı. Arada sırada bağırıyor, Tahir’e hakaretler ve küfürler

savuruyor, sonra yeniden hıçkıra hıçkıra, hatta kimi zaman çığlık çığlığa
ağlamaya dönüyordu…
Dize yüzünde buz gibi bir ifadeyle kayıt cihazına uyandı ve
düğmesine basarak kapatıp onu cebine attı. Gözlerini Tahir’in gözlerine
dikti. Adamın bütün vücudu titriyordu. Gözleri buğulanmıştı. Bu son hamle

adamın soğukkanlılık kalkanını düşürmesini sağlamış, onu her yönden alt


üst etmişti belli ki.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Dize. Ve bu, Tahir için bardağı

taşıran son damla oldu. Yaşlı başlı adam, kafasını masaya gömüp sessizce
ağlamaya başladı. Arada sırada inliyor, “Bunları ben yapmadım,” diyordu.

“Bunları ben yapamadım… Ben böyle biri değilim... Değilim…”


Dize adamı bir süre duygusuz gözlerle -suçlu olup olmadığından
emin olmadığı için adama acımıyordu- seyrettikten sonra masadan kalktı
ve hemen geride dikilmekte olan Murat’a, “Biraz dışarıda konuşalım,” diye
fısıldayıp sorgu odasından çıktı.

Murat, Tahir’e son bir bakış attıktan sonra Dize’yi takip etti.

37
Ozancan Demirışık

Orada beklemekte olan polislere biraz yalnız kalmaları gerektiğini,


konuşacaklarını söylediler. Đçlerinden biri onları boş bir odaya götürdü.
Kapı kapanıp polis dışarı çıktığında, “Evet,” dedi Dize. “Ne düşünüyorsun?

Ben gelmeden önce sorgu nasıl geçti?”


Murat’ın cevabı ilginçti. “Bilmiyorum.”

Dize şaşkın bir bakış attı. “Bilmiyor musun?”


“Evet,” dedi Murat. “Daha önce onlarca sorguya girdim ve
hepsinden bir sonuç, en azından bir tahmin çıkartmayı başardım. Ama bu
adam kapalı kutu. Suçlu mu suçsuz mu anlamamın imkânı yok.”

“Peki ne yapacağız?”
Murat içini çekti. “Bir şeyler yapacağız elbette. Bir fikrim var.”

“Neymiş?”
“Hipnoz.”

Dize dudak büktü. “Hipnoz?”


“Bak,” dedi Murat, “elimizde birkaç seçenek var. Ya Tahir
görünümündeki biri ya da bir şey bu cinayetleri işlemiş ve böylece suç
Tahir’in üzerine kalmıştır-“
Dize onun sözünü kesti. “Böyle olduysa eğer, hafıza kaybını nasıl
açıklayacağız?”
“Suçsuz olduğunu kanıtlayamaması için onu etkisiz hale getirmiştir

ya da hafızasını yitirmesini sağlayacak bir şey yapmıştır, ne bileyim?” dedi


Murat, ve hemen sonra seçenekleri sıralamaya devam etti: “…Ya doğaüstü

kötücül bir güç onu hâkimiyeti altına almıştır ve farkında olmadan


cinayetleri işlemiştir, ya da tamamen kendi isteğiyle ve arzusuyla bu

insanları öldürmüştür. Hesaba katmadığımız seçenekler de olabilir tabii.

38
Sıfır: “Oyun Bitti”

Ama her ne olduysa bunlar adamın zihninin gerilerine itildi. Hafızasındaki


boşlukla ilgili en ufak bir bulguya bile ulaşabilirsek çok yararlı olacak. O
yüzden en iyi seçeneğimiz hipnoz. Hem kâhin hem de hipnozcu olan

güvenilir bir tanıdığım var. Çok uzakta oturmuyor. Tahir’i ona götürebiliriz.”
Dize gözlerini yumdu ve bir süre boyunca Murat’ın söylediklerini

aklında tarttı. Adam haklıydı; başka bir çare yok gibi görünüyordu. Ya
dosyayı kapatıp çekip gideceklerdi ya da hipnozu deneyeceklerdi. Üstelik
Murat güvenilir bir tanıdığının da olduğunu söylemişti. En akla yatkın
seçenek buydu.

“Götürelim götürmesine de,” dedi, “Tahir’i nasıl çıkaracağız?”


Murat gülümsedi. “Bir yolunu bulacağız.”

39
İKİNCİ KISIM
KIZIL
Sıfır: “Oyun Bitti”

28 Kasım 2008 – 10.45


Polis Merkezi

Başkomiser Ragıp gömleğinin üst cebinden bir sigara çıkardı ve


yakmadığı halde ağzına götürdü. Adamın en tuhaf alışkanlıklarından biriydi

bu; uzun uğraşlar sonucu sigarayı bırakmıştı, ama yanında paket taşımaya
devam ediyor, içiyormuşçasına sigara çıkarıp ağzına koyuyor,

parmaklarında taşıyordu. Yani sigarayı değil, yalnızca onu yakmayı


bırakmıştı…
Sıska, kısa boylu, kır saçlı ve siyah gözlü bir adamdı. Đnce kaşları düz
bir çizgi halinde gözlerinin üzerinde uzanmaktaydı. Görünüşü otoritesini

yansıtmakta yetersizdi ama gerektiği zaman yetkisi altındaki polislere


yoğun bir baskı kurabildiği merkezde çok iyi bilinirdi.

Sorgu odasının bir tarafı aynalı camının hemen gerisinde ayakta


dikilmiş, Murat Arıkan ve Tahir Yıldız arasındaki söz düellosunu takip

etmekteydi. Ağzına koyduğu sigarayı bir hışım dişledikten sonra, “Bu Murat
denen adamdan hiç hazzetmedim,” diye homurdandı. “Sağlam ayakkabıya
benzemiyor. Dua etsin ki Taylan Yıldırım’ın ‘yakın’ bir tanıdığı; yoksa değil
sorguya girmek, merkezden içeri adım bile attırmazdım ona.”
Kısa süre önce Dize Demirsoy adlı kadın sorgu odasına girmiş,
Tahir’e Nermin Bilgin’in anlattıklarını bir kayıt cihazı aracılığıyla dinletmişti.
Ragıp kadının nereye kaybolduğunu merak ediyordu ve aldığı bu cevap hiç
de hoşuna gitmemişti.

41
Ozancan Demirışık

Tahir Yıldız dinlediklerinden epey etkilenmiş, olduğu yerde inlemeye


başlamıştı. Bunun üzerine Dize Demirsoy ve Murat Arıkan sorguya mola
vermişlerdi; ama bu mola, uzun soluklu olmamıştı. Bir odada kendi

aralarında konuştuktan sonra, vakit kaybetmeden sorguya dönmüşlerdi.


Murat sormaya, Tahir ise cevaplamaya devam ediyor, Dize de odanın bir

köşesinde onları seyrediyordu. Arada sırada onun da bir şeyler söylediği


oluyordu tabii.
Bunları, içindeki taşmayı bekleyen öfkeyle seyretmekte olan Ragıp’ın
yanında, uzun zamandır tanıdığı, güvendiği, sağ kolu Komiser Fırat vardı.

Normalde oldukça neşeli bir adamdı ama bugün yaşananlar onu bile
suratsız hale getirmişti. Yine de Ragıp kadar öfkeli değildi; hatta öfkeli

olmaktan çok uzaktı.


Sakindi sakin olmasına, ama bir gerçek vardı ki, Komiser Fırat da

Tahir denen canavarın söylediği hiçbir şeye inanmıyordu. Ve Murat Arıkan


ve Dize Demirsoy adlı bu iki yabancının işlerine karışması canını fazlasıyla
sıkıyordu.
Ragıp’ın ise içi içine sığmıyordu, bir şeyler yapmak istiyordu. Bu
yoğun ve alevli coşkusu kendisini bile şaşırtıyordu. Onu sakinleştirmek
Fırat’a düşmüştü. Büyük ölçüde başarmıştı da. Yoksa Ragıp, Taylan Yıldırım
falan dinlemeyecek, sorgu odasına dalacak ve Murat’ın ağzını burnunu

kırdıktan sonra Dize denen kadınla beraber onu merkezden kapı dışarı
edecekti.

“Bu adam neden aktif olarak polislik yapmıyormuş?” diye sordu


sonra, Fırat’ın konuşmaya niyeti olmadığını anlayınca.

42
Sıfır: “Oyun Bitti”

Fırat dalgın bir tavırla yanıtladı: “Taylan Yıldırım’la ilgili diye duydum
Başkomiserim. Bu ikisine özel bir görev mi vermiş neymiş… Ben de tam
bilmiyorum.”

“Öyle olsun bakalım,” diye homurdandı Ragıp.


Dikkatini yeniden sorguya yöneltti. Murat ve Tahir birbirilerine

meydan okuyorlardı sanki. Đkisinin de yüzlerinde çelik gibi kararlılık


maskeleri vardı.
Murat’ın ‘anlayışlı polis’ hali ansızın yok oldu. Tahir’in önünde
oturmakta olduğu sorgu masasına sert bir tekme attı ve kükredi: “Artık

yalanlarını dinlemekten bıktım. Belki bir açığını yakalarım diye dakikalardır


uğraşıyorum ama anlaşılan planını iyi kurmuşsun Tahir Efendi. Yalnız

söyleyeyim, ben böyle bir caniliği asla cezasız bırakmam. Seni adaletin
ellerine teslim edip çekip gidecek değilim. Beni bilen bilir, senden çok daha

azını yapanlara çok daha fazlasını çektirmişliğim vardır. Madem yaşlı başlı
masum insanların hayatını kâbusa çevirdin, madem onları acımasızca
katlettin veya daha da kötüsü canlı canlı gözlerini çıkardın, madem sen
böyle kanı bozuk bir canavarsın, öyleyse bu odadan canlı çıkamayacaksın.”
Dize hayretle, Tahir ise korkuyla bakıyordu ona. “Sakin ol Murat,”
dedi kadın. “Pişman olacağın şeyler yapma.”
Murat deli gibi güldü. “Ben asla pişman olmam.” Ve belinden

çıkardığı silahını Tahir’in yüzüne doğrulttu. “Cehennem’de görüşürüz!”


Ragıp tanık olduklarının sarsıntısıyla bir an öylece kalakaldı, sonra

Fırat’a dönüp, “Ne duruyorsun?” diye haykırdı. “Kap silahını, dal içeri!”
Fırat, aynı Ragıp’ın dediği gibi, kaptı silahını daldı içeri. Aklında

Murat denen bu manyağı tetiği çekmeden durdurmak vardı ama

43
Ozancan Demirışık

bambaşka bir manzarayla karşılaştı: Tahir kalbini tutmuş, yere yığılmış,


soğuk terler döküyor ve kesik kesik nefes alıyordu; yüzü kıpkırmızıydı. Dize
Demirsoy adamın başında bekliyordu, gözleri dolmuştu; telaşlıydı. Bu telaşı

yüzünden işe yarar hiçbir şey yapamıyor, öylece duruyordu.


Murat Arıkan ise soğukkanlılığını bir yere kadar muhafaza etmeyi

başarmıştı. Silahını beline takmış, eğilip Tahir’in bileğini tutmuştu. O öfkeli


halinden eser yoktu şimdi.
“Ne bakıyorsun öyle?” diye böğürdü Fırat’a dönüp. “Gel de şu adamı
taşıyalım.”

Ragıp, Fırat’ın arkasından içeri girdi ve Murat’ın yere yığılan Tahir’i


kaldırmaya çalıştığını görünce, “Kelepçeleyin şunu,” diye kükredi.

“Yaptıkları yetti de arttı.”


“Niye bu kadar heyecanlandın? Adamı öldürdüğüm falan yok,” dedi

Murat alayla. “Belki bir şeyler daha öğrenebiliriz diye korkutmak istedim
yalnızca. Kalp krizi geçireceğini nereden bilecektim? Şimdi saçmalamayı
bırak da adamı ölmeden hastaneye yetiştirelim.”
“Burada yalanlarını dinleyecek değilim,” diye kükredi Ragıp. “Silahını
bırak. Tutuklusun.”
Murat sinirli sinirli güldü. “Demek bana inanmıyorsun Başkomiser?”
Ve belindeki silahı eline aldı, kendi başına dayayıp tetiği çekti. Hiçbir şey

olmadı. Yalnızca bir ‘klik’ sesi odada hafifçe yankılandı.


Ragıp’ın yüzündeki sudan çıkmış balık ifadesini gören Murat bir kez

daha güldü. Silahın şarjörünü çıkardı, ona doğru tuttu. “Boş,” dedi. “Adama
hiçbir şey yapmayacaktım. Yapamazdım.”

44
Sıfır: “Oyun Bitti”

Bu sırada Fırat ve odaya giren diğer iki polis memuru Tahir’i


sırtlamışlardı. Yaşlı adam kıpkırmızı, terli yüzüyle titriyor, kesik kesik
solumaya devam ediyordu. Durumu hiç de iyi görünmüyordu.

Murat’la Dize ileri atıldılar ve adamın taşınmasına yardım ettiler.


Tahir Yıldız sorgu odasından çıkarılana kadar, Ragıp’ın emriyle bir sedye

getirildi ve yaşlı adam onun üzerine yerleştirildi.


Murat ve Dize, hemen iki sokak ötedeki hastaneye sedyeyle
taşınacak olan Tahir’e, diğer memurlar ve Fırat’la beraber refakat
edeceklerdi.

Şarjör gösterisinden sonra Murat’ın yalnızca adamı korkutmak


istediğini anlayan ve istemeden de olsa bu konuda ona hak veren, ne

kadar yaşlı da olsa Tahir’in canavarın teki olduğunu kendine hatırlatan


Ragıp, buna karşı çıkmadı. Yine de Fırat’ı yanına çağırıp, “Bu herife göz

kulak ol,” diye tembih etti. “Dedim ya, sağlam ayakkabı değil. Bak neye yol
açtı. Başka neler yapacağı da hiç belli olmaz. Gözünü dört aç.”
Fırat başını itaatkâr bir tavırla salladı. “Tabii Başkomiserim, siz hiç
merak etmeyin.” Ve merkezin kapısından çıkarılmakta olan sedyeye doğru
yürüdü.
Ragıp ise sönük sigarasını dişliyor ve işlerin bir anda nasıl bu kadar
karışabildiğini merak ediyordu. Önce dehşet dolu cinayetler işleyen ve

yaptıklarıyla ortalığa vahşet saçan bir cani çıkmıştı ortaya: Tahir Yıldız.
Sonra tez canlı bir polis gelip işlere burnunu sokmuş, ortalığı geri

dönülemez biçimde karıştırmıştı.


Murat Arıkan korkutma stratejisinde haklı olabilirdi belki, ama Ragıp

bu iş bittikten sonra ondan bu karmaşanın hesabını soracaktı.

45
Ozancan Demirışık

28 Kasım 2008 – 11.00


Hastane

“Ciddi bir şey yok gibi görünüyor,” dedi Doktor Haluk. Orta yaşlı,
kumral, toplu bir adamdı. Ne zaman konuşmaya başlasa gözlerini

kırpıştırıyordu. Bir tür tik olmalıydı. “Hastamızın kalbinde bir problem yok.
Yaşına rağmen sapasağlam.”

“Neden fenalaşmış olabilir peki?” diye sordu Fırat.


“Ani bir etken -korku, heyecan veya belki de yoğun bir coşku
durumu- yüzünden diye tahmin ediyorum.”
Tahir hastane odasının beyaz örtülü yatağında sere serpe uzanmıştı.
Gözleri sıkıca yumuluydu. Adamı perişan eden kriz, etkisini yitirmişti.
Doktor’la Komiser Fırat hemen yatağın başında durmuş
konuşmaktaydılar. Dize ve Murat yatağın biraz ilerisinde, pencerenin
kenarında bekliyor, Fırat’la beraber gelen iki polis ise dışarıda, odanın
kapısında nöbet tutuyorlardı.

“Gözetim altında tutmak gerekecek mi?” diye sordu Murat, doktora


birkaç adım yaklaşıp.

Doktor Haluk başını iki yana salladı. “Hayır. Hemen götürebilirsiniz.”

Polisin gözetimi altındaki bir hastayı muayene etmek, sakin ve rutin


yaradılışlı bu adamı germişti besbelli. Ancak hastasının onlarca kan

dondurucu cinayeti işlemekle -birden fazla tanığın ifadesi sonucu hem de-
suçlandığını bilse; en büyük şoku, en büyük gerginliği en yoğun biçimde

46
Sıfır: “Oyun Bitti”

yaşardı. Ne var ki Fırat onu bu konuda bilgilendirmemişti ve


bilgilendirmeyecekti. Doktor Haluk, hastasının isminden dahi bihaberdi ve
öyle kalacaktı.

Murat yatağa iyice yaklaşmış, sükûnet içinde yatmakta olan Tahir’e


gözlerini dikmişti.

Fırat bir şeyler daha söylemek için Doktor’u kenara çekti.


“Haluk Bey,” dedi, “bu durumun gizli kalacağından emin olmalıyım.”
Yatağı işaret etti. “Bu şahsın hastanenize geldiğini ve bu bölgedeki polis
merkezinde tutulduğunu kimse bilmemeli. Hatta muayene tamamıyla gizli

kalmalı.”
Biraz şaşırmış gibi görünen ama ‘polisin işi belli olmaz’ mantığını

yürütüp bu konuyu umursamayan Doktor Haluk, “Tabii ki,” diye yanıtladı.


Gözleri büyük bir hızla kırpışmaktaydı yine. “Hiç merak etmeyin. Aksini

istemediğiniz sürece, burada olan burada kalır.”


Fırat hafifçe gülümsedi ve gözünün ucuyla Tahir’e baktı.
Ve tam o anda Tahir gözlerini açtı, yataktan fırladı, Murat’ın üzerine
atladı ve onu yere yıktı.
Fırat bir hayret çığlığı bile atamadan, adam Murat’ın -artık dolu
olan- silahını kaptığı gibi önlerine dikildi ve, “Sessiz olun,” diye fısıldadı.
“Hepiniz cam kenarına dizilin.”

Fırat büyük bir öfkeyle kavrulmaktaydı ve vücudunun titreyişine ve


gözlerinin haline bakılırsa Murat da aynı durumdaydı. Fırat, silahını

kaptırdığı için onu suçlamak istese bile yapamadı, çünkü biliyordu ki


hazırlıksız yakalanmıştı; onun yerinde kendisi de olsa bir şey değişmezdi.

47
Ozancan Demirışık

Tahir Yıldız denen bu adam çok, çok tehlikeliydi. Onu hastaneye


getirmek bile hazin bir hataydı belki de. Bıraksalardı da ölüp gitseydi…
Belki, diye düşündü bir umut, silahıma uzanabilirsem…

Ve aynı anda, sanki aklını okumuş gibi, “Unutmadan komiser,” dedi


Tahir, “silahını yere bırak.”

Fırat dediğini yaptı; elini beline attı, silahı çıkardı, yavaşça yere
koydu. Aklından bir an için silahla Tahir’i delik deşik etmek geçmişti ama
bu riski göze alamazdı. Tehlikeye giren yalnızca kendi hayatı olsa bir an bile
beklemeden bunu yapardı ama odada bulunan üç insanın daha -üstelik biri

kadındı- hayatı söz konusuydu.


“Şimdi de biricik silahını bana doğru ittir,” dedi Tahir gülümseyerek.

Fırat silahı yavaş bir tekmeyle ileri ittirdi ve sonra Tahir’in


söylemesine kalmadan camın önüne geçti. Göz ucuyla kapıya bakıp, geri

zekâlılar, diye düşündü. Đçeride neler neler oluyordu ama kapıdaki sözde
‘polisler’ hiçbir şey işitmemiş, kapıyı açıp bakmamışlardı bile.
Yanındaki kadına yani Dize Demirsoy’a huzur verici olduğunu
umduğu bir şekilde baktı. Bunu normalde Murat Arıkan’ın yapması
gerekirdi ama onun delici bakışları, eli silahlı Tahir’e dikiliydi. Doktor Haluk
ise, gözleri korkudan fal taşı açık, en sağda durmaktaydı; ağzını aralayıp
konuşmaya ve en ufak bir hareket yapmaya niyeti olmadığı belliydi.

“Şimdi,” diye devam etti Tahir. Halen fısıldıyor, temkini elden


bırakmıyordu. “Sen, komiser…” Silahıyla Fırat’ı işaret etti. “Yerinden bile

kıpırdamadan dışarıdaki köpeklerini çağıracaksın.”


Arkasını dönmeden, yüzü ve silahı onlara dönük halde, geriye doğru

yürümeye başladı. Kapıya vardığında sesini daha da alçalttı. “Şimdi arkamı

48
Sıfır: “Oyun Bitti”

döneceğim. Ama unutmayın, silah benim elimde. Üzerime atlamaya veya


kafama bir şey fırlatmaya kalkmayın. Camı açıp bağırmayı falan da
düşünmeyin, yoksa hepinizi delik deşik ederim.” Dize’ye bakıp gülümsedi.

“Başta da bu tatlı bayanı.”


Sonra gözleri Fırat’ın gözlerine kilitlendi. “Çağır bakalım itlerini.”

Fırat yutkundu. Murat’la bakıştılar. Sonra kadere razı gelmiş gibi


çökük bir tavırla, kalbi küt küt atarak, “Recep, Okan,” diye bağırdı kapıya
doğru. “Đçeri gelin.”
Gelmemelerini umuyordu ama geleceklerinden de neredeyse

emindi. Okan ve Recep daha bu işte tecrübesizdiler. Çağrıdaki garipliği fark


edeceklerini hiç sanmıyordu.

Ve ne yazık ki beklediği gibi oldu: Kapı yavaşça aralandı ve Okan ve


Recep içeri adım attılar. Tahir iki saniye içinde tabancayı onlara doğrulttu.

Keyifle tebessüm etti: “Silahlarınızı bırakıp pencerenin önüne geçin


bakalım. Amirinizin yanına.”
Neye uğradıklarını şaşıran yeniyetme polisler Fırat’a çaresizce
baktılar ve onun, “Dediğini yapın,” emri üzerine silahlarını yere bırakıp hızlı
adımlarla pencereye yürüyerek diğerlerinin yanına sığıştılar.
Fırat yüzündeki sakin ifadeye rağmen içten içe Tahir’e küfürler
savuruyordu. Serinkanlı görünüşünün altında yakıcı bir öfke yatıyordu.

Kendisi de biliyordu ki, en yararlı özelliği yoğun duygu patlamalarını içine


gömebilmesiydi.

“Silahların şarjörlerini boşalttıktan sonra gideceğim. Biraz sabredin,”


dedi Tahir ve eğilip silahlardan iki tanesini kaptı. Seri hareketlerle

şarjörlerini çıkardı ve cebine attı. Aynısını diğer ikisi için de uyguladı.

49
Ozancan Demirışık

“Kimse peşimden gelmesin, yoksa yaşanacaklardan sorumlu


değilim,” dedi sonra. Ve kapıyı açıp dışarı fırladı.
Doktor Haluk derin bir nefes alıp yere çöktü. Ağladı ağlayacaktı.

Okan ve Recep hâlâ sudan çıkmış balık gibilerken, Dize ile Fırat titriyorlardı.
Fırat öfkeden, Dize korkudan…

Murat ise bambaşka bir ruh halindeydi. Eğilip ayakkabısının


dibinden bir şey çıkardı ve ileri atılıp yerdeki boş silahlardan birini kaptı.
Fırat, onun silaha yerleştirdiği şeyi görünce bir hayret çığlığı koyuverdi: Bir
şarjördü bu.

“Her zaman yedek şarjör saklarım,” diye açıkladı Murat hızlıca. “O


orospu çocuğunun peşinden gidiyorum.” Dize’ye döndü. “Burada kal.”

Ve Fırat’ın itiraz etmesine fırsat bırakmadan, odadan çıkıp koridorda


koşmaya başladı.

Murat’ın Dize’ye verdiği emrin aynısını, Fırat da Okan ve Recep’e


yöneltti: “Burada kalın. Đşleri hali yoluna koyun. Burada neler olduğunu
kimse bilmeyecek. Koridorda koşan adamları soran olursa bir şeyler
uydurursunuz. ”
Başka hiçbir şey söylemeden, silahsız olduğu halde, Murat’ın ve tabii
Tahir Yıldız denen canavarın peşinden gitmek amacıyla kendini dışarı attı.
Adımları sonsuz bir hızla yoğruluyordu sanki. Hayatında ilk kez böylesine

hızlı, böylesine şiddetli koşuyordu. Her adımı mermer zemini deliyor


gibiydi.

Hastaneden çıkıp da sokağın sonuna geldiğinde umutsuzlukla buz


kesti zihni. Ne Murat Arıkan ne de Tahir Yıldız’ı görebiliyordu. Biraz daha

50
Sıfır: “Oyun Bitti”

ilerleyip etraftaki uzun mu uzun dört sokağa göz attı ama ikisinden de iz
yoktu.
“Umarım hâlâ o canavarın peşindesindir Murat Arıkan,” diye

mırıldandı dişlerini sıkarak. “Yoksa başımıza açtıkların yüzünden çekeceğin


var!” Ve derin derin nefesler alarak hastaneye döndü.

Okan ve Recep, Dize Demirsoy’un da yardımıyla hastanede işleri


yoluna koymuşlardı. En azından bunu ellerine yüzlerine bulaştırmadılar,
diye düşündü Fırat. Doktor Haluk’un konuşmayacağından emin olursak,
burada yaşananların gerçekten burada kalacağından emin olabiliriz…

Gözlerini ileri dikti ve sırtını hastane duvarına yaslamış olan Dize’yi


gördü. Çok sarsılmış gibi görünmüyordu ama Fırat ilk bakışta bu

görünümün bir maske olduğunu fark etmişti.


Fırat yanına geldiğinde kadın serinkanlı görünümünü daha fazla

muhafaza edemedi ve gözyaşlarına boğuldu. Hıçkırıklarının arasında kesik


kesik sorular yöneltiyordu: “Onları bulamadın mı? Murat nerede? O
canavarı yakalayamamış mı?”
“Ortada yoklar,” dedi Fırat. “Hiçbir iz yok. Umarım hâlâ takiptedir.”
Dize başını onun omzuna gömerek ağlamaya devam edince Fırat
kaskatı kesildi. Bir süre öylece bekledikten sonra, “Tamam, tamam,” diye
fısıldadı. “Geçti.”

Ama biliyordu.
Hiçbir şey geçmemişti, geçmeyecekti.

Tahir Yıldız’ın geçirdiği krizle işlerin karıştığını düşünen Ragıp


Başkomiser fena halde yanılıyordu. Asıl şimdi her şey ‘karman çorman’ hale

gelmişti…

51
Ozancan Demirışık

28 Kasım 2008 – 11.13


Bir Sokak, Bir Apartman Aralığı

Đki adam üç sokak ötede, bir apartman aralığında buluştu.


Tahir Yıldız elini kalbine götürdü. “Nasıl böyle bir işe kalkıştım

bilemiyorum. Başıma gelenlere inanamıyorum. Ben yaşlı adamın tekiyim.”


“Çok iyi rol yaptın,” dedi Murat alayla. Öfke gösterisi ve attığı nutuk

sırasında, küçük bir kâğıt parçasını adamın eline sıkıştırmıştı. Kısa talimatlar
orada yazılıydı. Aslında o kadar sarsak bir plandı ki, böyle pürüzsüzce
işlemesi Murat’ı bile şaşırmıştı. Anlaşılan talih bugün yanlarındaydı.
“Yoksa rol değil miydi?” dedi sonra, Tahir’in gözlerinin içine bakarak.
“Yoksa bu tarz şeyleri sık sık yapıyor musun?”
Tahir derin bir nefes alıp öfkesini kontrol etmeye çalışarak, “Artık
beni denemekten vazgeç,” diye homurdandı. “Hâlâ ikna olmadıysan,
yapacağım bir şey kalmadı. O cinayetlerin bir tanesiyle bile ilgim yok.”
Murat soğuk bir bakış attı ve, “Umarım öyledir,” diye mırıldandı.

Sonra, sanki yeni aklına gelmiş gibi, silahını kaldırdı. “Ve


hatırlatayım, elimde bu var. En ufak bir hareketinde midene iki kurşun

yersin.”

Tahir iç çekti. “Şimdi ne yapıyoruz?”


“Seni eski bir dostuma götürüyorum.”

“Kimmiş o eski dost?”


Murat elinde olmadan gülümsedi. “Kızıl Gizem.”

52
Sıfır: “Oyun Bitti”

28 Kasım 2008 – 11.25


Polis Merkezi

Başkomiser Ragıp odasında oturmuş, sessizliğe kulak vermiş,


durmadan sigara ‘yakmayarak’ beklemekteydi. Şimdiden üç tane tertemiz

izmarit çöpü boylamıştı. Boşa harcanan paraya acımayı çoktan bırakmıştı


Ragıp, ama arada bir içinin sızladığı olurdu. Şimdiyse Tahir Yıldız’ı

hastaneye götüren polislerden haber bekliyordu ve ‘içilmeyen sigaranın


getirdiği ekonomik çöküntü’ konusu zihninin hiçbir kıvrımını
kurcalamıyordu. Gözü bir kapıda, bir cep telefonundaydı ama ne Fırat’tan
ne de yanına verdiği iki ‘delikanlı’ polisten ses vardı.
Ta ki kapı açılana ve umutsuz bir Komiser Fırat’la gözü ağlamaktan
kırmızıya dönmüş bir Dize Demirsoy içeri girene kadar…
Kapıyı çalan yoktu ama bunu umursayan da yoktu. “Ne oldu?” diye
sordu Ragıp ayağa fırlayarak, çünkü ters bir şeyler olduğunu anında
sezmişti ve sezgilerine güvenirdi.

Dize sessiz kaldı. Fırat’sa derin bir nefes alıp, “Tahir bizi hazırlıksız
yakaladı,” dedi. Ve arada sırada bir şey atlayıp atlamadığını hatırlamak için

Dize’ye dönüp, onun başını salladığını görünce devam ederek, tüm

hikâyeyi hızlıca anlattı.


Hepsini alt üst eden olaylar silsilesini söze dökmesi topu topu bir

dakika almıştı. Bu süre sona erdiğinde Başkomiser Ragıp yaşananları en


küçük ayrıntısına dek biliyordu. Ve duyduklarına sinirlenmemişti, çünkü

53
Ozancan Demirışık

bugünkü öfke sınırını çoktan aşmıştı ve artık çok, çok daha büyük bir şey
olmadıkça, gergin telleri andıran duyguları değişime uğramayacaktı…
“Öyleyse bekleyelim,” dedi yalnızca. Ağzından iki kelime

dökülmüştü, ama gözlerindeki bakış, hem Dize’ye hem de Fırat’a her şeyi
anlatmıştı: Eğer eli boş dönerse Murat Arıkan’a dünyayı dar edecekti…

28 Kasım 2008 – 11.47


Gizem Kızıl’ın Evi/Dördüncü Levent

Kızıl ahşaptan kapı iki kere tıklatıldı ve kızıl bir gecelik giymiş Gizem
Kızıl kapıyı çabucak açtı. Uyku mahmurluğundan yeni kurtulduğunu belli
eden kısılmış gözleri, sırasıyla kapıda durmakta olan biri yaşlı biri genç iki
adama yöneldi. Genç olanı gördüğünde sıcacık bir gülümseme kapladı
yüzünü.
Murat güllük gülistanlık bir gün geçirmiyor olabilirdi ama bu
gülümsemeye, biraz çekingen ama yine de gayet içten bir tebessümle
karşılık vermeden edemedi. Sonra daha fazla oyalanmadan içeri adım attı

ve Tahir’e de gelmesini işaret etti. Yaşlı adam uzun bir yürüyüşün hediye
ettiği yorgunluğun izlerini yüzünde taşıyarak onu takip etti.

Gizem Kızıl çıplak ayaklarının ucunda -Murat’ın daha uzun boyuna

yetişebilmek için- hafifçe yukarı yükseldi ve adamın dudaklarına küçük bir


öpücük kondurdu. “Hoş geldin aşkım. Đçeri gel. Kahvaltı yapıyordum.”

Murat bu öpücüğe ve kendisine aşkım diye hitap edilmesine ses


çıkarmadı, çünkü Gizem’in bu huyuna alışıktı. Her erkeğe olmasa da, yıllar

54
Sıfır: “Oyun Bitti”

önce ayrıldıkları eski sevgilisine ‘aşkım’ diye hitap edebilecek kadar rahat
bir kadındı. Soyadının da etkisiyle, giydiği kırmızı giysiler ve kullandığı
kırmızı renkte eşyalar alamet-i farikası haline gelmişti. Şimdi de üzerindeki

geceliğin bu renkte olması hiç şaşırtıcı değildi.


Gizem’le uzun sayılabilecek bir ilişki yaşamışlardı. Birbirilerini

gerçekten sevmişlerdi. En azından Murat onu sevmişti ve duygularının


karşılıklı olup olmadığından şüphe etmemişti. Zaten onları ayıran da böyle
bir konu değil, Gizem’in çalkantılı yaşam biçimiydi. Gerçi Murat’ın hayatı da
bir sevgili için yeterince dayanılmazdı, Birim Sıfır sağ olsun bilumum

doğaüstü olay ve bilumum manyakla (hatta, diye düşündü Murat, bilumum


‘yaratıkla’) karşı karşıya geliyordu, ama en azından Gizem gibi gecenin

üçünde çığlıklar atarak uyanmıyor (bir keresinde onu sakinleştirmeye


çalışırken sıkı bir dayak bile yemişti Murat), kahvaltı sofrasında transa geçip

titremeye başlamıyordu…
Gizem Kızıl hayaletlerle, cinlerle ve de her türlü dost canlısı ya da
kötücül doğaüstü yaratıkla zihinsel bir iletişime geçebilirdi. Bunu
kabullenmişti: En azından Murat onun şikâyet ettiğini hiç görmemişti. Ama
yapabildiklerinin ve yaptıklarının ya da ‘yapmak zorunda olduklarının’ ne
kadar yıpratıcı olduğunu fark etmemek imkânsızdı. Đnsanlarla iletişim
kurmak bile yeterince zor bir uğraşken, daha farklı, daha üstün, hatta

genelde daha ‘korkunç’ varlıklarla görüşmek tahmin edilenden bile


yorucuydu. Đnsanı tüketiyor, hayat enerjisinden çok fazla şey götürüyordu –

tüm bunlara rağmen neşeli, zımba gibi, güzel bir kadın olabilmesi de
Gizem’in marifetiydi.

55
Ozancan Demirışık

Sadece bunlarla sınırlı değildi ‘yetenek’leri (veya lanetleri). Sıklıkla


olmasa bile, rüyalarında gelecekten imgeler görürdü. Bazen bu imgelere
anlam vermekte zorlanırdı, bazense her şey beyaz perdeden izler gibi net,

bir o kadar da berrak olurdu…


Hipnotizmadan anlaması ve insan zihninin derinliklerine kolayca

inebilmesiyse, bunların üçüncü bir uzantısıydı yalnızca. Đnsanların anıları,


yaşadıkları ve yaşayacakları, zihinlerini terk eden bilgi kırıntıları… Hepsini
tespit etmesi mümkündü. Ülke çapında, bu konuda en iyilerdendi.
Şimdi de o güzel yeşil gözlerini coşkuyla kırpıştırarak, “Hayırdır,

hangi dağda kurt öldü de buraya geldin?” diye soruyor ve bir yandan
elleriyle açık kızıl renkteki bir saç buklesiyle oynuyordu. Ne var ki tüm

rahatlığına rağmen bir gözü Tahir’deydi. “Uğramayalı yıl oldu.”


Murat iç çekti. “Dağda kurt ölmedi ama…” Gizem’in sol elinde

tutmakta olduğu katlanmış gazeteyi fark etti, onu alıp üçüncü sayfasını açtı.
Đlgili haberin üzerine parmağıyla bir kez vurdu ve gazeteyi kadına geri
uzattı. “Işık Huzurevi’nde ondan fazla insan öldü. Öldürüldü.” Bu sözlerine
ne tepki vereceğini görmek için Tahir’i kolaçan ediyordu bir yandan.
“Katledildi,” diye ekledi sonra, her şeyi açığa vuran buz gibi bir sesle.
Gizem’in gözleri, gazete haberi üzerinde hızla gezindi. Sonra başını
kaldırdı, ürpermiş hatta korkmuş gibi titredi, “Peki bana gelmenin bu

haberle ilgisi ne?” diye sordu.


Murat, Tahir’i işaret etti. “Đsmi Tahir Yıldız.”

Gizem boş boş baktı. “Yani?” Sonra kafasına dank etti, biraz evvel
boş bakan gözleri hayret ve öfkeyle büyüdü. “Tahir Yıldız. T.Y.” Sol eli, her

daim üzerinde taşıdığı gümüş saplı hançere yönelmişti.

56
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Aynen öyle. Biraz önce haberdar olduğun kan dondurucu katliamın


baş ve ‘tek’ zanlısı T.Y. karşında duruyor,” dedi Murat alayla.
Gizem elini hançerden çekmeden sordu: “Suçsuz mu?”

Tahir başını heyecanla salladı. “Suçsuzum. Tamamen,” dedi ve


umutlu gözlerle Murat’a döndü. “Düşüncelerimi de okuyabilir mi? Okursa

benim suçsuz olduğumu anlayabilir.”


Yolda Murat ona Gizem’i ve yapabildiklerini anlatmıştı. Yaşlı insanlar
-katil olsalar da olmasalar da- mucizelere inanmaya çok daha meyilli
olurlardı ve Tahir de öyle çıkmıştı. Murat’ın ağzından çıkan her söze kayıtsız

şartsız inanmıştı.
Sorusu üzerine, “Yapamaz,” dedi Murat. “Şimdilik hipnozla

yetineceğiz.”
Gizem ise aralarında geçen kısa diyaloga kulak bile asmadan

Murat’a bakmaya devam ediyordu. Bunu fark eden Murat, omuz silkmekle
yetindi. “Suçsuz mu değil mi bilmiyorum. Zaten o yüzden sana getirdim.”
Gizem’in yüzünü yine boş bir ifade süslemişti. “Anlatacağım,” dedi
Murat. “Ama önce içinin rahat etmesini istiyorsan adamı bir sandalyeye
bağlayabilirsin.”
Gizem, “Hıh,” dedi gülerek. Hançerini kaldırdı; gümüş silah
ışıldayarak hem Murat’ın hem de Tahir’in gözlerini aldı. “Kaç kişiyi katletmiş

olursa olsun bir insan olduğu belli. Üstelik oldukça yaşlı bir insan… Bana
doğru tek bir adım bile atamadan Gümüş Ölüm kalbine saplanmış halde

yerde kıvranıyor olur. Ondan iki saniye sonra da bize Cehennem’den selam
edebilir ancak.” Güldü. “Bilirsin, kendimi korumayı iyi bilirim.”

57
Ozancan Demirışık

“Demek yeni oyuncağına isim de taktın?” dedi Murat, hançere


bakarak.
Gizem dil çıkardı. “O oyuncak böğrünü deşmesin istiyorsan salona

geçelim de şu olayı tüm ayrıntılarıyla anlat aşkım.”


Ortalarında sudan çıkmış balık gibi bakan Tahir olmak üzere, salona

doğru yürüdüler. Murat’ın aklını yine bu adamın gerçekten rol mü yaptığı


yoksa suçsuz mu olduğu sorusu kurcalıyordu. Yaşanan hiçbir şey bu fikrini
değiştirmemişti: Hâlâ Tahir’in tek bir sözünün bile yalan olmadığını
düşünüyordu, ama fena halde yanılıyor da olabilirdi ve bu yanılgı hem

onun, hem Gizem’in, hatta belki de kilometrelerce ötedeki Dize’nin sonunu


getirebilirdi.

Tahir Yıldız katilse, ellerinden kurtulmakla yetinmeyecekti. Hepsini


birer birer, uzun uzun, acı çektire çektire öldürecekti…

Ama şimdi önlerinde, meseleyi aydınlatmak için hayati önem taşıyan


bir hipnoz seansı vardı. Gizem’le beraber tüm dikkatini buna
yoğunlaştırmak zorundaydı.
‘Risk’ denen yılan, yaptıkları işte her zaman vardı. Bu sefer biraz
daha kuvvetliydi o kadar…

***

“Birim Sıfır tekrar mı kuruldu?” diye sordu Gizem. Yüz ifadesi; hayret,

umut ve mutluluk karması bir ifadeyle yoğrulmuştu. Tahir’in durumuyla


ilgili bütün ayrıntıları sakince dinlemişken, bu son haberle sesine bir coşku
gelmişti. “Doğru mu duydum?”

58
Sıfır: “Oyun Bitti”

Murat odanın ortasına koydukları bir sandalyede -ki Gizem’in


hipnoz seansı için gereken tek şey buydu; diğerleri, kadının içinde gizliydi-
oturmakta olan Tahir’i gözleriyle kolaçan ettikten sonra, “Evet,” dedi.

“Doğru duydun. Sadece iki kişiyiz, yani eski Birim Sıfır’ın minyatürü gibi.
Yine de amacımız aynı, yapmak istediklerimiz ve yapacaklarımız aynı.”

Gizem ellerini heyecanla çırparak güldü, sonra Murat’ı bir kez daha
öptü ve ona sıkıca sarıldı. “Müthiş bir haber bu!” Geri çekildi, dudak büktü.
“Sırf bunu daha önce haber vermediğin için sana temiz bir dayak atmalıyım
ama… Bu seferlik paçayı kurtardın. Affettim seni.”

Murat dayanamadı, bir kahkaha patlattı. Tahir asık suratla ona baktı.
Bu hareketinin nedeni açıktı; yaşlı adam, Murat’ın şu anki neşesinin bir

gıdımını bile paylaşmıyordu. Üstelik korkuyordu. Ama Murat’ın o an için


umurunda değildi tüm bunlar. Gizem’i ne kadar özlediğini -bir sevgili

olarak değil belki, ama bir arkadaş olarak kesinlikle- fark etmişti ve kadının
neşeli tavırları çökük moralini tavana çıkarmıştı. “Ne kadar sabırsız
olduğunu unutmuşum,” dedi sırıtarak. “Hem niye bu kadar sevindin? Beni
daha çok göreceğin için mi yoksa?”
Gizem şehvetli bir tavırla dilini dudaklarında gezdirdi. “Köprünün
üzerinden çok sular aktı, üzerimden de çok erkek geçti Murat Bey. Hemen
umutlanmayın derim.”

Murat neredeyse bir kahkaha daha patlatacaktı ama Tahir’i düşünüp


kendini dizginledi – masum bir adamsa eğer, kötü durumdaydı ve ikinci bir

kahkaha fazla kaçacaktı. Eğer katilse… Eh, gerisini düşünmeye bile gerek
yoktu.

“Demek üzerinden geçtiler?” dedi alayla.

59
Ozancan Demirışık

Gizem uzun ve örülü kızıl saç buklelerinden birini sağ eline aldı ve
hafifçe sallayarak, “Öyle. Ama hiçbiri yatakta senin kadar iyi değildi,” dedi
rahat bir tavırla. Ve sır verir gibi, fısıldayarak ekledi: “Sen yine de

umutlanma.” Bu kez kahkaha atan o oldu.


Murat işaret verilmiş gibi, bir anda ciddileşti. Dize aklına gelmişti:

Merkezde gergin bir bekleyiş içinde olduğu aşikârdı ve daha fazla


oyalanmadan bu işi halledip oraya geri dönmeliydi.
Tahir’e doğru yürüdü, Gizem’e de gelmesini işaret etti. “Artık
başlayalım.”

Bu iki sözcük, kadın için yeterli oldu. Gözlerini yumup dişlerini


hafifçe dudaklarına geçirdi ve sonra yapacağı işin ciddiyetini üstlenerek,

buz gibi bir suratla Tahir’in yanına geldi.


Kızıl Gizem’in evinin, kırmızıdan geçilmeyen ama tüm bu renk

yoğunluğuna rağmen yine de göze hoş gelmeyi başaran geniş


salonundaydılar ve Tahir de bir sandalyede -rengini siz tahmin edin-
oturmaktaydı. Murat, Gizem aksini söylediği halde onu bağlamıştı – yaşlı ve
şüpheli bir adamın sözlerine ve çocuk ruhlu bir kadının ‘kendimi korurum’
iddialarına bakarak ihtiyatı elden bırakamazdı.
Tahir’in umutla parıldayan yüzüne bakarak, “Gözlerini yum,” dedi
Gizem. Adam dediğini yapınca, konuşmaya devam etti: “Kendini serbest

bırak. Zihnini tamamen bana aç. Sakinleş.”


Murat odanın kapalı kapısına sırtını dayadı, ellerini göğsünde

birleştirdi ve izlemeye koyuldu. Onun sakin ama meraklı bakışları altında,


hem Tahir’in hem de Gizem’in nefes alış-verişleri yavaşladı. Tahir hâlâ o

kadar sakin görünmüyordu ama Gizem için bu kadarı yeterliydi anlaşılan –

60
Sıfır: “Oyun Bitti”

elde edemeyeceği şeyler istememesi gerektiğini bilecek kadar deneyime


sahipti.
“Dilediğim anda uyuyacaksın, dilediğim anda uyanacaksın.

Gerekenleri anlayacaksın, uygulayacaksın. Bir şeyler söylememe veya


şaklaban gibi el çırpmama gerek yok.” Đstemsizce güldü. “Ah şu sahtekâr

hipnozcular.”
Murat, yaşlı adamın gergin yüz hatlarının yavaşça gevşediğini,
sımsıkı yumulu ağzının hafifçe açıldığını gördü. Uykuya daldığı veya
dalmak üzere olduğu belliydi. Gizem’se ne istiyorsa olacağını biliyordu;

yumulu gözlerini açmaya ve adamın uyuyup uyumadığını görmeye


tenezzül bile etmemişti.

Ama sonra başını hafifçe yukarı kaldırdı, gözlerini kırpıştırarak açtı ve


Murat’a döndü. “Hastamız,” dedi alayla, “kan uykusuna daldı. Hipnotize

konuma geçmek üzere. Birazdan ne istersek öğreneceğiz. Belki biraz zor


olacak, ama emin ol öğreneceğiz…”
Murat başını salladı. Bir şey söylemeye gerek duymamıştı. Bunun
üzerine Gizem yeniden ‘hastasına’ dönüp, “Artık hazırız,” dedi. Ve sorusunu
yöneltti: “26 Kasım sabahı neler yaşadın? Neler hatırlıyorsun?”
Hiçbir cevap gelmedi. Sessizliğin sesi odada yankılandı.
Gizem şaşırmış gibiydi. Gözlerini yumdu, hafifçe titredi ve bir kez

daha sordu (ya da buyurdu): “26 Kasım sabahıyla ilgili hatırladığın her şeyi
duymak istiyorum. Bana cevap ver!”

Tahir ansızın hareketlendi. Gözlerinde en ufak bir kıpırtı yoktu ama


dilini dudağında heyecanla -belki biraz da korkuyla- gezdiriyor ve

yutkunuyordu. “Sabah uyandığımda beynimde bir şey hissettim,” dedi kısık

61
Ozancan Demirışık

ve belki biraz da histerik bir sesle. “Sanki… sanki biri gelip oraya yerleşmişti.
Ve sıkılıyordu... Çok sıkılıyordu... Eğlenmek istiyordu...”
Tahir yeniden sessizliğe gömülünce, “Sonra!” diye kükredi Gizem.

Yaşlı adamın sesi donuktu, boğuktu: “Sonrası tam bir karanlık. Başka
hiçbir şey hatırlamıyorum.”

Gizem bu kez gerçekten sinirlenmişti. “Hatırlamak zorundasın!” diye


çığlık attı. “Hatırlayacaksın!” Gözleri hâlâ yumuluydu ama artık kendi
bedeninin kontrolünü kaybetmek üzereydi. Üstelik soğuk terler döküyordu,
yüzü kıpkırmızı olmuştu, göz kapakları titriyordu…

Tahir konuşmadı. Gizem titreyen ellerini yavaş ve gergin


hareketlerle, Murat’ın endişeli bakışları altında yukarı doğru kaldırdı. Đşine

tamamen yoğunlaşmıştı ve vücudunu alt üst edecek kadar zorlandığı


belliydi.

Murat bu kadarıyla bile, o yürek ezici katliamın sıradan bir yaşlı


adamın başının altından çıkmadığına emin olmuştu. Ama şimdiki soru,
Tahir’in ruhunun kendi bedeninde mi olduğu yoksa başka kötücül bir güç
tarafından mı hapsedildiğiydi. Ya da akıllarına bile gelmeyen başka bir
seçenek var mıydı?
Tam bir çıkmaz sokaktaydı hâlâ. Yürüyor, yürüyordu, ama ne bu ne
de başka bir şey işe yarıyordu. Gösterdiği her çaba, acınasıydı. Buradan

çıkış yoktu.
Kaderine o an için razı gelip, dikkatini Gizem’e yöneltti. Kadın dizleri

üzerine çökmüş, başını sallayıp duruyordu.


Sonra, beklenmedik bir anda ve beklenmedik bir şekilde, tiz bir

çığlık attı. Murat bu Cehennemî çığlığı duyduğunda, benliğinin

62
Sıfır: “Oyun Bitti”

derinliklerine dek ürperdiğini hissetti; tüyleri diken diken olmuş, yüreği buz
kesmişti.
“Gizem, neler oluyor?!” dedi ileri atılıp. “Đyi misin?”

Gizem onun sorusunu zorlukla duydu. Bu dünyadan çok, çok


uzaklardaydı. “Kapa çeneni!” dedi kısık, kesik bir sesle. “Bir şeyler… bir

şeyler bulmak üzereyim.”


Ve o anda yaşananlar, zaten yeterince karanlık olan rüyayı, dipsiz bir
karabasana çevirdi…
Bir mermi, evin perdesiz penceresini deldi ve ilerleyip Tahir Yıldız’ın

beynine saplandı. Yaşlı adam daha neler olduğunu anlayamadan yere


yığıldı ve masum olsun olmasın, hayata gözlerini ‘katil’ olarak, aklanma

fırsatı bulamadan yumdu.


Gizem bulunduğu trans halinden sıyrılarak bir çığlık daha attı ama

ne kadar tiz olursa olsun ‘sıradan’ bir çığlıktı ve zaten ortamı ürpertecek
başka etkenler vardı. Murat öfkeyle küfredip silahını kaldırdı ve koşup
Gizem’le beraber yere yattı. Birkaç saniye bekledi ama ne silah sesi geldi ne
de başka bir mermi duvara ya da herhangi bir yere saplandı…
Ayağa kalktı, kadının gözlerinin içine baktı. “Burada kal.”
Gizem, Gümüş Ölüm’ü kavradı ama gözleri yine de korkuyla
doluydu. Cevap vermese de, başını hafifçe salladı.

Murat dikkatle ayağa kalkıp, pencerenin önüne koştu. Silahını önde


tutarak evin arkasında kalan tenha ama uzun sokağa baktı. Gözleri karanlık

bir siluetle buluştu. Sıska bir adam köşeyi dönmekteydi.

63
Ozancan Demirışık

“Birini gördüm!” dedi heyecanla. “Ayağa kalkayım deme, etrafta


başkaları da olabilir.” Tek kelime daha etmeden camı paramparça olmuş
pencereyi aralayıp dışarı atladı ve büyük bir hızla koşmaya başladı.

Sıska adamın yirmi saniye önce döndüğü köşeyi geçmesi çok uzun
sürmedi. Adam biraz ileride, en az kendisi kadar hızla koşmaktaydı;

aralarındaki mesafe o kadar fazla değildi ama hâlâ karanlık görünüyordu,


vücudunun zayıflığı dışında hiçbir hattı sezilemiyordu. Kimliğini gizlemek
için karalara bürünmüş ve kukuleta benzeri bir başlık takmıştı görünüşe
göre.

Koştu, koştu ve koştu. Sıska adam ise giderek yavaşlıyordu. “Şimdi


yakaladım seni orospu çocuğu!” diye haykırdı Murat, muazzam bir tatmin

duygusuyla. Bu kadar yakınken ve böylesine geniş bir sokakta adamı


elinden kaçırması mümkün değildi. Silahını doğrultur ve nişan alırken, kim,

diye düşünüyordu, buraya geldiğimi kim öğrenebilir? Bu kadar çabuk kim


adam yollayabilir?
Bütün soruları cevapsız kalınca, tetiğe asıldı. Kurşun havayı yararak
büyük bir hızla ilerledi.
Ama sadece üç-dört metre önündeki adamı sıyırarak geçti.
Murat bu mesafeden nasıl ıskalayabildiğini anlamaya çalışırken,
hırıltılı bir kahkaha duyuldu ve sıska adam başını çevirdi. Kukuleta aşağı

kadar inikti; yüzü seçilemiyordu. Ve elinde, Murat’a doğrultulmuş bir silah


vardı. Yine aynı hırıltılı kahkaha duyuldu. Murat bir kez daha yüreğinin buz

kestiğini hissetti. Ama buna aldırmadı ve kendini sol ilerisindeki bir gürgen
ağacının arkasına attı…

64
Sıfır: “Oyun Bitti”

Ağacı siper alıp silahını ileri doğrulttu. Ama en ufak bir ses
duyulmadı. Ne ayak sesi vardı, ne kurşun sesi… Anlaşılan sıska ve sinsi
düşmanı, oradan çıkmasını bekleyecekti. Murat’ınsa ona bu zevki

tattırmaya niyeti yoktu.


Bekledi ve bekledi ama hiçbir şey olduğu yoktu. Nihayet başını

çıkardığında, adam ortadan kaybolmuştu. Gözlerini kısıp sokağın en uzak


ucuna baktı ama karalara bürünmüş sıska tetikçiden en ufak bir iz yoktu.
Bir şeyden emindi: Bu adam işini iyi biliyordu.
“Allah kahretsin!” diye haykırıp ağacı tekmeledi – bu ona ağrıyan bir

ayaktan başka hiçbir şey kazandırmadı ama aldırmadı ve kimse duymadığı


halde ağız dolusu küfür savurmayı sürdürdü.

Ali’ye kurulan komplonun arkasında yatanları bile daha


çözememişlerken, Birim Sıfır kurulduktan sonraki ilk vakalarında

çuvallamayı kabullenemezdi. Buna katlanamazdı.


Tahir öldürülmüş, tetikçi kaçmıştı. Çaresizliğin yakıcı etkisiyle
Murat’ın gözleri dolmuştu. Yıllar sonra ilk kez ağlayacaktı neredeyse.
Ama, “Hayır efendim,” dedi kendi kendine. “Yenilgiyi
kabullenmiyorum. Daha bitmedi.” Kendini dizginledi, yutkundu ve titrek
adımlarla Gizem’in evine döndü.

***

Murat açık pencereden içeri atladı. Gizem olduğu yerde bekliyordu.


Kendini büyük ölçüde toparlamıştı.

65
Ozancan Demirışık

Murat içeri girdiği zaman, “Daha önce bir sürü kişi gözlerimin
önünde öldürüldü,” dedi kadın. “Ama bu… çok beklenmedikti. Çok aniydi.
Çok ağırdı.”

Murat gidip kadına sarıldı. “Artık geçti. Güvendeyiz.” Onu kaldırdı ve


beraber kanepeye oturdular. “Sormam gerekiyor Gizem,” dedi. “Bir şeyler

bulmak üzereydin. Yani…”


Gizem onun sözünü yarıda kesti. “Hayır Murat, üzgünüm. Hiçbir şey
bulamadım. En ufak bir kırıntı bile yok. Yeterince zamanım olmadı. Sadece
birkaç saniye bile yeterliydi ama o saniyeleri elde edemedim…” Murat’ın

yüzündeki umutsuzluğu gördü, ama aklındaki soruyu dillendirmesi


gerekiyordu: “Adam öldü. Şimdi ne yapacaksın?”

Murat gözlerini Tahir’in cesedine dikti. “Bilmiyorum. Takibin


sonunda kendimi korumak için öldürmek zorunda kaldığımı

söyleyebilirim.”
“Tavsiye etmem,” dedi Gizem yumuşak bir ses tonuyla.
“Neden? Adamın katil olduğunu -hatta canavarın teki olduğunu-
düşünüyorlar zaten. Hatta düşünmek ne kelime, bundan eminler!”
“Suçlu olsun olmasın, onların gözünde bir insanı öldürmüş
olacaksın. Bu hem senin başını belaya sokar, hem de Birim Sıfır’ın özerk
varlığını tehlikeye atar.”

Murat gözlerini yumup düşündü.


“Öyleyse,” dedi sonra, “onu çıkmaz bir sokakta kıstırdım ve

yakalanacağını anlayınca kendi kafasına sıktı.”


Gizem gülümsedi.

“Đşte bu olur.”

66
Sıfır: “Oyun Bitti”

28 Kasım 2008 – 12.50


Polis Merkezi

Murat Arıkan kapıyı çalmaya gerek duymadan içeri daldığı sırada,


Başkomiser Ragıp’ın odasında üç kişilik gergin bir bekleyiş vardı. Gergin ve

sessiz bir bekleyiş.


Ragıp masasındaydı. Konuşmuyordu. Elindeki sigarayı parça pinçik

edip kül tablasına atmış, yenisini çıkarmaya da gerek duymamıştı.


Önündeki iki sandalyede Komiser Fırat ve Dize Demirsoy oturmaktaydılar.
Arada sırada birbirilerine bakıyorlardı ama onun dışında suskun ve
temassızdılar.
Murat geldiğinde bu bekleyişin rutin zinciri kırıldı. Üçünün de
bakışları onun üzerine yöneldi.
O ise kesik kesik soluyordu; giydiği beyaz gömlek terle vücuduna
yapışmış, saçı başı birbirine karışmıştı.
Ragıp ayaklandı. “Ne oldu? Adamı yakaladın mı?”

Murat gözlerini yumdu ve elleriyle yüzünü ovaladı.


“Sana bir soru sordum!” diye gürledi Ragıp.

Murat gözlerini açtı. Ellerini indirdi. “Yakalayamadım! Bunu mu

duymak istiyorsun? Yakalayamadım!”


Ragıp yumruğunu masaya geçirdi. “O orospu çocuğunu kodese

tıkacaktık. Hayatının sonuna kadar gün yüzü görmeyecekti. Tek kişilik

67
Ozancan Demirışık

hücresinde çürüyüp gidecekti. Peki şimdi? Yaptıklarından memnun musun


Murat ‘Bey’!”
“Sakin olun Başkomiserim,” dedi Fırat cılız bir ‘ortam yumuşatma’

çabasıyla. “Fazla uzaklaşamaz. Bütün birimleri haberdar ederiz. Yirmi dört


saate kalmadan elimizde olur.”

Murat bir şeyler söyleyecekti ki, kapı çekingence tıklatıldı. Ragıp


tepki vermeyince, “Girin,” dedi Fırat.
Polis memuru Okan temkinli adımlarla odaya girdi. “Başkomiserim,”
dedi Ragıp’a. Onun kendisine bakmaması umurunda değil gibiydi. “Tahir

Yıldız’ın cesedini adli tıbba mı sevk edelim?”


Ragıp başını çevirdi ve Murat’a baktı.

Murat gözlerini kaçırmadı.


Bir cevap bekleyerek dikilmekte olan Okan’la konuşmak yine

Komiser Fırat’a düştü. “Evet,” dedi, “adli tıbba sevk ediyoruz.” Bir yandan da
gözleriyle gitmesini işaret ediyordu. Okan başını yel değirmeni gibi
sallayarak odadan çıktı.
“Tahir yine de çürüyecek,” dedi Murat. Gözleri hâlâ Ragıp’ın
gözlerine kenetliydi. “Ama kodeste değil, mezarda. Bu sizin için uygun mu
Başkomiserim?”
Ragıp koltuğuna geri çöktü. Aklındaki soruyu ilk dile getiren Fırat

oldu: “Adamı öldürdün mü?!”


“Ben yapmadım,” dedi Murat soğukkanlı bir tavırla.

Bu kez Başkomiser önce davrandı. “Kim yaptı peki?”


Murat’ın dudakları, odaya girdiğinden beri ilk kez bir tebessümle

kıvrıldı. “Kendisi.” Sinirli miydi, mutlu mu, gergin mi, yoksa rahat mı… Ruh

68
Sıfır: “Oyun Bitti”

halini ve duygu durumunu Dize bile anlayamıyordu. Adam kapalı kutu


gibiydi.
“Fırat,” dedi Ragıp. “Gidip cesede bak. Ortada silah varsa incele. Bu

işi bizzat halletmeni istiyorum.”


Fırat’ın burada kalıp Murat’ın anlatacaklarını dinlemek için yanıp

tutuştuğu belliydi, ama itiraz etmedi. Buna yeltenmedi bile.


“Baş üstüne,” dedi, isteksiz hareketlerle doğruldu ve ağır adımlarla
odayı terk etti.
“Anlat bakalım,” dedi Ragıp, Murat’a dönüp. “Bütün detaylarıyla,

hiçbir gerçeği atlamadan.”


Murat göz ucuyla Dize’ye baktı. Kadın ellerini ovuşturarak sakince

bekliyordu.
Murat gidip onun karşısındaki -şimdi boş olan- sandalyeye oturdu.

Ve Ragıp’a dönüp anlatmaya koyuldu.

***

Murat sözlerine son noktayı koyduğunda Fırat odaya döndü.


“Başkomiserim,” dedi. “Bunun intihar değil cinayet olduğuna dair hiçbir
bulgu yok. Her şey Tahir Yıldız’ın kendi kafasına sıktığını doğruluyor. Ne

yapacağız?”
Ragıp düşünmeye gerek duymadı. “Bir şey yapmayacağız. Cesedi

morga teslim edeceğiz. Murat Bey ve Dize Hanım ise Yıldırım Holding’e -ya
da her nereye gideceklerse oraya- bırakılacaklar.”

69
Ozancan Demirışık

Dize ayağa kalktı ve Fırat’a dönüp onunla el sıkıştı. “Teşekkürler


Komiserim.”
Fırat konuşmadı, teşekkürü başını sallayarak kabul etti. Dize bu kez

Başkomiser’e elini uzattı. “Size de teşekkürler Ragıp Bey.”


Ragıp kadının elini hafifçe sıkıp, “Bence teşekkür etmeyin Dize

Hanım,” dedi. “Fırsatım olsa böyle bitmezdi. Aklımda bambaşka şeyler


vardı.”
Murat gülümsedi.
“Bunun son karşılaşmamız olduğunu sanmam Başkomiser. Bir

dahaki sefer görkemli bir finale fırsat bulabilirsin belki.” Ve başka bir şey
söylemeye gerek duymadan odadan çıktı. Dize, Ragıp’a mahcup bir bakış

attıktan sonra onu takip etti.


Kapı artlarından kapanınca, Fırat sandalyeye çöküp ıslık çaldı. “Ne

gündü ama!”
Ragıp ona kötü kötü baktı.
“Tamam,” dedi Fırat. “Sustum.”

28 Kasım 2008 – 12.54


Sinop

Öğle üzeri güneşinin cılız ışınları dar pencereden içeri süzülüyor ve

zifiri karanlık olması gereken odayı loş hale getiriyordu. Kış gelmek
üzereydi, ama bugün hava ılıktı. Her gün evde pinekleyen işsizler

70
Sıfır: “Oyun Bitti”

kendilerini dışarı atıyor, öğrenciler gezebilmek için okulu kırıyor, ev


hanımları evden çıkabilmek için bahane arıyordu…
Hikmet Latin, iki oda bir salonluk bekâr evinde, kendi odasında,

geniş yatağındaydı. Orta yaşlı, dazlak bir adamdı. Yüzünde tek tük
kırışıklıklar vardı. Kalın siyah kaşları düz bir çizgi şeklinde alnında

birleşmişti. Kırçıl bir bıyık dudağının üzerini süslemekteydi.


Derin uyku halinden sıyrılmak üzereydi. Az sonra gözleriyle beraber
bilinci de açılacak ve böylece uyanacaktı.
Başucundaki masa saatinde, yelkovan ve akrep tıkırdayarak

ilerlemekteydi.
Tik tak. Tik tak. Tik tak.

Dördüncü ‘tik tak’ta Hikmet Latin uyandı. Tavana bakıp gözlerini


kırpıştırdı. Ve yatakta oyalanma fikrini bir kenara bırakıp ayağa dikildi. Başı

dönüyor ve ağrıyordu. Bir an için dengesini kaybedecek gibi oldu,


sendeledi, gözleri karardı.
Birkaç saniye sonra gözlerini yeniden açtığında, aklına gelen ilk soru,
“Kimim ben?” oldu ama fazla düşünmesine gerek kalmadan kim olduğunu
hatırladı. Sadece onu değil, diğer her şeyi; tüm hayatını, yaşadığı iyi veya
kötü şeyleri, ailesini, dostlarını da anımsamaktaydı.
“Canım sıkılıyor,” diye fısıldadı.

Sinop Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi. Bugün Cuma olduğuna


göre okula gidecek ve ders verecekti. Canı sıkkın olabilirdi ama okulda

yaşayacaklarının bu güne renk katacağından emindi.


Giyindi, evden çıktı. Arabasını almadı. Okula yürüyerek gitmek

istiyordu. Đlk adımlarını atarken, “Oyun başlasın,” diye mırıldandı.

71
ÜÇÜNCÜ KISIM
HAYALET
Sıfır: “Oyun Bitti”

28 Kasım 2008 – 13.40


Yıldırım Holding/Şişli

“Yani her şey bitti mi?” diye sordu Taylan Yıldırım. “Bu işin peşini
bırakıyor musunuz?”

Yıldırım Holding’te, Taylan’ın odasındaydılar. Pek de iç açıcı olmayan


bir rapor sunmuşlardı ona. Anlattıkları elbette adamın hoşuna gitmemiş,

moralini alt üst etmişti.


Murat içini çekti. “Taylan Bey, en başından beri o yaşlı adamın
bilerek ve isteyerek huzurevindeki insanları öldürdüğünü düşünmüyorum.
Đçgüdülerim – ”
“Ne zamandan beri içgüdülerine güveniyorsun Murat?” diye sordu
Taylan. “Ben senin delilci olduğunu zannederdim.”
“Öyleyim, ama kimin doğru kimin yalan söylediğini anlamakta da
ustayım. Tahir Yıldız yalan söylemiyordu. Gizem’in evine giderken,
gözlerindeki umudu gördüm. Hipnozla suçsuzluğunun kanıtlanacağına

inanıyordu. Katil bütün zihni ve bedeniyle o olsaydı, hipnozdan önce


umutlu değil gergin olması gerekirdi.”

“Ya Kızıl Gizem’i yanıltabilecek kadar güçlü doğaüstü bir varlıksa?”

diye söze girdi Dize.


“Öyle olsa Gizem en başından anlardı,” dedi Murat. “Kötücül

doğaüstü varlıkları kilometrelerce öteden bile sezebilir.”


“Madem öyle, Tahir’i öldüren hayaleti neden sezemedi?”

73
Ozancan Demirışık

Murat omuz silkti. “Kim bilir? Komplocular yine iş başında. Belki o


tam olarak hayalet bile değildi.”
“Hayalet değilse ne?” diye sordu kadın ama cevap alamayacağını

biliyordu. “Tetikçiyi araştırsak?”


Murat bir sigara yakarken karşılık verdi: “Nasıl araştıralım Dize,

herifin yüzünü bile göremedim. Yakın mesafeden ateş ettim ama ıskaladım.
Nasıl oldu bilmiyorum. Hiç doğal gelmedi.”
“Bu işte doğal olan ne var ki?” diye homurdandı Dize. “Komiser Fırat
ve Başkomiser Ragıp’ı da karşımıza aldık.”

“Ne gerekiyorsa onu yaptım Dize,” dedi Murat meydan okur gibi.
“Pişman değilim.”

“Tamam canım, bir şey demedim.”


“Zaten bir sorun olacağını sanmıyorum. Başkomiser Ragıp iyi birine

benziyor. Sadece biraz tez canlı.”


“Komiser Fırat da öyle,” dedi Dize. “Tez canlı ve öfkeli değil gerçi,
ama elbette Ragıp’ın tarafında. O da işini iyi yapmaya çalışan kendi halinde
bir polise benziyor.”
Murat bıyık altından güldü. “Bir de yakışıklı tabii.”
Dize dudak büktü. “Eski sevgilin kadar güzel olmasın da...”
Taylan onların arasındaki diyaloga kulaklarını tıkamış, elindeki

kalemle oynuyordu. Bu iş canını fena sıkmıştı. Birim Sıfır çözmeye çalıştığı


ilk olayda çuvallarsa, yeniden kurulmasına karşı çıkan tüm üst makamlar

‘ben söylemiştim’ havasına bürünecekti.


O anda telefonu çaldı. Ahizeyi kulağına götürüp, “Evet Şebnem?”

dedi yumuşak olduğunu umduğu bir sesle. Biraz dinledikten sonra,

74
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Tamam, birazdan çıkıyorum. Söyle beklesin,” deyip telefonu kapattı. Murat


ve Dize’ye baktı. “Benim çıkmam lazım. Rakip şirketlerden birinin sahibiyle
toplantım var. Geç bile kaldım. Şoför aşağıda bekliyor.”

Murat ayağa kalktı. “Tabii Taylan Bey. Biz de birime dönecektik.”


“Evet, birime dönüyoruz. Laboratuarlar falan var ya, bol bol inceleme

yapacağız,” diye dalga geçti Dize.


“Đnşallah ileride o da olacak,” dedi Taylan. “Tabii ilk işimizde
çuvallamazsak.”
Cevap vermelerini beklemeden ayağa kalktı, askıdan paltosunu aldı

ve hızlı adımlarla odadan çıktı. Murat tokat yemiş gibi arkasından


bakakaldı. Taylan Bey’in onları böyle tersleyeceğini hiç düşünmemişti.

Dize elini Murat’ın omzuna koydu. “Takma kafana. Morali çok


bozuldu. Taylan Bey arada sırada aksileşir.”

“Ben yıllarca emrinde çalıştım ama böyle davrandığını hiç


görmemiştim. Sanki işlerin sarpa sarması bizim suçumuzmuş gibi tavır
yaptı adam.” Yutkundu. “Neyse, ilk iş gerginliği deyip geçelim. Bu
yaşananlardan sonra ben de patlamaya hazır bomba gibiyim.”
“Ofise dönelim artık,” diye önerdi Dize. “Ya da senin tabirinle
‘birim’e. Biraz fikir teatisi yapalım, belki bir çözüme ulaşırız.”
“Ulaşabileceğimizi sanmıyorum ama yapalım bakalım.”

Kapıya doğru yürürlerken, Murat’ı neşelendirmek için, “Koluma girip


bana bir kat aşağıya kadar eşlik eder misiniz beyfendi?” diye sordu Dize.

Murat güldü. “Ederiz hanfendi.”

***

75
Ozancan Demirışık

Ofise varmak üzerelerdi ki, elini cebine atan Murat sigara paketinin
bomboş olduğunu fark etti. Dize’nin kolundan nazikçe çıktı. “Gidip bir

sigara alayım,” dedi. “Beyin fırtınası yaparken çok sigara içerim.”


“Ne yaparken az sigara içersin peki?”

“Uyurken,” dedi Murat ciddi bir tavırla.


Dize bir kahkaha patlattı. “Đyi, hadi git sigaranı al. Đçeride
bekliyorum.”
Murat ters yöne doğru yürürken Dize ofisin kapısına ulaştı ve kulpu

çevirip içeri adım attı.


Odayı göz ucuyla süzdü. Her şey yerli yerinde görünüyordu:

Koltuklar, dolaplar, masalar…


Montunu çıkarıp asacaktı ki, “Hoş geldiniz,” diyen bir ses duydu.

“Ben de sizi bekliyordum.”


Dize korkuyla çığlık atıp başını çevirdi. Đki saniye önce boş olan
koltuklardan birinde şimdi yaşlı bir adam oturuyordu. Kır saçlı, sıska
yapılıydı. Bacak bacak üzerine atmıştı; yüzünde neşe ve keder karışımı tuhaf
bir ifade vardı.
Dize’nin ruhuna baskı yapan korku zirveye varmışken, kapı
çarpılarak açıldı ve Murat elinde silahla içeri daldı. Çığlığı duyduğu gibi

silahını kapıp koşmuştu anlaşılan.


Dize hemen onun arkasına geçti; yüzü dehşetle çarpılmıştı. Nedenini

bilmiyordu ama içgüdüleri bu yaşlı adamda yanlış bir şeyler olduğunu


alarm veriyordu.

76
Sıfır: “Oyun Bitti”

Murat adamı fark edip silahı ona doğrulttu ve tetiği ardı ardına iki
kere çekti. Đki mermi havayı yararak hızla ilerledi. Adamın göğsüne saplanıp
onu mevta etmeleri gerekirken, tıpkı havada süzülür gibi içinden geçip

koltuğu deldiler.
“Sen hayaletsin!” diye haykırdı Murat. “Tahir’i öldüren de sendin.

Ben de o kadar yakından nasıl ıskaladım diyordum.”


Hayalet kısık ve hırıltılı bir kahkaha attı. “Ben Tahir’i öldüreceğim,
öyle mi? Đnan bana, ona zarar verecek en son kişiyim. Tanımadığın birine
silah doğrultmaktansa – ”

“Tanımadığın ‘bir şeyin’ diyecektin sanırım,” dedi Murat. Silahın işe


yaramadığı açıktı ama yine de hayalete doğru tutmaya devam ediyordu.

Kendini güvende hissetmesini sağlıyordu bu.


Hayalet gözlerini kıstı. “Tetikçiyi hatırla. Gözlerinin önüne getir.

Benden fiziksel farklılıkları olduğuna eminim. Tamam, yüzünü göremedin,


ama ne giymiş olursa olsun bedenini seçebilmişsindir.”
Murat, hafızasını yoklamaya gerek duymadı. Tetikçinin daha ince
yapılı olduğunu hatırlaması zor olmamıştı. Hayaletlerin fiziksel
görünümlerinde değişiklik yapamadıklarını biliyordu. Gerçi karşılarındaki
başka tür bir yaratık da olabilirdi ama hayatı boyunca pek çok hayalet
görmüştü ve bu adamın onlardan biri olduğuna neredeyse emindi.

“Tahir’i öldüren sen değilsin belki,” diye mırıldandı, “ama onun


tarafında olmadığını nereden bilelim?”

Hayalet, koltukta rahat bir tavırla oturmaktaydı hâlâ. Üst üste duran
bacaklarını aralamaya bile zahmet etmemişti. “Çünkü Dize Hanım’ın bu işe

77
Ozancan Demirışık

girişmesini sağlayan elli yıllık dosyaları dolabınıza yerleştiren bendim. Ve


size yardım edeceğim. Ben olmadan bu işi çözemezsiniz.”
Dize korkusunu yenmek üzereydi. Hayatında ilk kez bir hayaletle

karşılaşıyordu ve bu elbette ürpertici bir deneyimdi. Onun yaşlı bir ‘insan’


değil de bir hayalet olduğunu anladığında vücudu yaşadığı dehşetin

etkisiyle buz kesmişti. Ama şimdi giderek kendini topluyordu.


Hayaleti gördüğünden beri ilk kez konuştu: “Nasıl bir yardım bu?”
“Anlatacağım,” dedi hayalet samimi bir tebessümle. “Benden
korkmana da gerek yok. Tek bir insana zarar vermişliğim yoktur. En

azından hayalet halindeyken.”


Dize onun cam gibi gözlerinin içine, tam içine baktı. “Umarım

öyledir.”
Hayaletin tebessümü titremedi bile. “Öyle.”

Murat bunları yarı kulakla dinliyordu. Düşüncelere dalmıştı. Kötücül


hayaletlerin her daim öfkelerinin esiri olduğunu iyi bilirdi. Öyleleri genelde
ne yalan söyler ne de politik veya stratejik hareketlere başvururdu: Sadece
saldırır, öldürür, yakıp yıkarlardı…
Odadaki iki dolaptan sağ taraftakine yöneldi. Silahını beline taktı ve
dolaptan beyaz renkli başka bir tane çıkardı.
“Her ihtimale karşı yanımda bulunduracağım. Đçinde çok iyi tanıdığın
24
bir alkali metalden yani sodyum radyo-izotopu Na’dan ürettiğim
kapsüller var. Sana bile etki edebilir Hayalet Bey. En ufak bir yanlış

hareketinde tetiği çekerim.” Hayaletin işgal ettiği mavi kanepenin tam


karşısına bir sandalye çekip oturdu. Silah ‘adamın’ tam yüzüne

doğrulmuştu.

78
Sıfır: “Oyun Bitti”

Dize, Murat’ın arkasında ayakta beklemeyi tercih ediyordu.


Hayaletin o kadar yakınına gitmek istememişti. Şimdilik.
“Seni dinliyorum,” dedi Murat. “Bize nasıl yardım edebilirsin? Bu

olayların iç yüzü ne?”


Murat’ın söyledikleri, hayaletin o rahat tavrını silip süpürdü.

Zihninde, anılarına doğru sert bir yolcuk yapmaktaydı görünüşe göre.


Bacaklarından birini nihayet indirmiş, daha gergin bir oturma pozisyonuna
geçmişti.
“Yüz on yıl önceydi,” diye başladı. “Dile kolay, yüz on yıl! O zamanlar

otuz yaşında, kendi halimde bir sigortacıydım. Adım Arslan’dı. Đşimi


seviyordum, karımı seviyordum, çocuklarımı seviyordum. En önemlisi

yaşamayı seviyordum. Bu duyguyu aşina mısınız bilmem. Rutin gibi


görünen her gün sizin için yeni bir heyecan olur. Yatarken de kalkarken de

yüzünüzde bir tebessüm vardır. Çektiğiniz zorluklara, ‘Beni öldürmeyen şey,


güçlendirir’ gözüyle bakarsınız.” Gözlerini boşluğa dikti. “Aynen bu
durumdaydım. Eksiksiz bir mutluluk.”
Kısa bir sessizlik olunca, “Tüm bunların konumuzla ilgisi ne?” diye
çıkıştı Murat.
“Sabret komiser!” dedi hayalet sertçe. “Dinlersen anlayacaksın.” O
buğulu haline dönüp, anlatmaya devam etti: “Sıradan bir günün sonunda,

sıradan bir geceydi. Đçimde anlam veremediğim habis bir his vardı. Kötü bir
şeyler olacak gibiydi. Karımı ve iki kızımı defalarca öpmüştüm. Onları bir

daha göremeyeceğimi hissediyordum.” Önce Murat’a, sonra Dize’ye baktı.


“Ve göremedim de.”

“Neden?” diye sordu Dize. “Öldürüldün mü?”

79
Ozancan Demirışık

Hayalet, “Keşke,” dedi, “keşke öldürülseydim. Çok daha kötüsü oldu.


Ruhum bedenler arasında salınmaya başladı.”
Murat gözlerini merakla kıstı. “Nasıl yani?”

“Sabah uyandığımda, kendimi farklı bir evin farklı bir odasında


buldum. Daha buna anlam verememiştim ki; aynada yüzümü, daha

doğrusu bir başkasının yüzünü gördüm. Her şey farklıydı. Evimde, odamda,
hatta kendi bedenimde bile değildim! Ve bir dakika kadar sonra zihnim
yabancı anıların hücumuyla çatlayacak gibi oldu. Đçinde bulunduğum kırk
beş yaşındaki erkek bedeninin bütün anıları ve bildiği her şey kafama

yükleniyordu. Kendimi yere attım, bunun acısıyla yüzleşmek için çığlık


çığlığa haykırdım, tepindim. Neyse ki bu bedenin sahibi bekârdı; evde de

ondan gayrı kimse yaşamıyordu. Çığlıkları duyan olmadı. Kimse gelip


benden hesap sormadı.

“Bunun bir kâbus olmasını umuyordum, ama olmadığını içten içe


biliyordum. Uyanmak istiyor ama uyanamıyordum. Alt üst olmuştum.
Bütün gün o evin içinde dolanıp durdum. ‘Yoksa delirdim mi?’ diyordum
kendi kendime. Aklıma başka bir açıklama gelmiyordu. Tüm bunlar benim
hayalim miydi? Yoksa daha önceki hayatım, zihnimdeki bir yanılsamadan
mı ibaretti? Gerçek olan bu muydu? Ben bu muydum?
“Bilmiyordum. Milyon tane soru vardı aklımda ve biri dahi cevaba

kavuşmuş değildi. Gidip karımla görüştüm. Beni tanımadı. Kaybıyla dalga


geçen bir serseri olduğumu sandı.”

“Kaybı mı?” diye sordu Dize. “Yani – ”


Hayalet başını salladı. “Evet, ölmüştüm. Kendi bedenim ölmüştü en

azından. Bu belki o yaşamın hayali olmadığını gösteriyordu ama dehşet

80
Sıfır: “Oyun Bitti”

verici bir şeyin de kanıtıydı: Kendi bedenime asla dönemeyecektim. Tek


yapabileceğim, karımı ve kızımı bir daha göremeyeceğim gerçeğini
kabullenip bu yaşama uyum sağlamaktı.”

Bir sessizlik oldu ve bu kez daha uzun sürdü. Dize’yle Murat ilgiyle
dinliyorlardı, hatta Murat fark etmeden silahını indirmişti. Bu sessizlik
24
sırasında toparlandı ve hayaletler için yıkım etkisi gören Na’dan üretilmiş
mermilerle dolu silahı tekrar kaldırdı. Bu maddeyi onlar için Taylan Bey
temin ediyordu – hayaletler, seyreltik bile olsa moleküler yapıya sahiptiler
ve bu madde yapılarında bozunma meydana getiriyor, bir süre için ortadan

kaybolmalarına sebep oluyordu.


Hayalet buna dikkat etmedi bile. Yutkundu -ya da yutkunma denen

hareketi taklit etti- ve söze döndü: “Uyum sağlamak isterdim. Belki bir-iki
yıl zorlanırdım ama sonra yeni yaşamıma alışırım. Zaten Ruhi Eriz adındaki

bu adamın hayatı boyunca neler yaptığını ‘hatırlıyor’, bildiği şeylerin


hepsini en küçük ayrıntısına dek biliyordum. Bu bir sorun olmazdı. Ama…”
Titredi. “Yapamadım. Öyle bir şansım olmadı. Sonraki sabah bir başka

bedende uyandım. Bir sonraki sabah yine bir başkasında. Ertesi sabah da

öyle… Sonsuza kadar sürecekti bu!”


Dize ürperdi. Bu, Dünya üzerindeki, doğal ya da doğaüstü bütün

eziyetler arasında ilk ona girerdi herhalde. Dinlemek bile böylesine


sarsıcıyken, adamın yerinde olup bunları yaşamanın acısını düşünmek dahi
istemezdi.
Hayalet, ya da yıllar yıllar önceki adıyla Arslan, “Cinsiyet fark
etmiyor,” dedi. “Đçinde bulunduğunuz beden bir kadına ait olabilir. Hatta
bir eşcinsele ya da lezbiyene. Bir fahişenin içinde olabilirsiniz. Bir

81
Ozancan Demirışık

sübyancının da. Bir gün boyunca sahip olduğunuz o beden, iyi bir insanın
da olabilir, kötü bir insanın da.”
Gözleri geçmişe daldı.

“Günlerimi öyle bedenler içinde geçirdim ki, hatırlayıp zihnime


işkence etmek istemiyorum. Ama en kötüsü şuydu: Hiç kimsede, hiçbir

yerde barınamıyordunuz. Bir bedene tutunamıyordunuz. Aynaya baktığınız


her gün başka bir insanla karşılaşıyordunuz. Bir gün inanılmaz yakışıklı
oluyordunuz, sonraki gün inanılmaz ‘güzel’. Üçüncü gün ise yüzüne
bakılamayacak kadar çirkin… Anlatabiliyor muyum bilmiyorum. Bu duyguyu

size tam anlamıyla hissettirebilmem olanaksız. Ancak yaşarsanız


kavrayabilirsiniz. Benim gibi yetmiş yıl yaşarsanız çok daha iyi kavrarsınız

üstelik.”
Murat ıslık çaldı. “Yetmiş yıl! Bir insan ömrü eder bu!”

Hayalet başını salladı. “Kimse dayanamaz. Bu eziyete kimse ama


kimse dayanamaz, emin olun.”
“Peki içinde bulunduğun beden ölürse ne olur?”
Arslan çabucak yanıtladı. “Đntihar bile etse, sonraki güne kadar
deliksiz bir uykuya yatar. Ardından yeni bedende uyanır. Ama bu onun için
bir kurtuluş değildir çünkü uyku bir şeyi değiştirmez: Yeni bir bedende
uyumaya devam eder. Sadece o bedenlerde olduğu süreyi kısaltabilir ama

bu döngünün sonsuza kadar devam etmesini engelleyemez.”


Odaya gergin bir sessizlik hâkim oldu. Dize ve Murat öğrendiklerini

hazmetme çabası içerisindelerdi, ama başarmaları mümkün


görünmüyordu. Gerçekler midelerine oturmuştu sanki.

82
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Böyle durumlarda ruhun bedenler arasında sonsuza dek


salınacağını söylemiştin,” dedi Murat. “Peki sen gerçek anlamda ölüp bir
hayalet olmayı nasıl başardın? Bu eziyetin bir kurtuluşu var mı?”

“Var,” dedi adam. “Kendini yakmak.”


Dize’nin gözleri hayretle büyüdü. “Niye yetmiş yıl bekledin? Bunu

bilmiyor muydun?”
“Yedinci yılımda öğrenmiştim.”
“Öyleyse?” dedi Murat. O da Dize gibi şaşkındı. “Yıllar boyu bu
eziyeti çektikten sonra neden yanarak ölmekten korktun? Acıya katlanıp

her şeyden kurtulamaz mıydın?”


“Bilinmeyenin korkutuculuğu,” diye yanıtladı hayalet. “Daha çok acı

çekeceğimi sanıyordum. Normalde yanarak ölen insanlardan on, yüz, bin,


hatta milyon ve milyar kat fazla acı çekeceğimi ve bu acının uzun, çok uzun

süreceğini düşünüyordum. Korkuyordum, çünkü hayatımı kara bir girdaba


çeviren bu eziyetin; böylesine basit, böylesine hızlı sona erebileceğine
inanmıyordum. Dahası Cehennem’e gitmekten korkuyordum ve orası da
pek iç açıcı bir yer sayılmaz.” Durakladı. “Ama sonunda bunu yaptım.
Kendimi yaktım. Öldüm.”
“Peki neden hayaletsin?” diye sordu Dize. “Neden Cennet’te ya da
Cehennem’de değilsin de iki boyut arasında sıkışıp kaldın?”

“Artık anladığınızı sanıyorum,” dedi Arslan. “Bu duruma düşen


insanlar yıllar boyu dayanıyorlar. Acıyı çekiyor ve hiçbir şey yapmadan

günlerin geçmesini izliyorlar. Ama sonunda -benim için yetmiş sene sonra-
dananın kuyruğu kopuyor. Delirmiş gibi insan öldürmeye başlıyorlar. Her

83
Ozancan Demirışık

türlü çılgınlığı yapıyorlar. Çünkü artık hayatın ve insanların onlar için bir
önemi yok.”
Murat gözlerini kıstı. “Tahir’in bedeninde o cinayetleri işleyen sen

miydin?!”
“Hayır!” diye çıkıştı Arslan. “Ben bir hayaletim salak herif, hâlâ

anlayamadın mı? Bunları yüz on yıl önce yaşadığımı söylemiştim. Kırk


senedir hayaletim. Şimdi karşıma geçip son olaylarla ilgim varmış gibi
hesap sorma.” Bir anda duruldu. “Ama evet, ben de cinayet işledim.”
Dize nefesini tuttu. “Dolaba yerleştirdiğin dosyalar – ”

“Evet,” dedi Arslan. “O dosyaların sorumlusu benim. Orada anlatılan


her şey tamamıyla benim işim. Yetmiş sene dayandıktan sonra üç hafta

boyunca her türlü çılgınlığı yaptım. Ancak üçüncü haftanın sonunda


kendime gelebildim. Yanmam gerektiğini anladım, çünkü ben bu

olamazdım. Bir canavar olamazdım.”


Yetmiş yıldan sonra yalnızca üç hafta, diye düşündü Murat. Onun
yerinde kendisi olsa, süreler arasındaki orantının daha iç açıcı olacağını pek
zannetmiyordu. Evet, Arslan zamanında türlü katliamlar yapmış olabilirdi,
ama öyle acılar çekmişti ki ona hak vermemek mümkün değildi.
“Sorumu hâlâ yanıtlamadın,” diye diretti. “Neden hayaletsin?”
“Çünkü birinin daha bu lanete sahip olacağını biliyordum. Onun da

‘bir süre’ dayandıktan sonra çıldıracağından emindim. Đnsanları


katledecekti. Belki tek kişi öldürerek başlayacaktı, ama sayı giderek artacak

ve bugünkü gibi toplu katliamlara dönüşecekti. Öylece ölüp gidemezdim.


Bu döngünün sürüp gitmesine izin veremezdim.”

84
Sıfır: “Oyun Bitti”

Dize anladığını düşünüyordu. “Yani,” dedi, “kapanmamış bir davan,


yapman gerektiğini düşündüğün bir iş vardı ve bu yüzden huzura
eremedin. Bir hayalet oldun.”

Arslan başıyla onayladı. “Aynen öyle.”


Murat her şeye rağmen içinin coşkuyla dolduğunu hissediyordu. Bir

süre öncesine kadar, bu olayın peşini bırakma noktasına gelmişlerdi. Takip


edebilecekleri hiçbir iz, onları çözüme taşıyacak hiçbir bilgi yoktu. Ama
olayın içyüzünü bütün ayrıntılarıyla öğrenmişlerdi artık. Harekete
geçebileceklerdi.

“Asıl soru şu olmalı,” dedi. “Bize nasıl yardım edebilirsin?”


Arslan açıklamaya girişti: “Benden sonraki tutsak ruhun salınmaya

başlaması on sekiz yıl sürdü. Hayalet halinde bunca yıl bekledim


anlayacağınız. Ama bir umut vardı. Ruhumu saran bir sezgi. Bana benzeyen

birinin yakında doğacağını anlatıyordu. Doğumdan kastedilenin sembolik


olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Bir ruhun daha salınmak üzere
olduğu anlamına geliyordu bu. Salınma başladığında -ya da diğer bir
tabirle, yeni kurban verildiğinde- fark ettiğim ilk şey, sezgi sayesinde o
ruhu hissedebildiğim oldu. Onun varlığı ikinci bir kalp gibi göğsümde
atıyordu sanki.
“Yıllar geçtikçe sezgi arttı. Cinayetleri işlemeye başladığında ise artık

nerede olduğunu ve ne zaman kötü bir şey yapacağını bile sezebilir oldum.
Đçinde bulunduğu bedenle ilgili birtakım bilgilere de ulaşabiliyordum. Bu

seferki adamımız, Ahmet Turan, otuz iki yıl dayandı. Ve şimdi altıncı
katliamını yapmak üzere. Đlk dördünde dört kişi öldürdü. Her seferinde

teker teker. Ama bu sonuncusu, çılgınlığının doruğa çıktığı noktaydı.

85
Ozancan Demirışık

Biliyorsunuz, pek çok yaşlı insanı gözünü kırpmadan katletti. 26 Kasım’da


yani dün, neden bilmiyorum ama, herhangi bir cinayet işlemedi. Ama
bugün bir şeyler yapmayı planlıyor. Çok büyük şeyler. Akıl almaz bir

canilik.”
Murat silahı beline takıp ayaklandı. “Nerede? Gidip onu durdurmak

zorundayız.”
“Üzgünüm,” dedi hayalet. “Ahmet Turan şu an bir öğretmenin
bedeninde.”
“Yani?” diye sordu Dize, neden üzgün olduğunu anlayamayarak.

“Bir lisede,” dedi Arslan. “Sinop’taki bir lisede. Ve katliamına


başlamak üzere. Asla yetişemeyiz. Bugün bir mağlubiyetimiz daha olacak.”

28 Kasım 2008 – 13.50


Sinop Lisesi

Hikmet Latin yüzünde içten bir tebessümle okul bahçesinde


yürüyor, rastladığı meslektaşlarına bu güler yüzüyle selam veriyordu. Hatta

kimi öğrencileri bile selamlardan nasibini alıyordu. Sinop Lisesi öğrencileri,


otoriter Türk Edebiyatı öğretmenlerinin böylesine neşeli olmasına alışık

değillerdi ama akıllarında futbol ve kızlardan başka pek bir şeye yer

olmadığı için kafaya takmamışlardı.


Hikmet’in -veya Ahmet’in- can sıkıntısı yakında uçup gidecekti.

Eğlenecekti. Az kalmıştı. Çok az.

86
Sıfır: “Oyun Bitti”

Teneffüsün bittiğinin habercisi olan okul zili çalınca, “Hadi çocuklar,


sınıflarınıza,” diye buyurdu. Öğrencilerin çoğu içeri girdi, bazılarıysa her
zaman olduğu gibi son ana dek durmayı tercih etti.

Hikmet bahçede volta atarak öğretmenler zilinin çalmasını


bekliyordu. Dar bir bahçeydi ama hava böyle güzelken işe yarıyordu. Her

teneffüs tıklım tıklımdı – bazı öğretmenler de kendilerini dışarı atıp biraz


hava almaya çalışıyordu çünkü.
Kendisi gibi (artık Ahmet Turan diye biri olduğunu düşünmüyordu,
o yüzden içinde bulunduğu bedenleri kendisinin sayıyordu) Edebiyat

öğretmeni olan Akif Bey de bahçedeydi. Hikmet’i görünce yanına gelip,


“Nasılsınız azizim?” diye sordu gür bir ses tonuyla.

“Đyiyim Akif Bey,” dedi Hikmet. “Siz de iyisinizdir umarım?”


“Đyi diyelim iyi olalım azizim.”

Bu ‘azizim’ hitabını istisnasız her lafında kullandığı için Hikmet’in


adamı boğazlayası geldi. Elleri titriyordu, ama kendini tutmalıydı. Çok daha
büyük bir ‘parti’ onu beklerken küçük yemlere itibar gösteremezdi.
“Bugün sınav yapacağınızı duydum,” dedi Akif Bey. “Başarılar dilerim
azizim. Ben de birkaç güne kadar yapmayı düşünüyorum. Haylazlar biraz
ertelemem için beni ikna ettiler.”
Hikmet başını salladı. “Evet, bugün sınav yapmayı planlıyormuş.”

“Kim?”
“Affedersiniz,” dedi Hikmet. “Dilim sürçtü. ‘Planlıyordum’

demeliydim.” Gülümsedi. “Vazgeçtim. Artık başka bir planım var.”

87
Ozancan Demirışık

Akif adamın bu kadar büyük bir ‘dil sürçmesi’ni nasıl yapabildiğini


merak etmişti ama son cümlesini duyunca o merak yerini bir başkasına
bıraktı. “Nedir o planınız?”

Hikmet’in cevap vermesine gerek kalmadan öğretmenler zili çaldı.


“Hadi ‘azizim’,” dedi. “Sınıflara.” Ve Akif’i beklemeden hızlı adımlarla içeri

girdi.

***

“Yarınki sınavdan önce sizinle bir etüt yapmak istiyorum.”


10 YDĐL sınıfındaydı. Bugünün şanslı topluluğu onlardı. Her zamanki

gibi dersi şamata gırgırla geçirmişlerdi -sınavın bir gün ertelendiğini


duymak da morallerini tavana vurdurmuştu- ama etüt tahmin ettiklerinden

farklı geçecekti.
“Saat beş buçukta burada olun,” diye devam etti Hikmet.
Gülümsüyordu. Bu gülümseme kimseye sinsi veya Şeytanî gibi gelmiyordu.
Ama öyleydi. Ah, evet, kesinlikle öyleydi! “Hepinizi bekliyorum.
Gelmeyenlerin eksi alacağını belirtmeme gerek yok sanırım.”
Gelmeyenlerin hayatta kalacağını da belirtmeye gerek yok, diye
düşündü. Bu düşünce üzerine neredeyse kahkaha atacaktı. Ama kendini

dizginledi. Birkaç saat sonra yeterince gülecekti.


Zil çalınca, “Çıkabilirsiniz çocuklar,” dedi. “Unutmayın, oyun beş

buçukta.” Duraksadı. “Ah, oyun mu dedim? Etüt diyecektim. Kusuruma


bakmayın. Bugünlerde dilim çok fazla sürçüyor.”

88
Sıfır: “Oyun Bitti”

Kitaplarını dirseğinin altına sıkıştırıp, seker gibi yürüyerek sınıftan


çıktı.

17.00

Yemekhaneye inen merdiven boğuk ve kasvetliydi ama oyuna giden


yolu simgelediği için Hikmet’i heyecanlandırıyordu. Saatler geçtikçe

coşkusu katlanarak büyümüştü ve artık doruğa varmak üzereydi.


Basamakları hızlı adımlarla indi. Aşağı kata vardığında, önündeki
metal kapıyı parmak boğumlarıyla birkaç defa tıklattı. Önce çatal-bıçak
şangırtıları, sonra ayak sesleri duyuldu ve aşçıbaşı Hulusi kapıyı açtı.

“Buyurun Hikmet Hocam,” dedi onu görünce.


Hikmet, “Sağ olasın Hulusi Efendi,” dedi ve gülümseyerek içeri girdi.

Birbirine paralel olarak sıralanmış dört tane uzun metal masa vardı.
Öğrenciler her öğlen bu masalarda tabldot olarak verilen yemekleri afiyetle

mideye indiriyorlardı. Hulusi iyi bir aşçıydı. Yaptığı yemekleri yiyen,


parmaklarını zor kurtarırdı.
Şimdi Hikmet’e soran gözlerle bakıyordu. “Hayırdır hocam?”
“Hayırdır hayır,” dedi Hikmet ve belindeki hançeri çıkardığı gibi
adamın gırtlağını parçaladı. Hulusi’nin içine çektiği son nefes boğazında
düğümlendi. Hırıltılı bir çığlık atıp yere yapıştı, kıvranmaya başladı. Gözleri
yuvalarında dört dönüyordu: Bilincini kaybetmek ve bu diyardan göçüp

gitmek üzereydi.

89
Ozancan Demirışık

Adamın gırtlağından fışkıran kanların birazını eliyle alıp diline


götürdü Hikmet. “Çok lezzetli,” diye mırıldandı. “Kan yaşamdır!”
Etrafta seker gibi yürümeye başladı yine. Dar bir alandı ve sürekli bir

yerlere çarpıyordu ama o bunu umursamıyor, coşkusunu doyasıya


yaşamaya devam ediyordu.

“Siftahı yaptık!” diye bağırdı boş yemekhane masalarına doğru,


sanki birileri onu duyabilirmiş gibi. “Đlk etap bitti! Hadi bakalım.”
Buraya bir iş için gelmişti ve oyalanmadan halletmeliydi. Pek zamanı
kalmamıştı. Saat beş buçuğa yaklaşıyordu.

Oyuna nihayet başlamanın bahşettiği coşkuyu daha fazla dile


getirmeden, daha fazla yaygara koparmadan, çatal-bıçakların konduğu

dolaba yöneldi.

***

Sinop Lisesi müdürü Feridun Gökcan masasındaki evrakları


incelemekteydi. Öğlenciler bile dağılmıştı ama o hâlâ işiyle boğuşuyordu.
Hikmet Hoca gelip beş buçukta etüt yapacağını söylemişti. Onun ve
aşçıbaşı Hulusi’nin dışında okulda kimse yoktu. Hulusi de bulaşıkları
hallettikten sonra çıkar giderdi zaten.

Tam otuz yıldır bu okulun müdürüydü. Göreve başladığında otuz


yaşındaydı, şimdiyse altmışına basmak üzereydi. ‘Koltuğuna kazık çaktı’

lafları herkesin ağzındaydı ama bunları umursadığı yoktu. Öğretmenliği


oldum olası sevmezdi; müdürlük onun için biçilmiş kaftandı. Bu yaştan

sonra başka bir iş yapamayacağına göre; kalabildiği kadar görevde kalacak,

90
Sıfır: “Oyun Bitti”

yani çalışabildiği kadar çalışacak, sonra da evde emekliliğin tadını


çıkaracaktı.
Takmayı bir türlü alışkanlık edinemediği yakın gözlüklerini almak

için çekmeceyi açtığı sırada, odanın kapısı tıklatıldı. Çekmeceden gözlük


kutusunu çıkarırken, “Gelin,” dedi.

Kapı aralandı ve Hikmet Latin yavaş ama sert adımlarla içeri girdi.
“Hayırdır Hikmet?” dedi Feridun. Uzun zamandır tanırdı Hikmet’i.
‘Bey’ diye hitap etmediği yani belli belirsiz samimiyet kurabildiği nadir
öğretmenlerdendi.

Hikmet ona doğru yürürken, “Feriduncuğum, canım benim, sıkılınca


seni bir ziyaret edeyim dedim,” diye gürledi. Tane tane konuşuyordu. Sesi,

rahatlıkla ayırt edilebilen şakrak bir tona sahipti.


Yakın gözlükleri nihayet burnunun üzerindeki yerini aldığında,

dibine kadar sokulan Hikmet’in beyaz gömleğini ‘süsleyen’ kan lekelerini


fark etti Feridun. “Bu da ne?!” demesine fırsat kalmadan, Hikmet yanına
ulaştı, onu yakalarından tutarak koltuktan kaldırdı ve duvara yapıştırdı.
“Demek gözlük takıyorsun,” dedi. Bu hoşuna gitmiş gibiydi. “Bari bir işe
yarasın.” Gözlüğü tek eliyle çıkardı, parçalara ayırdı. “Gözlerini oymak
isterdim ama bunu daha geçen gün yaptım. Đki kişiyi kör ettim. Farklı bir
şeyler deneyeceğim.”

Feridun’un dizlerinin bağı korkudan çözülmek üzereydi. “Delirdin mi


Hikmet, ne yapıyorsun?!”

“Oynuyorum,” dedi Hikmet. “Sadece oynuyorum.” Daha fazla


konuşmaya lüzum yoktu. Bu kadar laf yeterliydi. Avucundaki en büyük cam

91
Ozancan Demirışık

parçasını sağ eline aldı ve adamın ağzını zorla açtı. Geniş odada yankılanan
çığlıklar eşliğinde, camı kullanarak Feridun’un damağını kesip biçti…
Dakikalar sonra odayı terk ettiğinde, sırtında yeni bir ceset vardı.

Feridun Gökcan, damağı, dili ve diş etleri parçalandıktan sonra kafası


defalarca duvara vurularak katledilmişti…

17.39

Rıza Bilgin elindeki kalemle oynayarak Hikmet Hoca’nın gelmesini


beklemekteydi. Etüt için saat yediye kadar okulda kalacak olmaları zaten
yeterince can sıkıcıyken bir de adam gecikmişti. Söylediği saat beş buçuktu

ama altıya yirmi kala hâlâ ortada yoktu.


10 YDĐL sınıfının öğrencilerindendi Rıza. Şimdi herkes bağrışa

bağrışa geyik yaparken, o sırasında sessizce oturmayı tercih ediyordu. Pek


dışa dönük bir çocuk olduğu söylenemezdi, ama halinden memnundu.
Başını sıraya gömmüştü ki, kapının açıldığını belli eden gıcırtıyı

duydu. Başını kaldırdı, gözünü kapıya dikti. Hikmet Hoca yavaş adımlarla
içeri girmekteydi.

“Affedersiniz çocuklar, geciktim biraz,” dedi. “Bir dakika, size

göstermem gereken bir şeyler var. Hoşunuza gideceğini umarım. Hemen


getiriyorum.”

Sınıftan çıkıp, bir süre için görünürden kayboldu. Öğrenciler yirmi


saniye kadar beklediler ve bu bekleyişin sonunda, Hikmet Hoca’nın kanla
kaplı iki cesedi yerde sürükleyerek sınıfa döndüğüne tanık oldular.

92
Sıfır: “Oyun Bitti”

Okul müdürü Feridun’un ve aşçıbaşı Hulusi’nin ölü bedenleri…


Çığlıklar tüm sınıfı doldurdu. Muazzam bir dehşetin dışavurumuydu
bu. Rıza da neredeyse dayanamayıp bağıracaktı, ama korkusunu içten içe

yaşayanlardandı o. Şimdi Hikmet Hoca’nın taşıdığı cesetlere bakarken felç


olmuş gibi hissediyordu. Bir anahtar çevrilmiş ve vücudu kilitlenmişti sanki.

Ağzını açmak zor geliyordu. Dili damağına yapışmış gibiydi.


Neler oluyordu Allah aşkına?
“Şaşırdınız,” dedi Hikmet Hoca. “Ve biraz da korktunuz elbette. Ama
korkmayın, sadece oyun oynayacağız.” Belindeki kılıftan bir tabanca çıkardı,

tavana doğru tuttu. Sınıf bir kez daha çığlıklarla doldu. Öğrenciler söze
dökülemeyecek kadar sarsılmışlardı ve olanlara anlam vermekte güçlük

çekiyorlardı.
Aslında yaşadıkları bu karabasana hiçbir zaman anlam

veremeyeceklerdi. Buna fırsat bulamadan gözlerini yokluğa yumacak, öbür


dünyayı boylayacaklardı zira.
Hikmet silahı indirmişti; gözünü dikmiş onu inceliyordu şimdi.
“Müdürünüz çekmecesinde silah taşıyormuş,” diye açıkladı. “Temkinli adam
vesselam.” Bir kahkaha patlatıp, Feridun’un cesedini ayağıyla dürttü. “Ben
onu gebertirken silahı aklına bile gelmedi. Gerçi gelse de almaya fırsat
bulamayacaktı. Ama düşünmedi bile. Göründüğü kadar temkinli değilmiş,

ne dersiniz çocuklar?”
Cevap gelmedi. Öğrenciler ağlıyor, bağrışıyorlardı. Kızlardan biri

korkudan bayılmıştı. Bazıları birbirine sarılmış, bazıları sıraların altına


girmişti. Diğerleri ise Rıza gibi donup kalmıştı. Hareket etmiyorlardı;

yüzlerinde ifade yoktu. Öylece bakıyorlardı, o kadar.

93
Ozancan Demirışık

Hayat durmuştu sanki. Ve buradan sağ çıkamadıkları sürece asla


devam etmeyecekti.
Hikmet silahı ileri doğrulttu. “Demek bir cevabınız yok.” Ve tetiğe

asılıp etrafa rastgele ateş açtı. Bir yandan da gürültülü kahkahalar


atmaktaydı. Mermiler kaçışan öğrencilere saplanıyor, onları yaralıyor ya da

canlarını alıyordu.
Rıza kendini sıralardan birinin altına attı. Ağlıyor, dua ediyordu.
Mermilerden biri, iki metre önündeki Elçin adlı kıza saplanıp onu ‘yok etti’.
Rıza bunu görünce ilk kez çığlık attı. Hayatının sonuna yaklaştığını

biliyordu.
Bir daha güneşin doğuşunu ve batışını göremeyecekti. Bir daha

konuşamayacak, yürüyemeyecek, okuyamayacak, yazamayacaktı. Sevdiği


insanları göremeyecekti.

Yaşayamayacaktı.
Nasıl bir Cehennem’e düşmüştü böyle?
Hikmet Latin silahı indirdiğinde; altı kişi ölmüş, yedi kişi ciddi
biçimde yaralanmıştı. Son nefesini vermek üzere olanlar da vardı. Sınıfın
hali haraptı.
Bayılanların sayısı çığ gibi artmıştı. Korkudan altına işeyenler, kendini
kaybedip olduğu yerde debelenenler gırla gidiyordu. Hikmet bunları

memnuniyetle izlemekteydi. Aralıksız atılan çığlıklar ona şarkı gibi


geliyordu. Ama bu daha sadece başlangıçtı. 10 YDĐL sınıfı bunu bilmiyordu

belki, ama en çarpıcı biçimde öğrenecekti.


Birkaç kişi kaçmaya çalıştı -Rıza da aralarındaydı- ama Hikmet

tarafından durduruldular. “Hop hop hop,” dedi adam. “Daha oyun yeni

94
Sıfır: “Oyun Bitti”

başladı. Oturun ve bekleyin. Nereye kaçıyorsunuz? Yoksa erkenden ölüp


gitmek mi istiyorsunuz?”
Rıza diğerleriyle beraber kapıdan uzaklaştı. Hikmet güler yüzle

bakıyordu onlara, ama şeytani yüzünü herkes ‘yeterince’ görmüştü artık ve


kanları donmuştu. Böyle saf bir kötülüğün tek bir vücutta nasıl

toplanabileceğini anlamıyorlardı. Bir insan iyilikten, sevgiden, şefkatten


nasıl bu kadar uzak olabilirdi? Nasıl?
Hikmet kötülüğünün sınırlarını zorlamak ister gibi elini ceket cebine
attı. Ufak tefek şangırtılar duyuldu. Elini cebinden çıkardığında, on beş-

yirmi tane çatal bıçak tutuyordu.


“Madem hayatta kalmak istiyorsunuz,” dedi, “birbirinize saldırın.

Birbirinizi öldürün. Hayatta kalanı serbest bırakacağım.”


Çatal-bıçakları ileri doğru fırlattı. Havada süzüldüler ve dağınık bir

şekilde etrafa saçıldılar.


Otuz beş kişilik 10 YDĐL sınıfının hayatta kalan yirmi yedi öğrencisi -
yaralı olanlardan iki tanesi ölüme yenik düşmüştü- nefeslerinin kesildiğini
hissetti. Duyduklarına inanmak, kendilerinden istenen şeyi kabul etmek
istemiyorlardı. Bunu yapamazlardı. Birbirilerini öldüremezlerdi.
Karşılarındaki adam gibi bir canavara dönüşemezlerdi.
Rıza etrafa saçılan çatal-bıçaklara midesi bulanarak baktı. Hayatta

kalmak istiyordu. Hem de çok. Ama bu… Çok ağırdı.


Hikmet, öğrencilerin düşüncelerini bölen bir kahkaha patlattı.

“Benim için hava hoş. Madem yapmayacaksınız, öyleyse ateşe devam.”


Silahın emniyetini bir kez daha açtı ve kız öğrencilerden birini gözüne

kestirip beynine bir kurşun yerleştirdi. Ceset bir ‘tak’ sesiyle yere yapıştı.

95
Ozancan Demirışık

Kesilen çığlıklar sınıfı yeniden inletti. Yaralı öğrencilerin acı dolu


inlemeleri bu senfoninin dehşet dozunu arttırmaktaydı.
“Bu birincisiydi,” dedi Hikmet. “Gözdağı vereyim dedim ama işe

yaramadı. Hızlı bir ölüm sizi korkutmuyor anlaşılan. Söylemeliyim,


cesursunuz. Ama benimle başa çıkamazsınız.” Bir başka öğrenciyi gözüne

kestirdi. “Biraz daha yavaşlayalım.”


Bu kez kurşun, erkek öğrencilerden birinin gırtlağını parçaladı.
Çocuk bir çığlık atmaya çalıştı ama sadece ne idüğü belirsiz bir hırıltı
yükseldi boğazından. Etrafta sendeleye sendeleye yürüyerek inledi. Vücudu

acıyla kasılmaktaydı.
Đkinci kurşun göğsünü deldi ve onu birkaç saniye içinde hayattan

kopardı.
“Daha yavaşı da var,” diye açıkladı Hikmet, büyük bir zevkle. “Hızını

giderek azaltabilirim. Sadece birinizi öldürmem iki saat sürebilir.


Dakikalarınızı, ‘Sıra ne zaman bana gelecek?’ diye korkarak geçirebilirsiniz.
Bunu mu istiyorsunuz?”
Elini silahın tetiğine götürdü. “Size bir şans verdim. Bunu
değerlendirin.”
Rıza neredeyse çatal-bıçaklara koşacaktı. Korkuyordu. Đliklerine dek
sokulup orayı soğuk alevlerle kavuran bir dehşetti bu. Kendi kaderini

kendisi belirlemek istiyordu. Bu canavarın insafına kalmak istemiyordu;


öyleyse verdiği cılız şansı sahiden değerlendirmeliydi. Fakat arkadaşlarını

nasıl vahşice katledebilirdi? Bunu yaptıktan sonra hayatta kalsa bile, nasıl
‘insanım’ diyebilirdi? Vicdan azabı duymadan tek bir soluğu nasıl içine

çekebilirdi?

96
Sıfır: “Oyun Bitti”

Öteki öğrenciler de henüz harekete geçmemişti ama çok yakında


dananın kuyruğunun kopacağından emindi Rıza. ‘Vicdan’ın ve ‘insanlığın’
önemi giderek azalmaktaydı. Öyle bir dehşet yuvasına sürüklenmiş, öyle bir

Cehennem çukuruna savrulmuşlardı ki, sonuçlarını düşünmeden her an her


şeyi yapabilirlerdi.

Öğrencilerden biri -güzel, sarışın bir genç kız-, “Nasıl bir yaratıksın
sen?” diye haykırdı Hikmet’e. “Bize bunları neden yapıyorsun?”
Hikmet dilini dudaklarında gezdirdi. “Doğru, ben bir yaratığım. Çok
uzun zamandır insan değilim. Boşa nefes tüketmeyin, çünkü işe

yaramayacak. Bana hiçbir şey hissettiremeyeceksiniz; zevkten başka.


Sadece eğleniyorum. Oyun oynuyorum.”

Durakladı. “Son bir şansınız var. Bundan sonra, isteseniz bile o şansı
elinizden alacağım.”

Yeni kurbanı gene bir erkekti. Đsmi Hasan’dı, Doğulu bir çocuktu. Đri
yapılıydı. Hikmet ona doğru yürüdü ve yakalarından tuttuğu gibi yanına
çekti. Hasan korkudan kendini kaybedecekti neredeyse, ama yapabileceği
hiçbir şey yoktu. Karşı koymaya kalkışmadı.
Hikmet silahı onun cinsel organına doğrulttu ve tetiği çekti. Đçler
acısı bir çığlık sınıftaki her öğrencinin kulağında yankılandı. Hasan geriye
doğru yürüyüp kendini duvara vura vura haykırmaya başladı. Yüzü

kıpkırmızıydı, kasıklarından kanlar fışkırıyordu. Pantolonu kıpkırmızı


kesilmişti.

Hikmet’in durmaya niyeti yoktu. Aynı yeri hedefledi, aynı tetiği


yeniden çekti. Bu kez Hasan’ın duyduğu acı ‘ölçülemez’di bile. “Öldür beni,”

dedi kalan son dermanıyla son sözlerini ederek. “Öldür beni.”

97
Ozancan Demirışık

Hikmet güldü. “Üzgünüm, öldüremem. Beni hayal kırıklığına


uğratırken düşünecektiniz çocuklar.”
Artık sınıftaki dayanma sınırı aşılmıştı. Bu kadarı fazlaydı. Hasan’ın

başına gelenleri, hatta daha kötüsünü yaşamak için bitmek bilmez bir
bekleyişe giremezlerdi. Hiçbirisi buna katlanamazdı. Hiçbirisi…

Kuyruk kopuyor, diye düşündü Rıza. O halde başlayan ben


olmalıyım. Kendini yere attı ve çatal-bıçaklardan birer tane kaptığı gibi,
önüne gelen ilk ‘arkadaşı’na saldırdı.
Önce tüm erkekler, sonra da bunu gören bazı kızlar ileri atılıp çatal-

bıçakları kapıştılar. Hikmet arkalarında kahkaha atmakla meşguldü. Zevkten


dört köşeydi.

O dakikadan itibaren asıl vahşet başladı.


‘Canavar’ öğretmen masasına oturdu ve izledi.

Gencecik, iyi kalpli öğrenciler canavara dönüşüp birbirilerini


katletmeye başladılar. Tek bir kişi hayatta kalana değin devam edecek bir
ölüm oyunuydu bu.
Çatal-bıçakla, eğer o da yoksa elleri ve ayaklarıyla, tırnaklarıyla,
dişleriyle saldırdılar. Gözleri, duygularını yok eden bir perdeyle kaplı
gibiydi: Hiçbir şey hissetmiyorlardı. Sadece, bitsin artık, diye
düşünüyorlardı. Öleceksem de, hayatta kalacaksam da, bu artık bitsin…

Tek yapabildikleri, birbirilerini daha az acı vererek ve daha çabuk


öldürmeye çalışmaktı. Ama sadece ‘çalışıyorlardı’, çünkü bunu başarmaları

mümkün değildi. Tecrübeli katiller değil, ellerine geçen her silahla


birbirilerini yok etmeye çalışan genç öğrencilerdi onlar.

98
Sıfır: “Oyun Bitti”

Sıradan bir okul gününde kendilerini dipsiz bir kuyunun içinde bulan
birkaç ‘talihsiz’ insan…
Hayatta kalmak isteyen birkaç insan…

Bu vahşete dâhil olmayı reddeden yalnızca birkaç kişi vardı.


Kızlardan yaklaşık on tanesi bir köşeye çökmüştü; ağlayarak ölümü

bekliyorlardı. Yaşama arzusu veya ölüm korkusu bile onları canavara


dönüştüremeyecekti.
Rıza bıçağı kullanarak önüne gelen herkesin göğsünü deşiyordu. Altı
kişi öldürmüştü ve durmaya niyeti yoktu. Kız ya da erkek fark etmiyordu;

yalnızca öldürüyordu. Geçen her dakika, hayatta kalanların giderek daha da


azaldığının ayırdığına varıyor, bu farkındalıkla umutlanıyordu.

Durmadı ama. Saldırmaya, öldürmeye devam etti.


Bir çatal, yanağını yırttı. Kanlar fışkırdı oradan ve büyük bir ıstırap

vücudunu sardı. Ama gördükleri ve yaşadıklarından sonra böyle ‘küçük’


acılara bağışıklık kazanmıştı sanki. Hiçbir şey hissetmedi. Sadece kanın
akışını ve onun rahatlatıcı ılıklığını duyumsadı.
Bir an durdu. Nasıl bir canavara dönüştüm böyle, diye düşündü.
Daha birkaç saat önce hayatında adam yaralamamış masum bir ‘çocuk’ken
şimdi nasıl böyle olabildim?
Durmayı düşündü. Vazgeçmeyi. Ölümü beklemeyi.

Ama o anda bir bıçak bacağına saplandı. Bu kez acıyı hissetti.


Fazlasıyla.

Dişlerini sıkıp haykırmamayı başardı. Ve dönüp karşısındaki kıza -


sınıfta sağ kalan tek kıza- saldırdı. Bıçakla gırtlağını yararak onu yere

99
Ozancan Demirışık

yapıştırdı. Bir dakika geçmeden son nefesini verip, hayata gözlerini


muazzam bir acı içinde yumdu kız.
Sağ kalan yalnızca üç kişi vardı. Rıza, Yıldırım ve Tarık.

Sona kalabilirim, diye düşündü Rıza. Başarabilirim.


Tarık ve Yıldırım dövüşmekteydiler. Đkisinin de ellerinde birer bıçak

vardı. Yaralıydılar. Vücutlarının pek çok uzvundan kan fışkırıyordu, ama


bunu umursamıyor ve gözleri dönmüş gibi birbirilerine bıçak saplayıp
duruyorlardı.
Rıza’yı umursayan yoktu. Belki de onu fark etmemişlerdi. Bir şansım

var, diye düşündü. Büyük bir şans. Yapabilirim. Sağ kalabilirim.


Cesetleri tekmeleye tekmeleye onlara yürüdü. Đstediği kadar gürültü

yapabilirdi; hiçbirinin onu duyduğu yoktu. Yanlarına yaklaştığında, bir anda


üzerlerine atladı. Đkisini de tuttu ve kafalarını sertçe birbirine vurdu. Đki, üç,

dört kez…
Sonunda bir ‘küt’ sesiyle yere yığıldılar. Tarık ölmüştü ama Yıldırım
hâlâ -güçlükle de olsa- nefes almaktaydı. Rıza eğilip bıçakla onun boğazını
kesti. Birkaç saniye sonra Yıldırım da ölüler kervanına katılmış, Cehennem’e
doğru uzun ve acılı seyahatine çıkmıştı.
Rıza bir alkış sesi duydu. Hikmet ayağa kalkmış, gülerek ve ellerini
çırparak ona doğru yürüyordu. Gözleri bir cesetlere, bir de genç adama

kayıyordu. “Bravo, bravo, bravo!” dedi. Sesi coşkuluydu. “Doğru düzgün


hiçbir yara almadan hayatta kalmayı başardın. Güçlüsün! Çok güçlü!”

Rıza geriledi. Bu canavara güvenmekle hata ettiğini düşünmeye


başlamıştı. “Beni de öldüreceksin,” diye yakardı. “Kafama kurşunu

sıkacaksın.”

100
Sıfır: “Oyun Bitti”

Hikmet başını iki yana salladı. “Sıkmayacağım. Ben sözümü tutarım.


Eh, ara sıra tutmadığım da olur ama bu kez tutacağım. Şimdi arabama
binip buradan gideceğiz. Uzaklaştığımız zaman seni serbest bırakacağım.

Para da vereceğim; otobüse binip bu şehri terk edeceksin. Geri dönmemek


kaydıyla, yeni bir hayata atılacaksın.”

‘Annem babam ne olacak,’ diye sormak isterdi Rıza, ama şansını


zorlamayacaktı.
Cesetlere baktı. Ve kustu. Kendinden iğrendi, Hikmet’ten iğrendi,
her şeyden iğrendi.

Yine de yaşamak istiyordu.


Nasıl bir şeydi bu? Đşler ne kadar kötüye giderse gitsin, her şey ne

kadar mide bulandırıcı hal alırsa alsın, ‘yaşama isteği’ önemini nasıl son
zerresine dek muhafaza edebiliyordu?

“Gidelim o zaman,” dedi yüzünü buruşturarak.


Hikmet elini çırptı. “Gidelim. Önden buyur. Oyun bitti bitecek.”

28 Kasım 2008 – 18.57


Sinop’ta Bir Uçurum Kenarı

Komiser Sırrı, uçuruma yuvarlanan Nissan marka otomobile kısık


gözlerle baktı. Yıllardır polislik mesleğini icra eden orta yaşlı bir adamdı

ama bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, karşılaştığı bazı olaylar onu çok
etkiliyordu.

101
Ozancan Demirışık

“Sağ kalan var mı Remzi?” diye sordu. Uçurumun dibinde ezik büzük
bir halde yatmaktaydı araba.
“Hayır komiserim,” dedi yanındaki daha genç ve tecrübesiz polis.

“Arabada iki kişi varmış, ikisi de yaşamını yitirmiş. Hikmet Latin ve Rıza
Bilgin. Öğretmen ve öğrenci.”

“Şoför koltuğundaki hangisiymiş?”


“Öğretmen,” dedi Remzi. “Hikmet Latin.”
Sırrı bir küfür savurdu. “Öğretmenin başının altından çıkmış gibi
görünüyor ama emin olamayız. Lisedeki çocukların birbirini neden

öldürdüğünü anlayamayacağız.” Durakladı, düşüncelere daldı.


“Anlayamıyorum. Neden öyle bir şey yapsınlar? Ne gibi bir sebep,

gençlerin durup dururken birbirini katletmesini sağlayabilir? Hem de


hepsinin! Neredeyse tüm öğrenciler birbirilerine saldırmış. Parmak izlerine

ve öbür bulgulara bakılırsa yirmi beş gencin neredeyse hepsi birilerini


öldürmüş. Kızlar da dâhil!”
Remzi omuz silkti. Onun da anladığı yoktu ama bu olayı bir an önce
unutmak istiyordu. Cesetleri uzaktan görünce bile midesi alt üst olmuştu.
Uzun geceler boyunca kâbuslarına meze olacağına şüphe yoktu.
“Neyse,” dedi Sırrı. “Arabayı kaldırıp hurdaya versinler. Soruşturma
da Başkomiser itiraz etmediği sürece devam edecek. Gerçi bir işe

yarayacağını sanmam ya… Hadi hayırlısı.”


Remzi’nin cevabını beklemeden, canı sıkkın bir şekilde yamacı terk

etti.
Birkaç ay sonra olayı unutacaktı belki. Unutmasa bile eskisi kadar

umursamamaya başlayacaktı. Eskisi gibi üzerine eğilmekten vazgeçecekti.

102
Sıfır: “Oyun Bitti”

Soruşturma eninde sonunda kapanacaktı. Ama otuz beş öğrencinin yaşamı


sönmüştü. Anneleri, babaları, akrabaları, onları tanıyan ve seven herkes;
ömürlerinin sonuna, ölümün getireceği karanlığa dek bunun acısını

çekecekti.
Ahmet Turan orada bir yerlerde, sabah başka bir bedende uyanmak

üzere derin bir uykunun sarmalayıcı kollarındaydı.


Bir oyun bitmişti. Yenisi başlamak üzereydi.

28 Kasım 2008 – 20.00

Yıldırım Holding/Birim Sıfır

Yaradılışının özü, buydu. Gözle göremezdiniz; kulağınızla işitemez,


elinizle dokunamazdınız. Her sıcak duyguyu alıp götüren, iyiliği kötülük,
güzelliği çirkinliğe dönüştüren, hayatı ölüm, kalbi taş kestiren ‘karanlık’,
yanında en büyük yandaşı ‘umutsuzluk’la beraber çökmüştü üzerine.
Yüreğinde soğuk rüzgârlar esiyor gibiydi çünkü orada bir boşluk vardı
yalnızca. Koca bir boşluk. Derin bir çukur.
Dize Demirsoy, titreyen ellerinde tutmakta olduğu gazete kupürünü
parçalara ayırdı ve havaya savurdu. Gözlerini çevreleyen yaşlar sanki
kalbine esen rüzgârla beraber yüreğindeki çukura yerleşmişti. Gözyaşlarını

içe akıtmak derlerdi ya, aynen onu yaşıyordu şu an. Vücudunu mesken
belleyen karmaşık duygular bütününün bir benzerini yalnızca Ali’nin

ölümünde yaşamıştı. Acıyı söküp atmak için her şeyi yapabileceğini

düşünmüştü ve Ali’nin uçağının düştüğünü öğrendiği ilk saniyelerde


gerçekten her şeyi yapardı.

103
Ozancan Demirışık

Her şeyi.
Ama Ali en azından yaşamıştı. Çok değil belki. Yetmiş-seksen, hatta
doksan veya yüz sene yaşayan insanlar bile varken, otuzlu yaşlarda hayata

veda etmek büyük bir…


Büyük bir ne, diye düşündü, ama cevabı bulamadı. Kayıp kelimesi

geldi aklına, ama Ali’nin durumunu asla karşılayamayacağı daha en


başından belliydi. Acı mı? Elbette hayır. Ölmek, acı vermezdi pek. Ölmeden
önce bütün acıyı iliklerinize dek özümserdiniz ama öldükten sonra…
Sadece hiçlik vardı ardında. En azından Dize buna inanıyordu.

Cehennem diye bir yer olduğunu hiç, ama hiç düşünmemişti.


Korktuğundan değil. Gerekirse cezasını çekmeye hazırdı; çekilecek bir ceza

varsa tabii…
Her ne olursa olsun, biraz önce lime lime ettiği gazete kupüründe

yazanlar ağırdı. Ağırın da ötesinde, mide bulandırıcıydı. Korkunçtu.


Liseli çocuklardan oluşan tüm bir sınıfın ölümü.
Böyle bir vahşet, bir insan elinden nasıl çıkabilirdi? Ya da önceleri
insan olan, güzel duyguları tatmış birinin elinden?
Öğrenciler birbirilerini katletmeye nasıl zorlanabilirdi? Ciğerlerine
son soluklarını çekerken ellerinin dost kanıyla kirlenmiş olmasına nasıl yol
açılabilirdi? Ne kadar kötü şeyler yaşamış olursa olsun, bir insan böyle bir

şeyin vicdan azabını hiç çekmez miydi?


Gazeteyi ilk gördüğünde ve o kelimeleri gözleriyle ilk takip

ettiğinde, olduğu yere çökmüş, dizlerini göğsüne dayayıp sarsıla sarsıla


ağlamaya başlamıştı. Bir ara mola verip, “Liseli gençlermiş,” diye fısıldamıştı

zorbela. “Çocuklar. On altı yaşındalarmış… On altı.”

104
Sıfır: “Oyun Bitti”

Ve gözyaşlarının kollarına geri dönmüştü.


Hayalet, etkilenmiş görünüyordu. Ağlayamazdı, ama hissedebilirdi.
Üzülebilirdi. Đçi kan ağlayabilirdi… Yıllar evvel, hiçbiri bu kadar ağırı olmasa

bile kötü şeyler yapmıştı. Çılgınlığın hediye ettiği katliamlar... Şimdi deyim
yerindeyse bir kardeşini durdurmak, daha doğrusu kurtarmak amacındaydı.

Ama o bile Ahmet Turan’ın bu bataklığa böylesine saplanmış olabileceğini


hayal etmemişti.
Murat hayatında pek çok kez öfkelenmişti ama bu açık ara en
kötüsüydü. Ateşler içinde kıvrandığını hissediyordu. Sanki soğuk almış ve

bu yüzden ateşi çıkmış, yataklara düşmüştü. Veya belki de masallardan


fırlamış koca bir ejderha onu dilleriyle dişlerinin arasından püskürttüğü

siyah alevlerle kavuruyordu…


Ne var ki Dize yeterince berbat durumdaydı ve bir öfke gösterisiyle

onu kötü etkilemek istemiyordu. En iyisi, yalnız kalmasıydı.


“Gel,” dedi Arslan’a. Gözleriyle kapıyı işaret etmekteydi. “Taylan Bey
dışarıda. Onun odasına geçelim. Konuşacak şeyler var.”
Arslan başını salladı ve havada süzülüp kapının içinden geçti,
görünürden kayboldu… Murat, Dize’nin yanına yaklaştı, onun saçlarını
hafifçe okşadı. “Biz Taylan Bey’in odasındayız canım,” dedi. “Đstediğin
zaman gelebilirsin. Bir şeye ihtiyacın olursa da hemen ara.”

Dize başını salladı. Gözlerinde karmaşık gibi görünen acı dolu bir
ifade vardı ama Murat, eğer yanılmıyorsa, bu ifadenin gizemini çözmüştü:

Dize bir yandan liseli gençlerin kan dondurucu katliamıyla ilgili sarsıcı etkiyi
yaşarken, bir yandan da kendi zayıflığına üzülüyordu. Murat ve Arslan

105
Ozancan Demirışık

soğukkanlılıklarını her şeye rağmen sürdürebiliyorken, kendini böylece


salmak onu yıpratan pek çok şeyden biriydi…
Ama bunu tek başına halletmeliydi. Murat’ın yapabileceği hiçbir şey

yoktu. Yalnızlık, bu sorunun da çözümüydü.


Hayalete katılmak üzere kapıya yürüdü.

Taylan’ın Odası

Murat kapıyı çalmaya gerek duymadan içeri daldı ve odanın ortasına


dek yürüyüp, hayaletin önündeki kanepeye çöktü. Sadece iki saniye içinde,
elini cebine attı, bir sigara ve bir çakmak çıkardı, sigarayı yaktı ve ağzına
götürüp ciğerlerini kara dumanıyla kavurdu. Duman, içinde gezindiği

akciğere yeterince zarar verdiğini sigaranın mahkûmuna hissettirerek, onun


dumanı dışarı püskürtmesini sağladı.

“Durduramaz mıydık?” diye sordu Murat, sigarayı yere doğru


tutarak.

Hayaletin cevabı kesin ve netti. Sesinde en ufak bir şüphe kırıntısı

yoktu. “Durduramazdık. En ufak bir umut bile yoktu. Eğer olsaydı, ilk ben
harekete geçerdim. Kaybedecek hiçbir şeyim yok. Hayatım pahasına bu

adamı durdurmak istiyorum.”


Murat alaylı bir tavırla güldü.
Đmayı anlayan Arslan, “O zaman,” dedi sertçe, “varlığım pahasına
diyelim. Burada benim insan gibi konuşmamı tartışmak için bulunmuyoruz,
değil mi? Konuşacak şeyler olduğunu söyledin ve haklısın. Sadede gel.”

106
Sıfır: “Oyun Bitti”

Murat başını salladı ama mahcup değildi. Mahcup olamayacak


kadar sinirli ve hırslıydı çünkü. “Katil öldü,” diye mırıldandı, “öyleyse yarın
sabaha kadar uyuyacak.”

Arslan başıyla onayladı. “Aynen öyle.”


“Yani kendini uçurumdan aşağı yuvarlaması bir boka yaramadı?”

Evet, nazik olamayacak kadar da sinirli ve hırslıydı.


Arslan bir kez daha baş salladı ve bir kez daha, “Aynen öyle,” dedi.
Murat ayağa kalktı ve saniyeler önce oturmakta olduğu kanepeyi
tekmeleyerek, “Peki şimdi ne yapacağız?” diye haykırdı. “Yoksa yarın da,

‘Katil Hakkâri’de, yapacak bir şey yok?’ mu diyeceksin? Bir kez daha
korkaklar gibi bekleyecek miyiz? ”

Arslan sesini yükseltmedi. Buna tenezzül etmedi bile. Sakin tavrını


muhafaza ederek, “Hayır,” dedi. “Beklemeyeceğiz, çünkü yarın hazırlıklı

olacağız. Bugün mağlubiyeti tattık, ama yarın zafer günü olacak. Sana söz
veriyorum.”
Murat’ın göğsü kalkıp iniyordu. Hâlâ sakinleşememişti. “Nasıl olacak
o iş?” diye sordu kesik kesik soluyarak. “Aynı anda otuz yerde olamayız ya.”
“Biz olamayız ama aynı anda otuz yerde birden adam bulunduran
birini tanıdığına eminim. Tek yapman gereken onu aramak. Böylece, her
nerede olursa olsun, Ahmet Turan’ı enseleyeceğiz. Unutma, katilin yerini

sezebiliyorum. Beni bir tür verici olarak düşün.” Gülümsedi. “Ve dostuna,
aradığın adamın üzerine bir verici yerleştirdiğini söyle.”

Murat’ın öfkesinin yerini merak almıştı. Kanepeye bir kez daha


oturdu. “Böyle bir dostum olduğunu nereden biliyorsun? Ya yoksa?”

“Ben pek çok şey biliyorum,” dedi hayalet. “Seni tanıyorum.”

107
Ozancan Demirışık

Murat bir şeyler homurdandı.


“Af buyur?” dedi Arslan, kendisinden beklenmeyecek kadar insansı
bir tavırla.

“Diyorum ki, madem beni bu kadar iyi tanıyorsun ve hakkımda o


kadar şey biliyorsun, söyle bakalım: Şimdi kimi arayacağım?”

“Hımm,” dedi hayalet, düşünürmüş gibi yaparak. “Sivri?”


Murat şaşkın şaşkın güldü. “Güzel tahmin.” Göz kırptı. “Ve doğru
tahmin.”

28 Kasım 2008 – 20.11


Eskişehir

Nazikçe kıvırdığı bacakları uzun ve terliydi. Nasır tutmuş parmakların


beklenmedik yumuşaklıktaki dokunuşları altında kesik kesik solumaktaydı.

Mesleğini icra edeceği dakikalar gelmişti ve bundan elinden geldiğince


zevk alacaktı. Madem bedenini satarak geçiniyordu, o zaman müşterileri
kadar kendisi de haz duymalıydı…
Okşayışlar yerini küçük ama ıslak öpücüklere bırakmıştı ki, odanın

kapısı tıklatıldı. Çekingen bir ses, “Yılmaz Abi?” diye seslendi. “Rahatsız
etme demiştin ama önemli bir telefon var.”
Yılmaz önce öfkeli bir soluk verdi, sonra önünde sakince beklemekte
olan fahişeye gülümsedi. “Birazdan döneceğim canım,” dedi, ayağa kalktı

ve nazik muamelesini hayretle karşılayan kadını içeride bırakarak odadan


çıktı.

108
Sıfır: “Oyun Bitti”

Sağ eliyle dazlak kafasını kaşıyarak, koridorun köşesinde bekleyen


Fahri’nin yanına yürüdü. Suratı asıktı. “Hayırdır?”
Fahri sol elinde tuttuğu cep telefonunu işaret ederek, “Seni

tanıdığını söyleyen bir polis,” dedi. Kısık sesle konuşuyordu. “Hemen


konuşmak için ısrar etti.”

Yılmaz kuşkulu gözlerle baktı adamına. “Beni tanıyan bir polis?”


Fahri başını yel değirmeni gibi salladı. “Sonra aramasını söyledim
ama dinlemedi. Sivri’yle hemen şimdi görüşmem lazım deyip durdu.”
Durakladı. “N’apalım abi?”

Yılmaz’ın köşeli hatlara sahip tüysüz ve soluk yüzü -ne sakalı ne de


kaşı vardı- hafif bir gülümsemeyle aydınlandı. “Sivri dediğine eminsin, değil

mi?”
“Evet.” Cevap vermek için bir an bile beklememişti.

“Ver bakalım şu telefonu Fahri,” dedi Yılmaz canlı bir sesle. Beyaz
yüzünü süsleyen tebessüm hâlâ yerli yerindeydi. “Galiba kimin aradığını
biliyorum. Eski bir dostun bize işi düşmüş.”
Fahri, ‘abi’sinin polisin tekiyle ne gibi bir dostluğu olabileceğini
merak etmişti ama bunu soracak değildi. Gözleri kuşkuyla kısıldı, ama
sadece bir an için. Beyaz Yılmaz’ın her türden dost edinebileceğini bilirdi.
Telefonu hızlı hareketlerle uzattı ona.

Yılmaz konuşmak için boş odalardan birine geçip bir iskemleye


çöktü. Bu iskemleden başka hiçbir eşyanın bulunmadığı tozlu bir odaydı,

ama umurunda değildi. Dikkatini dahi çekmemişti. “Efendim?” dedi


telefona, beklediği sesin cevap verip vermeyeceğini merak ederek.

109
Ozancan Demirışık

Yanılmamıştı. Murat Arıkan, “Sivri?” diyordu o her daim alaycı ses


tonuyla. “Sen misin?”
Sivri güldü. “Halis muhlis Sivri’yim evelallah, ama epeydir bu mahlası

kullanmıyorum. Bugünlerde Beyaz diyorlar bana. Nedenini tahmin et?”


Murat’ın sesi bu kez daha sert geliyordu ve alaycı ton derinlere

gizlenmişti. “Evcil ‘çetenle’ beraber kokain ticareti mi yapıyorsun?”


“Eh, bir nevi.”
“Yakalanırsan seni ben bile kurtaramam Sivri. Bana bel bağlama.”
Yılmaz iç çekti. “Sen bizi pek tanımamışsın Komiser. Biz kimseye bel

bağlamayız. Hiç kimseye; kendimize bile…”


Bir sessizlik oldu. Şimdi beni ‘pis işlerim’ yüzünden azarlayacak, diye

düşündü Yılmaz, ama öyle olmadı. “Neden aradığımı tahmin etmişsindir,”


dedi Murat. “Senden –”

Yılmaz sabırsızca sözünü kesti. “…bir şey isteyeceksin. Beni başka


sebepten arayan olmaz zaten. Sadede gel.”
“Sen lafı ağzıma dolamadan önce söylemeye çalıştığım gibi,” diye
başladı Murat, “ülke çapında bütün çeteye haber salmanı istiyorum. Benim
için bir adamı enseleyeceksin. Yarın gündüz arayıp yerini söyleyeceğim.
Đstanbul’daki adamlarını da hazır tut. Eğer burada olursa, biz yakalamadan
önce adamı oyalaması falan gerekebilir.”

Yılmaz bir süre düşündü. Çoğu küçük şehirde dahi iki tane adamı
vardı ve yarın, hepsinden en az biri boş olmalıydı. “Hay hay,” dedi. “Ben

borcumu unutmam Komiser. Özgürlüğümü senin yardımınla elde ettiğimi


inkâr edip yüz çevirecek değilim.” Aklına takılan soruyu dillendirdi sonra:

“Adamın nerede olduğunu o kadar çabuk nasıl tespit edeceksin?”

110
Sıfır: “Oyun Bitti”

Murat güldü. “Verici sağ olsun...”


“Öyle olsun. Ben ayarlamaları yapayım.” Telefonu kapatacaktı ki,
“Senin şu Başkomiser’i -Kadri miydi adı- ara da,” diye ekledi, “bana

gerçekten neden Beyaz dediklerini öğren Komiser.”


Ve telefonun kapağını hızla kapattı. Meraklı Komiser Murat’ın yine

telefona sarılacağından ve Başkomiser’i arayıp mahlasın sırrını


öğreneceğinden emindi. Beyaz ticareti yapmadığını, aksine bunu yapan
şerefsizlerin büyük kokain zulalarından birini ele geçirip bazı yarım akıllılara
ders olsun diye Eskişehir’in orta yerinde yaktığını ve diğer her şeyi bilecekti.

Bazı insanları tanımak ne kadar kolay, diye düşündü. Bir sonraki


adımlarını sezmek ne kadar basit. En azından benim için.

Önce Fahri’yle konuşup her şehirden bir adama haber salmasını ve


ayrıntıları bildirmesini tembih etti, sonra fahişenin beklemekte olduğu

odaya döndü. Kadın yüzünde bıkkın bir ifadeyle sağ bacağını kaşımaktaydı.
Bu görüntüyle tahrik olan Yılmaz, çarpık bir şekilde gülümsedi. “Nerede
kalmıştık?”
Kadın ve adam birbirilerinin kollarında zevk çığlıkları atarken, akşam
karanlığı Türkiye’ye gölgeli bir perde gibi çöküverdi.

111
DÖRDÜNCÜ KISIM
KARINCA
Sıfır: “Oyun Bitti”

29 Kasım 2008 – 07.03


Đstanbul – Beyoğlu

Yürüyordu.
Bacaklarına farkında bile olmadan komut veriyor, attığı her adımla

tünelin sonuna biraz daha yaklaşıyordu. Yakında buradan kurtulacaktı.


Esareti sona erecek, derin karanlıktan sıyrılacaktı. Daha fazla hareketsizlik,

daha fazla sessizlik olmayacaktı.


Birden tiz bir ses kulaklarını tırmaladı. Hayret içinde sendeledi;
neredeyse yere kapaklanacaktı. Kendini toparlayıp ilerleyişini sürdürdü ama
yabancı bir duygu karmaşası zihnini istila etmekteydi.
Bir kulağı var mıydı?
Varsa bile, işitme hünerine sahip miydi?

Öyleyse niye yıllardır hiçbir şey duymuyordu?


Tiz ses arttı, dayanılmaz hale geldi. Çığlık mıydı bu, yoksa bir zil mi?

Hiçbir fikri yoktu. Daha saniyeler önce hiçbir şey duyamamaktan


yakınırken, şimdi bu keskin gürültüden kurtulmak için her şeyini verebilirdi.
Ve Murat Arıkan karanlık yatak odasında gözlerini araladı. Sudan
çıkmış balık gibi baktı etrafa. Göğsü sıkışmıştı, zorlukla nefes alıyordu.
Sonunda nerede olduğunu anlayıp yumruğunu davara geçirdi. “Nasıl bir
rüyaydı bu?!” diye inledi.
Kâbus demeye bile bin şahit isterdi: ‘Karabasan’ kelimesi bu gibi
rüyalar için yaratılmış olmalıydı…

113
Ozancan Demirışık

Sonra sesin hâlâ devam ettiğini fark etti ve kulaklarını tıkamamak


için kendisiyle mücadele etti. Ses, kâbustakinin yarısı kadar bile tiz değildi
ama o boğucu eziyeti hatırlatıyordu ve bu, istediği son şeydi.

Ev telefonu çalmaktaydı. O sinir bozucu melodisi kendisinden başka


kimseyi barındırmayan bekâr evinin duvarlarında yankılanıyor, her uğradığı

yerde yalnızlıkla karşılaşıyordu…


Bu saatte onu kim arayabilirdi? Taylan Bey mi? Dize mi? Yoksa
hayalet, duvarların içinden geçip odasına girerek onun ödünü
koparmaktansa telefon kullanmayı mı akıl etmişti?

Öğrenmenin tek yolu vardı. Ayaklandı ve salona yürüdü. Ahizeyi


kaldırıp kulağına götürdü. “Efendim?” dedi uyku mahmuru bir sesle.

Başta cevap gelmedi. Saniyeler sonra, “Murat Arıkan’la mı


görüşüyorum?” diyen yaşlı, yorgun bir ses duydu.

“Evet,” dedi sertçe. “Sen kimsin?”


“Ben – ” diye başladı ama çabucak kendini durdurdu adam. “Kim
olduğumun önemi yok,” dedi üzerine basa basa. “Benimle ilgili
umursayacağın tek şey, Ali Yıldırım’a kurulan komplo hakkında bilgisi olan
üç-beş kişiden biri olmam. Bu işi çözmek istiyorsan –”
Murat’ın yüreği gümbürdüyordu, ağzı kurumuştu. “Buluşalım,” diye
atıldı.

“Buluşalım,” diye onayladı adam. “Nerede istersen?”


Murat aklına gelen ilk yeri söyledi: “Beyoğlu, Simit Sarayı. Yarım saat

sonra.”
Cevap gelmedi ama telefon yüzüne kapandı ve Murat bunun ‘evet’

anlamına geldiğini düşündü.

114
Sıfır: “Oyun Bitti”

Çözüm bu kadar yakın mıydı? On dakikalık mesafede ve yarım saat


ötede miydi? Hayatları pahasına baş koydukları bu davanın, Ali Yıldırım
komplosunun içyüzünü öğrenebilecek miydi?

Şimdi aklında ne karabasan vardı, ne hayalet, ne de gözü dönmüş


katil…

Şimdi gözlerinin önünde, genç, yakışıklı ve zeki Ali Yıldırım’ın


ışıldayan yüzü vardı.

29 Kasım 2008 – 07.35


Beyoğlu – Simit Sarayı

Tıklım tıklım Simit Sarayı’nda boş bir masa ararken, kendisine


gözlerini dikmiş bakan bir adamı fark etti Murat. Tuzak ihtimali ilk kez o an
aklına geldi ama işin içinde bir tuzak varsa dahi artık çok geçti. Yapacak

hiçbir şey kalmamıştı.


Eli silahının kabzasında, masaya yürüdü.

“Murat Bey,” dedi adam kısık sesle. “Oturun.”


Elli yaşlarında olduğu belliydi ama yüzündeki yorgun ve bıkkın ifade,
gözlerinin altındaki keder çizgileri ve yüzündeki umutsuzluk, yetmişlerinde
gibi görünmesine yol açıyordu. Ölmeyi bekleyen bir adam, diye düşündü
Murat.
Ve gerçeği kavradı. Tuzak yoktu, hile yoktu. Bu adam bildiği her şeyi
anlatacak ve sonra da ölümü bekleyecekti. Yılanın başı her kimse,
komplodan her kim sorumluysa, öttükten sonra onu sağ bırakmazdı.

115
Ozancan Demirışık

Oturdu. Elini uzattı. “Adım Murat.” Gözlerini devirdi. “Gerçi bunu


biliyorsunuz.”
Adam şöyle bir baktı, sonra kendine uzatılan eli kaderine razı gelmiş

bir tavırla hafifçe sıktı. “Ayhan.” Kısa ama gergin bir sessizliğin ardından,
konuşmaya devam etti: “Artık bu dünyadaki varlığım saatlerle sınırlı. Çok

uzatmayacağım. Bunları nereden bildiğimi, size neden anlattığımı sormayın


çünkü oyalanacak ne vaktimiz ne de lüksümüz var.”
Murat başıyla onayladı. Güçlü bir heyecan dalgası ruhunu
okşamaktaydı. Dikkat kesilmiş, dinleyecekleri için kulaklarını dört açmıştı.

Adamın kurumuş dudaklarının arasından sıyrılarak ses dalgası haline


gelecek her kelimeyi zihnine kazıyacaktı…

“Tanrı istiyor deyip her şeyi yok ettiler,” diye başladı Ayhan.
“Koruyucu olduklarını düşünüyorlardı. Sözde doğayı kollayacaklardı. Ama

yöntemlerinin ne kadar yozlaşmış, kalplerinin ne denli kararmış olduğunu


kavrayamayacak kadar körlerdi. Ve – ”
“Durun bir dakika,” dedi Murat, allak bullak. “Biraz daha açık
konuşur musunuz? Hiçbir şey anlamıyorum.”
Ayhan derin bir nefes aldı. “Kusura bakmayın. Aceleden ne
diyeceğimi şaşırdım.” Bir an duraksayıp gözlerini yumdu. “Taylan Yıldırım
2000 yılında Birim Sıfır’ı kurdu, biliyorsunuz,” diye yeni bir başlangıç yaptı.

Tane tane konuşuyor ve her kelimeyi özenle seçiyordu. “Ama bu işte yalnız
değildi. Ortakları vardı.”

Gözlerini kırptı ve kızıl bir sıvı gözkapaklarının arasından sıyrılıp


yanaklarından aşağı süzüldü.

116
Sıfır: “Oyun Bitti”

Elini yanağına götürdü, sıvıya dokunup parmaklarına bulaştırdı ve


sonra o eline, parmaklarına baktı.
“Gözleriniz!” diye bağırdı Murat. Bunu söylemesi gereksizdi, Ayhan

çoktan fark etmişti ama kendini bir şeyler yapmak zorunda hissetmişti ve
konuşmaktan başka elinden hiçbir şey gelmiyordu. Felç olmuştu sanki;

kımıldayamıyordu.
Doğal bir durum değildi bu. Bir kez daha, içine düştüğü durumda
doğal olan hiçbir şey yoktu…
Ayhan titremeye başlamıştı. Gözleri kanamaya devam ediyor hatta

kanın akış hızı giderek atıyordu. “Gözlerim,” diye fısıldadı Murat’ı tekrar
eder gibi.

Açılan ağzından ve hızlıca nefes aldığı burnundan koyu kızıl renkteki


kan topakları masaya boşaldı ve Ayhan titreyerek yere yığıldı. Neye

uğradığını şaşıran Murat nihayet hareket edebildi: Đleri atıldı ve adamı


yerden kaldırmaya çalıştı, ama bunun sabitlenmiş bir kayayı çekmekten
farkı yoktu.
Birkaç müşteri ve garson yardım etmeye çalıştı ama gereksiz
gayretlerdi bunlar.
Yaşlı adam için hüküm verilmiş ve önlenemez kıyım başlamıştı…
Çözüm bir kez daha Murat’ın ellerinin arasından kayıp gidiyordu.

Komployu açığa çıkarmaya çalışanlara yeni bir komployla karşılık verecek


kadar hızlı ve güçlü bir yapılanmayla karşı karşıyaydılar.

Murat yere çöküp adama, “Sakin olun,” dedi. “Derin derin nefes
alın.”

117
Ozancan Demirışık

Yaptığı öylesine anlamsız bir hareketti ki, bir garson onu omzundan
tutup geri çekti. “Yapabileceğiniz bir şey yok. Adam ölüyor.”
Murat başında keskin bir ağrı hissetti. Garson haklıydı. Adam

ölüyordu ve bunu önlemesi mümkün değildi.


Ayhan son kez titredi, sarsıldı ve tüm vücudu kanlar içinde, suratı

mosmor, gözleri tavana dikili halde öldü.

29 Kasım 2008 – 14.25


4. Levent Otobüs Durakları

Öğle sonrası güneşi altında evlerine veya işlerine gitmek için otobüs

ya da minibüs bekleyen her türden insanla doluydu etraf. Genci yaşlısı,


kadını erkeği, güler yüzlüsü ve mahkeme duvarı suratlısı… Arada sırada

bekledikleri aracın geldiğini sanıp ileri atılıyor ama yanıldıklarını kavrayıp


hüsranla geri dönüyorlardı. Kimileri daha şanslıydı: Bekledikleri otobüsün
ileriden gelmekte olduğunu görüp, duracağı yere kadar koşuyor ve
diğerlerinden önce binebilmek için amansız bir yarış içine giriyorlardı.
Kaldırım kenarında müşteri bekleyen taksiler de vardı. Taksi şoförleri
can sıkıntısıyla araçlarında oturmaktaydılar.
Bu sıradan işleyişe pek de aykırı olmayan bir şey gerçekleşti ve tam
da olması gerektiği gibi, kimse buna şaşırmadı: Bir taksi kenara yanaşıp
durdu, ön kapısı açıldı ve içinden iri kıyım bir adam indi. Taksici yeni bir

müşteri beklemek için kaldırıma yanaşacakken, ileriden orta yaşlı bir kadın
eliyle işaret ederek oraya yürüdü ve taksiye bindi.

118
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Tünaydın,” dedi şoför, yüzünde geniş bir gülümsemeyle. Orta yaşlı,


kısa siyah saçlı, bıyıklı bir adamdı. Đsmi Fevzi’ydi ve bugün işlerin tıkırında
olması ruh halini iyi yönde etkilemişti. Sesi canlıydı, neşeliydi. “Nereye

gidiyoruz yenge hanım?”


Kemerini bağlarken, “Beşiktaş’a,” diye dalgınca yanıtladı kadın.

Fevzi taksimetreyi açtı, vitesi değiştirdi. “Hay hay.”


Trafik yoktu, yollar boş sayılırdı. Levent yönüne doğru hızla
ilerlediler. Kadın yolu seyrederek parmaklarıyla camı tıkırdatıyordu.
Levent’ten Zincirlikuyu’ya, oradan da Beşiktaş’a geçmeyi bekliyordu ve

böyle olacağını düşündüğü için istikameti pek umursamıyordu.


Derken taksici ikinci köprü yoluna saptı ve hızını kesmeden

ilerlemeyi sürdürdü. Sadistçe bir zevkle direksiyonu kavramıştı.


“Ne yapıyorsunuz?” dedi kadın, dalgınlığından sıyrılıp. “Beşiktaş’a

gideceğimizi söylemiştim!”
Fevzi gülümsemeyi kesti. Duygusuz bir ifade yayıldı suratına. Sağ
elini direksiyondan kaldırdı ve kadının suratına sert bir tokat attı.
“Öğretmenine itiraz ettiğin içindi bu!” dedi nazik ama otoriter bir tavırla.
Sesi daha inceydi ve tane tane konuşmuştu. Sanki taksici değil de
gerçekten bir öğretmendi.
Kadın bir çığlık attı ve nasıl bir deliyle karşılaştığını anladığından olsa

gerek, kapıyı açıp dışarı atlamaya çalıştı.


Fevzi kapıları kilitledi ve suratındaki ifade yine değişti, öfkeli bir hal

aldı. “Benim evimde oğlanlarla yatıp kalkmak da ne demek oluyor orospu!


Ben gösteririm sana!” diye bağırdı, gözünü yoldan ayırmadan kadının

kafasını kavradı ve sertçe cama vurdu. ‘Küt’ sesi dar otomobilde yankılandı.

119
Ozancan Demirışık

Kadın ağlamaya başladı. Hafifçe hıçkırıyor ve inliyordu. Bir taksinin


içinde delinin tekiyle kapalı kalmıştı ve o izin vermediği sürece
kurtulmasının imkânı yok gibi görünüyordu.

Đzin vermeyeceği de kesindi.


Köprü yoluna girdiklerinde Fevzi sakinleşti. Direksiyonda

parmaklarıyla ritim tutarak, “Sakın gişeden geçeceğimizi, yardım


isteyebileceğini sanma,” dedi sakince. “Araçta OGS var. Bağırıp çağırma
fırsatı bulamayacaksın. Şansına küs…”
Köprüden rahatça geçtiler – daha doğrusu, Fevzi için rahattı ama

kurtuluş umudu giderek azalan kadın için Cehennem azabından farksızdı.


Yollar burada da açıktı ve OGS sayesinde sıra beklemeleri gerekmemişti.

“Taksimetre çok yazıyor ama,” dedi Fevzi gülerek. “Cüzdanın boşalacak.”


Kadın cevap vermedi. Buna cesaret etmesi mümkün değildi.

Koltuğunda; sinmiş, büzülmüş bir halde, öylece oturuyordu. Başına neler


geleceğini bilmiyordu ve onu korkutan da bu bilinmezlikti…
Anadolu Yakası’na girdikten sonra, sola saptılar ve aşağı doğru
ilerlediler. Buraları bilmiyordu, daha önce hiç gelmemişti ama Çengelköy
tabelasını fark edebildi kadın. Nereye gidiyorlardı, neden gidiyorlardı?
Aklını okumuş gibi, “Nereye gittiğimizi merak ediyorsan hemen
söyleyeyim,” dedi Fevzi. “Kanlıca’ya!” Göz kırptı. “Deniz kenarında güzel bir

sohbet edeceğiz.”
Anayolda ilerliyorlardı ve etrafta bu yola açılan tek tük sapaklara

rastlıyorlardı. Ters yöne gidiş yoktu; yalnızca düz istikamette ilerleniyor ve


anayola giriliyordu.

120
Sıfır: “Oyun Bitti”

Bunlardan birinin yanından geçerken, taksici bir kahkaha patlattı.


“Hadi biraz eğlenelim!” diye gürledi coşkuyla ve direksiyona asılıp sapağa
girdi. Vitesi yükselterek ve gaza asılarak, tam üzerlerine gelen araçlar

arasında delicesine bir süratle ilerlemeye başladı.


“Allah belanı versin!” diye bağırdı kadın. Gene olduğu yerde

debeleniyor, çığlık atıyor, ağlıyor, camı yumrukluyordu. “Kaza yapacağız,


öleceğiz! Manyak mısın sen?!”
Fevzi halinden memnun bir tavırla güldü. “Manyağım!”
Üzerlerine gelen taksi yüzünden neye uğradıklarını şaşıran şoförler

kenara çekilmeye çalışıyorlardı. Đki otomobil neredeyse çarpışacaktı ama


Fevzi korkusuzca ve sinir bozucu bir rahatlıkla ilerliyordu.

Sonunda, bir kaza yapmadan, sapağın sonuna ulaştılar. Aldıkları tek


hasar bir arabaya sürtündükleri için kaportada oluşan çizikti. Fevzi sağ

yumruğunu kaldırıp zafer çığlığı attı. “Benimle bir oyun oynayacaksın!” diye
haykırdı. “Yakında başlayacak. Sana sorular soracağım ve tamamen doğru
cevaplar vereceksin. Eğer yalan söylediğini sezersem, bu senin sonun
olacak.”
Kadın cevap vermedi. Derin derin soluyor, kendini toparlamaya
çalışıyordu. Öleceğini zannetmişti ve gerçekten ölebilirdi. Gözlerini yumup
derin bir korkunun gölgesinde beklerken, onları bir daha açamayacağını,

bir daha hiçbir şey göremeyeceğini, duyamayacağını, hissedemeyeceğini


düşünmüştü. Solurken, bu nefesin sonuncusu olduğunu hatta boğazına

düğümleneceğini sanmıştı.
Birbiri ardına sıralanmış ilerlemekte olan yirmiden fazla arabanın

arasından sadece tek bir çizikle kurtulmalarını sağlayan neydi? Şans mı?

121
Ozancan Demirışık

Yine de hiçbir şeyin geçtiği yoktu, hiçbir şeyden kurtulmamıştı. Hâlâ


o psikopatla aynı aracın içindeydi ve belki de kaçınılmaz sona doğru
ilerliyordu…

***

Çok geçmeden Kanlıca’ya girdiler. Ara sokakları aştıktan sonra daha


ferah bir yola saptılar ve bir yokuştan aşağı indiler. Deniz kıyısı
gözükmüştü. Hafif rüzgâr altında salınıp duran dalgalar büyüleyiciydi ama

kadın buna dikkat dahi edemedi.


Kıyı boyunca sıralanmış gösterişli yalılar vardı ve insanlar içlerinde

yaz-kış barınmaktaydı, ama Fevzi taksiyi daha ıssız, daha sakin kıyılara
doğru sürüyordu. Tam da kadının tahmin ettiği ve korktuğu gibi…

“Oyun başladı başlayacak,” dedi Fevzi aniden, ellerini birbirine


sürterek. Gözlerinde öyle muazzam bir keyif ifadesi vardı ki, kadın başına
gelebileceklerin korkusu yüzünden yeniden ağlamaya başlayacaktı
neredeyse.
Đnsan bir taksiye binince başına bunların gelebileceğini nereden
bilebilirdi?
Sonunda Fevzi’nin istediği gibi ıssız ve bomboş olan deniz kenarına

geldiler. Arkalarında eski püskü bir yalı vardı ama boştu, yıllardır
kullanılmıyor olmalıydı. Boyası dökülmüş, ahşap kapısı sararmıştı. Kırık

pencereleri gazeteyle kaplıydı.


Kıyı olmasına rağmen, bir sahil değildi burası. Kum yoktu. Tamamen

betondu ve bu betonla altındaki deniz arasında iki metrelik mesafe vardı.

122
Sıfır: “Oyun Bitti”

Fevzi aracı denize doğru hızla sürdü.


Đşte, diye düşündü kadın, şimdi öleceğiz. Denizin dibinde
boğulacağız.

Ama öyle olmadı. Taksi son anda, beton yolun tam ucunda durdu.
Fevzi el frenini çekti. “Hep beraber eşek cennetini boylamamızı

istemiyorsan tatlım,” dedi, “söyle bana: Nelerden korkarsın?” Durakladı. “Ve


bilmeni istiyorum… Ben ölmekten korkmam! Ölüm benim için yalnızca yeni
bir maceranın başlangıcıdır. Ama senin için öyle olmadığı kesin.”
Kadının dili damağına yapışmış gibiydi. Đçi titreyerek öylece durdu.

“Konuş,” dedi Fevzi sakince.


“Senden korkuyorum!” diye bağırdı kadın birdenbire. “Ve ölmekten

korkuyorum.”
Taksici titremeye başladı, gözleri kısıldı. “Şu andan bahsetmiyorum!”

diye kükredi. “Günlük hayatından bahsediyorum. O sıradan, zavallı


yaşamında nelerden korktuğunu öğrenmek istiyorum!”
Ve beklenmedik bir anda, beklenmedik bir biçimde, yeniden otoriter
baba haline gelip, “Orospu!” diye bağırdı. “Anan seni erkeklerle düşüp
kalkasın, bizim namusumuzu iki paralık edesin diye mi doğurdu?”
Kadının sağ elini tutup çekti ve işaret parmağını tek hamlede kırdı.
Acıyla yoğrulmuş yeni bir çığlık, öncekilerden kat kat yüksek, kat kat tiz, kat

kat canhıraş bir çığlık, taksiyi bile aşıp denizin üzerinde asılı kaldı…
“Bir parmağını daha kırayım mı?” dedi aile babası. “Ha? Đster misin?”

Ve sonra, işaret verilmiş gibi, çılgın taksici geri döndü. Gözleri


parlıyordu. Yumuşak bir sesle sordu: “Nelerden korkarsın?”

123
Ozancan Demirışık

“Başkalarına zayıf görünmekten korkarım. Ayaklarımın yere sağlam


basmamasından korkarım. Yükseklikten korkarım. Boğulmaktan korkarım.
Kaybetmekten korkarım. Başarısız olmaktan korkarım. Ailemi, arkadaşlarımı

utandırmaktan korkarım. Kendimi kaybetmekten korkarım. Yapmak


istediklerimi yapamadan ölmekten korkarım. Bencil, vurdumduymaz, kötü

biri haline gelmekten korkarım.” Bu aşamaya kadar sakin kalabilmişken,


birden isterik bir halde bağırdı: “Ve ölmekten korkarım! Şimdi değil, her
zaman!”
Sorular devam etti ve kadın hepsini cevapladı. Dürüstçe, en ufak bir

ayrıntıyı atlamadan, karşısındaki manyağı tatmin etmeye çalışarak… Boğazı


kurumuştu, konuşmaktan yorulmuştu, artık öleceksem öleyim demeye

başlamıştı ki, son bir soru geldi. Son olacağı baştan belli olmayan ama
ardından başkasının gelmeyeceğini pek yakında öğreneceği o yeni soru:

“Sen kimsin? Adın ne?”


Bir an durakladıktan sonra gözü yaşlı halde konuştu: “Adım Esra
Şimşek.” Kaşlarını çattı, gözyaşları kirpiklerinin kenarından dudağına doğru
süzüldü. “Kim olduğumun ne önemi var?!”
Fevzi’nin dudakları şeytani bir tebessümle kıvrıldı. Soruyu öylesine,
sırf karşısındaki kadını afallatabilmek için sormuştu ama cevap beklediği
gibi değildi. “Yalan söylüyorsun!” dedi zevkle. “Kendini bile kandıramadın.

Adın Esra değil. Niye yalan söylüyorsun? Sen gerçekten kimsin?”


Kadın cevap vermedi.

Fevzi omuz silkti. “Her neyse, artık bir önemi yok. Cehennem’de
görüşürüz. Bir gün.” Taksiyi denize sürmek için el frenine uzandı. Tam

çekecekti ki, gözü bir anlığına aynaya takıldı.

124
Sıfır: “Oyun Bitti”

Ve arka koltuğun dolu olduğunu gördü. Yaşlı bir adam yüzünde


alaycı bir gülümsemeyle orada oturmaktaydı.
Đstemsizce inledi. “Sen kimsin?!” Bunun, biraz önce savunmasız

kurbanına yönelttiği sorunun aynısı olduğunu fark etmemişti. “Nasıl girdin


buraya?”

Baştan beri içeride miydi? Hayır, öyle olamazdı. Bir şekilde fark
ederdi onu. Peki kapılar kilitliyken nasıl içeri girebilmişti? Hem en ufak bir
ses çıkarmadan nasıl koltuğa geçebilmişti? Aniden, hissettirmeden, belli
etmeden… Gözü aynaya takılmasa, belki de adamın orada olduğunu

anlayamadan denizin dibini boylayacaklardı.


Ve bir tanıdıklık hissi vardı. Tuhaftı, bu yaşlı adamı hiç görmediğini

biliyordu. Hatta girdiği bedenlerin tekinde dahi böyle biriyle


karşılaşmadığından emindi. Ama neden taştan kalbindeki garip bir his ona

bu adamın bir açıdan tanıdık olduğunu söyleyip duruyordu?


O bunları düşünürken, “Đsmim Arslan,” dedi adam, “ve davet
edilmediğim pek çok yere girebilirim.”
Fevzi elini beline attı. Silahını çıkaracaktı.
“Cık cık cık,” dedi Arslan. “Hareket edersen sonuçlarına katlanırsın.
Kan dökülmesini istemiyorum. Eminim sen de istemezsin. En azından, kendi
kanının dökülmesini istemezsin… Başkalarını parçalamaya ne kadar meraklı

olduğunu biliyorum.”
Fevzi bir kahkaha patlattı. “O zaman beni iyi tanımışsın moruk!”

Kadının kımıldamadan oturmakta olduğu koltuğun hemen önündeki


torpido gözünü açıp bir tahta parçası çıkardı ve kaşla göz arasında el

125
Ozancan Demirışık

frenini çekti. Tahta parçasını gaz pedalının üzerine koyup sıkıştırdı, bastırdı
ve kapının kilidini açıp dışarı fırladı.
O betonun üzerinde rahatça beklerken, araba bir homurtu çıkararak

gözleri önünde ilerledi ve daima dört ayak üzerine düşen kedi gibi dümdüz
biçimde denizin dibine battı.

O arabadan çıkıp ardından kapadığı anda ön sol kapı yeniden kilitli


hale gelmişti. Kurtulamayacaklardı oradan. Çığlık atsalar bile kimse
duyamayacaktı. Denizin dibinde, çaresizce gebereceklerdi…
Bugünü tek bir partiyle kapamayı düşünmüştü çünkü içinde

bulunduğu taksi şoförünü hiç sevmemişti. Anıları sıkıcıydı: Her gün on iki
saat direksiyon sallayan ve evine gidip horlaya horlaya uyuyan zavallının

tekiydi.
Ama şimdi, asıl kurbanı kızıl bombayla arabada yoktan var olan

moruk denizin dibinde son nefeslerini verirlerken, o soğuk beton üzerinde


bu manzarayı izliyordu.
Kaderin cilvesi, diye düşündü. Belki de bugün ölmez, uyurum…
Omzuna dokunan eli hissettiğinde, uzun zamandır ilk kez korktu.
Başını çevirdi ve yüzündeki tüm kanın çekildiğini hissetti bir an için.
Arabadaki ihtiyar, Arslan, karşısında durmaktaydı ve o Allah’ın belası alaycı
gülümseme yine yüzündeydi…

Bir an durakladı. Kendisi de sürekli öyle gülümsemez miydi?


Tanıdıklık hissi artmaktaydı.

“Demek bir hayaletsin,” dedi sonra. Beyni makine gibi çalışmış ve


cevabı hemen bulmuştu. “Hayaletlerden habersiz olduğumu mu sandın?

Bunca yıl onlarca kişi olmuşken, farklı farklı yaşamlara girip çıkmışken,

126
Sıfır: “Oyun Bitti”

hayaletlerin var olduğunu ve aramızda dolaştığını bilen hiç kimseye


rastlamadığımı mı sandın?” Gülümsedi. “Hiç hayalet görmedim mi sandın?
Ve onlara karşı hazırlıklı olmadığımı mı düşündün?”

Elini ceketinin cebine attı, bir şarjör çıkardı. Belindeki kabzadaki


silahı eline alıp şarjörü taktı. “Đşte,” dedi, “sodyum sağ olsun, senden

kurtulabileceğim.”
Başını kaldırdı. Hayalet önünde değildi. Kollarının arkadan
kavrandığını hissetti birden. Silah yere, onlardan epey ileriye savruldu, Fevzi
de hayaletin baskısı altında beton zemine kapaklandı.

“Orospu çocuğu!” diye inledi. “Sen de bizdendin! Artık


anlayabiliyorum! Hissedebiliyorum! Beni öldürmen hiçbir işe yaramayacak.

Senden uzaklaşmış olacağım. Beni bir kez daha aramak, bulmak zorunda
kalacaksın. Durma, yap. Gebert beni. Bu ceza değil armağan olacak!”

Hayalet onun boğazına sarıldı, güçlüce kavrayıp dikkatli biçimde


sıktı. “Seni öldürmek gibi bir niyetim yok, katil,” dedi son kelimeye vurgu
yaparak, “bayılman yeterli. Karşı koyarsan yalnızca acı çekersin, nefessiz
kalırsın. Ama seni yine de öldürmem. Kendini serbest bırak.”
Ve sessizlik, bir otomobilin homurtusu ve lastiklerinin gıcırtısıyla
bölündü. Arslan başını kaldırdı. Seat Cordoba marka gri bir araba hızla
yaklaşmaktaydı. On metre ötelerinde durdu, kendinden emin görünüşlü

esmer bir adam indi içinden.


Arslan bir an için katili bırakıp, “Murat!” diye bağırdı. “Arabayı denize

sürdü. Dize içinde! Boğuluyor, kurtar onu!”

127
Ozancan Demirışık

Verdiği tavizin bedeli ağır oldu: Katil kolları arasından sıyrılıp


24
ayaklandı ve ileri atıldı. Na mermileriyle dolu şarjörün takılı olduğu silahı
yerden kaptı. Dönüp, gülümsemek için bile oyalanmadan iki el ateş etti.

Ve hayalet puslu bir dalgalanma içerisinde gözden kayboldu.

***

Dize Demirsoy kilitli kapıların ardında ölümü bekliyordu. Camlardan


biri hafifçe aralıktı ve aracın tamamı deniz suyuyla dolmuştu artık. Yaklaşık

yarım dakikadır nefes alamıyordu. Burnuna, ağzına, her yanına su


doluyordu.

Gaz pedalı üzerindeki tahtayı zorlukla seçebildi. Çıkarttığı ama


üzerinden atmadığı kemeri bir kenara savurdu, ileri uzandı ve tahta

parçasını alıp camlardan birini kırmaya çalıştı. Bütün kuvvetini kollarında


toplamayı denedi ama öyle yoğun bir korku dalgasıyla mücadele ediyordu
ki başarması mümkün olmadı.
Tahta parçasını onlarca kez savurdu, ama cam kırılmadı. Çatlamadı
bile. O canavar bunu hesaba katmış olmalıydı. Tahtayı her ihtimale karşı
yanında bulunduruyordu ve daha ağır bir şey seçmemişti çünkü camların
kırılması ve kurbanın kurtulması, isteyeceği son şeydi…

Nefesini kesen tuzlu su dolayısıyla; düşünmesi, aklını kullanması bile


zorlaşmıştı. Tahta parçasını cama birkaç kez daha geçirdi ama hiçbir işe

yaramayacağını anladığında, kendini daha fazla yormamak için bundan


vazgeçti. Gösterdiği her fiziksel çaba, hayatta kalmasını sağlayan son

kuvveti de alıp götürüyordu.

128
Sıfır: “Oyun Bitti”

Đşte şimdi ölüme kucak açmaktan başka çaresi kalmamıştı.


Ne olur, diye düşündü, en azından o yaratığı yakalasınlar ve yok
etsinler…

***

“Arabayı denize sürdü. Dize içinde! Boğuluyor, kurtar onu!”


Bu sekiz kelime, bu üç cümle, Murat’ın zihnini istila etmişti sanki.
Arslan’ın yüzünde umutsuz bir bakışla ettiği sözler yüreğini dağlamıştı.

Dize’yi yem olarak göndermeyi kabul etmesi daha en başından hataydı:


Büyük bir hata, asla vermemesi gereken bir karar...

Onu ölüme terk edemezdi!


24
Na’nın hayaletleri sadece bir süre için ortadan kaybedebildiğini

biliyordu, o yüzden Arslan yok olduğunda telaşa kapılmak için zaman


harcamadı. Bacaklarını gerdi ve koşmaya başladı. Amacı denize atlamak ve
Dize’yi kurtarmaktı.

Yapamadı.

Sırtında bir ağırlık hissetti ve müthiş bir acıyla dizleri büküldü. Yere
kapaklanmadan önce son gördüğü, Fevzi Kaplan kimliğindeki katilin

muzaffer yüzüydü. Sodyum mermileri bir insanı öldüremezdi, ama


yaralayabilirdi veya kendini yerde bulmasını sağlayabilirdi…
Sağlamıştı da.
Dişlerini sıktı ve acıyla savaştı. Sırtına buzdan yapılmış minik iğneler
saplanıyor gibiydi. Gücünü biraz olsun topladığında, dizlerini gererek
ayağa kalkmaya çalıştı. Daha doğrulamadan, bir yumruk göğsünde patladı.

129
Ozancan Demirışık

Đleri yuvarlandı ama bu kez gücünü toplaması gerekmiyordu. Yumruk


nefesini kesmiş ama bir yandan da onu zinde hale getirmişti.
Ayaklanıp katilin üzerine koştu. Önce sağ yumruğunu çenesine,

ardından sağ tekmesini karın boşluğuna geçirdi. Đlk fırsatı da o zaman


buldu ve gereken şeyi alıp cebine attı.

Onlar dövüşürken Dize birkaç metre aşağıda yaşam savaşı


veriyordu. Daha fazla oyalanamazdı. Katilin son tekmesi onu yere
yapıştırdığında ve ileri savrulduğunda, aradığı ikinci fırsatı buldu: Kendini
denize doğru yuvarladı ve istekli düşüşünden hemen önce, elindeki

anahtarları kaldırıp ona öfkeyle bakmakta olan canavara doğru tuttu.


Muzaffer bir tavırla sırıtıyordu.

Bunlar otomobilin anahtarlarıydı. Katil farkında değildi ama arbede


Murat’ın işine yaramıştı. Fazlasıyla.

***

Yokluk diyarında geçirmek zorunda kaldığı birkaç dakikanın


ardından dünyaya geri döndü Arslan. Ayaklarını yere basmayı
başardığında, etrafına bakındı. Ne Murat vardı ortada, ne Dize. Yalnızca
katil, bir süre önce arabanın durduğu alanda denizi seyrediyordu.

Ne olmuştu? Murat nereye kaybolmuştu? Dize’yi kurtarmakla mı


meşguldü?

O sırada katil başını çevirdi ve onu gördü. Yüzü öfkeyle kasıldı.


“Yandaşın denizin dibinde yaşam savaşı veriyor,” dedi zoraki bir alayla.

“Onu kurtaramadın değil mi? Onunla beraber denize düşüp kilidi

130
Sıfır: “Oyun Bitti”

24
açamadın, çünkü denizde de Na var. Az miktarda olduğu için yok etmiyor,
yalnızca felç ediyor. Ama ben, felç etmekle ilgilenmiyorum.” Silahı gösterdi.
“Daha fazlasını istiyorum.”

Tüm bu söylediklerine rağmen hâlâ gülümsemiyordu. Kendini ne


kadar zorlarsa zorlasın, tebessüm etmeyi başaramamıştı. Bütün planları

bozulmuştu; biricik oyunu elinden alınabilirdi. Buna izin vermeyecekti.


Arslan içten içe güldü. Artık gülümsememesi ne kadar ironik, diye
düşündü. Şimdi gülen kendisiydi.
“Nasıl boğulacakmış?” diye sordu. “Ne yaptın, üzerine taş mı

bağladın? Murat gibi bir adam yüzmeyi bilmez mi sence, geri zekâlı?”
Katil öfkeyle homurdandı ve silahı doğrultup emniyetini açtı. “Kadını

kurtarmaya çalışırken kendi de geberir öyleyse! Aynı senin gibi!” Tetiği


çekecekti ki, hayalet görünürden kayboldu ve birkaç metre solunda ortaya

çıktı.
“Durma, devam et,” dedi.
Ahmet Turan veya Fevzi veya kendini o an her kim olarak
hissediyorsa, devam etmeye çalıştı. Bu kez tetiği çekebildi ama sodyum
mermisi yalnızca boşluğu yardı. Şimdi hayalet tam önünde durup ona göz
kırpmaktaydı.
“Đyi denemeydi,” dedi. “Ama çuvalladın. Ve bugün, çuvallamaya

devam edeceksin. Sen bir zavallısın. Hayatta en ufak bir amacın bile yok.
Kaybolmuş bir ruhsun sen. Bedenler arasında gezinmek ve her gün

rastgele birilerini öldürmek, kendi tabirinle ‘oynamak’, sence bir amaç mı?
Kendine şu soruyu soruyor musun: ‘Kimim ben? Neden bu eziyetten

131
Ozancan Demirışık

kurtulmuyorum? Neden yine kendimi bir insan gibi hissedemiyorum?’ ”


Güldü. “ ‘Ve neden gerçekten ölemiyorum?’ ”

***

Soğuktu. Başta Murat’ın tek hissettiği, buz gibi suyun verdiği bu


keskin soğukluk hissi oldu. Keskin acılar birbirini kovalamaktaydı bugün:
Önce sırtına sodyum mermisi yemişti ve acısı fazlasıyla keskindi, şimdiyse
soğuğun verdiği his bunun bir başka boyutunu yaşatıyordu…

Kollarını zorbela hareket ettirerek denizin dibine doğru kulaç attı.


Arabayı birkaç saniye sonra görebildi. Denizin dibinde, kumlar ve yosunlar

arasına yapışmış gibiydi. Bunu görmek motivasyonunu ve hemen sonra


hızını arttırdı. Dibe geldiğinde kendini arabaya doğru çekti ve sol ön

camdan içeri baktı.


Dize oradaydı. Koltukta. Başı yana yaslı. Gözleri kapalı.
Dünya başına yıkıldı. Çok mu geç kalmıştı? Kadın ölmüş müydü?
Dalmadan evvel cebine sıkıştırdığı anahtarı bulmak için elini
pantolonuna attı.
Orada değildiler.
Đçinden, bildiği tüm küfürleri sıraladı. Öfke ateşten bir kılıç misali

yardı zihnini. Anahtar düşmüştü. Derinlere doğru yüzerken bir yere


savrulup orada kalmış olmalıydı.

Bunun için zamanı yoktu. Gözüne büyük, kare şeklinde bir taş
kestirdi ve onu alıp camın önüne geldi. Taşı cama geçirdi. Bir kere, iki kere,

üç, dört, beş, altı ve yedi kere… Nihayet cam çatladı ve arada bir boşluk

132
Sıfır: “Oyun Bitti”

oluştu. Murat taşı o boşluğa sokarak kanırttı; diğer parçalar da ya tuzla buz
oldu ya da etrafa saçıldı.
Murat, Dize’yi açılan boşluktan dikkatle çıkarttı ve yukarı doğru

yüzmeye başladı. Kadının ağırlığı yüzünden bir miktar zorlanarak kıyıya


ulaşmayı ve başını sudan dışarı çıkarmayı başardığında, derin derin nefes

aldı.
Ama yüzüne bir tokat gibi çarpan gerçekle yüzleşti. Burası çok
yüksekti. Üstelik betondan yapılmış düz bir duvardı. Kendisi yukarı
tırmanmayı bir şekilde başarsa bile Dize’yi yanında götüremezdi.

Sağa dönüp gözünü ilerilere dikti. Yüz metre kadar uzakta, deniz bir
kumsalla birleşiyordu. Oraya kadar yüzmek ve kıyıya oradan çıkmak

zorundaydı. Başka çare yoktu, elinden başka hiçbir şey gelmezdi. Geçen
her dakika hatta her saniye ve salise Dize’yi ölüme biraz daha yaklaştırıyor

olabilirdi ama umutsuzluk önünde taştan bir duvar gibi dikilmekteydi.


‘Gibi’si bile fazlaydı, gerçekten taştan bir duvardı önündeki…
Böyle çaresiz, böyle bıkkın, böyle yılgın bir durumda olmasa bunu
bir espri olarak algılayabilir ve bir kahkaha patlatabilirdi. Hatta sırf kendisi
tehlikede olsa bile yapabilirdi bunu.
Ama şimdi, yaşam dolu bir kadın kolları arasında ölüme gömülürken
gülmezdi. Gülemezdi.

Kumsala doğru elinden geldiği kadar süratle yüzdü, hatta elinden


gelenden de daha fazlasını yapmaya çalıştı. Ama eninde sonunda o da bir

insandı ve kolları arasında her an ölebilecek bir kadın olması, bu gerçeği


değiştirmiyordu.

133
Ozancan Demirışık

Kumsala vardığında Dize’yi kuma yatırdı ve uzun zamandır ilk kez


Tanrı’ya dua ederek kulağını ağzına yaklaştırdı.
Nefes almıyordu.

Dünya ikinci kez başına yıkıldı. Kadın ölmüş müydü?


Kurtarılamayacak halde miydi? Eğer öyleyse hayatı boyunca çekeceği

vicdan azabının yanı sıra, bir dostun, bir ortağın, bir yandaşın eksikliğini
hissedecekti yüreğinde. Çok alışmıştı ona. Hem de bu kadar kısa zamanda.
Eski Birim Sıfır dağıldığı sırada duyduğu tek eksiklik hissi bir daha bu
doğaüstü maceraları yaşayamayacağı gerçeğinin getirdiği hayal kırıklığıydı;

çalışma arkadaşları aklına bile gelmemişti. Tamam, sonradan onları özlediği


olmuştu ama yapısal olarak, birilerinden ayrıldığı için üzülecek bir insan

değildi.
Bir daha onunla o keyifli tartışmaları yapamayabilirdi. Kadın onu bir

daha sigara içtiği için azarlayamayabilirdi. Bir daha nefes alamayabilirdi…


O ‘doğaüstü maceralar’dan biri yüzünden Dize Demirsoy hayatını
yitirebilirdi.
Ve hepsi o canavar yüzündendi.
Öfkeyle hırladı ve kadının göğsüne masaj yapmaya başladı. Baskıyı
giderek güçlendirerek buna devam etti. Etti, etti, etti…
Sonunda Dize’nin ağzından dışarı su boşaldı, kadın öksüre öksüre

nefes alarak kendine geldi. Filmlerde yüz bin kere tanık olduğu ve
hiçbirinde heyecan duymadığı bu ‘boğulma’ sekansını birebir yaşamış

olması Murat’ı güldürdü.


Artık gülebilirdi.

134
Sıfır: “Oyun Bitti”

Dize hayretle etrafına bakındı. Murat’ı gördü. “T-teşekkürler,” dedi


ama sesinde heyecan vardı. “Yakaladınız mı? Arslan nerede?”
Murat’ın yüzündeki gülümseme silindi. Sol tarafını, metrelerce ileriyi

işaret etti. Mesafe uzun da olsa Arslan ve Ahmet Turan seçilebiliyordu.


Kadın oraya baktı ve katilin, elindeki silahla Arslan’a doğru ateş ettiğini

gördü. Mermi hedefini bulmadı ama bir başkası her an bulabilirdi.


Murat iç çekti.
“Git,” dedi Dize. “Yakala şu canavarı.”

***

“Sen beni yargılayamazsın!” diye böğürdü Ahmet Turan. “Kimi


öldürüp kimi öldüremeyeceğimi söyleyemezsin. Yaptıklarımın yanlış

olduğunu iddia edemezsin. Buna hakkın yok!”


Artık kendisi gibi hissediyordu; en azından bir süreliğine. Fevzi
Kalem’in anıları ve kişiliğini içine gömmüştü. Silahı doğrultmuş, hayalete
bağırıp çağırıyordu: “Hatırladım seni. Ortalığı dehşete boğan seri katil!
Tanıdık geldi mi? Kendim gibi insanları araştırırken gazete arşivlerinde
bulmuştum. Kurbanlarını evlerinde öldürüp duvarlarına kendi işaretini
çiziyordun. Kanlarıyla!”

Arslan gülümsedi. “Ben kendimi yapmış olduklarımla değil


yapmakta olduklarımla ölçüyorum. Yapacaklarım bir şeyleri değiştirebilir

ama yaptıklarım aynı kalacak.”


“Beni oyundan çıkarmaya çalışıyorsun!” diye kükredi Ahmet Turan.

“Başaramayacaksın! Ben insanlardan daha üstünüm. Hayaletlerden de öyle.

135
Ozancan Demirışık

Çünkü hayalet olmak, insanlık belirtisidir. Benim gözümde karıncadan


farksızsınız. Nasıl çoğu insan karıncaları öldürünce vicdan azabı duymazsa
ben de en ufak bir azap duymuyorum ve duymayacağım. Anne karnından

yeni çıkmış bir bebeğe günlerce işkence edebilirim. Hem de annesinin


gözleri önünde! Ve sen bana bunun yanlış olduğunu söyleyemezsin, bana

canavar diyemezsin. Sen benim yaptıklarımı sorgulayacak hakka sahip


değilsin. Zamanında benim gibiydin! Güçlüydün! Ama bu güçten
vazgeçtin… Şimdi zayıfsın. Çok zayıf.”
“Kendini bu yüzden öldürmüyorsun değil mi?” diye sordu Arslan.

“Ne yüzden?!” diye homurdandı katil.


“Đntihar edersen başka bir bedende uyanacaksın ve beni kaybetmek

istemiyorsun. Seni bulamayacağından korkuyorsun, çünkü o zaman için


içini yiyecek. Beni yok etmeden rahat edemeyeceksin.”

Katil cevap vermek yerine tetiğe öfkeyle asılmayı tercih etti.


Mermileri hayaletin üzerine doğru sıktı, sıktı ve sıktı. Đlk üç tanesi ıskaladı
ama geri kalan dördü -son dört mermi- isabet etti.
Kendini denize atan adamın yani Arslan’ın esmer yandaşının

sırılsıklam bir şekilde, elinde silah, gözünde öfke pırıltılarıyla yanlarına


koşmakta olduğunu görünce iç çekti. Şimdi bir de bununla uğraşacaktı.

***

Birbirleriyle tam bir it dalaşına tutulmuş olan hayalet ve canavara


yaklaştığında Murat’ın gördüğü ilk şey, Arslan’ın görüntüsünün titreşmekte

olduğuydu.

136
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Artık dayanamıyorum Murat!” diye inledi. “Bu sefer daha uzun süre
yokluğa karışacağım. Hemen geri dönemem. Ama unutma.
Öldürmeyeceksin, yakalayacaksın!”

Parçalara ayrılıp yokluğa büründü, karıştı veya gömüldü.


Ahmet Turan güldü. “Seninkini postaladık!”

Sesinde neredeyse elle tutulur somutlukta bir coşku vardı. “En


azından seni halletmeme yetecek süre boyunca. Sonra onun icabına da
seve seve bakarım. Ona söylemedim, ama haklıydı. Đntihar etmiyorum
çünkü huzura kavuşup oyunuma dönebilmek için onu yok etmek

zorundayım. Zeki bir adam – zamanında bana benzediği için olsa gerek.”
Göz kırptı. “Đstediğimde özeleştiri yaparım. Düşmanımı da küçümsemem.

Tabii senin gibi ‘karınca’ olmadıkça.”


Silahına gerçek şarjör takmak için elini ceketinin cebine attı. “O

zaman seni sodyum mermisiyle vurdum çünkü hayalet daha önemliydi.


Şarjör değiştirmekle oyalanamazdım.” Şarjörü çıkardı ve silaha yerleştirdi.
“Ama şimdi, biraz zamana sahibim…”
Murat’ın vücudu öfkeyle kasılmaktaydı. Neredeyse dayanamayacak
ve önündeki ucubeyi beyninden ya da kalbinden vuracaktı ama bunun bir
işe yaramayacağını biliyordu.
Silahına şarjör takmakta olduğunu görünce daha fazla

oyalanmaması gerektiğini anladı.


Önce silah tutan elini hedef aldı ve tetiği çekti. Mermi katilin elini

deldi ve silah bir kenara savruldu. Ardından dizlerini hedef aldı ve tetiği iki
kez çekti Murat.

137
Ozancan Demirışık

Katil acı dolu çığlıklar eşliğinde yere kapaklandı. Sürünerek silahına


ulaşmaya çalıştı. “Olmuyor böyle,” dedi Murat ve oraya koşup silahı bir
tekmeyle ötelere savurdu. “Yenilgiyi kabul et.” Bu kez şeytani gülümseme

onun yüzüne yerleşmişti. “Đşte şimdi elimdesin!”


Silahın kabzasıyla kafasına vurarak onu bayılttı. Şimdi mülayim bir

şekilde ve kendinden geçmiş halde beklemekte olan bu ‘canavar’ı arabaya


yerleştirdikten sonra kumsalın yakınlarına kadar ilerledi. Dize’yi görünce
mutlu bir gülümsemeyle zafer işareti yaptı ve kadın coşkuyla ellerini çırpıp
arabaya, Murat’ın yanına bindi.

“Nerede?” diye sordu.


Sesi yorgundu ama dakikalarca su altında kalmış ve boğulmaktan

zor kurtulmuşken, hatta bir anlamda boğulmuşken, öyle olması gayet


doğaldı.

“Bagajda,” dedi Murat. “Orası layık olduğundan bile daha iyi bir yer.”
“Uyanırsa oradan çıkamaz değil mi?”
Murat göz kırptı. “Hem bağlı hem de bagaj kilitli. Çıkması olanaksız.”
Dize başını salladı. “Arslan nerede peki?”
“Bir süre buralarda olmayacak. Ama döneceğini söyledi.”
Đçten içe, umarım döner, diye ekledi, çünkü bu canavarla başa
çıkabilecek tek insan oydu.

Ya da doğru tabirle tek ‘varlık’.


Arabayı çalıştırdı. Kimi zaman ara kimi zaman ana yollardan, kimi

zaman deniz kenarından kimi zaman da ıssız sokaklardan geçerek


gidecekleri yere giderlerken, cep telefonuyla Sivri’yi aradı.

“Sağ olasın,” dedi. “Adam elimizde.”

138
Sıfır: “Oyun Bitti”

ÖNCESĐ

Her şey birimdeki gergin bekleyişle başlamıştı. Dize’yle sabahın


erken saatlerinde buluşmuşlardı ve bir-iki saat gecikmeli de olsa Murat da
onlara katılmıştı. Hayalet gözlerini yumup odaklanarak Ahmet Turan’ın

uyanmasını beklemeye başlamıştı; o gözlerini açtığı anda yerini tespit


edecek ve yeni bedeni hakkında sezebildiği her şeyi onlara anlatacaktı.
Arslan nihayet katili hissettiğinde ve onun Seyrantepe’deki bir taksi
durağında olduğunu söylediğinde, Murat telefona sarılmış, Sivri’yi aramıştı.

Katilin yerini bildirdikten sonra, “Adamına söyle,” demişti. “Durakları gezip,


bugün garip davranan birileri var mı yok mu öğrensin.”

Sivri’nin cevabını beklerlerken oturup konuşmuşlardı. Yapılacak en


iyi şey, Dize’nin yem olması gibi görünüyordu. Murat karşı çıkmıştı ama

Dize ısrar etmişti ve Arslan’a da en mantıklısı bu gibi geliyordu. Murat’ı

kenara çekip açıklamıştı: Dize çok daha savunmasız görünüyordu, o yüzden


kurban olarak seçilmesi çok daha muhtemeldi.

Teorileri, Ahmet Turan’ın kurbanlarını taksiye binenler arasından


seçeceğiydi ve bu teori sonradan bir bakıma doğru çıkacaktı. Tek fark,
‘kurbanlar’ değil ‘kurban’ seçmek niyetinde olduğu gerçeğiydi, ama o
sırada bundan habersizlerdi.
Karar verilmişti. Murat istese de istemese de Dize yem olacak ve

katilin taksisine binecekti. Bu sırada Sivri aramış, “Adamlarımdan birini


yolladım. Emniyet Taksi adında bir durakta, normalde asık suratlının teki

139
Ozancan Demirışık

olduğu halde bugün gülüp duran biri varmış,” diye haber vermişti. “Sizinki
bu adam olabilir.”
“Nasıl öğrendin?” demişti Murat. “Taksiciler -özellikle de aynı

durakta çalışanlar- genelde birbirine bağlıdır. En azından aralarında güven


vardır. Pek ispiyonculuk yapmazlar. Sorun çıkmadı mı?”

Sivri gülmüştü. “Sen orasına karışma, ama kimsenin sorun


‘çıkartamadığından’ emin olabilirsin.”
“Neyse,” demişti Murat, “yöntemlerine karışacak olsam senden
yardım istemezdim. Şöyle yapıyoruz: Đstanbul’daki adamlarından birine -

şüphe çekmemesi için bu kez bir başkası olursa daha iyi olur- o duraktaki
‘garip’ adamın taksisiyle Dört Levent’e gitmesini söyle. Ortağım Dize de

taksiye oradan binecek ve bizim operasyona başlayacağız.”


Sivri yine gülmüştü – gülmediği an yok gibiydi zaten. “Vaay Komiser

Efendi,” demişti, “sen bir kadını yem yapar mıydın?”


Murat bunun üzerine sinirlenmiş, telefonu pat diye kapamıştı.
Başta her şey planladıkları gibi gelişmişti. Dize taksiye binmiş ve
Murat da yanında hayaletle takibe başlamıştı. Murat sürekli diken
üstündeydi çünkü katilin kadını arabanın içinde öldürmesinden
korkuyordu. Ama Dize’yi görebiliyorlardı ve henüz sapasağlamdı. Hayalet
de Murat’ı sakinleştirme konusunda epey başarılıydı – katil Dize’nin başını

cama vurduğunda öfkeden deliye dönmüştü, o ayrı…


Kanlıca’ya girdiklerinde ve yollar darlaştığında taksiyi gözden

kaybetmişlerdi ama artık çok yakın mesafede oldukları için hayalet oraya
‘buharlaşabilirdi’. Katilin yerini Murat’a tarif ettikten sonra buharlaşmıştı

da... Tam deniz kenarına.

140
Sıfır: “Oyun Bitti”

Murat’sa otomobilin sürat limitini zorlayarak oraya ulaşmıştı.


Đşlerin ‘biraz’ sarpa sardığını işte o zaman fark etmişti.

29 Kasım 2008 – 16.52


Sanayi Mahallesi’nde Bir Ev

Ev tam da bu iş için ayarlanmıştı. Birim Sıfır faaliyetleri çerçevesinde


ele geçirilen ama henüz adalete teslim edilmeyen, sorgulamaları ya da

etkisiz hale getirmek için bir yol bulmaları gereken insanları veya ‘şey’leri
buraya getirecek, içeri tıkacak ve üzerlerine kilit vuracaklardı.

Amaç buydu ama eski Birim Sıfır’da sadece üç-beş kez kullanılmıştı
ev. Genelde bu kadar tehlikeli insanlarla uğraşmazlardı. Böylesine kötücül
olanları, ‘yaratık’ veya ‘ruh’ gibi pek de eve tıkılamayacak şeylerdi. Bir
insanın böylesine gözü döndüğüne nadiren tanık olurlardı. Eğer kötülük

yapılıyorsa doğaüstü etkenler önemli bir yer tutardı bunda.


Eh, en azından ‘çoğunlukla’ tutardı.
Şimdiyse Murat Arıkan ve Dize Demirsoy, ayılan ama Murat
tarafından itinayla yeniden bayıltılan Ahmet Turan’ı içeri taşımaktaydılar.

Dört oda bir salon, müstakil bir evdi. Salon dışında odaların
hiçbirinde pencere yoktu, her bir kapının aşılmaz kilitleri vardı; teçhizat
odasında ise her türlü malzeme bulunabilirdi. Duvarlar sağlamdı, fiziksel
kuvvet uygulanarak yıkılması zordu.

Murat katili salona en yakın odaya tıkarken, Dize yanında durup


endişeyle izledi. Bir yandan da elini sargılı parmağının üzerinde

141
Ozancan Demirışık

gezdiriyordu. Buraya gelirken hastaneye uğramışlardı: Murat arabada


beklerken Dize içeri girmiş ve küçük tedavi sona erince oyalanmadan geri
dönmüştü.

“Arslan hâlâ ortada yok,” diye mırıldandı. “Ne yapacağız?”


Manidar bir yanıt verdi Murat: “Bekleyeceğiz.” Dize’nin sırılsıklam

haline baktıktan sonra bakışlarını kendi üzerine çevirdi. “Ama ondan önce
üzerimize kuru bir şeyler giyeceğiz.”

***

Teçhizat odasına uğrayıp giysi seçtikten -zaten pek fazla seçenekleri

yoktu- ve giyindikten sonra, salona geçip koltuklara çöktüler. Dize’nin


üzerinde, çoğu kadının aksine hoşlanmadığı bir renk olduğu için başta

burun kıvırdığı pembe bir bluz ve bir kot pantolon vardı. Murat da mavi bir
gömlek ve kot pantolon giymişti.
Diken üstündeydiler; katil içeride bir odada baygın halde yatarken
ve her an uyanabilecekken, üstelik onunla ne yapacakları hakkında hiçbir
fikirleri yokken başka bir ruh halinde olmaları beklenemezdi zaten.
“Ya dönmezse?” diye sordu Dize endişeyle. “Ya sonsuza kadar
gittiyse?”

Murat başını iki yana salladı. “Hayaletler sodyum izotoplarıyla bile


yok edilemez. Kaç kapsül olursa olsun.”

Sustular. Gergin bir sessizlik yaşandı. Loş odada soğuk bir sükûnet
içinde oturdular.

142
Sıfır: “Oyun Bitti”

Birden, “Dize,” dedi Murat. Yüzünde dalgın bir ifade olmasına


rağmen, anlatacaklarına dikkat kesilmişti. “Sana söylemem gereken bir şey
var.”

Bu ses tonunda sıra dışı bir şeyler olduğunu sezen Dize, adamın
gözlerinin içine baktı. “Ne oldu?”

Murat gözlerini yumdu. “Zaten yeterince gergindin, bu iş bitene


kadar anlatmamak istiyordum ama artık zamanı geldi.” Boğazını
temizledikten sonra devam etti: “Bu sabah erken saatlerde telefon sesiyle
uyandım. Tanımadığım bir adam, Ali’ye kurulan komplo hakkında bir şeyler

bildiğini söyledi.”
Dize yutkundu. Heyecan, korku, endişe ve ümit vücudunu sarıp

sarmalamıştı. “Ve?” diye teşvik etti adamı.


“Ve onunla Simit Sarayı’nda buluştuk,” dedi Murat. Gözlerinde keder

vardı. “Komplo hakkında pek anlam veremediğim karmaşık birkaç şey


söyledikten sonra, önce gözlerinden, sonra ağzından, burnundan ve tüm
vücudundan kan fışkırmaya başladı. Kendi kanında boğularak öldü. Onu
kurtarmak için hiçbir şey yapamadım. Hiçbir şey!”
Dize adamın elini tuttu ve yavaşça sıvazladı. Đri yaş damlaları vardı
gözünde; neredeyse kendini salacaktı. “Senin suçun yok,” dedi titrek bir
sesle. “Kendine haksızlık etme. Komplocular yine iş başında.”

Durakladı. “Peki adam neler söyledi? Belki ben anlayabilirim.”


Murat ellerini yumruk yapıp, “Sorun da bu!” diye homurdandı.

“Hatırlamıyorum. Simit Sarayı’na gidene kadar her şey açık ve net. Orada
aramızda geçen kısa muhabbetten önce yaşadıklarım gayet temiz. Ama

143
Ozancan Demirışık

söyledikleri… Sadece ismini verdiğini hatırlıyorum. Belli belirsiz… Ama o


ismin ne olduğunu bile unutmuşum!”
“Sonra ne yaptın?”

“Soluğu Taylan Bey’in yanında aldım. Her şeyi anlattım. O ana kadar
bu ‘hatıra kaybı’ndan habersizdim. Taylan Bey, tıpkı senin gibi, adamın

neler söylediğini sordu. Onlara anlam verebilecek yegâne kişinin kendisi


olduğunu düşünüyordu. Belki de haklıydı. Ağzımı açtım: Cevap vereceğimi
zannediyordum ama yanılmışım. Gerisingeri kapamaktan başka çarem
kalmadı. Ve söyledim. ‘Hatırlamıyorum,’ dedim.”

Dize düşüncelere daldı. “Yerinde olsam hipnoz için Kızıl Gizem’e


giderdim.” Murat’a baktı. “Öyle mi yaptın?”

“Öyle yaptım,” diye onayladı adam. “Bu kez soluğu Gizem’in evinde
aldım. Alışılmadık bir şey denedi: Anımı bana tekrar yaşattı ve kendisi de

seyretti. Sonuç neydi biliyor musun?” Dize’nin cevap vermesini beklemeden


devam etti: “Bu ‘değiştirilmiş’ anıda, ben Simit Sarayı’na gidiyorum ama
karşımdaki adam daha konuşmaya başlama fırsatı bulamadan ölüyor.”
“Ölüm şekli aynı mı peki?”
“Aynı,” dedi Murat bıkkın bir sesle. “Tek fark aradaki eksik cümleler
diyebiliriz.”
Dize kaşlarını çattı. “Peki kim yapmış olabilir?” diye sordu. “Bu anıları

kim değiştirmiş olabilir?”“


“Gizem anılar üzerinde hâkimiyet sahibi olanların genelde tensel

temasa ihtiyaç duyduklarını söyledi. Her kimse, bana dokunmuş olmalı.


Ama ‘hatırladığım kadarıyla’ restorandaki hiç kimse bana elini bile

sürmedi.”

144
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Anıları değiştirmeyi başardıysa kendi temasını silmesi hiç şaşırtıcı


değil,” dedi Dize. “Peki madem anıların üzerinde oynama yapılmış, aranızda
bir konuşma geçtiğini nereden hatırlıyorsun?”

“Ben de aynısını merak ettim ve Gizem’e sordum. Ona göre cevap


bunun bir yankı olduğuydu.”

“Yankı?”
Murat başını salladı. “Evet, yankı. Gizem’e göre iki tür hafızamız var
ve ikisi birbiriyle bağlantılı. Biri hepimizin bildiği zihinsel hafıza, diğeri
ruhsal hafıza. Yankı ise güçlü beyinlerin anılar üzerinde yapılan

değişikliklere karşı kendini savunması. Bir nevi içgüdü: Etkiye tepki.


Yaşadıkların aslında ruhsal hafızada barınmaya devam ediyor ama zihinsel

hafızaya ancak bunun silik bir ‘yankısı’ şeklinde taşınabiliyor.”


“Bu yankıyı güçlendirmek için yapılabilecek bir şey var mı?”

“Konuşma hafızamda tamamen silinmiş durumda. Gizem’in ‘yeniden


gösterim’ine bakılırsa, ben ismimi söyledikten sonra el sıkışıyoruz ve
adamın gözü kanamaya başlıyor. Ama ben, biraz önce de söylediğim gibi,
ismini söylediğini hatırlıyorum ve Gizem’e göre bu olumlu bir nokta. Đsmi
bulabilmek için ara sıra onun yanına gideceğim. Bazı denemeler
yapacağız.”
Dize sıkkın bir nefes aldı ve parmaklarını kıtlattı. “Eh, umarım bir şey

çıkar, yoksa bir arpa boyu bile yol alamamış olacağız. Birim Sıfır’ı
kurmamızın asıl nedeni bu komploydu ama elimizde hiçbir şey yok.”

Murat kadına hayranlıkla baktı. Bugünlerde çok ağır şeyler yaşamıştı


ve kötü durumda olduğu belliydi ama bunu belli etmemek için kendisine

145
Ozancan Demirışık

karşı verdiği savaşı kazanmış gibi görünüyordu. Gayet serinkanlı


davranmaktaydı.
Ansızın soğuk bir rüzgâr yüzlerini yaladı.

“Giysilerim kuru olabilir ama hâlâ üşüyorum Murat,” dedi Dize. “Şu
camı kapar mısın?”

Pencerenin açık olduğunu o ana kadar fark etmeyen Murat dönüp


baktı.
Kapalıydı. Sıkıca.
Kalbi göğsünü yarmak istercesine gümbürderken ayağa fırladı ve

silahını çıkardığı gibi Ahmet Turan’ı tıktıkları odaya koştu. Metal kapı ardına
kadar açıktı – kilitleri de öyle. Ve oda boştu. Katil kaçmıştı. Bir kez daha

serbestti…
Hemen arkasındaki Dize’ye, “Fazla uzaklaşmış olamaz,” dedi.

Doğruydu bu. Kaçışı fark etmelerini sağlayan soğuk rüzgârı daha yeni
hissetmişlerdi. Dış kapıyı usulca kapayarak çıkıp gitmiş olmalıydı.
Anahtarlarını kontrol etti. Hâlâ cebindeydiler. Bir yedekleri de yoktu.
Peki nasıl? Hem odanın kapısı hem de dış kapı birden fazla kilitle
sağlamlaştırılmışken, nasıl böyle elini kolunu sallayarak gidebilmişti? Arslan
onun insanüstü özellikleri olmadığını söylememiş miydi? Yoksa yanlış mı
biliyordu ya da bilgisi noksan mıydı?

Elinde silah, peşinde Dize, evden çıkmış koşarken ve etrafa


bakınarak Ahmet Turan’ı bulmaya çalışırken tüm bu düşünceler aklında

gezinip durdu ama birini bile cevaplayamadı.


Issız, upuzun bir sokaktı. Çoğunda pek az kişinin yaşadığı

apartmanlar solda sıralanmıştı ve sağ tarafta bazı müstakil evler vardı.

146
Sıfır: “Oyun Bitti”

Bir ara sokağın -çıkmaz ve dar bir sokağın- önünden geçip


ilerleyecekken, Dize’nin ona seslendiğini duydu. “Murat, dur!”
Durdu, döndü, baktı. Dize’nin hayretle büyümüş gözleri çıkmaz

sokağa dikiliydi. Murat da meraklı bakışlarını oraya yöneltti ve onu bu


kadar şaşırtanın ne olduğunu gördü.

Ahmet Turan sokağın ortasında ayakta beklemekteydi. Sırılsıklamdı.


Gözleri beklenmedik bir cesaretle sıkılıydı. Elinde bir kibrit ve kibrit kutusu
tutmaktaydı. Hemen gerisinde Arslan yine fazla ‘insansı’ bir tavırla duvara
yaslanmış, büyük bir tatminle onu seyrediyordu. Ayaklarının dibinde bir

benzin bidonu vardı.


“Vücudunu benzine bulamış,” diye fısıldadı Dize ama bunu

söylemesine gerek yoktu çünkü Murat her şeyi çoktan kavramıştı.


Arslan, Dize’yi duyup onları fark edince, “Geride durun!” dedi telaşla.

“Sizin için tehlikeli olabilir.”


Katil de gözlerini Murat ve Dize’ye dikti. “Oyunun sonuna yetiştiniz!”
diye bağırdı coşkuyla. Kutudan bir kibrit çıkardı ve çevik hareketlerle
yaktıktan sonra çarpık bir gülümseme sundu onlara.
“Oyun bitti,” diye fısıldadı.
Ve kibriti kendi üzerine attı.
Dize bir çığlık atıp geri çekilirken, alevler Ahmet Turan’ın önce

gövdesini, hemen ardından tüm vücudunu sarıp sarmaladı. Giderek


yayıldılar ve güçlendiler. Giderek daha çok acı yaydılar yapıştıkları vücuda.

Kızıl, sarı, mavi ve yeşilin karışımından oluşan görkemli cümbüş


arasında, çığlıklar içinde öldü katil. Donuk bakışları, soluk akşam güneşine

takılı kaldı. Oyun bitti…

147
Ozancan Demirışık

29 Kasım 2008 – 17.34


Sanayi Mahallesi’nde Bir Ev

“Hiçbir işe yaramayacak,” dedi Dize. Gözlerini boşluğa dikmişti.

Kirpikleri titriyordu. Ve ruhu, yüreği titriyordu. “Bir katil ölmüş olabilir, ama
yenisi gelecek. Ve tüyler ürpertici şeyler yapacak. Öncekilerden bile daha
ağır şeyler… Savunmasız insanları katledecek. Ortalıkta dehşet saçacak. Ve
belki de gözlerini daha büyük bir hedefe dikecek. Çok daha büyük bir

hedefe…”
Kadının sözleri havada asılı kaldı. Tüm bir günlerini ‘gizemini’

çözmeye adadıkları, bir diğer gün de yakalamak için canla başla çalıştıkları
Ahmet Turan, kendini yakarak hiçbirinin bilmediği bir yerlere doğru yola

koyulmuştu. Artık kimseye zarar veremeyecekti.


Rahatlamaları gerekirdi. Huzurlu olmalıydılar. Keyifli olmalıydılar.
Ama değildiler. Ne rahattılar, ne huzurlu, ne de keyifli…
Arslan, Dize’nin yanına süzüldü. “Hiçbir işe yaramayacak öyle mi?”
diye sordu sitem yüklü bir sesle. “Eğer biz bu planı yapmasaydık, taksiye
binen ilk kadının cesedi kim bilir nerede çürüyor olacaktı şimdi… Bir mezarı
olmayan başıboş bir ceset getir gözlerinin önüne. Ama en önemlisi,
ölmeden önce yaşayacakları. Yaşamış ‘olabileceği’ şeyle… Bunların en taze
tanığı sensin. Nasıl bir eziyet olduğunu biliyorsun. Sırf bugün öldürülecek

kadın için bile değmez miydi?”


“Değerdi,” dedi Dize. “Değerdi.”

148
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Ve unutma: ‘Lanet’ten muzdarip insanlar yıllar boyu cinayet


işlemezler. Başta bununla savaşırlar. Mücadele ederler. Karşı koyarlar.
Sonunda yenik düşerler -daima düşerler- ama o zamana kadar bir hayli

vakit var.”
Sesi buğulanmıştı adamın. Gerçekten, diye düşündü Dize, bir hayalet

ancak bu kadar insana benzeyebilir.


“Dize,” diye devam etti adam, “özür dilerim. Seni yem yapmak
istemezdim. Şimdi bile, her şey bittiği, bu dava kapandığı, ‘canavar’ yok
olduğu halde, eğer bir seçim şansım olsa seni o taksiye bindirmezdim.

Sana bunları yaşatmazdım. Özür dilerim. Beni affedebilecek misin?”


Dize’nin içi beklenmedik bir öfkeyle doldu. “Sence ben özür mü

bekliyorum? Yaptıklarımdan pişman mıyım? Yaşadıklarım yüzünden


geceleri uyuyamayacak mıyım?”

Arslan cevap vermedi.


“Hayır efendim,” diye devam etti Dize biraz daha sakince. “Pişman
değilim ve yine olsa yine yaparım. Kötü bir duruma düşmem bir şeyleri
değiştirebilecekse, bize küçük de olsa zafer kazandırabilecekse, birilerini
ölümden hatta acı çekmekten, yaralanmaktan kurtarabilecekse, düşerim.
Korkabilirim ama gereken seçimi yaparken gözümü bile kırpmam. Gözümü
bile… Ve,” dedi, “sen istemesen bile ben ne yapar eder o taksiye binerdim.

Seçim benimdi. Sadece benim.” Gözlerini devirdi. “Bana küçük bir kız
çocuğuymuşum gibi davranmayı kesin.”

Dalgın bir tavırla sigara içmekte olan Murat’a baktı. “Đkiniz de.”
Murat başını kaldırdı ama sanki kadının söylediklerini duymamıştı.

Arslan’a dikiliydi gözleri. “Sen ne yapacaksın?” diye sordu. “Durdurmak için

149
Ozancan Demirışık

ölmekten bile vazgeçtiğin, nefret ettiğin bu dünyada uzun yıllar boyu hiçbir
şey yiyemeden, hiç uyuyamadan, gerçek bir hayat yaşayamadan, hayalet
halinde barınmayı göze aldığın adam artık ölü. Şimdi ne olacak?”

Hayalet bu kez pencereye doğru süzüldü. “Ben,” dedi, “dünyadan


asla nefret etmedim Murat. Burası benim yuvam. Yaşadıklarım yüzünden

bu gerçeği yadsıyacak değilim. Laneti başıma musallat eden yeryüzü


değildi. Ve bana kalırsa Tanrı da değildi. Ne olduğunu bilmiyorum ve
görünüşe göre asla bilemeyeceğim, ama dünyaya karşı bir nefret yok
içimde. Hiçbir şeye karşı yok.” Soluk, soğuk ellerine baktı soluk, soğuk

gözleriyle. “Kendim hariç.”


Dönüp önce Dize’ye sonra Murat’a baktı. “Geceler boyu neden

kendimizi yakmamız gerektiğini düşündüm. Neden tek kurtuluşun bu


olduğunu merak edip durdum. Cevabı bulamadım ama bir tahminim vardı:

Yanmamız gerekiyordu, çünkü ateş bir nevi kefaretti – insanı acıyla


arındırıyordu. Peki neden ben kendimi asla affedemedim? Neden kurtuluşa
giden yola adım attığım, alevlerle buluştuğum halde, yıllar önce yaptıklarım
yüzünden kendimi canavar gibi hissediyorum? Aslında olduğum şey bu
olabilir mi? Bir katil… Bir canavar…”
“Bence,” dedi Murat, “bunun tek bir nedeni var. Hangi Allah’ın belası
mahlûkat kurtuluşunuzu ateşte gördüyse, anlaşılan hayalet olma ihtimaliniz

aklında bile değildi. Her şeyin kendi istediği yönde gelişeceğini, onun
istediği yere gideceğinizi zannediyordu. Ama sen yarım kalan bir işin

olduğunu düşündün ve insan halinin soluk bir suretiyle yeryüzünde kaldın.


Bir başka deyişle, zinciri kırdın…”

150
Sıfır: “Oyun Bitti”

Kederli bir tavırla tebessüm etti hayalet. “Keşke ben de bu kadar


iyimser olabilsem.”
Dize, eğer bir insan olsa gidip omzunu sıvazlar hatta ona sarılırdı,

ama şimdiki durumda en iyisi onu kelimelerle teselli etmek gibi


görünüyordu. O da öyle yaptı. “Kendini suçlayıp durma,” dedi. “Gerçek

kefaret ateşte gizli değilse bile, sen kendi bedelini ödedin. Fazlasıyla. Ve
her ne dersen de, bunu biliyorsun. Bildiğinden eminim.”
Arslan başını tekrar pencereye çevirdi ve sessizce güneşi izledi. O
bununla meşgulken, uzun ve gergin bir sessizlik oldu. Murat ve Dize ara

sıra bakıştılar ama onun dışında hareketsiz durdular.


Sonunda Arslan pencerenin önünden ayrılıp onlara doğru süzüldü.

“Đsterseniz,” dedi, “gitmem. Bir sonrakini de beklerim. Zamanı geldiğinde


size yine rehberlik ederim. Emin olun bunu yapmaktan gocunmam.

Hayatım beklemekle geçti ve biraz daha beklemekten zarar gelmez…”


Murat sigara dumanını üfleyip odayı dumana boğarken, kesin bir
tavırla konuştu: “Hayır. Dize doğru söylüyor. Yeterince bedel ödedin. Dünya
senin yuvan olabilir ama artık burada kalmak zorunda değilsin.” Durakladı.
“Hatta,” dedi, “kalmamak zorundasın diyebiliriz…”
Dize huzurla gülümsedi. “Git Arslan. Kurtul. Huzura er. Madem bir
zafer elde ettik, tadını çıkar. Hayalet olmak sana göre değil. Bir dahaki katil

biz öldükten sonra bile türeyebilir. Kaç yıl sonra ortaya çıkacağını kim bilir?
Ama aksi gerçekleşse ve lanetten muzdarip yeni insan bize musallat olsa

bile…” Göz kırptı. “…başımızın çaresine bakabiliriz.”


Bu seferki sessizlik çok daha kısa sürdü. Ve, “Pekâlâ,” dedi hayalet.

“Siz kazandınız. Gideceğim.”

151
Ozancan Demirışık

Hem bakışlarında hem ses tonunda hem de ‘vücudunun’


kıpırdanışlarında müthiş bir heyecan vardı. Yıllardır beklediği şey sonunda
gerçekleşecekti. Nereye gideceğini bilmiyordu, ama bilmek de istemiyordu.

Bu işin keyfi, gizemiydi.


“Son bir şey,” dedi Murat. “Dakikalardır aklımda. Katil kendini

yakmak konusunda nasıl bu kadar çabuk ikna oldu? Ona neler söyledin de
bu kadar çabuk ‘değişti’?”
Arslan güldü. Neredeyse bir kahkahaya dönüşecekti bu, ama
sonunda kesildi ve adam ciddi bir ifade takındı. “Çok kolay oldu,” diye

açıkladı. “Ve kısa sürdü. Onunla oynadım. Zayıf noktasını bulup kıskıvrak
yakalayıverdim. Mücadele bile etmedi. Edemedi.”

ÖNCESĐ

Zor olan içeri girmek değildi. Duvarlardan geçmek bir hayalet için

nefes almak kadar kolaydı. En ufak bir çaba sarf etmesi gerekmemişti: Evin

kapısına yürümüş, sonra da Ahmet Turan’ı nerede tuttuklarını tespit edip,


kilitli çelik kapıdan içeri süzülmüştü.

Katil dizlerini göğsüne çekmiş, kollarını önünde bağlamış, boş


odada boş boş oturmaktaydı. Kımıldanmıyor, kendi kendine
mırıldanmıyordu; beklenmedik bir sükûnetle bekliyordu yalnızca.
Arslan görünür hale geldi ve, “Merhaba Ahmet,” dedi. “Canın

sıkılmıyor mu?”

152
Sıfır: “Oyun Bitti”

Katil başını kaldırdı. Herhangi bir korku emaresi göstermeden,


hayaletin gözlerinin içine baktı. “Benim canım her zaman sıkılır. Her
zaman.”

Arslan güldü. “Biliyorum. Çok iyi biliyorum.” Derin bir nefes aldı.
Kendini pek de kolay olmayan bir şeylere hazırlıyor gibiydi. “Burada

gereğinden fazla zaman harcamak istemiyorum,” diye başladı. “Uzun bir


konuşma olmayacak. Bazı noktalara dikkatini çekmem yeterli.”
Ahmet Turan cevap vermedi ama delici bakışları hâlâ Arslan’ın
gözlerine kenetliydi. Bu bakışta öyle çok anlam ve duygu yüklüydü ki,

hayalet bunları ayırt edebilmek için kendini zorlamadı. Bir yararı


olmayacağını biliyordu.

“Artık insanları öldürmek seni ilk günlerdeki kadar


heyecanlandırmıyor değil mi?” diye sordu yalnızca.

Katil anırır gibi güldü. “Ne kadar heyecanlandırdığını tahmin bile


edemezsin!”
“Anlamsız konuşmalara karnım tok. Tahmin edebilirim çünkü
aynısını ben de yaşadım. Bir yerden sonra o eski heyecanımı yitirdim ve
yeni şeyler aramaya başladım. Birkaç günü o yeni ama donuk heyecanlarla
harcadıktan sonra, gerçek kafama dank etti.”
Ahmet Turan alaycı bir tavırla, “Aman Allah’ım,” diye taklit etti, “ben

nasıl bu kadar kötü biri olabildim? Masum insanlara nasıl kıyabildim?


Olamaz, ben bir canavarım!”

Hayalet sinirlenmedi, hatta gülümsedi. “Eh, doğru tahmin. Aynen


bunları düşündüm. Yoğun bir pişmanlıkla kavruldum.”

153
Ozancan Demirışık

“Nefesini boşa harcıyorsun. Söylemiştim: Pişman değilim. Gerekirse


hayal bile edemeyeceğin şeyleri hayal bile edemeyeceğin yollarla yaparım.”
“Bundan eminim,” dedi Arslan. “Ben en kötü günümde bile ne yeni

doğmuş bir bebeğe ne de küçük bir çocuğa dokundum. Evet, büyük


çılgınlıklar yaptım ve çok fazla kişiyi acımasızca katlettim. Đşaretimi

duvarlara kanla çizecek kadar fevriydim. Heyecan istiyordum çünkü.


‘Oynamak’ istiyordum.” Gözlerinde derin bir keder çizgisi peyda oldu. “Ama
hiç senin kadar ileri gitmedim.”
Volta atarcasına süzülmeye başladı odanın içinde. “Meselemiz bu

değil. Sen kurtarılamayacak bir vakasın. Pişmanlık kartını kullanmak gibi bir
amacım yok. Aslına bakarsan, ‘kart’ kullanmak gibi bir amacım da yok. Sana

karşı yeterince açık olacağım. Ne hile, ne numara…”


Katil burnundan soludu. “Eminim öyledir.”

Hayalet göz kırptı. “Öyle. Kana susamış olabilirsin, bu susuzluğu


gidermek için akla hayale sığmayacak dehşetleri gerçek kılıyor olabilirsin,
ama özünde, tamamen mantıklı bir adamsın. Ve ben, yüreğinde gizli
kalanları sana açık edeceğim.”
“Neymiş onlar?”
“Cesaret. Senin yüreğinde cesaret gizli ve tam da buna ihtiyacın var
işte.”

Ahmet Turan soğuk bir kahkaha patlattı. “Hani,” dedi gözlerinden


yaşlar gelerek gülerken, “hani numara yoktu? Beni pohpohlayarak bir

şeyler elde edebileceğini mi sanıyorsun?”


“Uzun hayatımda, hangi bedende olursam olayım, hiç kimseye hakkı

olmayan özellikleri yüklemedim. Kimseye yalakalık yapmadım, başarıya

154
Sıfır: “Oyun Bitti”

ulaşmak için kimseyi pohpohlamadım.” Durakladı. “Karınca örneğini


vermiştin. Senin için insanlar karınca. Onlardan üstünsün.”
Ahmet Turan cevap vermedi.

“Madem üstünsün,” dedi Arslan, “neden kendini yakmaktan


korkuyorsun? Neden kurtuluşun olabilecek bir çözümden, alevlerden

ürküyorsun?”
Katil başını kaldırdı. “Istırap ne kadar büyük?”
Hayalet göz kırptı. “Çok büyük. Tam da bu yüzden, cesarete ihtiyacın
var.”

Adama yaklaştı. Gözlerini gözlerine dikti. “Heyecanını


kaybetmediğini söylemiştin. Peki bugün neden yalnızca tek bir kurbanın

yeterli olduğunu düşündün? Neden bir kadını beraberinde ölüme


götürdükten sonra yeni bir yatakta, yeni bir bedende uyanmak istedin?

Madem bu senin için hâlâ heyecan ve tatmin dolu bir ‘oyun’, öyleyse şu
soruyu kendine sor: ‘Neden?’”
Cevap gelmedi. Boğuk bir sessizlik dar odada yankılandı.
Arslan kapıya doğru süzüldü. “Ben gidiyorum,” dedi. “Eğer yeterince
cesur olduğunu hissedersen, çıkmaz sokağa gel. Mutlak çözümü orada
bulacaksın.”
Kapıyı aşmak üzereydi ki, katil ardından seslendi.

“Dur!”
Hayalet durdu.

“Beni de götür.”
Hayalet gülümsedi.

“Bu işi bitirelim.”

155
Ozancan Demirışık

Hayalet dönüp baktı. “Öyleyse,” dedi, “beni burada bekle.”

***

Zor olan, sonrasıydı.

Yeniden görünmez hale gelip, Dize’yle ettiği hararetli sohbetin


ortasındaki Murat’ın cebinden kadına ve ona belli etmeden anahtarları
kapmak, odaya dönüp hayaletlere özgü bir yöntemle ortamı ‘boğmak’,
böylece Murat ve Dize’nin hiçbir şeyi duymamasını sağlamak, ardından

kilitleri katile açtırmak ve dönüp anahtarları Murat’ın cebine geri koymak…


Ve evden çıkmak…

***

Çıkmaz sokağa doğru yavaş ama kuvvetli adımlarla yürürlerken,


“Tam ardındayım,” dedi hayalet. “Umarım ciddisindir ve bu işi bitirmeyi
kafana koymuşsundur, yoksa seni bir kez daha kıskıvrak yakalarım ve ikinci
bir şans vermem.”
Katil cevap vermeye tenezzül etmedi. Artık konuşmak istemiyordu.
Aslında hayalete kanmış değildi. Onun ‘kıvranmalarını’ izlemiş ama kendi

kararını kendi vermişti, çünkü artık bir şeylerin değişmesini istiyordu.


Sıkılmıştı. Ve her gün adam öldürmek gerçek ‘oyun’ değildi.

Gerçek oyun, daima korktuğu ‘bilinmezlik’ti. Hayaletin beceriksiz


sözlerinin tek yararı, bunu fark etmesini sağlamak olmuştu. Şimdi oyunu

bitirmek ve oyuna başlamak zamanıydı. Eğlenmek zamanıydı.

156
Sıfır: “Oyun Bitti”

Çıkmaz sokağa ulaştılar. Hayalet gözleriyle karşı duvarın köşesini


işaret etti. Bir benzin bidonu ve üzerinde bir kibrit kutusu vardı orada.
Katil bidonu aldı ve benzini kendi başından aşağı boşalttı. Bir kısmı

ağzına doldu ama midesi bulanmadı. Öksürmedi bile. Ağzındaki iğrenç


sıvıyı tükürmekle yetindi. ‘Çeşitli’ hayatı boyunca çok daha mide bulandırıcı

şeyler yaşamıştı.
Kibrit kutusunu eline aldığı sırada, hayaletin bağırdığını duydu:
“Geride durun! Sizin için tehlikeli olabilir!”
Ahmet Turan döndü ve baktı. Đki insan -adam ve kadın- orada,

yüzlerinde meraklı ifadelerle onu ve hayaleti süzmekteydiler. Bugün başına


bela olmuşlardı ve fırsatı olsa onlara ömürlerinin en büyük acısını yaşatırdı,

ama artık zamanı kalmamıştı.


Gözlerini Murat ve Dize adındaki bu iki insana -ya da kendi

misaliyle, ‘karıncaya’- dikti. “Oyunun sonuna yetiştiniz!” diye bağırdı


coşkuyla. Kutudan bir kibrit çıkardı ve çevik hareketlerle yaktıktan sonra
çarpık bir gülümseme sundu onlara.
“Oyun bitti,” diye fısıldadı.
Ve kibriti kendi üzerine attı.
Renk renk alevler vücudunu sararken, önce acıyı duyumsadı,
doyasıya çığlık attı. Bir kırbaç gibi vücudunu saran ateşin müthiş acısı

devam etti ve görünüşe göre asla dinmeyecekti. Arslan’ın dediği gibi, bu


çok büyük bir ıstıraptı. Çok büyük.

Vücudunu giyotinle ikiye ayırıyorlardı sanki. Darağacında asıyor,


başına bir kurşun sıkıyor, suda boğuyor, uçurumdan aşağı yuvarlıyor,

vücuduna elektrik veriyorlardı.

157
Ozancan Demirışık

Kibriti üzerine atmadan evvel, öldürdüğü kurbanlara neler yaptıysa


aynısını kendi üzerinde hissetmekten korkmuştu. Biraz klişe olabilirdi ama
aynen onları yaşayacağını düşünmüştü.

Gerçeği şimdi kavrıyordu. Yalnızca alevlerin acısı her şeye bedeldi.


Istırap alttan alta ama yine aynı şiddetle bedenini -‘kendi’ bedenini,

Ahmet Turan’ın bedenini, gerçek bir katilin bedenini- istila ederken, bir
anda huzur çıkageldi. Hem acı çekmek hem de doyasıya bir rahatlığı
yudumlamak? Bu nasıl olabilirdi? Yaptıklarından sonra huzur bulabilecek
miydi?

Bir anda huzur gitti. Saf acıyla boğuştu bir kez daha. Ölmeyi diledi.
Bunun bitmesini diledi. Küçümsediği insanlardan biri olmayı, hatta daha da

kötüsü gerçek bir karınca olmayı diledi. Ve sonra huzur geri döndü. Tüm
vücudunu okşayarak ona kısa ama muazzam bir mutluluk armağan etti.

Tekrar yok olduğunda, ölüm onu kollarına almak üzereydi. Bilinmezlikle


beraber yeni oyun başlamıştı.
Ateş arınmaydı. Kefaretti.
Ateş ölümdü. Acıydı.
Ateş varlıktı. Yokluktu.
Ateş her şeydi…

29 Kasım 2008 – 17.40


Sanayi Mahallesi’nde Bir Ev

Đki insan ve bir hayalet, evden çıktı. Kapıyı sıkıca kilitlemişlerdi. Bir

daha uzun süre dönmeyeceklerini, bu eve ihtiyaç duymayacaklarını

158
Sıfır: “Oyun Bitti”

biliyordu Murat. Aynı daha önce olduğu gibi… Yine de bugün çok yararını
görmüşlerdi ve önemli olan buydu.
Hava henüz aydınlıktı ama bir saate kalmadan Đstanbul’a karanlık

çökecekti. Güneş yerini aya, gündüzse geceye bırakacaktı. Kış mevsimine


neredeyse girdikleri halde ılık olan hava, gecenin çökmesiyle serinleyecek,

hatta belki de buz kesecekti.


Amaçsızca yürürlerken, “Soracak bir şeyim var,” dedi Dize, hayalete.
“Son bir soru.”
Arslan başını salladı.

“Dinliyorum.”
“Kurtuluşun ateş demek olduğunu yedinci senende öğrendiğini

söyledin. Neden yedinci yıl? Ve nasıl öğrendin?”


Kederli bir tavırla gülümsedi hayalet. “Đnsanlar her daim rüya

görürler, ama başıma dadanan bu ‘lanet’, rüya görme şansımı da elimden


aldı. Rüya görsem, tüm bu ‘ruh salınmaları’na karşın hâlâ bir insan
olduğumu düşünerek kendimi avutabilirdim. Yapamadım ama... Her gece
yatağa bir umutla giriyor, sonraki sabah uyuduğumu bile hissetmeden
başka bir bedende açıyordum gözlerimi. Değil rüya görmek, sanki
uyumuyor gibiydim.”
“Ama yedinci yılın yedinci ayının yedinci gününde-” Bir anda durdu.

Dize’ye baktı. “Yedi rakamının ne gibi bir önemi olduğunu bilmiyorum ve


umursamıyorum. Sorma.”

Kadın gülümsedi.
“Sormayacaktım.”

159
Ozancan Demirışık

“Sonsuza dek rüya görmeyeceğimi zannediyordum. Đnsan olduğumu


bir kez olsun hissedemeyeceğim sanıyordum. Ama yedinci yılın yedinci
ayının yedinci gününde, bir muhasebe memurunun bedenindeyken, ani bir

halsizlik çöktü üzerime. Başım öne düştü, uyuyakaldım.” Gözlerini yumdu.


“Ve rüya gördüm. Ayrıntılarını hiç hatırlamıyorum, ama çözümün ateşte

olduğunu işte o zaman öğrendim… Neden yedinci yıl? Bilmiyorum. Nasıl


öğrendim? Rüya görerek. O gün, ilk ve son kez insan olduğumu hissettim.
Bu bir umuttu, ama ben görmezden geldim.”
“Belki de,” diye mırıldandı Dize, gözlerinde iri yaş damlaları vardı,

“belki de son kez değildi.”


Arslan şefkatle gülümsedi. “Umarım.”

Güneş şimdi daha parlaktı sanki. Işık huzmeleri çevrelerinde


oynaşıyordu. Dize ve Murat durdular. Bacakları hareket etmeyi kesmişti.

Arslan ise yürümeye devam ediyor, usulca süzülüyor, ilerliyordu. Huzurla


sarılmış, huzurla sarmalanmıştı.
Işıldamaya başladı birden. Etrafta oynaşan tüm ışık huzmeleri ilerledi
ve üzerine kenetlendi. Arslan ilerlemeye devam ederken, Murat ve Dize’nin
gözleri önünde; büyüdü, genişledi ve devasa bir top halini aldı ışık.
Murat ve Dize’nin bacaklarını kilitleyen görünmez anahtar bir kez
daha çevrildi. Yürümeye başladılar. Her renkten ışığın -tıpkı ateşte olduğu

gibi- birleşiminden oluşan devasa topu takip ettiler.


Gözlerini kamaştıran parlaklık azalmaya başladı. Topla beraber ışık

huzmeleri de küçüldü ve yok oldu. Arslan’ı hafifçe ışıldar halde görmeyi


bekleyerek oraya baktılar. Ama yoktu; görünürden kaybolmuştu. Ardında

en ufak bir iz bırakmadan…

160
Sıfır: “Oyun Bitti”

“Sonraki aşamaya geçti,” dedi Murat, inanamıyormuş gibi. “Artık


hayalet değil.”
Bir bilmeceydi bu.

Çözüm ışıkta olabilirdi. Veya belki renklerdeydi.


Belki de değildi…

SON
28.01.2009 / Avcılar
28.01.2009 / Bodrum

161
SONSÖZ
Ölümsüz Fikirler

Bazı fikirler yıllar boyu varlığını sürdürür. Uzun süre unutursunuz


onu, ama vakti geldiğinde kendini hatırlatır, bir öyküde kullanmanız için

zorlar sizi. Oyun Bitti’nin ana iskeletini oluşturan fikir de bunlardan biriydi.
“Kendin Olarak Uyanmak” kod adıyla anmaktaydım söz konusu fikri.

Đstisnasız her sabah bir başka bedende uyanan ve eski bedenine


dönebilmek için umutsuz bir çabaya girişen bir adam...

Çok iyi hatırlıyorum: Anneannemin evinde, oturma odasında,


çekyatın kenarına oturmuş, dizime dayadığım deftere ilk birkaç paragrafı
yazmıştım. Devamı gelmemişti. Geleceğini de düşünmüyordum. Kayda

değer bir olay örgüsü bulamamıştım çünkü.

Bu manzaranın üzerinden yıllar geçti. Gökcan'la sık sık ettiğimiz


keyifli MSN sohbetlerinin birinde, bir fikir patlaması yaşadık. O da ben de

onlarca fikir bulduk ve hemen bir kenara not ettik. O gece bulduğum
fikirleri, üzerinden aylar geçtiği halde hâlâ kullanıyorum ve görünüşe göre
kullanmaya devam edeceğim. Oyun Bitti'yle ilgisine gelirsek... “Kendin
Olarak Uyanmak” fikrini Sıfır'a uyarlamak ilk kez bu patlama anında aklıma
geldi. SIFIR konseptine uyan sert bir macera kafamda şekillenmekteydi.
Oyun Bitti işte böyle doğdu...
Sıfır: “Oyun Bitti”

Çok gecikmeden kurguyu tamamlayıp başına oturdum ve yazmaya


başladım. Đlk sahne rahatça döküldü kalemimden. Geri kalan kısımları da
keyifli -ama uzun- bir yazım süreciyle nihayete erdirdim.

Đlginç bir tesadüften söz etmem gerekirse: Yıllar önce yazdığım


taslakta ana karakterin adı Arslan’dı ve ‘ruh salınması’ndan muzdaripti.

Oyun Bitti’de de önceleri bedenler arasında salınan, şimdiyse hayalet


olarak varlığını sürdüren karakterin adı Arslan, bildiğiniz gibi. Ve ben Oyun
Bitti’yi yazmadan önce o taslağa göz bile atmamıştım.
Oyun Bitti eğlenceli bir süreç sonunda ortaya çıktı. Murat'ı ve Dize’yi

daha iyi tanıdım, ileriki bölümlerde de karşımıza çıkacak yeni karakterler


yarattım, uzun ve çetrefilli bir macera kurup kâğıda döktüm. Daha ne

olsun! Umarım siz de okurken keyif almışsınızdır.


Kapağa gelirsek… Oyun Bitti'nin ihtişamlı kapağını sevgili dostumuz,

yetenekli tasarımcı Đlkay Kalkan tasarladı. Son derece memnun kaldığım,


tekrar tekrar göz attığım -ve atacağım- bir çalışma oldu. Beğendiğinizi
tahmin ediyorum.
SIFIR’ın her bölümü farklı lezzetler içeriyor. Đlk bölüm Komplo merak
uyandırıcı bir girişti. Đkinci bölüm Oyun Bitti’yse sert bir gizemci-kurgu.
Đki ay sonra okuyacağınız Çıkış Yok da her yönüyle bambaşka bir
atmosfer, bambaşka bir lezzet ve pek çok eski-yeni karakterle tadına

doyulmaz bir okuma sunacak.


Bizimle kalın…

Ozancan Demirışık

163
ÖNOKUMA:
SIFIR: “ÇIKIŞ YOK”
Gökcan Şahin
AÇILIŞ
İSYAN
2 Ocak 2009 – 10.55
Đstanbul Dolunay Üniversitesi

“Ödevi yazdıysanız, çıkmadan önce bir yoklama daha dolaştıralım,”


dedi kürsüdeki kadın.
“Hocam ne yoklaması Allah aşkına, ilk ders de aldık ya!” dedi

amfideki kalabalıktan biri.


Genel Kimya dersinin ‘zalim’ hocası Narin Özpetek, bu asi sesin
nereden geldiğini radar gibi dolaştırdığı gözleriyle çözmeye çalışırken,
önceki yoklama kâğıdını sertçe eline aldı. Kâğıdı bir paçavra gibi sallayarak,
tiz sesini yükseltebildiği kadar yükseltti: “Bu mu yoklama? Sınıfta altmış
yedi kişi olduğu halde burada altmış dokuz kişi görünüyor!”
“Hocam, ders çıkışı sınavımız var, zaten geç kaldık,” dedi en ön
sıradan bir kız öğrenci. Aynı anda sınıftaki herkes onaylamaya çalışınca bir

uğultu yükseldi.
Narin Hoca her zaman yaptığı gibi parmağındaki iri yüzüğü kürsüye

vurarak sert bakışlarını sınıfa yöneltti. “Susun! Hem suçlusunuz hem


güçlüsünüz! Başkasının yerine yoklamaya imza atmanın suç olduğunu
bilmiyor musunuz?”
“Tamam da hocam, bizim ne suçumuz var? Đki kişinin yaptığı şey

yüzünden hepimizi sınıfta tutuyorsunuz,” dedi üçüncü sıradan gür bir ses.
Narin Hoca öğrencileriyle muhatap olmayı yeğlemese de bu genci

tanıyordu. Adı Barış’tı. Önceki vizede beklediğinden düşük not geldiği için
kâğıdına bakmak istemiş, Narin Hoca izin vermeyince bölüme dilekçeyle
şikâyette bulunmuştu. Kâğıt başka bir öğretim üyesi tarafından
değerlendirilmiş ve gerçekten de Barış’ın gerekenden yirmi puan az aldığı

ortaya çıkmıştı. Sorun kadının puanları toplarken hata yapmasıydı. Sonuçta


bu basit öğrenci parçası tarafından hem meslektaşlarına hem de

öğrencilere karşı küçük düşürülmüştü ve böyle bir şey onu çok


öfkelendirirdi. Normalde Barış’a savaş açması (belki birkaç sene sınıfta

bırakıp süründürmesi) gerekirdi ama o sıralar çok daha önemli işlerle


meşguldü ve şimdi de pek hevesli değildi. Tabii bu, durumun hiç
değişmeyeceği anlamına gelmiyordu.
“Barışçığım, ben ne yapabilirim?” dedi alayla. “Sonuçta bu sınıfta
yoklamada görülen altmış dokuz kişi yok. Đstersen kendin say.”
“Saymama gerek yok. Eminim siz on kere saymışsınızdır. Belki daha
fazla kaçak yakalarım diye.”

“Ne dediğini sanıyorsun sen? Hem o ağzındaki sakızı çıkar


bakayım!”

Arada sırada döndürdüğü naneli sakızını çiğnemeyi bırakarak,


“Hangi sakız hocam?” diye sordu Barış.
Sarı saçlı, kısa boylu Narin Hoca bunun üzerine gözlerini öfkeyle
devirdi. Sağ işaret parmağıyla kapıyı gösterdi: “Çıkar mısın dışarı?”
“Hayır!”

“Ne demek hayır?”


“Hepimizi birlikte çıkacağız. Sadece ben değil. Bazı arkadaşlarımın

biraz sonra sınavı var ve geç kalıyorlar. Yeterince açık bence.”


“Barış! Çık dışarı!”
Hoca ve Barış pek farkında olmasalar da tüm öğrenciler sus pus
olmuş, nereye varacağı belli olmayan bu tartışmayı seyrediyorlardı. Bazıları

Barış konuştuğu zaman destek nidaları atmayı ihmal etmiyordu tabii.


“Çıkmıyorum dedim, ne yapacaksınız, zorla mı atacaksınız?”

“Şu an sınıfın en yetkili kişisi benim ve buna hakkım var. Bunu


bilmiyorsan, yönetmeliği oku da gel.”

“O yönetmelikte, ders saatini aşmak ve öğrencilerin sınava geç


kalmalarına neden olmak da var mı?”
Narin Hoca öfkeden kızarmış bir halde yumruklarını sıkmıştı. Barış’ı
muhatap almaktan vazgeçip sınıfa döndü.
“Hadi, bir yoklama dolaştırın. Kızım boş bir kâğıt çıkar sen,” dedi en
ön sıranın en köşesindeki esmer kıza. Sınıfın en başarılılarından Özlem’di
bu. Defterleri durmadan fotokopi çektirildiğinden neredeyse radyoaktif

hale gelen kız herkesçe tanınıyordu. Hocasına karşı çıkacak bir tip değildi.
Yine de hoşnutsuzca, üfleye püfleye kareli defterinden bir sayfa kopardı.

Barış hemen gürültüyle yerinden kalktı ve Özlem’in elindeki kâğıdı


kadından önce kaptı. Hocanın gözlerine bakarak ikiye böldü ve buruşturdu.

Ayrıca sakızını da inadına delice çiğniyordu.


“Arkadaşlar!” diye seslendi sınıfa. “Kendimizi ezdirmeyelim.
Đsteyenler peşimden gelsin. Bölüm başkanlığına gidiyorum. Bu yoklamaya
imza atacağımıza, şikâyet dilekçesine imza atacağız!”

Bunu söyler söylemez sık adımlarla sınıfın tahta kapısına doğru


yürüdü ve sertçe açıp dışarı çıktı. Arkasından diğer öğrenciler sel halinde

gittiler. Hiçbiri, kendini sınıfın imparatoru zanneden kadının yüzüne bile


bakmadı.

Tamamı BUZUL DÜNYA’da!


buzuldunya.blogspot.com
YAZARLAR
Ozancan Demirışık 12 Mart 1993 tarihinde doğdu ve kendini bildi bileli
yazıyor. Đnternet üzerinde üç ayda bir yayınlanan Xasiork Dergi’nin ve kulüp
bünyesinde yayınlanan e-kitapların editörlüğünü üstlendi. Önceleri ‘Genç Haberler’
internet sitesi ile ‘Beyaz Kapı’ adlı e-derginin de editörüydü. Karalama adlı öykü
dergisinde ‘Seyirci’, Yüxexes Karakalem dergisinin ikinci sayısında ‘Kuşatma’ isimli
öyküleri yayınlandı. Ejderhayurdu.com 1. Fantastik Hikâye Yarışması’nda birincilik
ödülü aldı ve Xasiork 2006 Roman Yarışması’nda jüri özel teşvik ödülüne layık
görüldü. Şu sıralar roman çalışmalarının yanı sıra, “SIFIR” dizisinin yazarlığını Gökcan
Şahin'le beraber üstleniyor.
Gelecekle ilgili planlarının
vazgeçilmez adımı “yazmak,
yazmak ve yazmak”tır.

Gökcan Şahin
3 Eylül 1988 tarihinde Sivas’ta
doğdu. Đlköğrenim ve liseyi
Đstanbul’da tamamladı. 2006
yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Haberleşme Mühendisliği'ne devam
ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal bölümlerde öğrenim görse de edebiyat,
tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi duydu. Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa
zamanda elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü
Kulübü'nün internet sitesinde, Xasiork Dergi’de ve Gölge e-dergi'de yayınlandı.
Henüz bir roman bitirememiş olsa da en yakın zamanda yazıp yayınevlerinin kapısını
çalmayı düşünüyor. Şu sıralar iki ayda bir Buzul Dünya adlı sanal yayınevi üzerinden
yayınlanan SIFIR serisini Ozancan Demirışık’la birlikte yazıyor.

You might also like