You are on page 1of 353

1

1
2

2
3

3
4

4
5

5
6

6
7

7
8

8
9

İthaf
1998 yılının ilk bahar günlerinde Kosova’da evlerinden zorla
kovulan aileler ve bireylerin bir bölümü Türkiye’ye sığındı.
İstanbul’da 29 Mart – 02 Ağustos 1998 günleri arasında
sığınmacı olarak bulunurken bizlerle yakından ilgilenen
Ahmet Tuntaş, Sadullah Sipahioğlu, Kemal Karatekin, Mikdat
Çakır, Yusuf Erdil, Ömer Odabaşı, Prof. Dr. Mustafa İsen,
Türkiye ve Türk Yazarları Vakfı, Abdülhalim Çelik, Rumeli
Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği, Şaban Gülbahar,
Harid Fedai, Kazim Zaim, Çocuk Vakfı, Türkiye Gazetesi,
Hayrettin Turan, Ümit Güner, TGRT- Jale, kardeşim Badem ve
eniştem Fevzi Şilik, acılarımızı hafiflettiler. Kosova’da yeniden
hayat sürerken İstanbul’da bizlere gösterdikleri insani alaka ve
ilgileri anısına bu eserimi onlara itahaf ediyorum. Allah
hepsinden razı olsun !

28 Mart 2001, Prizren


Altay Suroy Recepoğlu

9
10

PRİZREN’DE ŞAİRLİK GELENEĞİ

“Birlik”, 1 Ekim 1991, Üsküp

Prizren’de Türkçe konuşan halk, sesi güzel olan, çeşitli


merasimlerde ilahi, kaside, koşuk koşma veya türkü-okumakla
ad yapmış kişilere “şair” derdi. Bugün de genellikle yaşlılar
“şair”sözcüğünü bu anlamda kullanmaktadırlar. Şairlerin
bulunduğu yerde muhakkak hovardalar da vardı. Hovardalar
kendi zevki için paraya pul demeyen kişilerdir. Yaşamın en
güzel yanı zevk etmek olduğunu kabul edenlere, böyle
davrananlara hovarda denirdi. Sözcüklere göre şair şiir yazan
geniş bir hayali olan, duyarlı, duygulu kimse olarak tanımlanır.
Prizren’de çok sayıda şairin varolduğunu bugün bile artlarında
bıraktıkları, tekke, cami, yazılı eser ve türbelerden başka
tezkirelerden öğrenmekteyiz. Prizren deyimiyle şairler hem
erkekler hem de kadınlar arasında varmış. Şairlerin belirmesi
için olanaklar varmış, bugün de bu olanaklar vardır. Özellikle
aile mevlitlerinde ilahi ve kaside söylemeleri için şairlere fırsat
verilirmiş. Sesi güzel olan kimse bir ara sonra şair veya şaire
şanına sahip olurmuş ve düzenlenen mevlitlerde ilahi ve kaside
okuması için davet edilirlermiş. Bu gelenek bugün de
sürmektedir. Şairlerin bir takımı tekkelerde zikir esnasında hoş
sesiyle ilahi okumakta kendini tanıtırmış. Şairlerin bir takımı ise
kendini mesire yerlerinde veya sazı ile sokak meydanlarında ve
kahvelerde bestelerini söylemekte tanıtırmış. Şairlikle
geçimlerini sağlayanların da varolduğu biliniyor.

10
11
Çocukların güzel sesli olması için dünyaya gelince
göbeği uzun kesilmektedir. Çünkü göbeği uzun kesilen çocuğun
hoş sesli olacağına inanılmaktadır. Bu inanışa göre bebeğe
devamlı su içirilirse hem erken konuşmaya başlar hem de bülbül
gibi güzel sesli olurmuş.
Prizren’de ta 1490 yıllarında orkestranın varolduğu
biliniyor. Bu yıllarda Prizren’li şair Suzi’nin Nakşibendî idi ve
orkestrayı yönetiyordu. Zaten Nakşibendî zaviyesinde zikir ve
ilahilerin okunması müzik eşliğinde yapılmaktaymış. Bugün de
birçok tekkenin ve tarikatın varolduğu Prizren’de Rufai
tekkesinde zikir, müzik, çalgı aletleri eşliğinde yapılmaktadır ve
ilahiler söylenmektedir. Prizren’in en eski tekkesi Kutup Musa
efendinin ilk şeyh olduğu Tabakhanadeki Sinani tekkesidir. Bu
tekkede geçlere kadar zikir çalgı aletleri eşliğinde yapılırdı ve
ilahiler söylenirdi. Beşyüz yıldan bu yana bu zikirlerde ve
törenlerde kullanılan müzik aletlerinin bir bölümü bugün de
birçok tekkenin semahanesinde korunmaktadır. Demek “şairler”
genellikle tekkelerde, evlerde, düzenlenen mevlitlerde ve
mesire yerlerinde ses sanatçısı olduklarını kanıtlamaya
çalışırlardı. Erkek ses sanatçıları genellikle tekkelerde,
kahvelerde ve sokak başlarında halk şiirlerini müzikli bir
biçimde söyler veya kara düzen ve saz gibi çalgı aletlerini
çalarak müzik parçalarını icra ederlerdi. Kadın ses sanatçıları ise
genellikle zikir sırasında ve evlerde düzenlenen mevlitlerde ilahi
veya kaside söylemekle dile gelirlerdi. Derviş tarikatlarından
birinin dervişi olan kadın ses sanatçıları halk tarafından daha
fazla tanıdık olmuşlardır. Çünkü geçlere kadar kendi tarikatının
usulüna göre zikri yöneten şeyh analar vardı. Bunlardan en
ünlüsü Melami tarikatının kadın şeyhlerinde ve halk tarafından
“Şeyh Ana” olarak bilinen Siret Hoca’dır.
Prizren’de bu “şairler”in varolmasından dolayı birçok
türkü ve şarkı ortaya çıkmıştır. Bu müzik, şiirlerin çoğu anonim
kalarak halk mahsulü olarak korunmuştur. Bunların birçoğunu
Prof. Dr. Nimetullah Hafız zamanla derlemiş ve 1985 yılında
Kosova Üniversitesi’nin Priştine Felsefe Fakültesince

11
12
yayımlanan “Kosova Türk Halk Edebiyatı Metinleri” kitabına
almıştır. Bu müzikli şiirler genellikle belli bir olayı
anlatmaktadırlar. “Sultan Reşat” ve “Abo” türküsünün
konumladıkları olaylar bugün bile halk arsında çok kere
Prizren’de olagelen bir “vaka” olarak anlatılmaktadır.
Bugüne kadar bu “şairler”den salt Prizrenli Aşık
Ferki’nin eserleri derlenmiş ve Prof. Dr. Nimetullah Hafız
tarafından 1986 yılında Prizren “Doğru Yol” KGSD “Esin”
yayınları tarafından kitap olarak yayımlanmıştır. Ama halk
kültürüne büyük hizmet veren, sözüyle sazıyla ve yazdığı
eserleriyle bundan yüzyıl önce Prizren’de olagelen olayları
aktaran, zengin bir edebi hazine olan Aşık Ferki’nin daha fazla
tanıtılıp bilinmesi için belediye çapında bile hiçbir girişim
yapılmamıştır. Oysa bugün Prizren’de Aşık Ferki izinden giden
çok sayıda genç vardır.
Prizren’de müzik geleneğinin zengin oluşunu Aluş Nuş
da “Rumeli Türküleri” kitabında göstermektedir. Çünkü
derlediği birçok Rumeli türküsünü Prizren’de müziğe aşık olan
kişilerden almış ve onların söyleyişlerine göre notalarını
yazmıştır. Prizren’de müzik geleneğinin bugüne kadar
sürmesine geçlerde kurulan “Rebab”, “Şar”, “Gayret”,
“Kosova”, “Balkan” ve “Merhamet” derneklerinden başka 1951
yılında kurulan “Doğru Yol” Kültür ve Güzel Sanatlar Derneği
katkı vermişlerdir. Çünkü bu derneklerde ses sanatçılar müzik
orkestrasının eşliğinde prova yapma, çalışmalarını sürdürme
imkanlarına sahip olmuşlardır. “Doğru Yol” KGSD
çerçevesinde kurulan çocuk gurubunda ise müziğe eğilimli olan
çocukların bile müzik eğitimi görmesi için olanaklar
yaratılmıştır. Böylesine sesi güzel olan ve müziğe eğilimli olan
çocukların müzik eğitimi, giderek ses sanatçısı ve müzisyen
yetişmeleri için yuva olmuştur “Doğru Yol” derneği.
Prizren’in böyle bir geleneğe sahip olması için kentin
güzelliği ve ikliminden başka muhakkak akan suların da tesiri
vardır. “Şairler”in yetişmesi için Prizren’de doğmuş, yaşamış,
yaratmış veya vefat etmiş olan yazarların da etkisi olmuştur.

12
13
Son beşyüz yıl içinde yetişen birçok Prizren’li yazar zamanın
ünlülerinden olmuştur. Bunlardan şunları anmak gerekir: Aşık
Çelebi, Bahari, Mümin, Neharı Sa’yi, Suzi, Sücüdi, Şemi,
Tecelli, Süleyman Acize Baba, Aşık Ferki, Hacı Ömer Lütfi ve
saire. Bu yazarlar hakkında tezkirelerde de söz edilmektedir.
Aşık Çelebi (1529-1572) ünlü tezkiresi Meşairu’ş-
şuara”da Prizren’li şair Nehari’den söz ederken “Prizren’e şair
membaı (kaynağı) “denildiğini ve “Prizren’de oğlan doğsa
adından akdem mahlas konulduğunu yazmaktadır. Zaten bugün
de Prizren’in şairler kaynağı olduğunu bugün kabarık olan
şairler sayısı kanıtlamaktadır.
Prizren’in tesadüfen “şairler” kaynağı olmadığını bu
kenti 1455 yılında kesin olarak Fatih Sultan Mehmet’in
komutası altındaki ordunun beşyüzyıllık Türk egemenliğine
almasıdır. Fatih Sultan Mehmet zamanın ünlü şairlerindendir.
Yazdığı eserlerini Avni mahlası ile imzalardı. Prizren’de kaldığı
günlerde şiir yazıp yazmadığını bilemiyoruz ama büyük bir
devletin sultanı olmaktan başka din felsefesi ve edebiyatta derin
bir uzmanlığı olduğu kesindir. Örneğin:

Gözünden akan yaş mıdır, kan mıdır?


Lebin yadına la’l lü mercan mıdır?
Gönülde ne var ise faş etti gör
Seni sevdiğim, yani pinhan mıdır?
Gönül ızdırap ile oldu helak?
Gelin, görün ol afet-i can mıdır?
Demiş “Avni’ya ben cefa etmezsem?”
Ana cevreden yoksa devran mıdır?

-GÜNÜMÜZÜN DİLİYLE-
Gözümden akan yaş mıdır, kan mıdır?
Dudağının anısı o kızıl la’l taşı mıdır?
Can mıdır?
Gönülde ne varsa açıkladı hep gör.
Seni sevdiğim sence hâlâ gizli midir?

13
14
Gönül ızdırapla yok oldu.
Gelin, görün, o can afeti midir?
Avni’ye demiş ki “ben cefa etmem:
O’na eziyet eden öyleyse devran mı,
Zaman
mıdır?

Bu söyleyişte, bu müzikte bugün bile Prizren’de icra eden ve


yetişen Prizren deyimiyle “şairler” yaşama iz bırakmak için
çalışmalarını sürdürmektedirler.

Prizren’de Fatih Sultan Mehmet Namazgâhı-1455

14
15

Kosova’nın 2. büyük kenti Prizren

15
16

Prizren’de Ümmi Sinan’a bağlı Sinani tekkesi

16
17

ÜSKÜP’TE PRİZRENLİ ÂŞIK ÇELEBİ


BELEDİYESİ

“Birlik”, 28 Aralık 1996, Üsküp

Dünyada bir yazarın adını taşıyan kentler nadirdir. Hele


dörtyüzyıllık çok yazar adını taşıyan yerleşim yerini bulmak
oldukça zordur. Çünkü dörtyüz yıl içerisinde sayısı çok düzen
değişimi olmuş, savaşlar belirmiş, yeni devletler, iktidarlar
kurulmuş ki yerleşim yerlerinin değişmesine neden olmuştur.
Üsküp’ün kent içindeki belediyelerden biri olan
Gazibaba belediyesi XVI. yüzyılda yaşamış ve çok değerli bir
şair, tezkire yazarı, hâkim Âşık Çelebi’nin adını taşımaktadır.
Gazibaba’nın Âşık Çelebi ile olan ilgisini açıklayalım.
Âşık Çelebi H.926/1520 yılında Prizren’de dünyaya
gelmiştir. Babası Seyyid Ali Üsküp’te kadı iken görevli olarak
Prizren’de bulunduğu günlerde dünyaya gelen ve ünlü bir şair
ve yazar olduğu için Âşık Çelebi olarak bilinen Seyyid Pir
Mehmed’in büyük dedesi Seyyid Natta Bağdatlı’dır. Bursa’nın
manevi mimarı Emir Sultan Türkistan’dan Anadolu’ya gelirken
Aşık Çelebi’nin büyük dedesi Seyyid Natta’ın evinde misafir
kalmış ve sahibini ikna ederek Anadolu yolculuğuna beraber
çıkarak Bursa’ya yerleşmeye karar vermişler. Orada Çandaralı
Halil Paşa’nın kızı ile evlenmiştir ki Paşa Ebu İshak (İshakiye)
zaviye ve Camiini damadı için yaptırmıştır. Küçük yaşta anne
ve babasını kaybeden Âşık Çelebi dedesi Seyyid
Zeynulabiddin’in çevresi sayesinde İstanbul’da devrin ünlü
isimlerinden ders alır, tanınmış şair ve yazarlarla tanışır. Çeşitli
yerlerde kadılık yapar. Kadılık mesleğinde çok sıkıntılar

17
18
çekmiş. Hiç memnun olmamıştır. Kayd-ı hayat şartıyla
kendisine verilen Üsküp kadılığında yakalandığı zatülcenp
hastalığından kurtulamayarak henüz 52 yaşında iken 1572
yılının Şaban ayı sonlarında vefat eder. Üsküp’te gömüldüğü
mezarına türbe yaptırılır. Lokman Baba tekkesi müritlerinden
Hacı Galip Bey tarafından yeniden yaptırılan türbe 8 köşe kaide
üstüne, sağır kasnaklı, üstü kubbeli, 3 pencereli iken 1963
yılında Üsküp’te olagelen depremde yıkılmıştır. Şair Cenan’ın
söylediği “Âşık sefer eyledi cihandan (979) kitabenin
bulunduğu mezarın baş taşı da bu deprem sırasında yok
olmuştur. Üsküp halkı baş üstünde tutulan bir evliya
mertebesine çıkardığı Âşık Çelebi’yi Kadı Efendi, Kadı Baba,
Kara Kadı-Gazi Baba unvanlarıyla adlandırmış ve öyle
bilmiştir. Zamanla türbenin bulunduğu yer ve etrafı Gazi Baba
olarak belirlenmiş. Zamanla Gazi Baba’da evlerin kurulmasıyla
yeni bir yerleşim yeri meydana gelmiştir ki Üsküp’ün Gazi
Baba belediyesi olmuştur. Gazi Baba’da Âşık Çelebi ve Kral
Kızı türbelerinden başka bilinen bir türbe ve Gazi Baba olarak
adlandırılan Aşık Çelebi türbesinden başka bir Gazinin türbesi
veya kabri yoktur. Bu yüzden Gazibaba şair ve yazar Aşık
Çelebi’ye verilen unvandır.
Birçok yerde kadılık yapan Aşık Çelebi’nin Priştine’ye
kadı olarak tayin edildiğini duyan Priştineli şair Levhi yazdığı
bir gazelinde Aşık Çelebi’yi şöyle yüceltir.

Kadı oluben şehrimüze Âşık Efendi


Gördi gözümüz dünyada bir Âşık Efendi.

Ya biz n’idelüm çünki olup âşık-ı sadık


Her servi kaçar ravzada sarmaşık Efendi.

Dil murgini kurtaramadık ağ u karadan


Zülfi siyehi olalı tolaşık Efendi

Gördü döyemez şu’lesine rûya nigarun

18
19
Kaldı gözümüz şöylece karmaşık Efendi.

Üsküp’te ve Üsküp’e yakın kentlerde görev yaptığı


sırada birçok şairle tanışan Aşık Çelebi, birçok şairin divanlarını
görür ve beğendiği beyitleri kaydederek daha sonra “Meşa’irüş-
şu-ara” başlığı altında 427 meşhur kişinin yaşam öyküsünü ve
eserlerinden örnekler getiren tezkiresinde kullanır. Bu eserinde
eski Yugoslavya topraklarında yaşamış sayısı çok şairin
hayatından, eserlerinden bilgiler vererek bu topraklarda çok
sayıda şairin, yazarın yetiştiğini bilmekteyiz. Rumelide yetişmiş
şairlerden söz ederken, şairlerin yaşadıkları şehirlerden de söz
etmektedir. Dolayısıyla birçok kentin beşbuçuk çağ önceki
durumuyla tanışmış olmaktayız. Rumeli’nin “Güzelleri, şair
ve âlimler yatağı” olduğunu bildirmektedir. Manastır’ın, “Şehr-
i mezkûr Rumilinin yüzü suyudur dünyada bağ-i firdesün bir
kuyıdur” diye tasvir etmektedir. Köstendil Ilıcası’nı. “Kasaba-i
Mezkure Rumilinde menbit-i serv ü semen-i maarifet olan
hakden ve menba-ı cuyı nazm u nesr olan gülistan olmakla
meşhur şehr-i şöhret ayindür. Rivayet olunur ki Prizren’de oğlan
togsa adından mukaddem mahlas korlar. Yenice’de togan oglan
etmeğe papa diyecek vakit Farisi söyler. Priştine’de oglan togsa
dividi belinde togar dirler. Bina’en’ala-zalik Prizrin şa’ir
menba’ı ve Yenice Farisi ocağı ve Priştine kâtip yatagıdur” diye
bildirmektedir.
Âşık Çelebi 1568 yılında tamamladığı ve II. Selim’e
sunduğu “Meşa’irü’ş’şuara” tezkiresinden başka bir divan,
“razvatü’ş-şüheda” tercümesini, “El-Tıbru’l-mesbuk fi
Nasıhatı’l – müluke tercümesini. “Şerhi Ehadis-i Erbain”
“Zeylü’ş – şakayık”, “Sigetvarname”, “Mecmua-i Sükük”,
“Şehrengiz-i Bursa” adlı eserlerini ardına bırakmıştır.
Güzel şiirler yazan, değerli eserlerin çevirisini yapan,
ansiklopedik bilgiye sahip olan Âşık Çelebi’nin mezarının
bulunduğu belediyenin adını taşıması çok isabetlidir. Bu adı
halk koymuş. Belediye adı yerleşim yerinin tarihi adıdır. Ama
şimdi Gazibaba adının devamında veya altından ayraçlar içinde

19
20
Âşık Çelebi adı yazılmış olursa Gazibabalılar memleketlerinin
taşıdığı adının gizini çözmüş olurlar. Ne mutlu Âşık Çelebi gibi
büyük bir şairin, yazarın adını taşıyan belediye vatandaşlarına.

Âşık Çelebi (1520-1572)

20
21

Üsküp’te Gazi Baba olarak anılan Âşık Çelebi türbesi

21
22

KOSOVA TÜRK HALK EDEBİYATI


METİNLERİNDE YER ADLARI
III. Uluslararası Türk Halk Edebiyatı Semineri 7-9 Mayıs 1987,
Eskişehir, Yunus Emre yayınları

Çeşitli dillerde yaratılmış halk edebiyatı metinlerinde


yer adlarına rastlanılmaktadır. Yer adları bir rastlantıdan çok
anonim kalan yaratıcı tarafından düşünülmüş, bilinçli veya
zorunlu bir biçimde geçmektedir, halk edebiyatı metinlerinde.
Metinlerin çoğu ayrı duygu ve düşünceden, imge ve özlem
gücünden kaynaklanarak meydana geldiyse de belli bir edebiyat
türünde yaşamaktadır. Yer adları, edebiyat metinlerinin
birçoğunda belli bir yerde ola gelen bir olayı veya belli bir yerin
seyrek ve dillere destan olan özelliğini örnek olarak gösterme
amacıyla geçmektedir.
Kosova Türk Halk edebiyatı metinlerinde geçen yer
adlarının çoğu tarihin belli bir döneminde, siyasi, kültürel, ticari
bakımdan büyük önem taşıyan veya ünlü olan olayları anlatma
sırasında, bu olayın olageldiği yeri bildirmek amacıyla
yerleşmiştir. Kent ve köylerden başka dağların, denizlerin,
göllerin, nehirlerin, ovaların, semtlerin, ülkelerin vs. yerlerin
adları geçmektedir. Bu kez Kosova Türk Halk edebiyatı
metinlerinde geçen kent ve köy adları üzerinde duracağız.
Günümüze kadar Kosova Türk Halk Edebiyatı
metinlerinin derlenmesine örgütlü ve düzenli bir biçimde bir
örgüt veya bir kuruluş tarafından başlanılmamıştır. Bu alanda,
ancak halk bilimine, edebiyata ilgi besleyen kimi bireyler kendi
olanaklarına ve yeteneklerine göre çalışmalar yapmışlardır ve

22
23
derledikleri halk edebi metinlerinin bir bölümünü çeşitli gazete
ve dergilerde1 yayınlamışlardır. Prof. Dr. Nimetullah Hafız bu
alanda en ileri gidip derlediği Türk Halk edebiyatı metinlerini
bir kitapta toplayıp “Kosova Türk Halk Edebiyatı Metinleri” adı
altında yayımlanmıştır2 . Bu kitap, çalışmalarımızda başta gelen
kaynak olarak kullanıldı.
1389 yılında Kosova ovasında, Mazgit Köyü
yakınlığında Sırp ordusu ve Türk ordusu arasında olagelen 1.
Kosova Meydan Savaşı’ndan sonra tamamen Osmanlı
İmparatorluğu egemenliğine giren Kosova’nın kent ve
köylerinde Türkçe edebiyat metinleri de yaratılmaya3
başlanmıştır. Derlenemeyip unutulan Türk halk edebiyatı
metinlerinin bir bölümü her zaman için yok olmuştur. Derlenip
yayımlanan ve halk arasında bugün bile yaşayan Kosova Türk
halk edebiyatı metinleri Kosova’daki beşyüz yıllık Türk
egemenliği ile ilgili çeşitli olayları, görenekleri dile
getirmektedir.
Kosova Türk halk edebiyatı bugün bile tekerlemeler,
bilmeceler, deyimler, atasözleri, martifallar, maniler, ninniler,
türküler, muammalar, destanlar, efsaneler, fabllar, masallar gibi
birçok edebiyat türlerinde yaşamaktadır. Bu metinlerin çoğunun
yazarı bilinmemektedir. Halk edebiyatı metinlerinde geçen yer
adları bir zamanlar Osmanlı imparatorluğu egemenliğinde
bulunan kentler, köyler vs. yerlerdir. Sözü edilen tüm edebiyat
türlerinde çeşitli yer adları geçmektedir. Yer adları en çok
türkülerde kullanılmıştır. Kimi yer adı özdeş metinde bir, iki, üç
veya ayrı ayrı metinde birkaç kere geçmektedir.

1
Kosova Türk Halk edebiyatı metinleri çoğunlukla Üsküp’te yayımlanan
“Birlik” gazetesinde “Sesler” aylık toplum ve sanat dergisinde, “Sevinç” ve
“Tomurcuk” çocuk dergilerinde, Priştine’de yayımlanan “Tan” gazetesinde,
“Çevren” Toplum, bilim ve sanat dergisinde ve Prizren’de yayımlanan
“Esin” dergisinde yayımlanmıştır
2
Prof. Dr. Nimetullah Hafız : “Kosova Türk halk edebiyatı metinleri” ,
Yayımlayan: Kosova Üniversitesi-Priştine fakültesi, Priştine 1985
3
Joseph ve Hammer “Historija Turskog (Osmanskog) carstva, Zagreb, 1979

23
24
Bildirimiz, edebiyat türleri alt başlarına ayrılarak
yazıldıysa da bir yer adı birçok edebiyat türünde yer aldıysa da,
özdeş yer adının hangi edebiyat türlerinde geçtiği belirtilmiş ve
ilgili dize veya dörtlük olduğu gibi aktarılmıştır.

TEKERLEMELERDE YER ADLARI


Tekerlemeler çoğunlukla basmakalıp sözcüklerin
sıralanmasıyla iki dizeden çok dizeli olan uyaklı bir nazım
türüdür. Eğitim, birini kızdırma, eğlendirme, masalımsı içerikli
tekerlemeler vardır. Kosova’da bulunan ve orta çağda maden
ocağı ile önemli bir kaza olan Nobırda’da söylenen bir
tekerleme şöyledir:

“Ayşe kadın fili fili


Nerde kodun karanfili
Telledım, pulladım
Edrene’ye yolladım
Edrene’den toz kalkti
Çıkın bakın çim caldı
Al duvakli calin caldi...”4

EDİRNE, Osmanlı imparatorluğunun bir zamanlar


başkenti olduğu için Kosova halkı arasında çok bilinen,
saygınlığı ve şöhreti çok olan bir kenttir. Edirne’ye gelin bile
verilir Kosova’dan. Ülkenin siyasî ve kültür merkezi olduğu için
anonim yazarlar çeşitli yazılarında adını kullanırlar, Edirne’nin.
Ama kendi şivesiyle Edrene derler Edirne’ye. Prizrenli Aşık
Ferki 5 de bir destanına şu dizeyle başlar:
“Edirne’de san’atın işler” 6

4
Agk.Sayfa 19
5
Aşık Ferki Prizren’de yaşayan (doğumu 1867 ölümü 1908) bir halk şairidir.
Daha geniş bilgi için “Tan” 6.Iv.1971 tarihli sayıda Prof. Nimetullah Hafız:
“Aşık Ferki ve yapıtları” adlı yazıya bkz.
6
Agk sayfa 159

24
25
ATASÖZLERİNDE YER ADLAR
Uzun yıllar boyunca denemeden geçmiş davranış ve
olayların yeni gelenler için hazır görgü, öğüt ve yol gösteren az
sözcükten ve tek tümceden oluşan öz sözlü tümcedir.
Sorunların kısa yoldan çözümlenmesinde yararlıdır.
Ancak sorunu çözümlemek için yarayan atasözü bulunup öğüt
olarak kullanılırsa. “Atasözleri her ulusun, her halkın
yüzyıllarca gelişmiş tinsel yaratıcılık bahçesinde en hoş renkleri
içeren, en güzel kokuları yayan çiçeklerdir”7

ŞAM, Suriye’nin başkentidir bugün. Eskiden


Emeviler’in de önemli bir merkeziydi. Beyrut limanından
Bağdat’a ve İran’a giden yol ile İstanbul-Halep-Kahire yolunun
kavşağında ve Hicaz yolu boyunda önemli bir kent olmasıyla,
Müslümanların üçüncü kutsal merkezi olmasıyla Kosova halkı
tarafından çok bilinen, adı çeşitli edebiyat metinlerinde geçen
kenttir. Önceleri önemli bir ticaret ve siyasi merkezi olduğu için
atasözlerinde de adı geçer, Şam’ın.
Prizrende derlenmiş bir atasözü şöyledir:
“Ne Şam’ın seçerini ye, ne Arap’ın yüzünü cür” 8 ve
Priştine’de derlenen bir atasözü: “Param var, Şam barabar.”9
Prizrenli Âşık Ferki yüzyıl önce yazdığı “Destan-ı Murati
Hazreti Ali” destanından şöyle der:

“...Halk belasını versün ol kavm-ı Şam’ın


Kıldı beyte bunca ziyanı”10

MARTIFALLERDE YER ADLARI

7
İskender Muzbeğ Şefikoğlu “Atasözleri” Sesler sayı 204, Üsküp 186
8
Agk. sayfa 51
8
Agk.sayfa 8
Agk.sayfa 153

25
26
Yalan, uydurma söz, palavra anlamında olan martaval
sözcüğünden gelen martıfallar çoğunlukla yedi heceli ve uyaklı
olan bir dörtlükten oluşur? Türkiye’de “mani” olarak bilinen
martıfallar genellikle Hıdrellez günü kadınlar ve genç kızlar
arasında söylenir. Kosova’da derlenen martıfallarda adı geçen
kentlerin sayısı kabarıktır.

Priştine’de Osmanlı Dönemi Kosova Vilayet binası (1878-1888)

PRİŞTİNE, Osmanlı devletinde kasaba olup Kosova


vilayetinin 6 sancağından biridir.11 Priştine bugün Kosova
başkentidir. 36000 Üniversite öğrencisinin okuduğu
üniversiteye sahiptir. Kentte Arnavutça, Sırpça-Hırvatça ve
Türkçe gazete ve dergiler, televizyon ve radyoda yayınlar
yayımlanır. Yalnız bir martıfalda adı geçer Priştine’nin

11
İsmail Eren: “Ştamparıja Kosovskog vılajeta u
Prıstini” “Gjurmime Albanologjit-ke” dergisi, sayı 1.yıl
1968, Priştine

26
27

“Altın yüzük taşıyım


ben kızların başiyım
benım babam zencidır
Priştine’nin kızıyım12

“Naciyem” adlı aşk türküsünde de Priştine’nin adı geçer.

“Kara kolun bayrağı


Sarardı soldu.
Naciyemın cüzleri
Priştine’de kaldi”13

Başka bir türkünün de ilk dörtlüğünde adı geçer, Priştine’nin

“Ay Priştineli
Canım kuzim Priştineli
Ne baygın bakışın var
Yaktın beni Priştineli14

SEREZ, bugün Yunanistan’da bulunan bir kasabadır.


Kosova’dan İstanbul’a giden kervanlar, yolcular hep Serez’den
geçermiş. Bu yol üzerinde bulunduğu için, Serez’e yolcular,
özellikle tüccarlar uğrayıp, orada alışveriş yapar ve yeni
yolculuklara hazırlanırlarmış. Bu nedenden dolayı Serez Kosova
halkının bildiği ve yakın saydığı bir yerdir.

“Bindım çirez dalına


Baktım Serez yoluna
Cürdüm bi ak mintanli
Benzetırdım yarıma.”15

12
A.gk.sayfa 56
13
Agk.sayfa 87
14
Agk.sayfa 97

27
28

Yine Prizren’de derlenmiş bir ninnide de adı geçer Serez’in:

“Saçlari sancak ipliği


Anlı Serez ovasi16

Prizren’de korunan Türk mimari örnekleri (1997)

PRİZREN, Fatih Sultan Mehmed kumandası altında


bulunan Türk ordusu tarafından 21 Haziran 1455 tarihinde kesin
olarak Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altına geçmiştir.17 Bu
yıldan önce de Türk ordusu Prizren’e girmiş ve bura halka için
yeni yaşam koşulları yaratmıştır. 31 Ekim 1912 tarihinde Sırplar
tarafından kesin zaptı ile Prizren Osmanlı devletinin elinden
çıkmıştır. Kentte çok sayıda ozan, yazar yaşamış, doğmuş ve
yaratmıştır. Bugün de Kosova’da yaşayan Türk halkının çoğu

15
Agk. Sayfa 59
16
Agk sayfa 83
17
Dr.M. Kemal Özergin Dr. Hasan Kaleşi – İsmail Eren: “Prizren kitabeleri”
Vakıflar Dergisi VII, Ankara 1962

28
29
18
Prizren’de yaşamaktadır Yaşayan saz şairlerinden salt
Prizrenli Âşık Ferki’nin eserleri derlenmiş ve Prof. Dr.
Nimetullah Hafız tarafından gazete ve dergilerde
yayımlanmıştır.

Bu derenın uzuni
Balta çesmez buzuni
Alsan Prizren kızını
Cütüremem nazıni”19

Türkülerde de adı geçer Prizren’in. 1912 yılında


yazıldığı anlaşılan “Sultan Reşat” tarihi konulu bir türküde
dokuz kere adı geçer Prizren’in. Çünkü anonim kalan türkünün
yazarı Prizren’in elden çıkmasını istemez ve şöyle haykırır:
“...Aglarıs Prizrenımızi, oni vatan bilmisık...”20
Başka bir türküde ise:

“Prizren şeri sen de viran kalasın


hey aman aman
Dşrt ucuna ateş düşsün yanasın...”21

Prizrenli Âşık Ferki destanlarında sık sık Prizren’in adını


kullanmıştır:
“Prizren şehrinde koptu bir seller22
“Prizren şehrinin kalmazdı şanı”23
“Aslı tevellüdüm Prizren şehri”24
“Prizren şehrinden taşra Mamuşa”25

18
) Prizren şairleri için daha fazla bilgi edinmek için bkz: Mustafa İsen:
Çağdaş Prizren Şairleri “Türk edebiyatı” dergisi sayı 123, İstanbul 1984
19
Agk. Sayfa 60
20
Agk. Sayfa 102
21
Agk. sayfa 105
22
Agk. sayfa 128
23
Agk. sayfa 130
24
Agk.sayfa 144

29
30
“Prizren şehrinde Âşık Ferkiyâ”26

Mitroviça’da Gazi İsa Bey Camii (1725) 1999 savaşında


Sırplar tarafından havan toplarıyla vuruldu

MİTROVİÇA, Kosova’da bulunan bir kenttir.


Yakınlığında bulunan kurşun, gümüş ve altın elde edilen Trepçe
maden ocağı ile ünlüdür. 1954 – 1957 yıllarında Türkler’in
Türkiye’ye göç etmeleriyle Türk nüfusunun sayısı 2000’e
inmiştir. Zengin olan Türk Halk edebiyatı türlerinden derlenen
25
Ag.k. sayfa 145
26
Aglk. sayfa 12o

30
31
metinlerin birkaçında yer adları da geçmektedir. Bir martifal
şöyledir:

“Mitrovitsa’da bir oda


Ay ciriyor buluda
Ne zaman ben ülürüm
“Yarım beni unuda.”27

Priştine’de derlenmiş “çoktan bekledım bu cüni”


türküsünde iki bile dörtlükte de adı geçer Mitroviça’nın:

“Uğurlar olsun be dostlar


Tuttuk Mitroviça yolunu”28

TÜRKÜLERDE YER ADLARI


Türkü hece ölçüsüyle yazılmış ve halk ezgileriyle
bestelenmiş nazım türüdür. En çok sekizli ve onbirli hecelerle
söylenmiştir. Çoğunun anonim kalan yazarı türküyle aşkını,
güzelliği, doğayı, acıyı, gençliği konumlamaktadır.
Önceleri sözü edilen edebiyat türlerinde adı geçen birçok
yerin adı türkülerde de yer almaktadır.

ÜSKÜDAR, İstanbul’un Anadolu kesimini oluşturur.


Adı, birçok türküde geçer. Kosova halkı Üsküdar’ı Anadolu’nun
kapısı olarak bilir. İstanbul Boğaz Köprüsü yapılmadan önce
Anadolu’nun kapısı sayılan Üsküdar’a yalnız gemi ile gidilirdi.
Bu yolculuk sırasında olagelen olaylar hep türkülere konu
olmuş ve türkülerin birçoğu Kosova halkı tarafından bile
söylenmektedir:

“Ay Üsçüdar Üsçüdar


cezdım sokaklarında....”29

27
Agk. Sayfa 72
28
Agk. Sayfa 100

31
32

“Prizren şehri sen de viran kalasın” türküsünde de adı


geçer Üsküdar’ın:

“Stanbol’len Üsçüdar’ın arası hey aman


Yaktı beni cüzlerimin karası”30

Kosova Türk halkı birçok kelimedeki “k” ve “g”


seslerini “ç” olarak söyler. Bu yüzden Üsküdar, Üsçüdar olarak
geçer.

BİTLİS, Priştine’de derlenen “Çüşe başında fener”


türküsünde geçer. Bir akıncıya aşık olan kızın türküsüdür.
Sevgilisi Anadolu’da Bitlis’te yaşar.

“Besay31 verdım aşıga


Beni Bitlis’te bekler.”32

VIÇITIRIN, Kosova’da bulunur ve 2. Dünya


Savaşı’ndan sonra hızla gelişen bir kenttir. 1952 –1957 yılları
arasındaki göçlerden sonra Vıçıtırın’da Türk halkının sayısı o
kadar azalmıştır ki derslerin Türkçe yapıldığı okullarda Türkçe
sınıflar kapanmıştır. Nüfusun bir kısmı bugün de evinde ve
yakınlarıyla Türkçe konuşup anlaşmaktadır. Onların ağzında
bugün bile Türk halk edebiyatından metinler yaşamaktadır.
Kentin adı “Simitçi” türküsünde, kavuşakta üç kere
tekrarlanmaktadır.

“Çor olsun Ermeni cüzeli.


Var olsun Vıçıtırın dibleri”33
29
Agk. sayfa 104
30
Agk.sayfa 106
31
Besa Arnavutlara özgün bir yemin biçimidir. Söz vermek anlamına gelir.
32
Agk- sayfa 108
33
Agk.sayfa 94

32
33

Vıçıtırın’da Gazi Ali Bey Camii (1410) 1999 savaşında Sırplar


tarafından vuruldu.

33
34

İPEK, Kosova’nın önemli tarihi ve kültür merkezi olan


kentlerinden biridir. Prokletiya (lanetli) Dağları eteklerinde
bulunur. İçecek sularının bolluğu ile de anılan İpek’te birçok
yazar, bilim adamı yaşamış ve yaratmıştır. Kentin adı
Yanyova’da derlenmiş “Ay tepeler tepeler “ türküsünde geçer:

“Ay tepeler tepeler


İpek tepeler.
İpeğe yağmur yağar
Bura serpeler.”34

İpek’te Çarşı-Bayraklı Camii (1471) 1999 savaşında Sırp askeri


tarafından yakıldı.

İZMİR. Türkiye’de Ege bölgesinde, İzmir körfezinin


doğu – batı doğrultulu iç bölümünde bulunur. Türkiye’nin
üçüncü büyük kentidir. Önemli bir ulaşım, ticaret, üretim, kültür

34
Agk. sayfa 96

34
35
ve liman kenti olduğu için ve Birinci Balkan Savaşı sırasında
Balkanlardan, dolayısıyla Kosova’dan göç eden ailelerin bir
kısmı İzmir’e de yerleştiği için Kosova Türk halk edebiyatı
metinlerinde adı geçmektedir ve halk arasında sözü çok
edilmektedir. Priştine’de derlenmiş. “Koz aldım yüz dirhem”
türküsünde iki kere tekrarlanan aynı dizede adı geçer:
“Çeksın bizi şu İzmir’in suyla toprağı”35

BELGRAT, Yugoslavya’nın başkentidir. 1521 yılında


Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altına geçmiş. Sırbistan’ın
ve 1919 yılında Yugoslavya’nın başkenti olmuştur. Avrupa’nın
Balkanlar’da Doğu-Batı ve Kuzey’in en önemli ulaşım
yollarının kavuştuğu bir yerdir. Adı Prizren’de derlenen tarih
konulu “Sultan Reşat” türküsünde geçer:

“Sultan Reşat pederimizden geldi telgram


Davranın evlatlarım kalkışti Beligrat...”36

Belgrad’ın kalkışması Sırplar’ın Osmalılar’a karşı


ayaklanmasını ifade eder. Birinci Balkan Savaşı’nın patlak
vermesiyle Kosova’ya, özellikle Prizren’e Sırp askerinin
girmesi anlatılır.
Prizren’li Aşık Ferki’nin “İbre hakkında tertip edilen
destanından da Belgrat’ın adı geçer:

“İbre mehri geldi beter


Bilmem hangi gün Belgrad’a gider...”37

TRABZON, Karadeniz bölgesinin doğu bölümünde kıyı


kenti ve il merkezidir. Gilân’da derlenen “Trabzona”ya

35
Agk. sayfa 98
36
Agk. sayfa 101
37
Agk. sayfa 124

35
36
türküsünün iki dizesinde adı geçer. Ses uyumuna yersiz
uyulduğu için “Trabzan” kullanılmıştır.

“Trabzan’aya vardın mı? Ve


“Trabzan’anın taşları...”38
Gilan halkının konuştuğu Türkçe Trabzon’da konuşulan
Türkçe’ye benzer.

KUMANOVA, bugün Makedonya Cumhuriyeti’nin


kuzey doğusunda bulunur. Kentin adı Kumanlar’dan
gelmektedir.39 Bugün de kentte ve yöre köylerinin birkaçında
Türkler de yaşamaktadır. Son zamanlarda hızla gelişen bir
kenttir ve Üsküp – Sofya – İstanbul yolu Kumanovadan geçer.
Gilan kentinde derlenmiş “Trabzan”aya türküsünde adı geçer
Kumanova’nın:

“Bizi baştan çıkaran


“Kumanova puştları”40

DRAMA, Tüm Rumeli’de çok tutulan “Drama çüprüsi”


türküsünde adı geçen Drama kenti bugün Yunanistan’da
bulunur. Eskiden Selanik-İstanbul yolu Drama’yla geçtiği için,
kervanlar orada bir iki gün kalır ve yolculuklarına devam
ederlermiş. Bugün bile Drama’nın konakları, çarşısı ve
köprüleri ünlüdür.
Prizren’de derlenen “Drama çüprüsi” türküsünün dört
dizesinde dört kere Drama’nın adı geçer:

“Drama çüprüsüni mora Hasan” ( iki kere tekrarlanır) ve


“Drama hapsanesinde bre Hasan” (iki kere tekrarlanır)41

38
Agk. sayfa 108
39
Atanasıje Urošvić: Kosovo, naselja i poreklo stanovništva, Beograd, 1995
40
Ag-k- sayfa 108
41
Agk- sayfa 103

36
37

Üsküp’te Taş Köprü

ÜSKÜP, Makedonya Cumhuriyetinmin başkentidir.


Osmanlı İmparatorluğu devletinde Kosova vilayetinin de
başkentiydi. Bugün Makedonya’da yaşayan Türk halkının siyasî
ve kültür merkezidir. Taş Köprüsü, hanları ve çarşılarıyla
ünlüdür. Prizren’de söylenen “Abo” türküsünde Prizren
şivesiyle “Üsçüp” olarak geçer:

“Aboy vuran Üsçüpli alçak”42

Eminönü, İstanbul

İSTANBUL, Kosova’da yaşayan her kişinin bildiği bir


kenttir. Çünkü bura halkı bu kentle yakından bağlıdır ve
ilgilidir. Her şeyin güzeli, iyisi İstanbul’dan gelir. Bugün bile
İstanbul’a karşı ayrı bir sevgi ve ilgi vardır. Orada yakını
bulunan kişilerin sayısı kabarıktır.
Prizren’de söylenen “Prizren şehri sen de viran kalasın”
türküsünde Kosova halkının eskiden “Stanbol” olarak
adlandırdığı biçimde geçer İstanbul’un adı:
“Stambol’len Üsçüdar’ın arası hey aman aman”43

42
Agk- sayfa 103
43
Agk.Sayfa 106

37
38
Priştine’de derlenen “Layla suyi pek acı” türküsünde de
adı geçer İstanbul’un:

“Vapor’a ben binecem


İstanbol’a cidecem...”44

DESTANLARDA YER ADLARI


Destanlar, bir kahramanlığı veya bir olayı dile getiren
çoğunlukla onbir hece ölçüsüyle yazılan uzun şiirlerdir.

TIRNOVA, bugün Bulgaristan’da bulunmaktadır. 1978


yılından bu yana Türk halkını sindirme siyasetinden sonra
burada yaşayan Türkler’in Türkçeyi, gelenek ve göreneklerini
kullanıp yaşatma hakkı alınmış, Türkçe öğrenim yasaklanmıştır.
Oysa Kosova Türk halkı Tırnova’yı Türkler’in yaşadığı ve bu
toplumla yakın ilişkilerde bulunduğu bir kent olarak
bilmektedir. Bu yüzden Kosova’da yaratılan destanlarda adı
geçmektedir. Tırnova’nın Prizrenli Aşık Ferki’nin “Destan-i
Aşık Ferki” de tarihi bir kahramanlık dile gelirken adı yer alır
Tırnova’nın:

“Ethem Paşa der ki: Hey alçak merdud


Şimdi Tırnova’da dikerim hudud...”45

Aynı destanda yine Tırnova’nın adı geçer:


“Ne Kuz köyü kaldı ne de Tırnova”46

ALASONYA kenti Yunanistan’da bulunur. Ethem


Paşa’nın kumandası altında Osmanlı ordusunun Yunan
ordusuna saldırmasında Alasonya’yı savunma savaşını dile

44
Agk.Sayfa 108
45
Agk.Sayfa 119
46
Agk. Sayfa 159

38
39
getiren “Destan-i Yunan-Âşık Ferkiye” de adı geçer
Alasonya’nın:

“Zannettim Alasonya şehrini aldım


İlk gece kurdular bu yalanı”47

SELANİK
“Muradım Selânik şehrini
Fakat düşünürüm bah-r-i ummânı.”48

diye adı geçer Selanik’in Aşık Ferki’nin Yunanistan destanında.


Selanik Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altında beşyüz
yıl iken, önemli siyaset, kültür ve ticaret merkeziydi. Birçok
kültürel ve siyasi olaylar orada olagelmiştir. Kosova halkı tarih
boyunca Selanik’le hem ticari hem de kültürel ilişkilerde
bulunmuştur. İstanbul’a Selanik üzerinden gidilir, dönüşte
Selanik’ten un, zeytin, yağ, şeker, kumaş getirilirdi, burada
öğrenim görenlerin de sayısı kabarıktır.

KERBELA, Irak’ın başlıca kentlerinden biridir. Hz.


Muhammeddin torunu Hüseyin’in türbesi buradadır. Ali ve
Muaviye arasındaki halifelik çekişmeleri, oğullarına da geçmiş.
Ali’nin oğlu Hüseyin, Muaviye’nin oğlu Yezidin halifeliğini
kabul etmemiştir. Hüseyin, halifelik için Medine’den Irak’a yola
çıktığı sırada, Yezid’in kuvvetleri onu Kerbela’da karşılayıp
vücudunda yetmiş yedi yara açarak şehit etmiştir. Bu olay
Şiilik-Sünnilik mezheplerinin doğup gelişmesine yol açmıştır.
“Destanî Mur’at Hazreti Ali” destanında bu kanlı olay
canlandırılırken Kerbela’nın adı üç ayrı dörtlükte geçer:

47
Agk. Sayfa 119

48
) Agk. Sayfa 120

39
40

“Mervan Kerbela’ya vardı oturdu...”


“Düştü Kerbela’ya saçtı figanı.”
“Nice kanlar hâk-ı Kerbela...”49

BAĞDAT, Güney ve Doğu Asya ile Arabistan


yarımadası, Mısır ve Akdeniz kıyıları arasındaki tarihsel yol
üzerindedir. Kosova’dan oldukça ırak olan bir kent olarak
bilinir. Bu yüzden “Aşığa Bağdat yakındır” deyimi çok kez
kullanılır. Genç Osman’ın Bağdat savaşında gösterdiği
cesurluğu da bir efsane olarak dillerde dolaşır Kosova’da.”Faslı
İkbal Âşık Ferkiya’da adı geçer Bağdat’ın:

“Gönlümün var abadı


Sensin āl-i evlad
Bermürad üzre etsin
Hak Cüneyd-i Bağdadi50
SONUÇ: Kosova Türk edebiyatı metinlerinde adı geçen
yer adları çoğunlukla kutsal yerlere götüren yollar üzerinde
bulunan kentlerdir. Kent ve köy adlarından başka çok sayıda
ülke, deniz, dağ, ova, nehir vs. adları da geçmektedir. Bu,
Kosova halkının her zaman dünyaya açık olduğunu, halkının
dünyadan haberdar olduğunu ve çok sayıda ülke ve kentlerle
ilişki kurduğunu göstermektedir. Edebiyat metinlerinde yerleşen
yer adları esere ayrı bir anlam vermektedir. Kimi metine ahenk
getirmektedir. Bir destan vardır ki 26 yerinde yer adları
kullanılarak oluşmuştur.

“Edirne’de san’atı atı işler


İdris ortağı iplikçi hâlâ,
Bir vakit beraber idim burada
Bekir’dir ortağım balıkçı hâlâ

49
Agk. Sayfa 153
50
Agk. Sayfa 180

40
41

Plevna’da Hamze pehlivan petmez yapmaktan nâşı


Ehâlisi çingân mürtekip hem de vahşi,
Tiflis’te tırtıkçı başı
Sekovça’da semercilik kardaşı

Cerem’de Cafer cezve yapardı


Çanakkale’de Kâzım çavuş gömlek satardı,
Harput’ta Haydar hatiplik iderdi
Debre’de Dâvud dervişlik ederdi.

Zile’de Zekir zilli zurna çalardı


Sinob’ta Selim salep yapardı,
Şumnu’da Şâkir şerbet satardı
Samokov’da Sâdık sandık düzerdi.

Dâlib Pufka Üsküp’te darbuka çalardı


Tırnova’da Tahir tabakçılık işlerdi.
Zührab İstanbul’da çanpare ile oynardı
Aynoroz’da Ârif arıcılık işlerdi

Garb Tarabulus’da Gali kuşak satardı


Filibe’de Fâik fâ’ide ile para verirdi
Kırım’da Kâsım kaymak satardı
Girit’te Kâmil gömlek çok dikerdi

Lule’de Lâtif lule yapardı


Musul’da Musli meyve satardı.
Narta’da Nazif nüsha martifal yazardı
Varna’da Vasil varak keserdi.

Yanya’da Yahyâ yalan söylerdi


Müsafir evine gelse çok şad iderdi,
......................................................
.....................................................”

41
42

YUGOSLAVYA GENÇ ŞAİRLERİNİN İLETİSİ


I. Milletlerarası Gençlik Kongresi 26-28 Ekim
1987, Selçuk Üniversitesi, Konya

Devlet adamlarının aralarında yaptıkları mesajlara karşın


genç şairlerin şiirlerindeki mesajlar da önemlidir. Bugün genç
olanlar, yarın dünyayı ele geçirip, yaşam çarkını
döndüreceklerdir. Bu yüzden gençlerin hayatı ne biçimde
kavrayıp anladıklarını bilmek çok önemlidir.
Bir atasözü vardı: “Dünya gençlere kalır” der. Yarın
dünyamızı ele alacak olan bugünün gençleri kimdir? Yarın için
neler düşünüyorlar ve yarınlara ne biçimde hazırlanıp gidiyorlar
bu gençler? Sorularını cevaplandırmak amacıyla,
Yugoslavya’da genç ozanların şiirlerini inceleyip, şiirlerdeki
mesajları aradık. Yugoslavya’da birçok ulus ve halk yaşadığı
için, her günkü hayatta birçok dil kullanılmaktadır51. Ulus ve
halkların dillerinde gazeteler, radyo ve televizyon yayınları
yayımlanır, okullarda herkes kendi dilinde öğrenim görür.
Gençler için özel gazeteler ve yayınlar yayımlanır52.Gençlik

51
Yugoslavya’da Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Karadağlılar, Makedonlar,
Müslümanlar, Arnavutlar, Bulgarlar, Çekler, İtalyanlar, Macarlar, Romenler,
Romlar, Rusinler, Slovaklar ve Türkler yaşamaktadır ve tüm bu ulusların
dilleri eşit haklı kullanılmaktadır.
52
Yugoslavya Sosyalist Gençler Birliği 1941 yılında kurulmuştur. Gençlerin
kitlevi toplumsal – siyasî örgütüdür. En yüksek organı 4 yılda bir düzenlenen
kurultaydır. Başkanlık, siyasi yürütme organıdır. Başkanlığın bir yıl süreli
başkanı vardır. Her Cumhuriyet’in Özerk Bölge’nin, kentin yerel birliğin,
birleşik temel emek örgütün Sosyalist Gençler Birliği örgütü vardır.

42
43
gazete ve dergilerini gençler hazırlar ve yönetir. Gazete, dergi,
kitap yayımı, radyo ve televizyon yayınlarından başka birçok
gençlik örgütleri, birlikleri ve kuruluşları vardır, ki gençlerin
sağlam ruhlu, vatansever ve insancıl yetişmesine, toplum ve
dünya barışına katkı verecek birer fert olmaları için onları
eğitmektedirler53.Yine de bu kuruluşların gençlerin hayattaki
tüm gereksinmelerini karşılayamadıkları için, gençlerin birçok
sorunları vardır. Bu sorunların başlıcaları şunlardır: Dünyayı ve
yaşamı gerçek görme ve öğrenme, toplumda yerini bulma,
öğrenim görme, iş ilişkisi kurup geçimini sağlama ve aile kurma
gibi sorunlar. Tüm bu sorunlar karşısında Yugoslavya’da
gençler yarın için neler düşünüyorlar ve yarınlara nasıl
hazırlanıp ayak uyduruyorlar? Sorusuna cevabı Yugoslavya
genç şairlerin son beş yıl içinde yayımladıkları şiirlerde aradık.
Bu konuda yaptığımız araştırmalar ve incelemeler sonucu olarak
gençlerin sosyal durumlarına göre üç ayrı gurupta
kümeleştiklerini gördük:
1.İşsiz ve gelecekten umutsuz olan gençler,
2.İşsiz ve ihtiraslı gençler
3.Çalışan, kendini artık genç saymayan ve kaderinden
memnun olan gençler.
Saydığımız üç kümeden şair olan gençler vardır. Gerçek şair
olanlar olayın özüne iner ve onun için herşey şiirdir. Dünyanın
bir birlik, bir bütünlük olduğuna inanır, düş ve gerçek, sapıklık
ve bilinç arasındaki uçuruma köprü kurmaya çalışır. Bunlara
göre şiir dünyayı inceleyen araçtır.
Yugoslavya genç şairlerinin edebi yaratıcılığında belli bir okul
yada belli bir edebiyat akımı yoktur. Geleneksel şiirin
etkisinden hemen kurtulmuş, bir kalıp dışında, vezinsiz ve
uyaksızdır. Geleneksel şiirin varolan inaktçı (dogmatik)

Yugoslavya’da yayımlanan gençlik gazeteler ve dergiler Sosyalist Gençler


Birliğine bağlıdır ve devlet tarafından finanse edilirler.
53
Üniversite öğrenci dernekleri, Feriyalcılar birliği, Halk tekniği, kızılhaç
gençlik örgütü, Müzik gençler örgütü, Beden eğitimi örgütleri birliği,
Dağcılar birliği, Pionerler birliği gibi.

43
44
estetiğin de kalmamıştır. Edebi ve estetik anlayışlarına göre
ayrılan şairler, edebiyatın sosyal ve insancıl misyonu alanında
da farklıdır. Ama genellikle gerçek sanat, bir bakımda gerçek
hayat olmaktadır. Duyarlıklarını, düşüncelerini, görüşlerini ve
dilediklerini şiirlerdeki dizelerle dile getirirler:

“Ellerimizde Güneş’ten izler var


Biraz betondan, biraz da kesilmiş camdan
Yürek yerine büyük sevgi ve kuş
Yeni semtin kilit anahtarı.”

“Yarına ömür sürdüren çiçek,


soyunu unutmaz
varlığımızdan iz bırakır
konuşmamızdan ve adımlarımızdan
yaratma, direnme cesaretini
ağacın gölgesinde kitap okuyoruz
delice basit türkü söylüyoruz”54

Genç kuşağın yarına nasıl hazırlandığını basit bir dille,


ama mecazi bir biçimde anlatıyor şair. Yarınların elleri Güneş
gibi, beton gibi dayanıklı ve yarınlardan umutlu olan gençlerin
elinde yaşamın anahtarı bulunmaktadır. Bu gençler soyunu
unutmamaktadırlar. Artlarına gelecek yeni kuşağı
düşünmektedirler. Huzurlu bir düzen, huzur dolu bir hayat
kurmak için ant içmişlerdir. Başka bir şiirin ilk dörtlüğü de
şöyledir:
“Üçüncü vardiyayı
dağılmış yıldızları
çalınmış otlukları
armağan ediyorum”55

54
Vuyin Dobrivoy: “Livniça Gradilişte” (Yapımda demir dökümü) şiirinden.
“Arkadaşlar karşılaşmaları” şiir antolojisi, 1985, Belgrad
55
Ademoviç Âdem, “Pesma radu” (Emeğe türkü) şiirinden alınmıştır.

44
45
Erkeklerle aynı haklara sahip olan genç kadınlarla yapılan ince
yargıdır bu. Eşit olmak, aynı sorululuğu, aynı görevi de
üstlenmek demektir.
“Yalan söylemeyin artık
olaydan olaya aldanmayalım”56
diyen şair gençlik sorunlarının vaatlerde kalmayıp, somut
eylemlerle, önlemlerle çözümlenmesini istemektedir. Liseleri
tamamlayan, üniversite mezunu olan gençlerin bir kısmı, işyeri,
sıralı bir gelir kaynağı bulamayınca perişan olmaktadır.
Yalanlar, aldatmalar, gençlerin umutlarını kırar, yarınlara
karamsar bakmasına neden olur.
“Geceleri buğday tanesi topluyorum
Verimliliğini koruyorum tohumların”57
Demeden geçemiyor sonra şair. Biraz daha yaşlanıp
gençliği geçen günlerde bıraktığını görerek duyarlığı
coşmaktadır.
“Gezi yolculuklarından öğreniyorum
akağın akağa dökülüp nehre dönüştüğünü”58
“...ölü çemberinde
hayat çarkına
yine dönmek...”59 gibi tam umutlarını kaybettiği anda, yaşamaya
istek veren yeni bir olayla karşılanıp hortlamaktadır. Hayatına
düzen vermektedir. Hayatını, verdiği emeğin karşılığı olarak
kazandığı gelirle sürdürmektedir. Çünkü toplumda ter
dökmeden, emek vermeden kazananlar var. Bunlar toplumun
gelişmesini engeller, hayat şartlarını ağırlatırlar. Toplumda
zenginler ve yoksullar kümelerinin, sınıflarının belirmesine
neden olurlar. Yugoslavya genç şairleri, insanların eşit olmasını
isterler. Tüm insanlar eşit oldukları zaman huzur vardır, kavgayı

56
Ancelkoviç Radosavleviç Milena, “Ova se igra teşko igra” (Bu oyun zor
oynanır) şiirinden alınmıştır.
57
A.G.Ş. “Zidanye Skadra” (İşkodra’nın kurulması) şiirinden.
58
Demir Behlüli, “Perroit” (Akak) şiirinden alınmıştır.
59
Boyiçiç Zagorka, “Bol” (Ağrı) şiirinden alınmıştır.

45
46
başlatacak, savaşı isteyecek kişi belirmez. İnsanlık barış içinde
yaşamak için yaratılmıştır zaten.
“Türkü söyleyen yüreğe sahiptir işçi
üçüncü vardiyada tan sökerken
sıcak döşeme üzerimde yalımı öperken” 60
Dünyadaki ekonomik buhran, Ortadoğu’da süren savaş,
Afrika’daki sömürücülük, uzaya egemen olma tutkuları, sevgiye
kavuşma zorlukları, barışı sağlamak çabaları, gençlerin iç
sorunları dışındadır. Ama yine bu sorunların tümünü, kendi olay
ve sorunlarıyla birlikte kendinde hisseder, Yugoslavya genç
şairleri. Çünkü bu meseleler en çok gençleri düşündürür. Savaşı
seven maceracı gençler yanında, savaşı sevmeyen, savaşa karşı
koyan, dünyada barışın egemen olmasını isteyen gençler vardır.
Çalışarak hayatını-geleceğini kurmak ister bu gençler. Onların
yürekleri türkü söyler çalışırken, hem de gece yarısında, üçüncü
vardiyada, dinlenmeden, yeni bir güne girerken bile mutludur
onlar. Evdeki döşemesi hep sıcaktır. Barınağı vardır. Biraz
tedirgindir, etrafta ateş vardır. Ateş her an parlayabilir ve
yangına dönüşebilir. Yine türkü söyleyen yüreğin her zaman
huzur içinde kalmasını ister.
“Sevi bizim kanımızdadır”61
diyerek seslenen şair, dostluktan yana olduğunu ileri sürer.
Gençlik çağının sevgi içinde geçmesini ister, bu mesajı
duyurmak amacıyla gençliğe çağrı da bulunur. Herkesin
çalışkan birer arı olmasını ister. Çalışan kişi yemeğini iştahlı
yer, uykusunu rahat uyur.
“Gün bayırdan iner,
bahçe dibinde ateş yanar
ekmeği pişirecek fırın ısınır
baba bir yere erken gitmiştir.”62
60
Vuyın Dobrivoy, “Radnik u predahu çita novine” ( Ara zamanda gazette
okur işçi) şiirinden alınmıştır.
61
Osman Baymak, “Yaşam türküsü” şiirinden alınmıştır.
62
Dragoyeviç Duşan, “İçiçu na groble” (Mezara gideceğim) şiirinden
alınmıştır.

46
47
Veya başka bir şiirin son dörtlüğü şöyledir:
“Şafak sökmeden akşama kadar
toprağı öper ekinci
nefesi arka gömülür
hayatı
tane tane doğralanır”63
Ekmeğin bereket getirdiğini, bu yüzden çalışmakla
refaha ve gönül huzuruna kavuşulacağını söyler bu şaire. Dünya
öyle kurulmuştur ki uygun bir örgütleme ve meslek
bölüşmesiyle herkes için iş bulunabilir. Herkes doğayı hem gelir
sağlamak hem de ortamını zenginleştirmek için kullanmalıdır.
“Günün birinde
avucumda uyukladı
birinin avucu
sıcaklığıyla
sessizce
sürtüştü parmaklar”64
Sevgi duyarlığıyla yazılan bu dizeler, birlikte,
beraberlikte yaşamak çağrısıdır. Özellikle üniversiteli bir
şairenin duyarlığı ile yazılmıştır. Yugoslavya’da 500 bin genç
üniversitede sıralı okumaktadır. Bu sayının dışında, sırasız,
dışardan öğrenci olan daha 300 bin genç vardır65Aralarında şiir
yazanlar ülkenin ve dünyanın bulunduğu sorunlarla da
uğraşmaktadırlar. Ama hep vatanseverlik, dünyada barışın
sağlanmasını isteyen duygu ile doludur dizeler. Kimi kere bu
duygu ve mesaj mecazdile getirilir:
“Yıldızlarla yüzmek istiyorum”66 dizesinde olduğu gibi.
Kimi kere bu barış mesajı açıktır, yalın ve anlaşılır dille
söylenir:
“Kapı kapı çalmayın

63
Duşan Ana, “Seyaç” (Ekici) şiirinden alınmıştır.
64
Özsi Etel “Egyedül” (Yalnızlık) şiirinden alınmıştır.
65
Yugoslaavya istatik takvimi, 1985 Belgrad
66
Kaytazı Halil “Ylet” (Yıldızlar) şiirinden alınmıştır.

47
48
kapı kapı sormayın
kent kent
yurt yurt
evrence
bilinir
b a r ı ş ç ı y ı z”.67
Yugoslavya ulus ve halklarının dünyada barışın
sağlanması için verdikleri savaşımı dile getirir bu dizeler. Bu
yüzden, sevgi şiirleri yanında, çok sayıda toplumsal konumlu,
durmadan barışı çağıran, barışı metheden şiirler vardır. Bu
içerikli şiir kitapları çoktur. Yugoslavya ulus ve halklarının
1945 yılında kazandıkları devrimin de barış olduğunu ve her
yenginin barış olduğunu ileri sürmektedir genç şairler.
Önceleri Vietnam halkının kurtuluş savaşı için şiirler
yazılırdı. Şimdi de sömürülen Afrikalı zenciler için, vatanı
elinden alınan Filistinliler için, hiçbir anlamı kalmayan Irak –
İran savaşının dünya için bir tehlike oluşu ile ilhili şiirle
yazılmaktadır ve kendi ülkelerinde yaşayan insanların
hayatlarının kolay olduğunu, hayatın zevkli ve neşeli geçtiğini
somut örneklerle, şiirsel dille, duyarlıkla kanıtlamaya
çalışmaktadır genç şairler.
Tito’ya sunulan şiirlerde barışa mesaj ağır basar. Savaşın
olmasını hiçbir şair istemez. Yugoslavya topraklarında çok
savaşlar olmuştur. Bugün taşlar bile savaşın kötü bir şey
olduğunu anlamıştır Yugoslavyada. Savaşı yaşayanlar, savaşı
istemez zaten. Savaş insanlık için en tehlikeli sapıkların
çıkarttıkları bir olay olarak yorumlanır. Savaşın yarattığı panik,
korku, zorluklar, çekiler, hala canlıdır ve gençlerin ebeveynleri
bunları tamamen unutmamıştır. Bu yüzden Yugoslavya da genç
şairler savaştan tiksiniyor ve hep barış için haykırarak tüm
dünya gençlerinin el ele verip savaşın belirmesine neden olan
sebepleri ortadan kaldırmak amacıyla bir barış çemberini
oluşturmak çağrısında bulunuyordu.

67
Zeynel Beksaç, “Bilinir” şiirinden alınmıştır.

48
49

Priştine’de Tan Gazete Yayın Evi Kosovalı Türk yazarlarının


kitaplarını yayımlamaya özen gösterdi

49
50

YUGOSLAVYA’DA NASREDDİN HOCA’YA AİT


OLAN FIKRALAR
I. Milletlerarası Nasrettin Hoca Sempozyumu,
15-17 Mayıs 1989, Ankara

Yugoslavya’da bugün bile halk edebiyatının en ünlü


kahramanları arasında Nasreddin Hoca da bulunmaktadır. 1852
yılında Viyana’da Vuk Stefanoviç Karaciç’in yayımladığı
“Sırpça Sözlük”te68de Nasreddin Hoca’dan bilgiler verilirken
O’nun “bilgili bir Türk” olduğu açıklanmaktadır. 1894 yılında
Belgrat’ta Nasreddin Hoca’nın 313 fıkrasını Sırpça yayımlayan
ünlü Sırp yazarı Stevan Sremaç’a göre ise “Türklerden ve
Türklere yakın olan Doğululardan ve Balkan yarımadasındaki
Sırp, Bulgar ve Yunanlılardan başka Nasreddin Hoca ve ona ait
olan fıkralar başka bir yerde daha fazla bilinmez ve ünlü
değildir. Hele Sırplar arasında Nasreddin Hoca’nın fıkraları çok
bilinir”.69 1389 Kosova savaşından sonra, İslam dini ile birlikte
Türk halk edebiyatının ünlü kahramanlarından Keloğlan’ı,
Köse’yi, Parmak Çocuğu, Karakoncolos’u ve Türk halk
mizahının en büyük filozofu olan Nasreddin Hoca adı, fıkraları
ve nükteleri bura milletleri arasında o kadar tanıdık olmuş ve
yayılmıştır ki Güney İslavların edebiyatında yergi türünün
gelişmesini etkilemiştir. Yugoslavya’da yaşıyan Türk halkı 70
kitaplarında yayımlanan Nasreddin Hoca fıkralarının aslını
okuyabilmiş ve ağızdan ağıza taşıyarak bu güne kadar
yaşatabilmiştir. Yüzyıllar süren zaman içinde fıkraların ve
nüktelerin ağızdan ağıza taşınarak Nasreddin Hoca’nın kimi
68
Vuk Stefanoviç Karadziç: Srpski reçnik, (Sırpça sözlük) Viyana
1852,sayfa 407
69
Stevan Sremac: Nasredin Hodza, njegove dosetke I budalaştıne u priçama,
Belgrad, 1984.
70
181 nufüs sayımına gore Yugoslavya’da 101191 Türk yaşamaktadır.

50
51
gerçek fıkrasına ve nüktesine yenileri de katılmış veya başka bir
biçimde anlatılmıştır. Türkçe’yi bilmeyen öteki Yugoslav
milletleri ise aralarında Türkçe tahsil görmüş olan bireylerin
anlatmalarından Nasreddin Hoca fıkralarını duymuş ve kendi
anlayışlarına göre çeşitli durumlarda ve anlarda başkasına
anlatmışlardır. Böylesine yazılı olan ve Türk halk topluluğu
arasında anlatılan Nasreddin Hoca fıkraları ağızdan ağıza
taşınarak değişikliklere uğramıştır. Yazılı olmayan, ama
doğrudan doğruya ağızdan ağıza taşınan ve çeşitli durumlarda
fıkranın geçerlilik kazanması ve inandırıcı olması için
Nasreddin Hoca adına söylenen fıkralar da yaratılmıştır.
Eskiden yayımlanan kimi fıkralar da yıllar boyunca ağızdan
ağıza taşınarak anlatım biçimini kaybetmiştir. Çünkü
Yugoslavya’da İtalyan mizahçı Bertoldo’nun Hırvatça’ya
çevrilen fıkraları bile Nasreddin adı ile kitap olarak
yayımlanmıştır71.Sırpça ve Hırvatça yayımlanan Nasreddin
Hoca’nın fıkraları ilk biçimlerini koruyabilmiş ve ebediyen
unutulmaktan, kaybolmaktan kurtulmuştur. Bugüne kadar
Yugoslavya’da Nasreddin Hoca’ hakkında, onun fıkraları
hakkında yayımlanan eserlerin sayısı çoktur. Nasreddin
Hoca’nın fıkraları ve kişiliği hakkında en az 50 kitap
yayımlanmıştır.72 Yayımlanan fıkraların çoğu Türkçe’den
çevrilmiştir. Yerli halk arasında derlenip yayımlanan fıkraların
da sayısı kabarıktır. Bu fıkraların çoğu kitap olarak
yayımlanmıştır, bir bölümü de çeşitli dergilerin sayfalarında
kalmıştır. Halk arasından derlenip kitap olarak yayımlanan
Nasreddin Hoca fıkraları arasından Edhem Mulabdiç’in 1893

71
Nıkola Palikuça: “Himbenost pritenkoga velezanstva Nasredinova”,
Yakın, 1771. Kitaptaki fıkralar Nasreddin Hoca’ya ait değildir. Fıkralar
İtalyan mizahcı Bertoldo’ya aittir, kitabın piyasada gerçerlilik kazanması için
kitabın kapağına Nasreddin’in adı yazılmıştır.
72
Basım için hazırlanmış olan Mustafa Çeman’ın Nasreddin Hoca
bibliyografisine göre Yugoslavya’da 400 civarında Nasreddin Hoca ve
fıkraları hakkında eser yayımlanmıştır.

51
52
yılında Sarayova’da yayımlanan “Rukovyet Şale” (Bir tutam
fıkra) Stevan Sremaç’ın 1894 yılında Belgrad’ta yayımlanan
“Nasredin-hodza, njegove dosetke i budalaştine u pričama”
(Hikâyelerde Nasreddin Hoca Fıkraları ve Tuhaflıkları) ve Alija
İsakoviç’in 1984 yılında Sarayova’da yayımlanan “Nasrudin
Hodza” (Nasreddin Hoca)73 en değerli olan kitaplardır. Türkçe
yayımlanan kitaplardan ise 1952 yılında Üsküp’te Mustafa
Karahasan’ın geniş bir ön açıklaması ile yayımlanan “Nasreddin
Hoca’nın Hikâyeleri” (Yayınlayan “Koço Rasin” Sanat,
Literatür Devlet Basım Şirketi, Üsküp) kitabıdır. Türkçe
konuşmayan Yugoslav milletlerinin de anlatı geleneğinin
önemli bir bölümünü oluşturan bu fıkralar, başlangıçta basit,
hafif, açık fikirli görünürler ve kurtulması zor olan durumlardan
kişiyi neşe ile kurtarabilmektedirler. Bu fıkraların ağızdan ağıza
taşınarak biçimlerini kaybettikleri Nasreddin Hoca’nın gerçek
fıkrasına yeni bir anlatım şekliyle yenilerinin de katıldığı, ama
özde aynı olduklarını tespit ettik. Onun adına mal edilen fıkralar
orasında Nasreddin Hoca’ya ait olan gerçek fıkralar da vardır.
Bu fıkralar güldürürken düşündürür. Fıkralar kısadır,
diyaloglardan oluşur ve Nasreddin Hoca’nın bilinen kişiliğine
uygundur. Çünkü fıkraların mizahında felsefe vardır. Bu felsefe
ise yaşadığı yerin ün kazanmış hocalarından ders görmüş olan
Nasreddin Hoca’ya hastır. Öteki fıkralar ise masalımsı
özelliktedir, olaylar Nasreddin Hoca ‘nın kişiliğine uygun
olmayan yerlerde, durumlarda olagelmektedir. Bu tür fıkralar
yüzünden Nasreddin Hoca’nın tarihi bir şahıs olup olmadığı
meselesi belirmiştir. Bugün Nasreddin Hoca’nın kişiliği belli
olduysa da, doğum yeri, doğum tarihi, ölüm yılı, mezarı ve
kişiliği belli ise de Avrupa’da kimi halk edebiyatı uzmanları bu
gerçeği şüphe ile karşılamaktadırlar. Dünyamızın tüm
73
Alıja İsakoviç: Nasrudin Hodza, Sarajevo, 1984. Kitapta 385 Nareddin
Hoca fıkrası Sırpça-Hırvatça yayımlanmıştır. Fıkraların bir bölümü
Türkçe’den çevrilmiş, diğer bölümü ise halk arasından derlenmiştir.
“Svjetlost” OOUR İzdavaçka djelatnost Sarajevo, tarafından 1987 yılında
kitabın ikinci baskısı yayımlanmıştır.

52
53
ansiklopedilerinde Nasreddin Hoca adı geçmektedir.
Yugoslavya’nın “Opća Enciklopedija”sında74 “Nasreddin Hoca
birçok halk fıkrasında ve nüktesinde kurnaz, güldürücü, Türk
Eulenspiegel’i, XIV. yy. Türkiyesi’nde bu adla yaşayan bir
hocanın benzeri olarak yaşadığına inanılmaktadır” şeklinde bilgi
verilmektedir. Oysa Nasreddin Hoca’nın ölümünden sonra
yaşayan ve 1350 yılında ölen Til Eulenspeigel “Türk Nasreddin
Hoca”sı olabilir. Çünkü Nasreddin Hoca 1208 yılında doğmuş
ve 1284 yılında ölmüştür.

I. Uluslararası Nasreddin Hoca Sempozyumu (1989 Ankara)’nda


bildiri sunan bilim adamlarından: (Soldan sağa) Altay Suroy
Recepoğlu (Kosova), İrfan Ünver Nasratinoğlu, Prof. Dr. Mustafa
İsen (Türkiye), Prof. Dr. Nimetullah Hafız,(Kosova) , Dr. Olivera
Yaşar Nasteva (Makedonya), Prof. Dr. Şefket Plana (Kosova), Dr.
Nüket Tör (Türkiye) ve Dr. Tacida Hafız (Kosova).

74
Opca Enciklopedıja (Genel Anskiklopedı), Jugoslovenski leksikografski
zavod, Zagreb 1979, 5. cilt, sayfa 688.

53
54
75
Yugoslav milletleri arasında derlenmiş olan yüzlerce
Nasreddin Hoca fıkrasını inceledikten ve Türkiye’de Türkçe
yayımlanmış olan birçok Nasreddin Hoca fıkra kitaplarındaki
fıkralarla karşılaştırdıktan sonra çoğunun Türkçe şekline
rastlayamadık. Bu fıkraların birçoğunun Yugoslavya’da yaşayan
milletlerin Nasreddin Hoca’ya mal ettikleri fıkra olduklarını,
bunların mizahından, biçimlerinden ve dile getirilen olayından
anlaşılır. Oysa altı fıkranın kısa, diyaloglu, ince mizahlı,
güldürüden çok düşündürücü, okunuşta basit görünüp felsefesi
anlamlı, olayın geçtiği yer ve ortam olan Akşehir ve dolayına
uygun olduğu, Nasreddin Hoca’nın yaşadığı dönemin havasının
esmesi ve keskin zekâsının ürünü olması, onların gerçek
Nasreddin Hoca fıkrası olabileceklerine kanıttır. Bu fıkralar
beşyüz yıllık Türk egemenliği altında bulunan Yugoslavya
topraklarında çeşitli nedenlerden dolayı yerleşen veya buraları
ziyaret eden, buralarda vazife üzere bulunan Türkler, buralardan
Türkiye’ye ziyarete giden, Türkiye’de öğrenim gören kimi
Yugoslavların duydukları Nasreddin Hoca fıkralarını
Türkiye’den buralara getirip anlatmamalarıyla oluşmuştur.
Çeşitli nedenlerle Türkiye’de derlenip yayımlanmadan unutulan
fıkralar kimi Türkçe sözcüklerle birlikte Türkçe bilmeyen
Yugoslav milletleri tarafından korunmuştur.
Sırpça- Hırvatça olarak halk arasında derlenerek
yayımlanan ve Nasreddin Hoca’ya ait olan bu altı fıkranın
Türkçe çevirisi şöyledir:

NASREDDİN VE ARKADAŞLARI
Nasreddin evlendiği zaman, arkadaşı:

75
1981 nüfus sayımına göre Yugoslavya SFC’de Karadağlılar (579 023),
Hırvatlar (4 428 005), Makedonlar (1 339 729), Müslümanlar (1 999 957),
Slovenler (1 753 554), Sırplar (8 140452), Arnavutlar (1 730 364), Bulgarlar
(36 185), Çekler (19625), İtalyanlar (15132), Macarlar (426 866), Romlar
(168 099), Romenler (54954) Rusinler (23 285), Slovaklar (80 334), Türkler
(101 191), Ukrayinalilar (12 813), Vlahlar (32 063), ve diğerleri (38 287)
yaşamaktadır.

54
55
-Ne kadar çirkinsin, vay karına! Demiş.
Nasreddin Hoca bir iki demeden:
-Karımı görseydin, bana üç misli daha fazla acırdın!
Demiş.

55
56

Saraybosna’da 1984 yılında Aliya İsakoviç tarafından


yayımlanan Nasrettin Hoca kitabı.

56
57

KARNİ ŞİŞ KOŞAMAZ


Nasreddin Hoca ormanda bir kayın ağacını keserken
eşeğini kurt kapmış ve parçalamış. Bunu gören başka bir
oduncu:
-Hoca! Hoca! Eşeğini kurt yedi, diye bağırmış.
-Sus bağırma, kurdu korkutabilirsin. Oysa onun karnı
şiş, yokuşu çıkamaz, demiş Nasreddin Hoca.

SONRADAN OLACAKLAR
Nasreddin Hoca evini tamir ettikten sonra evi önünde
biraz toprak yığını kalmış. Konu komşu “Bu toprağı ne
yapacaksın?” diye merak edince:
-Evin önünde kuyu açıp bu topraklarla dolduracağım!
Diye cevap vermiş.
-Kazacağın kuyunun toprakları ne olacak? Diye
üstelemiş komşular.
-Ben öyle sonradan olacakları şimdiden düşünmem, diye
cevabını vermiş Nasreddin Hoca.

DÜNYANIN SONU
-Dünyada doğum ne zaman son bulacak ve tüm insanlar
ne zaman vefat edecekler? Diye sormuşlar Nasreddin Hoca’ya.
-Cehennem ve cennette yer kalmayınca! Diye cevabını
vermiş Nasreddin Hoca .

HAVAYI TEBDİL
Günün birinde Nasreddin Hoca şehir dışında geziye
çıkmışken yolda birkaç atlıyı görmüş. Korkudan üzerindeki
cübbeyi atarak yakındaki bir mezarda gizlenmiş.
Atlılar:
-Orada ne yapıyorsun? Diye sorunca, Nasreddin Hoca
hemen cevabı yapıştırmış:

57
58
-Ben merhumlardan biriyim, biraz tebdil-i hava
yapıyorum, demiş.

BORÇ
Komşusu Nasreddin Hoca’dan dört ay vadeli yüz akçe
borç istemiş.
Nasreddin Hoca borç vermek istemediği için:
-Param yok, ama vade istersen sekiz ay verebilirim,
demiş.

Nasreddin Hoca köyünde Prof. Dr. Saim Sakaoğlu ve Altay


Suroy Recepoğlu (1984).

58
59

YUGOSLAVYA’DA TÜRKÇE OKUMA


KİTAPLARINDA TÜRK HALK EDEBİYATININ
YERİ(*)
“Çevren “ , sayı 35, ocak/şubat 1990, Priştine

Yugoslavya’da yaşayan Türk halkı76 öteki ulus ve


halklarla birlikte Anayasa ve yasalarla her bakımdan eşittir.
Dolayısıyla okullarda Türkçe öğrenim görülmektedir. Türkçe
kitaplar, gazeteler, dergiler ve Türkler’in yaşadığı yerlerde
radyo ve televizyonda Türkçe yayınlar yayınlanmaktadır. Türk
kültürünü, özellikle Türk folklorunu korumak ve geliştirmek
amacıyla kurulmuş kültür ve güzel sanatlar dernekleri de
vardır.77
Sekiz yıl süren temel eğitim yasayla zorunludur. Bu
yüzden Türklerin yaşadığı yerlerde Türkçe ilkokullar vardır. Bu
okullar için Türkçe ders kitapları Üsküp’te ve Priştine’de
yayımlanır. İlkokulların Türk dili öğretimi için hazırlanmış olan
müfredata göre yayımlanan bu okuma kitaplarının birçoğu artık
okutulmamaktadır, bu kitapların yerine yeni okuma kitapları
hazırlanıp yayımlanmıştır. Türkçe ilk okuma kitabı, ilkokulların

76
1981 yılının nufüs sayımına gore Yugoslavya SFC’de 101 191 Türk
yaşamaktadır.
77
Yugoslavya SFC’de Türkler çoğunlukla Makedonya SC’de ve Kosova
SÖB’de yaşamaktadırlar. Üsküp’te haftada üç defa Türkçe “Birlik” gazetesi,
aylık “Sesler” toplum – sanat dergisi, aylık “Sevinç” ve “Tomurcuk” çocuk
dergileri, Priştine’de haftalık “Tan” gazetesi, iki aylık “Çevren” düşün ve
kültür dergisi, aylık “Kuş” çocuk dergisi ve bu gazette ile dergilerin
yayımları olarak çeşitli kitaplar yayımlanmaktadır.

59
60
birinci sınıfları için hazırlanmış “Alfabe” kitabıdır. 78 İlkokulun
tüm sınıfları için ayrı ayrı okuma kitabı vardır. Bu kitapları
öğretmenler veya edebiyatta ad yapmış Yugoslav Türk halkı
yazarları hazırlamışlardır. Türk halk toplumunun yaşadığı
Makedonya SC’nin ve Kosova SÖB’nin eğitim plan ve
programları aynı olmadıkları için Makedonya’daki Türk
okulları için kitaplar Üsküp’te, Kosova SÖB’deki okulların
Türk sınıfları için kitaplar Priştine’de Kosova SÖB Kitaplar ve
Öğretim Gereçleri Kurumunca yayımlanmaktadır. 79
1973 yılından bu yana yayımlanmış olan Türkçe 13
okuma kitabını incelerken Türk Halk Edebiyatı’na önemli bir
yer verildiğini ve bu edebiyattan bolca aktarılan örneklerin
öğrencilerin bilgilerinin zenginleşmesinde büyük katkı
sunduklarını saptadık. İlkokulun birinci sınıfına yedi yaşını
doldurduktan sonra başlamakta olan çocukların kavrayışlarına
ve zihinlerine uygun olan Türk Halk Edebiyatı’ndan örneklerin
aktarılmasıyla başlanıp, yüksek sınıflar için hazırlanmış olan
okuma kitaplarında da bu edebiyattan bilgiler verilmiştir.
Türk Halk Edebiyatından verilen örneklerle öğrencilerin
bilgi kapsamı genişlemekte ayrıca Türk edebi dilinin sözlü ve
yazılı anlatımı için yetenekleri genişlemektedir. Düşüncesini
kendi anadilinde aktarabilen bir kişinin böylesine sağlam
temellere dayanan bir eğitimden geçtiği söylenebilir.
Yugoslavya’da Türkçe yayımlanan okuma kitapları bu amacı
güderken, öğrencilerin ruh dünyalarını genişletmek, eleştirel
düşüncelerini, dünya görüşlerini, yaratma yeteneklerini, iş
alışkanlıklarını, Yugoslavya ulus ve halkları arasında kardeşlik

78
“Alfabe” okuma kitabını müfettiş Ferit Bayram ve profesor Fetah
Süleymanpaşiç hazırlamıştır. Kitabın II. Baskısı Makedonya Halk
Cumhuriyeti Eğitim Bakanlığının 9.IV.1947 tarihli ve 995 sayılı emriyle
Üsküp’te 1947 yılında 88 sayfa olarak basıldı.
79
Yugoslavya altı Sosyalist Cumhuriyet ve İki Sosyalist Özerk Bölgeden
oluşan bir federe devlet olduğu için her cumhuriyet ve bölgenin kendi okul
planı ve programı vardır.

60
61
– birlik ve beraberliği geliştirip yüceltmek için bu edebiyattan
da metinler aktarılmıştır.
1. Makedonya SC’de ilkokulların birinci sınıfları için
yayımlanmış olan “Abece”80 ilkokuma kitabı okula yeni
başlamış olan çocuğa okuyup yazmasını öğretmektedir. Okuma
ve yazmayı öğrenmekte, Türk Halk Edebiyatı metinleri ile
atasözleri, bilmeceler – bulmacalar, deyimler ve tekerlemeler
yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla bu kitapta iki tekerleme, beş
masal, iki atasözü, bir deyim, onüç bilmece ve bulmaca yer
almıştır. Nasrettin Hoca’nın “Parayı veren düdüğü çalar” fıkrası
da okuma metinleri bölümünde yer almıştır. Bu örneklerle,
henüz harfleri öğrenmekte olan çocuklar Türk Halk Edebiyatı
ile de tanışmaktadırlar. Böylece ileride sürekli kitap okuma
alışkanlığı da aşılanmaya çalışılmaktadır. Harf biçimlerinin,
seslerin yazılı imleri olduklarını çocuklara kavratmak amacıyla
bilmeceler ve bulmacalara da yer verilmiştir. Örneğin radyoyu
betimleyen bulmaca:
“Bir kutuyu oymuşlar,
içine dünya koymuşlar”.
Bu bulmaca çocukların “R” harfini öğrenmesinde
yardımcı olmaktadır. Bu bilmecelerin çözümü çocukların hem
bilgilerinin zenginleşmesine hem de harfleri öğrenerek
zihinlerinin gelişmesine yardımcı olmaktadır. Bu örnekler,
çocuğun, yazılı metinler içinde bir anlamın, bir konunun
varolduğunu anlaması için de yararlı olmaktadır.
2. Kosova SÖB’de ilkokulların ikinci sınıfları için
yayımlanmış olan “Yurdumun güneşi”81 adını taşıyan okuma
kitabında da Türk Halk Edebiyatından seçilen sekiz atasözü

80
ARİF AGO, NÜSRET DİŞO ÜLKÜ, ÇEDOMİR POPOVİÇ: ilkokuma
kitabı – ABECE, Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti’nde ilkokulların 1.
sınıfları için,”Prosvetno delo”, Üsküp, 1987, 170 sayfa
81
HASAN MERCAN: Yurdumun güneşi, Kosova Sosyalist Özerk
Bölgesinde ilkokulların 2.sınıfları için okuma kitabı, Bölge ders kitapları
yayımlama kurumu, Priştine, 1983, 176 sayfa

61
62
vardır. Kitaba alınan bu atasözlerinde öğrencilerin yalan
söylememeleri için öğüt verilmektedir. Örneğin:
“Yalanın ayakları kısadır” veya
“Doğru söze akan sular durur” gibileri
Atasözleri sözlü ve yazılı anlatma, öyküleme ve
betimleme için de kitaba alınmışlardır. Böyle öğrencilerin
anlatma, öyküleme ve betimleme yeteneğinin gelişmesine de
yardımcı olunmaktadır. Atasözlerinden, ayrıca bilgi verilmiştir.
Bu kitapta Nasrettin Hoca’nın “Ay alıp satarım” ve “ İçinde ben
de vardım” fıkraları da yer almaktadır. Ayrıca Nasrettin
Hoca’nın kişiliği hakkında da bilgi verilmektedir. Kitaba alınan
atasözleri ve Nasrettin Hoca fıkralarıyla henüz 8 yaşlarında olan
öğrencilerin okurken tanımayı ve sesin gelişim hızını
öğrenmelerine yardımcı olunmaktadır. Atasözleri, kitabı
hazırlayan yazarın bildiği şekilde kitaba alınmıştır.
3. Makedonya SC’de ilkokulların ikinci sınıfları için
yayımlanmış olan “Yaprak”82 adını taşıyan okuma kitabında
Türk halk edebiyatının yirmibir atasözü, onbir bilmece ve iki
halk öyküsü yer almıştır. Bilmecelerin çözümü ayraçlar içinde
ters yazılarak verilmiştir. Atasözleri ya öğüt olarak ya da
sorulara yanıt olarak kitaba alınmışlardır. “İyi dostun kötü
günde belli olduğu”, “El ele vermeyince taşın yerinden
kalkmadığı”.. “Önce düşünmek sonra bir işe girişmek” gibi
atasözleri öğüt verici olanlardandır. Öykülerin de özdeş görevi
vardır.
Türk Halk Edebiyatı’ndan aktarılan örnekler
öğrencilerin sözcük dünyasını zenginleştirmekte, varlıkları ve
olayları adlandırmalarında yardımcı olmaktadırlar.
4. Kosova SÖB’se ilkokulların 3.sınıfları için
yayımlanmış olan “Okuma kitabı”83nda Türk Halk

82
NECATİ ZEKERİYA: Yaprak, Makedonya SC’de ilkokulların 2.sınıfları
için okuma kitabı, Üsküp, 1985, 176 sayfa.
83
SALİH LİKA: Okuma kitabı, ilkokulların 3. sınıfları için. Priştine 1988.
172 sayfa .

62
63
Edebiyatından beş dörtlükten oluşan bir ninni, yirmidört
atasözü, “Nasrettin Hoca ile atlılar” fıkrası, altı bilmece, “Ok
yarası mı, dil yarası mı?” öyküsü, üç oyun tekerleme ve on
yanıltmalı tekerleme vardır. Türk Halk Edebiyatından aktarılan
bu örneklerden başka Yugoslavya Halk Edebiyatından ve
Yugoslavya Çağdaş Edebiyatından (burada Yugoslavya’da
Türkçe yaratılan edebiyattan eserler de vardır) örneklere yer
verilmiştir. Dünya Edebiyatından ve ayrıca Çağdaş Türk
Edebiyatından örnekler de bu kitaba alınmıştır.
Türk Halk Edebiyatından aktarılan örneklerle, bilgilerle,
açıklamalarla ve yanıt bekleyen sorularla çocukların bilgileri
zenginleştirilmeye çalışılmaktadır. Örneğin:
“Ninni desem dağlar uyur,
Dağlarda laleler büyür.
Ninni yavrum ninni!
Küçük çocukları kucak, beşik ya da yatakta uyuturken
veya oyalarken, anne, nine, dadı ya da çocuğa bakan kimse
tarafından ezgi ile söylenen türkünün ninni olduğu
açıklanmaktadır.
Atasözleriyle çalışkan olmak gerektiğini ve çalışmakla
insana yarar sağlandığını kanıtlamaya çalışılmaktadır.
“Kendi işini kendi gören kazanır” veya
“Yuvarlanan taş yosun tutmaz” gibi atasözlerinde olduğu gibi.
5. Kosova SÖB ilkokullarının 4. sınıfları için
yayımlanan Okuma kitabında84 otuzüç atasözü, yirmi bilmece,
yirmi iki tekerleme, Nasretttin Hoca’ya ait olan “Kedi nerede”
fıkrası, iki özdeyiş ve on mani yer almıştır. Türk Halk
Edebiyatından alınan bu örneklerden başka kitapta Yugoslavya
Çağdaş edebiyatından ve Çağdaş Türk Edebiyatından eserlere
yer verilmiştir. Türk Halk Edebiyatı konusunda yayımlanan
yapıtlar hakkında bilgiler de verilmiştir. Derlenip yayımlanan:
“Hayır işle komşuna, hayır gelir başına” ve

84
SALİH LİKA: Okuma kitabı, Kosova SÖB’de ilkokulların 4. sınıfları için.
Priştine 1987, 182 sayfa.

63
64
“Zararın neresinden dönersen orası kârdır” gibi atasözleriyle
yaşamda başarı sağlamak için nasıl davranmak gerektiği öğüdü
verilmektedir.
Bilmecelerle çocuğun zihni geliştirilmeye
çalışılmaktadır. Öğrencilere “Bilmecelerin bir varlığın adını
söylemeden o varlığın bazı özellikleri üstü kapalı söylenerek ne
olduğunu karşıdakilere buldurmak için söylenmiş ve kalıplaşmış
sözler olduğu “ tanımı yapılmıştır. Bu kitap ilkokulların 4.
sınıfları için yazıldığı ve bu sınıftaki öğrencilerin 11- 12 yaş
arasında oldukları düşünülerek, bilmecelerin çözümü
verilmemiştir. Öğrenciyi bilmeceyi inceleyip yorumladıktan
sonra çözmesine fırsat verilmiştir. Örneğin:
“Gökten yağar, yağmur değil,
Yeri örter, yorgan değil” bilmecesi gibi.
6. Makedonya SC’de ilkokulların 4. sınıfları için
yayımlanmış olan Okuma Kitabı’nda 85 “Pınara benzer”, “Aptal
deve akıllı balıkçı” ve “Gamsız baba” halk öyküleri, ondört
atasözü ve üç bilmece Türk Halk Edebiyatından aktarılmıştır.
Kitapta Yugoslavya’da Türkçe yaratılan edebiyata ve Türk
edebiyatına da önemli yer verilmiştir. Öteki örnekler başka
dillerden Türkçe’ye çevrilmiştir.
Örneklerin sonunda sözlük, düşünün – söyleyin
arabaşlığı altında açıklama ve soru tümcesi bulunmaktadır ki
tüm bunlarla kitaptaki metinlere açıklık getirilmektedir. Türk
Halk Edebiyatında örnekler aktarmaktan başka bu edebiyatın
belli türleri için bilgiler veya açıklamalar yoktur.
Türk halk edebiyatından aktarılan örneklerle
öğrencilerin kısa ve özlü olarak sözlü ve yazılı anlatma
yeteneklerini geliştirmeleri için yardımcı olunmaktadır.

85
RECEP BUGARİÇ: Makedonya SC’de ilkokulların 4. sınıfları için okuma
kitabı. Üsküp 1987, dördüncü baskı, 170 sayfa.

64
65
7. İlkokulların 5.sınıfları için yayımlanan Okuma
86
kitabı bir bakıma Yugoslavya’da Türkçe yaratan yazarları,
dolayısıyla kimi dünya, Yugoslavya ulus ve halklarının ve
Çağdaş Türk Edebiyatının kimi yazarlarını tanıtan bu
yazarlardan şiir, öykü veya çeviriler getiren bir ders kitabıdır.
Kitapta bir Keloğlan masalı, bir “Kızılırmak türküsü” yedi
mani, Karagöz ve Hacivat’tan bir diyalog ve Orhan Veli
Kanık’ın Nasrettin Hoca’dan şiirleştirdiği “Doğuran Kazan”
fıkrası bulunmaktadır. Yapıtların devamından “Metin üzerinde
çalışmalar” başlıkları altında masallar, maniler, fıkralar, türküler
açıklanmaktadır ve Nasrettin Hoca hakkında ayrıca bilgi
verilmektedir.
8. Makedonya SC’de ilkokulların 5.sınıfları için
yayımlanan “Tutam”87 adlı okuma kitabında Türk Halk
Edebiyatından örneklerden çok bu edebiyat hakkında bilgiler
verilmektedir. Kitapta Türk Halk Edebiyatından altı deyim
vardır. Bu deyimler türküler, maniler, tekerlemeler, bilmecelerin
halk edebiyatının malı olduğu, bunların kendine has bir biçim
ve anlatımlarının varolduğu bildirilmektedir. Bunların düşünce
ve biçim bakımından atasözlerinden çok farklı oldukları
örneklerle gösterilmektedir.
Türk halk edebiyatının diğer türlerinden dört atasözü ve
atasözleri hakkında bilgiler, efsaneler, masallar ve tekerlemeler
hakkında da bilgiler verilmektedir. Türk halk masallarını,
hikâyelerini, efsaneleri ve Nasrettin Hoca fıkralarını derleyen
folklorcu Eflatun Cem Güney hakkında bilgiler verilirken onun
derlemiş olduğu “Keloğlan ile anası” masalı da aktarılmıştır.
Nasrettin Hoca’nın “Utanmış da saklanmış” fıkrası, Nasrettin
Hoca’nın kişiliği hakkında bilgiler ve Orhan Veli Kanık’ın

86
FAHRİ KAYA: Okuma kitabı, Kosova SÖB’de okulların 5.sınıfları için,
Priştine, 1987, 10 sayfa.
87
FAHRİ KAYA: Tutam, Makedonya SC’de ilkokulların 5. sınıfları için
okuma kitabı. Altıncı baskı. Üsküp, 1986, 208 sayfa.

65
66
şiirleştirdiği Nasrettin Hoca’nın “Parayı veren düdüğü çalar”
fıkrası da kitaba alınmıştır.
9. Makedonya SC’de ilkokulların 6. sınıfları için
yayımlanmış olan “Okuma kitabı”nda 88 Yugoslavya ulus ve
halkların edebiyatları ve önde gelen yazarları tanıtılmaktadır.
Dünya yazarlarının yapıtları hakkında da bilgiler vardır. Türk
Halk Edebiyatından ise iki Keloğlan masalı: “Tembel Keloğlan”
ve “Oduncu Keloğlan”, onaltı atasözü, Nasretttin Hoca’nın
“Gölge kadılığı” fıkrası ve altı bilmece bu kitapta yer almıştır.
Atasözlerinin uzun deneye ve gözlemlere dayanarak kısaca
söylenmiş ve halka mal olmuş öğütler olduğu açıklamıştır. Türk
Halk Edebiyatının öteki türlerinden ise söz edilmemiştir.
10. Makedonya SC’de ilkokulların 7. sınıfları için
yayımlanmış olan “Dal”89 adlı okuma kitabı 1985 yılında
yayımlanan yeni okuma kitabından sonra okullarda
okutulmaktadır. Kitapta Türk Halk Edebiyatına ayrılan yer çok
azdır. 245 sayfadan oluşan bu kitapta yalnız Eflatun Cem
Güney’in derlediği “Salkımsöğüt” efsanesi ve Orhan Veli
Kanık’ın, Nasrettin Hoca’ya ait olan “Hoca’nın hesabı”,
şiirleştirilmiş biçimiyle yer almıştır. Kitapta Nasrettin Hoca
hakkında bilgiler de verilmiştir.
11. Makedonya SC’de ilkokulların 7. sınıfları için
yayımlanmış ve bugün okunan “Okuma kitabı”nda 90Türk Halk
Edebiyatından hiç söz edilmemektedir. Yalnız iki Türk halk
masalına yer verilmiştir. Biri “Keloğlan ve zalim köy ağası” ve
ikincisi “Altın kozalaklı gümüş selvi”dir. Bu kitap bir bakıma
Yugoslavya’da Türkçe yaratan yazarların güldestesidir. Bu
yazarların çoğundan eserler aktarılmış, yazarların fotoğrafları,

88
NİZAMETTİN ASİM – TOMİSLAV VASİLEVSKİ: okuma kitabı,
Makedonya SC’de ilkokulların 6.ncı sınıfları için Üsküp, 1985, 192 sayfa.
89
NECATİ ZEKERİYA – FAHRİ KAYA: Dal, Makedonya Sosyalist
Cumhuriyetinde ilkokulların 7. sınıfları için okuma kitabı. Üsküp 1973 , 245
sayfa.
90
NİZAMETTİN ASİM – TOMİSLAV VASİLEVSKİ: Okuma kitabı,
Makedonya SC’de ilkokulların 7. sınıfları için. Üsküp 1985, 1982 sayfa.

66
67
yaşam öyküleri ve edebiyat çalışmaları hakkında bilgiler
verilmiştir.
12. Makedonya SC’de ilkokulların 8.sınıfları için
hazırlanmış olan “Demet”91 adlı kitabının son 35 sayfası Türk
Halk Edebiyatına ayrılmıştır. Genellikle halk edebiyatından
verilen bilgilerden sonra, Eflatun Cem Güney’in derlediği “Sarı
kız” masalından başka sekiz mani, beş Rumeli türküsü, bir
ninni, dört türkü, iki tekerleme, Yunus Emre’den, Pir Sultan
Abdal’dan, Kayıkçı Kul Mustafa’dan ve Aşık Veysel’den birer
türkü kitapta yer almıştır. Başka uluslardan farklı olarak sözlü
edebiyat örnekleri yanında yazılı halk edebiyatımızın da var
olduğu ve anlaşılır bir dille yazılan yapıtlara Türk Halk
Edebiyatı dendiği, Türk Halk Edebiyatının, başka milletlerin
halk edebiyatlarından çok daha zengin bir edebiyat olduğu ve
Türk Halk Edebiyatının sadece folklordan ibaret olmadığı
bilgisi verilmiştir.
Türkülerden bilgi verilirken, türkülerin hece vezniyle
yazıldığı, hece vezninin Türkler’i in milli vezni olduğu
belirtilmiştir. Yunus Emre’nin, Kayıkçı Kul Mustafa’nın ve
Aşık Veysel’in yaşam öyküleri de verilmiştir.
13. Makedonya SC’de ilkokulların 8. sınıfları için
yayımlanmış olan “Okuma kitabı”nda 92 Türk halk
edebiyatından “Sedef Bacı” öyküsü, otuzbeş atasözü, on
bilmece, Nasrettin Hoca’dan “Hastayı ziyaret” fıkrası,
Köroğlu’dan bir türkü ve Karagöz ile Hacivat’tan bir diyalog
yer almıştır. Masalın öteki folklor türleri arasında ( bilmece,
tekerleme, ninni, türkü ve atasözü) en yaygın, en ilgi çekici tür
olduğu, toplumun hayal gücüyle yaratıldığı, yaratıldığı yerin ve

91
NECATİ ZEKERİYA: Demet, Makedonya SC’de ilkokulların 8. Sınıfları
için okuma kitabı, Üsküp 1978, 238 sayfa.
92
ESAD BAYRAM – LİDYA GİRGAS: Okuma kitabı, Makedonya
Sosyalist Cumhuriyeti’nde ilkokulların 8.sınıfları için, Üsküp, 1984, 180
sayfa. Bu kitabın yayımlanmasıyla 16 sayılı dipnotta belirtilern Necati
Zekeriya’nın hazırladığı “Demet” adlı okuma kitabı eğitim programından
çekilmiştir.

67
68
zamanının belli olmadığı olayları anlatan sözlü edebiyat ürünü
olduğu belirtilmiştir. Atasözlerinin ise derin anlamlı kısa
ifadeler olduğu, halk tarafından durmaksızın yaratıldığı ve şimdi
de yaratılmaya devam edilmekte olduğu belirtilmiştir.
İncelediğimiz okuma kitaplarında Türk Halk
Edebiyatında yer verilen edebiyat türleri şunlardır: Atasözleri,
bilmeceler, tekerlemeler, fıkralar, masallar, türküler, maniler,
deyimler ve özdeyişler. Yazarı bilinmeyen (anonim) Türk Halk
Edebiyatından örneklere ağırlık verilmiştir. Buna karşılık
yazarı bilinen Türk Halk Edebiyatından aktarılan eserler ise çok
azdır. Halk arasında söylenip bugün de ağızdan ağıza dolaşan,
seyirlik oyunlara, ağıtlara, destanlara, çocuk oyunlarına,
ilahilere yer verilmezken, orta oyunundan, semailerden,
nefeslerden, koşmalardan hiç söz edilmemektedir.
Yugoslavya’da doğup, orada yaşayan ve yaratan halk ozanı
Prizren’li Aşık Ferki’den 93 de hiç söz edilmemiş ve bu halk
ozanının eserlerinden bir örnek bile aktarılmamıştır.
Okuma kitaplarında Türk Halk Edebiyatına ayrılan yer
eğitim ve öğretim programına göredir ve genellikle ilkokullarda
Türkçe okuyan bir öğrencinin bu örneklerle Türk Halk
Edebiyatıyla tanışıp bu edebiyattan ilk bilgileri edinmesi için
yeterlidir. Çünkü okuma kitaplarından başka, edebiyat ve
dilbilgisi kitapları da vardır. Bu kitaplardan derslerin
açıklanmasıyla Yugoslavya’da İlkokulu Türkçe okuyan bir
öğrenci, Türk Halk Edebiyatı hakkında yeterince bilgi
edinmektedir.
Liseler için yayımlanmış olan edebiyat kitaplarında ise
İslamiyet’ten önceki Türk edebiyatından başlayarak, İslam
uygarlığında Türk Edebiyatı, Türk Anadolu Edebiyatı ve
günümüze kadar gelen Çağdaş Türk Edebiyatı hakkında bilgiler
ve bu dönem edebiyatlarından örnekler vardır.

93
Prof.Dr. NİMETULLAH HAFIZ: Aşik Ferki, hayatı ve eserleri.
Yayımlayan Prizren “Doğru Yol” Kültür ve Güzel Sanatlar Derneği, Prizren
1986, 248 sayfa.

68
69
Sonuç olarak, Yugoslavya’da Türkçe okuma
kitaplarında Türk Halk Edebiyatına öğretim planı ve programı
çerçevesinde gereken yerin verildiği görülmektedir.

Kosova’da Türkçe öğrenim gören öğrenciler için Kosova


müfredatına göre Priştine’de Türkçe ders kitapları yayımlanır.

69
70

PRİZREN’DE TÜRK HALKININ DOĞUM


GÖRENEKLERİ VE GELENEKLERİ*

“Esin” Kültür ve sanat dergisi, sayı 23/1986, Prizren,


“Birlik” Gazetesi, Üsküp, “Güneyde Kültür”sayı 35/1992,
Antakya, Balkanlar’da Türk Kültürü, Bursa

Prizren, Yugoslavya’nın güneydoğusunda, Şardağı’nın


eteklerinde, Bistriça deresinin iki yakasında yerleşmiş bir
kenttir. Ne zaman kurulduğunu gösteren belli bir kaynağa
bugüne kadar rastlanmamıştır. Balkanlarda en eski yerleşme
yerlerinden biri olduğunu gösteren kaynaklar vardır.
1389’daki Kosova meydan savaşından itibaren ta 1912
yılına kadar Sancakbeyliği merkezi olan Prizren’de bugün
Arnavutlar, Karadağlılar, Müslümanlar, Sırplar, Türkler ve
Romlar yaşamaktadır.
İki yıl süren soruşturma sırasında Prizren’de yaşayan
tüm ulus ve halkların doğum görenekleri ve gelenekleri ile ilgili
sonuçları birkaç bölüme ayırdım ve ayrı ayrı başlık altına
getirerek inceledim. Bu kez Prizren’de yaşayan Türk halkının
bugüne dek süren görenek ve gelenekleri üzerinde duracağım.
GEBELİK: Yeni evlenen kadının hemen gebe kalması
istenir. Çünkü kısır kadınlara rağbeti yoktur. Kısır kadının
nafakasız olduğu ve hayatı elinden kaçtığına inanılır. Kısır olan
kadının istediği veya razılığı ile çocuk sahibi olmak için erkek
ikinci bir kadın ile evlenir ve yeni eşini aynı eve getirir. Yeni
gelen kadın önceki kadının “ortağı” (kuma) olur.
Ailede erkek çocuğun yeri kız çocuğundan üstündür.
Erkek çocuğa (çocuk) denir. Hep kız çocuğu doğuran kadının

70
71
kocası, erkek çocuğa sahip olmak için ikinci bir kadınla evlenir.
İlk ve ikinci kadın aynı evde yaşarlar ve onlar birbirini “ortak”
diye adlandırırlar.
Gebeliğin yedinci ayına giren kadın evin saçağı altından
çıkmaz. Gebeliğin yedinci ayına kadar en az bir kişinin
eşliğinde sokağa çıkar.
Gebe kadının davranışı doğacak çocuğu etkilediğine ve
davranışına göre özelliklere sahip olacağına inanıldığı için, gebe
kadın, gebelik süresince kötü bilinen şeylere bakmaz, gizli
olarak hiçbir şey yemez ve yalan söylemez. Bunlardan birini
yaparsa, doğacak olan çocuğun yüzünde leke gibi bir iz
belireceğine inanılır. Doğacak olan çocuğun obur ve aç gözlü
olmaması için gebe kadının imrenmesine dikkat edilir. Önünde-
karşısında yenilen şey muhakkak gebe kadına ikram edilir,
konuşmalar sırasında evde bulunmayan ve yenilmesi güzel olan
şeylerden söz edilmez.
Gebe kadın, sakat bir insana bakarsa ve bunu hayretle
kabul ederse, çocuğunun da sakat doğacağına inanılır. Kimseyi
mezelemez (taklit) ve kötü şeylere şaşmaz. Böyle davranırsa
doğacak çocuğun da aynı özellikli olacağına inanılır. Cenazeye
giden, ölüyü, cesedi seyreden gebe kadının, ölü çocuk
doğuracağına veya çocuğu cenaze yüzlü, sarımtırak, olacağına
inanılır. Cenazeye gitmesi zorunlu olan gebe kadın, sihirden
koruyan kırmızı iplikle parmağını sardıktan sonra cenazeye
gider.
Gebe kadının karnında taşıdığı çocuğun cinsini anlamak
amacıyla, odada minderin altına bir tarafta makas, bir tarafta ise
bıçak gizlenir. Gebe olan kadın makas üstüne oturursa “kız”
bıçak üstüne oturursa “erkek” çocuk doğuracağına inanılır.
Gebe kadın doğum ayına girdiği zaman kesinlikle baba
evine gitmez. Çünkü baba evinde doğuran kadının kardeşi
erkek çocuğa sahip olmayacağına evde bir kimsenin
ölebileceğine inanılır. Annesi ile ise hiç görüşmez. Çünkü
doğum ayına giren gebe kadın annesi ile görüşürse, doğumu zor
olacağına “çocuğun ağır ayaklı doğacağına” inanılır. Doğum

71
72
ayına giren gebe kadının evine misafir gidilmez. Evde misafir
bulunurken doğum olursa, o zaman doğan çocuğa misafirin adı
verilir.
DOĞUMU KOLAYLAŞTIRMA OLAYI: Gebe kadın
dokuz ay ve ongün sonra doğurmayınca, doğum yollarının
kapanık olduğuna inanılır ve bu yolları açmak için köprüden
geçirilir ve ilk çeşmeden su içirilir. Üç köprüden ve su
üzerinden geçen, çeşmeden su içen kadının üç gün içinde su
akar gibi kolaylıkla doğum yapacağına inanılır. Bunlardan
başka Prizren’de bulunan Tezcir baba türbesine gömlek
götürülür. Ana karnındaki bebeğin ters yönde olduğundan
dolayı doğmadığına inanıldığı için gömleğin tersi – iç yüzü
sandukanın üzerine serilir, sonra sandukadan yüzüne çevrilip
kaldırılır ve evde gebe kadına giydirilir.
Doğum yollarının açılması için evde varolan sandıklar,
dolaplar, kilitler açılır. Anahtarı kaybolmuş olan bir kilit
bulunur ve suya atılır. Bu su ile gebe kadın yıkanır.
Geciken doğumu hızlatmak için “Fatime ana eli” çiçeği olarak
adlandırılan bitki suya atılır, bu bitki beş parmak biçiminde
açılınca bu su gebe kadına içirilir. Kurutulmuş tilki ağzı suya
batırılır ve bu su ile gebe kadın yıkanır. Gebe kadın ekmek
kırıntılarıyla kuşları besler. Tüm bunların doğumu hızlattığına
ve kolaylaştırdığına inanılır.
DÜĞÜM VE GÖBEK KESME OLAYI Doğacak veya
doğan çocuğun göbeğini kesecek olan ve “Nuna” olarak
adlandırılan gebe kadın seçilir. Çocuğun nunaya benzeyeceğine
inanıldığı için, nunanın akıllı ve bilgili bir kadın olmasına
dikkat edilir. Çocuğun sesinin güzel olması ve “şair” olması için
göbek kordonu uzun kesilir. Göbek kırmızı ve beyaz renkli olan
iplikle bağlanır. Göbek kordonu özel yapılmış olan bıçakla
kesilir ve çocuğun birkaç kuşak yetiştirmesi için bu bıçak kapı
kuşağındaki aralığa geçirilir ve bir müddet orada kalır. Erkek
çocuğun kuruyunca düşen göbek kabuğu (bağı) emin bir yerde
korunur.

72
73
Erkek çocuk annesinden utandığı için yüzükoyun
doğduğuna inanılmaktadır. Kız çocuk ise sırtüstü dünyaya
gelmektedir.
ÇOCUĞUN UZUN ÖMÜRLÜ OLMASI OLAYI:
Önceki çocuğu ölen kadının doğurduğu çocuğun uzun ömürlü
olması için, doğan çocuk bir kalbura konur ve dört yol ortasına
çıkarılır, sokaktan ilk geçen kadından göbek kordonunu
kesmesini istenir. Yeni doğan çocuk un sandığına götürülür,
bıyıkları ağarıncaya kadar uzun ömürlü olması için erkek
çocuğa, undan bıyık yapılır. Yeni doğan çocuğun önünden
kaynatılmış iki yumurta kırılır.
Çocuğun ömürlü olması için ilk defa nikâhlanmış 40
nişanlı erkekten para toplanır ve bu paralarla uzun ömürlülüğün
simgesi olan mavi taşlı gümüş bir küpe satın alınır ve çocuğun
sağ kulağına takılır. Saçılıktan toplanan paralarla uzun
ömürlülüğün simgesi olan bakırdan işli bir mutfak kabı alınır ve
özenle korunur.
Çocuğun altın gibi uzun ömürlü olması için ilk kez
doğum haberini duyan kişi elini altın eşyaya sürer. Erkek
çocuğun ömürlü olması için kuruyup düşen göbek parçası
korunur.
Çocuğun bakır tepsi üzerine doğması ve 40 gün döşeğe
koyulmadan hep elde tutulması uzun ömürlü olacağına inanılır.
Annenin çok sayıda çocuğunun olması için doğumdan
üç gün sonra yapılan ziyafette konuklara haşlama dağıtılır.
ÇOCUĞUN RAĞBETLİ VE UĞURLU OLMASI
OLAYI. Çocuğun rağbetli olması için ilk sütannenin sağ
memesinden altın yüzük içinden emzirilir. Sabırlı olması için
yeni doğan çocuğa ilk süt üç ezan okuduktan sonra verilir.
Üçüncü gün ziyafeti (babina) yapıldığı gün sofraya oturmuş
olan misafirler çocuğu elden ele taşır ve sonunda rafa kadar
kaldırırlar. Bu davranışla erkek çocuğun rağbetli, kız çocuğun
da uğurlu olacağına inanılır.
ÇOCUĞUN NAFAKALI OLMASI OLAYI: Doğan
çocuk, ilk yıkandığı sırada teknenin kenarına banknot konur,

73
74
suya ise metal para atılır. Bu paralarla ekmek satın alınır. İlk süt
verildiği sırada, anne çocuğun başına ekmeği sürdürür.
Doğumdan üç gün sonra ziyafet yapılır.
Çocuk öksüz kalmasın diye ana baba arasında hiçbir
zaman yatırılmaz. Çocuk büyüyünceye kadar beşikte uyutulur.
Çocuğun sevdalı ve hoş olması için ilk üç gün yıkandığı
suya bir avuç tuz ve bir avuç şeker koyulur.
AD VERME OLAYI: Doğan çocuğa üç gün içinde ad
koyulur. Çünkü çocuğun adsız ölmesinden korkulur. Adsız ölen
çocuk imansızdır. Ad, üç tekbirden sonra koyulur. Erkek çocuğa
ilkin peygamberin adı, kız çocuğa Fatime ananın adı verilir.
Bundan sonra çocuğun ömür boyunca kullanacağı ismi verilir.
İsim bilgili, okumuş ve saygın olan bir kişi tarafından çocuğun
kulağına söylenerek verilir. Doğan ilk erkek çocuğa büyük
atasının (dedesinin) adı verilir. Kız çocuğa ise büyük annesinin
(ninesinin) ismi koyulur. Önceki çocukları ölen annenin yeni
doğan çocuğuna dayanıklık, güçlük, yiğitlik anlamına gelen ve
bunları simgeleyen Yaşar, Durmuş, Kurtiş, Arslan gibi isimler
koyulur. Arife günü doğan erkek çocuğa Arif, kız çocuğa Arife
ismi koyulur. Bayram günü doğan erkek çocuğa Bayram ismi
koyulur.
Ölü doğan çocuğa da ad verilir ve yıkandıktan sonra
toprağa gömülür.
Vakitsiz doğan çocuk evin temelinde gömülür.
Böylesine annenin vücudunda yeni bir çocuk temelinin
tutulacağına inanılır.
ÇOCUĞUN DOĞMASIYLA BELİREN SARILIK
OLAYI. Bazen çocuğun doğmasıyla sarılık belirir. Sarılık
çocuğu sıkar. O zaman çocuk soğan kabuklarının atıldığı su ile
yıkanır. Sarılık daha büyük ve ağır ise, ölen bir kadının “Viran
kalan” miras küpeleri suya atılır ve bu su ile yıkanan çocuktan
sarılığın çekileceğine inanılır.
Yeni doğan çocuğun sarılığa kapılmaması için anne kırk
gün sırtını çocuğa çevirmez.

74
75
EVREN ÇOCUĞU. Normal doğmayan, özellikle kolları
yerine kanat biçiminde bir vücut kısmı olan çocuk “Evren
çocuğu” olarak adlandırılır. Bu çocuğun vücudu annesinden ve
“Nuna”dan (ebe) başka kimseye gösterilmez. Onun vücudunu
gören diğer kişilerin ölümle karşılaşacaklarına inanılır. Bu
çocuk kol yerine kanatlara sahip olduğunu öğreninceye kadar
yaşamaktadır. Ölünceye kadar ise korku nedir bilmez ve üstün
bir güce sahiptir.
LOHUSA OLAYI. Yeni doğuran kadına lohusa denir.
Lohusanın yatacağı yatağı önceden hazırlanır. Yatak, lohusanın
gelin olarak getirdiği çeyizleriyle, el işiyle süslenmiş, nakışlı,
klabodanlı, çarşaf, yastık örtüsü, yorgan, yorgan örtüsü ve
kerevetliklerle düzülür ve bezenir.
Lohusanın gebelikten önceki sıhhatına gelmesi için üç
gün sonra pirinç ve kantar topuzunun batırıldığı su ile yıkanır.
İlk kere doğum yapan ve kız çocuğu doğuran kadının
ikinci çocuğunun erkek doğması için, lohusa doğumdan kırk
gün sonra armut ağacı altında yıkanır ve erkek çocuğunu
koruyan göbek kordonunun bir parçasını ekmekle birlikte yer.
Lohusayı ve bebeği kutlamak için ziyarete gelen
konuklara lohusa lokumu ve şerbeti verilir.
LOHUSANIN SÜTÜNÜN KAÇMAMASI OLAYI.
Sütü kaçmasın diye lohusa kırk gün evden, evin
saçağından dışarı çıkmaz. Bundan sonra sokağa çıkınca başını
başlıkla örter. Kırk gün uzaklara, dağlara bakmaz, aklık ve
sürme kullanmaz, ayna önüne çıkmaz, misafirleri “güle güle”
diyerek uğurlamaz, eşyası başka bir kimseye verilmez. Aksi
halde loğusanın sütünün kaçacağına inanılır.
Lohusanın sütünün kaçmaması için ilk kere gittiği
evlerde kendisine tuz, şeker, soğan, yumurta ve bir parça ekmek
verilir.
Sütü kaçan loğusanın sütünün gelmesi için başvurulan
tedbirlerden ilki, mısır ve buğday kaynatıp yemesidir. Bundan
başka Kırkpınar’daki yedi pınar suyuna bastırılan simit loğusaya
yedirilir, dereden su içirilir.

75
76
Lohusanın sütü çok geliyorsa, sütünün kaçması için
artan süt bir meyve gövdesine atılır.
ZİYARET VE ZİYAFET OLAYI. Doğum yapan
lohusayı yakınları, akrabaları, konu komşusu ve hatırını sayan
kişiler ziyarete gelir. Bu ziyaret, lohusanın doğumunu, doğan
çocuğunu kutlamak ve kurtulduğuna şükretmek için yapılır. Her
gelen ziyaretçi lohusaya ve bebeğe hediyelik getirir, yatağın
kenarına para koyar. Buna “Saçılık” denir. Bu paralarla uzun
ömürlülüğün simgesi olan bakırdan, gümüşten veya altından bir
kab veya süs eşyası satın alınır. En büyük bahşişi “Nuna “ (ebe)
verir. Çünkü o, lohusaya, bebeğe, bebeğin atasına, dedelerine,
ninelerine, teyzelerine, halalarına, dayılarına, amcalarına
hediyeler verir. Kırk gün sonra loğusa bebekle ve aile üyeleriyle
birlikte “Nuna” nın daveti üzere ilk ziyafete gider. Bebek, ilk
kere gittiği evin un sandığına götürülür, ellerle baş üstüne
kaldırılır, ardına yumurta, tuz, şeker, soğan ve bir parça ekmek
verilir.
Nunadan sonra loğusa bebekle ve ailesiyle birlikte kendi
ana – babasında ziyafete çağırılır. Devamla, yakınları ve hatırını
sayan kişiler loğusayı, bebeği ve ailesiyle birlikte ziyafete
alırlar.
Doğumdan hemen sonra lohusanın evine yakınlarından
tatlı, şekerli, şerbetli (şekerpare, pasta vs.) yiyecek şeyler
gönderilir.
SAÇ ALMA VE TIRNAK KESME OLAYI. Çocuğun
yaşı dolmadan önce saçı kesilir. Saç kesme törenli bir biçimde
yapılır. Saçı kesen kişi çocuğun kume (kirve) amcası olur.
Çocuk hırsız olmasın diye bir yaşı dolmadan önce
çocuğun tırnakları kesilmez. Tırnakları kesilmeden önce
çocuğun ellerinin zenginlik getirmesi için babasının para
bulunduğu cebine elleri koyulur. Kesilen tırnaklar ayakla
basılmayan toprağa atılır. Çünkü insanın topraktan olduğuna ve
toprağa dönüşeceğine inanılmaktadır.
Tırnak kesme sırasında şu dize söylenir:

76
77
Tırnak tırnak, tırnak ola, toprak ola
Muhammed Mustafa ahret gününde yakın ola
Ne sen beni ara ne ben seni arayayım.

Bu dize bundan böyle her tırnak kesme sırasında söylenir.


ZAYIF BÜYÜYEN ÇOCUK OLAYI.
Bir yaşından sonra yürümeyen çocuğun yürümesini
sağlamak için ayaklarının başparmakları kırmızı bir iplikle
bağlanır, yeni Cuma günü, öğlen namazından çıkan bir mümine
kestirilir.
Uzun uzun konuşmayan çocuğu konuşturmak için, dili
değirmen taşının çalaklarına yapıştırılır. Zaten “Çalak gibi
konuşuyor” deyimi buradan gelmektedir.
“Değişik” olarak adlandırılan zayıf ve zor gelişen çocuk
gelişmesi için Prizren’deki “Sofibaba” türbesine götürülür ve
orada beş dakika yalnız bırakılır.
Akağın komşuya aktığı delikten çocuk geçirilir, bu şöyle
yapılır: Çocuğun annesi, komşuda bekleyen kadına çocuğu
delikten vermek için uzatır ve
“Tut benim fena çocuğumu
Ver benim isla çocuğumu” der.
Çocuğun ağzından akan salyaları kestirmek için,
çocuğun ağzı fırıncının fırını sildiği silgi bezi ile silinir.
KUNDAKLAMA. Yeni doğan çocuk yıkandıktan sonra
nunanın getirdiği gömlek ile giydirilir. Sayayla üç kat dikilmiş
pamuklu, yapağıdan dokunmuş kundaklık üzerine konur.
Pamuklu üzerine çocuk bezi ve bunun üzerine ara bezi konur.
Çocuğun ömür boyunca temiz olması için ilk ara bezi pislenince
bırakılır. Öteki ara bezler her pislenmeden sonra yıkanır ve
yeniden kullanılır. Ara bez takıldıktan sonra, bebek çocuk
beziyle sarılır, üzerine pamuklu ve bunun üzerine kundaklık el
işi olan kuşakla sarılarak bağlanır. Pamuklu bebeği başından
ayaklarına kadar sarar. Pamuklu çocuğu rahat etsin diye
pamuklu ve baş arasına tülbentten baş kırpası takılır. Çocuğun
yüzü ipekli, nakışlı olan yüz kırpası ile örtülür.

77
78
Böylesine kundaklanmış olan bebek serbest ve kolay ele
alınır ve taşınır.
Çocuğu temizlemek için günde en az üç kere kundaklık
çözülür ve yapılır.
Çocuk için kundaklık en az kırk gün yapılır.
NAZAR DEĞMESİN OLAYI.
“Göz olmasın” diye çocuğu ilk gören “çocuğunuz pek
çirkin” der, elini metal olan şeye sürdürür, çocuğun yüzüne hafif
hafif tükürür, gibi davranır. Çocuğun sağ omuzuna mavi boncuk
sarkıntı nazarlık olarak takılır. Çocuğu cinler
“değiştirmesin”diye kırk gün çocuk bir an bile yalnız
bırakılmaz.
Tüm bu görenek ve gelenekler, gebe kadını ve bebeği
kötü ruhlardan, onların gücünden kurtarmak için yapılmaktadır.

* Yugoslavya Folklorcu Derneklerin Birliği tarafından


Priştine’de 24-28 Eylül 1986 yılında düzenlenen XXXIII.
Uluslararası Folklor kongresinde bildiri olarak sunuldu.

Prizren’de toplu sünnet.

78
79

Sünnet olacak çocuklar şimdi arabalarla gezdiriliyor.

79
80

PRİZREN’DE SUYA KARŞI SAYGI VE


İNANÇLAR
Esin, sayı 25, ocak 1990, Prizren

Su kaynaklarının bolluğu yüzünden eski bir yerleşme


yeri olan Prizren bugün de suyu bol olan bir yer olarak
bilinmektedir. Kentin etrafındaki zincir gibi birbirine bağlı
bulunan dağlardan sızan sular kent içinde ve dolayında
kaynaklardan fışkırır. Kentin en büyük suyunu Bistriça deresi
oluşturur. Yüzyıllardan beri suya karşı saygılı olan ve su ile
ilgili kimi inançlar yaratan halkı suların temiz tutulmasına
neden olmuştur. Suyun korunması insan ahlakına bağlıdır zaten.
Bunun için su ile ilgili gelenekler, örfler, adetler, bidatler ve
inançlar yaşamaktadır. Su kutsal bir cisim olarak sayılmaktadır.
Suyun yaşamın en önemli öğelerinden biri olduğu
bilinmektedir. 1960 yıllarına kadar birçok evin avlusuyla
akaklardan dere suyu akmaktaydı Prizren’de. Bu su evden
geçerek, evlerdeki su gereksinmesi giderilir ve bu sular ovanın
sulanması için kullanılır. Evlerden geçen bu sular temiz
tutulurdu.
Prizren’de suya karşı saygınlık çok eskilerden başlar.
Özellikle Türk halkı suyu bir bakımdan kutsal bir şey olarak
sayar. Orta Asya’da uzun yıllar kuraklığın olması yüzden
anavatanını terk edip, suların bol olduğu yerlerde yurt kuran
Türkler bu yüzden suya ayrı bir önem verir. Türkler suyolunu
onarmanın, su teknesini sağlamlaştırmanın, çeşme kurmanın
sevap kazandırdığına inanır. Bu inançla arklar açarak suyun
insan için daha yararlı olmasını sağlar. Ev bahçelerinden, ev

80
81
avlularından akan suyun arkları kesme taştan, mermerden
yapılır. Suyun sesini işitmek için mermerden işlenmiş çepur
denen oyma mermer avluda arka yerleştirilirdi. Su çepur
taşından geçerken şırıltı yapar ve gölcük oluştururdu. Öyle
çepur taşları vardı ki akan su türkü söyleyerek akardı ve küçük
şelaleden düşerek şıkırdardı. İşte böylesine avlularda bulunan
çepur başında sunun insanlık için, hayat için olan değerleri dile
gelirdi.
Prizren’de yüzden çok aleni çeşme yapılmıştır geçen
yüzyılın sonlarına kadar. Çeşmeler suyun şerefli bir biçimde
akıp kullanılması için bina edilmiştir. Hayırseverler, varlıklı
olanlar halkına hayrat için çeşme kurmuşlardır. Tüm çeşmelerin
yalakları mermerden yapılmıştır. Yazıtları da vardı çeşmelerin.
XVI. yüzyılda ünlü şair Suzi Çelebi’nin, bugün Sozi
olarak bilinen mıntıkada, Sozi camisinin, çeşmesinin,
dergâhının, köprüsünün ve türbesinin bulunduğu yerden
başlayarak, ta Grajdanik’e kadar ark açtırıp ovayı sulamak için
yedi kilometre uzunluğunda suyolu yaptırdığı 94 bilinmektedir.
XVII. yüzyılda yaşayan Kasım Bey Bistriça deresinden
bir kol ayırarak Prizren’in yüksek kısımlarına su getirmiştir.
Kasım Bey, Prizren’de cami kuran ve kendi adını taşıyan Seydi
beyin ve 1642 – 1644 yıllarında Mısır valisi olan Maksut
paşanın kardeşidir95. Beş kilometre uzunluğunda ark açtırarak
kentin kurak olan Kurila ve Bajdarhana gibi semtlerinden suyu
geçirip ta Landoviça’ya kadar götüren Kasım Bey, bugün
Prizren’de ermiş, evliya olarak bilinmektedir. Yaptırdığı suyolu,
arkı “Kasımbeg” olarak bilinmektedir. Kasımbeg yüzlerce evin
avlusuyla geçtikten sonra Prizren ovasına çıkıp ovaların
sulanması için kullanılmaktaydı. Kasımbeg suyu temiz
tutulduğu için içilirdi ve yayık için kullanılırdı. Bu su yaz

94
HASAN Kaleşi: Prizren kao kulturni centar za vreme turskog perioda.
Albanoloşka istrazivanja 1. kitap, Priştine 1962 sayfa 103.
95
Dr.M.Kemal Özergin – Dr.Hasan Kaleşi – İsmail Eren: Prizren
kitabeleri.Vakıflar dergisi sayı 7.sayfa 85.

81
82
aylarında çeşme suyundan serindi. Bu yüzden sabahları destiler
bu su ile doldurulurdu.
Prizren’den Reçana köyüne giden yol üzerinde bu
yörede kurulan ilk hidrosantralın aşağısında ilk elektrikli
değirmenin bulunduğu yerden başlayan Kasımbeg arkı, Maraşta
birkaç kola bölünerek evlerden geçerdi ve Bajdarhana’da
“potokçular” denen sucular tarafından dağılırdı.
Kasımbegin geçtiği evlerde Kasım beye “Kasımbeg
baba” denirdi. Bugün de Kasım Bey “baba” olarak
sayılmaktadır. Kasımbeg baba ruhlara karışmış biridir. Bu
yüzden Kasımbeğe (suyuna) çöp, pislik, terslik atılmazdı.
Kasımbegi pisleten evde muhakkak uğursuzluğun olacağına
inanılırdı. Kasımbegin suyuna işeyen kişinin “kendinden
döneceğine” (kendini kaybedeceğine), inlere cinlere
karışacağına veya mecnun olacağına inanılırdı. Suya işemek
bugün de kendine büyük tehlikeler getirmek demektir.
Genellikle suyu pisleten kişinin uğrayıp felç olacağına,
lanetleneceğine veya damlaya kapılacağına inanılır.
Kasımbeg suyunun öbür sulardan yararlı olduğuna
inanılırdı. Bu sudan ovalara su az gelse bile tarlada mahsulatın
bol olacağına inanılırdı. Çünkü Kasımbeg suyunun mahsul için
“yabani” su olmadığına inanılırdı.
Kasımbeg’in Maraş’ta girdiği ilk evde oturan aile bugün
de Kasımbeg soyadını taşımaktadır. Bu evde akşamları
muhakkak avluda bir havlu ve bir çift nalın bırakılır. Sabah
kalkınca havlunun nemli, nalınların ise ıslak olduğu görülür.
Kasımbeg’in sabah ağarmadan aptes aldığına inanılmaktadır96.
Kasım beyi aksakalıyla görenlerin var olduğunu söyleyenler
vardır.
Kasımbeg’e karşı olan saygı ve inançlar genellikle suya
karşı olan saygı ve inançlardır. Prizren’de güneşte duran suyun
içilmesinin insan vücuduna zararlı olduğuna inanılır. Serinlikte

96
Affet Kasımbeg, 1983 yılında kendisinden edindiğim bilgilere göre. Yaşı
62.

82
83
(gölgede) duran suda bir milyon yararlı mikrop varsa, güneşte
duran suda bu mikropların başka bir hal alıp insan organlarına
zarar getireceğine inanılır.
Dünyanın sudan yaratıldığına, dağların, dünyanın
çivileri olduklarına, dağlar olmasaydı bütün suların bir yere
birikerek kimsenin tatlı ve temiz su içemeyeceğine, dağların
suları temizleyen filtre olduklarına ve suyun en güçlü cisim
olduğuna inanılmaktadır.
Prizren’in zevalının sudan geleceğine inanılmaktadır.
Çünkü Svilen dağının su dolu olduğuna ve bir gün bu su
patlayıp kenti batıracağına inanılmaktadır. Öyle söylentiler
vardır ki bir kere bu su fışkırmaya başlamış, ama suyun
fışkırdığı yerde örgü ören bir kızcağız bulunuyormuş ve su
deliğini yün yumağı ile kapatmış, böylece kenti su baskınından
korumuş. Buna benzer söylenti Kurila tepesi için de
söylenmektedir. 1979 yılında olagelen seller, su baskını
Prizren’e büyük zarar getirmiştir. Köprüleri, evleri, dere sahilini
yıkmış, Prizren’in büyük su depoları üzerinde bulunduğunu
kanıtlamıştır.
Gebe olan kadının iç köprüden geçip ilk çeşmeden su
içmesiyle doğumunun akan su gibi kolay olacağına
inanılmaktadır.97
Temiz suyla yıkanan kişi temiz kalıncaya kadar sihire
tutulmadığına inanılır.
Sütü kaçan lohusaya sütünün gelmesi için Kırkpınar’da98
yedi pınar (kaynak) suyuna batırılan simit yedirilir 99. Zayıf olan
ve zor gelişen çocuğun gelişmesi için akağın komşuya geçen
delikten geçirilip geri alınır. Böylesine çocuğun gelişmesini
engelleyen fenalıkların su ile gideceğine inanılmaktadır.100

97
Altay Suroy Receboğlu: Prizren’de Türk halkının doğumgörenekleri ve
gelenekleri 1”Esin” dergisi. Sayı 23, 13 Aralık 1986 Prizren
98
Kırkpınar, Prizren’den Reçana köyüne giden yolun beşinci kilometresinde
bulunur. Burada çok sayıda su kaynağı vardır.
99
4 sayılı açıklamada age.
100
Age

83
84
Çok su içen bebeğin erken konuşacağına ve su gibi
konuşkan olacağına inanılır.
Belediye su tesisleri olmadan önce sokak çeşmelerinden
ve kuyulardan su karanlık basmadan önce alınırdı. Karanlıkta su
almak tehlikeye karışmak demekti. Geceleyin akan sulara
ruhların, cinlerin geldiğine inanılırdı. İçecek suyunun
bulunduğu kaplar şeytan tükürmesin diye örtülü tutulurdu.
Geceleri açık kalan kaptan su içilmezdi.
Su ikram edildiğinde içilmezse o kişinin nafakasının
kaçtığına inanılır.
Evlerde bulunan pınarlar temiz tutulurdu. Pislenmiş
pınardan suyun kaçacağına inanılırdı.
Üçüncü cemrenin suya düştüğüne inanılır ve üçüncü
cemreden sonra akan sularda yıkana bilindiğine inanılır.
Prizren’de yedi kilometre uzaklıkta akan Drim nehrinin kurban
alması gerektiği zaman uğuldadığına inanılır. Bu yüzden nehrin
uğuldadığının öğrenildiğinde bir baş hayvan suya atılıp kurban
edilir. Böyle yapılmazsa ertesi gün bir canın boğularak kurban
gideceğine inanılır.
Bunlara benzer suya karşı inançlar çoktur. Bu inançların
birçoğu Türk mitolojisinde de vardır. Çünkü Türk mitolojisine
göre dünyada beş kutsal unsur vardır: Ateş, Demir, Toprak,
(Dağ, mağara, taş kültü) Su (Deniz, nehir, göl kültü) ve Ab-ı
Hayat. “Türkler suyun kuvvet ve bereket kaynağı olduğuna
inandıklarıgibi, onu kahredici ve koruyucu tanrı da sayarlardı.
Su, eski ve kutsal bir varlıktı”. Yerin altında bir büyük tatlı su
denizi vardır. Bunun adı Ap-su’dur. Ap-su yerin altında geniş
bir yer kaplar. Yer yüzü ise bunun üzerinde durur. Sıcak suların
cehennemden geldiği gibi, tatlı ve iyi suların da cennetten
geldiğine inanılırdı.”101
Prizren’de yolculuğa çıkan kişinin ardına soğuk su
dökülür. Bunu yaparken bu kişinin su gibi çabuk işini
tamamlayıp geri döneceğine inanılır.

101
Mesut Uraz:”Türk mitolojisi”, İstanbul, 167, sayfa 132

84
85

Aksu’dan ayrılan su kanalı. (Prizren 2000 yılı)

85
86

YUGOSLAVYA DERS KİTAPLARINDA


KARACAOĞLAN*

Türk halk edebiyatının büyük şairlerinden biri olan


Karacaoğlan Yugoslavya Türklerinin bildiği ve saygıyla andığı
bir kişidir. Karacaoğlan Yugoslavya’da hayatı, sanatı ve
eserleriyle Türkçe yayımlanan gazete, dergi, radyo ve
televizyon yayınlarında tanıtılıp yaşatılmaktadır. Türk kültür ve
güzel sanatlar derneklerinin hazırladıkları müzik
programlarında, özellikle bağlama, saz takımlarının
programlarında Karacaoğlan’ın eserleri de icra edilmektedir.

Prizren’de Türkçe öğrenim görülen sınıfların çalıştığı “Mustafa


Baki” ilkokulunda öğretmen Cemal Kılıç ve öğrencileri (1984).

86
87
Yugoslavya’nın Makedonya Cumhuriyetinde 1944
yılında ve Kosova Özerk Bölgesinde 1951 yılında Türkçe
eğitim için ilkokulların, ortaokulların ve liselerin açılmasıyla
Türk halk ve Türk çağdaş edebiyatının ünlü şairleri ve yazarları
arasında Karacaoğlan’da bu okulların ders plan ve programına
alınmış ve dolayısıyla öğrencilere okutulmaktadır. Böylesine
Türkçe okuyan her çocuk öteki Türk yazarı ve şairi arasında
Karacaoğlan’ı da okulda okuyup, hayatı, sanatı ve eserleri
hakkında bilgi edinmektedir.
46 yıllık Türkçe öğrenim döneminde eğitim ve öğretim,
plan ve programları bir kaç defa değişmiştir. Yeni öğrenim
programlarına göre yeni ders plan ve programları uygulanmış,
bu programlara göre ders kitapları hazırlanmıştır. Ders plan ve
programına uymayan kitaplar kullanımdan çekilmiştir. Ama
Karacaoğlan hiçbir zaman ders programlarından
çıkarılmamıştır, ders kitaplarında yer almıştır. Çünkü,
Karacaoğlan eserlerinde hep aşkı konu eden, güzellikleri dile
getiren, kötülükleri yenen, halk Türkçesiyle yazan, bütün
insanlığı seven bir şairdir.
Karacaoğlanın Belgrad’lı olduğunu ileri süren
Radloff’un102 görüşü, O’nun Belgrat’tan,103 Tuna Boylarından
ve Avusturya savaşlarından bahsettiğine göre Rumeli’ye de
gelmiş olduğunu ileri sürülen görüşler, Karacaoğlan’ın
Yugoslavya ders kitaplarında yer almasına neden değildir.
Karacaoğlan bilimsel araştırmaların tespit ettiği kişiliğiyle,
sanatıyla ve felsefesiyle tanıtılmaktadır. Alman dağlarından,
Belgrat’tan söz etmesi, şiirlerinde “Geçerim Tuna’nın seli isen
de”104, “Tuna’nın kalesi benim hisarım”105 veya “Gözyaşlarıyla

102
Cahit Öztelli :”Karacaoğlan, bütün şiirleri” Özgür Yayım – Dağıtım, İst.,
1987, s.13
103
Age, s.44
104
Age, 22 sayılı koşma
105
Age, 23 ve 24 sayılı koşma

87
88
106
doldurdular Tuna’yı” diyerek oralara kadar gittiğini
kanıtlayabilecek birer delil olabilir ancak. Çünkü
Karacaoğlan’ın Anadolu’da yetişmiş bir şair olduğunu
kanıtlayabilecek çok sayıda şiiri vardır. Bir koşmasında şöyle
der:

“Dilber nerde doğmuş, nerde illeri


Ermeni mi, yoksa Rum mu dilleri107

Bu dizelerden Karacaoğlan’ın Ermeni ve Rum dilleriyle


temasa gelmemediğini ve bu yüzden bu diller arasında ayrımı
yapamadığını öğreniyoruz. Rumeli’de (Belgrat’ta) doğan ve
yetişen biri bu iki dil arasında ayrımı yapabilirdi.
Karacaoğlan’ın Yugoslavya ders kitaplarına alınmasının
tek nedeni O’nun Türk halk edebiyatının en ünlü, en güçlü saz
şairi olmasıdır. Şiirlerini arı ve duru Türkçe yazdığı için
söyleyişinin anlaşılır olması ve şiiri halk tarafından, özellikle
öğrenciler tarafından çabukça ezberlenebilmesi de bir önceliktir.
Yugoslavya’nın Makedonya Cumhuriyetinde ve
Sırbistan Cumhuriyeti dâhilinde bulunan Kosova Özerk
Bölgesinde yaşayan Türkler için İkinci Dünya Savaşından
hemen sonra (Batı Makedonya ile Kosova Özerk Bölgesinde
1951 yılında) açılan Türk okullarında uygulanan eğitim ve ders
programlarına göre “Türkçe”, “Anadili”, “Dilbilgisi” veya
“Edebiyat” olarak adlandırılan derslerde Türk halk edebiyatı
okunmaktadır. Dolayısıyla İslamlıktan önceki Türk edebiyatı,
İslam uygarlığında Türk Edebiyatı ve çağdaş Türk edebiyatı
okunmaktadır. Hazırlanan ders programlarına göre, kişiliği ve
eserleriyle ün kazanmış yazarlar ve şairler programa
alınmaktadır, hayatları ve eserleri hakkında öğrencilere dersler
verilmektedir.

106
Age, s.440
107
Age, 1 sayılı koşma

88
89
Karacaoğlan 8 yıllık (ilk ve orta) okulların ders plan ve
programlarına alınmışsa da ders kitaplarında şair için gereken
yer verilmemiştir. Karacaoğlan doğrudan doğruya çocuklar için
şiir söylememiş olabilir, ama çocuk psikolojisine uygun olan
eğitici şiirleri vardır. Ders kitaplarını hazırlayan kurullar ve
müellifler bunun farkında olamamışlardır belki.
Karacaoğlan bir koşmasında der ki:

“Tedbirle görülür dünyanın işi”108

Bu, özellikle 8 – 16 yaş arası çocukların öğrenmesi –


bilmesi gereken bir gerçektir. Bu Karacaoğlan’ın özgün bir
görüşüdür.
Başka bir koşmasında şöyle der Karacaoğlan:

“Güzel gitti diye pınar ağladı”109

Pınarın nasıl ağladığı açıklamaları için çocukları


düşünmeye iten bir karşılaştırmadır. Bu tür örnekler
sıralanabilir. Örnekler aranmadığı için Karacaoğlan ders plan ve
programa göre 8 yıllık okuma kitaplarında yer almamıştır
Karacaoğlan’dan en çok lise ders kitaplarında ve
Üniversitelerin Türkoloji ve Türk Dili ve Edebiyatı
bölümlerinde110 söz edilmektedir. Üniversite kitapları Türkoloji
ve Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri için Yugoslavya’da

108
Age, 16 sayılı koşma
109
Yugoslavya’da Üsküp ve Priştine Üniversitelerinde Türk Dili ve
Edebiyatı – Türkoloji bölümleri vardır. Belgrad ve Sarayova
Üniversitelerinde ise Türk Dili ve Edebiyatının da okunduğu şarkiyat
bölümleri çalışmaktadır.
110
Recep Bugariç - İsmail Zekeriya: “Örneklerle Edebiyat” Orta 1,
Prosvetno Delo, Üsküp, 1982, s. 76_80

89
90
yayımlanmadığına göre buralarda ele alınan Karacaoğlan
hakkında söz edemeyeceğiz
Liselerin birinci sınıflarında okutulan Türk Edebiyatı
derslerinde Karacaoğlan’dan genişçe söz edilmektedir. Zaten
Karacaoğlan hakkında okul yılı süresince üç ders
okutulmaktadır. “Örneklerle Edebiyat” olarak yayımlanan ders
kitabında beş sayfa Karacaoğlan için ayrılmıştır.

Karacaoğlan Nasıl Tanıtılıyor?


Liselerin birinci sınıflarında okuyan öğrenciler edebiyat
dersinde Eski Yunan şiiri, (Homeros, Sofokle) ve Latin
şiirinden sonra Türk Edebiyatını okumaktadır. İslamiyet’ten
önce Türk edebiyatı döneminin sözlü edebiyatı (Oğuz Kağan
Destanından), yazılı edebiyattan; İslamiyet’ten sonra Türk
Edebiyatı (Kutatgu Bilig, Divan-i Lugat-it Türk, Dede Korkut),
Halk Edebiyatı (Anonim Halk Destanları) ve Tekke
edebiyatından (Yunus Emre) dersler aldıktan sonra Âşık
Edebiyatından dersler okunmaktadır. Burada Kul Mehmet, Pir
Sultan Abdal ve Köroğlu’ndan sonra Karacaoğlan dersine
varılmaktadır. Karacaoğlan Türk Halk edebiyatının büyük saz
şairi olarak tanıtılırken Adana’nın Bahçe ilçesinin Farsak
köyünde doğduğunu, bugün bile bu köyde yaşamakta olan Sayıl
Oğulları soyundan geldiği bildirilip hayatı hakkında yapılan
araştırmalardan bilgi verilmektedir. Karacaoğlan’ın eski
geleneklere uyarak elindeki sazıyla çok gezdiğini, şiirlerinde
hep aşkı konu ettiğini, sevgililerinin yayla göçünden, pınar
başlarında su doldurmalarından, adlarını da sayarak, onların
güzelliklerinden söz ettiğini, güzellerin saçlarını, gözlerini,
benlerini, giyinişlerini, yürüyüşlerini, kısaca bütün güzelliklerini
öven, onlara aşık olan bir saz şairi olduğu yazılmıştır.
Karacaoğlan’ın aşkının divan şairlerinde olduğu gibi soyut
olmadığı, aşk yanında doğa sevgisinin de yakınlık bulduğu
anlatılır. O’nun elinde dağların, taşların, pınarlı yaylaların
göründüklerinden daha güzel olduklarını, dilinde doğanın canlı
olduğunu, güllerin, menekşelerin, sümbüllerin, bütün

90
91
sevimlilikleriyle sanki sevgililer gibi göz kırpar olduklarını
okuyanlara öğretmektedir. Karacaoğlan’ın şiirlerini okuyan kişi
çiçeklerin öyle güzel betimlenmesiyle nerede ise kokularını
duyar, renklerini, biçimlerini görür gibi olduğu söylenirken,
onun ne kadar usta bir şair olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır.
Karacaoğlan’ın şiirlerinde ceylanların oynaştığı, sığırların
koştuğu, göllerde ördeklerin yıkandığı, şiir diliyle anlatılırken
bunları kişi görür gibi yaşamaktadır. Bu betimleme gücü öyle
gelişmiştir ki “Alıcı kuşlar havada döner, yalçın kayalarda
şahinler süzülür”.
Karacaoğlan’ın doğaya aşık oluşu ise “Bulut olup göğe
uçmak istediği”, “Yağmur olup yağmak istediğini”. “Doğanın
koynunda ölmek istediği” şiirlerdeki dizelerden örneklerle ileri
sürülmektedir.
Karacaoğlan’ın tek bir şiirinin aruz ölçüsüyle olmadığı,
dilinin sade ve yabancı dil etkilerinden uzak kaldığı, Türkçe
sözcüklerin önemli bir bölümünü belgesel sözcüklerin
oluşturduğu, kültürlü ve okuryazar olduğu, az da olsa öğrenim
gördüğü ve usta bir ozandan sanat bilgisi aldığı şiirlerinden
anlaşılmaktadır. Bu güne kadar Karacaoğlan’a ait olduğu
bilinen koşma, semai, türkü ve destan sayısı verildikten sonra üç
koşması, iki semaisi ve bir türküsü tam metin olarak
aktarılmıştır. Aktarılan bu şiirler Cahit Öztelli’nin
“Karacaoğlanın bütün şiirleri”111Kitabının 112, 137, 109, 362,
329 ve 425. sayfalarında yer almaktadırlar.
Kitaba aktarılan şiirlerde kullanılan kimi sözcüklerin
açıklamasını veren sözcük bölümü de vardır. Şiirlerin
açıklaması yapılırken, koşma, semai ve türkü gibi nazım türleri
hakkında kısa bilgiler verilmektedir. Öğrencilerin Karacaoğlan’ı
daha iyi bir biçimde tanımaları için şiirlerde ve sözlük
bölümünden sonra soru sorulan bölümü vardır. Sorularla
öğrencilerin Karacaoğlan hakkında bütün bilgiye sahip olmaları
için çalışılmaktadır. Örneğin sorular arasında şunlar da vardır:

111
1-de Age

91
92
“Okuduğunuz şiirlerde Karacaoğlan’ın yaşayışının ve sanatının
çizgilerini bulabilir misiniz?” veya başka bir soru: “Bu
koşmalardaki temel duygu ve düşünceler nedir?” Bu soruları
yanıtlamak için öğrenciler Karacaoğlan’dan aktarılmış şiirleri
veya okul ile şehir kütüphanelerinde bulunan Karacaoğlan
şiirleri kitaplarını temin edip dikkatle okumak zorundadırlar.
Böylesine, kısa çizgilerle olsa bile Yugoslavya’da Türkçe
öğrenim gören bir öğrenci Karacaoğlan’ı muhakkak duyup
öğrenmektedir. Zaten son otuz yıl içerisinde Yugoslavya’da
Türkçe öğrenim görmüş olan ve Karacaoğlan’ı bilmeyen kişiye
rastlamak imkânsızdır.

* 1.Uluslararası Karacaoğlan ve Çukurova Halk Kültürü


Sempozyumu, 21-23 Kasım 19990, Adana, Bildiriler.

92
93

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATINDA


KULLANILMAYAN, PRİZREN TÜRK
AĞZINDA YAŞAYAN, YUNUS EMRE’NİN
KULLANDIĞI KİMİ SÖZCÜKLER*

Çevren, sayı 87-89, Ocak 1992, Priştine

Yunus Emre’nin Anadolu’da onbeş yerde mezarı vardır.


Tüm bu mezarlar evliya şairin kabri olarak ziyaret edilir.
Toprağına el sürülerek çeşitli derdlere derman aranır bu
kabirlerden. Prizren’de Yunus Emre’nin mezarı halkın
gönlündedir. Hep anılır. Bütün tarikat mensupları zikir süresince
ve zikirden sonra Yunus Emre’nin ilahilerini söylerler. Tekkeler
dışında da her evde yaşar Yunus. En çok mevlit okunduktan
sonra, sünnet düğünlerinde cümbüşlerde, konserlerde
ilahileriyle Prizren’de yaşar Yunus.
Türk halk şiirinin peygamberi sayılan Yunus Emre’nin
adıyla ve ilahileriyle Prizren’de çağlar boyunca yaşamasının
başlıca nedeni, Prizren’in Osmanlı devletinde ta 1912 yılına
kadar Sancakbeyliği, birkaç yıl vilayet merkezi, yüz otuz yıl
önce basımevinin bulunması ve kentte gazetenin çıkması,
kitapların yayımlanmasıyla önemli bir kültür merkezi olmasıdır.
Yirmi iki cami, onun üzerinde tekke ve zaviye, dört medrese, bir
rüşdiye, kütüphaneler bulunan Prizren’de divan edebiyatının
ünlü şair ve yazarlarından Aşık Çelebi, Suzi, Nehari, Şemi,
Behari, Tecelli, Sayi, Mümin, Süleyman Efendi Acize Baba,
Aşık Ferki, Haci Ömer Lütfü doğmuş, yaşamış ve eser
yaratmışlardır ve bu geleneği sürdüren yüze yakın şairin,

93
94
yazarın ve sanatçının bugün bile varolması Türkçe ile birlikte
Yunus Emre’yi adıyla, şanıyla ve eserleriyle bugüne kadar
yaşatmıştır.
Prizren’de Yunus Emre’nin adı, şiirleri ve hakkında
söylenen rivayetler o kadar yaygındır ki, Yunus Emre sanki
burada yaşamış ve yaratmış izlenimini bırakmaktadır. Bunun
böyle olmasına neler neden olmuştur acaba?
Yunus Emre’nin Şeyh Tapduk Emre’nin müridi
olduğunu, Tapduk Emre’nin şeyhinin Barak Baba, Barak
Baba’nın şeyhi Sarı Saltuk, Sarı Saltuk’un şeyhinin Hacı
Bektaş-ı Veli olduğu bilinmektedir. Bektaşi olmasıyla ve
Tapduk Emre’nin müridi olmasıyla Yunus Emre Sarı Saltuk’a
bağlıdır. Sarı Saltuk’un Prizren yakınlığında, Paştrik dağının bir
tepesinde türbesi vardır. Bu türbe halk tarafından ziyaret edilir,
çeşitli inançlara göre evliya olan Sarı Saltuk babadan çeşitli
dertlere derman olması için adak verilir. Demek, bura halk
Yunus Emre’nin şeyhine ait olan kabri yatır yapmış, O’nu
saygıyla ziyaret eder.
Sarı Saltuk’un Yugoslavya’da ikinci bir türbesi Bosna-
Hersek’te Mostar’a yakın Blagay köyünde bulunur.
Yunus Emre hakkında ilk kere bir tezkirede söz eden,
O’nun hayatından ve eserlerinden bilgiler veren Prizrenli Âşık
Çelebi’dir (doğumu 1520, ölümü 15772). Âşık Çelebi ünlü
“Meşairu’ş- Şuara” tezkiresinde Yunus hakkında “Gerçi
ümmidir, ama debistan-ı Huda sebak-hanıdır... gayb lisanı ile
şiirler söyledi” yazmıştır. Âşık Çelebi’den önce yazılan
tezkirelerde Yunus Emre’den söz edilmez.
Prizren’de yüzlerce kişi Yunus (Yonuz ve Yonoz) adını
taşımaktadır. Bu ad Yunus peygamberden çok, Yunus Emre’ye
hayranlıktan ve saygıdan dolayı verilmiştir. Bugün bile doğan
çocuklara Yunus adının verildiği görülmektedir.
Yunus Emre şiirlerini Oğuz lehçesiyle, çağının konuşma
diliyle yazmıştır. Şiirlerini yarattığı yıllarda tahta geçen
Kahramanlı Mehmet Bey 1277 yılında okuttuğu ünlü fermanıyla
“divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den

94
95
gayrı dil konuşulmayacaktır” diye emretmiştir. Türkçe’nin
devlet dili olması için fermanın çıkarıldığı dönemde Yunus
Emre Türkçe’yi edebiyat dili yapmıştır. Bu yüzden Yunus’un
şiirlerinden XIII yüzyılda Anadolu’da konuşma dilini inceleme
olanağındayız. Yediyüz yıl önce Anadolu’da konuşma dilinde
kullanılan, bugün Prizren Türk ağzında yaşayan sözcüklerin
varolduğunu Yunus’un şiirlerinden öğreniyoruz. Bu yüzden
Yunus Emre’nin şiirleri buralarda güçlük çekmeden
anlaşılmaktadır. Bir şiirinde Yunus kullandığı dilini şöyle
betimler:

Benim dilim kuşdilidir


Benim ilim dost ilidir
Ben bülbülüm dost gülümdür
Bilim gülüm solmaz benim.

Bugün çağdaş Türk edebiyatında kullanılmayan, Prizren


Türk ağzında yaşayan Yunus Emre’nin kullandığı birçok sözcük
vardır. Kimi sözcükler ses değişimine uğramışsa da Yunus’un
kullandığı anlamı vermektedirler.

“Ben eydürem kim ey gani


Nedir bu derdin dermanı”

Prizren Türk ağzında çok kullanan ve erkek ismi de olan


Gani, zengin, varlıklı bolluk demektir. Derman, çare, ilaç
anlamında kullanılmaktadır.

“Kimsenin yok elim ala


Koma beni batmayayım”
**
“Bugün canım yolda kodum
Yarın seni bulmak için”
**

95
96
Dizelerinde geçen koma, bırakma; kodum, koydum
anlamında Prizren’de de kullanılmaktadır.
“Secde kıldı dostuna
Demedi yakın ırak”
**
“Geldi gördü henüz kim
Döşeciği ısıcak”
**
“Beri gel bartışalım
Yad ilen bilişelim”
**
”İblis ü Adem kim olur
Ya aza yahut azdıra”
**
“Okuyuban yazmadım
Yanıluban azmadım”

Dizelerinde geçen ırak, uzak; ıssı, sıcak, hararet,


sıcaklık; biliş, bilgi; azmak – azdırmak, yoldan çıkmak, bozmak
manasını belirtmektedirler ve bugün Prizren Türk ağzında aynı
anlamda kullanılmaktadırlar. Yavu, fena, çetin, yaman; dost,
akraba anlamına Yunus’un kullandığı bu sözcükler, bugün bile
Prizren Türk ağzında aynı manada kullanılmaktadırlar.

“dünya onun bostanıdır


Sevdiğini üzedurur”
Veya:
“Bostanlar başın buldun
Bostanım yağma olsun”

Gibi dizelerde geçen bostan sözcüğü Prizren Türk


ağzında kavun karpuz bahçesini ifade etmektedir. Prizren Türk
ağzında bostan karpuz anlamında da kullanılmaktadır. Yunus
“bahçe”, “bağ”,”gülzar”, “gülistan” sözcükleriyle çiçek
bahçelerini tasvir etmiştir. Örneğin:

96
97

“Ol hocamın bahçesinde


Şad olup ötmeğe geldim” gibi
“Ayrılıp sarp firaktır
Hiç giden geri gelmez”
***
“Bu kuşlar hoş avaz ile
Ol padişahı zikr eder”
***
“Yoksa sırsın güveci
Sebil olur güveci”

Çünkü ahrete kavısın


Ko bu yalancı dâvâsın”

Dizelerde Yunus’un kullandığı firak, hüzün, acıklı ses,


feryad; figan, ızdırap durumunda çıkan ses, inleme; avaz, içli
ses, içten ağlayış, güveç, içinde yemek pişirilen toprak kap ve
böyle bir kapta pişirilen yemeğin adı; kavı, sağlam, kuvvetli; ko,
bırak anlamında olan sözcükler Prizren Türk ağzında özdeş
anlamda halen kullanılmaktadır.
Yunus Emre kullandığı tüm sözcüklerin aslını ve
manasını bildikten sonra şiirine yerleştirmiştir. Bu şiirinde bunu
şöyle anlatmaktadır.

“Ey sözlerin aslın bilen


Gel di bu söz kandan gelir
Söz aslını anlamayan
Sanır bu söz benden gelir

Söz var kılar kayguyu şâd


Söz var eyler bilişi yâd
Eğer horluk eğer izzet
Her kişiye sözden gelir”

97
98
Şar Dağı’nın kuzeybatı eteklerinde yerleşmiş olan
Prizren’de Yunus’un kullandığı biçimde kardaş, kardeş, suret,
görünüş, kılık, fotoğraf, kasd, niyet, katı, sert anlamında bugün
de kullanılmaktadır. Yunus’un kent manasında kullandığı şar
sözcüğü Prizren’de Şar Dağı’nın adından çok bilinirse de
manasının kent olduğu bilinmemektedir. Kent anlamında olan
şar sözcüğü Yunus Emre’nin şu dizesinde geçmektedir.

“Var imdi gez şardan şara


Şöyle garib bencileyin”
--
“Çıktım erik dalına ana yedim üzümü
Bostan ısı kakıyıp der ne yersin kozumu”

Koz, bugün bile Yunus’un ifade ettiği ceviz anlamında


Prizren’de kullanılmaktadır. Viran, yıkık, kimsesiz boş; batmış,
berbat olmuş; şaştı, şaşaladı; şaşırmak, şaşkınlığa uğramak;
nice, nasıl; ise, olsa da; şer, kötülük; nişan, belirti, iz; danışık,
yakın; ilkyaz, ilkbahar; haşır haşır neşir, dolayı; balaban, büyük;
koca, ihtiyar, yaşlı; bunda, burada manasında Prizren’de de
yaşamaktadır.
Yunus’un şiirlerinde geçen, bugün çağdaş Türk edebiyat
metinlerinde kullanılmayan kimi sözcükler Prizren ağzında ses
değişmesine uğrayıp özdeş manada kullanılmaktadırlar.
Örneğin: küfür, çafür olarak geçer ve kâfir, tanrıtanmaz, imansız
anlamını verir. Mekân, meçan olarak söylenir ve yer anlamını
verir. Münafık, münafık olarak söylenir ve ikiyüzlü, söz taşıyan
anlamında kullanılır. Şakı, şaki olarak söylenir ve durmaz, her
yere koşan, her yeri karıştıran kişiyi ifade eder. Divirmek,
divırmek olarak söylenir ve deyivermek, manasında geçer.
Yunus Emre’nin şiirlerinde olduğu gibi Prizren Türk
ağzında da pervane kelebek manasında, div, devanası anlamında
bugün bile kullanılmaktadır.

98
99
Yunus’ta geçen baymak, zengin olmak; sakka, su veren,
su dağıtan, nüş, içmek, tatlı bulmak gibi sözcükler Prizren’de
birçok kabilenin ailenin soyadıdır.

“Eğer beni Cercis’leyin yetmiş kez öldürür isen


Dönem geri sana varam zirâ ki ârim yokdurur.”

Dizesinde Yunus’un kullandığı ve İsa Peygamber’den


sonra onun şeriatıyla hükmetmek üzere gönderilen bir
peygamber olan Cercis, Prizren’de bugün bile bir kabilenin
soyadıdır.
Bu örnekler görüldüğü gibi, Yunus Emre’nin Prizren’de
bu kadar çok bilinmesine, sevilmesine ve hürmetle anılmasına
haklı bir nedendir.
Bu sözcüklerin birçoğu Prizren’den başka, Mamuşa,
Priştine, Gilan, Mitroviça gibi yerlerde yaşayan Türk
ağızlarında da Yunus’un kullandığı biçimde veya kimi ses
değişikliğinde bugün de kullanılmaktadır.
Bu yüzden Yunus Emre Kosova’daki Türk okullarında
Türk dili ve edebiyatı derslerinde en az iki ders olarak
okutulmalı ve dolayısıyla şiirlerinde kullandığı, Çağdaş Türk
edebiyat metinlerinde kullanılmayan, ama Prizren Türk ağzında
yaşamakta olan sözcükler üzerinde durulmaktadır. Yunus Emre
de bunu hak etmiştir. Çünkü bir şiirinde Yunus Emre şöyle
diyor:

“Söz ola kese savaşı


Söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz”.

____________________
KAYNAKÇA
Halim Bâki Kunter: Yunus Emre, Bilgiler – Belgeler Eskişehir Valiliği
yayınlar, 1990, sayfa 63

99
100
İsmail Eren: Ştampariya Kosovskog vilajeta u Priştini,
Gjurmime Albanologjike, Priştine, 1968 sayı 1.
Suzi Camii, Hacı Kasım Camii, Terzimemiş (Terzimahale) Camii, Kurd Paşa
Camii (Hoçamahalle), Tussuz Camii, Müderis Ali bey Camii, İliyaz Kuka
Camii, Seydibey Camii, Sinan Paşa Camii, Mehmet Paşa Camii, Emin Paşa
Camii, Ahmet Bey (Tabahane) Camii, Maksut Paşa (Maraş) Camii, Çuhasi
Mahmed (Markılıç) Camii, Yeni Mahalle Camii, Mescit, Körağa Camii,
Kukli Bey Camii, Kentin merkezinde posta hane karşısında minaresi
bulunan, binası ise 1960 yılında yıktırılan Arasta Camii’dir.
Sinani, Rufai, Kadiri, Halveti, Sa’di, Melami ve Bektaşı tekkesi yıkılmıştır.
Mehmet Paşa Medresesi, Emin Paşa Medresesi, Mustafa Paşa Medresesi ve
Sufi Sinan Paşa Medresesi
Tezkirelere göre Divan Edebiyatı İsimler sözlüğü (Doç.Dr. Haluk İpekten,
Doç. Dr. Mustafa İsen, Doç.Dr.Recep Toparlı, Doç.Dr.Naci Okçu,
Yard.Doç.Dr.Turgut Karabey), Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları,
Ankara, 1988.

100
101

PRİZREN’DE YUNUS’A SAYGI*

Bay, sayı 11-12-13, Temmuz-Ağustos-Eylül 1995, Prizren

Kosova Meydan Savaşı’nın olduğu yerden güneye doğru


yetmiş kilometre uzakta yüzbin nüfuslu Prizren kenti
bulunmaktadır. Bugün Balkanlar’da Türk dilinin, kültürünün en
canlı olduğu bir yerdir, Prizren. Balkan yarımadasının bu
köşesinde Türk halk edebiyatının en tanınmış isimlerinden
Nasreddin Hoca, Sarı Saltık ve Yunus Emre en çok bilinen,
saygıyla anılan kişilerdir. Bu üç isim Türk egemenliği altında
bulunmayan ülkelerde halk arasında yaygındır. Nasreddin
Hoca’yı fıkraları ünlü etmiştir. Sarı Saltık’ın bugün de ziyaret
edilen yatırları 112vardır. Yunus Emre ‘nin Şair olarak
bilinmesine en büyük payı tekkeler 113 vermiştir. Tekkelerde
yapılan zikir sırasında ve sabahları kahve ocağının yakılmasıyla
söylenmeye başlayan ilahiler sabah namazının okunmasına
kadar sürmektedir. Gün, Yunus Emre’nin ilahilerinin
söylenmesiyle doğmaktadır. Anadolu’nun birçok yerinde yatırı
bulunan Yunus Emre’nin varlığı Prizren Türkleri’nin
gönüllerinde yaşatılmaktadır. Yunus Emre’nin şeyhi olduğu ve
şiirlerinde hürmetle andığı Taptuk Emre’nin şeyhi olan Barak
Baba’nın şeyhi Sarı Saltık’ın yatırı Prizren’de Paştrik Dağı’nın

112
5 – 8 mayıs 1995 günlerinde Eskişehir’de (Türkiye) düzenlenen VI’cı
Uluslararası Yunus Emre ve Türk Halk Edebiyatı Seminerinde okunmuştur.
113
Balkanlar’ın güney – batı köşesinde bulunan Prizren kentinde bugün de
“Sinani” , “Halveti”, “Sadi”, “Rufai”, “Kadiri” ve “Melami” tarikatlarına ait
sekiz tekke ve iki zaviye vardır ve tümünde ibadet yapılmaktadır.

101
102
tepesinde bulunmaktadır. Halk bu yatırı ziyaret ederek çeşitli
dileklerde bulunmaktadırlar.

Yunus Emre Sempozyumunda bildiri sunanlar Yunus Emre


anıtı önünde ( Eskişehir 1989): Dr. Munib Maglayliç, Prof. Dr. Lamia
Hacıosmanoviç (Bosna) Dr. A. Ömer, Nail Tan (Türkiye) ve Altay
Suroy Recepoğlu. Sağda Priştine’de yayımlanan Çevren Dergisi

Paştrik Dağının tepesinde bulunan Sarı Saltık yatırının


etrafında her yıl 2 Ağustos veya halkın “Ali Günü” olarak
adlandırdığı günde çevre halkı toplanır, makamı ziyaret eder ve
nezirlerini makama bırakırlar. Sadi tarikatının mensupları ise
ayin düzenlemektedirler ve bu ayin sırasında dervişler Yunus
Emre’den ilahiler okumaktadırlar. Yunus Emre’nin adı anıldığı
zaman eller sineye dayatılıp “hu” diyerek baş yere değecek
kadar öne düşülmektedir.
Yugoslavya’da yaşayan Türkler ve genellikle Müslüman
halkı arasında Yunus Emre’yi bilmeyen ve sevmeyen kişiye zor
rastlanır. Yunus Emre ilahileri Türkçe, Boşnakça ve Arnavutça
söylenir.
Türk geleneklerine sadık kalan, bu gelenekleri sürdüren
Prizren Türk ailelerinde, evlerinde Yunus Emre kendi

102
103
ilahileriyle, yaşamıyla ilgili söylentilerle yaşar. Sesi güzel olan
ilahi okuyan ustalar özel olarak ilahi söylemeleri için mevlitlere,
şenliklere, ziyafetlere çağırılırlar. Böylesine burada Yunus Emre
sözüyle, sesiyle ve sazıyla yaşamaktadır.
Türk halk edebiyatının en ünlü şairlerinden olan Yunus
Emre Yugoslavya’da Türkçe okuyan öğrencilerin ders
kitaplarında da vardır. Türkçe öğretim plan ve programına göre
öteki Türk yazarları arasında Yunus Emre’nin de kişiliği ve
eserleri okutulmaktadır.114
1991 yılının UNESCO tarafından “Dünyada Yunus
Emre sevgi yılı” ilan edilmesiyle Yugoslavya’da Türk halkının
yerleşim yerlerinde, Yunus Emre ile ilgili birçok gösteriler,
toplantılar örgütlenmiştir. Türkçe yayımlanan tüm gazetelerde
ve dergilerde115 Yunus Emre ile ilgili yazılar tefrika edilmiştir,
özel Yunus Emre sütunları açılmış, dergilerin Yunus Emre özel
sayıları, kitaplar116, şiirler, görüşmeler, denemeler, incelemeler,
araştırmalar yayımlanarak Yunus Emre derli toplu tanıtılmıştır.
Türklerin yaşadığı tüm kent ve köylerden başka Belgrat’ta
Yunus Emre şiir saatleri ve bilimsel toplantı düzenlenmiştir.
Priştine’de ise “Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu”

114
Necati Zekeriya: “Demet” ilkokulların 8. sınıfları için Okuma Kitabı ,
Üsküp 1978
115
Türkçe basılan “Birlik” gazetesi (Üsküp’te 1944 yılından bu yana
haftada üç sayı olarak yayımlanmaktadır. ) “Tan” gazetesi (Priştine’de 1969
yılından bu yana haftada bir yayımlanmaktadır” 1992 yılına kadar Eski
Yugoslavya’da Türklerin yaşadığı her yerde okunuyordu. Şimdi “Birlik”
Makedonya’da , “Tan” ise Kosova’da okunmaktadır.
116
Eski Yugoslavya’da yayımlanan dergiler “Sesler” aylık toplum sanat
dergisi, (Üsküp), “Çevren” düşün, bilim dergisi, iki ayda bir yayımlanan
(Priştine) , “Sevinç”, “Tomurcuk”, (Üsküp), “Kuş” (Priştine) ayda bir
yayımlanan çocuk dergileri, “Çığ” yazın sanat dergisi (Priştine) , Prizren’de
aralıklı yayımlanan “Esin” Kültür ve sanat dergisi , “Filiz” çocuk dergisi ve
1994 yılında yayın hayatına başlayan ilk özel “Bay” kültür ve Sanat dergisi
.

103
104
örgütlenmiştir. Türk kültür ve güzel sanatlar dernekleri Yunus
Emre’nin ilahilerinden oluşmuş konserler düzenlemişlerdir.
Yugoslavya’dan birçok bilim adamı uluslararası Yunus Emre
Sempozyumlarına kendi bildirileriyle katılmışlardır. Böylesine
1991 yılının bir günü bile Yunus Emre’siz geçmemiştir.
Yugoslavya’da.
Prizren’de Yunus Emre’ye karşı ayrı bir saygı vardır.
Geleneklere göre doğumdan veya ölümden sonra, askere
gidecek olan ve askerden dönen genç için, düğünlerde, Hazreti
Peygamberimizin doğduğu ayda, başarıya ulaştıktan veya
kazayı atlattıktan sonra muhakkak mevlit okutulmaktadır.
Mevlidi mevlit hanlar okumaktadırlar. Mevlidin okunmasından
sonra Yunus Emre’den ilahiler söylenmektedir. Genellikle
tekkelerde ve zaviyelerde yapılmakta olan zikirler sırasında
devamlı olarak Yunus Emre’den de ilahiler okunmaktadır. 117
Kadınlar Cuma namazından sonra camide toplanıp Yunus
Emre’nin ilahilerini söylemektedirler. Çeşitli tarikatların
başında bulunan şeyh analar etrafında toplanan kadın müritler
namazdan sonra yaptıkları zikir sırasında ve zikirden sonra
Yunus Emre’den ilahiler söylerler. Böylesine Yunus sevgisi
burada nesilden nesile taşınarak bugüne kadar ulaşan Yunus
Emre’nin ilahisi, şiiri Prizren Türk ağzının özellikleriyle de
söylenir. Altmış yıl önce vefat eden Prizren’de Melami
tekkesinin şeyhi Kamil Tosko’nun (1870 – 1944) bir cönkünde
Yunus Emre’nin Prizren ağzıyla derlenmiş ilahileri vardır.
Yunus Emre’nin Prizren’de ta onaltıncı yüzyılda bile
bilindiğini en iyi olarak Prizren’li Âşık Çelebi’nin (1520 –
1572) “Meşairü’ş – Şuara” adlı tezkiresi kanıtlamaktadır. Çünkü

117
Altay Suroy – Recepoğlu’nun 14 – 15 Kasım 1991 günlerinde Priştine’de
düzenlenen Uluslararası Yunus Emre Sempozyumunda sunduğu bildiri, 16
Kasım 1991 “Birlik” (Üsküp) gazetesinde ve “Çevren” Bilim kültür
dergisinde sayı 87 – 89 1992 Priştine yayımlanan “Çağdaş Türk
Edebiyatında kullanılmayan, Prizren Türk ağzında yaşayan Yunus Emre’nin
kullandığı kimi sözcükler”.

104
105
ilk kere bu şairler tezkeresinde Yunus Emre ‘den söz
edilmektedir.
Prizren’de Yunus Emre’nin çağlar boyunca bilinmesi,
ilahilerinin halk arasında söylenmesinin nedeni şiirlerinin
Prizren’de anlaşılır bir dille söylenmesidir. Yunus Emre’nin
şiirlerinde geçen, çağdaş Türk edebiyat metinlerinde
kullanılmayan ve bugün Türkiye’de unutulmuş durumda olan
kuşluk (öğle yemeği, koz (ceviz), bed (kötü), azmak (sapmak,
yolunu şaşırmak), aşır neşir (dağılmak), ilkyaz (ilkbahar), çak
(bildirmek, belirtmek), sırça ( cam), ko (bırak), koma (koyma),
süret (yüz, resim) gibi sözcükler özdeş manada bugün bile
Prizren – Türk ağzında yaşamaktadır. Bu örneklerin sayısı
çoktur. İlahilerin çoğu rahatlıkla mevlitlerde, zikir sırasında,
düğünlerde ve cümbüşlerde söylenmektedir. İlahilerin içeriği
anlam doludur ve herkesi heyecanlandırıp Tanrı sevgisine
kavuşturmaktadır.
Prizren Türkleri Yunus Emre’nin okuma yazma
bilmediğine (ümmi olduğuna) inanırlar. O’nu ermişlerden
sayarlar. Tanrı okulunda okuduğunu kabul ederek gerçek bir
Müslüman, alçakgönüllü, tasavvuf terbiyesine sahip olduğunu,
kavgacı olmadığını, hoşgörülü ve samimi olduğunu kabul
ettikleri Yunus Emre’yi Prizrenliler Peygamber katına
çıkarmaktadırlar. Bu yüzden Yunus Emre’nin adı anıldığı
zaman herkes ellerini yüzüne sürer, zikir sırasında Yunus’un adı
geçince zikire katılanlar “hu” diyerek başlarını yere kadar
düşürerek Yunus’un manevi huzurunda selam verirler. Bu tür
hareketler Hazreti Peygamberimizin de adı anıldığı zaman
yapılmaktadır. Bu ise Balkanlar’ın bu köşesinde Yunus
Emre’nin Peygamber katına yükseldiğini göstermektedir.
* 5-8 Mayıs 1995 günlerinde Eskişehir’de (Türkiye) düzenlenen
VI. Uluslararası Yunus Emre ve Türk Halk Edebiyat
Semineri’nde bildiri olarak sunuldu.

105
106

“YUNUS EMRE SEVGİ YILI” D O L A Y I S I Y L A

“BİZDE DE VARDIR YUNUS EMRE


Birlik” gazetesi, Şubat 1991, Üsküp
Gelin tanış olalım
İş kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz
Yunus Emre

Yunus Emre Yugoslavya’da Türkler arasında ve genel


olarak Müslüman olan nüfus arasında ne kadar bilindiğini,
eserlerinin ne denli yaşandığını ve hakkında rivayet edilen
olayların neleri belirtmek istediğini incelememiz için UNESCO
tarafından 1991 yılı Yunus Emre’nin doğumunun 750.
yıldönümünü beklemek gerekti. Çnkü bizce Yunus Emre gazete
ve dergilerimizde genellikle Türkiye’de yayımlanan yazıların
aktarılmasıyla tanıtılıyor. Oysa Yunus Emre’yi bizler hem
biliyor hem de eserlerini yaşatıyoruz. Ne var ki bu konuda
Yugoslavya’da incelemeler, araştırmalar hiç kadar azdır.
Yugoslavya’da Türkler ve Müslüman olan nüfus arasında
yaşayan Yunus Emre tanıtılmalı, Türk Halk edebiyatının
ünlülerinden olan Nasrettin Hoca’nın fıkralarından sonra en çok
Yunus Emre ilahileri yaygındır. Yugoslavya’da Yunus
Emre’nin kişiliğiyle ilgili rivayetler ve fıkralar da bulunur. Tüm
bunları tespit etmek için Yunus Emre’nin kişiliği ve eserleri
nerede ve nasıl dile geldiğini sıralamak gerekiyor.
1.Yunus Emre Yugoslavya’da her Türk’ün evinde yaşar/
İslam geleneğine göre mevlit ayında, ailede ölen kişinin yedinci
gününde ( yedisinde), kırkıncı gününde ( kırkında), elli ikinci

106
107
gecesinde, altı ayında ve yılının kapatılmasında okunan
mevlitlerde muhakkak Yunus Emre’nin ilahileri de okunur.
Kalabalık sayıda davetlinin katıldığı mevlitlerde Yunus
Emre’nin ilahileri koro şeklinde söylenir. Böylesine mevlite
katılanlar Yunus Emre’nin ilahilerini öğrenme fırsatını
bulmaktadır.
II. Yunus Emre sünnet düğünlerinde vardır. Genellikle
Bursalı Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlütün okunmasıyla
geçen sünnet şenliğinde Niyazi Misri ile Yunus Emre’nin
ilahileri okunur. İlahileri hafızalar okur ve onlara sünnet
şenliğine katılanlar eşlik eder.
III. Yunus Emre tekkelerde vardır. Yunus Emre’nin
ilahileri tüm tarikatlar tarafından kabul edilmiştir ve zikir
süresince ve zikirden sonra söylenir.
Ramazan ayında teravihden sonra kurulan mescitlerde
diğer vakalardan başka Yunus Emre ile ilgili olaylar ve
başından geçenler anlatılır. Anlatmalar, konuşmalar, ilahi ve
kaside okumakla devam eder.
IV. Birçok evin kitaplığında Yunus Emre divanı veya
Yunus Emre ile ilgili kitaplar ve elyazmalar vardır. Yunus
Emre’nin dizelerinden hattatlarca işlenmiş levhalar da vardır.
V. İlkokullarda ve liselerde Türkçe dili ve edebiyatı
derslerinde Ders plan ve programa göre Yunus Emre’nin hayatı
ve eserleri hakkında öğrencilere bilgi verilmektedir ve Yunus
Emre’nin şiirleri okutulmaktadır.
VI: Yunus Emre aşığı olan ve eli kalem tutan kimi
şeyhleri ve dervişlerin derleyip karaladığı Yunus Emre’ye ait
olan ilahiler, elyazmalı cönklerde ve mecmualarda
bulunmaktadır.
VII. Yugoslavya’da Türkçe yayımlanan gazete, dergi ve
kitaplarda Yunus Emre ile ilgili yazılar, şiirler ve derlemeler
vardır.
VIII. Ses sanatçıların konserlerde ve düğünlerde Yunus
Emre’nin bestelenmiş şiirleri müzik eşliğinde icra edilmiştir.

107
108
IX: Bilimsel kongrelerde, özellikle Eskişehir’de
düzenlenen geleneksel uluslararası Yunus Emre ve Türk halk
edebiyatı seminerinde Yugoslav Türk bilim adamlarınca
sunulan Yunus Emre ile ilgili bildiriler sunmuşlardır.
Tüm bunlar buralarda Yunus Emre’ye karşı hayranlığı
ifade etmektedir. Bizde Yunus Emre’nin nasıl yaşatıldığını
aydınlatmak için Türkler’in yaşadığı her ortamda incelemeler
yapmak ve elde edilen sonuçları yayımlamak gerekir.
Yediyüz elli yıl önce doğmuş ve altıyüzyetmiş yıl önce
ölmüş olan Yunus Emre’nin bugün de bizde hayranlıkla
yaşamasının başlıca nedeni O’nun halk diliyle yazmasından ileri
gelmektedir. Yunus’un dili, deyişi, felsefesi Türk Halk
edebiyatının en ünlü şairlerinden olmasına nedendir. Bu yüzden
Yunus Emre “Anadolu Türkçe’sinin şiir peygamberi” olarak
sayılmaktadır. Şiirlerinde barış ve sevgi ağır basmaktadır:

Ben gelmedim dâvâ için


Benim işim sevi için.

Diyen Yunus, insanlığı sevginin kurtaracağına inanır.


“İnsanı hayrette bırakan yanı, yediyüz yıllık ötelerden
seslenmesine rağmen, en modern insan anlayışı en ileri görüşü
içerisindedir”.(S.K.Karaalioğlu)
PRİZREN’DE YUNUS
Türk geleneklerine sadık kalan, bu gelenekleri sürdüren
Prizren Türk ailelerinde, Yunus Emre, ilahileriyle yaşar. Sesi
güzel olan ilahi söyleyen ustalar vardır Prizren’de. Hafızlar
mevlüt okur. Kur’andan ayetler okur. Hoca (İmam) dua yapar.
Hoca, hafız ve ilahi usta olanlar bir araya gelince Mevlüt
okunuşuna doyulmaz. İlahilerin okunmasına herkes eşlik eder.
Bugün sesi güzel olan mevlüt okuyucuları ve ilahi ustaları en
meşguldür. Bunlar muhakkak Yunus Emre’den ilahiler okurlar:

Bu dünya bir gelindir


Yeşil kızıl donanmış

108
109
İnsan böyle geline
Bakar bakar doyamaz

Çok aradım özledim


Yeri göğü aradım
Çok aradım bulamadım
Buldum insan içinde

Tekke edebiyatının en eşsiz kişisi sayılabilen Yunus


Emre Prizren’in tüm tekkelerinde hürmetle anılır. Sinani,
Kâdiri, Rufai, Halveti, Sa’di ve Melami tarikatine ait olan
tekkelerde tarikatin kendine özgü ayinleri ve zikirleri sırasında
muhakkak Yunus Emre’nin ilahileri okunur:

Biz dünyadan gider olduk


Kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua
Kılanlara selam olsun

Derviş Yunus söyler sözün


Yaş doludur iki gözün
Bilmeyenler neyi bilmiş
Bilenlere selam olsun.

Prizren’de sırf kadınların toplandığı tekkeler ve


mescitler vardır. Buralarda şeyh analar da vardır. Namaz
kılındıktan sonra zikir edilir. Zikirde Yunus Emre’den ilahiler
okunur. Bu yüzden Yunus Emre’nin ilahi söylemesini bilmeyen
Prizrenli kadına rastlamak zordur. En çok “Şol Cennetin
ırmakları”, “Dertli dolap”, “Taştın yine deli gönül” ilahileri
söylenir. Söylenişte Prizren ağzının etkisi vardır. İlahiler sanki
Prizren ağzıyla yazılmış ve burada bestelenmiş gibi söylenir.
Bütün dizeler iki defa söylenir. İkinci söylenişte herkes eşlik
eder.

109
110
Özel kitaplıklar henüz tamamıyla araştırılıp
incelenmediyse de Yunus Emre’ye ait kitapların, eserlerin
varolduğu muhtemeldir. Çünkü Prizren’de çok sayıda yazar, şair
ve Yunus aşığı yaşamış ve yaratmıştır. Elimizde Prizen Melami
tekkesinin şeyhi olan Kâmil Tosko’nun elyazmalı bir cönkü var.
Cönkte Niyazi Misri ile Yunus Emre’nin ilahileri
bulunmaktadır. En az yetmiş yıl önce yazılmış olan bu cönkte
söyle bir ilahi derlenmiştir.

Sana derler bâri sabah


Bana Allah’tan haber ver
Ulu mevlâdan haber ver.

Seher vaktinde ötersin


Sen bağrını delersin
Canıma sefa verirsin

Bana Allah’tan haber ver


Ulu mevlâdan haber ver

Haylı zaman ben gezerim


Bir kâmil mürşidi ararım
Kalmadı sabrım kararım

Bana Allah’tan haber ver


Ulu mevlâdan haber ver

Bir dahi yönde kalırsın


Beni türapta bulursun
Canıma sefa verirsin

Bana Allah’tan haber ver


Ulu mevlâdan haber ver.

Aşık Yunus ider ahi

110
111
Göz yaşı silmez günahi
Hakka aşığım billahi

Bana Allah’tan haber ver


Ulu mevlâdan haber ver.

Elli yıl önce Şefki Sudanlı adında bir kişi yaşamış


Prizren’de. İkinci dünya savaşından sonra Sarayova’ya gidip
hayat izi kaybolmuş. Oysa ardında eserleri bırakmış. Hem de
hat sanatından güzel eserler. Bugün kimi tekkelerin ve evlerin
oda duvarlarını süslemekten çok büyülemektedir bu levhalar.
Zaten Şefki Sudanlı izine varılan ve bilinen Prizren’in son
hattalarından biri. Önceleri Prizren’de çok sayıda hattat varmış.
İstatistikî bilgilere göre hattat dükkânları da bulunurmuş. Şefki
Sudanlı Yunus Emre’nin kimi dizelerini kendine has uslubuyla
ve mürekkebiyle kâğıt üzerine işleyip levhalar yapmış. Zaten
hattat Şefki Sudanlı, attatlıkla geçimini sağlarmış.
Eskişehir Türkiye’de Yunus Emre ile yaşayan bir kent.
Uluslararası ve Yunus Emre Türk Halk Edebiyatı
Seminer’lerinde bildiri sunmak ve Şairler Şölenlerinde şiir
okumak için dört defa gittiğim Eskişehir’de Yunus Emre’yi
biraz daha fazla tanıdım ve o’nun ulusumun gerçekten çok
önemli bir şahsiyeti olduğunu içten sezdim.
1988 yılının 30 Nisan günü Yunus Emre kutlamaları
dolayısıyla düzenlenen âşıklar şölenine katılmak amacıyla
Nüsret Dişo Ülkü, İskender Muzbeg ve Zeynel Beksaç ile
birlikte Türkiye’ye doğru Yunanistan üzerinden yolculuk
yaptık. Durağımız camileri harabat kalan Dırama ve Serez’den
sonra Gümülcine oldu. Batı Trakya Türkleri’nin milli şairi
Aliriza Saraçoğlu’nun evinde yarım saatlik bir dinlencemiz
oldu. Günlük yaşama dertlerinden ve şiirden hoşbeş edip
konuşmamız Yunus Emre’ye geldi. “Yunus’taki hoşgörü ile
anlaşmalı insanlar ve severek sevilerek sorunların yok
olabileceği” düşüncesine vardık. Dedeağaç’tan sonra Türkiye

111
112
topraklarında süratle ilerledik İstanbul’a, ordan Eskişehir’e
doğru.
Eskişehir’de ilk karşılaştığımız şey “Yunus Emre Kültür
ve Sanat Haftası”nın yol üzerinde direkten direğe çekilmiş bez
üstünde yazılmış yazılarıydı. Duvarlarda, gagasında gülü
taşıyan beyaz bir güvercini gösteren ve üzerinde “Yunus Emre”
yazılı afişler hep Kültür Haftasıyla ilgiliydi.
Ertesi gün bizi Yunus Emre köyüne götürdü örgütleyici.
Dolmuşumuzda şair, yayıncı İsmail Ali Sarar ve Eskişehir’in tek
kadın Aşığı, Âşık Nurşah da vardı. Şiirler, türküler atışmalı
oldu. Bizler de şairliğimizi belirtmek istedik çünkü. ZatenYunus
Emre gibi büyük ve erişilmesi zor olan ozanın kabrinin
bulunduğu yere giderken başka bir marifet beklenemez kendini
ozan kabul edenlerden.
Yunus Emre’nin Türkiye’nin onaltı ayrı yerinde
yatırının bulunmasına ve bilinmesine karşın bugün Yunus Emre
olarak adlandırılmış Sarıköy’de Yunus Emre’ye ait bir anıt
merkezi vardır. Yunus Emre’nin kabrinin bulunduğu kabırdan
başka kesme taştan yapılmış büyük bir çeşme vardır. En
yukarıda “Yunus Emre” yazılı olan bu çeşmenin musluğu
üzerinde şu dize mermere kazılmış:

Hak’tan gelen şerbeti içtük el-hamdülillah


Şol kudret denizini geçtik el-hamdülillah
Derüldük pınar olduk irküldük ırmağ olduk
Artık denize dolduk taşduk el-hamdülillah

Bu çeşmeden şifa için su içmek istiyenlerin oluşturduğu


kuyruğa girmek gerekiyor.
Geniş bir alandan sonra tek katlı binalar var. Biri sohbet
odası, çepeçevre minderli, biri Yunus Emre müzesi, Yunus
dergâhı, Yunus Camii ve Yunus’un şanına uygun bir anıt var.
Etrafı Yunus Emre anıtının bahçesidir.
Yunus Emre’nin bugünkü türbesinin 1946/47 yıllarında
yapıldığını ve buraya biraz ilerde tiren raylarına yakın olan

112
113
mezardan Yunus Emre’ye ait olduğu sanılan iskeletin
nakledildiğini öğreniyoruz. Eski mezarın bulunduğu yer bugün
de duruyor. Eski mezarda bulunan iskelet üzerinde antropolojik
incelemelerin yapıldığını ve bu inceleme sonucu varılan
bilgilerin yayınlandığını Halim Baki Kunter’in Yunus Emre,
Bilgiler-Belgeler kitabından öğreniyoruz.
Bizler Yunus Emre seviyesine diz çöküp sohbetleri
dinliyoruz. Dışarıda hafızlar topluluğunun söylediği Yunus
Emre ilahileri ta içeriye giriyor. Sohbet ve ilahilerin karıştığı bir
ortamda ister istemez Yunus’u daha yakından yaşıyoruz.
Şairler şöleninde şiirlerin okunmasından sonra Yunus Emre şiir
yarışmasında birinci, ikinci, üçüncü ödülü kazanan ozanlara
ödüller veriliyor. Âşıklar sazlarıyla ve sözleriyle doğmaca
türkülerini söylüyorlar, birbiriyle atışıyor ve okuşuyorlar.
Böyle bir şenliğin programına katıldıktan sonra Yunus
Emre’yi, O’nun erişilmez ozanlığını unutmak zor.
Yunus Emre’nin “Divanı’nın tespit edilmesiyle
böylesine yazdığı şiirlerinin bilinmesiyle O’nun büyük ozan
oluşu Türkiye dışında da bilinmektedir. Yazdığı şiirlerle ve
hakkında derlenen söylentilere göre Yunus Emre’nin gerçekten
büyük bir düşünür ve ozan olduğunu kimse yadsıyamaz. O
bütün insanlık için seslenmektedir. İnsanların birbirlerini
kırmamaları ve birbirleri ile savaşmamalarını salık verirken
“Dünyanın kimseye kalmayacağını” ileri sürerek insanların
“Sevip sevilmeleri”ni istemektedir Bu yüzden 1991 yılı
UNESCO tarafınca “Dünyada Yunus Emre Sevgi Yılı” olarak
ilân edilmiştir.

113
114

İskender Muzbeğ, Nusret Dişo Ülkü ve Altay Suroy Recepoğlu


Yunus Emre köyünde (1986).

114
115

MEVLANA (1207 – 1273)’ NIN RUMELİ


DAMGASI
Bay, sayı 14-15-16, Ekim-Kasım-Aralık 1995, Prizren

Rumeli’ye İslam’ın gelmesiyle Müslüman ahali kendi


İslam’ı yaşayış tarzını da buralara getirmiştir. Özellikle Horasan
bölgesinden gelen zamanın ileri gelen bilginleri, buralara gelip
Müslümanlığı tanıtarak yayma hizmetini yapmışlardır.
Rumeli’ye şahsen gelmeyip ama varlıklarını duyurtan ve
görüşleri geniş halk kitlesi tarafından benimsenen bilginler,
feylesof, şair ve aydınlar da vardır. Buralara gelip mücahit
olarak şehit düşenlerin mezarları, hayırseverlerin kurdukları
cami, mescit, tekke, zaviye, medrese, hamam, çeşme vs.
binalardan oluşan vakıfları ve kimilerinin gömütleri türbe olarak
bugüne kadar korunabilmiştir.
Mevlana Celaleddin Rumi 1207 de Horasan’ın Belh
ilinde dünyaya gelmiş, “Sultanul – ulema” olarak anılan babası
Bahaeddin Veled bin Hüseyin bin Hatîbi’nin Konya’ya göç
etmesiyle orada medrese öğrenimini görmüş, 18 yaşına
geldiğinde Şerafeddin Lala Semerkandi’nin kızı Gevher
Hatun’la evlenmiş. 1230’da babasının ölümü üzerine, onun
yerine camide vaaz vermeye başlamış. Çevresinde birçok
kimsenin toplanmasını sağlamış ve Rumeliye şahsen hiç
uğramamış ama adı, sanı, görüşü, inançları ve ölümünden sonra
büyük oğlu Sultan Veled (doğumu 1226 ölümü 1312) tarafından
1284 yılında tekkenin yönetimini eline aldığı ve kurumlaştırdığı
Mevlevi tarikatı ta buralara yayılmıştır. Belgrad’ta, Üsküp’te,
Niş’te, Konyiç’te, Mostar’da, Sarayova’da, Mevlevi tekkeleri ve
zaviyeleri kurulmuştur. Üsküp’teki Mevlevi zaviyesi bu

115
116
topraklarda kurulan ilk ve en eski Mevlevi kurumudur.
Sarayova’da ise Mevlevi tekkesinin İsa Bey tarafından
kurulduğunu O’nun 1462 yılında kaydı yapılmış olan
vakıfnamesinden öğreniyoruz. Tekkenin üç evden, bir haremden
ve öteki yardımcı binalardan oluştuğunu bu vakıfname
bildirmektedir. Bu binalar hem tekke hem de yoksul olan
Müslümanların barınağı, öğrencilerin, savaşçıların ve yolcuların
konaklama yerleri olarak da kullanılmış. Burada pişirilen
yemekler kentteki yoksul çocuklara ikram edilirmiş, konukların
ise sadece üç gün yemek yeme hakkı varmış.118
Mevlevi tekkelerinde Cuma namazından sonra zikir –
mukabele ve sema yapılmakta olduğunu birçok belgeden tespit
ediyoruz. Zikir ve semanın, ney, kudum, sur, davul, zil, keman
gibi çalgı aletlerinin eşliğinde yapıldığı bilinmektedir. Mevlevi
tekkelerinin bulunduğu yerlerde mayıs ve haziran aylarında
mesire yerlerine gidilir, tevhid edilir, katılanlara ve yoksullara
helva pişirilir. Bu günleri halk Mevlevi teferrüçü olarak
bilmektedir.
Bugün Eski Yugoslavya topraklarında etkinlik gösteren
Mevlevî tekkeleri ve zaviyeleri kalmadıysa da Mevlevîlik
tarikatını, geleneklerini sürdüren Mevla’na âşıkları
bulunmaktadır. Sarayova’da Mesnevî kürsüsü çalışmaktadır ve
1966 yılından bu yana Mevlana Celaleddin Rumi’nin ölüm
günü olan 17 Aralık günlerinde “Şebi-arus” adı altında bilimsel
faaliyet düzenlenmektedir.
Prizren’de Mevleviliğin etkisi Melami ve Kadiri
tekkelerinde görülmektedir. Bugün de çalışmakta olan bu
tekkelerde zikir Cuma namazından sonra yapılmaktadır. Zaten
Melamilere en çok bağdaşan Tarikat Mevlevilerdi. Abdülbaki
Gülpınarlı’ya göre “Mevlevilikle aynı esaslara, yani aşk ve
cezbeye dayanan ve aynı kaynaktan, yani Horasanîlikten feyiz
alan Mevlevilik de Melamilik gibi diğer tarikatlardan ayrıydı”.

118
Cemal Cehayiç “Dervişki Redovi u Jugoslovenskim zemljama”Sarayevo
1986, sayfa 28

116
117
Kadirilerde de müzik aletlerinin eşliğinde devran denen sema
yapılmaktadır.
Prizren’de Mevlana adını bugüne kadar yaşatan
“Mevlana” olarak bilinen ve kadınların düğünlerde genellikle
def eşliğinde oynadıkları oyundur. Bu “Mevlana” oyunu
Mevlevi semahına göre oynanmaktadır. Prizren’de “Mevla’na
oyununun oynanmadığı düğüne rastlamak zordur. Bu oyun
Prizren’de 1951 yılından bu yana aralıksız çalışan “Doğru Yol”
Türk Kültür ve Güzel Sanat Derneğinin repertuarında her zaman
vardır ve folklor festivallerinde icra edilmektedir. Ama
düğünlerde Mevlana’yı oynayan kadınlar semazen değilseler de
musiki ve güftesini dinleyerek eller açık tutularak el
parmaklarının ve ayaklarının hareketleriyle ulvi duygular
kazanarak yücelirler. Hazreti Mevlana’nın “Mesnevi” de
yazdığı gibi 119 “Halkın tamburla çaldığı, ağızla söylediği bu
şarkıları, nağmeleri dinledik, duyduk,!”120
“Gerçi suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama yine o
nağmeleri birazcık hatırlıyoruz”121 “İş bu yüzden güzel sesi
dinlemek aşıklara gıdadır.... çünkü güzel ses dinlemede kalp
huzuru ve Tanrıyla birleşme zevki vardır”122 Mesnevinin ve
Mevlevi ayininin etkisinden folklor özelliğine dönüşen ve
geleneksel bir kadın oyunu olan “Mevlana “ bizleri çok derin
düşüncelere götürüp buralarda Mevleviliğin varolduğunu tespit
etmemize neden olmaktadır. Prizren’in bin yıldan önce kent
özelliğini koruduğu, Osmanlı döneminde önemli bir siyasi idare,
üretim, ticaret ve kültür merkezi olduğu için eskiden burada bir
Mevlevi hanenin varolduğu ihtimali büyüktür. Çünkü bugüne
kadar Mevlana oyununun Prizren halkı arasında korunması bu
kanaatimize bir ipucu vermektedir. Zaten Mevlevilik genellikle

119
Mevlana: Mesnevi IV. Cilt beyit 734, Sarayova, 1989
120
2’de age sayfa 736
121
2’de age sayfa 737
122
2’de age sayfa 742

117
118
kentlerde, aydınlar, ileri gelenler tarafından benimsenen bir
tarikattır.
Bu topraklarda yaşamış ve yaratmış olan birçok şair ve
ilim adamı Mevlana’nın kişiliğini, düşüncesini, eserlerini yayma
görevini üstlenmiş. Habibi Dede uzun zaman yaşadığı
Belgrad’ta Mevlana’nın “Mesnevisi”ni okutmuştur. “Mesnevi
sağır” adını alan bir divanı bulunan Habibi Dede 1643 yılında
Belgrad’ta vefat etmiştir.123 Sarayova’da dünyaya gelen ve
orada vefat edince Sultan Camii haziresine defnedilen XVII.
yüzyılın şairlerinden Tevekkuli Dede de Mesnevi hocası imiş ve
çok sayıda Türkçe ve Farsça şiirler yazmıştır. 124 1839 yılında
Mostar’da dünyaya gelen Hersekli Arif Hikmet Bey Mevlana
Celaledin Rumi ve onun Mesnevisi için şiirler sunmuştur. 125
1877 – 22.03.1959 yılları arasında Sarayova’da yaşayan
Mustafa Merhemiç kendi evini okula çevirip Sarayova’nın en
ünlü eğitim merkezi olmuştur. Orada Müslümanların en önde
gelenleri, sanatçıları ve bilim adamları Hazreti Mevlana’nın
Mesnevisi hakkında ders vermişlerdir ve konuşmalar
yapmışlardır. Merhemiç Hazreti Mevlana’nın Mesnevi’sini
Boşnakça’ya çevirmiş ve yorumunu yapmıştır. 126 Kendi
eserleriyle ün sağlamış olan Deviş Beyazidagiç, onun oğlu
Sabuhi, Mezaki, Sukkeriya, Zekeriya gibi şairler Mevlevi
tarikatına bağlı olduklarını eserlerinde bildirmektedirler.127
Priştineli Mesihi’nin de Mevlevi olduğu biliniyor.

123
Dr. Fehim Nametak “Pregled knjızevnog stvaranja Bosansko –
Hercegovaçkih Muslimana na turskom jeziku” (Türkçe yazan Bosna –
Hersek Müslümanları’nın edebi yaratılışına bir bakış), Sarayova 18, sayfa
108
124
“I Milletlerarası Mevlana kongresi Bildirileri, Konya 1987 (İskender
Muzbeg Şefikoğlu, Salih Trako, Prof. Dr. Munib Maglayiç, Aytan Krasniç;
Mevlana ile ilgili bildiriler
125
6’da age sayfa 188
126
6’da age sayfa 228
127
6’da age sayfa 236

118
119
Hazreti Mevlana’nın adının, kişiliğinin, görüşlerinin ve
eserlerinin ta bizlere kadar ulaşmasının nedeni ne idi? Buralarda
Farsça yaygın bir dil değildi. Hazreti Mevlana eserlerini
genellikle Farsça yazmıştır. Bu eserleri okumak ve anlamak için
Farsça’yı bilmek gerekiyordu. O’na aşık olanlar, Mevlana’yı
okumak isteyenler Farsça öğrenmek için harcadıkları zamanı hiç
acımadan huzura kavuştular. Bunun nedeni ne idi? İşte bunu
Abdülbaki Gölpınarlı “Mevlana’dan sonra Mevlevîlik (İnkilap
ve Aka Kitabevi, İstanbul 1983) kitabında şöyle açıklıyor:
“Mevlana kendi zamanında şeyhlik, pirlik davası gütmemişti.
O, bir reform adamıydı. O, bir insanlık bir birlik, bir sevgi
türesi kurmuştu. Aşk ve cezbeyle, fakat adamı kendinden
geçirip mistik hülyalara daldıran bir cezbeyle değil,
ferdiyetinden geçirip insanlara ve kainata yayan cezbeyle
beslenen, müzik ve raksla gelişen bu yol benimseyenler, onu
sevmişler, ona aşık olmuşlar, ona varlıklarını vermişler ve onda
kendilerini, insanlığı bulmuşlardı”.
Hazreti Mevlana bugün de birçok bilim adamımızın
ilgisini çekmektedir ve onlar O’nun eserleri üzerinde bilimsel
çalışmalar yapmaktadırlar. 128 Birçok yazar ve şairimiz
Mevlana’dan feyiz alıp eserler yaratmışlardır. Doğrudan
129
Hazreti Mevlana’ya adanmış şiirler de vardır
Hazreti Mevlana’nın bilgesi O’nu yüceleştirmiştir. Bu
yüzden Mevlana Celaleddin Rumi Bilim, eğitim ve kültür dünya
örgütü olan UNESCO tarafından dünya büyüklerinden ilan
edilen ilk Müslüman’dır. Okullarımızda Hazreti Mevlana’dan
daha fazla bilgi verildiğinde ve “Mesnevi” okunduğunda
Mevla’na âşıklarının sayısı daha da artacaktır.
Bugün Prizren’de “Türk Müziği Konservatuarı
Derneği”nde Mevlevi seması programa alınmış ve sahnede icra
edilmektedir.

128
6’da age sayfa 114
129
Bkz. İskender Muzbeğ Şefikoğlu “Yugoslavya’da yaşayan Türk
şairlerinin eserlerinde Mevlana” Ayrıbasım, Konya 1987

119
120

Aluş Nuş’un yönetiminde “Türk Müziği Konservatuarı” tasavuf


müziği yanında Mevlevi semasını da yaşatıyor (Prizren, yıl
2000).

120
121

PRİZREN’DE MELAMİLİK VE HACI ÖMER


LÜTFİ
Çevren, sayı 81-82, 1991, Priştine

Prizren Yugoslavya’da Kosova Özerk Bölgesi’nde


bulunan yüzbin nüfuslu bir şehirdir. 1389 yılında meydana
gelen Kosova Meydan savaşından sonra Türk hâkimiyetine
girmiştir. Türk idaresinin ilk devirlerinde bile Rumeli’de önemli
bir iktisadi ve kültür merkezi olmuştur. Daima Sancakbeyliği
kalan Prizren 1868 – 1874 yılları arasında vilayet merkezliğinde
de bulunmuştur. Türk idaresinin ilk devirlerine ait eserlerin
bugün bile mevcut olması bunu tanıklamaktadır. Şehir’de
Türkler’in kurdukları ilk bina bugün “Kırık cami” olarak bilinen
Namazgâh, devlet korunması altında bulunmaktadır. Daha
geçlerde kurulan ve bugüne kadar ayakta duran 22 camii 130, 8
tekke131, 2 hamam, 1 rüştiye, kütüphane, çok sayıda çeşme,
Taşköprü, türbeler, evler vs. Rumeli’nin bu kesiminde bir kültür
merkezi olan Prizren’de Aşık Çelebi, Behari, Mümin, Nehari,

130
Kurila Camii, Dragoman Camii, Sinan Katip Camii, Mehmet Paşa
(Bayrakli) Camii, Emin Paşa Camii, Kukli Bey (Saraçhana) Camii, Körağa
Camii, Çuhaci Mahmud (Markılıç) Camii, Tabakhana Camii, Maksut Paşa
(Maraş) Camii, Sinan Paşa Camii, Seydi Bey Camii, İliyas Kuka Camii,
Müderis Ali EfendiCamii, Suzi Camii, Hacıkasım Camii, Mahmut Paşa
(Terzimahale) Camii, Hoça Mahalle Camii, Arasta Camii (salt minaresi
mevcuttur), Tussuz Camii, Petrovo Camii.
131
Mehmed Paşa Medresesi, Mahmud Paşa Rotul Medresesi, Emin Paşa
Medresesi, Ümmi Gülsün Medresesi.

121
122
Sa’yi, Suzi, Sücüdi, Şemi, Tecelli132, Mehmet Tahir, Aşık
Ferki133, Hacı Ömer Lütfi, Şefki Sudanlı, Kâmil Tosko, Hafız
Fetih gibi birçok tanınmış şair dünyaya gelmiş veya ömürlerinin
büyük bir kısmını burada geçirmişlerdir. Zaten, Âşık Çelebi
(1529 – 1572) ünlü tezkiresi Meşairü-ş-şuara’da Nehari’yi
anlatmaya başlayarak “Mevlidi Rumeli’de Prizren’dir. Kasaba-i
mezkure Rumeli’nde menbit-i servü semen-i marifet olan
hâkdân ve menba-ı cuy-i nazm u nesr şehr-i şöhret-âyindir.
Rivayet ederler ki Prizren’de oğlan doğsa adından akdem
mahlas korlar. Yenice’de doğan oğlan, baba diyecek vakit Farisi
söyler, Priştine’de oğlan doğsa diviti belinde doğar, derler.
Binaenâlâzalik Prizren şair menbaı, Yenice Farisi ocağı, Priştine
kâtip yatağıdır” diye yazdığını Mustafa İsen’den 134
öğreniyoruz.
Aşık Çelebi bu görüşüyle gerçeği söylediği gibi
Prizren’de Türkçe yaratan şairlerin sayısının kabarık oluşunu da
kanıtlamaktadır. İkiyüzün üzerine yayımlanan eser ile ve
“Doğru Yol” Kültür ve Güzel Sanatlar Derneği135 çerçevesinde
çalışan edebiyatçılar kolunda toplanıp yirmi yıldan bu yana
Yugoslavya’da örneği bulunmayan özengen ilkelere dayanarak
“Esin” Kültür ve Sanat Dergisi’nin hazırlayıp yayımlanmasına
bakarak onun, Rumeli’nin şairler merkezi hüviyetini
görmekteyiz. Prizren’de bu dergi Yugoslavya’da Türkçe yaratan

132
Doç.Dr.İpekten v.d. Tezkirelere göre Divan Edebiyatı İsimler sözlüğü,
Kültür ve Türizm Bakanlığı, 1988,Ankara.
133
Prof.Dr. Nimetullah Hafız, Aşık Ferki, hayatı ve eserleri, “Esin” Yayınları
1986. Prizren
134
Dr.Mustafa İsen, Çağdaş Prizren şairleri, Türk Edebiyatı Dergisi, sayı
123, Ocak, 1984 İstanbul
135
Daha geniş bilgi için bkz: Süreyya Yusuf, Yugoslavya’da Türk Şiiri, Tan
1976, Bir kurulun hazırladığı: 1968 – 1988 Prizren Şairler monografisi,
“Doğru Yol” KGSD yayını, 1988 Prizren…

122
123
tüm şair ve yazarları bir araya toplayıp eserlerini
yayımlamaktadır136.
Birçok tasavvuf şairinin yetiştiği Prizren’de bugün
Yugoslavya’da etkinlik gösteren derviş tarikatlarınca “İslam
Turukatı Aliye Dervişler Birliği” kurulmuştur. 12.11.1974
yılında kurulan bu Birliğin Meclisi, meclis Başkanı Prizren’de
Rufai tekkesinde çalışmaktadır. Birliğin Prizren’de “Hu” adlı
bir dergisi de hazırlanıp yayımlanmaktadır. Birliğin ilk reisi
olarak Prizren Rufai tekkesi şeyhi Cemali Rufai seçilmiştir.
Rufai tekkesinin derviş sayısı öteki derviş tarikatlarına ve
tekkelerine göre çok kalabalıktır. Bu tekkenin Amerika’da da
yaşayan birçok tekkesi vardır137. Prizren’de Rufai tarikatından
ve tekkesinden başka Sinani, Kadiri, Sa’di ve Melami tarikatları
ve tekkeleri vardır. Sırf şehir içinden-şehirlilerden dervişi olan
Melami tekkesine karşın öteki tarikatların ve tekkelerin
dervişleri genellikle köylülerdir ve köyler derviş tarikatlarına
göre ayrımlıdırlar. Melami tekkesi dışında öbür tekkelerin de
köylerde kolları vardır.
Melamilik Prizren’de en son kurulan ve gelişen bir
tarikattır. Arap hoca olarak bilinen Muhammed Nur-Al Arabî
180 yıl önce Mısır’dan Üsküp’e ve oradan Prizren’e gelip
Melami tarikatını getirmiştir.138 Oysa bu zatın Üsküp’te tekke
kurduğunu İsmet Zeki Eyüboğlu yazmaktadır139. Aşk Gaşi’ye140
göre, bu zaatın Seyid’ul Melami Muhammed Nurül Arabi

136
“Doğru Yol” Kültür ve Güzel Sanatlar Derneği 1951 yılında Prizren’de
Türk halkının kültürünü, geleneklerini ve folklorunu yaşatıp geliştirmek için
kurulmuştur. 300’den çok etkin olan üyesi 11 ayrı seksiyonda çalışmaktadır.
137
Necati Latiç: İslamski Biseri na Bistrici, Preporod, sayı 461, 1 Kasım
1989, Sarayova.
138
Hasan Kaleşi: Albanoloşka istrazivanja I, yıl 1962, Priştine “Prizren kao
kulturni Centar za vreme Turskog perioda”.
139
İsmet Zeki Eyuboğlu: Günün ışığında Tasavvuf, Tarikatlar, Mezhepler
Tarihi, Geçit Kitabevi, 1987 İstanbul.
140
Aşk Gaşi: Melamijski Tarikat I Neki njegovi predstavnici u
Jugoslavenskim zemljama, İslamska Misao, sayı 128, ağustos 1989,
Sarayova.

123
124
olduğunu ve yaptığımız araştırmalara göre Prizrenli Recep
Hulusi ve Yakovalı Hafız Süleyman baba’ya el verip onları şeyh
yaptığı bilinmektedir. Daha geçlerde şeyh Recep Hulusi
Orahovçalı Hasan Efendiye el verip onu şeyh ilan etmiştir. Şeyh
Hafız Hasan Efendi 1912 yılında Türk iktidarının buralardan
kalkmasıyla Türkiye’ye göç ettiyse de, sonradan geri dönüp
Yakova’da İdriz ağa adında bir müridin kendisine bağışladığı
bir evde hayatının sonuna kadar kalıp Melamiliği sürdürmüştür.
Şeyh Hafız Hasan Efendi’nin değerli bir hattat olduğu ve çok
sayıda eseri çoğalttığı bilinmektedir.
Prizren’de Melami tekkesi “Şadırvan” olarak
adlandırılan şehir merkezinde Tüfekçiler ve Kuyumcular Çarşısı
bitişiğinde Seydi bey camii yanında bulunduğunu binanın dolma
katlı olduğunu, izbesinin, üç odasının ve semahane olarak
kullanılan zikir odasının varolduğunu, önünde bir çardağının ve
avlusunda bir şadırvanın bulunduğunu Melami tekkesinin
eyvanlarından Hüseyin Aluş Nuş’tan öğreniyoruz141. 1952
yılında tekke binası yıkılmış, birkaç yıl sonra Prizrende Pazar
günü olan Çarşamba günlerinde tekkenin bulunduğu yerde
Külhan denen çarşı kurulmuştur. Bir ara burası küçük sporlar
stadı olarak da kullanılmıştır. 1984 yılında tekkenin bulunduğu
yerde yirmi dükkân kurularak zanaatlar merkezi kurulmuştu.
Burada tekkenin yardımcı odaları olduğu tek katlı ve iki yanda
birer odanın bulunduğu binada bugün de dervişler toplanıp zikir
yapmaktadırlar. Bu binanın sol tarafında doğuya doğru sekiz
köşeli halka üzerinde kubbeli bir yatır vardır. Burada Melami
tekkesinin şeyhlerinden Recep Hulusi ve Hacı Seyfeddin’in
sandukaları bulunmaktadır.
Prizren Melamileri paraya düşkün değildirler, dış
görünüşe, genellikle gösterişe önem vermezler. Açık ve
çelişkisiz kişilerdir. Onlar dini kurallara bağlı olan sünnî bir

141
Hüseyin Aluş Nuş, 1905 doğumlu, terzi, Melami dervişi, 1986 yılından bu
yana Melami tekkesinde namaz kıldırmaktadır.

124
125
kuruluşu oluştururlar. Kur’anın Muhammed Aleyhisselam
aracılığıyla bütün insanlara indirilen tanrısal bir yasa olduğunu
söylerler. Beş vakit namaz kılarlar, camiye giderler, oruç
tutarlar, Hacc’a giderler, her zaman temiz abdestli olmaya
çalışırlar. En çok Niyazi Mısri, Yunus Emre ve Hacı Ömer
Lütfi’den ilahiler okurlar. Allah adı üzerine zikrederler.
Tasavvufun yaşanan bir hayat olduğuna ve kendi kendinden
kurtuluş olduğuna inanırlar. Kurtuluşun tasavvuf yolunda
bulunduğuna inanırlar. Alınan ve verilen her nefeste akıl ve
gönül Tanrı ile beraber olmalıdır ilkesini benimsemişlerdir.
Zikrederken alınan nefes içerde tutulur, ancak La ilahe illallah
söylenir. Hafi zikir yaparlar. Zikir halka içinde “Halka-i zikir”
olarak geçer. Şeyh ve dervişler diz üstü oturarak çember
oluştururlar. Şeyh kıble tarafında başta oturur. Elinde tespihleri
tutarak zikiri yönetir. Zikir istiğfarla başlar, salavat ile devam
eder. Fatiha-i şerife okunur, Allah adı söylenir, tevhit edilir,
sonunda “Hu” söylenir. Hu söylenirken ilahiler okunur. Dua
yapılır, bütün peygamberler ve gelen geçen enbiyalar için
salâvat getirilir, büyük ustaların ruhları için Fatiha okunur. Zikir
münacatla son bulur. Ramazan ayında tekkede teravih namazı
kılınır. Zikir son zamanlarda ikindi namazından sonra Cuma ve
Pazar günlerinde ve bütün mübarek kandiller gecesi yapılır.
Zikir süresi müritlerin kurduğu feyze (halkanın genişliğine)
bağlıdır.
Prizren’de Melami tekkesinin şeyhliğini Recep Hulusi
ve Hacı Seyfeddin Tosko efendiden sonra Hacı Ömer Lütfi,
Kâmil Tosko, Hafız Salih Çavoli, Mustafa İmam Hoca, İliyaz
Efendi, Hamdi Kaçamak Efendi ve Hafız Ridvan yapmıştır.
Şimdi ise tekkenin şeyhliği görevini hafız Yakup142
yapmaktadır. Bir ara ise bu tarikatın eyvanlarından Nuriddin
Beksaç ve Hüseyin Aluş Nuş (son beş yıl) şeyhin meşgul
olduğu zaman zikirleri yürütmüşlerdir. Melami tekkesi şeyhi
“herbabiye” usuluna göre tüm dervişlerin seçmesiyle tayin

142
Hafız Yakup, aynı zamanda Emin Paşa Camii imamıdır.

125
126
edilmektedir. Dervişler aralarından birini kendilerine şeyh
seçerler. Tarikatın malı mülkü şeyhin özel malı değildir, mal ve
mülk satılmaz, başkasına devredilmez. Kamu mülkiyet
özelliğini taşır.
Prizren müftüsü ve Yugoslavya Reis-ül ulema muavini
olan Hafız Abdullah Hızır’ın da şeyh Hacı Ömer Lütfi’den
Melamiliği kabul ettiğine dair icazetin Prizren Mehmed paşa
medresesinde verildiği, Nüsret Efendinin Müderris olduğu
bilinmektedir. Feyzullah Hacıbayriç’in anlattığına göre Hafız
Abdullah Hızır Efendi ölüm döşeğinde bulunan Hacı Ömer
Lütfi’yi ziyaret ettiği sırada Hacı Ömer Lütfi’nin yüzünde Hacı
gördüğünü Aşk Gaşi143 anlatmaktadır. Bu ise Hacı Ömer
Lütfi’nin ruhani büyüklüğünü, Hafız Abdullah Hızır Efendinin
büyük alim ve müderis olduğunu göstermektedir.
Prizren’de Melamilik Hacı Ömer Lütfi’nin (doğumu 13,
Ocak 1870, ölümü 25. Ekim 1928) bu tekkede şeyh olmasıyla
yaygınlık kazanmıştır. Ömer Lütfi iptida ve Rüşdiye’yi
Prizren’de okuduktan sonra 1887 yılında İstanbul’da Fatih
Medresesi’ne kaydolur. 1892 yılında Prizren’e döndüğünde
Yakova’da aslen Prizren’li olan şeyh Hafız Hasan Efendiden
Melamiliği kabul eder. Hemşehrisi Ali Tevfik ile birlikte
Kahire’ye gider, Türkçe, Farsça ve Fransızca’dan başka
Arapça’yı da çok iyi bildiğinden güçlük çekmeden El Ezher
Üniversitesi’ne girer, burada öğrenimini sürdürür. 1902 yılında
hacca gider . Sudan’a uğrar. Prizren’e döndükten sonra 1905
yılından ta 1912 yılına kadar burada İttihat ve Terakki kulübünü
kurup onun başkanı olur. Sağladığı otorite yüzünden 1911
yılında Talat Paşanın çağrısıyla, Yemende beliren Arap
ayaklanmasını bastırıp isyankârları Türk Devletine bağlamakla
görevlendirilir. Bu işi başardığı için Talat Paşa tarafından
verilen para ve ziynet bahşişini kabul etmeden Prizren’e döner.
Bu davranışlarıyla Melamiliğe sadık olduğunu bir kez daha
gösterir. Çünkü Melamiler paraya önem vermeyen kişilerdir.

143
Aşk Gaşi, 12 sayılı açıklamada Agy.

126
127
1912 yılında Prizren Melami tekkesine şeyh seçilir ve ölümüne
kadar bu tekkenin şeyhliğini yapar (25. Ekim 1928). Ardından
altmış kadar eser bırakmıştır. Bu güne kadar kitap olarak salt
Hasan Fehmi Kumanoğlu’nun gayretleriyle İzmir’de 1976
yılında “Erkân Hac ve ilham-i Kâbe”, (74 sayfalı) ve 1980
yılında “Prizrenli Hacı Ömer Lütfi Divanından Seçmeler” adını
taşıyan 112 sayfalı iki kitabı yayınlanmıştır. Birçok dergilerde,
gazetelerde, hayatı, kişiliği ve eserleri hakkında yazılar, bilimsel
toplantılarda bildiriler sunulmuştur144. Tacida Hafız ise Haci
Ömer Lütfi’nin kişiliği ve eserleri teziyle 1982 yılında master
olmuştur.
Hacı Ömer Lütfi Melamiliği neşe ile, zevk ile Allaha
götüren bir aşk olarak yaşamaktadır.
“Lütfi o mey-i aşk ile kıl kalbini zinde
Aşk oldu sana ab-ı hayat ey dil-i şeyda...145 veya

“LÜTFİ Hüda’dır yâdımız


Hak yâdıdır ol dâdımız
Allah’adır irşadımız
Derviş isen gel beriye
Münkir isen dön geriye”146 diye yırlanmaktadır.
Bu şiirinde Melamiliği şöyle açıklamaktadır:
“Melâmiyiz hoşmeşrebiz
Hoşmeşrebiz hak mezhebiz
Rind-i Hüda’ya matlabız
Sahbamız iç gel beriye
İçemezsen dön geriye.

144
Nimettulah Hafız: Ömer Lütfi’nin Çocuk şiirleri, Sesler sayı 83, 1974
Üsküp, O zivotu I pesniçkim danima Haci Ömer Lütfi’nin Tarihi Eserleri,
VIII Türk Tarih Kongresi II Cilt, 1918 Ankara. Prizrenli Şeyh Hacı Ömer
Lütfi ve “Tevhari”si, “Çevren” sayı 73 1989, Priştine. V.
145
Prizren’li Hacı Ömer Lütfi Divanı, Seçmeler 1 (Hasan Fehmi
Kumanlıoğlu, İzmir, 1980.)
146
Age.

127
128
Muhammed Nur’dur Pirimiz
Pir-i ruşen- zamirimiz
O’dur bedr-i münirimiz
Gör nurunu gel beriye
Göremezsen dön geriye”.

Hacı Ömer Lütfi (1870-1928) ardına 62 cilt yazma eser bıraktı.

Prizren Melami Tekekesinin son hali (Yıl 200)

128
129

ÇAĞDAŞ EDEBİYATIMIZ ELLİ YAŞINDA

Bay, sayı 8-9-10, Nisan-Mayıs-Haziran, 1995, Prizren

Yugoslavya Türk Yazarlar Derneği ve Prizren’in “Ve


Sanat” Sanatçılar Kulübü’nün işbirliğiyle 26.03.1995. tarihinde
“Ve Sanat”ta “Çağdaş Edebiyatımız Elli Yaşında” konulu bir
Yuvarlak Masa Toplantısı düzenlendi. Yugoslavya Türk
Yazarlar Birliği Başkanı İskender Muzbeğ’in yönettiği bu
Yuvarlak Masa toplantısında Altay Suroy Recepoğlu
“Başlangıçtan Bugüne kadar Edebiyatımız”, Hasan Mercan
“Çağdaş Yugoslavya Türk Şiiri”, Ethem Baymak
“Edebiyatımızda Eleştiri”, Aluş Nuş “Edebiyatımızla beraber
gelişen müziğimiz”, Zeynel Beksaç “Edebiyatımızda Çocuk
Şiiri” ve Ethem Kazaz “Edebiyatımızda Tiyatro” konulu birer
bildiri sundular.
Bu toplantıda Aluş Nuş’un açıklayıp yaylı tamburuyla
ve güzel sesiyle icra ettiği müzik eserleri, Adile Mercan’ın
“Yaşayan Rumeli Şiirimiz” den örnekleri – Bulgaristan’dan Ali
Bayram’dan ve Yunanistan’dan (Batı Trakya) Ali Rıza
Saracoğlu’ndan birer şiir okuması, tartışma sırasında ileri
sürülen ilginç düşünce ve öneriler bu toplantıyı daha bir ilginç
kıldılar.

129
130

YUGOSLAVYA TOPRAKLARINDA BAŞLANGIÇTAN


GÜNÜMÜZE KADAR TÜRKÇE EDEBİYAT*

Orta Asya’da Türkçe’nin milattan önce yaygın bir dil


olduğunu kanıtlayan birçok deliller vardır. Türk kabileleri,
boyları devamlı olarak hareket ettikleri için yerküremizin üç
kıtasına yayılmışlardır ve gittikleri yere Türkçe’yi de
götürmüşlerdir. IV ve V. Yüzyılda Yugoslavya toprakları Avar
Türkleri eline geçmiştir. Bu dönemden sonra Roma devletinin
egemenliği bu topraklardan tamamen kalkmıştır. Avar
Türkleri’nin Balkanlar’ı ele geçirmesinden sonra Slavlar Balkan
yarımadasına yerleşmeye başlamıştır. O dönemlerde Peçenek
Türkleri de Balkan yarımadasına yerleşmeye başlamıştır.
Peçeneklerin en büyük sayısı Vardar ovasında yurd kurmuştur.
Bunların ardına Kuman Türkleri de Balkanlar istikametinde
ilerlemişlerdir. Ama ne Peçenek ne de Kuman Türkleri
Yugoslavya topraklarında devlet kuramamışlardır. Ancak
onların kurdukları kimi yerleşim yerleri kendi adlarıyla
bilinmektedir. Örneğin Peç (İpek)147 Peçeneklerden,
Kumanova kenti Kumanlardan adını almıştır. Peçeneklerin bir
kısmı Yugoslavya’nın Kosova bölgesine X. Yüzyılda,
Kumanların ise XI. Yüzyılda yerleştiklerini kimi tarihi
kaynaklarda görüyoruz. Ne var ki bu Türk boyları henüz İslam’ı

147
Peç kenti Osmanlı egemenliği altında bulunduğu zaman İpek Yolu
kervanlarının önemli bir durağı olduğu için İpek olarak adlandırılmıştır
Voyvodina Özerk Bölgesinde bulunan Çelarevo (Kel ova), Ada,
Makedonya’da Vardar, Şar ve Balkanlar, Osmanlılar buralara gelmeden once
bu adla biliniyorlardı. Bu yer adlar Osmanlılar’dan once yerleşmiş olan Türk
boyları tarafından verilmiş.

130
131
kabul etmeden buralara yerleşmişlerdir. Buralarda yerleşmiş
olan Türk boyları mensuplarına İslam’ı yaymak için XI.
Yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan Müslüman Türk aydınları
buralara gelmişlerdir. Bunlardan Haydar Baba’nın (1020 –
1114) Şar Dağında Kalkandelen’e bağlı Veşala köyünde ve Sarı
Saltık’ın Prizren’in Paştrik dağı tepesinde, Yakova’nın Pirlep
köyünde ve İpek’te bugün de ziyaret edilen makamları vardır.
Halkın evliya olarak saydığı bu büyükler onların konuştuğu
Türkçe’yi konuşan nüfusun oturduğu yerleri ziyaret ettikleri
muhtemeldir.148 Bu dönemden başlayarak buralara Müslümanlık
yayılmaya başlamıştır.149 1389 yılındaki I. Kosova Meydan
Savaşı’ndan sonra yerli Türk boyları Müslümanlığı kabul
ederek buralarda Müslüman nüfusu çoğunluğu oluşturmuştur.
Bu döneme kadar varolan sözlü Türk edebiyatı yanında bugüne
kadar korunmuş olan yazılı edebiyat örnekleri, özellikle
destanlar, çeşme, cami, kervansaray, köprü, hamam, medrese,
türbe gibi binaların inşaatı tamamlanınca kurucusundan bilgi
veren mermer üzerinde işlenmiş kitabeler ve mezar taşları
üzerinde yazılar o dönemin şairleri tarafından yazılmıştır. Bu
kitabelerin ve mezar taşlarının kimileri bugün de durmaktadır.
Türk dünyasında ilk basımevi 1727 yılında kurulduğu için ve
Yugoslavya’da Türkçe matbaa 150 yıl sonra çalışmaya başladığı
için150 yazılan eserler hattatlar tarafından elle yazılarak
çoğaltılıyordu. Çoğaltılmadan tek nüsha olarak kalan

148
Bosna-Hersek’in Mostar’a yakın Blagay köyünde, Makedonya’nın Ohri
kentinde ve Kosova’nın Prizren, Yakova ve İpek kentlerinde Sarı Saltık’ın
makamlarının bulunması ve yine Prizren-Kalkandelen arasındaki Veşal
köyünde Haydar Baba’nın türbesinin bulunması bir rastlantı değildir. Bu
zaatlar konuştuklarını anlayan cemaat buldukları için buralardagörevlerini
yapabilmişlerdir. Buralarda sevildikleri için makam ve türbeleri kurulmuştur.
149
Gora’da Mlıka köyünde H. 688 Mıladi 1289 yılında kurulmuş olan Ahmet
Ağa camisinin bugün bile korunan kitabesi ve bu yürede nüfusun 100%
Müslümanlardan oluşmasına en iyi kanıttır.
150
İsmail Eren: Štamparija Kosovskog Vilajeta u Prištini (Priştine’de Kosova
Vilayet basımevi). Gjurmıme Albanologjike 1968/1, Priştine.

131
132
veya zaman içerisinde çeşitli nedenlerden dolayı kaybolan
eserlerin sadece adı tezkirelerde kaydedilerek kalmıştır.
Kaydedilmeyen ve bugüne kadar ele geçirilemeyen daha nice
eserlerin varolduğunun tahminden çok hakikat olarak kabul
etmek gerekir. Daha bir gerçek şudur ki, her dönemde yeni bir
yazar veya yeni bir eser belirmiştir. Bugün yazarların
kişiliklerini genellikle yazarlar tezkirelerinden öğreniyoruz.
Ama tezkirelere girmeyen oysa değerli eserler veren daha nice
yazarın varolduğunun tanığıyız. Tezkirelerde adı geçmeyen
kimi yazarların eserleri keşfedilip yayınlanmaktadır.
Tezkirelerde Yugoslavya’da doğmuş ve Türkçe eser
bırakmış olan sadece Divan edebiyatı yazarları 151 şunlardır:
Belgradlı 12 yazar: Kamil Paşa, ölümü 1178/1764,
Nasib, ölümü 1117/1705, Naşid, ölümü 1180/1766, Nazim,
ölümü 1107/1727-28, Negami, Nuri, Raif, ölümü 1199/1784-85,
Raşid, ölümü 1227/1812, Said 1140/1721-22, Saida, ölümü
1140/1727, Şehriyar ve Valihi.
Kruşevaçlı (Alacahisar) iki yazar: Adni, ölümü 79/1474
ve Fani 957/1550 yılında Irak ve İran seyahatında bulunmuş;
Yenipazarlı 5 yazar: Arşi, ölümü 988/1580, Hulusi,
Necmi, Vahdeti, ölümü 1007/1598 ve Vali, ölümü 1107/1598;
Novobırdalı yazar: Mesti;
Priştineli 7 yazar: Azmi, Hatifi, Levhi, Mesihi, ölümü
918/1512, Mustafa Çelebi 972/1565 ve Niyazi.
Smederevolu (Semendere) 3 yazar: Cenani, ölümü
1001/1592, Sünni, ölümü 980 980/1572 ve Tariki;
Leskovçalı 1 yazar: Galib, doğumu 1245/1829 – 30.
Ujiçalı 4 yazar: Vuslati, ölümü 1100/1688 – 89, Zikri,
ölümü 1110/1698 ve Küçük Ağa sanıyla tanınan Zikri;
Prizrenli 7 yazar, Aşık Çelebi, ölümü 958/1551, Mümin,
Nehari, ölümü 936/1522, Sa’yi, ölümü 1538 yılından önce,

151
Doç. Dr. Haluk İpekten ve diğerleri: Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı
İsimler Sözlüğü, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1988, Ankara.

132
133
Suzi, ölümü 931/1524 – 25, Sücüdi, ölümü 1538’den önce,
Şem’i, ölümü, 1100/1689 vardır.
Yazarlar tezkirelerine girmeyen daha birçok yazar
vardır. Birçok yazarın eserleri henüz bulunmamıştır. Divan
edebiyatında kalan ve değişik konularda eser veren yazarlar
vardır.
Türk egemenliğinin 1912 yılında bu topraklardan
kalkmasından sonra da Türkçe eser verenler vardır. Ama yine
sözlü halk edebiyatı ağırlık taşımaktadır. Çünkü 1951 yılına
kadar Türkçe eğitim görülen okullar çalışmamaktadır. Türkçe
gazete veya başka bir yayın yoktu. Türkçe bir satır yazı
yayımlayacak basımevi bile yoktu. Türkiye ile ilişkiler kopmuş
durumdaydı. Yazılan eserler elyazması olarak kalıyordu. Bunun
en iyi örneği Haci Ömer Lütfü’nün 152 elyazmalı eserleridir. Bu
yazarın eserlerinin çoğu Kamil Toska ve Mustafa Karahasan
elyazmalarıyla bu güne kadar korunmuştur. Yazar, eserlerinin
değerli olmasına rağmen yayımlama imkânına kavuşamamıştır.
Ancak Üsküp’te yayımlanmakta olan Sosyalist Fecri153
gazetesinde kimi şiirleri yayımlanmıştır. Prizrenli Âşık
Ferki’nin154 Prof. Dr. Nimetullah Hafız tarafından derlenen
eserleri hep elyazma olarak cönklerde veya ayrı ayrı kâğıt
parçalarında yazılı olarak bulunmuştur. Bu dönemde
yazarlarımızın eserlerini yayımlama imkânları olmadığı için
yazmış oldukları eserlerinin çoğu günümüze kadar bilim
dünyasına ve okuyuculara ulaşamamıştır. Birçokların adı bile
günümüze kadar gelememiştir. Oysa mermere işlenen
kitabelerden onlarca yazarın adını tespit etmiş bulunuyoruz.
Kitabelerdeki dizelerden yazarın sadece yaşadığı dönemi tespit
edebiliyoruz. Bu topraklarda edebiyatımızın sekizyüzyıllık bir
dönemi kapsadığını ve bu edebiyatın Balkan Savaşlarından ve
152
Hacı Ömer Lütfi (1870-1928) hayatında 60 kadar yazılı eser vermiştir.
153
Üsküp’te Türkçe ve Sırpça olarak yayımlanıyordu. Ferit Bayram
gazetenin Türkçe yayımını hazırlıyordu.
154
Prof. Dr. Nimetullah Hafız : Aşık Ferki, hayatı ve eserleri, Doğru Yol
KGSD, Esin yayınları, 1986, Prizren.

133
134
Birinci ile İkinci Dünya Savaşlarından sonra gelişen Türk
edebiyatının devamı olduğunu bu topraklarda doğmuş ve eser
vermiş yazarlar göstermektedir. Tüm bu dönem içerisinde edebi
eser yaratmakta veya kopukluk yoktur. Türkiye’de yapılan dil
devrimi bura Türk halkı tarafından kabul edilip evlerde
öğrenilmiştir. Latin harflerle mektuplar, şiirler, masallar, tiyatro
oyunları yazılmıştır. Bu alanda Dr. Durmiş Celina155 öncü
olmuştur. Türkçe yazdığı üç veya dört perdelik oyunları
sahneye uygulanıp Prizren’de halka gösterilmiştir. 1944 yılında
Üsküp’te Latin harfleriyle yayımlanmaya başlayan “Birlik”
gazetesi Yugoslavya topraklarında Türkler’in yaşadığı yerlerde
de okunmaktadır ve gazete sayfalarında Türkler’in yaşadığı
yerlerden muhabirlerin gönderdikleri yazıları yayımlanmaktadır.
1951 yılında Kosova Özerk Bölgesi’nde Türkler’in yaşadığı
kent ve köylerde Türkçe eğitim görülecek okulların açılmasıyla
eğitimini ilkokuldan başlayarak Türkçe yapmış kişiler arasından
edebi eser yaratmakta eğilimli olan yeni yazar kadrosu
belirmiştir. Bu yazarlar kendi eserlerini Üsküp’te yayınlanan
“Birlik” gazetesinde, “Sevinç” ve “Tomurcuk” çocuk
dergilerinde ve Priştine radyosunun Türkçe yayınlarında
yayımlamaya başlamışlardır. Naim Şaban, Nimetullah Hafız,
Süreyya Yusuf kendi yazılarıyla bu gazete ve dergilerde
devamlı olarak yer almışlardır. 1964 yılında Nimetullah
Hafız’ın “Günaydın” şiirler kitabı, 1965 yılında Nüsret Dişo
Ülkü’nün “Diyeceklerim” şiirler kitabı ve Hasan Mercan’ın
“Afacanın Serüvenleri” şiirler kitapları, 1969 yılında Naim
Şaban ‘ın “Düşler“ şiirler kitabı, İskender Muzbeg’in “Kaynak”,
Bayram İbrahim’in “Günçiçeği” şiirler kitapları 1972 yılında

155
Dr. Durmuş Çelina tıp doktoruydu. 1916 yılında Prizren’de doğdu. 1935
yılında Karagöz-Hacıvat hikayelerinin dramatizasyonunu yaparak sahnede
oynamasını sağladı. “Büyük Kapı Kızı”, “Niçin Annem Halamı Sevmiyor”,
“Bir Gizli Anne”, “Kız, Gelin Gülpembe” gibi oyunların yazarı. Tıp alanında
bilimsel çalışmaları ve bilimsel toplantılarda sunduğu bildirileri vardır.
Prizren “Doğru Yol” Türk Kültür ve Güzel Sanatlar derneği’nin fahri başkanı
idi ve 78 yaşında iken 22.07.1994 günü Prizren’de vefat etti.

134
135
Enver Baki’nin “Anahtar” öyküler kitabı ve bu yıla kadar adı
geçen yazarların yeni kitapları Üsküp’te yayınlanmıştır.
1969 yılında Priştine’de “Tan” gazetesinin yayın
hayatına başlamasıyla Sırbistan ve Karadağ Cumhuriyetlerinden
oluşan Yugoslavya topraklarında yaşayan ve Üsküp‘te Türkçe
yayımlanan gazete ve dergilerde yazıları yayımlanan kadronun
bir bölümü yazılarını bu gazete sayfalarında da yayınlamaya
başlamıştır. Tan gazetesi yayın hayatına başlamasından beş yıl
sonra kitap yayımına da başlamıştır. 1974 yılında Süreyya
Yusuf’un “Ali Ağa” öyküler kitabı, Altay Suroy’un “Yaya 73”
şiirler kitabı, İskender Muzbeğ’in “Sevil” öyküler kitabı, Enver
Baki’nin “Mutlu Baba” öyküler kitabı, Bayram İbrahim’in
“Yalnızlık merdiveni” şiirler kitabı, 1975 yılında Hasan
Mercan’ın “Körağa Sokağı” öyküler kitabı, Arif Bozacı’nın
“Barış Kuşu”, 1976 yılında Murtaza Buşra’nın “Sevgilerim”,
1977 yılında Nusret Dişo Ülkü’nün “Tito Koçaklaması” şiir
kitapları, 1978 yılında Şecaettin Koka’nın “Karadüzen” öyküler
kitabı, 1979 yılında Agim Rifat’ın “34 Rubai Daha”, 1980
yılında Zeynel Beksaç’ın “Gurur Duy Sen XX. yüzyıl”, Osman
Baymak’ın “Beş Parmak” şiir kitapları, 1984 yılında Ahmet
İğciler’in “Yüreksiz adam” öyküler kitabı, 1985 yılında Reşit
Hanadan’ın “Duygu Tutsağı” öyküler kitabı, Dr.İrfan
Morına’nın “Priştineli Mesihi” kitabı, 1986 yılında Hayrettin
Volkan’ın “Kanlı Sabahın Baharı” öyküleştirilmiş savaş anıları
kitabı. Fahri Mermer’in, Aziz Serbest’in, Raif Kırkul’un, Suphi
Mazrek’in, Aluş Nuş’un, Bürhan Sahit’in, Alaettin Tahir’in
(Morina) , Özcan Micalar’ın şiir kitapları, Nuhi Mazrek’in
tiyatro oyunları kitabı ve tüm bu yazarların başka eserleri de
kitap olarak yayınlanmıştır. Bunların dışında başka yayın
evlerinde de Fikri Şişko’nun 1980 yılında “Utku” şiirler kitabı,
Mehmet Bütüç’ün “Düşsel Senfoni” şiirler kitabı, 1994 yılında
yayımlanmıştır. Bu güne kadar kitap yayınlamayan ama çok
sayıda eseri gazete ve dergilerde yayımlanan yazarlar da vardır.
Yugoslavya Türk Yazarları sadece şiir, öykü, tiyatro,
deneme gibi eserleri içeren kitapları yayımlamışsalar da öteki

135
136
edebi türlerinde de eserler vermişlerdir. Ne var ki roman, gezi,
günce, mektup gibi edebi türlerde yazılmış yazılar ve
yayınlanan gazete, dergi sayfalarında ve radyo bantlarında
kalmıştır. Burada İskender Muzbeg’in 1972 yılında “Tan”
gazetesinde tefrika edilen “Yanan sevgiler”, Şecaettin Koka’nın
birkaç öykü olarak “Sesler” dergisinin ayrı ayrı sayılarında
yayımlanan “Ali Ağa” ve Hasan Mercan’ın 1975 yılında
“Birlik” gazetesinde tefrika edilen “Taş Yaşar” romanlarını
belirtmek gerekir. Önceden adları zikredilen yazarların birçoğu
Kosova’da ve Makedonya’da, kimileri ise (Nusret Dişo Ülkü,
Hasan Mercan, Osman Baymak, Ethem Baymak, Mehmet
Bütüç gibi) Türkiye’de de birkaç kitap yayımlamışlardır.
Yugoslavya Türk yazarlarının eserlerinden yapılmış seçkiler
Yugoslavya Türk Yazarları başlığı altında kitap olarak eski
Yugoslavya’da Türkçe, Sırpça – Hırvatça, Makedonca ve
Arnavutça yayımlanmıştır. Türkiye’de de Yugoslavya Türk
Yazarlarından seçilmiş eserleri içeren güldesteler, kitap olarak
yayımlanmıştır. Birçok dergide, gazetede çeşitli dillerde
Yugoslavya Türk Yazarları’ndan seçkiler yazarların kişilikleri
ve eserleri hakkında tanıtma yazılar yayınlanmıştır. Yazarların
bir bölümü Yugoslavya’da düzenlenen ulusal ve uluslararası
yazarlar, şairler karşılaşmalarına Yugoslavya Türk yazarı – şairi
olarak, toplantılara konuşmacı olarak bu topraklarda yaratılan
Türk edebiyatını ve yazarlarını temsil etmişlerdir. Türkiye
Yazarlar Birliği’nce ve Türkiye İLESAM Birliği’nce
düzenlenen Türk Dünyası Yazarlar karşılaşmalarına-
kurultaylarına Yugoslavya Türk yazarlarının temsilcileri de
katılmış ve Türk dünyası yazarlar güldestelerinde kendi
eserleriyle yer almışlardır.

*Sırbistan ve Karadağ Cumhuriyetlerinden oluşan


Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne giren topraklar
sözkonusudur.

136
137

Yugoslavya’da Türkçe yaratılan edebi eserler birçok dile


çevrilip yayımlanmıştır.

137
138

PRİZREN DİVAN EDEBİYATI ŞAİRLERİ

Bay, sayı 4-5, Aralık-Ocak 1994-95, Prizren

Tarih boyunca Prizren’de doğmuş, yaşamış ve yaratmış


olan şairler hakkında gereken çalışmalar yapılmamış ve az
yazılmıştır. Şair Suzi Çelebi hakkında yapılan araştırmalar ve
yayımlanan yazılar sırasında Prizren şairleri adlarının
yazılmasıyla yetinilmiştir. Hasan Kaleşi “Gjurmime
Albanologjike” dergisinin 1962/1 sayısında yayımladığı
“Prizren kao kulturni centar za vreme turskog perioda” başlıklı
çalışmasında XVI. yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına kadar
Prizren’de doğmuş, yaşamış ve yaratmış olan kimi şairler
hakkında daha geniş bilgiler getirmektedir. Dr.Mustafa İsen
“Türk Edebiyatı Dergisinin (İstanbul) ocak 1984 yılının 123.
sayısında yayımladığı “Çağdaş Prizren Şairleri” yazısında Aşık
Çelebi’nin (1529 – 1572) ünlü tezkiresi Meşairü’ş-şuara’da
Prizrenli şair Nehari’yi şu karakteristik cümlelerle anlatmaya
başladığını bildirmektedir. Mevlidi Rumilide Prizren’dir.
Kasaba-i Mezkure Rumilinde menbit-i serv-ü semen-i ma’rifet
olan hakden ve menba’i cüy-i nazm u neşir olan gülistan
olmakla meşhur şehr-i şöret ayindür. Rivayet olunur ki
Prizren’de oglan togsa adından mukadem mahlas korlar.
Yenicede togan oglan etmege papa diyecek vakt Farisi söyler.
Priştine’de oglan togsa dividi belinde togar dirler.
Bina’en’ala’zalik Prizren şa’ir menba’ı ve Yenice Farisi ocağı
ve Priştine katib yatagıdur”. Prizren’in şairler kaynağı veya

138
139
beşiği olduğu bugün de görülmektedir. Çünkü Prizren’de şairlik
geleneği bugün de sürmektedir.
Prizren’de şairlerin belirmesine kentte kültür hayatının
gelişmiş olması etki etmiştir. Çünkü 1513 yılında onaylanan
Suzi Çelebi Vakıfnamesi Suzi Çelebi’nin eğitmen olarak
çalıştığı bir okul açtığını, kütüphane kurduğunu, XV. yüzyılda
Mehmed Paşa’nın Prizren’de Medrese ve kütüphane kurduğunu,
Mevla’na müderris Ali Efendi’nin 1581 yılında bir medrese
kurduğunu, Mahmut Paşa’nın ve Yavuz Mehmet efendinin birer
medrese kurduklarını ve birçok mektebin çalıştığını
bilgilendiriyor. Bu medrese ve mektep binalarının kimileri
bugün de ayakta duruyorlar. Kentte 23 caminin, 2 mescidin, 4
medresenin, 15 türbenin, 21 okulun varolması, 15 Ağustos 1871
-1974 yılları arasında “Prizren” gazetesinin yayımlanması ve
kentte Sinani, Kadiri, Rufai, Halveti, Sa’di ve Melami
tekkelerinin156 birer kültür ocağı olarak da etkinlik göstermesi
şairlerin yetişmesini teşvik etmiştir. 1988 yılında Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları (Türkiye – Ankara) arasında Doç.
Dr. Haluk İpekten, Doç. Dr. Mustafa İsen, Doç. Dr. Recep
Toparlı, Doç. Dr. Naci Okçu ve Yrd. Doç Dr. Turgut Karabey
tarafınca hazırlanmış Tezkirelere göre divan edebiyatı isimler
sözlüğü kitap olarak yayımlandıktan sonra Prizren şairleri
hakkında bilgi edinme olanakları sağlanmıştır. Bu isimler
sözlüğünde yer alan Prizrenli şairler şunlardır:
1.AŞIK ÇELEBİ (1529 – 1572) Atai’ye göre
Prizrenli’dir. Asıl adı Pir Mehmet’tir. Babası Ali (ö.1535)
I.Selim zamanında İnegöl kadısı oldu, çok iyi Farsça bilen ve
muamma çözmede ustaydı. İyi müfretleri vardır. Âşık Çelebide
babasının izinden giderek Ebusuud’un fetva eminliğini yaptı.
Daha sonra Silivri, Priştine, Serfiçi ve Narda’ya kadı oldu.
Sonra Alaiyye’ye atandı. Bu görevinden memnun olmayıp
Kanuninin ünlü gazelini tanzim edince Niğbolu’ya kadı oldu
azledildi. II. Selim, Belgrad’tan İsanbul’a gelirken “Lamiyye”

156
1874 yılının Prizren salnamesi

139
140
bir gazel sunup Kratova kadılığını aldı. Üsküp’te öldü. Üsküp’te
türbesi Kadı sözcüğünden “Gazi baba” olarak söylendi. 1963
yılında olagelen depremde türbesi yıkıldı ama bulunduğu yer
Gazi baba olarak kaldı ve Üsküp’ün en büyük bir belediyesi
oldu.
Aşık Çelebi’nin “Sigetvar-name”, “Mecmua-i Sükük”, “Hadis-i
Erbain”, “Ravzatüş-şüheda”, “Şakayik çevirisi”, “Meşairü-ş
şu’ara” ve “Divanı” vardır.
2.BAHARİ (ö.958-1551). Asıl adı Ali’dir. Latifi’ye göre
Prizren’de doğdu. Seydi Çelebi’den mülâzım oldu. Edirne ve
Karaferye’de müderrislik yaptıktan sonra bazı ileri gelenlerin
çocuklarına hocalık, ardından da kadılık yaptı. Önceleri Kemali,
daha sonra Bahari mahlasını kullandı. Edirne’de öldü.
Tarih düşürmede ustaydı. “Yusuf u Züleyha”sı ve
“Divan”ı vardır.
3.MÜMİN. Prizren’de doğdu. Asıl adı Abülmümindir.
Nehari’nin oğludur. Sa’di Çelebi’den ders aldı. Sonra sarayda
baltacılar hocası oldu. Emekliye ayrılarak inzivaya çekildi.
“Safur-name”, “Erkânı Hamse-i İslamiye” ve “Divan”ı
vardır.
4.NEHARİ. (ö 929/1522) Prizren’de doğdu. Sayî’nin
kardeşidir. Öğrenim gördü. Bir süre sonra kasabasında inzivaya
çekildi.
Güzel şiirleri vardır.
5.SA’Yİ. (ö. 1538 önce) Prizren’de doğdu, öğrenimini
tamamladıktan sonra beklediği ilgiyi göremeyince Prizren’de
uzlete çekildi. Bir gazelinin dönemin padişahı II. Beyazid
tarafından beğenilmesi üzerine saraya davet edilerek gılman
hocası tayin edildi. Sa’yi Nehari’nin kardeşidir. Yavuz dönemi
sonunda, Latifi’ye göre Kanuni devri başında öldü.
Şiir ve inşasıyla tanındı. Camilerde okunan bir tarifatı ve
gemicilik ıstılahı ile ilgili bir kasidesi meşhurdur.
6. SUZİ. (ö.931/1524-25) Üsküp yakınındaki Prizren
kasabasında doğdu. Öğrenim gördükten sonra görev almadı.
Mihal oğullarından Ali ve Mehmet Bey’lerin hizmetinde

140
141
bulundu. Nakşibendî tarikatına girdi. Bir ara kadılık yaptı.
Yavuz Sultan Selim dönemi şairlerindendir.
Şiirleri lirik ve temizdir. Mihal oğlu Ali Bey’in Bosna
uçlarındaki gazalarını nazmetti. Bu mesnevisi 15.000 beyittir.
7.SÜCÜDİ. (ö.1538’den önce) Prizren’de doğdu. Çok
içki içmesinden dolayı kendisine sucu iti derlerdi. Piri Paşa ve
Taci – zade Cafer Çelebi murebbalarındandır. Divan katibi ve
sonra bölük silahtar katibi olmuştur. Bu görevde iken öldü.
İshak Çelebi’nin Sultan Beyazid devri tarihini, Sultan
Selim’in Arap ve Acem fethini yazarak zeyil etti. Revani ile
karşılıklı hicivleri vardır. Şiirleri sadedir. Nazireleri vardır.
8.ŞEMİ. (ö. 936/1529) Prizrende doğdu. Vezir Piri
Paşa’dan yardım gördü. Mevlevi tarikatına girdi. İstanbul’da
şeyh Vefa Tekkesine yerleşti. Burada öldü. Kanuni dönemi
şairlerindendir.
Mesneviye şerh yazdı. Divanı vardır.
9.TECELLİ: (ö. 1100 – 1689), Prizrende doğdu. Asıl adı
Zülfikar’dır. Öğrenimini tamamlayıp kâtip oldu. Tekirdağlı
Mustafa Paşa’ya nedimlik ve kâtiplik yaptı. Daha sonra
muhasebeciliğine yükseldi. Ordu ile Sofya yakınlarında
bulunuyorken öldü. Ölümü Safayi ve Salim’de l110-1688-89,
Beliğ’de 1107 – 1695 olarak kayıtlıdır.
Divanı vardır.
Hasan Kaleşi’nin “Prizren kao kulturni centar za vreme
turskog perioda” başlıklı çalışmasında şu şair ve yazarların da
adları geçmektedir.
10. Mevlana Müderis Ali Efendi. Bu adı taşıyan ve 1581
yılında kurulan caminin avlusunda bugün de türbesi korunan
Mevlana Müderis Ali efendinin Baydavi’nin Kur’an tefsirini
yorumladığını Mehmet Tahir “Menkibe” sinde bildirmektedir.
Prizren’de bir medrese kurduğu ve medresede müderris olduğu
bilinmektedir.
11.MEHMET TAHİR – Emin Paşa Medresesinde
müderris idi, 1874 yılında Prizren sancağının müftüsü olarak bir
vakıfname tanziminde ve Prizren salnamesinde adı geçmektedir.

141
142
Oğlu Muhammed Emin (geçlerde Koca Müftü olarak geçer)
Meclis-i Mebusan’da milletvekili idi.
Birçok bölümden oluşan “Menakıb” olarak adlandırdığı
bu bölümler Prizren, Prizren’deki eserler ve kişiler hakkında
bilgiler getirmektedir.
12.SÜLEYMAN EFENDİ ACİZE BABA. (1537-1652)
Sa’di tarikatının Rumeli’de kurucusu ve yayıcısıdır. Önce 1582
yılında Yakova’da bir Sa’di tekkesi kurmuştur, sonra Prizren’de
Maraş mahallesinde halkın Hisar tekkesi olarak adlandırdığı
Sa’di tekkesini 1608 yılında tesis etmiştir.
Şair olduğu ve bir divanının bulunduğu bilinmektedir.
13.HACİ ÖMER LÜTFİ. 15 Ocak 1871 yılında
Prizren’de doğdu ve 1929 yılında doğum kentinde öldü.
İptidaiyi ve rüşdiyeyi Prizren’de okudu. 1887 yılında
İstanbul’da Fatih medresesine kaydını yaptı. 1901 yılında
Kahire ‘de Al Azhar üniversitesine kaydını yaptı. 8.03.1905
yılında Prizren’e döndü. Melami tekkesi şeyhi oldu.
“Divan”ı, “Tevhid-i bari”, “İrşad-i talip”, “Ashab-i Bedr”,
“Diyau l-usna”, “Mevizalar” vs. eserleri vardır.
Prof. Dr. Nimetullah Hafız Prizren’de doğmuş, yaratmış
ve vefat etmiş olan bir aşığı tespit edip, eserlerini derlemiş,
hayatı ve kişiliği ile ilgili bilgiler toplayıp “Aşık Ferki hayatı ve
eserleri” başlığı altında Prizren “Doğru Yol” KGSD “Esin”
dergisi yayınları arasında 1986 yılında bir kitap yayımlamıştır.
14.ÂŞIK FERKİ 1867 yılında Prizren’de doğdu. Öz adı
İbrahim soyadı sipahidir. Babası Sadullah Sipahidir. Güzel şiir
söyleme kabiliyeti kendini gurbete vurmasına neden oldu.
Destanlar söyledi, 1908 yılında Prizren’de öldü.

142
143

Priştine’de Milli Kütüphane’de bulunan Süleyman Efendi Acize


Baba (1537-1652) divanının elyazması.

143
144

PRİZREN KİTABELERİNDE YAŞAYAN


BİLİNMEYEN ŞAİRLER

Bay, Sayı 30, Mayıs 1998, Prizren

Kamu yararına kurulan binaların hayrat sahibi olan


kurucusu veya tamirini üstlenen hayırsever ve kuruluş tarihi
hakkında bilgi edinmek isteyenler genellikle binanın giriş kapısı
üzerinde mermer üzerinde çeşitli teknikle işlenmiş kitabelere
başvurmaktadırlar. Bu bilgiler genellikle Osmanlı-Türk
döneminde kurulmuş olan binalarda bulunmaktadır. Günümüze
kadar kalan bu tür binaların sayısı az olsa bile geçmiş dönemin
kültür anlayışının ne denli olduğunu göstermekte yeterlidir.

Cuma Cami’nin revak duvarına yazılmış mısra

Bugüne kadar kalan kamu yararına kurulmuş binalardan


en çok camiler, medreseler, tekkeler, mektepler, çeşmeler,
hamamlar, hükümet binaları, saat kuleler, taş köprüleri
korunmuştur. Tüm bu binaların belirgin bir yerinde, genellikle
ön cephesinde kurucusu, kuruluş tarihi hakkında bilgiler içeren
kitabeleri vardır. Günümüze kadar kalan bu eserlerin bugün de
birçoğunda bu kitabeler mevcuttur. Bu tür binalardan başka
türbelerde baş ve ayak taşları kitabeli olan mezar taşları da

144
145
bulunmaktadır. Bu kitabeler sayesinde mezarın kime ait olduğu,
merhumun doğum ve ölüm tarihi gibi bilgilere sahip
olmaktayız. Bu bilgiler dışında kitabeyi yazan şairin adı da çok
kez belirtilmiştir. Kitabelerin çoğu nazım türünde bir veya
birkaç dizeden, bir veya birkaç dörtlükten oluşmuştur. Bu
dizeler hece vezinli ve uyaklıdır. Kitabeler sayesiyle biz bu
eserlerin kurulup hizmete verildikleri tarihte yaşamış ama henüz
kimlikleri bilinmeyen şairlerle de tanışıyoruz.
Prizren’de ve çevresinde günümüze kadar ayakta duran
Türk dönemi mimari eserlerin çoğu bugün de hizmet verdiyse
de birçoğunun kitabesi korunamamış ama kitabenin takılı
bulunduğu yerler bellidir. Varolan kitabelerin ve bugün mevcut
olmayan ama zamanında çeşitli bilim adamının görüp çalışma
konusu olan kitabelerin şairlerini tespit ederek bu yörelerde
doğmuş, yaşayıp yaratmış olan bildiğimiz şairlerden başka
bilmediğimiz şairler hakkında da ipuçları elde edebiliriz.

ŞAİR ŞEYH ALİ, Hicri 981 Miladi 1573-74 yılında


inşaatı tamamlanmış olan Gazi Mehmed Paşa camiinin giriş
kapısı üzerinde duran 40x40 sm boyutunda mermere işlenmiş
iki sütunda sekiz dizeli kitabenin şairidir. Şairin 1573-74
yıllarında yaşadığı ve kentin o dönemde en büyük en güzel
camisi olan Gazi Mehmed Paşa camiine düşürdüğü bu tarihin
kitabe olması zamanın ünlü şairlerinden olduğunun bir kanıtıdır.
Prizren’de Sinani tarikatına mensup, Ümmi Sinan’dan ( Bursalı
Mehmed Tahir Efendiye göre doğum yeri Prizren’dir ve 958-
1551 de Istanbul’da vefat etmiştir) icazet almış ve Terzi Memi
mahallesinde, Sarayboğazında tekke kurmuş bir Şeyh Ali vardır
ki bugün de mezarı tekke haziresinde mevcuttur. Şeyh Ali’nin
şair olduğu, keramet sahibi olduğu bilinmektedir. Onun kurduğu
Sinani tekkesi, duasının kabul olmasıyla meleklerin bir gecede
kazdıkları su kuyusu-pınar da Malkoç Baba, Çulli Dede ve
Horoz Baba ‘nın yattığı türbe yanında bugün de mevcuttur ve
ahali genellikle doğum yapamayan kadınların şifa bulması için
suyundan içmektedirler.

145
146
Şeyh Ali’nin düşürdüğü tarih şöyledir:

Yine Paşayı Mehemmed Gazi


İtdi bir Cami’-i şerif ihya

Yapmadı anı şöhret-i afet içün


Eyledi belki Hakk içün mahza

Şehr-i Zer’in cami’-i simin


Kıldı bu şehri cennetü’l-me’va

Şeyh ‘ Ali kasd idüp didi tarih


Ceddedallahu Ka’betü’l-fukara.

ŞAİR SA’Dİ

1747 yılında yaşadığı belli olan Sa’di bilinmeyen bir


şairin mahlasıdır. Mahlasına göre Prizren’de Sa’di tarikatının
kurucusu ve şeyhi yayıcısı olan Acizi Süleyman Efendinin
ölümüne sunulmuş bir ağıt olan bu kitabeye göre şairin saadete,
uğura mensup anlamına gelen “Sa’di” mahlasını aldığı tahmin
edilebilir. 35 x 35 sm. boyutunda bir levha olan kitabe iki sütun

146
147
olarak yazılmış dokuz çift dizelidir. Birinci, ikinci ve üçüncü
dizeler kafiyelidir. Şairin adı sondan bir önceki
“Reşha-i kilküm mücevher düşdü tarih Sa’diya”

dizesinde geçmektedir. Şair Acizi Süleyman Efendiyi yakından


tanıdığı kitabe olan ağıttan bellidir. Kitabe Hicri 1160 yılında
yazıldığına göre şair Sa’di’nin bu yılda yani Miladi 1747 yılında
yaşadığı bellidir. Tezkirelerde Prizren’de bulunan bu kitabenin
şiirini yazan şair Sa’di hakkında söz edilmiyor.

ŞAİR RAGIB, 1223/ 1808

Hicri 1223 Miladi 1808 yıllarında yaşamış bir şairdir


Ragıb. İstekli, isteyen, rağbet eden anlamında olan Ragıb şairin
Prizren’de Çuhacı Mahmud camiinin giriş kapısı üzerinde duran
68,5 x 43 sm. Boyutunda mermer kitabe metninin yazarıdır. Üç
sütun olarak yedi çift dizeden oluşan metnin, ilk birinci ve ikinci
dize ve devamda ikinci dizeler “a” ünlüsüyle bitip ikinci dizeler
birbirine kafiyelidir. Caminin kuruluş ve tamirine ait bir tarihtir.
Tarihin müellifi sondan bir önceki dizede şöyle belirtilmiştir:

147
148

“Didi çün nazmı ile Ragıb tarih”

ŞAİR NURİ 1231 / 1816

Prizren Saat Kulesi’nin, Kaledeki Mahmud Paşa


camiinin ve Mamuşa köyünde çeşme kitabelerinin metin
yazarıdır şair Nuri. Kaledeki Saat Kule kitabesi 14 dizelidir.
Mahmud Paşa Camii kitabesi 67,5 x 53,5 sm. Boyutunda
mermer üzerine yazılmış on dizelidir. İki bile kitabe metninin
ilk iki dizesi kafiyelidir, devamda ikinci dizeler birbirine
kafiyelidirler. Birinci kitabe Mahmud Paşa’nın Belgrat ve
Semendire savaşlarında aldığı ganimetlerden olan saati
Prizren’deki saat kuleye taktığını, ikinci kitabe Mahmud
Paşa'’ın Kale içinde kurduğu camiye aittir. Metinlerini şair Nuri
tarafınca yazıldığı kitabelerin son dizeden bir önceki dizede
şöyle belirtilmiştir;

148
149

1. kitabede: “Şükür bir eşref-ı sa’at bulup Nuri dedi tarih”

Prizren kalesinde saat kule kitabe metni

149
150

2. kitabede: “Bir gelmegile hoş tekmil olmiş görünce Nuri


söyledi tarih”

Mamuşa’da Kamber Bey Camii avlusunda Mahmut Paşa’nın


yaptırdığı çeşme kitabesi iki sütünlü ve on dizelidir.

Mamuşa’da Mahmud paşa Çeşme kitabesi


Nuri’nin Mahmut Paşa’nın sevdiği ve takdir ettiği bir
şair olduğu bellidir. Bu yüzden Mahmut Paşa’nın yaptırdığı
veya onardığı mimari eserlere takılan mermer kitabelerin
metinlerini şair Nuri yazmıştır. Mahmud Paşa Prizren
sancağının en büyük idare amiri – mutasarrıfı olmuş, Sofya ve
Niş valiliklerinde bulunmuştur. Kitabe metinlerinden anlaşılıyor
ki şair Nuri Mahmut Paşa’nın yanında bulunmuş, kâtipliğini
yaparak Belgrat ve Semendire savaşlarına katılmış. Tezkirelerde
bu dönemde Nuri adında yaşamış bir şaire rastlanmıyor.

ŞAİR HIFZİ, 1311 / 1893 – 94

150
151

“Bani-i evvel Katib Sinan’a


Ola beşaret ruh-i hümama

Ban-i sani ehl-i hamiyyet


Oldu muvaffak cidd-i hitama

De Hıfzıyâ bir tarih-i ziba


Ma’bed-i feyz bu ali mekama”

diyen şairin bu şiiri Prizren’de Katib Sinan Çelebi camiinin


1311 /1893-4 tarihinde yapılan tamirine ait olan kitabeye
düşürdüğü tarihtir. Caminin iç kapısının üstünde bulunan 55 x
40 sm. boyutundaki iki sütunlu altı dizeli mermer kitabenin
dizeleri on hecelidir, birinci ve ikinci dize kafiyeli iken,
dördüncü, beşinci ve altıncı dize de birinci ve ikinci dizeye
kafiyelidir.
Bu kitabeden şair Hıfzi’nin 1893-94 yıllarında yaşadığı
bellidir.

ŞAİR VEHBİ, 1315 / 1897-98

Melami tekkesinde 47 x 40 sm. boyutunda kağıt


üzerinde yazılmış iki sütun halinde yedi çift dizeli Şeyh Hulusi
Efendi levhasının son dizesinde bu tarihi Vehbi adında şairin
yazdığı belirtilmiştir. Kitabedeki yazı Şeyh Hulusi Efendiye
ağıttır. 5 heceli ve a a, b b olarak kafiyelidir. Şiir 1315 / 1897-
98 yılında yazıldığına göre şair bu yılda yaşamıştır . Şiir anlayışı
yüksek olduğu levhanın ilk dizelerinden de görülüyor:

151
152

“Sırr-ı akdem, hadisata zahir oldu bir zeman


Feyz-i nur ile uyandı çeşm-i kalb-i aşıkan”

Bu şairlerden başka kimlikleri bilinen Mehmed Tahir


Efendinin Emin Paşa Medresesi, Cuma Camii kitabe
metinlerinin, Hacı Ömer Lütfi’nin Şey Hacı Seyfedin Efendi ve
Terzi Memi camiinin tamirine ait olan kitabe metinlerinin yazarı
oldukları bilinmektedir.

ŞAİR TAHİR
Emin Paşa camiinin avlusunda aynı adlı medrese binası
bulunmaktadır. Binanın kıbleye bakan duvarında 67x55 sm.
büyüklüğünde bir mermer kitabe vardır. İki sütünlü ve 12 dizeli
olan bu kitabe metninin yazarı şair Tahir’dir. Şair bu tarihi
düşürdüğünü sondan bir önceki dizede belirtmiştir.

152
153

Kitabelerde korunan şairlerin metinleri şimdilik şairlerin


kimlikleri hakkında hemen de hiç bilgi vermiyorlar, ama belli
bir dönemde yaşadıklarını, şair anlayışlarının ne denli olduğunu
öğrenmemize ipucu vermektedirler. Aynı isimde, mahlas da
metin müeliflerine Prizren çevresinde ve başka yerleşim
yerlerindeki kitabelerde de rastlanmaktadır ki bu metinlerin
derlenmesiyle şimdilik kimliklerini bilmediğimiz bu şairler
hakkında bilgilerimiz artacaktır.

153
154

PRİZREN DİVAN EDEBİYATI YAZARLARINI


NASIL YAŞATMALIYIZ.
Bay, sayı 6-7, Şubat-Mart 1995, Prizren

Prizren’e ait olan ilk Türkçe evrak 1513 yılında yetkili


makamlarca kaydedilip onaylanan Prizren’li Şair Suzi’nin
vakıfnamesidir. Bunu 1538 yılında onaylanan Kukli Bey
vakıfnamesi izlemektedir. O dönemlerde Prizren’de yaşayan
birçok yazar vardır. Camilerde çalışan imamların, müezzinlerin
hatiplerin, muallimlerin (öğretmen) adları bu vakıfnamelerde
ispat olarak geçmektedir. Türkçe, Arapça ve Farsça kitapların
bulunduğu kütüphane çalışmaktadır. Türkçe eğitim görülen
mektepler (okullar) vardır. Kentin önemli bir kültür ve yönetim
merkezi olduğunu 1555 yılından itibaren ta 1912 yılına kadar
Sancakbeyliği, 1871 – 1874 yılları arasında ise vilayet merkezi
olması, yabancı ülkelerin konsolosluklarının bulunması ve
kentte 22 hattat dükkânının, daha geçlerde matbaanın kurulması
ve bu matbaada gazete ile kitapların yayınlanması
kanıtlamaktadır. Tüm bu kuruluşlar etkinliklerini kültürlü,
eğitimli ve bilgili kadro kurabilmiş ve yaşatabilmiştir. Bu kadro
arasında en önemli görevi yazarlar görmüştür.
Bugün sadece ansiklopedilerde ve tezkirelerde
(Yazarların isimler sözlükleri) adlarına rastladığımız Prizrenli
yazarları kendimize biraz daha yakın etmek için onların bir
zamanlarda bu topraklarda bu halk arasında yaşayıp artlarına
bıraktıkları taşınmaz eserleri korumalıyız, yazılı eserlerin geniş
okuyucu kitlesine ulaşmasına olanak yaratmalıyız. Bu işler bir
kuruluş tarafından yapılacak tasarılara göre en düzenli ve

154
155
örgütlü yapılabilir. Bizde henüz böyle bir kuruluş olmadığından
dolayı bu işleri kültür ve edebiyat eserlerine ilgi gösteren
uzmanlardan oluşacak gruplar yapılmalıdır. Korunmasını ve
yaşatılmasını istediğimiz tüm eserlerin en az yüzyıllık bir tarihi
dönemi vardır. Ama bugün de tümü Kültür anıtları koruma
kurumunun koruması altına alınmamıştır, kimilerinin sadece
ayrıcalı kültür değerinden olduğu kaydedilmiştir.
Sayısı yirmiyi bulan Prizren divan edebiyatı yazarlarını
yaşatmak için devlet tarafından veya devlet dışı bir kuruluştan
girişim bile yapılmamıştır. Bu yüzden bu görev bizlere düşüyor.
Bir işi başarılı yapmak için neler yapılmalıdır. İşte buna yanıt
vermekten çok çözüm getirmeye yararlı olabilecek
önerilerimden birkaçı.
-Prizren’de yaşamış ve yaratmış olan divan edebiyatı
yazarlarının listesi yapılmalı,
-Bu yazarların inşa ettikleri mescit, cami, tekke,
kütüphane, köprü, su arkı, çeşme ve diğer binaları tespit edilip
listesi yapılmalı, bu binaların fotoğrafı çekilmeli, son
durumunun planı çizilmeli.
-Yazarların kabirleri tespit edilmeli ve kaydedilmeli.
-Eserlerin bulunduğu kütüphane, arşiv ve koleksiyon
sahipleri tespit edilmeli ve eserlerin fotokopileri temin edilmeli.
Bu işleri yapacak tarih, edebiyat, sanat uzmanları,
araştırmacılar ve bu konu için ilgi gösterenler tarafından Yazılı
kültür mirasımızı koruma ve yaşatmak görevini üstlenecek bir
kurul kurulmalıdır. Bu kurul vatandaşlar derneği olarak bir
kuruluş olabilir veya varolan kurum ve kuruluşların ayrı bir
kurulu olarak çalışabilir. Türk dili ve kültürüyle ilgili olan
kuruluşlardan Priştine Üniversitesinin Türk dili ve edebiyat
kürsüsü, “Çevren” bilim ve kültür dergisi, “Bay” kültür ve sanat
dergisi veya bunlara benzeyen başka bir kuruluş dâhilinde bu tür
uzmanlar kurulu kurulup çalışabilir. Belirttiğimiz çalışmalar
yapıldıktan sonra yapılacak olan çalışma gündemine ve kabul
edilecek tasarılara göre öğretim uzmanlarının
değerlendirmelerine göre yazarların hayatları, kişilikleri ve

155
156
eserlerinin Türkçe eğitim görülen sınıflarda okutulması için
öğrenim plan ve programına alınması için Eğitim bakanlığına
başvurulmalı. Bunun gerçekleşmesi büyük bir gereksinmedir.
Çünkü kendi kültürünü, edebiyatını tanımayan bir vatandaş
sağlıksız yetişir. Kendini bilen kişi çevresine yararlı olur.
Kendimizden olan yazarları yaşatarak, onların verdikleri emek
sonucu, yarattıkları eserlerini güncelleştirerek dörtyüzyıl
önceleri kullanılmış Türkçe’nin güzelliklerini, düşünce
zenginliklerini tanımış oluruz. Yazarlar hakkında yazılar
yayınlayıp genç neslin bu dönem yazarlarını daha iyi tanımasına
olanaklar yaratmış oluruz.
Bu şair ve yazarların ve birçok yazılı belgelerde adları
geçen Markılıç Süleyman Efendi, Muhammed Nur Arabi (Arap
hoca), Prizrenli Abdurrahman efendi, Şefki Sudanlı, Şeyh Ali,
Sa’di, Ragıp, Nuri, Vehbi gibi şairlerin hayatları ve eserleri
hakkında yeni bilgiler elde etmek için çalışmalar
sürdürülmelidir. Tüm bu şair ve yazarlar hakkında elde edilen
bilgileri ve eserlerini içerecek bir kitap yayımlamak için
imkânlar sağlanmalıdır.

Medh-i Prizren157

Ey gönül kanceru saldın şehsüvârı Pizren’in


Bendesin kıldı esîr ol zülf-i yâri Pizren’in
Gül açılsa bülbüle zar eylemek aceb değil
Salubdur gonce miyânın rüzgârı Pizren’in

Serde sevda çü ezelden takdir eylemiş Celil


Talib-i didar kamusi aşkı edinmiş delîl
Kudret ile çay u ırmaklar dökülmüş selsebîl
Hubların mekâniyle güler Hisar’ı Pizren’in

157
Üsküp Halk ve Üniversite Kütüphanesi, Yazma No.2153, 6 b (anonim bir
şair tarafından yazılmış bu şiiri Dr. Hamdi Hasan “Çevren” dergisinde
yayımlamıştır.

156
157

Lutfi ile nazar eder metûniye dil-dâreler


İsm-i Mevlâ dilde tevhîd virdiler aşkareler
Cem olurmuş anda bekar nev-cüvana yâreler
Dilde medhi söylenür kırklar bunarı Pizren’in

Prizren

157
158

PRİŞTİNE DİVAN ŞAİRLERİ

Bay, sayı 17, Ocak-Şubat 1996, Prizren

1529 – 1572 yılları arasında yaşamış olan Prizrenli Aşık


Çelebi “Meşa’irü’-şuara” tezkiresinde Prizrenli şair Nehari’den
söz ederken şu rivayeti getirmektedir: “Rivayet olunur ki...
Priştine’de oglan dogsa dividi belinde togar dirler. Bina’en’ala-
zalik... Priştine katib yatagidur.” Âşık Çelebi tezkiresinde
Priştineli altı divan şairinden söz etmektedir ve birinin
Priştine’de kadılık yaptığını bildirmektedir. Aşık Çelebi 1572

158
159
yılında Üsküp’te vefat ettiği için bu şairlerin o dönemlerinde
yaşadıkları kesindir. Zaten o dönemlerde Priştine’de şairlerin
belirmesi için olanaklar vardı. Bir Roma kasabası olan Priştine
M.Ö. 168 yılında Makedonya seferi sonunda Via Agnatia’nın
açılması üzerine, bir konaklama yeri olarak “Vicianum” adıyla
kuruldu. IX yüzyılda Türk asıllı Bulgarların istilasına uğradı ve
bu tarihte adı Priştine’ye çevrildi. 1389 Kosova Meydan
Savaşından sonra Priştine Osmanlı Devleti’ne tabi durumuna
gelerek Sırp Krallığına bırakıldı. Yıldırım Bayezid 1390 yılında
Priştine’yi kayın biraderi Stefan Lazareviç yönetimine terk etti.
Priştine II. Murad tarafından kesin olarak Osmanlı yönetimine
bağlanarak Rumeli Beylerbeyliği’ni oluşturan sancaklardan biri
oldu. II. Mahmud zamanında Rumeli Beylerbeyliği’nin
parçalanmasından sonra kurulan beş yeni eyaletten biri olan
Kosova eyaletinin merkezi oldu. Vilayet basımevi kurulunca
(1877-1888) “Kosova” gazetesi de yayımlanmaya başlamıştır.
1877 yılından ta 1888 yılına kadar Kosova gazetesinin 550
sayısı yayımlanmıştır. Bu durum Priştine’nin bir kültür merkezi
olduğunu göstermektedir. Kentin böyle bir hürriyete sahip
olduğunu kentte bulunan tarihi değeri olan 1 camiinin, 3
medresesi, 2 tekkenin, 2 hanın, 1 saat kulesinin bulunması
kanıtlamaktadır. Bu geleneklere dayanarak Priştine bugün de
Kosova özerk bölgesinin merkezidir ve Türkçe yayın yapan
bölge radyosu, televizyonu, “Tan” gazetesi, “Çevren”, “Çığ” ve
“Kuş” dergileri ve bunların Türkçe eğitimin yapıldığı sekizyıllık
okul ve Türkçe öğretim görülen sınıfların bulunduğu lise ve
Felsefe fakültesinde Türkoloji bölümü vardır. Priştine’nin
şairler geleneğini bugün Murtaza Buşra, Enver Baki, Kadri
Kahaya ve Priştine’de çalışıp yaşayan daha birçok şair
sürdürmektedir.
Priştine’de doğmuş ve 1868 yılından önce yaşayıp
yaratmış olan şu şairler hakkında tezkirelerde bilgi verilmiştir.
MUSTAFA ÇELEBİ
Sultan Süleyman devri şairlerindendir. 60/1552-53
yılında defterdar oldu. Bu görevde iken 972/1565 yılında öldü.

159
160
Defter hane-i Hakani’de uzun bir süre kâtiplik yaptı. Yazdığı
eserlerinde adını mahlas olarak kullandı. “Mihrü Vefa” adlı bir
mesnevisi vardır.
Bu eserinden birçok beyitleri hakkından söz eden
tezkirelerde yayımlandı. “Künhül’l-Ahbar” tezkiresinde şu
beyitleri yayımlanmıştır.
Virür ruy-ı sıyahum vechine nur
Çıkar Hindüstandan Ruma kafur
Döndürüp çub-ı huşka dest ü payum
Atıldı okum u yasıldı yayum
Vücudum nahlini şeyb eyledi pest
Hayatum çeşme –sarından yudum mest
Tülek-hane durur bu dar-ı âlem
Döker bal ü perin içinde adem
Toğan turmaz içinde bu cihandur
Niçe yavrı uçurmuş aşıyandur.

Aktarılan diğer beyitler de şunlardır:


Şarab olmayacak bağı n’iderler
Erenler odsuz ocağı n’iderler
Şarab olmasa külhandur bu gülşen
Hemen hod zühre müstagrak nişimen
Eğer meyden gına virseydi lale
Tehi’ arz itmek olmazdı piyale

AZMİ
Asıl adı Mustafa’dır. Sürmeli kadın lakabıyla
tanınmıştır. Priştineli şair Nuhi ve Levhi’nin kardeşidir. Şehzade
Sultan Mehmet’e Manisa’da mutfak kâtipliği yaptı. Onun ölümü
üzerine İstanbul’a döndü. Defterdar kalemine girdi. Esrar Dede
Mevlevî olduğunu söyler. Aklı dengesini kaybettiği için emekli
edildi. Ölünceye kadar İsfendiyarlı Mustafa Paşa’nın
himayesinde kaldı.

LEVHİ

160
161
Şair Azmi ve Nuhi’nin kardeşidir. Öğrenimini
tamamlayıp Malûl Emirden mülâzım olduktan sonra tasavvufa
yöneldi. Merkez Efendi’ye bağlandı.

NUHİ
Şair Azmi’nin ve Levhi’nin kardeşidir. İstanbul’a gelip
bazı emirlerle, vezirlerin hizmetinde bulundu. Hazinedar başı
Davut Paşa’nın yardımı ile divan kâtibi oldu. Sultan
Süleyman’ın iltifatını kazandı. Şehzade Sultan Mehmet sancağa
çıkınca kendisine sır kâtibi yaptı. Ölümünden sonra İstanbul’a
gelip divan kâtibi oldu. Esrar ve afyona tutkundu. Az zamanda
bir mertebeye vardı ki kaşınmaktan yazı yazmağa eli değmezdi.
Kanuni’nin Van seferi sırasında
Senün çak Nuh denlü’ömrün olsun
İsterüm Hakdan
Benüm fülk-i vücüdum ruzgari geldi
Yaprakdan
Beytini okuyup dostlarından

Vedalaşarak can verdiğini Künhül’l-


Ahbar tezkiresinde yazmaktadır.
Şairden alınan başka iki beyit şöyledir:
Saf dil gelip meclis-i rindana safa
Agzı suyın akıdurmuş leb-i canana safa
Suya konmuş göle deheni dil-darun
İçmege su viricek ol şeh-i hubana safa

HATİFİ
Meşairü’ş Şuara’nın yazıldığı 1568 yılında şiir yazmaya
heveslenen bir genç şairdir. Prizrenli Aşık Çelebi’den başka bir
tezkire yazarı hakkından söz etmemiştir.

MESİHİ
1470-1512 yılları arasında yaşamıştır. Asıl adı Mesih
veya İsa’dır. İstanbul’da ilahiyat okumuştur. Güzel yazısıyla

161
162
tanıdı ve vezir Hadım Ali Paşa’nın divanında katıp olmuştur.
Paşa’nın öldürüldüğü 1511 yılına kadar bu görevde kaldı.
Öldürülen Paşa için bir ağıt yazdı. Sonra Yunus Paşa tarafından
himaye gördü ve bu yolla Bosna’da kendisine bir tımar verildi.
Bosna’da 1512 yılında öldü.
Mesihi, rind yaratılışlı, kendisine has tavırlı olan bir
şairdir. Türk şiirine yenilik getirdi. Divanı o döneme kadar Türk
edebiyatını en üstün değerde bir eseri oldu. Bahariyye şiiri 1774
yılında Latince’ye çevrildikten sonra daha birçok dile çevrildi.
Bu şiir dünya şiir antolojilerinde yer aldı. Şiiri Sırp-Hırvatça’ya
Prof.Dr. Fehim Bayraktareviç çevirip 1955 yılında yayımlandı.
Aşık Çelebi onu, Osmanlı şiirinin direklerinden biri sayar. Latifi
ise, tarzını seçkinlere yönelik olarak tanımlar ve bu yüzden
halkın onun şiirini anlayamadığını belirtir.
“Divan”, “Şehrengiz” ve “Gül-i Sad-ber” adlı eserleri
vardır. Dr.İrfan Morina 1987 yılında Priştine “Tan” yayınevinde
“Priştineli Mesihi” başlığı altında Mesihinin hayatı, sanatı ve 98
gazelini, 19 kasidesini, Ali Paşa’ya yazdığı mersiyesini ve ünlü
şehrengizini içeren 304 sayfalı bir kitap yayımlamıştır. Bu
kitaptan Mesihi’nin şu gazelini aktarıyoruz.

1.Anun kim tali-i piruzi yokdur


Nevasızdur k’anun nevruzi yokdur

2.Yüzi ak alnı açuk olmayanun


Eger bin söylesen hiç yüzi yokdur

3.Lebüne benzerüm dir ise helva


Eyü dir gerçi amma tuzi yokdur

4.İşigünde şu kim akıtmadı yaş


Anun gökde dahi yıldızı yokdur

5.Mesihiye ola mı vasl ruzı


Şu fırkat gicesünün ruzı yokdur

162
163

NİYAZİ

Asıl adı Mehmet Şah Çelebi’dir. Molla Hafız’ın oğludur.


Acem Molla sanıyla tanındı. Kazasker Kadiri Çelebi’den
mülâzım oldu. Priştine ve başka yerlerde kadılık yaptı. Pojega
kadısı iken öldü.
Nevai’yi çok okudu. Bundan dolayı şiirleri Nevai
üslubunda ve Çağatay dilindedir. Kadiri Efendi adına “Gül ü
Bülbül” mesnevisini yazdı.
Dörtyüz yıl önce yaşamış ve yaratmış olan bu şairlerden
sonra Priştine’de doğmuş ve yaratmış olan şairlerin de var
olduğu muhtemelidir. Ancak bu şairleri daha geçlerde yazılmış
olan tezkirelerde aramak gerekir. Kimi şairlerin eserleri bugün
de özel kitaplıklarda, Türkiye’deki kütüphanelerde ve Türkçe
elyazması kitapları bulunduran birçok Avrupa ülkelerindeki
kütüphanelerde bulunabilir. Bu şairlere bizler sahip çıkmazsak
onların kişilikleri görülü kalır, eserlerini ise unutulmuşluğun
tozları kaplayarak yok eder.
Bu topraklarda doğmuş, yaşamış ve yaratmış olan
yazarları edebiyatımızın bir parçası olarak okullarımızda Türkçe
derslerinde okutmalıyız. Böylesine onların kişiliklerini
tazeleyerek eserlerini bugünkü nesillerin okuması için imkân
yaratırsak bu değerli yaratıcılarımızın ruhları sevinecektir.
...........
Yararlanan makale ve kitaplar:
1.Filiz Kılıç: Âşık Çelebi ve Meşair’üş-Şu’ara, Bay, sayı 2 – 3 Ekim –
Kasım 1994, Prizren.
2.Doç Dr. Haluk İpekten, Doç. Dr. Mustafa İsen, Doç. Dr. Recep
Toparlı, Doç.Dr. Naci Okçu, Yrd. Doç Dr. Turgut Karabey:
Tezkirelere göre Divan Edebiyatı İsimleri Sözlüğü, Kültür ve Turizm
Bakanlığı, 1988, Ankara.
3.Dr. Mustafa İsen: Künhü’l-Ahbarı’nın Tezkire kısmı. Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1994, Ankara.
4.İsmail Eren: Stamparıja Kosovskog Vilajeta u Priştini (Priştine’de
Kosova Vilayet basımevi), Gjurmime Albanologjike, 1968/I, Priştine.

163
164

Kosova’da Türkçe yaratılan edebiyatı yıllarca izleyen Prof.


Dr. Mustafa İsen Mamuşa’da konferans veriyor.

400 YILLIK BAR TÜRKLERİ

Balkanlar’da Türk Kültürü, sayı 4, Eylül 1992, Bursa

Yugoslavya’nın hemen her kentinde beş – on Türk


bulunur. Bunların çoğu zanaat sahibidir. Tatlıcılıkla meşgul
olanlar bir haylidir. Kimileri Türkçe konuşmasını pek bilmez,
ama “Türk’üm!”der. Prizren ve Prizren çevresinde yaşarlar.
Kazanmak için gurbete çıkan Türklerdir bunlar.
Adriyatik Denizi kıyılarında dillere destan olmuş yerler
vardır. Karadağ deniz sahilinde Sutomore kumsal bir dinlenme

164
165
yeridir . Yurdumuzun en güney batısındaki bir Adriyatik kenti
olan Ulsin’e (Ülgen) şair dinlenmeye giderken otobüsümüz
yarım saatlik mola vermişti Sutomore’de.
Güneş bıçaklanmıştı sanki. Denizin ufuklarında güneşin
morlaşan aynası gittikçe genişliyordu. Sahildeki otellerin ışınları
denize düşmüş, sular balkıyordu. Ufuklarda sakinlik.
Yakınlardan değişik müzik sesleri kara parçasına ve sulara
yansıyordu. İyice susamıştım. Susuzluğumu gidermek için,
limonata içer düşüncesiyle süslü – püslü bir tatlıcıya giriyorum.
-Bir bardak limonata rica edeceğim! diye Türkçe konuştum.
-Nereden geliyorsunuz?
Diye Türkçe soruldu. Ve aramızda söyleşi başladı. Genç
tatlıcının annesi ve babası, kardeşi ve kız kardeşi, amcası Bar’da
kalıyormuş. Soyadları Karagözoğulları. Bar’daki
Karagözoğulları ailesinin dörtyüz yıllık bir tarihi geçmişi
varmış. Adını unuttuğum bu gençle pek uzun konuşamadan
ayrıldım. Otobüs harekete geçmek üzereyken kendimi attım ve
Ulsin (Ülgen) yoluna düştüm.
BAR’A GİDİŞ
Ulsin’de birkaç gün kaldıktan sonra Bar’a hareket ettim.
Bar, büyük bir kent. Belgrat – Bar demiryolu bağlanınca büyük
bir ticaret merkezi olacağı rüyası içinde. Karagözoğullar ailesini
ararken Bar’ın ne kadar büyük olduğunu ve iki Bar’ın olduğunu
öğrendim. Karagözoğulları ailesi ve öteki Türkler’in Bar’dan 6
– 7 km ötelerdeki Eski Bar’da yaşadıklarını söylediler bana.
Eski Bar’a her yarım saate bir otobüs kalkıyordu. Karadağ’ın en
tanınmış hastanesi önünde duran otobüsten indim. Ve kente
doğru yürüdüm. Yokuş yolun sol yanında, taşlık bir yerde
koyunlarını otlatan bir çobana Karagözoğullarını sordum.
-Evet tanırım. Bu yokuş yoldan şaşmayacaksın. Solda Sadık
Karagözoğlu’ nun kahvesini hemen görürsünüz. Karagözler
(Karagözoğulları) büyük bir ailedir. Her kime sorarsanız bilir
Karagözoğullarını dedi.
Nar kokularının doldurduğu çok hoş bir bir hava hâkim.
Her geçen dakika güneşin ateşi biraz daha artıyor. Güneşin

165
166
altında, yer yer taşları sökülmüş kaldırımda yürüyorum.
Ciğerlerime nefis kokular sindire sindire ilerledim. Kentin sebze
satılan pazarına gelmişim. Oyunlarını oynayan çocuklara
sordum.
-İşte biraz ilerde, tatlıcı Recep Karagözoğlu’nun dükkânı
bulunur. Ben gösteririm. Karagözoğulları Türktür dedi
çocuklardan biri.
Ve bu çocuk beni Recep Karagözoğlu’nun dükkânına götürdü.
Dükkân temiz ve bakımlıydı. Dondurma makinesinde çalışan
kız Sırpça konuşuyor.
-Buyurun!
Bir kornet dondurma ısmarlayıp masaya geçiyorum. Daha sonra
kızcağıza tatlıcı Recep’i soruyorum.:
O dükkânın sahibidir. Neredeyse gelir.
Az sonra kızcağız başıyla işaret etti:
-İşte geliyor!
Kapıdan yaşlı bir adam girdi. Recep Karagözoğlu’ymuş gelen.
Kızcağız yaşlıya yaklaştı ve beni gösterdi. Türkçe konuştu:
-Seninle konuşmak istiyor dedi. Başında şapka taşıyan adam
masama yaklaştı:
“Merhaba!” diye selamlar selamlamaz “Geçin, oturun!”
dediğimde yüzü gülümsedi. “Siz herhalde Türkiye’den
geldiniz.” Dedi. Aramızda söyleşi başladı.
Recep Karagözoğlu’nun yüzünde çağların izleri var.
Konuşmasında öteden beri korunmuş Osmanlıca şivesinin etkisi
sezilmekte. Zaten Bar Türkleri kendilerini biraz Osmanlı
sayarlar. Söyleşimizi yanımıza yaklaşan Türkçe “Bu gün de
ecnebi çok” diyen adam kesti. Recep amca o anda bu adama
dönerken içinden gelen yorgunluk ifadesini “Uhh!” ile “O
mayko moya” dedi. Sonra adamla Türkçe konuşmaya başladı.
Böylece söyleşimize bir süre ara verdik.
Adriyatik Denizi’nin en kuzeyinde 400 yıldan bu yana yaşayan
Bar Türkleri kuşkusuz dörtyüzyıl öncesi Türklerdir. Adriyatik
Denizine baskın yapan Osmanlı devletinin deniz korsanları sahil
kenti Bar’ı 1571 yılında tamamen ele geçirmişlerdir. İşte o

166
167
yıldan bu yıla kadar Bar’da kalan Türkler dillerini (Türkçe’yi),
adetlerini koruyabilmişlerdir.
Recep Karagözoğlu konuşmasına başladığı zaman işte
neler anlattı.
-Bar’da 10 Türk evi vardır. Önceleri daha çoktu oğlum. Bizim
buralara geldiğimiz yer Manisa’dır. Manisada Türkiye’de bir
kent. Biz 400 sene evvel buralara geldik. Yani bizim kabileden
olan komutan Karagözoğlu denen Bey beş gemiyle 400 sene
öncesi Bar’ı fetheder. Hüseyin Karagözoğlu adını taşıyan
dedelerimizin dedesi ilkin Girit’i fethetmiş, sonra Bar’ı. O
yıllarda komutan Hüsrev Bey Komayı da fethetmiştir. Bunlar
şimdi unutulmuştur.
Recep Karagözoğlu 77’sine basmıştır. Sonra Bar’ın
Osmanlı Devleti sınırları içine alındığını dedelerinden işittiği
şekilde anlattı.
Adriyatik Denizi’ne akın eden Osmanlı gemileri
komutanı Yusuf’muş. Yusuf şehit düştükten sonra komutan
oğlu Hüseyin Karagözoğlu olmuş. İşte bu yiğit komutan
Hüseyin Karagözoğlu Bar’ı fethetmiş. Güçlü Ceneviz
bahriyesiyle ve korsanlarıyla savaşmış. Osmanlı Devletinin
gemileri geri çekilmek zorunda kalmış. Ama cesur komutan
Hüseyin Bar’ı fethetme kararından caymamış. Yine hücuma
geçmiş. Bu defa düşmanın beş gemisini batırmış. Ordu
kayıklarla karaya çıkmış. Ve surlarla sarılı olan Bar’a silahlı
saldırıda bulunmuş. Dörtyüz yıl önce Bar’ın yarısı İtalyanlar
tarafından alınmış.
Kalenin yarısını (Bar’ın) elinde tutan İtalyanlar orayı
terketmiş. Öbür yarıda ise Cenevizliler kalmış. Hüseyin
Karagözoğlu’nun askeri Bar’a girdiği zaman Ceneviz halkı
prensiyle birlikte kiliseye kapanmış. Osmanlı ordusu o günlerde
kiliseye dokunmamış. Karagözoğlu Bar’da Camii yapılmasına
emir vermiş. Ceneviz prensi Osmanlı ordusundan çok
korkuyormuş.
Ceneviz prensesi genç, gürbüz ve yakışıklı Hüseyin
Karagözoğlu’na âşık olmuş. Evlenmek istemiş. Müslüman

167
168
olurum. Size karşı hazırladığımız silahları batal ederim demiş.
Ve Osmanlılar da güçlük çekmeden bütün Bar’ı ele geçirmişler.
Yukarıdaki ifadeler Recep Karagözoğlu’nun efsanevi
anlatışından alınmıştır. Bugün ise Bar’ın tarihi bu olayları pek
derin incelemektedir. Yalnız bugünkü Bar’ın 9. 10. yüzyılda
Antivar adıyla anıldığı ve 11. yyda. ilk Sırp sahil devleti Zeta’ya
girdiği, o yıllarda önemli bir iktisadi, siyasi ve kültür merkezi
olduğu bilinmektedir. Bu tarihten sonra Bar, Dubrovnik’le çetin
savaşlarda bulunmuş. Bu savaş 12.yyda. Bar’ın yenilgisiyle
sona ermiş. 1443 yılında Bar’ı Venedikliler ele geçirir. 1571
yılında ise Türkler fetheder. Üçyüz yıl sonra 1878 yılında Bar’ı
Karadağlı’lar yine ele geçirirler.

BAR TÜRKLERİNİN DİYARI MANİSA


Bar’ın tarihi üzerine konuşurken Recep Karagözoğlu
biraz da bozuluyordu. Çünkü aklına elli yıl önce Bar’da ve Bar
çevresindeki Türk varlığının yoğunluğu aklına geliyordu.
-Bizim Manisa’da malımız mülkümüz var. Ama kime ne?
Sonra Recep Karagözoğlu, Kosova’daki Türkler’in sözünü etti.
-Yazık olsun orada Türklere, 10 yıl içinde sayıları yarıya indi.
Kosova için gazetelerde okuduk. Bizim akrabalarımız var
Prizren’de. Onlar için de bazı şeyler işitiyoruz.
Söyleşimizi sürdürdüğümüz sürece dükkâna turistler
aralıksız hep girip çıkıyorlar. Çoğunlukla Alman turistler
geliyor. Bir Alman Türkçe konuşmasını biliyor. O da Bar
Türkleri ile ilgileniyor. Kentin kalesini, camilerini ve
sokaklarını birlikte geziyoruz. Fotoğraf çekiyor. Alman turist
burada bir mezar arıyordu. İnceleme yapması için burada uzun
bir zaman kalması gerektiğini söylüyor.
BAR’DA 200 TÜRK OCAĞI VARMIŞ
400 yıldan öncesi kurulmuş olan Bar Kalesinde
savaşlarda hasara uğramışlığın harabeleri daha sezililiyor.
Duvarlar yıkılmış, evler yakılmış. Harabeleri fundalıklar sarmış.
Cenevizlilerin ve prensesinin barındıkları kilise bakımsız.
Caminin yalnız duvarları kalmış. Kaleden eski Bar’ı görmek

168
169
mümkün. İlk olarak yükselen minarenin varlığı göze çarpıyor.
Buradan denizle göklerin öpüştüğü nokta görülüyor. Deniz,
mavi, mavi enginlere uzanıyor.
Recep Karagözoğlu kendinden 12 yaş büyük olan
kardeşi Halil ‘e göndermişti bizi.” Halil, benden daha çok bilir
Bar için” demişti. Kaleden kente indiğimizde Halil’in çalıştığı
mağazaya uğradık. Burada sebze ve yemiş satmaktaydı. Halil
müşterisi olmadığı için dükkân önündeki serinlikte bir
sandalyeye çökmüş gazete okuyordu.
“KAHRAMANIN KOYNU SIRTINDAN ÇIKAR
OYUNU”
89 yaşlarına basmış Halil Karagözoğlu’ya “Merhaba!”
ile yaklaştık. “Merhaba!” diye selamladı ve konuşmaya
başladık. Halil de Manisa kökenli olduklarını söyledi... Daha
önceleri Bar’da 2800 Türk evi bulunduğunu ve şimdiye kadar
2780 ailenin Türkiye’ye göç ettiğini anlattı. Hayatından
memnun olduğunu söyledi ve konuşmaya devam etti:
“Aklımdan çıkmış birader. Maziyi bilen sadece ben değilim.
Altmış sene evvel Türkiye’ye gittim. Orada da durumun
değişmeye başladığını gördüm. Şimdi bilmem orası nasıldır.
Neler olmuştur. Burda da halk artık camiye gitmiyor. Camiiler
yalnız Cuma günleri açılır.
Solumuzdaki Camiyi gösterdi.
“Bu Ömer Paşa Camii’dir, dedi. Ve artık konuşmak istemedi.
İşte o zaman Halil amca söze başladı:
“Birader bizim meşhur bir çalımımız (atasözümüz anlamında)
vardır. O da şudur: Karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu. Sen
bunu biliyor musun?” dedi. Ve bir elma uzatarak “Buyur” etti
sonra da “Hadi güle güle!” dedi ve başka bir şey söylemedi.
Bugün Bar’da epey sayıda Türk yaşamaktadır. Şimdiye
kadar Türkler Türklerle nişanlanır ve evlenirlermiş. Ama bu
gelenek artık bozulmuş. Bunun böyle olduğunu yine Recep
Karagözoğlu’na uğradığımızda öğrendik.

169
170
Recep Karagözoğlu’nun dört kardeşi varmış. Kardeşlerinin üçü
de gözlerini hayata yummuşlar. Recep Karagözoğlu’nun altı
kızı ve iki oğlu varmış.
-Altı kızım da evlidir. Oğlumun biri birbuçuk yıl önce öldü.
Recep Karagözoğlu konuşurken dondurma makinesinin
başında duran genç kızcağızın gözleri nemleniyordu. O
babasının istediği gibi evlenmemiş. Sevdiği bir Karadağlı’yla
dünya evine girmiş.
“Öyle zamanlar geldi birader, kızını da oğlunu da baba emri
altına alamıyorsun. Zaten köylerden kasabaya inen erkeğe
verebiliyorduk kızları “.
Biraz sonra yanımıza başında namaz bezi taşıyan başka bir genç
kadın geldi. Ve sordu:
-Baba, bu niçin gelmiş?
-Gazeteci, Osmanlılar için, bizim için yazmaya gelmiş. ...
Yaşlı ama takatı yerinde olan Recep Karagözoğlu
epeyce konuştu. Sultan idareden düştüğü zaman İstanbul’da
bulunmuş. İşte o günleri anlatmakta şimdi. Taksimdeki
kargaşalığı, nümayişleri bir bir anlatıyor. İstanbul’a bu
gidişinde dokuz yıl kalmış. Bar’a dönünce bir daha Türkiye’ye
gitmemiş.
-Birader ne yapalım, kader böyleymiş. Dükkânlarımız, dört
evimiz var. Hayatımdan memnunum. Artık Bar’dan Türkiye’ye
göçü düşünmüyoruz. Çocuklar, torunlar hepsi Türkçe
konuşurlar. Lisanımızı (Türkçemizi) yaşatmak en önemli, en
büyük ödevimiz....
Zeytinlik korusunu geçerek otuz dakika sonra Yeni
Bar’a çıkabildim. Oradan otobüsle Ulsin’e (Ülgen) gidecektim.
16 günlük yıllık istirahatımı orada geçirecektim. Gönlümü
buraya hazırlamıştım.

Yirmi yıl sonra başkasının gözüyle Bar Türkleri.


BAR ŞEHRİNDE 200 SENE ÖNCEKİ TÜRKÇE KONUŞUYOR
Mustafa ÖZCAN

170
171
Karadağ Meşihat Başkanı İdris Demiroviçle Yugoslavya’nın en enteresan
meselelerinden biri ile ilgili görüştük. Son sıralarda Sırbistan’la da arası
açılan ve tarihte İşkodra gibi şehirleri elimizden alarak bir Karadağ Krallığı
kurmaya çalışan Karadağ’da bugün 200 yıl önce unutulmuş ve hala o günün
Türkçesini konuşan insanları yaşıyor.
Meşihat Başkan’ı Demiroviç bize Karadağ’da 200 bin civarından Müslüman
yaşadığını ve bu bölgenin Sancak’ın bir kesimini oluşturduğunu
Müslümanlar arasında Arnavut ve Türk kökenli olanların da bulunduğunu
söyledi. Biz daha önce anlatılan Karadağ’da yaşayan unutulmuş Türklerin
durumunu soruyoruz. Tarihin en ilginç noktalarından biri olan konuyu şöyle
anlatıyor İdris Demiroviç: “Osmanlılar, 200 yıl kadar önce Karadağ’ın bu
kesimini terk etmişler. Ancak bu bölgede yaşayan bazı Türk köyleri göç
etmeyerek buralarda kalmışlar. Şimdi bunların torunları 200 yıldan beri
muhafaza edilen biraz da Sırpça ile karışmış olan Türkçe’yi konuşuyorlar.
Macar asıllı Corco Boşkoviç 30’a yakın bilim adamıyla birlikte Türkler’in
yaşadığı bu eski Bar şehrini ve çarşısını incelediler. Araştırma sonucu eski
Bar şehrinde Osmanlıca konuşulduğunu mütalaa ettiler. Alışverişte Sırpça,
dükkanlarda Arnavutça ve aile içinde ise eski Türkçe konuşuyor. Tahmini
olarak burada yaşayan tarihle 200 yıllık bağlantılarını koparmış ya da 200 yıl
önceki tarihle birlikte dondurulmuş insanların sayısı 40 ile 50 arasında. Bu da
250 – 300 demektir.”

Bar’da Hasan Dede Tekkesi

171
172

Bar’da aynası kitabeli çeşme

172
173

Recep Karagözoğlu Bar’ın en yaşlı sakini

Osmanlılar’ın inşa ettikleri Bar kalesi ve saat kule.

173
174

ATATÜRK’Ü BUGÜN DE ÇOK SEVİYORUZ

Bay, sayı 2-3, Ekim-Kasım 1994, Prizren


1912 yılında Osmanlı İmparatorluğunun Yugoslavya
topraklarından çekilmesinden sonra, Türkler’e müthiş siyası
baskılar yapılmıştır. Türkler ulusal haklardan yoksun
kalmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde kurulan
Yugoslavya Krallığı Türk okullarında Türkçe eğitimi
yasaklamış, derslerin Sırpça okutulması zorunluğunu
kullanmıştır. Ancak din dersini okutan kimi hocalar dersini
Türkçe açıklayarak öğrencilerine Türkçe şiirler de
ezberletmiştir. Bu okullar dört yıl sürüyordu.
İlkokulda derslerin Sırpça okutulması mecbur edilince
Türk okulları, kapanmıştır. Zaten Kosova ve Batı
Makedonya’da Türk halkının ulusal hakları da alınmış ve bu
haklar Yosip Broz Tito yönetmenliğinde kurulan Yugoslavya
Federal Halk Cumhuriyeti’nde tâ 1951 yılına kadar
tanınmamıştır. Kosova ve Batı Makedonya Türkleri’nin varlığı
sadece Arnavutluk ile varolan iyi ilişkilerin bozulmaması için
çiğnenmiştir. Yugoslavya’nın Arnavutlukla siyasi ilişkileri
bozulunca Kosova’da ve Batı Makedonya’da direnen Türkler
ulusal haklarına sahip oldular. 1951 yılında ilkokullarda ve
liselerde derslerin Türkçe okutulduğu sınıflar açıldı, Türk
Kültür ve güzel sanatlar dernekleri kuruldu, Türkçe radyo
yayınları başladı. Bu okullarda ve kuruluşlarda Atatürk’ün
gerçekleştirdiği dil devriminin ürünü olan latin alfabesi ve Türk
dili kullanılmaya başlandı. Ama derslerin Türkçe okutulduğu
sınıflarda Atatürk’ten söz edilmedi. Türk ulusal tarihi ancak

174
175
1970 yılında okutulmaya başlandı. Ama Kosova’da her Türk
Atatürk’ü, savaşlardaki zaferlerini, efsanevi kahramanlıkların
bilgiliğini, dürüst, iyi ahlaklı ve uygar bir devletin adamı
olduğunu biliyordu. 1970 yılından sonra Atatürk’ün hayatı,
kişiliği, savaşları, reformları, fikri ve düşünceleri okullarda
okutulmaktaydı. Türkçe yayınlanan gazete, dergi, radyo ve
televizyon yayınlarında Atatürk’ten söz edilmektedir. Dernekler
Atatürk için şiir saatleri ve bilimsel toplantılar
düzenlemektedirler.

ATATÜRK İSLAM’A İHANET ETTİ Mİ?


Osmanlı devletini sömürücü devlet olarak sayan ve
Osmanlı’ya karşı ayaklanan, İngiliz ve Fransız gibi Hıristiyan
devletlerinin teşviklerine uyarak Osmanlıya karşı savaşan
birçok Arap ülkesinde Atatürk’e karşı düşmanlık yayılarak,
O’nun İslam’a karşı bir devlet adamı olduğu propagandası
yapılmıştır. Bugün de kimi Arap ülkesinde Atatürk İslam’a
ihanet eden adam olarak gösterilmektedir. Arap ülkelerinde
İlahiyat fakültelerinde okuyan kimi İmamlar Atatürk’ün gerçek
hayatını, kişiliğini ve fikrini bilmedikleri için bu etkilerin
altında kalarak camilerde vaaz verirken Atatürk’ten İslam’ın
düşmanı olarak söz etmektedirler. Bunu genellikle Arnavut
ırkından olan kimi İmamlar ileri sürüyorlar.. Oysa bu İmamlar
Arnavutluk’ta İslam geleneklerini tamamen ortadan kaldırmak
isteyen Enver Hoca’dan hiç bahsetmemektedirler.
ATATÜRK İSLAM İÇİN NELER YAPTI?
Osmanlı İmparatorluğunun çökmesiyle Osmanlı’nın
elinde bulunan halifeliğini de kalmadı. Çünkü tek bir devlet bile
Osmanlı’nın Hilafetliğini kabul etmiyordu. Müslüman olan
Arap devletleri Osmanlı’ya, Osmanlı’nın Hilafeti’ne düşmanlık
besliyordu. Bu düşmanlık o kadar büyüktü ki Arap devletleri
Osmanlıya karşı savaşa giriştiler. Atatürk’ün kurduğu Türkiye

175
176
Cumhuriyeti’nin Büyük Millet Meclisi Osmanlı’nın Hilafeti’ni
resmen kaldırdı. Atatürk sahte Hilafetin düşmanıydı. Osmanlı
devleti Hilafetsiz kuruldu. Yüce Fatih, bir Türk hükümdarı
olarak İstanbul’u Türklere armağan etti. Fatih Sultan Mehmet
İslam’ın halifesi değildi. İslam’a hizmet halifelikte mi olur?.
Tekkeler Atatürk’ün emriyle değil, kanun hükümleri
gereğince kapatılmıştır. Zaten o dönemde bu kutsal çatılar zikir
meclisinden ayrılmış, bazı tekkeler İslam dininin kesin olarak
haram eylediği kötü şeylere sahne olmuştur. Tekke şeyhlerinin
birçokları cahildi. Şeyh demek mürşit demektir. Cahil bir insan
mürşit olamaz, gerçek mürşit sadece tekkede değil her yerde
halkı irşat edebilir.
Osmanlı temsilcilerinin 10 Ağustos 1920’de Sevr
Antlaşmasını imzalamasıyla Osmanlı toprakları dağıtılıyordu.
Atatürk’ün önerisiyle bu antlaşmaya bağlılığını kabul etmeyen
Türkiye Büyük Millet Meclisi, bunu bütün dünyaya
duyurmuştur. Atatürk Fatih Sultan Mehmet’ten 477 yıl sonra,
Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa’nın her kim
İstanbul’u alırsa cennet mekanı olacaktır vasiyetini yerine
getirdi. Atatürk yalnız İstanbul’u değil, Trakya ve Anadolu’yu
da düşmandan kurtarıp ezan seslerini göklere yükselten ve
bütün dünyaya Türk’ü yeniden tanıtan adamdır.
Kuran-ı Kerim’in Türkçe’ye çevrilmesi için TBMM’de kararın
çıkmasıyla Atatürk İslam’ın yayılmasına büyük katkı vermiştir.
Çünkü artık Arapça’yı bilmeyen kişi de Kur’an-ı Kerimi kendi
dilinde okuyarak manasını da anlama imkânına kavuşmuştur.
Bunu Atatürk ikircimsiz yapmıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in
Fussilet süresinin 44. ayetinde “İnna enzel nahü Kur’anen
Arabbiyen leal leküm ta’klınün”a göre “Biz Kur’an-ı yalnız
okumak değil manasını da anlamamız içindir. Demek Kur’an-ın
başka dillere çevrilmesi için bir sakınca yoktur, ancak yarar
vardır.
Atatürk 3 Haziran 1936 yılında çıkardığı 2994 sayılı
kanunla Ay yıldızlı bayraktan başka şekilde bayrağın
kullanılması yasaklanmıştır. Böylesine bir rivayete göre 9

176
177
Ağustos 1389 da Birinci Kosova Meydan Savaşı’nda Padişah
Birinci Sultan Murat’ın akşam vaktinde şehitleri dolaşırken bir
kan birikintisine gökte hilalin önüne zühre yıldızının şekliyle
aksetmesi üzere: Türk bayrağının rengini şehit kanından, ay
yıldızı göklerden aldığını görüyorsunuz demesiyle meydana
gelen Türk bayrağı ebedi olarak Türk ulusunun ve devletinin
sembolü olmuştur.
Bütün bunlar Atatürk’ün Türk geleneklerine çok saygılı
olduğunu ve bunları yaşamak için bir devlet adamı olarak
elinden geleni yapmıştır. Birçok Türk geleneğini
yasalaştırmıştır. Bunu halktan bir birey olarak derin bir buhran
içinde bulunan ülkenin kaderine adım adım sahip çıkmaya
neredeyse kendini mecbur hissetmesinden dolayı yapmıştır.
Avrupa diktatörlüklerinin ve onların yaptığı gibi, demagojinin
ve zorbalığın çirkin göz yıldırma metotlarına başvurmadan,
babacan bir öncülükle ülkeyi yönetmeyi başarmıştır Atatürk.
Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini ilan etmesiyle
Türkiye’nin dünyada en önde, en ileri İslam ülkesi olmasına
neden olmuştur. Bugün dünyada en demokratik Müslüman ülke
Türkiye’dir. Tamamen bir meclis yönetimi uygulanmış ve millet
meclisi tam demokrasi ilkelerince çalışmaktadır.
Savaşı en iyi idare eden bir komutan ve savaştan en nefret eden
bir insan olan Atatürk Türkçü’dür. Solcu veya sağcı değildir.
Kendisinden evvel varolan bütün ekonomik siyasal ve sosyal
sistem ve öğretilerin hiçbirine yanıt vermeyen hiçbir fikir ve
ideoloji Atatürkçü felsefede yer bulmaz. Atatürk devrimciliği
değişen zaman ve şartlara uymalıdır. Atatürkçü olmak, uygar,
ahlaklı ve ilerici olmak demektir.
Dil Vatanımız Türkiye dışında yaşayan ve Türkiye’de
“Dış Türkler” olarak bilinen bizler, Atatürk’ü dünya barışına
verdiği katkıları ve Türklüğe yaptığı hizmeti için bugün de çok
seviyoruz.
TEK BİR ŞEYE İHTİYACIMIZ VARDIR:
ÇALIŞKAN OLMAK! ZENGİNLİK VE ONUN SONUCU OLAN
MUTLULUK, YALNIZ ÇALIŞKAN OLANLARIN HAKKIDIR.

177
178
ATATÜRK

PRİZREN MARTİFALLARINDA EN ÇOK


İŞLENEN KONULAR

Çevren, sayı 90-92, 1992, Priştine


Beşyüzyıllık Türk egemenliği altında bulunan Rumeli
topraklarının en batısında toplu bir biçimde yaşayan, Türk
kültürünü bugün de yaşatan Prizren Türkleri, Türk halk
edebiyatı metinleriyle zengin olan bir geleneği sürdürürler.
Türklerden başka Arnavut, Sırp, Rom (Çingene) ve
Müslümanların yaşadığı Prizren’de bugün unutulmuş olan ve
yayınlanmış sözlüklerde bulunmayan birçok Türkçe eski sözcük
kimi Türk halk edebiyatı metinlerinde yer almakta ve Türklerin
buralara getirdiği gelenek ve görenek korunmaktadır. Zaten bu
ortama Türkçe ve Türk gelenek ve görenekleri Osmanlılardan
önce gelmiş ve yayılmıştır. Türk boylarından olan Kumanlar ve
Peçenekler buralara yerleşip temasa geldikleri kimi halkların
dili ve kültürü altında erimemişlerdir. XIII. yüzyılda bile Sırp
hükümdarı Çar Duşan’ın Prizren yakınlığında kurduğu üçbin
Peçenk’in hizmet ettiği ve koruyucu görevinde bulunduğu
biliniyor. 158 Bugün bu yerlerde genellikle Müslüman 159
halkının yaşaması bir rastlantı değildir. Türkçe ve Sırpça
karışımından oluşan bir dil kullanan Müslüman halkı bugün bile
çok eski Türk geleneklerini ve göreneklerini korumaktadırlar.

158
A.Dragojeviç: İstina o gradu Cara Duşana (Çar Duşan’ın mezarı hakkında
gerçekler) , Veçernje Novosti 14 Ağustos – 4 Eylül 1968 Belgrad
159
Sırpça – Türkçe karışımı bir dil kullanan ve çoğunlukla Bosna_Hersek’te
yaşayan ulus.

178
179
Prizren Türk halkı arasında yaşayan ve bugüne kadar
derlenen Türk halk metinleri arasında sayıca en çok maniler
bulunmaktadır. Derlenen Türk halk edebiyatı metinleri
(Yugoslavya’da Türkçe yayımlanan gazete ve dergilerde)
devamlı yayımlanmaktadır. Bu malzemeyi içeren kitaplar da
yayımlanmıştır.
Prizren’de Türk gelenek ve göreneklerinin, folklorunun
bugüne kadar yaşatılması Türk halkının Anayasa ve yasa ile tüm
ulusal haklara sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu
haklardan yararlanarak kentte beş ayrı sekizyıllık ilkokulda
birinciden sekizinci sınıfa kadar Türkçe öğrenimin görüldüğü
sınıflar vardır. Bir fen lisesi ve dört ayrı meslek lisesinde birinci
sınıftan dördüncü sınıfa kadar sınıflarda ve sekizyıllık okullara
öğretmen yetiştiren iki yıllık Yüksek Pedagoji Okulu’nda
Türkçe öğrenim görülmektedir. Radyo ve televizyonun Türkçe
yayınları, Priştine’de ve Üsküp’te yayımlanan Türkçe gazete,
dergi ve kitaplar, onbir ayrı bölümü olan Prizren’in “Doğru
Yol” Kültür ve Güzel Sanatlar Derneği de Türk kültürünün
yaşayıp gelişmesine katkı vermektedir. Hele gazete ve
dergilerin folklor sütunlarında Türk halk edebiyatı metinlerinin
yayınlanması öğrencilerin ailedeki yaşlılardan bunların
derlenmesini teşvik etmektetir. Çocuklar tarafından derlenen
yüzlerce Türk halk edebiyatı metni “Sevinç”, “Tomurcuk” ve
“Kuş” çocuk dergilerinde yayımlanmıştır. “Sesler”, “Çevren”
ve “Esin” dergilerinde Türk Halk edebiyatı metinleriyle ilgili
bilimsel yazılar yayımlanmış ve derlenen örnekler aktarılmıştır.
Prof. Dr. Nimetullah Hafız iki ayrı kitapta Türk halk edebiyatı
metinlerini toplamıştır160. Yayımlanan metinler arasında
Prizren’de derlenmiş Türk halk edebiyatı metinlerinin sayısı
oldukça kabarıktır. Süreyya Yusuf ise “Prizren Türk Ağzı”

160
Prof. Dr. Nimetullah Hafız: “Kosova Türk Halk Edebiyatı Metinleri”1
Kosova Üniversitesi, Priştine Felsefe Fakültesi, 1985, Priştine ve 2. kitap:
“Makedonya Türk Halk Edebiyatı Metinleri” Anadolu Sanat Yayınları, 198,
İstanbul.

179
180
üzerinde doktora tezini hazırlamış, ama bu tezini savunamadan
vefat etmiştir. Süreyya Yusuf’un ölümünden sonra Sırpça
yayımlanan “Prizrenski turski govor”161 (Prizren Türk Ağzı)
kitabında Prizren’de derlediği birçok Türk halk edebiyatı metni
Prizren ağzıyla yer almıştır ve bu kitapta Prizren Türk Halk
sözlüğüne yer verilmiştir.
Bugüne kadar Türk halk edebiyatı metinlerinden sayıca
en çok maniler derlenmiştir. Prizren’de “Martifal” olarak
bilinen ve genellikle dört mısralı ve yedi heceli olan maniler
çeşitli konuları işlemektedirler. Ezgi olarak söylenen bu
manilerin konusu birinci, ikinci ve dördüncü mısralarda
açıklanmaktadır.
Özellikle genç kızların, kadınların başına geleceği
öğrenmek için “fala bakma” rolünü gören mani Hıdrellez günü
okunur. Bugün de süren bu gelenek şöyle yapılır. Hıdrellez
gecesi büyük bir küpün içine kızların, kadınların tümü birer
eşya koyar, Küpün ağzı kırmızı bir bezle ve ayna ile örtülüp
“Kırk kızların bahtını, kırk erkeklerin bahtını kapadım” diyerek
küp kapanır. Küp sabaha kadar gül ağacı altına konur. Ertesi
gün küpü çevreleyen kızlardan biri martifalı okuduktan sonra
küpten bir eşya çıkarılır. Okunan martifalın küpten çıkan
eşyanın sahibine ait olduğu ve mani içeriği o kişinin alınyazısını
açıkladığına inanılır. Maniler küpte eşya kalmayıncaya kadar
okunur. Bu tür mani okuma geleneği Sırplar’a da geçmiştir. Bu
yüzden birçok Türkçe mani Sırp halkına da söylenmektedir.
Prizren manilerinde en çok sevgi konuları işlendiği için
sevgi temaları ve sevgi motifleri ağır basmaktadır. Kimi kere
sevgi mecazidir:
Benim var yeşıl şalım
Maraş’ta konoşalım
Yüregimde korki var

161
Sureya Yusuf: “Prizrenski Turski Govor” (Prizren Türk Ağzı), Jedinstvo,
1987, Priştine.

180
181
Yok nasıl konoşalım.
Maninin çoğunda sevgi açıktır ve doğrudan doğruya
sevgiliye, sevilene ait olduğu görülür. Ne var ki sevgili tüm
manilerde “yar” olarak geçer ve sevgi temalı manilerin çoğunda
üçüncü veya dördüncü mısrada “yar” veya “yarim” sözcüğü
geçer. Örneğin:
Baçelerde saz olor
Cül açılır yaz olor
Ben yarıma cül demem
Cülün ümri az olor.

Nar ortadan ayrılır


Hiç sebepsız darılır
Aşk cülüne düşenler
Yar eline sarılır.
Sevgi çemberinde dolanan çok sayıda değişik motifler
vardır. Bunların başında sevgiye ve sevgiliye özlem
gelmektedir. Bu öyle bir özlemdir ki, çok yakında sevgiye
kavuşulmasını ister:
Dutun çüki çürüdi
Su çüküne yürüdi
Sen ütede ben beride
Yüregımız çürüdi.

Veya bu özleme dayanılmazlık da dile gelmektedir:


Ak cünlümün aklıgi
Cünlümün iraklıgi
Ne canıma tak dedi
Yarımın iraklıgi.
Kıskançlık yüzünden doğan maniler de vardır. Bunlar
sevdiğine kavuşmayanlara aittir ve sevdiklerinin başka kişinin
eline düşmesi arzusundan doğmuşlardır. Bir örnek:
Bahçeler mavi açar
Çoban kavali çalar
Kız yanlış yola citme

181
182
Seni bir avci çalar.
Başa gelen bir yanlışlığın alınyazısı olarak kabul
edildiğini gösteren manilerdeki kader konusu açıktır. Gerçi
yanlış bir aşkın pişmanlık belirtisi görülür ama bu pişmanlık,
açıkça söylenmeyerek alınyazısı olarak gösterilir. Zaten hayatta
ki tüm yanlışlıklar, hep başa gelmesi için önceden yazılmış yazı
olarak kabul edilir: Bunu şu mani ile örnekleyebiliriz:
A o çafirın kızi
Cirdi içime sızi
Unutturdun sen bana
Kışi, ilkyazi, yazi.
Martifallarda sevgiye ve sevgiliye kavuşmak isteği açık
bir şekilde işlenip söylenmektedir. Doğrudan doğruya “şu” yar
veya “O” yar ile kavuşma istenildiği söylenilmektedir. Belli bir
sevgiliye “yara” kavuşmak için en çok “Mevla’ya”, “Hz.
Muhammed”e dua edilmektedir veya yalvarılmaktadır:
Alçacık çirez dali
Altında yeşıl hali
Ya Muhammet ya Ali
Kavuştur içi yari.
Sevgiliye küskünlük yüzünden doğan maniler de vardır.
Küskünlük yüzünden sevgiliye beddua edilmektedir. Yapılan
beddua ile kötülük gelmesi istenmektedir.
Tarla ardında bir bag
Koyonlar otlar yaprak
Bani yardan ayıran
Dolson cüzleri toprak.
Veya başka bir örnek:
Fesligen ektım duvara
Celen ceçen suvara
Agzi dili kurusun
Çim sülerse bu yara.
İhanet konulu manilerin anlattığı duruma kısa ve açık
anlamla yaklaşılır. Genellikle kendi suçunu örtmek için
söylenmiştir.

182
183
Elimde mercan
Çivide filcan
Darılma motram
Kahpedır kocam.
Baht konusu işleyen maniler iyiliğin, güzel günlerin
gelip yaşanması için bir yalvarıştır aynı zamanda:
Hey bülbülüm zar cetir
Yardan bir haber cetır
Yar sana meytüp varsın
İnadına zar cetir.
Veya başka bir örnek:
Martifalın fal olson
Doli koynom mal olson
Çime düşerse bu fal
Devletin bahti olsun.

Şaşkınlık, derman, iyilik, sabretmek, karar, almak, doğa,


ölüm, haber, dedi kodu, evlilik, çevreye uyum sağlamak gibi
konular da çokça işlenmektedir Prizren manilerinde. Hiçbir
konuyu işlemeyen ancak kalıplaşmış sözcüklerden oluşan
maniler de vardır. Çok eskiden Prizren’de muska yazma ve
muska takma geleneği de dile gelmektedir kimi manilerde.
Prizren’de “Hamaylı” olarak bilinen muska yazan birçok tarikat
şeyhi ve bu muska yazma geleneği bugün de yaygındır
Prizren’de. Sırf muskanın gücünü kanıtlamak için yazılmış
manilerden biri şöyledir:
Fesligenım seç beni
Hamaylina diz beni
Ben bi Mısır altınım
Cerdanına as beni.
Prizren manilerinin hemen tümünün sırf Hıdrellez günü
“fal” olarak okunması için yaratıldığını yukarıdaki örnekler de
göstermektedir. Bu yüzden Prizren manilerinin Hıdrellez günü
yeşil toprak küp içinden çıkarılan eşya sahibinin geleceğini
belirtmek amacıyla çeşitli anonim yaratıcı tarafından söylendiği,

183
184
sonraları ağızdan ağıza taşınıp halk arasına yerleştiği kesindir.
Ağızdan ağıza taşınmasıyla kimi manilerin, kimi mısralarında
ve sözcüklerinde değişiklikler olmuştur. Bu yüzden özdeş
içerikli maninin değişik birkaç şekline de rastlamak
mümkündür. Bugün mani söylemesini bilmeyen Prizrenli Türk
kadınına rastlamak zordur. Manilerin birçok konuyu işlemesi
halk arasında konuşma sırasında atasözleri kadar kullanılması
bir rastlantı değildi.

Manilerin en çok söylendiği Hıdrellez günü büyük bir


bayramdır Prizren’de.

184
185

PRİZREN CAMİLERİ

Bay, sayı 4-5, Aralık-Ocak 1994-95, Prizren

Beşbuçuk yüzyıl Türk egemenliği altında bulunan


Prizren kentinin kuruluş tarihiyle ilgili yazılı bir belgeye bugüne
kadar ulaşılmamıştır. XI. Yüzyılın başlangıcında Prizren olarak
bilindiğini, bundan önce Romalılar kenti Theranda olarak
adlandırdıklarını, Bizanslılar döneminde Prizdriyan olarak
bilindiğini gösteren belgeler vardır. Çar Duşan ve Çar Uroş’un
kent yakınlığında saraylarının bulunduğu, 21 Haziran 1455
günü Fatih Sultan Mehmed’in kumandası altında bulunan Türk
ordusunun kentti kesin olarak fethettiği, 1555 yılından 1912
yılına kadar Sancak beyliği merkezi olduğu, 1868 – 1874 yılları
arasında vilayet merkezi olduğu, XVII. Yüzyılda 12.000 haneli
büyük bir kent olduğu ve bugün de tarihi kültür binalarıyla
(cami, tekke, kütüphane, türbe, köprü, kale, kule, çeşme sebil,
han, kervansaray, hamam, mahalle, sokak gibi) inci dolu bir
kutuyu oluşturduğu bilinir. Bugüne kadar korunmuş ve hizmet
etmekte olan bu eserler yazılı kaynaklarda adı ve sayısı geçen
eserlerin yarısı bile değildir. Oysa kültür eserlerin çoğu şehir
planına göre yolların açılması, genişlenmesi veya şehir
merkezinde otel, banka, postane, pazar yerinin kurulması için,
veya etrafa tehlike oluşturduğu için sökülerek yerle bir
edilmiştir. Bu eserlerin yıkılmasına “Eskiyi yıkalım, yenisini
yapalım” eylemi de neden olmuştur 1945 – 1962 yılları
arasında.

185
186
Prizren’i ziyaret eden seyahatnameciler en çok kentin
sivri minareli camilerinden söz etmekten yapamamışlardır.
Kentin bu görünümü Rumeli’nin İstanbul’u olarak
adlandırılmasına neden olmuştur.
Prizren’in Rumelinin İstanbul’u olarak adlandırılmasına
neden olan camilerin ta uzaktan görünen sivri minareleri bu
kentin kutsal bir yer olduğu imajını vermiştir gezginlere. Bu
yüzden bugün kültür eseri olarak değerlendirdiğimiz bu eserle
ilgili çok sayıda kerametlerin varolduğu rivayet edilmektedir ve
kimilerinin bugün bile manevi güce sahip olduklarına
inanılarak, çeşitli derde, huzursuzluğa ve rahatsızlığa derman
bulma, şifaya kavuşma amacıyla da ziyaret edilmektedirler.
Kimi araştırmalar Prizren’de 44 caminin varolduğunu
belirtilmektedir. 42 caminin adı, kimlerinin tarihi ve bulunduğu
yer belirtilmektedir. Kayıtlar Prizren’de şu camilerin
bulunduğunu belgelemektedirler. 1. Ahmet Bey Camii, 2.
Arasta (Yakub Bey Evrenos ) Camii, 3. Beyzade Mehmed Bey
Camii, 4. Budak Hoca Camii, 5. Çuhaci Kurd Camii, 6. Derviş
Çelebi Camii, 7. Emin Paşa Camii, 8. Fatih Sultan Mehmed _
Cuma Camii, 9. Haci İsa Camii, 10. Haci Kasım Camii, 11.
Haci Mustafa Camii, 12. Haci Ramazan Camii, 13. Hasan Sivri
Camii, 14. Hoca Ali Camii, 15. Hoca Budak Camii, 16. İlyas
Kuka Camii, 17. İskender Bey – Dragoman mahallesi Camii,
18. Kasım Paşa Camii, 19. Kâtip Sinan Camii, 20. Kavuklu
Mehmed Paşa Camii, 21. Kukli Bey Camii, 22. Kurd Bey
Camii, 23. Kurd Paşa Camii, 24. Kurila Camii, 25. Lemi Bey
Camii, 26. Kaledeki Mahmut Paşa camii, 27. Bülbüldere’de
Mahmut Paşa Camii 28. Hoçamahalle’de Mahmud Paşa Camii,
29. Mahmud Bey Camii, 30. Maksud Paşa Camii, 31. Mehmed
Paşa Camii – Bayrakli Camii, 32. Mustafa Paşa Camii, 33.
Ömer Çavuş Camii, 34. Pir Mehmed Camii, 35. Seydi Bey
Camii, 36. Sufi Sinan Paşa Camii, 37. Suzi Çelebi Camii, 38.
Terzi Mahale Camii, 39. Yeni Mahalle Camii, 40. Ümmü
Gülsüm Hanım Camii, 41. Kırık Camii – namazgâh,

186
187
Adı geçen camiler arasında bugün sadece 20 cami
bulunmaktadır ve bu camilerden 19’unda namaz kılınmaktadır.
Bir cami (Çuhaci Mahmud Camii) iki yıldır süren tamir
yüzünden çalışmamaktadır. Bir cami (Kırık Cami – namazgâh)
bakımsız kaldığı için kullanılmaz hale gelmiştir, bir caminin
(1526 yılından önce inşa edilmiş olan Yakup Bey Evrenos –
Arasta Camii) binası bankanın inşa edilmesi için 1963 yılında
yıkılmış, şimdi sadece zarif minaresi kalmıştır. Bu camilerden
başka son 15 yıl içerisinde kentin devamında kurulan yeni
semtlerde mahallelerde daha üç camii (Hz. Osman Camii, Hz.
Ebubekir Camii ve Hz. Ömer Camii) inşa edilmiş ve hizmete
açılmışlardır.

Prizren’de Sinan Paşa Camii (Kuruluşu 1615).

187
188

KOSOVA’DA SARI SALTUK MAKAMLARI

Tarih ve düşünce dergisi, Mayıs 2000, İstanbul


Dobruca’daki Babadağ’da Sarı Saltuk’un türbesi İkinci
Bayazid tarafından çok büyük bir dergah haline getirilmiş, Kanuni
Sultan Süleyman 1538 yılında türbeyi ziyaret etmiş,.
Evliya Çelebi Seyahat-namesinde Sarı Saltuk’un asıl adının
Mehmet olduğunu yazıyor.
Joseph von Hammer 1263 yılında Bizans’ta Paleolog iktidara
geçtiği zaman geçtiği zaman Kara Deniz’in batı tarafındaki
Dobruca’ya 10-12.000 civarında Saltuk Dede (Sarı Saltuk)
yönetiminde Türkmeni iskân ettiğini yazıyor.162
Hicri 1291 miladi 1875 yılının Prizren Salnamesinde Sarı
Saltuk’un Paştrik dağında türbesinin bulunduğu yazılmıştır.
Sarı Saltuk’un Balkan ülkelerin çoğunda makamı bulunuyor
ve hakkında makaleler yazılıyor.
Ahmet Yesevi dervişleri, bilhassa Haci Bektaş-ı Veli
Anadolu’nun Türk ve Müslümanlaşmasında nasıl rol oynamışsa, işte
Rumeli’nin yanı sıra Balkanlar’ın Türkleşme ve Müslümanlaşmasında
da yine Ahmet Yesevi halifesi, derviş Baba Saltuk’un, yani Sarı
Saltuk’un o derece önemli yeri vardır.
Balkanlarda bugün bile gözle görülür, elle tutulur
kanıtlar, dillerde söylenen söylenceler, kitaplar, makaleler vardır
Sarı Saltuk ile ilgili. Bunlar öyle belge, evraklardır ki Sarı
Saltuk’un hayal edilmiş bir kişi olmadığını, gerçekten
Balkanlara ayak basmış, birçok yerleri gezmiş bir kişi olduğunu

162
Joseph von Hammer “Historija Turskog /Osmanskog/ Carstva ( Türk
(Osmanlı) Tarihi, Sırpçaya çeviren Nerkez Smailagiç, Yayınlayan Nerkez
Smailagiç Zagreb, 1979 s. 47.

188
189
kanıtlıyor. Üstün zekâsı, insanlara yakınlığıyla insan ruhunun
yüreğinde, ruhunda yer bulabilen ulvi kişiliğini ortaya
çıkarıyor. Bu yüzden Balkanları gezerken vaaz yapmak için
konakladığı yer kutsallaşmış. Oradan ayrılınca bu yer ayak
basmasın diye korunmuş. Zamanla Sarı Saltık anısına anıt
amacıyla makamlar yapılmış. Bu makamların kimileri yedi asır
sonra bile yerinde duruyor ve insanı kötü ruhlardan arındıran,
dertlerine derman bulan, hastalıklarına şifa getiren ziyaretgâh
olarak değerlendiriliyor.
Kosova’da Sarı Saltuk yedi asırlık Türk varlığının somut bir
kanıtıdır. Ondan önce Kosova’ya gelmiş, burayı yurt edinmiş
olan Türk boyları arasına gelerek Ata yurtlarıyla ilişki hattını
sürdürmüş.
Kosova’da 15 asırdan bu yana Türkler yaşamaktadır.
Balkanlara Türkler Osmanlılardan önce geldiler. M.Ö. 200
yılında Orta Asya’da kurulan İlk Türk devletinden 575 yıl sonra
Miladi 375 yılında Hun Türkler Tuna kıyılarına gelmiş ve
Macaristan’a yerleşmeye çalışırken Bizans İmparatorluğunu
sıkıştırmaya başlamışlardır. Avarlar, Kumanlar, Peçenekler
buralara damgalarını vurmuşlardır. Türklerin İslam’a
geçmesiyle Balkanlara yerleşen Türk boyları da İslam’ı
tanımaya başladı. Bu yüzden Osmanlılardan önce de Kosova’da
Müslüman olmuş Türkler vardır. Sarı Saltuk, Seyit Ali Sultan,
Kamil Baba XIII. yüzyılın ortalarında Balkanlara yerleşmiş olan
ve onun dilinden anlayan Türk topluluklarını gezmiş, onlara
vaaz vermişler. Bu yüzden Sarı Saltuk’un da Balkanlarda
Müslümanlığın kurumlaşmasında etkisi oldu, ama o bir
misyoner değildi. Kendi insanlarına vaaz veren kişi misyoner
olamaz. Misyoner, dilini bilmeyenlere, başka kültürden, dinden
olan kişilere kendi dil, kültür ve din vasıflarını öğreterek
aşılayan kişi olur.
Vaazını yaptığı yerden ayrıldıktan sonra konakladığı yer
kutsal sayıldı. Ayakla basılmasın diye taşlarla çevrilerek
korundu. Zamanla mezar şeklinde tümsek yapıldı, etrafına duvar
dikilip bina içine alındı ve bu yerler Sarı Saltuk’un makamı

189
190
oldu. Halk Sarı Saltuk’un bu yerlerde gömülü olmadığını biliyor
“Burada Saltuk Babanın vücudu dinlendi” deniyor. Ama buna
rağmen makam ziyaret ediliyor, geceleri makam aydınlansın
diye içinde kandil yakılıyor, makama hizmet eden “türbedarın”
faydalandığı adaklar getiriliyor.
Sarı Saltuk’un onu anlayan topluluklar arasına gidip
vaaz verdiğini kanıtlayan birçok delil vardır. Prizren
yakınlığındaki Dragaş (Krekoyşta) belediyesine bağlı Mlika
köyünde Saltuk döneminden kalma bir camiye ait mermer
üzerinde oyulmuş kitabe bulunuyor. Cami minaresinin kesme
taştan yapılmış altı köşeli kaidesinde bulunan kitabede Hicri
688 (Miladi 1289) yılında yapıldığı şekilde Hicri 1238 (Miladi
1822) yılında Ahmet ağa tarafından onarıldığı yazılıdır. Ahmet
ağanın onardığı cami 1389 yılında olagelen Kosova meydan
savaşından yüz yıl önce inşa edilmiş. Buna göre Mlika’da
nüfusun I. Kosova Meydan savaşından yüzyıl önce Müslüman
olduğu kesinlik kazanıyor. Bugün de köyün ve bütün Gora ile
Opola yöresinde sadece Müslüman halk yaşıyor. Köy halkının
bugünkü Suriye’den geldiği biliniyor. Bunlara bu yüzden
Halepli deniyor ve bu aileler Halepli (Halepovsi) soyadını
taşıyorlar. Halepli soyadını Kruşevo köyünde de birçok aile
taşıyor. Halepli ailelerinin birçoğu 1956-60 yıllarında
Makedonya’ya ve Türkiye’ye göçetti.. Haleplilerin Gora’ya
XIII. yüzyıldan önce gelip yerleştikleri biliniyor. Bu iskân olayı
1231 yılında Tatar akınlarından Türkistan’ı terk edip Halep’e
sığınan halk kitlesinin bir bölümüdür. Türkistan’dan kaçan halk
kitlesinin başında bulunan Süleyman Şah Halep’e doğru
giderken Fırat nehrini geçmek için uygun bir yer ararken attan
suya düşüp boğulmuştur. Şah Süleyman’ın Cabar kalesi
yakınlığında bugün de Türk mezarı olarak bilinen kabri
bulunuyor. İşte o yıllarda Türkistan’dan göç eden kafilenin bir
bölümünün Kosova’ya, ta Goraya geldiğine ait kanıtlar vardır.
Gora ve Goralı adlarının Türkiye’nin doğusundaki Goran aşireti
ile ad benzerliği rastlantı değil, oradan gelen kişilerin aslını
ifade etmektedir. Goralıların Şah Süleyman kafilesinden ayrılıp

190
191
Kosova’ya gelip bugünkü Dragaş civarına yerleştiklerini bugün
bile korudukları gelenek ve görenekleri kanıtlamaktadır. Bu
durum ise Goralıların Türk soyundan olduklarını gösteriyor. Şah
Süleyman’ın üç oğlundan biri Osmanlı devletinin adını aldığı
Sultan Osman’ın babası Ertuğrul’dur. Türkiye’nin ünlü film
yapımcısı ve aktörü Yılmaz Güney’in babasının Goran,
annesinin Zazak olduğu, anlaşamadıkları için Türkçe
konuştuklarını sanatçı anlatıyor.
Goralılar aşağı köylülere Yeska (Yesevi’den) diyorlar.
Resteliça Makedonya sınırı arasındaki yerin adı Yörükler’dir.
Burada Gemitaş yer adı vardır. Dragaş Sırplar tarafından
geçlerde verilmiş bir addır. Dragaş “Karakuş” olarak bilinirdi.
Burada on kadar ev vardı ve ağaçlarında hep karakuşlar
(Kreykoşta) vardı. Bu yüzden Dragaşın asıl adı Karakuş’tur
Dikançe ve Baç köylüleri bahçıvancılıkla uğraşırlardı.
Halen bu mesleği sürdürmekteler. Bu yüzden Dikhan (Bahçeci)
adını almıştır. Geçlerde Dikhan – Dikançe olmuştur. Baç ise
verginin ödendiği yerdir. Baç vergi demektir.
Vranişte köyünün asıl adı Viranlık’tır Bugün de burası
viranlıktır.
Makedonya tarafında kalan Gora köylerinden
Yelovlanin köyüne yakın olan URVİÇ köyünde 1000 yıllık bir
cami vardır. Caminin bu tarihi bildiren kitabesi bulunuyor.
Urviç köyü Şar Dağı’nın en yüksek tepesi olan Türk (turçin) ‘ün
eteğindedir.
Goralılar, cesur ve İslam-Türk kültür ve medeniyetini
tamamıyla benimsemiş bir Türk topluluğu olarak
tanınmaktadırlar.
Kendi milli özeliklerini ölüm tehlikesine rağmen
korudular ve birçok defalar gizlice Anavatan Türkiye’ye
sığınmak suretiyle kendilerini Türklüğe çok yakın hissettiklerini
ispat ettiler.
Goralılar öz be öz Türk’tür. Mlika ve Kruşevodakiler
Halep cıvarından gelen Selçuklu Türklerdendir. Diğerleri ise
onlardan önce Orta Asya’dan Kuzey göç yolunu (Hazar Denizi,

191
192
Kara Denizin kuzeyini) takip ederek Ukrayna ile Besarabya’ya
giden, buradan da XI. Asırda Balkanlara inen Peçenekler’in
yardımı ile 1304’ten itibaren Rodoplar, Batı Trakya, Pirin ve
Vardar Makedonya’sını hâkimiyetleri altına alan Kıpçakların
veya Avrupalıların Kuman olarak adlandırdıkları kabilelerin
torunlarıdır.163 Kosova’dan başka Arnavutluk’ta,
Makedonya’da, Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Karadağ’da,
Sırbistan’da ve Bosna Hersekte yaşamaktadırlar.
Kuman Türkleri’nin Balkanlara gelmeleri Şimali
(Kuzey) Çin’de miladi 916 tarihinde “Hitay Devleti’nin ortaya
çıkmasıyla başlamaktadır. Anayurtlarında “Kimak” veyahut
“Kimek” adıyla anılan Kuman Türkleri 916 tarihlerinde Kuzey
Çin’den ayrılarak yeni ülkeleri işgal ve istila ederek büyük bir
fütuhat arzusuyla yanıp tutuşan bir Türk kavmi olarak, her
yönlü kuvvet ve varlığını Ruslarla yürüttüğü savaşlarda
hissettirmiştir.164 Bizanslılar bu öz Türk unsuruna Komani,
Macarlar Kun, Kuman ve Paloç, Almanlar ise Falon ve Falp,
Ermeniler de “Charteş”i Latinler “Cumanni” hitap etmişlerdir.
Bu tabirler Alman ve Ermeni dillerinde “sarışın ve kumral”
manalarını ifade etmektedir. Nimeth’e göre Kıpçak kelimesi
“hiddetli, kızgın, cesur” anlamına gelmektedir. Kumanlar bir
hamlede baştanbaşa adeta bir kasırga gibi Rus ovalarını ve
steplerini ele geçirdikleri için Ruslar onlara “Polovets” (ovalı)
sıfatını kullanmışlardır. “Ovalı” ve kısmen “sarı saçlı” sıfatını
taşıyan Kuman Türkleri Balkanların dağlık bölgelerinde de
üstün kabiliyet ve istidat gösterdiklerinden “Goran” (dağlı) sıfatı
ile de anıldılar.
Miladi 1034 yılından itibaren Peçenek ve Kuman
Türkleri’nin Rodoplar, Batı Trakya ile Pirin ve Vardar
Makedonya’sı bölgelerine, hatta İstanbul surlarına kadar

163
Rodop-Bulgaristan Türklüğü Faciasının iç Yüzü. Rodop-Tuna Türkleri
Kültür ve Dayanışma Derneği, Tarih Yayınları Serisi. İstanbul, Mart 1976,
sayı2, 8-12.
164
Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük (İkinci baskı), Ankara 1988 s. 138-141.

192
193
inmeleri Bizans’ı çok ciddi telaşlandırmıştır. Bu nedenle Bizans
1050 yılında büyük bir ordu teşkil edip Peçenek ve Kuman
Türkleri üzerine sevk etmiştir. Fakat Bizans yenilgiye uğrayınca
barış isteğinde bulunmak mecburiyetinde kalmış ve “1054
yılında barış antlaşması yaparak Bizans devleti vergiye
bağlanmıştır. 1087 yılında Kuman-Peçenek Türkleri arasında
anlaşarak “Kuman-Peçenek Türk Federasyonu”nu kurmağa
muvaffak olmuşlardır 165 ve kurdukları Kumanova kentini
başkent yapmışlardır. Fakat bu iki kardeş Türk kavmi
Bizanslılarla ve gayri-Türk unsurlarla savaşacakları yerde,
Bizanslıların adi politik entrikaları yüzünden birbirleriyle
savaşarak “Milli Birliği” yıkmışlardır. Bu nedenle miladi 1091
tarihinde yıkılarak varlığını ve politik fonksiyonunu tarihin
karanlıklarına terk etmiştir.166
Federasyonun yıkılması ile Peçenek Türklerinin çoğu
Bosna Hersek ve Sofya yörelerine çekilerek yaşamlarını
sürdürerek 1091 yılından ta Osmanlı Türklerinin buralara
gelmesine kadar, özellikle X. asırdan XIV. asra kadar
Balkanlarda Slav akınlarına maruz kalan bu Türk boyları büyük
ölçüde insanlarını kaybetmişlerdir.167 Slav dili etkisi altında
kalmışlarsa da, eski örf, adet ve geleneklerini devam
ettirmişlerdir.168 Bu şekilde örf, adet ve geleneklerine sıkı sıkıya
bağlı kalmaları onları kolayca İslam dinini benimsemelerine yol
açmıştır. Özellikle Pomak-Türklerinin İslam’ı kabul etme
hususu bu sebeplere bağlanmaktadır. Romanya, Macaristan,
Avusturya ile Çekoslovakya içlerine kadar giden Kumanlar ise
buradaki gayri-Türk unsurların içinde “Şamanizm’i” terk ederek
Hıristiyan olmuşlar ve kendi etnik varlıklarını kaybetmişlerdir.

165
Rodop-Bulgaristan Türkleri Faciasının İçyüzü… s. 9. M.Necip, Üzümcü,
Türk Tarihinde Kuman Türkleri ve Pomaklar, Batı Trakya, 15 Mayıs 1972,
sayfa 61, s.10-11.
166
1’de a.g.e
167
Hasluck. F. W. Bektaşı Tetkikleri (Ragıp Hulusi çevirisi) İstanbul, 1928 s.
36
168
Faruk Köprülü, İslam Ansiklopedisi, “Bektaşilik” maddesi, Ankara 1976.

193
194
1389 Kosova Savaşından önce Kosova’da
Müslümanlığın tanıtılıp yayılmasında Sarı Saltuk’un ve
Goralılar’ın da payı vardır.
Bugünkü Romanya’nın Dobruca bölgesinde bulunan
Babadağ’da gerçek mezarı bulunduğu kabul edilen Sarı
Saltuk’un Kosova’da birçok makamı vardır. Dragaş’a yakın
Plava köyünde, Jur köyünde Vırmiça-Dragaş kavşağının
sağında, Paştrik dağının tepesinde, Yakova-İpek arasındaki
Pirlepe köyünde, Begay’da ve İpek’in Priştine’ye götüren yol
üzerindeki Köşk köyünde bulunuyor. 1874 Prizren
salnamesinde Paştrik dağındaki Sarı Saltuk makamından söz
edilmektedir.

Sarı Saltuk ile ilgili söylenceler


Sarı Saltuk ile söylenceler Türklerin Balkanlara en az
1500 yıl önce geldiğini kanıtlamaktadır. Hun Türkleri,
Attila’nın kumandası altında Bizans’ı sıkıştırmış, Roma’yı
vergiye bağlamıştır (452 yılı). O çağlarda dünya hâkimiyetinin
timsali sayılan savaş Tanrısı Ares’in kayıp olan kutlu kılıcı
Attila’nın elinde idi. Bu yüzden Avrupa halkı için Attila
“Tanrının kılıcı” idi. Avar Türkleri Adriyatik Denizi sahillerine
kadar gelmiş, buralarda şehir kurma teşebbüslerinde
bulunmuştur Bunların arkasından Kuman Türkleri gelmiş ve
Jiça’daki Sırp patrikhanesini yıkmıştır. Bundan sonra Sırplar
Kosova’ya geçmiş ve İpek patrikhanesini kurmuşlardır.
Peçenekler ve Oğuz ile Uz Türkleri de Balkanlara gelmiş ama
hükümet kuramamışlardır. Tüm bu Türk boyları Slav’ların
Balkanlara gelmesine neden olmuştur. Kafkaslardan Balkanlara
devam eden çok uzun seferleri sırasında Slav kadınlarıyla
evlenmelerine neden olmuştur. Türk savaşçıları Atlar üzerinde
kılıç sallayarak Slav olan kadınlarından dünyaya gelen çocuklar
analarının dili ve dini etkisinde kalarak Slavlaşmıştır. Türklerin
Balkanlara getirdikleri Slav kadınları zamanla Türklerin
Slavlaşıp erimesine neden olmuştur. Ama bu süreç sürerken
Osmanlı Türklerinin Balkanlara gelmesiyle halen tüm Türk

194
195
özelliklerini tamamen kaybetmeyen yörelerde halk İslam dinini
kabul etmiş ama Slav dilinin etkisinden tamamen
kurtulmamıştır. Çünkü Osmanlı dile değil, Allah’a inanılmasına
önem vermiştir.
Bizans devlet yöneticileri IX-XIII. Yüzyıllarda bir
taraftan Slavlar’ın ve diğer taraftan Latinlerin Batı Trakya ve
Rodoplar ile Makedonya eyaletleri üzerinde ciddi bir hâkimiyet
kurmalarını önlemek için Anadolu’dan, Babeki ve Çepniler’in,
bilhassa Konya’nın bazı kesimlerinden bir çok Türkmen
kabilelerini gayet tavizkar tekliflerle bu yörelere götürüp iskân
ettikleri bilinmektedir. Anadolu’dan iskân edilen bu Türk-
Müslüman grupları bu bölgelerde yaşayan Kuman Türkleri
arasında İslamiyet’in yayılmasında da etkin rol oynamışlardır.169
Ayrıca bu Türk gruplarının hareketleri sırasında birçok
Türkmen babası, Şeyh, Derviş ve Abdal bu Türk boylarının
mesken edildikleri bölgelere gelip Orta Asya, Anadolu ve
Kafkaslardaki Türk topluluklarıyla ilişkileri sağlamışlardır.
Onlar İslam’ı benimsetmek ve sevdirmek için güzel konuşma,
güzel davranış ve örnek yaşayış gibi her türlü meziyetleri azami
bir şekilde kullanmışlardır.170 Bunlardan en çok Sarı Saltuk’tan
söz ediliyor ve söylenceler bulunuyor. Görülüyor ki
Balkanlardaki Kuman Türkleri arasında İslamiyet büyük ölçüde
Osmanlıların Balkanları fethetmesinden önce Anadolu Türkleri
ve tarikat mensupları tarafından yayılmıştır. Fetihlere paralel
olarak, zaman içinde Anadolu’dan Balkanlara göçüp geçen
Yörükler, Istırınca dağlarıyla, Rodop dağlarının tümüne, Şar
dağına ve Makedonya’ya kadar uzanan yörelere irili ufaklı
sayısız cemaatlar halinde davarlarıyla serpilerek yurtlanmışlar.
Bu yörelerdeki dağ, tepe, yaylak, eğrek, akarsu ve köylere ve
ekip biçtikleri mezralara bugün dahi kullanılmakta olan yer

169
Rodoplular ve Pomak Türkleri, Tür Dünyası, 1973, sayı 28 s. 29.
170
1’de a.g.e.

195
196
adlarını vermişlerdir ki bu adların çoğu ya bu cemaatların
veyahut ta onların reislerinin adlarından kökenleşmiştir.171
Hoca Ahmet Yesevi, “doksan dokuz bin müridinin bu en
seçilmişine “: Saltuk Mehmet’im Seni Rum’a saldım. Var git,
yedi krallık yerde nam ve şan sahibi ol” diyor. Ardına Sarı
Saltık yedi yüz sadık müridi ile yola düşüyor.
Sarı Saltuk’un Balkanlara otuz beş bin müridi ile geldiği de
söyleniyor.
Hz. Peygamber’in kendisine rüyada “Seyit Saltuk!
Edirne’yi fethet ve Müslüman et. Ümmetim bu yeri elden
komasınlar buyurmuştur. Edirne fethedilip Müslüman ediliyor.
Seyit Saltuk bu şehri çok seviyor. Ömrünün son kırk senesinde
dönüp dönüp konakladığı yer bu şehirdir.
Hz. Peygamber bir hadisinde “harp hiledir” demiştir.
Saltuk baba işini buradan tutmuş, kâfirlerin dilini, dinini sıra ve
töresini öğrenmiş, sırası gelince kiliselerde sarı sakalını
sıvazlaya sıvazlaya vaaz etmiş, bir gün Ayasofya’da herkesi
vaftiz etmiş, bu hilelerle düşmanın arasına sokulmuş, onları
içinden vurmuş. Dobruca’da kral kızlarına musallat bir ejderi
kazanınca, kırk bin kâfir imana gelmiştir. Lehistan’da ünlü bir
papazı öldürüp, oradaki bütün Tatarları Müslüman etmiştir.
Sonra bu yüz elli bin yeni Müslüman’ı şimdiki Danzing şehrine
yerleştirmiş, daha sonra altı yüz bin Hersek tebaasındaki insanı
Hak dinine sokmuştur. 172
Seyyid Lokman Sarı Saltuk’un uburi Rum iline (Altı yüz
altmış iki idi hem ...) geldiğini yazıyor.
Balkanlarda Sarı Saltuk XIII. Yüzyılın tanınmış bir
İslam bilgini, hastaları sağaltan, özellikle sarılık hastalığından
bütün bir şehri bile iyileştirebilen keramet sahibi olarak da
biliniyor. Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşen Bektaşi
tarikatının kurucusu Hacı Bektaş Veli’nin müridi olduğu

171
1’de a.g.e.
172
Nezihe Araz “Sarı Saltuk Sultan” Balkanlar’da Türk kültürü, Ocak, Şubat,
Mart 1996, Bursa

196
197
söylenen Sarı Saltuk’un papaz giysileri içinde yörelerde yaşayan
Hıristiyan arasında İslam dinini yaymaya çalıştığı söyleniyor.
Kosova’nın İpek efsanesine göre Sarı Saltuk Türkiye’de
Sarıyer köyünde doğmuş, dürüst, akıllı, dindar biri imiş.
Çevresinde çok öğrenci varmış. Yedi öğrenci gelmiş, onların
her biri ondan ders görerek kemale ulaşmış. Sarı Saltuk ölünce
her biri cenazeyi kendi memleketine götürmek isteyince
aralarında tartışma büyümüş. Bu sırada Allah tarafından yedisi
de rüyasında Sarı Saltuk’u görmüş. Sarı Saluk hepsine aynı
vasiyette bulunmuş. “Her biriniz birer tabut alın, hangisinde
beyaz çiçek görürseniz ben orada olacağım. O tabutun sahibi
beni alıp ülkesine götürsün demiş”. Ertesi gün hepsi birer tabut
almış. Ancak hepsinin de yanında birer beyaz çiçek bitmiş. Her
tabutta birer Sarı Saltık cesedi varmış. Hepsi tabutunu alıp
memleketine götürmüş. Bugün yedi yerde bulunan Sarı Saltuk
mezarı kırkın üzerinde makamının bulunmasına neden olmuş.173
Makamları üzeri açık veya ahşap kubbelidir. Pirlepteki Sarı
Saltuk makamının duvarları taştan, çatısı ahşap ve kiremit
örtülüdür. İç tarafı ise kubbelidir. Ama uzun zaman tamir
görmediği için sıvanın büyük bir bölümü dökülmüştür.
Makamın Pirlep suyu kenarında bulunması ve bu suyun çok
kere taşarak sellere neden olmasına rağmen yıkılmayışı Sarı
Saltuk’un ruhunun gücüne daha çok inancın artmasına neden
olmuştur. Hele 1979 yılında sel birçok evi alıp götürmüşken,
Sarı Saltuk makamının hasar görmeden ayakta kalması uzak
yerlerden bile insanların birçok dertlerine şifa bulması için
makamı ziyaret etmesine neden olmuştur. Köyde bir müneccim
vardır. Ama Sarı Saltuk makamı ziyaret edildikten sonra
müneccime gidilir.
İpek’de Köşk köyünün girişinde Sarı Saltuk makamı
vardır. Bu kabrin yanında türbeye bakan ve 1950 yıllarında ölen
türbedar Şeyh Abdi’nin de kabri bulunur. Türbeye İpekteki

173
Prof. Dr. Şefket Plana “Kosova ve makedonya Türbeleriyle ilgili önemli
efsaneler” , Çevren sayı 59, 1988, Priştine

197
198
Rufai tekkesi bakmaktadır. Makamı ziyaret edenler yanında
pilav ve helva pişirip yerler. Salı ve Cuma günleri makam
ziyaret edilir. Halkın Ali günü dediği 2 Ağustos günü makamın
çevresinde insan mahşeri olur.
Paştrik’teki Sarı Saltuk makamı halkın Hz. Ali Günü
olarak adlandırdığı 2 Ağustos günü ziyaret edilir, makam
civarında koyun, koç gibi hayvanlar kurban kesilir, pilav
pişirilir, zikir yapılır ve her çeşit hastalığa şifa bulmak için
makam ziyaret edilir. Sarı Saltuk makamının yanında daha bir
kabir vardır. Birileri bu kabrin Sarı Saltuk’a hizmet eden
abdalındır dreler, birilerine göre ise makama bakan ve hizmet
eden Ahmet Baba’nındır. Makamı Rumeli’ye Sadi tarikatını
getiren ve bu tarikatın Rumeli de ilk şeyhi olan Süleyman
Efendi Acizi Baba (1537-1652) bir gece rüyasında Sarı
Saltuk’un ruhu ile temas kurduğunu ve buralara İslam’ı
yaymaya geldiği zaman dinlendiği yeri kutsal sayarak oraya
makam kurduğu söyleniyor. Bu yüzden makama Prizren’de
Sadi tekkesi sahip çıkmaktadır.
Noel Malcolm174 ise Clayer, L’Albanie s.22, 171 (Sarı
Saltuk); Nuşiç, S. Kosova, 2. 35 (Pantaleimon), Norris, İslam
s.146-57, Sarı Saltuk ile ilgili şu anlatıları aktarıyor. Prizren’in
batısındaki bir dağın doruklarında (bize göre burası Şeyh
Süleyman Acize Baba tarafından yapılan Sarı Saltuk makamının
bulunduğu Paştrik Dağı’dır), Meryem ananın göğe yükselişini
kutlama amacıyla iki gün boyunca bayram yapılırdı. Dağın üç
tane doruğu vardı ve bini aşkın insan en yüksek dorukta
toplanıp öbür ikisine (Kıble tarafına) dönerek akşam duası
okurdu. Sonrası, Pjeter Bogdani’nin 1681’de bölgeye yaptığı
ziyarete ilişkin anlatısında şöyle geçer: Bütün gece orada kalıp
davullara vuruyor, ıslıklar çalıyor, dans edip şarkı söylüyorlar.
Gece yarısından sonra karma bir geçit alayı başlıyor;
Müslümanlar, Sırplar ve Yunanlılar, ellerinde uzunluğu

174
Noel Malcolm Kosova Balkanları anlamak için, Sabah Kitapları 1999
İstanbul s.166,167.

198
199
herkesin kendi yaşına göre değişen mumlarla alay oluşturuyor.
Üç saat boyunca en yüksek dağın doruğuna yalınayak
tırmanıyorlar. (Müslüman kesimin ileri gelenlerinden bir kısmı
at sırtında alıyor bu yolu).
Sabah olunca dağın tepesine çıkan Bogdani, “her cins
insanın bulunduğu sayısız bir kalabalığa” hitaben Arnavutça
vaaz vermiş, ardından da Prizren’in Ortodoks piskoposu
tarafından yemeğe davet edilmişti. Dağ tepelerine tırmanmayı
içeren bu kültün pagan (Şaman) döneminden kalma olduğu
açıktır; ancak bunu karma dini uygulamaların çarpıcı bir örneği
haline getiren, sonraları biri Müslüman, öbürü Ortodoks olmak
üzere iki ayrı yorum kazanmış olmasıdır. Efsanevi Müslüman
dervişlerinden Sarı Saltuk’un çok sayıdaki mezarından biri de
burada bulunuyor ve Hz. Ali’nin anıldığı gün olan 2 Ağustos’ta
tören yapılıyordu. 19. yüzyıl sonlarında Prizren’deki
Ortodokslar ise ayrı bir hikâye geliştirerek dorukta Aziz
Pantaleimon’un175 mezarının bulunduğunu kabul etmişler ve
yazın bütün bir gece boyunca burada anma törenleri yapmaya
başlamışlardır.
Prof. Dr. Hasan Kaleşi Yakova’da Bektaşi babası Şeyh
Çazim Bakali’den kaydettiği bir rivayete göre “Rumeli’den
birkaç kişi Hacı Bektaş Veli’ye gidip onlara bir misyoner
göndermesini istemişler. Hacı Bektaş Veli’de “Sarıyı saldık”
demiş. Sarı Saltık bu yerlere Türklerden önce gelmiş ve İslam’ı
yaymıştır. Arnavutlarda iki kardeş ayrı dinden olabildiği için
Sarı Saltuk “Kardeş kalabilirsiniz çünkü İslam moral
meselesidir”demiş. Bundan önce Katolikler Müslümanlığı kabul
eden kişileri öldürürlermiş.176

175
Prizren’de Pantaleimon adında bir kilise bulunur. Kilise yanında bu adla
bilinen bir çeşme de vardır. Mahallenin yüksek kısmı ormanlığa çıkarır.
Orada Kurtarıcı Hazretleri (Sveti Spas) kilisesi bulunur. Bu kilisenin Sarı
Saltuk makamının yerinde kurulduğu söyleniyor.
176
Dr. Hasan Kaleshi Legjendat Shqiptare per Sari Salltukun, Perparimi sayı
1, 1967 Priştine.

199
200
Kosova sınırları dışında Sarı Saltuk makamları
Ohri’deki Sveti (Aziz) Naum’da, Arnavutlukta Kruya’da,
Bosna-Hersek’te Mostar yakınlığındaki Blagay’da ve Korfu’da
bulunur. Kruya’da Saltuk makamından başka Sarı Saltuk
ormanı, Blagay’da ise çatılı zemin katlı bina olan Sarı Saltuk
makamı içinde öğrencisi olduğu söylenen Açık Baş’ın kabri de
bulunur. Makamın yanında Kadiri tekkesi bulunur. Tekke XVII.
Yüzyıl ortalarında Halveti tarikatine geçmiş, 1925 yılında ise
tekkeyi Kadirî tarikatına bağlı dervişler kullanmaktadırlar.177
Sarı Saltuk Kara Konsolos olarak da kimi söylencelerde
geçer.

Mlika köyünde 1289 yılında kurulmuş cami birkaç kez onarılmış. 700
yıllık tarihin belgesi olan kitabe cami minaresinin gövdesinde
bulunuyor.

177
Mr. Tacida Hafız Blagay (Yugoslavya)da Sarı Saltuk Türbesi, Bay sayı
23, 1997 Prizden s. 3.

200
201

Dragaş Camii. Dragaş Belediyesine bağlı Gora 17 köyden


oluşur. Nüfusun tamamı Müslüman’dır. Köyler yayla ve
ormanlık içindeler.

201
202

Prizren’e yakın Paştrik dağının ikinci tepesinde, Kosova-


Arnavutluk sınırı yakınlığında Sarı Saltuk’un makamı vardır.
Makamın yanında türbedar Ahmet’in kabri bulunur. Halkın Ali
Günü dediği 2 Ağustos günü makamı kalabalık halk ziyaret
etmektedir, etrafında pilav, helva pişirip yemektedir. Sıhatları
için kurban kesmektedirler. Dervişler zikir yapmaktadırlar.

Kosova’da Dragaş’a yakın Plava köyü civarında, taştan


örülmüş, kubbesi kaya ile örtülü Sarı Saltık makamı. Taştan
örülmüş yuvarlak dört sütün üzerinde duran kubbenin altında
kabir yoktur. Sarı Saltuk Baba’nın buralara Türklüğü ve
Müslümanlığı yaymak için geldiği zaman bu yerde dinlendiğine
inanılıyor. Bu yüzden burası kutsal yer sayılarak ziyaret
ediliyor.

202
203

Prizren’den beş kilometre batıya doğru Jur köyünün girişinde


üstü açık, kenarları 60 santim yükseklikteki duvar içine alınmış
Sarı Saltuk kabri. Yolculuğa çıkmadan ziyaret ediliyor. Asfalt
döşenmesi için yol genişlenince kabir sökülmek istenmiş ama
hiç kimse kazma kürek ile yanaşamamış. Böylece kabir eski
yerinde, kayın ağacının gölgesinde kalmış.

203
204

Yakova-İpek arasında Pirlep köyünde duvarları taştan örülmüş,


kiremit örtülü çatının altı kubbeli Sarı Saltuk makamı. İçinde
kabir veya tümsek bulunmaz. Ama hiç kimse makamın orta
bölümüne ayakla basmaz. Duvar kenarıyla gezerek makamın içi
çevrelenir. Köy deresi yanında bulunmasına rağmen gelen su
baskınları sökememiş.

İpek-Priştine yolu üzerindeki Köşk köyünün girişinde Sarı


Saltuk makamı. Binası yıkılmış, yeniden inşaatına başlanmış.
Sağında türbeye uzun zaman hizmet etmiş ve 1950 yıllarında
vefat etmiş Şeyh Abdi’nin de kabri bulunuyor.

204
205

İki çanaklı minaresi ile ünlü olan Lubinye köyünde ve etraftaki


diğer köylerde bugün de çocuklara Saltık adı veriliyor ve
misafire Saltık kahvesi ikram ediliyor.

205
206

KOSOVA EFSANELERİ

KARABAŞ BABA

Bay, sayı 18, Mart-Nisan 1996, Prizren


Prizren’de Tuzsuz, Terzimahalle ve Beyzade semtleri ve
Buzagilık ovası arasında, kent hastanesi ve Öğretmen okulu
binaları arasında, eski Türk gömütlüğünde bulunan üç türbeden
biri Karabaş Baba türbesi olarak bilinir. Doğudan batıya doğru
bakılınca ortada bulunan ve binası sekiz köşeli bir kiremit çatı
ile örtülü olan en yüksek ve beş pencereli olan bina Karabaş
baba kabrinin bulunduğu türbedir. Sağdaki dikdörtgen ve üç
pencereli türbe Kemani Rabiye hanımın yattığı ve “Kız türbesi”
olarak bilinen türbedir. Soldaki ise Şeyh Hüseyin türbesidir.
Karabaş Babanın asıl adı Mustafa soyadı ise lala’dır.
Halk, Lala’yı Lalo olarak söyler. Mustafa Efendi paşanın lalası
olduğu için bu soyadıyla bilinir. Prizren’e kardeşi Ömer efendi
ile Türklüğün özü Horasan’dan gelmiş ve birçok savaşlara
katılmış olduğu rivayet edilmektedir. Prizren’de kaldığı evin
bulunduğu sokak “Lalo boğazı” adını almıştır. Bugün “Belgrat
sokağı” olarak resmi adı olan bu Lalo sokağının batı tarafındaki
evler Mustafa ve Ömer efendinin kabilesine aitti. Tümü
Lalo’lar olarak bilinirlermiş. Bu kabileden oluşan birkaç aile
içinde bu sokakta Lalolar kalmamıştır. Ama sokak sakinleri
kendilerini “Lalo bogazında” oturduklarını takdim etmektedirler
ve kent yerlileri bu sokağı “Lalo boğazı” olarak bilmektedirler.
1995 yılında vefat eden Hüseyin Lalo bu sokaktan son göç eden
Lalo ailesidir.

206
207
Mustafa Efendi savaşlara katıldığı için dünya evine
girmeye vakit bulamamış. Bekar olduğu için ağabeyi Ömer
efendiye, ölünce, bugün türbesinin bulunduğu yere gömmesini
vasiyet etmiş. Ama Ömer Efendi Mustafa efendiden önce
ölmüş. Ardına Mustafa Efendi ölünce oturduğu evin arka
bahçesinde gömülmüş. Zamanla oraları yerleşim yeri olmuş.
Türkmenler ve çingeneler oralara yerleşmiş, çelengi, demir
döküm dükkânları kurulmuş. Böylece mezar bir türbedar
hanımın deyimiyle “yer ile yeksan” (yerle bir) olup kaybolmuş.
1795 yılında Prizren’e Kara Mustafa saldırdığı zaman
Karabaş efendinin Malta Çeşmesi denilen yerde bulunan
mezarındaki kitabeli mezar taşını sökmüş ve bu mezar taşı bir
daha bulunamamıştır. (Mehmet Tahir efendinin emnkıbesinden
alınmıştır). O yıllarda Malta’da esir olan bir kenttaşın düşüne
Mustafa Efendi çıkmış ve ona “Yattığım yerde rahat değilim,
başımın üstünde devamlı demir dökülüyor, burada devamlı
gürültü, patırtı var. Senin vazifen, beni Prizren’de yattığım
mezardan çıkarıp kent kabristanına defnetmektir” demiş.
Hükümlü bunu hayretle karşılayıp, bunu nasıl yaparım,
sürgünler kampından nasıl çıkarım? Diye sormuş. “Sen
gözlerini kapa ve yoluna koyul. Ardına hiç dönmeden yoluna
devam et. Bunu yerine getirmeye başladığın andan itibaren
hiçbir engelle karşılaşmayacaksın. Sana Allah yardımcı
olacaktır” demiş. Mustafa efendinin söylediğini yerine getiren
hükümlü kendini Prizren’de Malta Çeşmesi başındaki büyük
kaya üzerinde bulmuş. Camiden çıkan müminler O’nunla
ilgilenince başına gelenive kendisine verilen görevi anlatmış.
Belediyeden iki Tatar polis yanına verilmiş ve rüyasında tasvir
edilen yere gelmişler. Çelengi (demirci) dükkânındaki örsü
çekip altındaki toprağı kazıyınca ceset ortaya çıkmış. Başında
kara bir lişan (nişan) olduğu için ona Karabaş demişler. Cesedi
bir tabuta koymuşlar ve hükümlünün rüyasında tasvir edilen
yere götürüp bugünkü kabrine defnetmişler. Daha geçlerde
mezar etrafı sekiz köşeli duvarlarla sarılıp ve üstü sekiz tarafa
akıntılı çatı ile örtülüp türbe yapılmış. Ömer Efendi aldığı

207
208
vasiyeti başka birine devretmediği için cezalanarak türbe duvarı
altında kalmıştır. Bugün Ömer efendinin baş tarafı türbe içinde,
ayakları ise türbe dışındadır. Geçlerde türbenin batı tarafında,
türbe kapısının sağında türbeye bakan, ona hizmet eden türbedar
için bina kurulmuş. Türbenin girişinin sağ tarafında Mustafa ef.
Karabaş babanın çaycısı Kerim babanın da kabri bulunmaktadır.
Karabaş Babanın ilk kabrinde bulunan kitabeli baş taşın tek bir
parçası vardır, ama kalan metin bölümü henüz okunamamıştır.

Karabaş Baba’nın ilk kabrinin bulunduğu yer bugün de


mübarek bir velinin kabri olarak korunmaktadır. Kabrin
bulunduğu yerde büyük bir kaya parçası vardır ki bu kayaya hiç
kimse ayakla basmaz, üzerinde oturmaz ve kayanın üstü kireçle
badanalıdır. Zaten bu yer Tanaska Rayiç sokağının mukaddes
yeridir.
Karabaş Baba’nın bekar iken şehit olduğu, buralarda hak
dini İslamın yayılması için büyük hizmetler verdiği, kelime – i
şahadet mührünün kendisinde bulunduğu bilinmektedir. Bugüne
kadar bu mührü , kabzası boynuz işi olan yayması çelik kılıcı,
kılıcının dışı deri kapalı ağaç kını, gürzü, sur’u ve aptes
sırasında kullandığı nalınları korunmuştur. Tüm bu eşyaların
birer kutsal eşya olarak sırlı bir güce sahip olduklarına
inanılmaktadır. Bu yüzden bu eşyalara el sürmekle, kılıcın
üzerinden akıtılan sudan içmekle en ağır durumda olan
sayrıların kurtuluşa kavuştuklarına inanılır.
Karabaş Babayı rüyasında görenler muhakkak kabrini
ziyaret eder, ruhuna fatiha okur. 1989 yılında 90 yaşında vefat
eden Safiye Lalo Hanım Karabaş Baba’dan kalan kutsal eşyaları

208
209
bir yerde koruyan ve belli bir usulle onların gizli tesirini
başkasına geçirebilen son şahıs idi. Karabaş Babayı çok kez
rüyasında görmüş. O’nun vasiyetlerini yerine getirirmiş. Safiye
Hanım’ın Lalo boğazında ve Karabaş Babanın ilk kabrinin
bulunduğu yerin bir zaman arka bahçesi olan evde Karabaş
Babanın geceleri görünmeden tapırtı yaptığını, merdivenlerden
evin üst katına çıktığını beş mayıs (Hıdrellez arifesinde)
sabahları oda camlarını vurarak ev sakinlerini erken erken
uyandırdığını, Irak – İran savaşının belirmesiyle bu savaşta
bulunmak için oralara gittiği için o yıldan beri belirmediğine
inanılmaktadır.
Karabaş Baba’nın kılıcı duvarda asılı durmaktadır. Kılıç
kendiliğinden düştüğü zaman kötülüklerin olacağına işaret
ettiğine inanılmaktadır.
Bugünlerde Prizren’de halk tarafından en çok ziyaret
edilen kabirlerden biridir. Hıdrellez Karabaş Baba’nın
türbesinin ziyaret edilmesiyle türbe etrafında ailece pilav
yemekle, davul zurnaların çalınmasıyla, halk oyunlarının
oynanmasıyla, atlıkarıncalara binip dönmek ve sallanmakla
kutlanılmaktadır. Prizren halkı ve civarındaki köy halkının çoğu
bu günü “Karabaş Baba” olarak bilmektedir. O gün yatıra
nezirler getirilir, dileklerde bulunulur, fatiha veya yasin
okunulur.
Türbe sekiz köşeli bir kaide üzerinde 70 cm
kalınlığındaki duvarlarla yapılmış. Bir köşeden öbür köşeye
genişliği 125 cm dir. Kuzeybatı duvarında 1.30 cm, genişliğinde
ve 2.10 cm yüksekliğinde çifte kanatlı demir kapı bulunur.
Öteki yedi duvar yüzünde 0 x 1,70 cm boyulunda pencere
bulunur. Tüm pencerelerin üst kısmı kemerlidir. Güney – batı
taraftaki üç pencere yalınkat duvarla kapalıdır. Pencerelerin üst
kemer kısmı açıktır. İç taraftan türbe kubbelidir, dış taraftan ise
sekiz köşeli ve akıntılı piramit şeklinde kiremit ile örtülüdür. İç
ve dış duvarlar kireç ile badanalıdır. İç taraftan kubbe gök
mavisi boyalıdır. Türbenin içinde tam ortada Prizrenlilerin kabir
dedikleri lahit bulunur. Kapının girişinin sol tarafında ise küçük

209
210
bir mezar tümseği vardır. Yer ve kabirler beyaz kireçle
badanalıdır.
Türbenin girişi kapısının sağ tarafında Karabaş Babanın
kardeşinin mezarının ayak taşı bulunur. Mezarın tam ortasında
türbe duvarı bulunduğu için mezarın baş tarafı türbe içinde
kalmıştır Bu mezara bitişik kesme taşlarla sarılı kare şeklinde
bir toprak yığını vardır. Burası türbedarın oturduğu binanın
bulunduğu yer imiş. Türbenin güney doğusunda Şeyh
Hüseyin’in, kuzey doğusunda ise Kemani Rabiye Hanımın (kız)
Türbeleri bulunur. Bunların etrafında eski mezarlığın kocaman
taşları halen dik duruyorlar.

Prizren’de Karabaş Baba türbesi

210
211

KESİK BAŞ TÜRBELERİ

Halk arasında öyle inançlar ve anlatımlar vardır ki insan


bunların gerçek olduğunu inanamaz ilkin. Bu anlatımları bir
söylence olarak kabul ederler. Bir evliyanın, şehidin, gazinin,
babanın türbesi, yatırı veya mekânı olan bu yerler yüzyıllardır
insanların ziyaret ve dilek yeridir. Sadece Fatiha okuyanların
dışında mezar etrafında çeşitli tılsımlar yapanlar ve adağını
verenler de çoktur. Gezgincilikten veya alışkanlıktan çok
doğaüstü güce veya olağan güce sahip olduklarını birilerinden
duyanlar veya bilenler dertlerine, rahatsızlıklarına, sıkıntılarına
derman getireceğine inandıkları bu ölülerin yattıkları türbeler
veya bu ölen kişiler için yaptırılan yatır ve mekânlar bugün de
bilim dünyasının ilgisini çekmektedir. Mezar başında akşamdan
duran kase dolu suyun şifa getirdiğini, mezara adak getirip
etrafında üç kez döndükten sonra isteğine erişenlerin olduğu,
konuşamayanın bir gece mezar başında oturup dilinin
çözüldüğü, ayakları tutulmuşun ayakları çözülüp yürümeye
başladığını, mezarından alınan bir avuç toprağın belli usulle
akşamları alın tarafında tutulup baş ağrısını geçrdiğini, türbeyi
ziyaret edip gereken tılsımları yaptıktan bir ara sonra sıhhata,
huzura, temiz ruha kavuşlduğunu anlatanların sayısı kabarıktır.
Ölü kişiler için yapılan binaların sıradan bir ölü mekanı
olmadığını, kişilerin sebepsiz onları ziyaret edip adaklarını
getirmediklerini Kosova’da kesik baş türbelerine bugün de
yapılan ziyaretler, varolan inançlar kanıtlamaktadır. Çünkü bu

211
212
kişilerin doğaüstü bir kişiliğe, güce sahip oldukları
söylenmektedir. Bunlar cenklerde veya düşman tarafınca başı
kesilmiş ama kopan başı koltuk altına alıp uzun bir uzaklığı
aştıktan sonra can verip toprağa gömülen büyüklerdir.
Büyüklükleriyle başka insanlardan ayrımlı oldukları için
mezarları türbe olmuştur. Kosova’nın Kaçanik ve Prizren
kentinde ve Prizren’in Lez köyünde bugün de bulunan kesik baş
türbeleri ziyaret edilmektedir.

KAÇANİK’TE MEHMED EFENDİ TÜRBESİ

Kaçanik’te Sitniça deresinin sol kıyında Üsküp


istikametinde kentin en kenar evinin ilerisinde duvar çeşmeden
akan soğuk sudan az ilerde kare şeklinde bir türbe binası vardır.
İçerde bir mezar bulunur. Tümseği betonlu olan kabirde Gazi
Mahmud veya Saçlı Küçük Mehmed Efendi yatmaktadır.
Horasan’dan gelen ve Sultan Murat Hüdavendigar’ın kumandası
altında savaşan Cafer, Haydar ve Gazi’nin kardeşi olan
Mahmud’un veya aynı kişi olan Saçlı Küçük Mehmed’in
Kosova savaşında savaşırken bir gayrimüslim tarafından kellesi
koparılmış. Başını koltuğu altına alıp atı ile Kosova Ovasını
aşıp Kaçanik Derbendini geçerken Bob köyünden bir Hıristiyan
kız başsız adamı görüp hayretle “Bakın bakın başsız adam
beygirle koşuyor” diye haykırmış. Bunu söylerken kellesini
koltuğu altına almış olan gazi o anda can verip beygirden yere
düşmüş. Düştüğü yerde mezarı kazılıp gömülmüş. Daha
geçlerde orada türbe yapılmış. O günden bu güne kadar türbe
halk tarafından ziyaret edilmektedir ve türbeye adağını getirip
duasını yapan kişilerin baş ağrısına, deri hastalıklarına şifa
getirdiğine ve kısırlıktan şikâyet eden kadınların gebe kalıp
doğum yapacaklarına inanılmaktadır. Beygir üstünde kopuk
başlı adamı gören kızın o anda iki gözünün kör olduğu rivayet
edilmektedir. Saçlı Küçük Mehmed’in kardeşleri Cafer Baba,
Haydar Baba ve Gazi Baba’nın de Üsküp’te birer türbesi geçlere
kadar bulunuyordu.

212
213

Kaçanik’te Mehmet Efendi Türbesi

213
214
PRİZREN’DE ÖMER BABA – LEZ BABA TÜRBESİ

Şar Dağının İpek tepesinin güney-doğu eteğinde bulunan


Lez köyünde Ömer Baba ‘nın yattığı bir türbe bulunur. Ömer
Baba’nın Şainler köyünden cesur bir savaşçı ve olağanüstü
güce sahip olduğu için aynı anda iki ayrı cephede
savaşabildiğini ama düşmanları onu Serez’de bir gece uykuda
iken ele geçirip başını kopardıklarını, bu halde başını koltuğu
altına alıp daha önceleri kendine yaptırdığı bugünkü mezara
gömüldüğü rivayet edilmektedir. Türbe çevre insanlarca ve
uzaklardan gelen kişiler tarafından ziyaret edilmektedir.
Hıdırnebi günü olarak kutlanan 19 Mayıs günü türbenin özel
bir günüdür ve bu günde kalabalık halk tarafınca ziyaret
edilmektedir. Bu gün Ömer Baba’nın öldüğü gündür. Türbeyi
ziyaret edenler genellikle koyun ve kuzu kestirip yarısını
türbedara verirler, öbür yarısını kaynatıp ve kızartıp yerler.
Türbede pilav ve helva pişirilir. Şifa için gelenler türbenin
etrafında üç defa dönerler, türbe yanında bir ara yatırlar ve
adaklarını türbeye bırakırlar. Ömer Baba’nın şarkı ve türkü
söylemeyi sevdiği söylenmektedir. Bu yüzden türbe etrafında
çalgılı cümbüş kurulur.

Lez (Ömer) Baba Türbesi

214
215
Halkın Lez Baba olarak da adlandırdığı Ömer Baba
türbesinin ilerisinde Hazreti Ali’nin canavar Devi zülfikarı ile
ikiye yararak öldürdüğü rivayet edilen Cerman Kuyusu bulunur.
Bu devin Hz. Ali tarafından öldürülmesinden önce köylere ve
köy sakinlerine zarar yapmaması için deve, koyun kuzu veya
gelinlik kız kurban edilmesi gerekirmiş. Köylüleri bu ağır
durumdan kurtaran Hz. Ali ‘ye minnettarlıklarını, bağlılıklarını
göstermek amacıyla Ali Günü olarak adlandırılan 2 Ağustos
günü burası ziyaret edilmektedir.
Ömer Baba türbesi Hıdrellez gününden bir gün önce (5
Mayıs) Romaniler tarafınca ziyaret edilir ve burada bir gece
kalan sancak bayraktar tarafından kafile başında taşınarak kente
getirilmektedir. Gurubun Ömer Babadan dönüşlerini binlerce
kişi sevinç gözyaşlarıyla karşılar, kafile başında bulunan Şeyh'in
elini öpmek için sıraya girerler.

Prizren’in Lez köyünde Ömer Baba türbesi

215
216
PRİZREN’DE CAFER BABA (YARIM BAŞ BABA)
TÜRBESİ

Kent içinde Yeni Mahalle’de Yeni Mahalle camiine


bitişik türbedeki mezar Cafer Baba’ya aittir. Mezarın kitabeli
mermer baş taşı vardır. Üst kısmı turban şeklinde işlenmiştir ve
bu kısmın yarısı kırıktır. Bu baş taşın yarısı kırık olması
yüzünden halk “Yarım baş Baba” adını vermiştir türbeye.
Türbe’de yatan Cafer Baba’nın bir savaşta başının koptuğu ve
kopan başını koltuğu altına alıp ta buralara kadar geldiği ve
burada gömüldüğü söylenmektedir. Dikdörtgen şeklinde olan
baş taşın dört yüzünde yazı var. “El merhum, el muhtaç, el
mağfur ila Rahmeti Cafer bin _____ sene 993 “ yazmaktadır.
Bu ise mezarda Cafer Baba’nın yattığını bildirmektedir.
Belirtilen hicri yılı ise Cafer babanın miladi 1585 yılında
öldüğünü göstermektedir. Türbenin genellikle aklı yerinde
olmayan veya baş ağrısı geçmeyen kişilere şifa getirdiğine
inanılmaktadır. Türbe ziyaret edildiğinde sanduka üç defa
çevrelenir, sanduka üzerinde duran çuha örtüden küçük bir
parça kesilip tılsım için rahatsız olan kişiye verilir. Şifa bulan
kişi çuha parçasını geri getirip türbeye yarı kuzu başı adak
getirmektedir.
Bu türbeler dışında olağanüstü güce sahip olan sayısı
çok türbe, yatır veya mekân bulunmaktadır. Prizren ve civarında
Sarı Saltık mekânları, Sarı Saltık buralara gelip bir ara oturduğu
yerden ayrılıp yoluna devam ettikten sonra o yerler kutsal
sayılıp kimseler ayakla basmasın diye taşlarla sarılmış, sonraları
bu yerlere mezar şekli verilmiş ve bu tümsek örtülerek kapalı
örtülü türbe olmuştur. Sofi Babanının çok kimliğe, sıfata giren
bir kişi olduğuna, aynı anda iki ayrı cephede düşmana karşı
savaşabildiğine inanılmaktadır. Savaşta bir hemşehrisi onu
tanıyınca sır olmuş ve bir daha görünmemiş. Türbesi Prizren’de
Kapalı Spor Salonunun inşaatı için yıkılınca halk tarafınca kabri
Kuru Çeşme’deki kent mezarlığına taşınmış ve mezarlığın
girişinde sol tarafta yeni bir mezara sahip olmuştur. Halk burada

216
217
da Sofi Babayı ziyaret etmektedir. Karabaş Baba Horasan’dan
gelmiş büyük bir savaşçıdır. Asıl adı Mustafa’dır. Malta’da bir
mahkûmun düşüne girip bulunduğu mezardan çıkarılıp Tuzsuz
mezarlığına gömülmesini istediği ve bu mahkûmun ardına
bakmamak koşuluyla cezaevinden sakıncasız çıkıp Prizren’e
geldiğini ve Çingene mahallesinde bir demirci dükkânının örs
demiri altındaki cesedi çıkarıp Tuzsuz mezarlığında bugünkü
türbesine gömüldüğü rivayet edilmektedir. Mezarından
çıkarıldığında bozulmamış cesedi ve başında kara bir nişan
(nişan-belirti-işaret) ile karşılaşılmış. Bu kara nişandan dolayı
Mustafa efendinin Karabaş Baba adı ile anılmasına neden
olmuş. Karabaş Baba türbesi bugün de Prizren’de halkın çok
ziyaret ettiği türbedir. Kosova Mitroviçası’nda çok ziyaret
edilen Gül Baba türbesi, Budin’de şehit düşen Gül Baba’nın
cesedi Bursa’daki türbesine defnedilmek için götürülürken yol
üzere Mitroviça’dan geçerken cesetten kandamlasının düştüğü
yerde türbe kurulmuştur. Gül Baba’nın şehit düştüğü Budin’de
de türbesi vardır. Bu kişilerin büyüklükleri halkın bu tür
davranışlarıyla dile gelmiştir. Bu örnekler çoktur.

Prizren’de Cafer Baba türbesinin baş taşı

217
218
GÜL BABA
Kosova Mitroviçasında Gül Baba türbesi bulunur. Gül
Baba Budin’de şehit düşmüş, iç organları orada gömülmüştür.
Bu yerde bugün Gül Baba türbesi ve tekke binası bulunur.
Ceseti Bursa’ya götürülürken Mitroviça üzerinden geçerken
cesetten bir damla kan yere damlamıştır. Bu yer kutsal sayılarak
orada türbe binası yaptırılmıştır.
Osmanlı sınırlarının ünlü komutanı, Belgrat ve
Budapeşte Valisi, Güney Yunanistan’daki Mora’nın ve
Slavonya’nın yengin topraklarının fatihi Mehmet Bey,
Üsküp’ün en güzel camii olan Yahya Paşa Camii’nin avlusuna
gömülmüştür. Mehmet Bey, 1543 -48 yılları arasında Budapeşte
valisi iken, önemli bir tekke olan Gül Baba tekkesini
yaptırmıştır, bu tekkenin türbesi hala durur ve büyük bir
saygınlık taşımaktadır. Gülbaba tekkesi, Avrupa’da Bektaşiliğin
en kuzeybatısındaki kalesi olmuştur.

218
219

I. Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi, 24 – 27 Kasım


1998
Doğu Akdeniz Ünivesitesi, Gazimağusa, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti

KKTC Makedonya Türkleri’nin “Birlik”


gazetesinde
Özet

KKTC 1974 yılında Türk Ordusunun Ada’ya


düzenlediği Barış Harekâtından sonra dünyadaki büyük güçlerin
dikkatini çekmiş, 1996 yılında Rusya’dan uzun erimli “S-300”
füzelerini satın almak için anlaşan Kıbrıs Rum Yönetimi, adanın
dünya ülkelerinin yayın-basında baş haber olmasına neden
olmuştur. Kimi ülkelerde yayın-basın kendi haber ve
yorumlarıyla adada savaşın başlamasını kışkırtırken, kimileri bu
tür silahlanmanın insanlık için tehlikeli bir davranış olduğunu
uyarmıştır. Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti Üsküp’te
Türkçe yayımlanan “Birlik” gazetesi de KKTC ile değişik
konularda yazılar yayımlamıştır ki, bu yazılarla KKTC’de
yaşayan halkın barıştan yana olduğunu, huzur içinde yaşamak
istediğini, adada patlak verecek bir savaşın en çok adada
yaşayanlara zarar vereceği iletisini vermeye çalışmıştır. 1997
yılında gazete KKTC ile ilgili 41 sayısında değişik konularda 54
yazı getirmiştir. Gazete’nin KKTC ile yayımlanan yazılarla
Yeşil Ada Makedonya Cumhuriyeti’nde her yanlı tanıtılarak iki
ülke arasında ikili delegasyonların karşılıklı ve bireylerin

219
220
ziyaretlerine neden olmuştur. Bu ziyaretler KKTC ve
Makedonya Cumhuriyeti arasında dostluğun kurulmasına taban
hazırlamıştır.

Giriş
Makedonya eski Yugoslavya’dan bağımsızlığına
kavuşmuş bir cumhuriyet. Yunanistan’ın karşı koymasıyla halen
ülke adı resmileşmemiş. Kendini Makedonya Cumhuriyeti
olarak bildiren bu ülkede Makedonlardan başka Arnavutlar,
Türkler, Boşnaklar ve diğer ulusal azınlıklar yaşamaktadır.
Ülkenin başkenti Üsküp’tür. Üsküp’te bir gurup Türk aydınının
girişimiyle 23 Aralık 1944 yılında onbeş günde bir
yayımlanmaya başlayan, sonra haftada bir ve on yıldan bu yana
haftada üç kere yayımlanan Türkçe “Birlik” gazetesi
Makedonya Türkleri’nin biricik gazetesidir. Salı günleri ve
temmuz ile ağustos aylarında 16 sayfa, perşembe ve cumartesi
sayıları 24’er sayfa olarak yayımlanan “Birlik” gazetesinde
sadece bir sayfalık reklam vardır. Baş sayfasında ülkede ve
dünyada en önemli haberler ve iç sayfalarda okuyucunun
ilgisini toplayacak yazıların başlıkları yayımlanmaktadır.
Yazılar olaya ait fotoğraflarla belgelenmektedir veya desenlerle
süslenmektedir. İkinci sayfa iç siyasete, üçüncü sayfa iç siyaset
ile ilgili yorumlara ayrılmıştır. Dördüncü ve beşinci sayfa dünya
haberlerine, altıncı sayfa Üsküp ile ilgili haberlere, yedinci
sayfa haftanın sohbetine, orta ( sekizinci ve dokuzuncu) sayfalar
kültür ve sanata, onuncu sayfa köylerden haberlere, onbirinci
sayfa kültür haberlerine, onikinci sayfa tefrika edilen gezilere,
röportajlara ayrılmıştır, onüçüncü sayfa bulmacanın bulunduğu
eğlence sayfasıdır, ondördüncü spor sayfası, onbeşinci
dizi/roman tefrika edilen sayfadır ve onaltıncı sayfa Türksat
uydusundaki televizyon kanallarının yayınları, Üsküp’ten
kalkan tren ve otobüs seferlerinin gidiş geliş saatleri, Üsküp
havaalanına giden otobüslerin hareket saatleri ve önemli
telefonlar yayımlanmaktadır. Perşembe sayısında dört sayfalık
“Çocuk bahçesi” ve Makedonya Radyo ve televizyonlarında

220
221
Türkçe yayınların haftalık programı dört sayfa olarak
yayımlanmaktadır. Cumartesi sayısında sekiz sayfalık
“Yelpaze” Kültür-sanat eki ve ayda bir “Hanımeli” kadın
sayfaları yayımlanmaktadır.
1997 yılında yayımlanan “Birlik” gazetesinin 41
sayısında 54 yazı doğrudan doğruya KKTC ile ilgilidir. 47 yazı
haber, 5 yazı yorum, 2 yazı açıklama özelliğini içermektedir. Bu
yazılar genellikle gazetenin “Dünyadan haberler” sayfalarında
yayımlanmışlardır. Baş sayfada yayımlanan haberler vardır ki
bunlar çoğunlukla Kıbrıs Rum kesiminin Rusya’dan satın almak
istediği S-300 füzeleriyle ilgilidir. Haberler değişik dünya haber
ajanslarından alınmış veya Türkiye’nin kimi gazetelerinden
aktarılmıştır. Yorumlar gazetenin muhabirlerince yazılmıştır.
Yayımlanan yazılardan alınan şu başlıklar gazetenin KKTC’ne
karşı olan dost yaklaşımını göstermektedir:
“Kleridis’in tek yanlı kararı gerginlik yarattı”.
“Rusya’nın çirkin planı”.
“Avrupa Birliğinin kararı Kıbrıs’ı taksime götürür”.
“Kofi Anan Kıbrıs görüşmelerinden umutlu”.
“Türkiye ile KKTC’nin ortak açıklaması: İki ülke arasında özel
ilişki tesis edilecek”.
“Türkiye ile KKTC arasında ortaklık konseyi anlaşması”.
“Gerilimi azaltma konusunda Rumlar uyumsuz”.
“Füze satışı ters tepti”.
“KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş: “Avrupa’nın anlayacağı dil ,
halkın heyecanı ve halkın dilidir”.
“KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ın Kleridis’e çağrısı:
“Füzelerden vazgeç, iki devlet olarak masada konuyu
görüşelim”.
“Denktaş’ın önemli açıklaması: “Masaya oturalım barışı
sağlayalım”.
“KKTC’de düzenlenen 7. Türk Dünyası Gençlik Kurultayı:
Kıbrıs’ta Türk gençliğinin bayramı yaşandı”.
“KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş: Türkiye’den
ayrıldığımız gün biteriz.”

221
222
Makedonya Cumhuriyeti ve KKTC uluslararası camiada
benzer durumdalar. Komşusu Yunanistan’ın karşı gelmesiyle
Makedonya Cumhuriyeti bu adla henüz tanınmadı. Şimdiye
kadar ülkeyi bu adla tanıyan ülkeler sayısı çok az. Türkiye
Cumhuriyeti sağa sola bakmadan Makedonya Cumhuriyeti’nin
bağımsızlığını tanıyan ve bu ülke ile diplomatik ilişkiler kurup
Üsküpteki Türkiye Cumhuriyeti konsolosluğunu büyükelçiliğe
çıkartan ilk ülke oldu. Makedonya Cumhuriyetine ve halkına en
zor günlerde yardım elini uzatan ilk ülke yine Türkiye oldu.
KKTC’ni tanıyan ilk ve biricik ülke Türkiye Cumhuriyetidir.
Belki Yunanistan’dan öç almak maksadıyla Makedonya
Cumhuriyeti KKTC ‘ne yakınlık gösterdi, iki ülke arasında
ilişkilerin kurulup gelişmesi için ilgi gösterdi ve olanak yarattı.
Mekedonya Türkleri’nin biricik gazetesi olan “Birlik” bu fırsatı
kullanıp KKTC’nden devamlı olarak haber, yorum ve başka
türde yazılar getirmeye başladı. O kadar çok yazı yayınlandı
“Birlik” gazetesinde ki gazete Balkanlar’da KKTC’nin sesi
oldu. Çeşitli haber ajanslarının duyurdukları haberleri
aktarmaktan başka gazetenin dış siyaset yorumcularından
Remzi Canova’nın da KKTC ile özgün yazıları, görüşleri yorum
olarak yayımlandı. Sonra KKTC’de düzenlenen kimi
uluslararası karşılaşmalara Makedonya’yı temsilen katılan
kişilerle KKTC izlenimleri hakkında röportajlar, Türkiye
Cumhuriyeti ve KKTC arasında ortaklık konseyi anlaşması,
Türkiye Dışışleri Bakanlığının KKTC ile ilgili açıklamaları
yayımlanmış, Fatih Çekirge ve Mehmet Ali Birand’ın “Sabah”
gazetesinde KKTC ile ilgili yayımlanmış yorumları
aktarılmıştır.
1998 yılının ağustos ayında “Birlik” gazetesinde Dokse
Tortevski’nin “Kıbrıs başkasının dilinde” adlı gezisinin tefrika
edildiği üçüncü bölümünde gazetenin KKTC bu kadar önem
vermesinin nedenini şu tümceden çıkarabiliriz: “Fark yok
gibime geliyor. İki ulusumuzun kaderi tekrarlanıyor sanki.
“Üsküp” bölgesi tanınıyor, ulus ve bu ulusun adı tanınmıyor.
Onun varlığı yadsınıyor, ardımızda kalan yarım yüzyıllık

222
223
unutulmak ereğiyle anılmayan Makedonya adı endişeyle
söyleniyor.”
Ulusları yargılayanlar kimdir diye soruyorum. Bir ulusu
değiştirmek isteyen siyaset olabilir mi ? Nitekim tarih sadece bir
ulusun siyasetçilerini değiştirebileceğini defalarca göstermiştir.
Kıbrıslılar arasında nefretin olmadığını sezdim. İnsanlar
arasındaki yakınlık ve dostluk her yerde görülüyor. Herkes
nefrete ve kine kapılmadan söz ediyor ve hiç çekinmeden
Yunanca konuşuyorlar. Bir kördüğüm halini alan siyasi
düğümün savaşla halledilmesinin en kötü seçenek olabileceğini
açıkladılar. Biz de buna inanıyoruz” diyerek bu konudaki
düşüncesini noktalıyor 1948 yılında Yunanlarca Ege
Makedonyasındaki evleri, ovaları yıkılıp yakılan ve
Makedonyaya göçmen olarak sığınan Tortevski.
“Birlik” gazetesinin KKTC hakkında bu kadar yazı
yayımlamasıyla bu gazetenin okunduğu yerlerde KKTC
hakkında bilgi edinme kaynağı olmuştur. Haberler gerçek ve
şişirilmeden verildiği için ülke hakkında hakikatler
sergilenmiştir.
Balkanlarda KKTC hakkında en çok yazı getiren
Üsküp’ün “Birlik” gazetesi olmuştur. Bunun nedeni
Makedonyanın uluslararası camiasında KKTC ile benzer
sorunlarla karşılaştığından başka “Birlik” gazetesi
yöneticilerinin ve yazı kurulunun KKTC ‘ne karşı ayrı bir
ilginin olmasından kaynaklanmaktadır. Makedonya
Cumhuriyeti’ni resmi olarak, iş veya bireysel turistik amaçla
ziyaret eden KKTC vatandaşları Makedonya Türkleri ile uzun
yıllar beraber yaşamışlar gibi samimi yakınlıklar kurmuşlar ki
bu temaslar ileride devletlerin desteğiyle çeşitli görevde ve
meslekte gurupların karşılıklı ziyaretlerde bulunmasına neden
olmuştur. Birlik gibi bir gazetenin KKTC’ye karşı ilgi
göstermesiyle bu iki ülke arasında çeşitli ilişkilerin kurulmasına
taban hazırlanmıştır.
Birlik gazetesini okuyan kişi gazetenin Balkanlarda
KKTC’nin sesi olduğunu görecektir. Rusya’dan S-300

223
224
füzelerini satın almak için anlaşan Kıbrıs Rum kesiminin ateşle
oynadığını ve yeni bir savaşın patlak vermesine neden olacağını
yazmaktadır. Gazetenin baş sayfasına bile “Rumlara abluka
uyarısı, Türkiye savunma bakanı Turhan Tayan’dan sert tepki,
1960 ta da Rusya Küba’da üs kurmak istedi, ABD Kuba’yı
abluka altına aldı. Rusyayı da uyarıyoruz, ateşe benzin
dökülmez” veya “Vaşington Ada’da füzelere karşı” büyük
başlıklar altında fotoğraflı yazılar getirmektedir. Yazılar iç
sayfalarda genellikle Dış Haberlere ayrılmış olan beşinci
sayfada devam etmektedir.
Yorumlarda Kıbrıs Rum Yönetiminin Rusya’dan uzun
erimli “S-300” tipi füze satın almasıyla kendini korumak değil
Türkiye’yi vurmayı hedeflediği ve bu füzelerin Kıbrıs Rum
kesiminde yerleşmesiyle Rusların Kıbrıs’ta resmen bir üs
kurmak amaçları olduğu vurgulanmaktadır.
Oysa Kuzey Kıbrıslı bir Türkün: “Rumlar silah satın
alırken, biz üniversiteler kuruyoruz” dediğini aktaran “Birlik”
gazetesi bugün KKTC’de dünyanın her yerinden gelen
öğrencilerin okuduğu altı üniversitenin bulunduğunu gururla
duyurmaktadır.
1998 yılının Nisan ayında KKTC’nin Tanıtma
Müdürlüğü daveti üzere Adayı ziyaret eden “Birlik” gazetesinin
yazarlar kadrosu Adayı bizzat görerek, yerinde inceleme
yaparak bu gezilerini röportaj olarak gazetede tefrika etiller.
Enver Ahmet “Mücahitler ülkesi “Kıbrıs” başlığı altında altı
sayıda, Halise Hasan Özgün “Kıbrıs Türk halkının Özgürlük
Savaşımı” üst başlığı altında 21 sayıda KKTC ile ilgili
izlenimleri ve incelemeleri tefrika edildi. Bundan önce Fahri
Kaya’nın KKTC’ne yaptığı gezisinden izlenimleri tefrika edildi.
Bunlar bir gazetenin iki ülke halklarının yakınlaşıp dost
olmasında ne kadar yardımcı olabileceğini göstermektedir.

Kaynaklar
Makedonya Türklerinin “Birlik” gazetesinin 1997 yılında
yayımlanmış 4956, 4957, 4960, 4971, 4979, 4980, 4983, 4985,

224
225
5001, 5006, 5012, 5103, 5014, 5015, 5018, 5023, 5025, 5038,
5040, 5044, 5047, 5048, 5057, 5058/9, 5060, 5061, 5062, 5065,
5067, 5066, 5068, 5071, 5074, 5075, 5076, 5078, 5079, 5083,
5087, 5096, 5102, 5105 sayılarında KKTC ile ilgili
yayımlanmış yazılar.

Üsküp’te Makedonya) 1944 yılından bu yana yayımlanan


Türkçe Birlik gazetesi

225
226

KEÇE KÜLAHI TÜRKLER Mİ İCAT ETTİ?


Sofra, 5-6. sayı, Ocak-Mayıs 2000, Mamuşa
Erkek başörtüsü olan Keçe külah Sırp rejimi altında
insan hakları ihlal edilmiş Kosovalı Arnavutların milli
semboluydu. Bu yüzden Sırplar keçe külahı kullanan kişilere
işkence uyguluyordu. İşkenceden korkulduğu için son on yıl
içinde başında keçe külah taşıyan kişi görmek zordu.
Kullanılmadığı için üretimi de sönmek durumuna gelen keçe
külahı Kosova’da 5000 nüfuslu Türk köyü olan Mamuşalılar da
kullanıyordu. Son savaşı kaybeden Sırplar’ın Kosova’yı terk
etmesinden sonra özgürlüğe kavuşan Kosovalı Arnavutlar keçe
külahı yine başörtüsü olarak kullanmaya başladılar. Böylece
keçe külaha karşı talep arttı, ama bu kez keçe külah üreten
ustalar bir eldeki parmak sayısında kaldı.
Keçe külah Kosova’da Türk köyü olan Mamuşa halkının
geleneksel giyim kuşamın bir bölümüdür ve geçlere kadar
günlük elbisenin başörtüsü olarak kullanıldı. Bugün keçe külahı
sadece birkaç yaşlı başından çıkarmamaktadır ve düğün,
bayram, tören sırasında geleneksel halk elbisesi giyildiğinde
başa takılmaktadır.
Keçe külah, fes, destar çeşitleri; dopa gibi benzer baş
örtüleri Atatürk’ün gerçekleştirdiği reformları arasında “Şapka
devrimi”nden sonra Balkanlarda yaşayan Türkler, Türk boyları
ve Türklere akraba olan milletler tarafından da kullanışını
kaybetmeye başladı. Kosova’da Prizren civarındaki Goralılar,
Doğu Makedonya’da Yürükler, Sırbistan’ın ve Karadağ’ın
Sancak bölgesindeki Müslüman-Boşnaklar, Makedonya ve
Bulgaristan’da Pomaklar keçe külahı geleneksel halk giyim

226
227
kuşamının bir parçası olarak başlarına takarlar, alnın üst kısmını
ve keçenin uçlarını şamanı (genellikle sarı, kırmızı ve yeşil
renkleri içeren eşarp) ile sararlar. Balkanlarda yaşayan diğer
milletlerin de keçe külah, geleneksel halk giyim kuşamının bir
parçasıdır. Sadece Arnavutlar keçe külahı milli giyim kuşamın
bir parçası olarak her günkü hayatta kullanmayı sürdürdüler ve
keçe külahı milli sembol olarak kullanmaktadırlar. Arnavutlar
keçe külah ile kimliklerini dile getirdiklerine inanmaktadırlar.
Keçe külah eski zanaatlardan biridir. Genellikle
hayvancılıkla uğraşan milletler keçeciliğe önem vermişler.
Çünkü keçe yapımının temel maddesini yün178 oluşturur ve
üretilmesine başka eşyalara kıyasen çok çeşit malzeme
gerekmez. Keçe külah yün ve sabun kullanılarak üretilir. Külaha
katılık vermek için nişasta da kullanılır. Üretim tamamen el işi
ile yapılır.
Keçe külahın tarihi insanın yünü kendine elbise yapmak
için kullanmaya başladığı dönemden başlar. Keçe az malzeme
ile üretildiği için insanın yünden ürettiği ilkel üretimlerinden
biridir. Çünkü keçe elbiseden başka çadır örtüsü, döşeme, binek
hayvanların üzerinde rahat oturmak için semer olarak da
kullanıldı.
Selçuklu Türkler beyaz keçe külahı askerin giyim
kuşamının bir parçası olarak yasayla düzenlediler. Osmanlılar
da Fatih dönemine kadar beyaz keçe külahı askerin ve divandaki
memurun giyim kuşamının bir parçası olduğunu yasa ile
düzenlediler.179 Beyaz keçe külahın Türk askerinin ve divanda
görevlinin giyim kuşamının bir parçası olduğunu bugün bile
Türkiye’de ve dünyada Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait
bölümü olan müzelerde görülür. Konya’da Celaleddin Rumi
Mevlana’nın müzesinde Selçuklu döneminden kalma beyaz

178
Prizren ve Mamuşa’da yün “yapağı” sözcüğü ile belirtilir. Yünü açan
Hallaç makinesine de “yapağı makinesi” denir.
179
Joseph von Hammer Historija Turskog (Osmanskog) Carstva l. Çev.
Nerkez Smailagiç, Zagreb 1979, sayfa 38,39.

227
228
keçe külahlar korunmaktadır. Sergilenen bu keçe külahların
şekline göre adları vardır: Sikke, seyfi külah, arakiyye gibi.
Kosova’da da arakıye olarak bilinen beyaz keçe külah arasında
hiçbir fark yoktur. Bizde beyaz keçe külah ile ilgili bin yıllık bir
arşiv bulunuyor. Ama keçe külahın tarihi daha gerilere
gitmektedir.
Prizren’de halen yaşayan zanaatlardan biri olan keçecilik
eski özelliğini korumaktadır. Ne var ki bu zanaatı sürdüren
keçecilerin sayısı azalmış ve bu zanaatı öğrenip sürdürmek
isteyen gençler bulunmuyor.
Keçe ikinci kırkma sırasında kuzulardan ve koyunlardan
elde edilmiş yapağıdan (yün) yapılır. Bu yapağıda bulunan
pislikler, dış malzemeler önce elle temizlenir. Sonra hallaçlar
(yapağı makinesi) tarafından açılır. Yapağı açma makineleri
önceleri Prizren deresinin su akıntısı ile çalıştırılırdı. Abdülağa
Kazaz’ın yapağı açma makinesi ünlüydü ve Sinan paşa ve
Mehmet paşa camileri arasında derenin sağ kıyısında bulunurdu.
Elektrikle çalışan bu makineyi şimdi torunu Aslan Kazaz
çalıştırıyor. Bir keçe külahın yarısı için gereken miktarda
yumak (yumuk) yapılır. Bu yumuk yerde konulan elek üzerinde
yayda (hallaçta) 7-9 bağırsağın bükülmesiyle meydana gelmiş
cirişe (kadın kirişi) tokmakla vurulup açılmasıyla yarım külah
şekline getirilir. Artıklar ve tozlar elek altına düşer, üzerinde
külahın yarı şekline getirilen malzeme tezgâh üzerindeki sere
üstüne konulur, sere kapağı üzerine indirilip iki elle bastırılıp
ileri geri itilir. Oluşan şekle taslak denir. Bu keçe külahın yarı
kısmının taslağıdır. Sera çekilir. Tezgâhta kalan taslak üzerine
önceden kaynatılmış sabunlu ılık su dökülür, sabunlu su ile
iyice ıslatıldıktan sonra üzeri avuçlarla bastırılır. Üzerine ikinci
yarı bölüm konulur. Üsteki yarının kenarları çatetme denen işle
alınıp altaki yarıdan iki parmak genişliğinde küçültülür ve alta
ki yarının bu uzantısı üsteki yarının üzerine bükülerek
yapıştırılır. Bu işlem üzerine sabunlu su dökülerek yapılır.
Sonra ellerle ezilir, üzerine devamlı sabunlu su atılır , sabun
sürülür, taş ile vurularak bastırılır. Yarılar birbirine yapışmasın

228
229
diye elle iç kısmı da sıvalanıp ezilir, taş ile içi bastırılarak
ovulur. Sonra külah rulo haline getirilir. Sabunlu suların çıkması
için iyice sıkılır. Açılır, tezgâha vurulur, yine rulo halinde
sarılarak suların çıkması için sıkılır. Kalan boşluklar iç
tarafından yamalanır. Külaha gereken büyüklük verilir. Külahı
küçültmek için üzerine sabunlu su dökülür, sabun sürülür ve
yanlardan avuçlarla bastırılarak orta kısmına toplatılır. Külahı
büyütmek gerekirse ellerle iç tarafından duvarlara vurulur. Elde
edilen külah şekline peta denir. Peta gölgede kurutulur. Yünün
beyazlaması için özel yapılmış kapalı yerde kükürtlenir.180
Sonra yüna karışmış ve gözle görülen genellikle kara olan
nesneler iğne ile çekilir, külahın dış yüzü ustura ile tıraş edilir
ve ütü ile ütülenir. Ustura bilek taşında ve tasma üzerinde
bilenir. Külahın uçları makas ile kesilip düzeltilir.181
Kosova’da keçe külah üretenlerin piri Hallac-ı
Mansur’dur182.Açılan yün toplanmayıp dağılınca Hallac-ı

180
Son yıllarda keçe külahı beyazlatmak için blankit denen bir toz kullanılır.
Blankit ılık su ile karıştırılıp bu su içinde keçe külahlar bir ara bırakıldıktan
sonra gölgede kurutulur.
181
1918 Prizren doğumlu Recep Suroy 1930 yılından bu yana keçe külah
yapan en eski keçecidir .Keçe külah zanaatını ceddi Gürcistanlı Ali olan
komşusu Yaşar Keçeci’den (Cürciala) öğrendi. Prizren’de. Keçe külahı 70
yıldır tamamen el işi ile üretmektedir. Sadece son safhada tağar üzerinde
yapılan tanda da ısınan ütü yerine elektrikle ısınan basınçlı ütü
kullanılmaktadır. Bu tür keçe külah üretimini bize son kez 20 Mart 2000
yılında Prizren’de evindeki atölyesinde baştan sonuna kadar gösterdi. Keçe
külahdan başka keçe yelek, ayakkabı, çizme, Mevlevî destarı, fes ve fils de
yapabilen biricik ustadır.
182
Ünlü bir düşünür olan Hüseyin İbn Mansur Hallac 244 (Miladi 856)
yılında Beyza’nın Tur yöresinde doğmuştur. Beyza, Basra bölgesinin
kuzeydoğusunda bulunan bölgeydi. Babasının yün hallacı olması gibi o da
yürekleri temizleyip saflaştırmaktaydı/ Ayrıca yürekleri okumasını bildiği de
rivayet olunmaktadır. Başka bir deyişle karşısındaki insanın kalbini okuduğu,
yönelimini bildiği söylenmektedir. H.270-272 tarihleri arasında Mekke’ye
giden Hallac ‘ın burada caminin iç avlusunda bir yıl kaldığı ve zorunlu
ihtiyaçlarını karşılama dışında yerinden kımıldamadığı rivayet edilir. Her
gün iki yudum su içip, bir ekmek kabuğunu kemirerek yaşadığı söylenir. Ne

229
230
Mansur’dan yardım istenir. Ama bunun nasıl yapıldığı sırdır.
Sadece bu zanaatı kabul edenlere bu sır anlatılır.183Keçe külah
yapımına başlamadan önce Hallaç-ı Mansur’un yardımcı olması
istenir.
Türkiye’de keçecilik yaygındır. Ama keçe külah
üretenlerin sayısı azdır. Biz Konya’da Selçuk Üniversitesi’nin
düzenlediği bir uluslararası sempozyuma katıldığımız 1987
yılında keçe ustası Mustafa Keçeci ile görüştüğümüzde keçe
külah son defa tarih konulu bir film çekimlerinde kullanılmak
amacıyla ısmarlandığını anlattı. Konya’da keçeciler çarşısında
keçe döşemeden çok fabrika işi üretimler satılmaktadır.
Türkiye’de Keçeci soyadını taşıyan birçok aile bulunmaktadır.
Keçe külahın çeşidi vardır: Dorokli (tepesi sivri), düz
(üstü düz), toporlak ( üstü yuvarlak) ve arakiyye ( ter emen
anlamına gelmektedir). Büyüklüğe göre: ufak, orta ve büyük.
Kalitesine göre: Birinci, ikinci ve üçüncü.
Kosova’da keçe külah çeşitli adlarla bilinir: Keçe, külah,
cülah, plis, çeleş ve takiya olarak. Keçe külah üretenler ise
keçeci, cülahci, takiyaci ve şehirler dışında köylerde
Arnavutların bir kısmı “plisaci” olarak bilinmektedir.
Keçe külah ile uğraşan kimi zanaatçılar birkaç nesil
olarak bu zanaatı sürdürdükleri için halk arasında “Keçeciler”
olarak bilinmektedirler. Ama Kazazlar, Yorgancılar,
Gaytancılar gibi keçecilerin bu meslekleri ailelerin resmi soyadı
olmamıştır. Buna karşın Prizren’de Keçeliler soyadını taşıyan
birçok aile vardır.

yağmur ne de güneş onu etkilemektedir. İç gözleme dayalı mistik ilim


arayışları içinde olan Hallac, saflaşmak suretiyle Allah’a ulaşılabileceğinin
bilincindedir. Kudüs’te Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği yerdeki kiliseyi ziyaret
ettiği sırasında sönmüş mumları parmağından çıkan mucizevi bir ateşle
yaktığı rivayet olunmaktadır.
183
Bu “Ben hakikatim” anlamına gelen “Enel Hak” sözcükleri olabilir.
Çünkü bu sözcüğün mucize kapısını açtığına inanan birçok bilim adamı
vardır.

230
231
Kosova’da keçe üreten atölyeler sadece Yakova ve
Prizren’de, Makedonya’da ise Kalkandelen’de bulunur.
Önceleri keçe külah Kosova’nın birçok yerleşim yerinde,
Sancak’ta Yeni Pazar’da da vardı, Sarayova’da keçe külah satan
dükkân Başçarşı’da Gazi Hüsrev Bey camiinin baş kapısının
karşısında bulunurdu. Bugün beyaz keçe külah kullanımını
yitiriyor. Yerine en çok Fransız beresi kullanılıyor. Gençler ise
bu külaha hemen hiç rağbet göstermiyor. Sadece halk dansları
ekipleri halk elbiseleriyle gösteriye katıldıkları zaman başlarına
beyaz keçe külah geçiriyorlar. Mamuşa’da ise Hacca gidenlerin
getirdiği yün örgülü yuvarlak takkeler kullanılmaktadır.
Mamuşa’da geleneksel halk elbisesi olan çuha çakşır, cepken,
yelek, keçe külah, mintan, yemeni, şal, keçe külah, yün çorap,
çarık nadir kullanıldığı için yok olmaya yüz tutmu

1969 yılında Mamuşa’da çekilmiş fotograf.

231
232

Mevlana Müzesi’nde (Konya-Türkiye) teşhir edilmiş keçe


külahlar bölümü.

Doğu Makedonya’da Yürük Türklerin geleneksel kıyafeti


(1970).

232
233

Yumuk hallaçla açılıp yarı keçe külah için hazırlanıyor.

233
234

Hallaçın teline tokmak ile vurarak yarı keçe külah için malzeme
hazırlıyor.

234
235

Hallaçta iyice açılan yün sereye konuluyor

Sere kapağı düşürülüp malzeme ezdiriliyor

235
236

Yarı keçe külah taslağı hazır oldu.

Yarı keçe taslağının diğer yarı bölümü hazırlanıyor.

236
237

Yine sera kapağı ile ezilecek keçe külah taslağı.

Bir deste keçe külah taslağı sabunlanmayı bekliyor.

237
238

Keçe külah ustası tezgâhta sabunlu ılık su ile ıslanmış ve


sabunlaşmış keçe külah olacak malzemeyi çatederken. Fotograf
1938 yılında çekilmiş.

Sabunlu su dökülen yarı keçe külah taslağının öbür yarısı


çatediliyor.

238
239

Sabunlu su ile sıvalama işi.

Keçe külahın iç kısmı yapışmasın diye elle ovulup bastırılıyor.

239
240

Keçe külaha şekil veriliyor.

Üretilmekte olan keçe külah yamalanıyor.

240
241

Son şekil verildi. Şimdi rulo yapılarak suyu çıkarılıyor.

Yapılan keçe külahlar gölgede kurutuluyor ve temizleniyorlar

241
242

Keçe külahların tıraş yapılması için son hazırlık (1997)

242
243

243
244

244
245

Keçe külah üretimi yıl 1937, Prizren

245
246

Dragaş’ta Goralı düğünü

Prizren, Reçane köyü

246
247

Prizren, Gornye Lyubinye köyünde düğün

İstanbul’da Galata Köprüsünde çekilmiş fotoğraf

247
248

SIRP ATASÖZLERİNDE TÜRKLER


Birlik,1517.19.22 Aralık 1987, Üsküp
Hersek’ten Sırbistan’a göçeden bir ailenin oğlu olarak
Tırşıç’te 26 Ekim 1787 yılında dünyaya gelen Vuk Karaciç
sıralı bir eğitim görmeden okuma yazmayı öğrenerek daha
geçlerde bilimler doktoru unvanına sahip oldu. Okuma ve
yazmayı Tronoşi Manastırında öğrendikten sonra kısa bir süre
Srem Karlofçası’nda ve Petrinye’de okudu. 1807-1813 yılları
arasında Adalet Meclisi’nde sekreter, okulda öğretmen oldu.
Gümrükçü, mahkeme kâtibi görevlerinde bulundu. 1813 yılında
Viyana’ya gitti. Orada Yerney Kopitarla tanıştı ve onun
yardımıyla 1814 yılında “Kısa halk türküleri” kitabını
yayımladı. Rusya, Almanya, Karadağ, Hırvatistan ve özel olarak
Dalmaçya’yı, Srem’i ve Slovenya’yı gezdi. Buralarda halk
yaratıcılığı ile ilgilendi. Halk türkülerini, masalları, efsaneleri,
sözcükleri ve atasözlerini derledi. Derlediği atasözlerini
“Srpske narodne poslovice” (Sırp halk atasözleri) başlığı
altında 1849 yılında Viyana’da kitap olarak yayımladı.
Alfabetik sırayla yayımladığı atasözlerini halkın konuştuğu
ağızla ve biçimle aktardı. Atasözlerinin birçoğu Türkçe’den
alınmış ve halkın söylediği Türkçe şekliyle yayımlandı.
Atasözlerinin bir çoğu bir ve ya bir kaç Türkçe sözcüğü içerir ve
Türklerle ilgilidir. Atasözlerin açıklamasını da yapmıştır Vuk
Karaciç.
1. “Ako bog da “ ( Allah verirse ) atasözünü şöyle
belirmiştir: Türkün biri sırp olan komşusuna yarın pazara
gelecek misin diye sormuş. Sırp ananelere göre”Allah izin

248
249
verirse” diye cevap vermiş. Türk ise “Allah izin versin veya
vermesin gideceğim “demiş. Sabah olunca Sırplı hazırlanmış ve
komşusu olan Türk’ün evine gitmiş “Komşu haydi pazara
gidelim” diye çağırmış ama komşusu “Gece kurtlar atımı yemiş,
ben gelemem”demiş.
2.”Ako bulu Turćin nestane, drugi joj nastane¸” (Türk
kadını yokolursa, yenisi belirir).
Eğitilmiş olan ve hocalık yapan Türk kadınına ait olan
bu atasözü, din hocası olan Türk hanımının dul olmasının
evlenmesine hiçbir sakıncanın ve yasağın olmadığını ifade
eder.
3. “Ako Turčin pogine, buli drugi ne gine” (Türk şehit
olursa hanımları ölmez).
Buli, bula sözcüğü Vuk Karaciç’in yayımladığı “Sırpça
sözlük”üne göre Türk kadını anlamına gelir. Abdullah Şkalıç’in
“Sırpça-Hırvatça’da Türkçe sözcükler” sözlüğünde “bula”
sözcüğünün din hocası olan, okunmuş kadını ifade ettiğini
açıklıyor.
4. “Ako češ da se osvetiš Turćinu, moli boga da počne
piti rakiju. Ako češ da se osvetiš Srbinu, moli boga da ide u
hajduke”. (Türk’ten intikam almak istersen rakı içmesi için
Allaha dua et, Sırptan intikam almak istersen haydut olması
için dua et).
Çünkü Türk rakı içmeye başladığı zaman, yıkılıncaya
kadar içer. Sırplı “Haydutlar çetesine” katılınca evini unutur ve
hayatını darağacında bitirir.
5. “ Ako u selu Turci, ako u polju vuci” (Köyde Türkler
ovada kurtlar).
6. “Bio rat na Kosovo” ( Kosova’da savaş oldu).
Podgoriça’da Sırp’ın biri yaşama koşullarının ağır olduğundan
yakındığı sırada, “Türk’ün biri “Türk’ten başka büyük
beyefendi yoktur” der ve “Kosova’da cenk ettiğimiz zaman
eşittik” yanıtını verir.

249
250
7. “Bolje (ti) je da te čera Turčin sabljom nego Švabo s
perom” (Daha iyi Türk kılıcıyla nitekim Alman kalemiyle
kovalasın, veya Türkün kılıcı, Alman’ın kaleminden iyidir).
8. “ Gori je ženski jezik no Turska sablja” ( Kadının dili
Türk’ün kılıcından acıdır).
9. “ Gori je od Turčina” (Türkten kötüdür).
10. “Da nije Turčin pod kapom” (Şapka altında Türk
olmasaydı) . Birinin kötülüğünü isteyen kimse ilkin kötülüğün
Türkler’de olduğunu söyler. Dikkat: Duvarın da kulağı var.
11. “ Do podne Alija, od podne Ilija” ( Öğleye kadar Ali,
öğlenden sonra İliya). Bosna’da Türk egemenliği altında
bulunan Sırplar Alı gününe “İliya günü” der (Ali günü 2
Ağustos günüdür). Ali gününde bahçeden karpuzlar toplanmaya
başlanır ve sıcaklık en yüksek seviyesine ulaşır. Sırplar “İliya
günü” dedikleri Ali gününü kutlarlar.
12. “Do podne Jure, od podne Ale” ( Öğlene kadar Yure,
öğlenden sonra Ali).
13. “Đe je bilo ovo onđe još ima” ( Bunun bulunduğu
yerde daha da vardır). Dolandırıcı Türk’ün biri konağa bal
getirilmesini emretmiş. Konak sahibi balın bulunmadığını
söyleyince ilaç için kaşığın ucuyla biraz bal getirsin koşuluyla
konak sahibini dövmekten vazgeçer. Korkudan kaşığın ucuyla
bal getirme zorunda olan konak sahibi (kovanı beslemek için
sakladığı) baldan getirince Türk onu dövmeye başlar ve bu
kadarın bulunduğu yerde daha fazlası vardır der.
14. “ Đe se prdi ne da se klanjati” (osurulan yerde namaz
kılınmaz). İnsanların sözden anlamadıkları yerde akıllı söz de
geçersizdir. Namazı kılmak için aptes alan Türk osurunca veya
başkasının osurduğunu duyarsa, aptesi bozulur, yeniden aptes
almadan namaza duramaz. Yine Türkler’de bir adet vardır:
Tütünsü tütününü içerken birinin osurduğunu duyunca
piposundaki tütünü çıkarır, yeni tütünle doldurur. Bir rivayete
göre Avusturya çarlığında, sınırda bir kahvehane önünde
osurduğu için birkaç kere piposundaki tütünü değiştirme
zorunda kalan Türk hâkime şikâyet etmiş. Hakim Türkle dil

250
251
yüzünden anlaşamadığı için, mahkeme odasında kalmasını rica
eder ve çevirmeni çağırması için bir onbaşıyı gönderir. Davacı
Türk kanepeye oturur oturmaz âdetine göre piposuna tütün
koyar, hâkim mahkeme odasında gezerken osurur. Türk bunu
duyunca piposunu yere vurur ve kızgın kızgın yerinden fırlayıp
şikâyet sebebi olan şeyin hâkim tarafından da tekrarlanmasını
protesto ederek “Burada doğruluk-adalet yokmuş” diyerek
mahkemeye küfredip terk etmek ister. Türkün bu tür
davranışından bir mana çıkaramayan hâkim çevirmenin gelmesi
için biraz daha beklemesi gerektiğini söyler. O anda çevirmen
yetişir ve hâkim davanın içeriğini öğrenince gülmemekten
kendini tutamaz. Türkü sakinleştirmeye çalışırken ülkesinin
çarlığında Türkiye’de olduğu gibi osurmak kabahat olmadığını,
osuramadığı zaman dertli olduğunu, osurunca sevindiğini v.s.
söyler.
15. “ Đedetu podajž a ne obreči nikad, kao ni Turčinu”
(Çocuğu aldat, ama çocuğa ve Türk’e hiçbir zaman söz verme).
16 “ I bog će nam oprostiti
A Turci nam neče razumeti”

(Allah bile bizleri affedecek


Türkler bizleri anlamayacak)
17. “ Izlazi pred koga ti drago, samo ne idi više
predame” ( Kime istersen görün, yalnız benden ileri gitme).
Çirkin olan karısına birinci gün içerisinde kimlere görüneceğini,
kimlere görünmeyeceğini söyleyen bir Türk’ten meydana
gelmiştir.
18. “I ti možeš i konj ti može, a ti si Bog ne da” ( Sen de,
atın da olur, ama Allah bırakmıyor). Bunu deniz ötesine
Türkleri kovan meleğin Stefan’a söylediği rivayet edilmektedir.
Yüce Stefan bozdoğanını (topuzunu) denize atarak “Bu
bozdoğan karaya çıktığı zaman Türkler de buraya dönsünler”
der ve bozdoğan birden bire kendiliğinden kıyıya çıkar.
19. “ Jao moj Vlaho! Ni ti rad tu lejati ni se ja više tebe
derati, ali ne dadu Vlasi za bedava piti i jesti” ( Vay Ulahıma!

251
252
Ne yatacağı ne de senden çok yiyeceği vardı. Ulahlar yiyecek,
içecek bedava vermediler). Hıristiyan mezarlığında ağlamadan
yiyecek verilmediği Türkün söylediğidir diye rivayet edilir.
20. “Kad li se prije poturči, kad li čalmu steće?” ( Ne
zaman Türkleşti, ne zaman çalmayı (sarığı) kazandı ?). Gülmek
olsun diye Türk’ün biri, Hero beraberinde götürdüğü kısrağın
yularını çekip kendi başına geçirmiş ve kısrağın yerini almış.
Bir anda bir Türk durup yuları sıkınca kısrağın yerinde Hero’yu
görünce “Ne zaman Türkleşti, ne zaman çalmayı kazandı? Diye
söylediği rivayet edilir.
21 “ Kad hočeš o Turčinu da progovoriš, maši se za
kapu” (Türk ile konuşmak istediğin zaman şapkanı salla).
22. “Kao Nasradin Hođa” (Nasreddin Hoca gibi).
Gereken şeyin aksi yapıldığı zaman bu atasözü kullanılır.
23. “Kleli su se Turci na pogaču, da ne idu nikad na
Moraću” (Moraça’ya bir daha gitmeyeceklerine Türkler
poğaçaya yemin ettiler).
24. “Ko ima lijepu kuću i lijepu ženu- nije gospodar od
nje” ( Kimin iyi evi ve güzel hanımı varsa onların sahibi
değildir). İyi evi olan kişi özellikle Türkler ve rahipler
tarafından ziyaret edildiği için rahatsız olduğu düşünülüyor.
25. “Ko te pre? - Turčin.- A ko ti sudi ?-Turčin”. ( Önce
kim ? - Türk. Kim yargılayacak ? – Türk).
26. “Ko što la !” ( Sevdiği gibi). Esir olan Türk,
Alman’ın evinde kışın hınzır beslerken yemek teknesine atılan
sıcak besinlerden burnu yanan hınzır karlara dalar. Bunu gören
bakıcı, hınzırın karı sevdiğini zanneder ve “sevdiği gibi” der.
27. “Krpi kao Fata pitu” (Fatime gibi böreği yamala).
29. “Metni u boju, pa nosi kao svoju” (Boyat ve
kendinin gibiymiş kullan). Sırpça konuşmasını bilmeyen bir kişi
yolda bir yerde hırkasını kaybetmiş, birkaç gün yürüyerek yol
yapınca varoşun birine gelmiş ve tellala gitmiş. Tellaldan
kaybolan paltosunu bulmasını istemiş. Paltonun kaybolduğu
günden uzun zaman geçtiği için, paltoyu bulmanın zor olduğu
bilen tellal çarşıda gezerek şöyle bağırır: “Falan filan, şurada

252
253
burada paltosunu kaybetti, kim paltoyu bulursa boyadan
geçirsin, üstüne geçirsin”. Paltosunu kaybeden kişi tellalın
ardından giderek kendisine söylediği biçimde tellalın
söylediğini zannederek “A, a tako tako!” (Öyle öyle) der.
30. “Navodise kao Turčin na krmatinu” ( Hınzır etine
Türk gibi sulandı).
31. “ Nakvasi malo nijesam baš iz Sarajeva” (Biraz ıslat
tam Sarayovalı değilim). Berber dükkânında sakalını traş
ettirmeye gelen birine nereli olduğu sorulunca Sarayovalı
olduğunu söyler. Şeytan berber, Sarayovalıların yiğit insanlar
olduklarını, sakallarını hiçbir zaman ıslatarak tıraş
yapmadıklarını söyler. Türk bundan hoşlanır, o yiğitlerden biri
olduğunu kanıtlamak amacıyla kuru kuru tıraş olmayı tercih
eder. Ama acılar büyüyünce dayanamaz ve “Biraz ıslat tam
Sarayovalı değil, çevresindenim” der. Vuk Karaciç 1822 yılında
bu olayın tanığı olmuş. Rama’dan Kraguyevaç’a yolculuk
yaparken Resava knezi Milosav Zdravkovıç’in Svilaynaç’taki
sarayında öğle yemeğini yerken o yaz Yunanistan’dan gelen bir
gurup Yunanlı arasında 22 yaşlarında olan biri övünerek öteki
Yunanlılar gibi kuru kuru tıraş olmayan gençleri etrafına
yaklaştırmadıklarını söylemiş. Öğlen yemeğinden sonra
yolculuk için araba bulamayınca orada gecelemeyi karar vermiş.
Yarın Meryem ananın günü olduğu için kendisini tıraş yapacak
bir berberin bulunmasını istemiş. Tıraş olurken az önce övünen
Yunanlının da tıraş olması gerektiğini gence söylemiş.
Yunanlının sakalı uzadığı için tıraş olmayı kabul eder ve
berbere yumuşatmadan kuru kuru tıraş yapmasını söyler.
Ustura ağır çalıştığı için ve Yunanlı ağrıdan dişlerini sıktığı,
gözlerini yumduğu için kendini Sarayovalı olarak tanıtan Türk
müşterisinin olayını anlatıp sakalını ıslatıp tıraş yapmasını ister
berberden. Ama Yunanlı Türkçe konuşarak kuru kuru tıraşı
sürdürmesini söyler berbere. İkinci kez berberin önerisine uyan
Yunanlı sakalını sabunla yumuşatarak tıraş yaptırmaya kanar.
Böylesine bu olaylardan bu atasözünün yaratıldığı
söylenmektedir.

253
254
32. “Natrkuje kao zima na gola Turčina” ( Çıplak Türk’e
saldıran kış gibi).
33. “Naša Tara ne boji se Turskoga Cara” (Bizim Tara
Türk Sultandan korkmaz ).
34. “Ne da čoso Bosne” ( Bosna’yı vermez köse). Bir
zamanlar Türk sultanı Hıristiyan çarlarından birine Bosna’yı
verdiği, yoksul ve köse olan bir Boşnak ise yatağanına sarılarak
“Sultan vermişse ben vermem” bağırarak gösteri yaptığı
söylenmektedir. Bu atasözün başka bir çeşidi de şöyledir:
“Gazda daje, telal ne da” (Sahibi verir, tellal vermez).
35. “ Ne zna pijan Vlah što je gladan Turčin” ( Sarhoş
Ulah acıkmış Türk’ü bilmez). Rivayet edilir ki karnı acıkmış bir
Türk bir Sırp evinin önüne gelmiş, atından inmiş ve kapı önünde
sarhoş olan ev sahibine: “Atımı al, Ulah hanımına söyle poğaça
pişirsin, yağı ve tavuğu kızartsın” diye emretmiş. Eve girmiş
oturmuş. Kimse gelmeyince ve hiçbir şey hazırlanmadığını
görünce, evden dışarı çıkmış, atını koduğu yerde bulmuş, Sırplı
ise aynı yerde elindeki budağı yonarak durduğunu görünce ve
onun sarhoş olduğunu bilmeyerek, piposunu çekip, sırtına
kamışla vurmuş ve böylesine dövüşmeye başlamışlar. Onları
kadınlar ayırmasalarmış olay ölüm ile de sonuçlanabilirmiş.
36. “Nema krvnika nad potučernjaka” ( Türkleşenden
çok kan içen yok).
37. “Nema Turčina bez poturčenjaka” (Türkleşmeyen
Türk yoktur). Hıristiyanlar için her zaman ve her yerde
Türkleşenler hakiki Türklerden zalimdir.
38. “Nešto Turčin silom, nešto pop s knjigom, ele
siromahu, ne osta ništa” (Biraz Türk zorla, biraz papaz zorla,
yoksula kalmadı asla).
39 “Ne ujedini Bože Vlahe” (Allah Ulahları
birleştirmesin). Türklerin Allah’a böyle dua ettikleri rivayet
edilir.
40. “Nije svako Ture za vezira” ( Her Türk vezir için
değildir).

254
255
41. “Ni u gori o Turčinu” ( Türkten ormanda bile kötü
söz etme).
42. “Nudi kao Turčin vjerom” ( Hıristiyanı
Türkleştirmeye buyurmayan Türk’ün günah işlediği, Hıristiyan
papazı yeni doğan Hıristiyan çocuğunu vaftiz ettiği zaman
ağzına üfleyerek “Öbür dünyada beni suçlamayan diye
Türkleş” diye fısıldadığı söylenmektedir.
43. “O Turčine, za nevolju kume” ( Ey Türk, sefaletin
kirvesi).
44. “Pomajem ti sprdati” (Saçma sapan konuşmana
yardımcı oluyorum).Hersekli satmak için pazara bir çuval
buğday götürmüş. Buğday tertemizmiş. Türk’ün biri gelip
çuvaldan bir avuç buğday almış ve “More Hero, buğdayda
karamuk var” demiş. Hero ise “Var efendim” diye yanıtlamış.
“Tufa da var” demiş Türk. “Var efendim” demiş Türk, ne
dediyse “Var efendim” diye yanıtlamış Hero. Buğdayda
olabilen tüm artıkları saymış Türk. Hero onu tasdiklemiş.
Söylediği yalanı bile tasdikleyen Hero’ya kızan Türk saçma
sapan konuşurken “Senin iyiliğini koruyorum ben” deyince,
“Hero saçma sapa konuşmana yardımcı oluyorum “ yanıtı
vermiş. Böylesine bu atasözünün belirdiği söyleniyor.
45. “Pop knjigom Turčin silom” ( Papaz kitapla Türk ise
zorla).
46. “Prije kadija iz Stanbola nego hođa iz Kotora” (
Daha iyi İstanbul kadısı nitekim Kotor hocası).
47. “ Prokopsao kao Turski car na Senti” (Senta’ta Türk
sultanı gibi muvaffak oldu). Yıl 1697.
48. “ Prolazi mimo kao Tursko groblje” ( Türk mezarlığı
gibi sessiz geçiyor).
49. “Radi ali ne ukradi” ( Çalış, ama çalma). Bosna’da
Türk yasası altında bulunan Türkler Cuma günü ve diğer
mübarek günlerde çalıştıklarını Hıristiyanlara özürlemek için
Allah’ın böyle buyurduğunu söylüyorlarmış.
50. “Svako Ture sebi dere” (Her Türk kendine çıkışır).

255
256
51. “ Tako mi Turska sablja ne porazila” ( Böylesine
Türk hançeri yenmesin).
52. “Tako me Turci ne prodavali svaki dan na pazar!” (
Böylesine Türkler hergün beni pazarda satmadılar).
53. “Tako ne klanjao gde se Turci klanjaju “ (Türklerin
namaz kıldığı yerde ibadet etmeyeyim) .
54. “Tako Tursku vjeru ne vjerovao” ( Böylesine
Türk’ün dinine inanmadı).
55. “Turski ne znam, a kobile ne dam” (Türkçe bilmem,
kısrağımı vermem).
56. “Turci vele ţarana je hrana” A kauri: “Kupus i
slanina” (Türkler der ki: Tarhana yiyecektir. Gavurlar derki:
Lahana ve domuzun iç yağı).
57. “ Turci zeca na kolima hvataju” ( Türkler tavşanı
arabada yakalar).
58. “Turci misle da je raja šala, Al je raja gradovima
glava ” (Türkler köylüyü şaka sayar, Oysa köyüler kentin
başıdır).
59. “Turci polje a Latini more” (Türkler ovayı, Latinler
denizi).
60. “Turci silom a kaluđeri knjigom počeraše nas u
siromaštvo” ( Türkler zorla, rahipler kitapla bizleri yoksulluğa
sevkettiler).
61. “Ćera Ture Kreljevića Marka” (Türk kovalar
Kralyeviç Marko’yu). Bir mecliste türkü söyleyen körün birine,
bir Türk yanaşır ve para verirken “Kör, al bu parayı, ama
istediğim türküyü söyle, ben Türk’üm” der. Kör parayı alır,
adetine göre teşekkür eder ve eline yayı alıp türküyü söylemeye
başlar:
“Türk kovalar Kralyeviç Marko’yu”
Türk ise: “Kovalar da kovalar”! Haykırır.
“Düz ovaya kaçar Marko”
”Kaçar bre kaçar! Türk kesmek ister, değerlidir o
yüzden”
“Marko geri dönünce”

256
257
“Bak anasını s...m”
“Köre orospu! Parayı ver, rakıyı kus! Bir işe yaramazsın,
türkün de yaramaz” der.
Bu atasözünün bu olaydan kaynaklandığı söyleniyor.

62. “U Turčina vjera na koljenu” (Türk’ün inancı


dizlerindedir”. İnancına ve sözüne bağlanamazsın. Oturduğu
zaman, dininden sözederken, dini de dizlerinde durur; kalkınca,
din de dizlerinden düşer ve yok olur?
63. “U Turčina i zmije ljute, u njıma nikad tvrde vjere
nema” ( Türk’ün ve zehirli yılanın kuvvetli dinleri yoktur). Bu
atasözü Karadağ’da kullanılmaktadır.
64. “Čuvaj se stara Turčina, a mlada Srbina” ( Yaşlı
Türk’ten ve genç Sırp’tan korun). Karacorce zamanında
Sırpların Türklere karşı ayaklanması sırasında Türk yiğitlerinin
çoğu yaşlı olduğu, Sırpların ise genç olduğu kanıtlanmıştır.
65. “Šta ti čini otac? – Klanja, što ti čini mati? - Krsti se.
A šta činiš ti? - Ja stojim među njima, pa se kamenim” (Baban
ne yapıyor? – Namaz kılıyor. – Annen ne yapıyor?-Vaftiz
oluyor.-Sen ne yapıyorsun? – Onların arasında duruyorum ve
taş kesiliyorum. Babası Türk Türk ve annesi Hıristiyan olan
çocuğun anlattığıdır.
66. “Što god ko čini, sve sebi “ ( Kim eder kendine
eder). Hergün sokaktan geçerek “Kim eder kendine eder”diye
bağıran dervişin sesinden rahatsızlanan kadın bunun böyle
olmadığını kanıtlamak amacıyla sıçanotu karıştırdığı un ile
poğaça yoğurur ve pişirdikten sonra dervişe verir. Henüz karnı
acıkmamış olan derviş poğaçayı torbasına koyar. Yine
sokaklardan geçerek aynı şeyi bağırarak söyler. Öylesine
giderek poğaçayı yapan kadının kocasının çalıştığı dükkânın
önünden geçer. Başka kimselerin verdiği pastayı elinde tutarak
yiyen dervişi gören poğaçayı yoğuran kadının çocuğu,
babasından dervişin yediği pastadan yemek istediğini
söyleyince, baba çocuğu avutmak için dervişi çağırır,
yediğinden bir parça çocuğa vermesini rica eder. Çocuğu

257
258
ağlayarak gören derviş torbasından o poğaçayı çıkarıp çocuğa
ikram eder. Çocuğun babası dervişe para da verir üstelik. Baba,
poğaçadan bir parça kırarak çocuğuna verir. Çocuk birkaç
lokma yedikten sonra, karnındaki ağrılardan şikâyet etmeye
başlar. Baba çocuğu acele acele evine getirir, ama çocuk evde
ölür. Adam, çocuğun yediği poğaçayı dervişten aldığını
söyleyince, dervişin söylediği “Kim eder, kendine eder”
atasözünün belirmesine neden olduğuna inanılır.
Tüm bu atasözleri bugünkü Yugoslavya topraklarının
Osmanlıların egemenliği altında bulunduğu yıllarda
yaratılmıştır. Çeşitli içerikli, anlamlı olan kimi ata sözler öbür
millete veya dine karşı beslenen kinin belirtisi olarak
yaratılmıştır. Bir birini inciten, küfreden atasözlerin de
varolması beraberlikte yaşamanın ürünüdür. Vuk Karaciç tüm
atasözleri duyduğu biçimde kaleme almıştır ve 1849 yılında
yayımladığı ata sözler kitabında bunlara yer verilmiştir.

258
259

MENDO KİMDİR ?...

“Mendo” Agim Rifat’ın “Tan” gazetesinin 263.


sayısında yayımlanmış öyküsüdür. Beğendiğim için birkaç kez
okudum “Mendo”yu. Her okuduğumda başka bir Mendo ile
karşılaştım. Yeniden okusam, başka bir Mendo ile
karşılaşacağımı biliyorum. “Mendo”da sonsuz Mendo’lar
vardır. Bu “Mendo” öyküsünü böyle yapan nedir ?...
Yazar, yalnız kaldığı bir gün, kalemiyle adını Mendo
koyduğu bir figüre yürek ve us (akıl) verir. Yürekleşen Mendo
öykünün kahramanı olur. Birden bire uslanır. Mendo yaratandan
bilgili, bilinçli sayar kendini. Başlar yaratanına öğüt, salık, us
satmaya. Şimdiki gençleri yüz tutar görünürse başlar tenkit
etmeye. En çok sanatçılara yaşamak nedir öğretmek ister: “Nasıl
budalalar var ha baba, de babam yaşıyor, hayatın tadını
çıkarıyor, sense oturmuş beni yaratıyorsun....” demekte Mendo.
Sonra sanatçıyı sanattan, örneğin şiir yazmaktan, sigara, rakı
içmekten, sevgilisinden vazgeçirmek ister. Yaratıcısını vs. vs.
nenlerden vazgeçince, Mendo hemen yaşamda daha etkin
olmaktadır. Sigara, rakı kullanmakta, okula gitmekte, şiir
yazmakta vs. vs. nenleri gerçekleştirirken onu yaratıcısının terk
ettiği sevgilisi ile sevgi yürütmektedir. Bunu ve öteki nenleri
gören yaratıcısı bir kırtasiyeciden silgi alıp siler mışıl mışıl
uyurken Mendo’yu. Böylesine öykünün son noktasına varılır.
Ama bu öykü böylesine bitmiş değildir. Belleğimizde hemen
yeni Mendo öyküleri canlanır.

259
260
Birincisi: Mendo hortlamış bir geçmiştir. Eski ile yeniyi
yaşamak istemektedir. Düşüncesi başkadır. Düşüncesi ile
yaşamdaki devinimi sırt sırtadır. Bir zamanlar kötü saydığı
nenlerden yana olur, onları benimser. Bilgiden çok, kişinin mal
edinmesini üstün tutar.

İkincisi: Öğrenime karşıdır. Henüz öğrenim görmemiştir


çünkü. Kıskançtır. Kendi tatmadığı neni, ondan üstün olanı, ileri
gideni yerer. “Senin akranların askerliğini yapmış, evlenmiş,
çalışıyor, çocuk büyütüyor, sense hala fakültede cenkleşiyorsun.
Yaşına bir bak, sana kız vermezler artık” der Mendo. Ama bir
gün ki Mendo okula devam eder... Söylediklerini unutur olur.
Herkesten üstün olma isteğine kapılmıştır Mendo.

Üçüncüsü: Mendo çok konuşanlardandır. Bu yüzden


uslu olduğu sanılır. Konuşmalarına bakılırsa O’na inanılabilir.
Böylesine “Zekinin biri” olarak duyulur Mendo.

Dördüncüsü: Mendo kişinin kendine soru sormasına


imkan yaratır. Kişi Mendo’yu okurken yaşamda neler yapmalı,
neleri benimsemeli gibi sorusunu, düşüncesini içinden
geçirmektedir. Ama yine de yaşamda nelerin en iyi olduğunu
öğrenmek güç. Mendo salt usları kurcalar, düşüncelere konu
olur.

Beşincisi: “Sevgiden yaşanmaz. Bir gün kaşırsın... tepe


takla gidersin bir gün. Sonra o senin ruhuna denk mi bakalım...
yüz kat daha üstünsün. O kız muz satmaktan başka bir şey
bilmez ki”. Mendo’nun demesi, yaşam arkadaşının
bulunmasındaki güçlüğü ileri sürmektedir. “Muz satmasından”
başka bir şey bilmeyen kız yaşam arkadaşı olabilir mi acaba ?

Altıncısı: Tüm bu soruları soran, olayları kaba sayan


Mendo bir gün böyle derin derin düşünmeden, kendine sorular
sormadan okula gider, öğrenim görür, kişilerin işine karışmaz,

260
261
bu yüzden artık zeki değildir. Sigara, rakı içer. Acaba “O kız”
yaşam arkadaşı olabilir mi sormadan özdeş kızla sevgi yürütür.

Yedincisi: Mendo değişik karakterlidir. Hiçten


varolmuştur. Aslında Mendo yazarın varlığını, belleğini
kurcalayan kötü nedir, iyi nedir sorusunu yanıtlamak ister. Ama
yine bu sorular yanıtsız kalır. Bir düşünce olarak kalır... Zaten
Mendo düşüncedir. Yazar ise Mendo’nun kendisidir. Yani
Mendo henüz bitmemiş bir otobiyografinin bir bölümüdür.

261
262

GERÇEK GÖZ
Yeni bir kitap var elimizde. Altı bölüme ayrılmış ve 44
şiiri içeriyor. Müellifi 25 yıldır yazın çevresinde yaşayan
İskender Muzbeğ. Sırpça-Hırvatça olarak Priştine’nin
“Yedinsto” yayınevinin “Stremlenye” yazın ve sanat dergisinin
bir yayını olarak yayınlanmış. “Veliko oko” (Büyük göz) başlığı
altında yayımlanan şiir kitabında şairin en son eserleri yirmi yıl
içinde yazılmış seçme şiirleri yer almış. Bundan önce çocuk
şiirlerini içeren “Kaynak”, öykülerden oluşan “Sevil”,
“Yaşamak” ve” Gerçek” şiir kitabları ve Tan gazetesinde tefrika
edilen “Yanan sevgiler” romanı yayımlandı. Antolojiler, şiir ve
şairler panoramaları hazırladı, çeviriler de yaptı. “Veliko Oko”
(Büyük göz) İskender Muzbeğ’in Sırpça-Hırvatça yayımlanmış
ilk kitabıdır.
1974 yılında “Yedinstvo” yayınlarınca çıkan “Kosova
çağdaş Türk şiiri” güldestesinde yayımlanan şiirlerin bir bölümü
Üsküp’te “Birlik” yayınevinin “Sesler” Toplum Yazın ve Sanat
dergisinin yayımladığı “Gerçek” şiirler kitabında yayımlanan
şiirlerden derlenen şiirler, henüz bir kitapta yayımlanmamış
kimi şiirler de alınarak oluşan “Velika Oko” kitabı İskender
Muzbeğ’in son yirmi yıl içinde yaşattığı şiir anlayışından çok,
duygulu ve yazıncı ustalığının bir göstergesidir. 1941 yılının
devrimiyle başlıyor ve devrim şiirlerini sürdürerek,
ateşböceğine, solan ota, kuşların sevisine, uyanan büyük göze,
özleme ve sıcak ellere değinerek, yanan sevgiye, barış anıtına,
taşa ve sonunda suya türkülere varıyor. Hecesiz, kalıplar

262
263
dışında, vezinsiz yazılan şiirlerde alışılagelmiş uyak
bulunmadıysa da, şiirlerde müzikli bir akıntı vardır:
“birer yırtıcı hayvan gibi uçakla
uçuşur, çocukları korkutur
amaçları belirgin.”
(sayfa 5)
diye “Karışıklıkta” başlığını koyduğu bu şiirde olduğu gibi.
1941 de devrim başladığı için o yıl “Yerden bir parmak
yukarıdadır devrim yapanlar”. Çünkü “Aydınlık karanlığı
yenecek / aydınlık karanlıktan üstündür / aydınlık karanlıktan
güzel / “Bunun uğruna” titrer bir namlu, oynar bin tetik / diye
yırlanır, “Savaş güneşi” şiirinde ozan ve anlatımını sürdürüyor:
“1942 de, Doğu Bosna’da / üç günlük yürüyüşe geçti
yurtseverler / İgman’da kar / İgman’da yepyeni, taptaze bir
bahar / yerden üç parmak yukardadır devrim yapanlar / “Devrim
bir insan kılığındadır” şiirindeki dizelerden görüldüğü gibi .
Devrimi söylemek için, devrimi anlamak için, devrimi yaşamak
gerek. İskender Muzbeğ devrimi eserlerden izleyerek
yaşamıştır. Bu yüzden, öyle canlı, öylesine devinimli, derin
duygularla anlatmaktadır devrimi. “Umuda döküldü pembe
renkler” şiirinde şöyle diyor: “Dondu ama ölmedi / ayakta duran
ölüler”. 1943 yılındaki dördüncü taarruz 1944 yılında yengi için
yapılan son hazırlıklar ve 1945 yılındaki özgürlük türkülerin
söylenmesi., ozanı öyle coşturur ki şiirinde özgürlüğü, özgürlük
için düşen kahramanları, Yoldaş Tito gibi büyük savaşçıları
ebedileştirir. Böylesine şiir diliyle anlatılan Yugoslavya ulus ve
halklarının Halk Kurtuluş Savaşı ve Sosyalist devriminin tarihi
olmaktadır ozanın bu kitabı. Devrim şiirleriyle kitabın ilk dört
bölümü bir bütünlük kazanmaktadır.
Halk Kurtuluş Savaşının ve Sosyalist devriminin şiirinde
dile getirirken, eşit haklılık, beraberlik, doğruluk, özyönetim ve
Tito hakkında da değerli şiirleri sermaye etmiştir Yugoslavya
ulusu ve halklarının yazınına İskender Muzbeğ.
Yugoslavya’da yaratılan Türkçe yazın, devrime adanmış
oldukça kabarık sayıda edebi eser vermiştir. 1983 yılında

263
264
Üsküp’te “Birlik” yayınevinin “Sesler” dergisi yayını olarak
yayımlanan “Gerçek” şiirler kitabını devrime adamıştır.
Ozan değişik konulardaki şiirlerine de yer vermiş
“Büyük Göz” kitabında. Ama bu şiirler devrimin sağladığı
barışa, insanlar arasındaki sevgiye, özgürlüğe, gönence, sadece
iki harften oluşan ama öyle duygulandıran ve büyük gizleri
saklayan “su”lara yırlanmaktadır. Tüm bu şiirler esinden çok
yaşantısını dile getirir ozanın. Devrim şiirleri ise, ozanın
devrimle olan bilgisinden dolayı kendine bu konuyu inceleme
görevi almasıyla yarattığı şiirlerdir. Çünkü yaşamadığı olayları
başından geçmiş gibi göstererek, devrimin uzun boylu yaşaması
için katkı vermiştir.
İskender Muzbeğ, Yugoslavya Türk halkı yazınının orta
kuşak yazarlarından biridir. Zvonimir Kostiç’e göre “düzenli
bir lirizme sahiptir ve çağlarca lirizmin özelliğini oluşturan
sembollerden yararlanmaktadır”. Ozan hukuk fakültesi
mezunudur. Toplumsal-siyası kadrodan biri olmasına karşın
şiirsel duygusunu, imgesini yitirmeden, bu duyguyu ve imgeyi
şiirine aktarmaya başarmıştır. Kosova Yazarlar Derneği
üyesidir ve “Doğru Yol” Kültür ve Güzel sanatlar derneği
“Nazım Hikmet” Yazın Kolu başkanıdır. Şiirlerini Türkçe
yazıyor ve onları Sırpça-Hırvatça’ya çeviriyor. Bu oldukça zor
bir iştir. Kendi şiirini başka bir dile çevirme işi , özdeş şiiri
çevrilen dille yeniden yazmaktan zordur. Ama ozan çeviride
kalmış, ancak “Pobeda je od ničeg počela¸” (Yengi hiçten
başladı) şiirini çevirirken, çeviriye sadık kalamamış, özdeş
konuda yeni bir şiir yazmış. Bu kez yeni yazılan şiir Sırpça-
Hırvatça yazılmıştır. Bu ise, şiiri başka bir dile çevirme işinin
çok zor olduğunu ileri sürenlerin savını kanıtlamaktadır.
“Büyük göz”’de şiirler ve ozanın yaratıcılığı hakkında
yazar Nüsret Dişo Ülkü’nün bir değinişi bulunuyor. Ozanın
bundan önce eserleri yayımlanan kimi dergilerin adları
belirtilmiş ve “Büyük göz” kitabında ozanın yırlanmasına göre
devrimin hiçten başladığı, devrimden önce tüm ulus ve
haklarımızı ulusal haklara bile sahip oldukları, ancak onlar

264
265
devrimi yaparak, sınıf ve ulusal haklara iye oldukları diye
yazılarak, kitaptaki şiirlerin ana konusu açıklanmaktadır.
“Büyük göz” kitabı, Hak Kurtuluş Savaşı süresince yaşanan
olayların, savaş tehlikesinin zorlukların ve eziyetlerin
destanıdır” diyerek sonuç vermektedir değinisinde Nüsret Dişo
Ülkü.
İskender Muzbeğ’in “Büyük göz” kitabı yazın alanında
değerli bir eserdir ve Yugoslavya çağdaş Türk halkı şiirini
Sırpça-Hırvatça konuşan kitleye tanıtmasında payı geçecektir.
Kosova‘da anadili dışında Türkçe’nin okutulduğu sınıflarda ve
Sırpça-Hırvatça okuyan öğrencilerin dil ve edebiyat derslerinde
Kosova Türk halkı edebiyatının programda bulunduğu için
“Büyük göz”ün lektür kitabı listesine alınacağına inanıyoruz.
Kitabın kapak ve teknik düzenini Branko Verzel yapmış,
ön kapakta ölü doğa bir bediz, arka kapakta ise İskender
Muzbeğ’in bir fotoğrafı ve ana çizgileriyle yaşam öyküsü
verilmiş.
“Büyük Göz” kitabındaki şiirler devrimi, toplumsal
gelişmeleri, her günkü yaşamı gerçek olan bir anlayışla işlediği
için olayları, devrimi, ozanın duygularını ve yaşamını şiirsel bir
biçimde aktaran gerçek bir gözdür ve böylesine Yugoslavya
ulus ve halkların yazını yeni bir kitapla zenginlenmiştir.
İleride, İskender Muzbeğ’in yeni eserlerle Yugoslavya Türk
Halkı yazınını bu gibi değerli lirik eserlerle zenginletmesini
dileriz.

265
266

“KARADÜZEN” OLAYI

“Çevren” dergisi, sayı 4 (24), 1979, Priştine


“Karadüzen” Priştine’de “Tan” gazete yayım
kurumunun yayımladığı Şecaettin Koka’nın ilk betiği. Matbaa
kokusu var hala üzerinde. Başlığın altında “uzun öykü” diye
yazılı. Betik altmış sekiz sayfadan oluşuyor.
Aslında “Karadüzen” birbirine bağlı, özellikle Sait
Demo’ya ve onun kız kardeşi Pakize’nin evinde, ailesinde
olagelen olayları dile getiren bir roman. Olay, yakışıklı bir
delikanlı olan, müziğe meraklı, karadüzeni çalıp türkü yakan
hovarda Sait Demo ile başlıyor. Sait Demo’nun hovarda ama
kabadayı oluşundan karısı Şasife kara yazgılıdır. Bir gün Sait
Demo’nun katıldığı düğünde, düğün sahibinin ısrarı üzere
karadüzeniyle türkü söylemek için karadüzenini almaya
giderken arkadaşı “Çemal”in biri tarafından bıçaklandığını
duyunca olay yerine koşar. “Çemal”a saldıran kişiyi ele geçirir
ve iki kere bıçaklar. Böylece Sait Demo adam öldürme suçunu
işlemiş olur. Katil olur. Kan davasına karışır. Yakalanmasın
diye yurt dışına kaçar, ama evinden, insanlardan ayrılır. Yüreği
yaralıdır. Yaptığına pişman değildir yine. Kaçak olarak yaşamı
zordur. Kan davasında bulunduğu aile ile anlaşmaya varıldığı
haberini alır. Yurduna, kentine, ocağına döner. Malını mülkünü
satar. Kan davasını öder, ama yoksullaşır. Kendini içkiye verir.
Neşesi kaçar. Bir gece gündüze çıkmadan yatakta ölür. Sait
Demo’nun ölümüyle betiğin başlangıç olayı biter. Şimdi
herkesin korktuğu yılmaz Murat Ağa’nın ailesindeki dram
başlar. Murat Ağa, Luş adında birini öldürdüğünü, zamanın tek

266
267
pantolonlu kadını olarak bilinen ve kocası Luş’la gurbetten
dönen Goralıları soyan Hayriye’yi yakaladığını herkes
biliyordu. Duldu. Sait Demo’nun kız kardeşi Pakize ile evlenir.
Pakize’nin kardeşi Sait Demo’nun sattığı tarla ve bağları geri
alır. Pakize Hanım yirmi beş yaşlarındadır. Çoluk çocuk
doğurur. Oğlu Sedat büyümüş Belkiz adında bir kızcağızla sevgi
yürütürken babası Murat ağa O’nun Mevlüde ile evlenmesini
önerir. Mevlüde Sedat’ın üvey kız kardeşidir. Sedat’tan daha
yaşlıdır. Buna Sedat razı olmaz. Babanın sözüne karşı gelmek
zordur. Sedat babasından-Murat ağadan uzaklaşmak için
Belgrat’a gider. Orada çalışır. Bir gün Belgrat’tan Sedat’ın kara
haberi gelir.
Murat ağa ilk karısından kızı Mevlüde’yi, bu kez
Pakize’den olan oğlu Vedat’a verir. Aralarında 16 yaş ayrımı
var. Mevlüde Vedat’ın annesi, olabilir bile. Vedat karısı ile
yaşayamaz, kalkıp İpek kentine gider. Orada genç bir kızla
evlenir. Ama Murat ağa onu yine aldatır. Vedat’ı Prizren’
getirir. Vaat ettiğini yerine getirmeyince bu kez Vedat Bosna’ya
kaçar. Orada başka bir kadınla tanışır. Bu kadın Vedat’ın
üçüncü karısı olur. Yıllarca sonra geri döner. Üçüncü karısı da
Mevlüde’dir. İki Mevlüde sokakta karşılaşınca saç saça
çekişerek dövüşürler.
Olay Murat ağanın ölümüyle sona erer. Murat ağa
rahatsız iken Vedat onu ziyaret ettiğinde bir sefer “senın da
hakkını yemem, senın da iseni verırım” demişti. Murat ağanın
son sözleri: “Yabirınıza fena yaptım, yabirınıza ise isla yapma
aradım, yalnız ararım epınız alallaşınız benimlen” olur. Ama
Murat ağa sözünü yerine getirmez. Varını yoğunu karısı Pakize
hanıma, Mevlüde’ye ve kızlarına bırakmıştır. Vedat evsiz
barksız kalır ortada.
Karadüzen bundan elli veya yetmiş yıl önce Prizren’de
yaşayan örf, adet ve babanın otoritesini dile getiren bir
romandır. Babaların-Murat ağanın davranışı bugün insancıl
sayılabilecek kadar kaba ve kötüdür. İkinci karısı Pakize’nin

267
268
kardeşi Sait Demo elden çıkardığı toprakları kendi kabalığıyla,
yiğitliğiyle geri çevirir.

-Ey koyşi, bizım yoz topragi da mı süreysın?..


Kayinçemi bilmisınız aldatma, ema ya siz ya ben oloroz.
Hepınızın parenızi çevırecem, topraklari ceri alacam” diye
söyler. O zaman hükümet, kanun yok muydu diye okuyucu
kendine sorar. Yazar işte yasak olan, suç olan davranışları,
eylemleri işler eserinde. Sait Demo adam öldürür. Suçunu
hükümete değil, ölenin ailesine öder. Murat ağa ilk karısından
olan kızını ikinci karısı Pakize’den olan çocuklarıyla evlendirir.
Karı kocasından onaltı yaş yaşlıdır. Bu evlilik bugün akıla
sığmayacak psikoloji ile işlenmiş. Vedat’ın kendinde “koca”
(yaşlı) olan karısı Mevlüde’ye karşı sevgisi yoktur. Yine de bu
evlilikte çoluk çocuğu dünyaya gelir.
Romandaki tüm olaylar birer trajedidir. Çünkü olayların
olageldiği dönem düzensiz ve insanlığa trajedi getiren bir
dönemdir. Geçim çoğunlukla tarımcılıkla sağlanmaktadır.
Gençler gurbette beş on para kazanmak için yaşamlarının en iyi
günlerini, çağlarını feda etmektedirler.
Eserdeki diyaloglar Prizren ağzıyla geçmektedir.
Okuyucu böylece Prizren’de bundan yarım çağ veya 70 yıl önce
Sait Demo ve Murat ağa ailesinde olagelen olayların,
trajedilerin hiç olmazsa dil açısından özgünlüğünü yaşayacak ve
o zamanın insan psikolojisi, töre, görenek ve ahlakı ile
tanışacaktır.

268
269

YAKOVA’DA GAZİ ŞEYH MAHUT


HORASONLI’NIN KADİRİ TEKKESİ

Birlik, 20 Aralık 1997, Üsküp


Kosova’nın Dukagin Ovasında Erenik deresinin
vadisinde 1595 yılında Osmanlıların kurduğu Yakova kentinin
güney-doğusunda, Prizren istikametinden kentin girişinde yolun
sol tarafında 1200 metre kare bir alana kurulmuş Kadiri tekkesi
bulunur. Tekkede Gazi Şeyh Mahmut Horasanlı I. Sultan Murat
Hüdavendigar’ın sancaktarı iken bugün türbesinin bulunduğu
yerde şehit olmuş. Yakova kesin olarak Türk egemenliği altına
girince türbe yanında Kadiri tekkesi kurulmuş. Gazi Şeyh
Mahmut Horasanlı türbesinin civarında kentin kurulmasını 1495
yılında Bizeban Süleyman Efendi (Hadım) camii ve etrafında
vakfa dâhil ettiği 300 dükkândan oluşan çarşının kurulması
teşvik etmiştir. Çarşının etrafında evlerin kurulmasıyla, Yakova
camileriyle, dükkânlarıyla, hükümet binalarıyla, sokaklarıyla,
altyapısıyla kent özelliğine sahip olmuştur.
Türklüğün ve İslam’ın bu yörede yayılıp gelişmesinde
büyük rol oynayan Yakova’daki Gazi şeyh Mahmut
Horasanlının Kadiri tekkesi şeyhi Mustafa Horasanlı, Şeyh
Osman Horasanlı, Şeyh Mensur Horasanlı, Şeyh Hasan
Horasanlı, Şeyh Mühittin Horasanlı, Hacı Şeyh Şaban
Horasanlı, Şeyh Hasan Horasanlı ve Şeyh Mahmut Horasanlı
tarafından yönetildi. Şeyh Mahmut Horasanlı’ya
Yugoslavya’daki komünist rejimi döneminde çeşitli baskılar
uygulandığı için O 1957 yılında Türkiye’ye göç edip İzmir’e
yerleşti. Bu yüzden 1990 yılına kadar bakımsız kalan tekke

269
270
binasının taşınır eşyaları talan edilmiş, tekke binası ve külliyatı
devletleştirilmiş. Şeyh Mahmut’un kardeşi ve ondan önce
tekkenin şeyhi olan Hasan’ın 28 Haziran 1928 doğumlu oğlu
Şeyh Naki Horasanlı mahkemeye dava açmış, birkaç yıl süren
sayısı çok celselerden sonra onun Şeyh Mahmut’un ve şeyh
Hasan’ın varisi olarak ispatlanınca devletleşmiş tekke binasının
ve tekke külliyesinin sahibi ilan edilmiş. 22 Mayıs 1990 günü
Şeyh Sait Mustafa’dan icazet alıp Yakova’da Kadiri tekkesinin
postnişin olmuş. 33 yıl bakımsız kalan tekkeyi kullanılır hale
getirmek için Şeyh Naki Horasanlı ilkin tekke binasını,
semahaneyi ve harem binasını onarmaya girişmiş. Kerpiç
duvarları onarmak mümkün olmayınca, kalan bölümleri de
yıkarak yerine yeni duvarlar ördürmüş. Tekkenin onarımına
ruhsat vermeyen belediye inşaatı engelliyor, yıkım kararı
çıkarıyor. Buna rağmen temelden yıkılan duvarlar yerine yeni
duvarlar örülerek tekke eski haline getirilmiş. Tekke binası eski
şekliyle yeniden inşaa edilmiş. Büyüklüğü, şekli hiç
değişmemiş. Pencerelerin, kapıların büyüklüğü, şekli korunmuş.
Kemerler, semahanede mihrap tıpa tıp eski ölçülere ve şekle
göre olmuş. 480.000 Batı Alman Markı harcanmış, ama tüm
işler henüz tamamlanmamış. 34 x 11 metre boyutunda olan
tekke binası iki katlı ve içinde 774 m2 kullanılır alan bulunuyor.
Harem bölümünde tekke şeyhi Nakı Horasanlı, eşi Seylan,
kızları Canan, Ester ve oğlu şehzade Hasan ile kalıyor.
Tekkeye ana caddeden kesme taştan yapılmış kemerli kapıdan
giriliyor. Kapının üstünde mermer üzerinde kabartma yazılı tekkenin
Hicri 1134 Miladi 1721 yılına ait tamir kitabesi bulunuyor. Solda ilk
oda, çay ocağıdır. Pencereler karşısındaki duvarda çerçeveye alınmış
bir hattat işi bulunuyor. Baas kuşu şekli oluşturulan hattat işi levhada
“El fakir şeyh İzzet”’in imzası bulunuyor. Arkasında Osmanlıca şöyle
bir not var: “ Şeyhülülislam Ragıp’ten, teşrın-i evvel 962”. Hicri tarihi
olan 962 Milladi 1554 yıllıdır ki bu yılda tekkeyi bu şahısların
ziyaretleri anısına verdikleri hediye olduğu görülüyor. Çay ocağına
bitişik semahane bulunuyor. Üstü kubbeli olan semahanede Gazi Şeyh
Mahmut Horasanlının taşıdığı sancağı korunuyor. Duvar oyuğu olan
mihrabın iki bile tarafında keşkül, geyik boynuzundan yapılmış sur ve

270
271
zarflar asılı. Yerde pirinç şamdanlar duruyor. Batı tarafta kubbenin
oturduğu kasnak bölümünde kadınların zikri izledikleri bölümü ayıran
parmaklı (kafesli) pencereler bulunuyor. Semahanenin ardında Tarik-i
Kadiri-zincirli kolu şeyhi, Sultan Murat Hüdavendigar’ın sancaktarı
Gazi Mahmut Horasanlının yattığı türbe bulunuyor. Üstü çatılı olan
türbe binası içindeki sanduka ziyaretçiler tarafından getirilmiş
avlularla örtülü. Baş tarafında üst üste iki taç vardır. Bunlar Şeyh Gazi
Mahmut Horasanlı’ya ait imiş. Taçların biri kırmızı ki bunu Şeyh
Mahmut Horasanlı cenklerde taşımış. Ama altıyüz yıllık zaman
içerisinde taçın rengi kaçmış. Tekke binasına girişin sağ tarafında üst
kata çıkaran merdivenlerden tekke odasına gelinir. Devamdaki odalar
ise tekke şeyhinin ailesinin oturduğu haremlik. Kattaki konaklama
odaları ve diğer bölümler henüz tamamlanmamış. Sadece sokak ve
bahçe tarafındaki pencere boşluklarında kemerli ahşap pencereler
takılmıştır. Duvarlar sıvanmamış, yerler döşemesiz.
Türbenin devamında doğu cephede tekkenin ek odalarının
bölümü inşaatı yarıda kalmış. Sadece tuğla duvarların örüldüğü
görülüyor. Buraları dini eğitimin yapılması için odaların inşa
edilmekte olan bölümmüş.
Bugün de birçok derde derman olduğuna inanılan tekke ve
tekkedeki Gazi Şeyh Mahmut Horasanlı’nın türbesi halk tarafından
ziyaret ediliyor ve nezir edilen şeyler tekkeye ikram ediliyor. Bunların
dışında bir dini, tarihi ve kültür eseri olan tekke birçok bilim adamı,
siyasetçi ve devlet erkanı tarafından ziyaret ediliyor.

Gazi Şeyh Mahmut-Kadiri tekkesi. (Yakova 2001)

271
272

MAKEDONYA’DA DERLENMİŞ
KÖROĞLU MASALINDA YER ADLARI VE
KİŞİLER

”Birlik” gazetesi, 28 Mart 1998, Üsküp


Sanatçı yürekli, kavgacı ve özgürlük kahramanı Köroğlu
Balkan ülkelerinde yaşayan Türkler ve diğer milletler arasında
anlatılan masallarda, efsanelerde ve söylenen türkülerde bugün
de yaşamaktadır. Kimi cönklerde Köroğlu türküleri de
bulunmaktadır. Bağlama ve saz ustaları bugün de
repertuarlarında Köroğlu türkülerine yer vermektedirler.
Balkanlar’da, özellikle Makedonya ve Kosova Türkleri
arasında anlatılan birçok masalın ve efsanenin kahramanı olan,
Türk folklorunun ulusal yiğidi Köroğlu, kişiliği, yiğitliği, aşkı
ve şairliği ile dillere destan olmuştur. Destanî kişiliği, cesareti,
olağanüstü yiğitlikleri, mertliği, savaşlardaki hünerleri ile
şiddetli duyguları içeren türkülerde, kısa masallarda ve
efsanelerde anlatılmaktadır. Halk arasında çok bilinmesi
buralarda Türkçe öğrenim görülen okulların ders plan ve
programlarında Köroğlu’nun kişiliği ve türkülerine özel bir yer
verilmesine neden olmuştur. Buralarda Türkçe okuyan çocuklar
okulda Köroğlu’nu ezilen halka yardım elini uzatan ve doğruluk
için savaşan Türk ulusunun kahraman saz şairi olarak
okumaktadırlar. Ama Makedonya ve Kosova Türk halkı
arasında söylenen Köroğlu türküleri, anlatılan Köroğlu masalları

272
273
ve efsaneleri hakkında bu ders kitaplarında söz
edilmemektedir.184
Gazeteci kadrosundan olduğum Tan gazetesine röportaj
yazmak maksadıyla 1971 yılının Şubat ve Mart aylarında Doğu
Makedonya’nın Yörük köylerini gezerken köylülerden birçok
kısa Köroğlu masalı ve türküsünü not etmişimdir. 16 Mayıs
1973 günü Üsküp Rıfaı tarikatı dervişlerinden 72 yaşlarındaki
Hüseyin Ağa’dan derlediğim kısa bir Köroğlu masalı ise
Köroğlu’nun haksızlığa yenik düşen yoksullara ne kadar sahip
çıktığını, yardıma koştuğunu gösteriyor. Bu masalın özeti
şöyledir: Köroğlu eşkıyaymış, efeymiş. Ama yoksullara
dokunmazmış. Zenginleri soyarmış. Birgün çetesiyle
dağlardaki köyleri gezerken öküzüyle tarlayı süren bir köylüyü
görmüş “Niye bir öküzle tarlayı sürüyorsun” diye sormuş.
“Başka öküzüm yok ki” diye cevap vermiş köylü. Köroğlu bir
şeyler yazdığı kâğıdı köylüye vermiş ve bu mektubu falan
filanın evine götürüp ev sahibinden bir öküz ile kızını istemesini
söylemiş. Köylü Köroğlunun dediğini yapmış. Mektubu
götürdüğü evin sahibi zengin biriymiş. Köroğlu’ndan korktuğu
için köylüye bir öküz ve kızını vermiş. Köroğlu fakir köylüyü
daha çok sevindirmek amacıyla geline altın gerdanlık hediye
etmiş. Bu masala benzer daha birçok söylence vardır.
Dağıstanlı masalı tamamen Köroğlu’nun başkahraman olduğu
bir masaldır. 185 “Köroğlu hep papazın yaptığı mukavele”
masallarında olay bir göl kenarında geçmektedir. Bu göl Abant
gölü olabilir.186 Köroğlu Ayvaz ve düşmanın deyişlerinden
oluşan dört dörtlüklü Köroğlu türküsü de söylenmektedir
buralarda.187 Bu gibi türkü ve masallardan başka daha uzun olan

184
Altay Suroy Recepoğlu: Yugoslavya’da Türkçe Okuma Kitaplarında Türk
Halk Edebiyatının Yeri, “Çevren” Düşün, Kültür dergisi, sayı 75, Ocak-
Şubat 1990, Priştine.
185
Prof. Dr. Nimetullah Hafız: Makedonya Türk Halk Edebiyatı Metinleri.
Anadolu Sanat Yayınları, İstanbul, 1989, sayfa 226.
186
A.g.e. sayfa 239
187
A.g.e. sayfa 115.

273
274
“Köroğlu ve Kesiroğlu Mustafa Stamboli” masalı 16.11.1978
tarihinde İştip’in Selçe köyünden Refik İbrahim’in anlatımıyla
Makedonya Folklor Enstitüsünde 2513 no’lu olarak kayıtlı
banda Sevim Piliçkova tarafından kaydedilmiştir.188 Buralarda
anlatılan ve söylenen Köroğlu masalları, efsaneleri ve türküleri
arasında bu masalın ağızdan ağıza taşınmasıyla anlatıcılar
tarafından eklenen birçok yeni motifler, yer adları ve kişiler
masaldaki olayları pek saptırmadığı için Türkiye’de derlenen
Köroğlu masallarının sadece bir çeşidini (verziyon)
oluşturmaktadır. Bu masalda Köroğlu’nun çayırların ötesinde
olan Çamlıbel’de oturduğu anlatılırken, yaşadığı zaman
hakkında bilgi verilmemektedir. Masala, masal kahramanı ve
kişileri tarafından kimi araç ve gereçlerden olayın ne zaman
olduğu, dolayısiyle Köroğlu’nun ne zaman yaşadığı tahmin
edilebilir. Ancak bu araç ve gereçler masal anlatanlar tarafından
düşünülmüş ve eklememişlerse. Masalda Köroğlu’nun
çayırların ötesinde Çamlıbel’de oturduğunu, İstanbul esnafını
rahatsız eden, meyhanelerinde yeyip içtikten sonra parayı
vermeyen kabadayı Kesiroğlu Mustafa ile dövüştüğünü bu
dövüşme sırasında padişahın kızı Pembe hanımın tasviri eline
geçtiğini ve bu tasvirdeki hanıma aşık olup onu saraydan
kaçırdığını ve sonunda Çamlıbel’de gezerken icat edilen ve bir
çoban tarafından kullanılan delikli demirin (piştol) gücüne şahit
olarak “erkeklik artık yok” diyerek kırk pehlivanıyla birlikte
Çamlıbel’de bir tünele girip bir daha çıkmadıkları
anlatılmaktadır.
Masalda geçen yer adları olayın nerede geçtiğini, masalda
adı geçen kişilerin nereden geldiklerini bildirmektedir. Yerel
deyiminle “Stanbol” olarak geçen İstanbul, bir kabadayı
pehlivan olan Kesiroğlu (Kiziroğlu) Mustafa’nın yaşadığı
kenttir. Çamlıbel masalın başkahramanı Köroğlu’nun oturduğu
ormandır. Bolu Kesiroğlu Mustafa’nın nafaka damarları
kopunca doktordan yardım istediği halka zülumler yapan beyin

188
“Sesler” Aylık , Toplum, Sanat Dergisi, sayı 205, Nisan 1986, Üsküp

274
275
oturduğu bir kasabadır. Tuna sahilinde paşanın kızı Pembe
hanımın beşyüz askerin takibinde altın faytonla gezdiği nehirdir.
Yemen Hind’ten Yemen’den deyiminin değişik şekli olan Ben
İnd’ten geleyim, Yemen’e geçeyim” olarak geçmektedir.
Daristan olarak geçen Dağistan Orta Asya ‘da Türkler’in de
yaşadığı bir özerk cumhuriyet olmasına rağmen bir bey
çocuğunun adıdır.
Kişi adları masaldaki olayların kahramanları ve iştirakçıları
belirtir.
Kesiroğlu Mustafa İstanbul’da yaşayan bir pehlivandır.
Kahvelerde ve aşçılarda istediği yemeği yer, içki içer, kırar
döker ve dükkân sahibine para vermez. İstanbul esnafı bu
kabadayıdan kurtulmak çaresini onu Bolu ormanlarında –
Çamlıbel’de oturan Köroğlu ile dövüşmesi için kandırmakta
bulurlar. Köroğlu’nun elinden kurtulmayacağına inanırlar.
Köroğlu yenerse İstanbul’da istediği şeyi hesap vermeden
almaya, yapmaya hak tanınacağı karşılığında Köroğlu ile
dövüşmeye kanar. Ama Köroğlu’nun vuruşlarına dayanamaz,
yenilir.
Hasan bey Keisroğlu Mustafa’nın abisidir. İstanbul
esnafının rica ve ısrarıyla kardeşini Köroğlu ile dövüşmesi için
kandırır.
Eyvaz Köroğlu’nun kaçırıp büyüttüğü 39 güçlü
pehlivandan biridir. Ama Eyvaz’ı Köroğlu evladı olarak
saymaktadır.
Pembe hanım İstanbul’da oturan padişahın kızıdır.
Köroğlu, Kesiroğlu Mustafa ile dövüşürken eline geçen tasvirde
ilk kez görür Pembe hanımı ve ona âşık olur. Pembe hanım
sarayda oturur. Tuna boyunda gezmeye çıktığı zaman onu
beşyüz asker korur.
Köroğlu masalın başkahramanıdır. Kesiroğlu Mustafa’nın
karnına diziyle basıp O’nun 72 damarını koparan güçlü bir
pehlivandır Köroğlu. 39 çocuğu anasından ve babasından
kaçırıp onları pehlivan olarak yetiştiren bir eşkiyadır. Padişahın
kızı pembe hanımın falına bakan, çingene kadın kıllığına girmiş

275
276
bir falcı ve saraydan Pembe hanımı kaçıran iyi bir at binicisidir
Köroğlu. Sonunda güçlü ve yiğit olmak icat edilen delikli demir
(piştol) karşısında hüner olmadığını görünce pehlivanlarıyla bir
tünele girip bir daha çıkmayarak efsane olan kişidir Köroğlu.
Masalda daha birçok kişiler vardır ki adlarıyla değil,
toplumdaki mevkileriyle ve sahip oldukları meslek adlarıyla
anılırlar. Bu kişilerle olayın geçtiği yer ve ortam
öğrenilmektedir. Bu kişilerin adları belirtilmediği için onlar
masalın gizli kişileri olarak görünseler de tümünün kişiliklerini
tespit etmek olanaklıdır. Adları geçmeyen bu kişiler şunlardır:
Padişah İstanbul’da yaşayan Köroğlu’nun kaçırdığı Pembe
hanımın babasıdır.
İstanbul esnafı, Kesiroğlu Mustafa’dan rahatsız oldukları
için, O’nu Köroğlu ile dövüşmeye ikna eden kişilerdir.
Kiracılar, Çamlıbel’de otlakları kullanmak için Köroğlu’na
kira ve duhuliye (girmelik) ödeyen kişilerdir.
39 pehlivan, Köroğlu’nun analarından ve babalarından
kaçırdığı ve pehlivan yaptığı çocuklardır.
Doktor, yetmiş iki damarı kopmuş Kesiroğlu Mustafa’yı
muayene eden kişidir.
Hancıbaşı, İstanbul’da saraydan padişahın kızı Pembe
hanımı kaçırmaya giden Köroğlu’nun atına bakan, onu kuru
üzümle, leblebi şekerle besleyen ve sonra Köroğlu’nun çırağı
olan kişidir.
Berber, İstanbul’da Köroğlu’nun sakalını tıraş yapan
kişidir.
İki çingene karısı, sarayda gelinlere fal atan ve Köroğlu’nu
kadın çingene falcı kıyafetine sokan kişidir.
Derebey, falcı çingene kadınları çalıştıran kişidir.
Boyacı, Köroğlu’nu boyayıp esmer yapan kişidir.
Gelinler, saraydan oturan ve Köroğlu’nun fallarına baktığı
kişilerdir.
Beşyüz asker, Pembe hanımın Tuna sahilinde geziye çıktığı
zaman O’nu koruyanlardır.

276
277
Arap, sarayın kadrosundan en güçlü, en yiğit kişi. Köroğlu
ile dövüş sırasında Köroğlu’nun vurduğu topuz ile daldan düşen
armut gibi attan düşen kişidir.
Türkmen beyi, üçyüz beygir sahibi olan ve beygirlerin
bakımını Eyvaz’a veren kişidir.
Çoban, delikli demiri – piştolu kullanıp Köroğlu’nun
gözünü korkutan ve Köroğlu’nun pehlivanlarıyla birlikte bir
daha çıkmamak için tünele girmesine sebep olan kişidir.
Makedonya’da derlenmiş bu Köroğlu masalında geçen yer
adları ve kişi adları değişik kişilerin anlatımlarında
değişmektedir. Anlatıcının bulunduğu yer veya en yakın yer ve
meslek sahipleri yer almaktadır. Oysa bu masalın Türkiye’de
derlenmiş Köroğlu masallarının aslından çıkmış ve anlatıcılar
tarafından kimi değişmelere uğramış olduğu kesindir.

277
278

YUNANİSTAN’DA TÜRK AZINLIĞININ MİLLİ


ŞAİRİ ALİRİZA SARAÇOĞLU

Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesinde yaşayan 150.000


civarındaki Türk azınlığının milli hakları kısıtlanırken, bu
topluluğun şairleri yaşadıkları baskılara göğüs gererek kendi
varlıklarını, yılmazlıklarını şiirleriyle göstermektedirler.
Yaşadıkları maddi ve manevi baskılara şiirleriyle karşı
koymaktadırlar. Şiirlerinde halka yapılan haksızlıklar dile
gelmektedir. Resmi Yunan politikası Yunanistan’da “Elen
Müslümanları”nın yaşadığını, Türk azınlığının olmadığını ileri
sürüyor. Oysa “Elen Müslüman”ı olarak sayılan bu topluluk
Türkçe konuşan, Türk gelenek ve göreneklerini yaşatan,
okullarda Türkçe öğrenimin sürdürülmesi için mücadele veren,
devletin yardımı olmadan özel olarak birkaç Türkçe gazete ve
dergi yayımlayan bir azınlıktır. Şairleri şiirlerini Türkçe yazarak
kitaplar yayımlamaktadırlar.
1923 yılında Yunanistan’a bırakılan Batı Trakya ve Batı
Trakya Türkleri, 1938, 1951, 1963, 1973 yıllarında Türkiye’ye
yaptıkları toplu göçlerden sonra bile kendi milli özelliklerini
koruyabilmek için örgütlenmeyi başarmışlardır. Bugün
Gümülcine ve İskeçe gibi iki büyük merkezde (bölgede)
çoğunlukla yaşarken yaşam koşullarını düzeltmek için mücadele
vermiyorlar. Türk azınlığı Haziranda yapılan milletvekili
seçimlerinde kendi milletvekilini (temsilcisini) seçmeye
başardılar ve Avukat Dr. Sadık Ahmet Bağımsızlar listesinde
Türk azınlığının milletvekili olarak seçildi.

278
279
Bugün Gümülcine ve İskeçe’de Türkçe yayımlanan
gazete ve dergiler şunlardır: Akın, Gerçek, Trakya’nın Sesi,
İleri, Magazin – Reklam, Hakka Davet, Yuvamız ve Arkadaş.
Akın gazetesinin girişimiyle Gümülcine’de Akın radyo
istasyonunun da yayın yapması için çalışmalar sürüyor. Buna
rağmen yine Yunanistan’da Türkçe yayın basım yeterli değil ve
burada yaşayan Türk halkının haberleşme gereksinimini
gerektiği biçimde karşılayamıyor. Edebi çalışmalar da belli
kişilerin girişimiyle “gelişi güzel” sürdürülüyor. Buna rağmen
birçok şair kendi şiirleriyle ve kitaplarıyla okuyucuların edebi
gereksinmelerini gidermektedir. Şahsen, tanıdığım şair Aliriza
Saraçoğlu’nun “Ey yağız toprak”, Gümülcine’li Mazlum
Hüseyin’in “Adres “, “Biraz su”, “Bir esmere gönül verdim”,
şiir kitapları vardır. Mustafa Tahsin “Batı Trakya’nın sesi”
dergisinde şiirleriyle boy veriyor, Ali Rahmi’nin “Ay ile
güneş”, Alibabaoğlu Hüseyin’in “Durdur ile Kurkur” öykü
kitapları kütüphanemizde bulunmaktadır. İzmir Dokuz Eylül
Üniversitesi öğretim elemanı olan Feyyaz Sağlam aracılığı ile
Tevfik Hüseyinoğlu, Mehmet Arif, Selahaddin Mehmet, Fehim
Mehmetoğlu, Hayri Delioğlu, Asim Haliloğlu, Mücahit Mümin,
Halil Hakkı gibi edebiyatçılardan da bilgiye sahip olduk.
Batı Trakya Türkleri’nin milli şairi olarak ilan edilen
Aliriza Saraçoğlu 1938 yılında Gümülcine’de doğdu. Bu
bölgenin eski ailelerinden olan saraç Hacı Hasan efendinin
oğludur. Gümülcine’de Türk Merkez ve Şehreküstü ilkokulunu
tamamlayıp liseye devam etti. Lisenin birinci sınıfından ayrılıp
baba mesleği olan saraçlığa başladı. Bugün saraçlıkla geçimini
sağlayan Aliriza Saraçoğlu Gümülcine’nin eski çarşısında
bulunan saraç dükkanında çalışıyor.
Bugüne kadar 1000’e yakın şiir yazan Aliriza
Saraçoğlu’nun geçenlerde Gümülcinede Akın gazetesi
yayınlarında 122 şiirini içeren “Ey yağız toprak” adlı şiir kitabı
yayımlandı. Dört ayrı şiir kitabı ise basımda bulunuyor.
Şair Aliriza Saraçoğlu şiirleriyle Batı Trakya’da yaşayan
Türk toplumuna yapılan baskılara, haksızlıklara tepki gösterip

279
280
kendi mesajını vermektedir. Halkının hem çilesini hem
çekilerini dile getiriyor, hem de bu durumdan kurtulmaları için
kendi görüşüne göre yol gösteriyor. Çok kere ıstıraptan sonra
huzurun geleceğini muştulamaktadır şiirlerinde.

KIZIMA
I
Ben kızıma, bir gül dedim
“Baba, mevsim kıştır” dedi,
Ben gülmesini istedim,
Gülüşü; hüzünlü idi...
II
Ben kızıma, kiraz dedim
“Baba, yaza olmaz!” dedi,
“Bahçemiz gitti bilirim!”
Kızım beş yaşında idi...
III
Ben kızıma, nergis dedim
“Baba yaza açmaz!” dedi,
“Kuş, kelebek uçmaz! Dedi
Çocuk da farkında idi...
IV
Gül, saçların tel tel dedim
“Baba, teli anma!” dedi
Gül, üzülmüştü, hemen

Farkettim!
Telörgü, alındı idi...

Alirıza SARAÇOĞLU
(YUNANİSTAN)
Yunanistan Türkleri’nin milli şairi Aliriza Saraçoğlu, Gümülcine
1986.

280
281

YUGOSLAVYA’DAN MEKTUP

“SUSUZ YAZ’DAN SONRA ŞİMDİ DE ALAGEYİK


YUGOSLAV PERDESİNDE”
Yeni Gün gazetesi, 18 Mart 1971, Ankara
“Susuz Yaz” ile “Alageyik” Türk filmleri
Yugoslavya’nın gösterildiği tüm kent ve kazalarında büyük ilgi
topladı. Birçok Yugoslav film eleştirmenleri “Bu iki Türk filmi
Avrupa ile Amerika ülkelerince çevrilmiş filmlerin değerinde,
seviyesindedir”, düşüncesini ileri sürmekteler gazetelerde.
Senaryo, aktörlük, reji, sanat ve öteki teknik bakımından
üstün bir değer taşıyan “Susuz yaz” filminin 1964 yılında Berlin
Film Festivalinde birinciliği kazanmasını seyirciler haklı olarak
kabul etmektedirler. Acınacak bir gerçektir ki sözü geçen bu
filmin Sırp – Hırvatça’ya yapılan çevirisi oldukça zayıftır.
Bununla ilgili Priştine’de yayımlanan haftalık Türkçe “Tan”
gazetesi başkaları arasında şunları da yazmaktadır: “Türk filmi
“Susuz yaz” Sırp-Hırvatça’ya “Odsyay Lyubavi” (Sevgi
Işıması) olarak çevrilmiştir. Film başlığının yanlış çevirisi bizi
bu Türk filmini seyretmekte çeviriye de dikkat etmemize neden
oluyor. Filmin başlığından başlayıp sonuna dek bir çok yanlış
ve anlamsız çeviriye rastlıyoruz. Sonradan, çeviri Türkçe’den
değil de, Almanca’dan yapıldığı için konuşmalar tam manasıyla
Sırphırvatça’ya aktarılamamış olduğunu öğreniyoruz. Film
şirketleri göz önünde tutmalıdır ki, dışarıdan satın alınan bir
filmin en büyük önemi güzel bir çeviriye bağlıdır...” Gazete bir
çok yanlış çeviri örneğini de yayımlamıştır.

281
282
“Susuz yaz” filminden sonra “Alageyik” filmi gösterildi.
Bu film herkese yatkın olduğu için daha uzun süre sinemaların
perdelerinde kaldı. Türk halkının çoğunlukla yaşadığı Prizren,
Üsküp, Priştine, Gostivar gibi kentlerde bir haftadan bir aya
kadar günde altı seferden iki sefere dek gösterilen “Alageyik”
filmi Türk halkı arasında ilgi gördü. Yugoslavya’da bu yıl ilk
kez Türk filmlerinin gösterilmesi yetmiş yaşına basmış,
sinemaya gitmemiş kadınlarını da sinemaya, gitmelerine neden
olmuştur. Bura Türk halkı için “Alageyik” filmi daha celbedici,
oldu ve beğenildi. Bu film salt Prizren’de iki hafta sinema
repertuarında kaldı, kimi gün altı, kimi gün beş sefer gösterildi.
Filmi tüm Prizrenliler seyretti.
“Alageyik” filminin Sırphırvatça’ya çevirisi oldukça
güzel yapılmış. Film severlerin ilgisini çekmek için bilerek
Yugoslavya’da “Dağ Çağrısı” olarak çevrilmiş.

282
283

YUGOSLAVYA’DAN MEKTUP VAR

ZALİHA YUGOSLAVYA’DA TÜRKLERE


KONSER VERDİ
Yeni Gün Gazetesi, 5 Nisan 1971, Ankara
Türkiye’nin ad yapmış ses sanatçısı Zaliha Özgen ve
onu izleyen “Erköse Kardeşler” orkestrası Belgrat “Gençlik
Evi”nde tertipledikleri konserle Yugoslavya’da bir turneye
başladılar. Belgrat’ta başarılı konser düzenleyen Zaliha, ertesi
gün Kraguyevaç kentinde seyirciler karşısına çıktı.
Yugoslavya’nın onbir kentinde konserler düzenleyen
Zaliha “En iyi intibalarım Kosova Türkleri’nin öyle sıcak, öyle
samimi ve kardeşçe karşılamalarıdır” dedi. Zaliha’nın Priştine
ve Prizren’de tertiplediği konserler bura Türk halkınca büyük
ilgi uyandırdı. Bu iki kentte çalışmakta olan “Doğru Yol” ve
“Gerçek” Türk Kültür ve Güzel Sanatlar Dernekleri
Belediyelerce ortaklaşa Zaliha’nın ve “Erköse Kardeşleri”
orkestrasının şerefine ziyafet verdiler. Priştine ve Prizren’in en
büyük otellerinde verilen bu ziyafetlere sözü geçen kentlerin en
yetkili siyasal – toplumsal şahısları da katıldı.
Priştine’de ve Prizren kentlerinde, Zaliha’nın konseri
için biletler satılmaya başladığı an içinde tükendi Halk
Zaliha’nın birkaç konser düzenleyeceğine umut ediyordu. Oysa
Zaliha birer konser verdi. Böylece Zaliha’yı dinlemek tutkusuna
kapılanların çoğu Zaliha’nın güzel sesini dinleyemedi.
Türklerin çoğunlukla yaşadığı Prizren ve Priştine
kentlerinde Zaliha özel bir program verdi. Programda
günümüzün en çok sevilen şarkılarından, Anadolu ve Rumeli
türkülerinden başka “Yemen Yemen”i, ”Şanlı Türkiyem”i

283
284
okudu. Böylece bir an olsa bura halkı Türkiye’yi, Türk
müziğini yaşamıştır bile.
Kosova kentlerinde iki gün kala Zaliha ve “Erköse
kardeşler” orkestra üyeleri Ali Erköse, Selahattın Erköse,
Barbaros Erköse, Necati Yıldızdoğan, Abdurrahman Çimen,
Turgut Gün ve Muzaffer Çetin Kosova Ovası’nda Sultan Murat
Türbesi’ni de ziyaret ettiler.
Zaliha’yı Yugoslavya’ya Belgrat’ın Yugokonçert”
kurumu getirdi.
Yugoslavya turnesini bitiren Zaliha, Bulgaristan’a geçti.

Zaliha Özgen , Prizren 1971.

284
285

BOSNA’DAKİ TÜRK EDEBİYATI

Birlik Gazetesi, 13.01.1990, Üsküp


15 Haziran 1389 günü Kosova Meydan Savaşı’ndan
sonra bugünkü Yugoslavya topraklarını kısa bir sürede ele
geçiren Osmanlılar, o dönemin en üstün ideolojisi olarak hızlı
yayılmakta olan İslam dini ile birlikte Türk kültürünü de
buralara getirmişlerdir. Kazanılan zaferler ve yengileri,
sultanların savaşlarda gösterdiği yiğitlikleri için destanlar
yazmıştır orduyla giden şairler. Âşıklar türküler söylemişlerdir,
yılmaz komutanlar, yiğit akıncılar için. Halk efsaneler, masallar,
fıkralar anlatmaya başlamış efsaneleşen kahramanlıklar için.
Anonim kalan binlerce edebi eser yanında yazarı bilinen
binlerce edebi eser yaratan yazarlardan bilgiler kalmıştır bizlere.
Zamanın ünlü edebiyatçıları yazarların isimler sözlüğü olan
“Tezkire” ler yazıp bu yazarlardan bilgiler bırakmışlardır.
Prizrenli Âşık Çelebi’nin 1550 yıllarında yazdığı “Meşairü’ş –
Şuara” (Şairlerin duyuları) tezkiresinde genellikle Rumeli
şairlerinden bilgiler verilmektedir. Doç.Dr. Haluk İpekten,
Mustafa İsen, Recep Toparlı, Naci Okçu ve Turgut Karabay’ın
“Tezkirelere göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü”
(yayımlayan Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1988)
kitabında bugünkü Yugoslavya topraklarında yetişen 131 yazar
ve şair yer almaktadır. Oysa bu yazar ve şairler dışında kalan,
tezkirelere girmeyen daha birçok yazarın varolduğu
bilinmektedir. Bunların hakkında gazetelerde, dergilerde yazılar
yazılmış, kitaplar yayımlanmıştır.
Bugün yurdumuzda çıkan Türkçe gazete ve
dergilerimizde Türkçe edebiyatımız ne zamandan

285
286
başlamaktadır? Diye tartışırken ve edebiyatımızın Halk
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başladığını ileri sürenler ağırlık
kazanırken, XV. yüzyıldan ta XX. yüzyıla kadar buralarda
yetişen Türk yazarları ve şairleri hakkında kitaplar
yayımlanmaktadır.
Dr. Fehim Nametak’ın kitabı da bu çalışmalardan biridir.
Babası Aliya Nametak’ın peşinden giden Dr.Fehim
Nametak’ın “Pregled Knjızevnog Stvaranja Bosansko –
Hercegovaçkih Muslimana na Turskom jeziku” (Bosna-
Hersek’te Müslümanların Türkçe edebiyatın gelişmesine bir
bakış) kitabı, İslam Birliği Kurulu – Sarayova tarafından 1989
yılında yayımlanmıştı. Kitapta Bosna – Hersek’te XV.
yüzyıldan ta XX. yüzyıla kadar Türkçe edebiyat eseri yaratan
yazarlardan bilgiler getiriliyor. Tüm bu yazarların hayatından,
kişiliğinden, sanatından ve eserlerinden bilgiler veriliyor.
Yazarların eserleri incelenip eleştiriliyor. Bu eserlerden alınan
örneklerle yapılıyor. Böylece Dr. Fehim Nametak’ın bu eseri,
Bosna – Hersek’te XV. yüzyıldan ta XVI. yüzyıla kadar Türkçe
gelişen edebiyatın edebiyat tarihçesi özelliğini taşıyor. 270
sayfadan oluşan bu kitapta yazarın “Önsözü” vardır. Önsözde
Sarayova Şarkiyat Enstütüsü’nde sürdürdüğü “Bosna – Hersek
Müslümanlarının Doğu Dillerindeki Edebiyatı” adlı çalışmaların
eserin bir bölümü olduğunu ve kitabın hazırlanmasında en çok
Sarayova Gazi Hüsrev Bey kitaplığındaki el yazmalardan
yararlandığını ve bu kitaba daha önceleri bilinmeyen ama
kütüphanede eserleri bulunan yazarları da aldığını bildiriyor.
Kitabın giriş bölümünde Bosna – Hersek’te yazının erken
başladığını, ancak XIV. yüzyılın başlangıcından aralıksız
yazılıp sürdüğünü ileri sürerken Bosna – Hersek’in Osmanlılar
egemenliğine girmesiyle Arap alfabesini öğrenen ve Türkçe
öğrenim görmeye başlayan bireylerin Türkçe, Arapça ve Farsça
yazmaya başladığını, kimi yazarların Arap alfabesiyle
anadilinde (halkın dilinde) yazdıklarını bildirmektedir.
Dr. Fehim Nametak kitabın önsözünden sonra Bosna –
Hersek’te Türkçe edebiyat üzerinde yapılan incelemeler ve

286
287
çalışmalar hakkında bilgi verirken bu edebiyatın ilk günlerinde
Avrupa’da kimi bilim adamlarınca ilgiyle izlendiğini,
Novlanin’in tarihinin Almanca, Fransızca ve İngilizce
çevrildiği, Fransa sarayının gereksinmesi için Sabit’in divanının
elyazması bile Fransızca’ya çevrildiğini, Hasan Kalfa
Pruşçak’ın XVII. Yüzyılda, “Usul alhikem fi nizam al-alam”
eserinin 1824 yılında Fransızca’ya çevrildiğini, ünlü tarihçi
Joseph von Hammer’in bu yazarlardan bolca söz ettiğini ve
onların özgeçmişlerinden bilgiler getirdiğini bildirmektedir.
Düzenli bir biçimde bu edebiyat ile ilgili katalogların geçen
yüzyılın ortalarında Paris, Viyana ve Berlin gibi kraliyet
kütüphanelerinde yapıldığını ve bu konuda çalışmaların
Türkiye’de de hızlandırıldığını bildirirken, Türkçe yazan Bosna
– Hersek yazarlarının çok sayıda eserlerinin Topkapı Sarayı,
Konya Mevlana Müzesi, İstanbul’da Süleymaniye Kütüphanesi
ile “Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğları”nda da yer aldığını
bildirmektedir. Bu yazarların yaşam öyküleri hakkında ilk
bilgileri bizde İbrahim – beg Başagiç 1880 yıllarında Türkçe
yayımlanan “Vatan” gazetesinde yazdığını, Sırpça-Hırvatça ise
ilk bilgileri Mehmed beg Kapetanoviç Lubuşak ‘ın 1896 yılında
yayımladığı, sonraları Dr. Milan Prelog, Hamza Humo,
Mehmed Hanciç, Riza Muderizoviç, Taip Okiç, Dr. Şaçir
Sikiriç, Dr. Fehim Bayraktareviç, Omer Musiç, Hazim
Şabanoviç, Smail Baliç, Mehmed Muyezinoviç, Marıya
Cukanoviç, Salih Trako, Lamiya Haciosmanovıi, Vanço
Boşkov, Muhammed Jdraloviç, Yasna Şamiç, Leyla Gaziç ve
bizzat kendi araştırmalarda bulunup incelemeler yapıp,
çalışmalarını dergilerde veya kitap olarak yayımladıklarını
bildirmektedir. Adı geçen tüm bu araştırmaların hangi konuda,
hangi yazar hakkında veya hangi dönem hakkında çalışmalar
yaptıklarını ve yayımladıkları yazılar, kitaplar hakkında bilgiler
vermektedir. Kitaptaki bu bölüm Bosna – Hersek’te Türkçe
Edebiyat ile ilgili yapılan çalışmaların derli toplu bir inceleme
ve eleştirisi de oluyor aynı zamanda. Türkçe yazan Bosna –
Hersek yazarlarının edebiyat akımları, edebiyat biçimlerini

287
288
incelerken Dr.Fehim Nametak 123 sayfalık bu bölümde Divan
Edebiyatı ile ilgili olarak; divan, mürettep divan, aruz vezin,
beyit, gazel, nazım, güfte, mustezad, kalenderi, semai, şarkı,
kaside, ilahi, tahmis, muamma, mesnevi, murabba, nazire,
ruba’i, kıt’a, musamma, tarih, münacat, mersiye, hicviye,
mevlüd, destan, türkü, koşma hakkında geniş bilgiler
vermektedir.
XV. yüzyılda yaşayan Şair Derviş Yakup Paşa Boşnak,
hakkında bilgi verilirken Bosna – Hersek Müslüman
edebiyatının Mahmud Paşa Andeloviç- Adni ile başladığını,
oysa bu şairin vatanının neresi olduğu kesin bilinmediği için bu
kez kendisinden söz edemeyeceğini bildirmiştir, Dr. Fehim
Nametak. Çünkü kitapta yalnız aslen Bosna – Hersekli olan ve
Türkçe yazan yazarlara yer verilmiş. İlerde yapılacak olan yeni
çalışmalarla bugüne kadar bilinmeyen yeni yazarların da
keşfedileceğine inanmak gerekir.
XVI. yüzyılda yaşayan Muhammed Çengiç, Ali Beg
Hersekli Şiri, Mostarlı Ziyaî, Yahyaî Mehmed Beg Vusuli, Edai
Sinan Çelebi, Mahmud Arşi, Ubeydi Ziyaioğlu, Vahdeti
Ahmed Boşnak, Deviş Paşa Bayazidagiç, Ali Gaybi Boşnak,
Muhammed Karamusiç Nihadi, Mehmed Ulamapaşiç – Gayreti,
Ahmet Yazıciç, Kemteriya Banyaluçanin, Hüseyin Lamekani,
Sani Şani Çeşliç ve Ahmed Dervişpaşiç Sabuhi, hakkında geniş
bibliografik bilgiler verilirken şairlerin kimi eserleri de
incelenmektedir. XV. yüzyılın nesir yazarlarından Nasuh
Matrakçı’dan bilgiler verilmektedir. Nasuh Matrakçi’nin her
konuda yazı yazan ve minyatürler çizen bir sanatçı olduğu tarih,
gezi yazdığı, matematikçi olduğu, çeviri ile uğraştığı, şair,
ressam ve hattat olduğu bildirilirken yazdığı ve çevirdiği
eserlerden de söz edilmektedir.
XVII. yüzyılın şairlerinden bilgiler verilmezden önce
XVI. yüzyılda Divan edebiyatına katkı veren şairlerin sayısının
kabarık olduğu bildirilirken Bosna – Hersek şairlerinin bu
edebiyatın tam etkisi altına bir yüzyıl sonra girdiği ileri
sürülmektedir. Mostar ve Sarayova’ya Bosna – Hersek’in divan

288
289
şairleri merkezi olduğu dönemde destanların da yazıldığı da
belirtilmektedir. Bu dönemde Türkçe yazan şu şairlerin
özgeçmişinden, kişiliklerinden ve eserlerinden ayrıntılı bilgiler
verilmektedir: Aga Dede, Mecazi Şani, Süleyman Mevlevi, Ali
Paşa Varvari, Turabi Travniçanin, Selman Turabiç, Muhammed
Hevai Uskufi, Ahmed Çelebi, Muhammed Nerkesi, Derviş
Jagriç Mostarac, Hüseyin Çatırna Husami, Ali Alaudin Şehoviç,
Tevekuli Dede, Habibi Dede, Mehmed Fevzi, Hüsein Beg
Alaybegoviç – Miri, Abdülkerim Bosnavi, Sami, Devriş
Süleyman Mezaki, Sukkeri Zekeriya, İbrahim Çelebi, Yasakçi
“Bezmi”, Ahmed Bosnavi – Talib, Mustafa Bosnavi Katibi,
Hasan Kaimi, Şeyh Mustafa Gaib, Cari Çelebi, Ahmet Ruşdi,
Ali Beg Paşiç Vusleti, Ebu Bekir Zikri, Ahmed Vali, Nabi
Tuzlak ve henüz özgeçmişleri bilinmeyen birçok şairin adı ve
bilinen eserleri belirtmiştir. XVII. yüzyılın şu nesir
yazarlarından derli toplu bilgiler verilmektedir: Ahmet Sudi
Basnavi, Hüsein Bosnavi Koca Muerrih, İbrahim Alaybegoviç –
Peçevi, Abdullah Abdi Bosnavi, İbrahim Pruşçak, Yusuf
Livnak, Bosnavi Ali Mustafaoğlu, Ömer Saraylı – Attar.
XVII. yüzyılın sonlarında ve XVIII. Yüzyılın başlarında
yetişen şu şairlerden de bilgiler ve eserlerinden örnekler
verilmektedir: Abdullah Bosnavi – Mahir, Ujiçalı Sabit
Alauddin, Mehmet Reşit, Mehmed Çerim – Firdi, Mustafa
Atlagiç Safi, Mustafa Hürremi, Begzadiç, Mustafa Ledunni,
Bülbüli, Ebu Bekir Visoçak, Mustafa Bosnavi Muhlisi, Osman
Kadiç Akovalı – Şehdi, Ahmed Hatem Akovalı, Zeynil Çengiç
Kudsi, Mustafa Kırpo Mostarlı – Maili, Vaiz Ali, Mehmed
Mula Gurani İsmailoğlu Meyli, Ahmed Gurbi, Abdullah
Kantamiri, Abdullah Buregiç Nazari, Mostarlı Rahmi, Mehmed
Çohaci Cudi, Abdulvehab İlhami, Vehbi Stoçanin, Abdülvehab
Karahoca, Mustafa Nuridin Şerifoviç Nuri. Nesir yazarlardan
ise Ahmed Hacı-Nesimoviç Pruşçak, Noviyanlı Ömer,
Abdullah Dırnişli, İbrahim Munib Pruşçak, Hüseyin Muzafferi,
Muhammed Foyniçalı, Şeyh Mahmud Basnavi, Mula Mustafa
Şevki Başeski, Muhammed Emin İseviç.

289
290
XIX. yüzyılda yetişen şairler hakkında da bilgiler
verilmektedir: Fadil Paşa Şerifoviç, Muhammed Seyfuddin
İblizoviç – Seyfi, Bosna – Hersek’in tek kadın divan şairesi
Habibe Rizvanbegoviç Stoçeviç, Muhammed Şakir Muhidiviç,
Ahmed Hamdi zilci, Abadülkerim Zühdü Defterdareviç,
Bosnevi Baba, Arif Hikmet Rizvanbegoviç – Stoçeviç, Şeyh
Seyfuddin Fehmi Kemura, Esad Kuloviç, Hamza Puziç ve
Mustafa Merhemiç. Nesir yazarlarından ise Mula Mustafa
Firaki, Mula Muhammed Mastviça, Ahmed Sviraç, Mehmed
Refik Haciabdiç, İbrahim Zikri Ujiçalı, Muhammed Tevfik
Bosnevi, Salih Sıdki Hacihüseyinoviç – Muveki, Hüseyin
Braçkoviç, Muhammed Enveri Kadiç, Muhammed Kamil
Cviyetiç, Yunus Remzi, Mehmed Şakir Kurtçehayiç ve
Muhammed Kadri – Nasih Payiç...
Böylece Bosna – Hersek Avusturya – Macaristan
hükümetinin egemenliği altında bulunduğu dönemde bile birçok
şair ve yazar kendi eserlerini Türkçe yazmıştır. O dönemde
Türkçe yayımlanan gazete ve mecmualarda yayımlamışlardır.
Dr. Fehim Nametak’ın hazırladığı bu kitap XV.
yüzyıldan ta XX. yüzyıla kadar Bosna – Hersek ‘te Türkçe
edebi eser veren yazarların ne kadar çok olduğunu
kanıtlamaktadır. Bu kitaptan önce 1985 yılında Sarayova’da
Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesinin yayımladığı Dr. Lamiya
Haciosmanoviç ve Salih Trakko’nun hazırladıkları “Bosna –
Hersek Müslümanlarının Türkçe nazım eserleri iziyle “ başlığı
altındaki kitap ise güldeste özelliğindedir. Çünkü sadece
şairlerin şiirlerinden örnekler getirilmektedir. Ne var ki tüm
örnekler Sırpça – Hırvatça çevrilerek verilmiştir.
Dr. Fehim Nametak’ın bu eseri edebiyatla ilgilenenler için
önemli bir kaynağı oluşturmaktadır.

290
291

Türk şairlerinin esin kaynağı Mostar köprüsü

291
292

MAMUŞA TÜRK AĞZI KİTABI

Birlik, 4 Nisan 1996, Üsküp


Prizren’de iki yıldan bu yana Balkan aydınları ve
yazarları “Bay” kültür ve sanat dergisinin yayın hayatına
başlamasıyla Prizren’de ve Kosova’da Türkçe yayıncılık yeni
bir özellik kazandı. Çünkü “Bay” dergisi bu yerlerde
okuyucuların, özellikle esnafın desteğiyle Türkçe yayımlanan
ilk ve biricik özel dergidir. Geniş çapta ve Kosova’da gözde
yazar kadrosundan yazarların yazıları yayımlanan derginin
sahibi ve yazı işleri müdürü ozan Osman Baymak “İnci” çocuk
dergisini de yayın hayatına getirmesinden sonra kitap yayımını
da başlattı. Esin Muzbeğ’in “Karışık Duygular” ve İskender
Muzbeğ’in “Güneş ısıt beni” baba ve oğulun şiirli çift
kitabından sonra Cemali K.Tunalıgil’in “Mamuşa Türk Ağzının
Özellikleri” kitabı yayımlandı ve görkemli geçen kitap tanıtımı
Prizren’de “Sanatçılar Derneği”nin “Ve Sanat 94” kulübünda
yapıldı. Kitabın tanıtımı yapıldıktan sonra yazar kitaplarını
okuyuculara imzaladı.
Genelinde şiir ve öykü kitaplarının yayınlanmasına
önceliğin verilmesiyle edebi eser dışında yazan kalem erlerinin
yazıları ancak kendi girişimleriyle kitap olarak
yayımlanabilmektedir. “Bay” kültür ve sanat dergisi edebi
konulu olmayan yazıların da kitap olarak yayımlanmasını yayım
programına aldı. Hele bilimsel içerikli yazılara öncelik
vermektedir.
İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyat Fakültesi
mezunu ve Prizren lisesinde Türk dili ve edebiyatı öğretmeni
olan Cemali K.Tunalıgil’in “Mamuşa Türk ağzı ve özellikleri “

292
293
eseri Kosova’da bu konuda yayımlanan ilk Türkçe kitaptır.
Kitap aynı zamanda bu konuda Türkçe yayımlanan ilk belgesel
eserdir.
Mamuşa Fatih Sultan Mehmet döneminde buraya Tokat
ve Ürgüp yörelerinden iskan edilen Türk aileleriyle tamamen bir
Türk yerleşim yeri olmuştur. 1530 yılında tasdiklenen ünlü
akıncı, ceddi Vanlı olan Mehmed Kukli bey’in vakıfnamesinden
Mamuşa’da bir kervansarayı inşa edip vakfettiğini öğreniyoruz.
Çünkü Anadolu’dan getirilen halka karşı devlet tarafından da
imtiyazlar verilmektedir. Köyde Kamber Camii ve daha
geçlerde Mahmut paşa tarafından saat kule ve bir çeşme
kurulmuştur.
Mamuşa halkı yüzyıllarca hayvan yetiştirerek, süt
ürünlerini üreterek ve çiftçi olarak geçimlerini sağlarken 1963 –
1967 yılları arasında otlakları devlet tarafından alınıp üzüm
plantajı yapılmasıyla istemeyerek geleneksel mesleklerinden
ayrılmaya ve tütün ile sebze yetiştirmeye zorlanmıştır. Köyde
tek bir işletme, küçük sanayi tesisatı olmadığı için Topluva
deresi vadiisindeki ovayı bahçe – bostanlık yapmaya mecbur
oldular. Prizren’de herhangi bir fabrikada işçi olarak
çalışmalarına bile imkan yaratılmayınca Mamuşalılar kısa bir
zamanda sebze, özellikle biber ve domates üretiminde ünlü
oldular ve bu ürünlerinin ülkenin tüm pazarlarına ve en uc
bölgelerine bile götürüp sattılar. 1990 yılında Sırbistan’da çok
partili – demokratik düzene geçilmesiyle, özel sektörde çalışma
olanakları arttı, Mamuşalılar’ın bir kısmı bu olanaklardan
yararlanarak şirket kurdu ve başarılı iş adamı oldu.
1912 yılında Osmanlı idaresinin buralardan kalkmasıyla
günümüze kadar Mamuşa’dan Türkiye’ye göçler hiç
durmamıştır. Bugün Mamuşa’nın nüfusunun yarısı Türkiye’de
yaşamaktadır.
Bugün Arnavut halkının yaşadığı ve sırf Arnavutça
konuşulan köylerle çember içinde bulunan Mamuşa Türkçe’yi
ve Türkçe’nin temel özelliklerini korumuştur. Köy halkının tüm

293
294
çevre köylerle ve Türkçe’nin kullanılmadığı yerlerle sıkı
temaslarda olmasına rağmen köyde Türkçe yaşatılmaktadır.
Evde, köy içinde, iki Mamuşalı köy dışında bir araya
geldikleri zaman, Prizren’e her hangi bir sebeple geldikleri
zaman muhakkak Türkçe konuşmaktadır. Çünkü
Mamuşalılar’ın temel ve birinci dili Türkçe’dir. Köy dışından
yapılan evlilikler bile Türkçe’ye önemli bir etki yapamamıştır.
Gelen gelinler kısa bir zamanda Türkçe’yi öğrenmiş ve
çocuklarına Türkçe’yi öğretmişlerdir. Mamuşa’nın Prizren ile
hem siyasi hem de ticari ilişkileri vardır. Ama Mamuşa’lı
köyünü terketmez, Türkçe’nin kullanıldığı Prizren’e veya başka
bir kentte göç etmemektedir. Göç sadece Türkiye’ye
yapılmaktadır. Dıştan Mamuşa’ya göç eden aileler de yoktur.
Bu yüzden Prizren ve Kosova’nın öteki kentlerinde konuşulan
Türkçe ve Mamuşa’da konuşulan Türkçe arasındaki ağız
ayrımları bulunur.
Köyde çalışan Hacı Ömer Lütfi sekizyıllık okulunda her
yıl yediyüz civarında öğrenci Türkçe okumaktadır. İstanbul
Türkçesi ile yayımlanmış ders kitapları okutulduysa da ve
öğretmenler dersi edebi dille açıkladıysalar da Mamuşalı bir
çocuk Mamuşa ağzını unutmaz
Türksat uydusu aracılığıyla Türkiye’nin birçok
Televizyon ve radyo yayın kanalları Mamuşa’da devamlı
izlenmektedir. Mamuşa – İstanbul – Bursa- Mamuşa otobüs
seferleri her hafta yapılmaktadır. Kosova’da yayımlanan gazete,
dergi, kitap, televizyon ve radyo yayınları okunmakta ve
izlenmektedir. Mamuşalı öğrenciler şiirler, öyküler edebi Türk
dili ile yazmaktadırlar, ama evde, sokakta ve aralarında sadece
yörenin Türk ağzıyla konuşup anlaşmaktadırlar. Bu yüzden
Mamuşa ağzı bugün de mevcuttur. Kitapta bu ağzın söz bilgisi
ve yapım bilgisinin tüm özellikleri ele alınmış ve örneklerle
gösterilmektedir. Bu kitap, dil kültürümüzle ilgili çok değerli bir
çalışmadır. Türk halkının yaşadığı ve Türkçe’nin kullanıldığı
öteki, köy ve kentlerde konuşulan Türk ağızları üzerinde
kitapların yayımlanmasıyla Balkanların bu bölgesinde Türk

294
295
ağızlarının nereden kaynaklandığı, dil uygarlığının ne seviyede
olduğu, hangi Türk lehçesine dayandığı kesinleşmiş olacaktır.
Dergilerimizde bu konuda yayımlanmış çalışmalar üzerinde
durularak ve yeni çalışmalar yapılarak “Mamuşa Türk Ağzı”
biçiminde kitaplar yayımlanmalıdır.
Cemali K.Tunalıgil titiz çalışmasıyla meydana getirdiği
bu eser Mamuşa halkı arasında derlenmiş halk yaratıcılığı olan
manilerden, türkülerden, masal ve efsanelerden verilen örnekler
eserden işlenen ağzın nasıl kullanıldığını, tümce yapısını, ekleri
göstermektedir.
Mamuşa’da konuşulan Türkçe’nin Anadolu Türkçe’sinin
bir parçası ama kendi benliği ağız sayımında olması dilimizin
gelişmiş ve güçlü bir uygarlık dil olduğunu göstermektedir.
Mamuşa Türk ağzında konuşan biri Türkiye Türkçesiyle
konuşan kişiyle anlaşabilmektedir ve gerektiğinde o kişinin
konuştuğu biçimde konuşabilmektedir. Göz ardı edilmemelidir
ki Mamuşa Balkanlar’da Batının etkisi altında bulunan ve
çevresinde Türkçe’nin kullanılmadığı, nüfusu 5000 kişiden
oluşan bir köydür. Köy halkı kendi olanaklarıyla Türkülerini
koruyarak Türkçelerini yaşatmaktadırlar. Köy halkının bu
durumu zengin bir folklora, gelenek ve göreneklere sahip
olduğunu göstermektedir. Köy folkloru geleneksel yemekleriyle
evlerin iç düzenleriyle, aile düzeniyle, evlenme, sünnet
düğünleriyle, bayramlarıyla, çeşitli inançlarıyla, hayvanlara,
kuşlara verilen adlarla, yer, sokak, mahalle, su, kuyu adlarıyla,
el işiyle işlenen çeyizliklerle, el işi çomak çömlek, beşik, bez
dokuma tezgâhları, su bulma yöntemleri, havanın, iklimin nasıl
olacağının belirlenmesi, halk ilaçları hakkında vs. konular
üzerinde araştırmaların yapılması için bir hazinedir. Gelenek ve
görenekleri incelemeye meraklı olanların bu gelenekler
hakkında ilerde bilimsel çalışmaların yapılabilmesi için yararlı
olabilecek malzeme olarak derlemesinde yarar vardır.

295
296

296
297

MAMUŞA’DA ETNOGRAFYA MÜZESİ

Sofra, Eylül 1999, Mamuşa


Kosova geçmiş tarihi zengin olan bir yer. Burada
yerleşim yerinin çoğu birkaç çağ gerilere giden tarihi ile
yaşıyor. Uzak Doğu’dan, Yakın Doğu’dan gelen baharat, altın,
gümüş, ipek tüccarlarının kervanları buralardan geçmiş. Kosova
Türkler’in egemenliği altına geçince yeni Pazar yerleri,
kervansaraylar, hanlar kurulmuş. İpek tüccarlarının barınağı
olduğu için İpek kenti bile bu adı alarak Peçenek Türkleri’nin
verdiği Peç adını değiştirmiş.
Mamuşa’nın bu kervanların geçtiği yol üzerinde
bulunduğunu ta 1539 yılında onaylanan Vanlı akıncı Mehmet
Kukli Bey’in vakfiyesinden öğreniyoruz. Mehmet Bey
Mamuşa’da tüccarların, kervanlarla gelenlerin yararlanması için
bir kervansaray kurmuş. Mamuşa’nın adı bundan iki çağ önce
de yazılı evraklarda geçmektedir. Demek köyün Mamuşa olarak
varolduığunu XIV. Yüzılın ilk çeyreğine ait olan evraklardan
görüyoruz. Kosova’nın Türklerin eline geçmesiyle yeni iktidara
karşı gelen Hıristiyanların çoğunun buraları terk etmesiyle
boşalan yerleşim yerlerinde ekonomiye ve yaşama canlılık
getirmek amacıyla genellikle Anadolu’dan Türk ailelerinin
getirilip buralara iskân ettirilmesine neden olmuştur. Fatih
Sultan Mehmet döneminde Mamuşa’nın Topluva deresinin
suladığı bereketli topraklara iskan eden Tokat ve Yozgat
yöresinden Türk aileleri hemen nüfusun çoğunluğunu
oluşturmuşlardır ve köy yapılan inşaat ile Türk mimari

297
298
görünümünü kazanmıştır. Başlıca meslekleri hayvancılık iken
İkinci Dünya savaşından sonra Yugoslavya’da kurulan
Komünist-Sosyalist rejim her şeyi denetlemek ve
toplumlaştırmak gerektiği ülküsüne dayanarak Mamuşa’da
otlakları (Mamuşa Torajdasını) devletleştirip üzüm plantajlarına
çevirmekle, köylüler istemeyerek hayvancılık mesleklerinden
vazgeçerek ziraatla uğraşmaya başlamışlardır. Ziraat ürünlerinin
satışını yapmak için yeni Pazar yerleri ararken tüccarlığı
öğrenmiş, 1989 yılından sonra özelleştirmeye önem verilirken
şirket kurmaya başlamışlardır. Bu gelişmeler Mamuşa’da un,
ekmek, çuval gibi birçok fabrikanın ve daha birçok meslekte
atölyelerin, otobüs ile yolcu taşımacılığın gelişmesine neden
olmuştur. Beşyüz yıllık bir dönem içerisinde bu tür mesleki
değişmelerin gelişmesi köyde zengin bir folklorun gelişmesine
de neden olmuştur.
Mamuşa’da nüfusun çoğunluğunun Türk olması köyde
Türk etnografya müzesinin açılması için olanaklar sağlar. 1986
yılında Kosova Özerk Bölgesi Kültür Birliği Meclisi’nde
Mamuşa’da bir kütüphane ile bir Etnografya müzesinin
kurulması için girişimimiz oldu. Bundan önce köyde müzelik
değeri olan etnografya malzemelerinin uzun bir listesini
hazırlamıştık. Ahşap dokuma tezgâhı, ahşap saban, beşik, öküz
arabası gibi araçlardan başlayarak, gelinlerin çeyizlikleri,
elyazma kitaplar, toprak kaplar, halılar, çergeler, postlar,
derlenmiş sözlü halk yaratıcılık örnekleri ve mamuşa ile ilgili
yayımlanmış yazılar v.s. yer almıştı listede. Yer en uygun olarak
Kamber Bey camiinin karşısındaki iki odalı bina ve Yerel
Birliği tarafınca müze ve kütüphane olarak kullanılacak
temelden yeni bir binanın kıurulmasına kadar geçici olarak
kullanılacaktı. Bu projenin gerçekleşmemesinin nedenleri bu
zamanda bilinmesi durumu değiştirmeyeceği için daha geçlerde
açıklanacaktır.
Mamuşa’da Müze’nin kurulması şu açıdan önemlidir:
Kosova topraklarında en az 13 çağ Türk varlığı
mevcuttur. Türkler’in buralara aşıladığı şehircilik usulü, giyim

298
299
kuşam, yemek kültürü, inançlar Türkçe konuşmayan ulusal
topluluklar arasında da vardır ve Türk folklorunun kimi
özellikleri bu topraklarda kendi öz varlıkları olarak
korunmaktadır. İşte tüm bunların gözle görülebilmesi ve
ilgilenenlerin daha geniş araştırma, incelemesi için Türk
etnografyası müzesi olanak yaratacaktır.
Mamuşa’da o dönemlerde yaptığımız araştırmalar
sonucu kaydedilen kimi folklorik özelliği içeren nesne ve
inançlar:
Koca Hoca türbesi
Türkler’in yaşadığı yerleşim yerleri dış görünümüyle
cami, tekke, türbe, mezarlık v.s. gibi nesnelerle ve halkın
konuşma dilinin Türkçe olmasından fark edilir. Mamuşa’ya
Prizren-Pirana yönünden girildiğinde yolun sağ ve solunda iki
mezarlık vardır. Sol taraftaki mezarlıkta baş ve ayak taşları
sökülmüş daire biçiminde bir tümsek vardır ki başka bir mezar
buna bezemez. Burası Kosoca Hoca’nın mezarıdır ve halk
buraya Koso Hoca türbesi der. Koca Hoca’nın kimliği belli
değildir. Bir zamanlar gerçekten yaşamış olduğu adından ve
mezarından bellidir. Halk Koca Hoca’nın keramet sahibi
olduğuna, ruhunun gücüne halen inanmaktadır. Türbede yatan
Kosoca Hoca’nın ruhu iç rahatsızlıkları, huzursuzlukları, nazara
tutulanları iyileştirdiğine inanılır. Bu yüzden sinire kapılmış, ev
büyüklerinin sözünü dinlemeyen çocuğa “Sen be çocuğum
delırmisın, olmisın Kosoca Hoca türbesi için” denir.
Derdine derman, rahatsızlığına şifa arayan kişi türbeye
para kor veya gümleğini kabrin üzerine bir süre bıraktıktan
sonra onu giyer.
Bir şey için nezir eden kimse türbede mum yakar.
Koca Hoca türbesine karşı bu inançların son yıllarda
unutulmuş olduğunu belirtmek görüşünde iken 14 Mart günü
Türkiye’den gelen bir gazetesi ile Mamuşa’ya yaptığımız
ziyaret sırasında Koca Hoca türbesini ziyaret eden bir kadın ve
yanında iki çocuğu türbeden ayrılırken gördük. Kabrin yanında
ateş yakmışlar ve bir yumurta bırakmışlar. Ateş aile ocağının

299
300
aydın olması ve yumurta ise neslin çoğalmasını sağlayan
üremenin-bereketin sembolüdür. Demek türbede yatan Koca
Hoca’nın ruhi gücüne varolan inançlar az da olsa halen sürüyor.

Diş olayı
Mamuşa’da çıkarılan diş ekmekle sarılarak evin damına
fırlatılır ve o sırada şöyle niyet edilir:
Karakarga al bu dişi
Cetır bana altın dişi!

Ölüm olayı
Mamuşa’da 25 yıl öncesine kadar ölünün evinde
pişirilen helva konu komşuya 100-200 gram kadar dağıtılırdı.
Ölü helvasının götürüldüğü ev halkı ölü evine yemek yollardı.
Bu yüzden ölümün olduğu evde üç gün yemek pişirilmezdi.

Başka bir inanç


Kamber Bey camiinin yerinde 1979 yılında inşa edilen
yeni caminin avlusunda bulunan musalla taşının ortasında iki
parmağın girebileceği kadar bir delik vardır. İnançlara göre
elinde “badraviça” (siğil) olan kişi parmağını bu deliğe koyar
veya yağmur yağınca bu delikten akan yağmur suyu ile elini
yıkarsa sağılacağına inanılır.

300
301

MAMUŞA DOĞUMLU BİR ŞAİR ŞUAİP


ZURNACI
Sofra Dergisi, Mamuşa
110 yıl önce (1884) Mamuşa’da doğmuş, Ravuça’da
yaşamış, tasavvufa girmiş Şuaip Zurnacı 1951 yılında vefat
etmiştir. Ardına yazılı eserler bırakmıştır. Mamuşa doğumlu
olduğundan olacak önemsenmemiş. Adından da söz edilmemiş.
Eserlerini Türkçe, Arnavutça ve Ravuça ağzıyla yazmış.
Kullandığı yazı Eski Türkçe dediğimiz Osmanlı alfabesi. Soyadı
aile mesleğini çağrıştırıyor. Zurna yaptıkları için olacak ki
ailesine Zurnacı lakabı verilmiş ve bu 1946 yılında yürürlüğe
giren yeni soyadlar yasasına göre ailenin soyadı olmuş.
Prizren’de Zurnacı soyadını taşıyan aileler çoğalmış. Bir
amcaoğullarının ticaretle uğraştığını, Mamuşa’da bakal dükkânı
çalıştırdığını ve bu yüzden Mamuşa’da bir ara kaldıkları
duyumu olan Zurnacı ailesinden yaşı ilerlemiş biri söylüyor.
Ama çok eskilerde, ikinci dünya savaşından önce bile ilişkileri
olmadığı için Mamuşalı Şuaip Zurnacıyı bilmiyor. Biraz fazla
üzerine gidip Ravuça’da araştırma yapılmalı. Çünkü Şuaip
Zurnacı’nın Ravuça’da zamanın ünlü din adamlarında, cami
imamı ve Ravuça müftüsü olan 1865 doğumlu Şeyh Mala’nın
yanında eğitim görüp yetiştiği bilinyor. Şeyh Mala Prizden’de
Mehmet Paşa Medresesinden mezun olmuş, Arap alfabesiyle
Türkçe ve Arnavutça eser veren bir şairdir. Divanı, Risalesi ve
Arap alfabesinin 29 harfine şiir yazdığı “Elif” adlı bir eseri
vardır.

301
302
Şuaip Zurnacı’nın güçlü bir şair ve tasavvufçu yanında
yetişmesi ardında değerli şiirler bırakmasına neden olmuştur.
İleride yapılacak araştırma sonucu Şuaip Zurnacı ‘nin kimliği ve
eserleri hakkında yeni bilgiler elde edilecektir.
Eski bir yerleşim yeri olan ve 1539 yılında onaylanan
Vanlı akıncı Mehmet Kukli Bey vakıfnamesinde de belirtilidiği
gibi bir kervansaray inşa edilen Mamuşa’da. Mahmut Paşa’nın
kurduğu sarayın kalıntıları halen mevcuttur. Bunlar Mamuşa’nın
kırsal bir yer olmasına rağmen okuryazar insanların, ardına eser
bırakanların da yetişmesine olanakların bulunduğu bir yer
olduğunu göstermektedir. İlgisizlik yüzünden geçmişimiz
korunamadan kayıplara gitmiş, yazılı belgeler, kitabeler, el işleri
bile yokolmuştur.
Şuaip Zurnacı hakkında ilk bilgileri Mark Krasniçi “ İki
savaş arası kimi Arnavut yazarların edebi eserleri hakkında”
başlığı altında Gjurmime Albanologjike Dergisinin filoloji
nüshasında (III cild 1973, Priştine, sayfa 117-129)
yayımlamıştır. Verilen bilgilere göre Şuapi Zurnaci’nin Türkçe
yazılmış 20, Arnavutça 17 ve Ravuça ağzıyla 5 şiiri vardır.
Henüz Türkçe şiirlerine ulaşamadığımızdan dolayı bu kez
Arnavutça’dan çevirdiğimiz şiirini aktarıyoruz. Şiirin aslı hece
vezniyle ve kafiyelidir. Dizeler sekiz hecelidir, kafiye ise abab,
aaab , aabb ve aaab şeklindedir.

SEVDALIYA

Yüzünü gördüğümde
Sana sevdalandım hemen
Bir hal oldum bilmem
Sevda şaşkını oldum.

İster inan ister şakalaş


İnsanların hakkıdır
Sensiz yapamam
Hayat bana ne lazım.

302
303

Gördüğüm ilk gün


Kalbime gömüldün
Sevmesen de vuruldum
Beni aşkındır saran.

.................................

Hükümdar olsam inan


Dünyayı uğruna satardım
Ömrümce sevmek için
Sevdan yakaladı beni.

...............................................

Bütün kalbimle vuruldum


Akan gözyaşımı anla
Ömrümce ağlayacağım
Aşkın yasına kapıldım.

............................................

Kalbim hüzünle doldu


Derdimi anlayan yok
Sır olmaz, ovalar duyar
Beni aldattı aşk .

.........................................

Hep aşkım olmanı isterim


Aşk sardı tırnaktan tepeye
Kalbim çocuk isteğine kapıldı
Niye beni ihtiyarlık kabul etmiyor.

303
304

YENİ BİR BAŞARI DERKEN

Başarmak, yengidir, kazançtır. İlericiliği, görkemi,


üretkenliği getiren, toplumsal, siyasal, ekinsel kalkınmaya
olanak yaratan başarı olumludur. Böylesine başarılara ileri
görüşlü her aydın, her an sevinir ve katkı verir. Ne var ki, başarı
sayılan olay, gerçekten başarı olduğunu kanıtlamalıdır. Aksine,
emekçinin, geniş halk kitlesinin başarısından çok salt dar bir
çevrenin veya grubun başarısı olarak kalır. Yenilik, dar bir
çevrenin veya grubun çıkarları için yapılmışsa veya yalnız
onların gereksinmelerini karşılamak, kendilerine daha büyük
çıkar sağlamak için olanak yaratılmışsa, bu geniş bir kitlenin
olumlu bir başarısı değildir.
Geçenlerde gazetelerde, televizyon ve radyo
yayınlarında daha bir başarıdan söz edildi. Üç ayda bir çıkan
“Çevren” dergisi ileride iki ayda bir çıkacağını “Bir başarı
daha” olarak adlandırılan haberler, yorumlar ve özel konuşmalar
tanıklıyorlardı. Yaratılan olanaklar içerisinde bu olay gerçekten
bir başarıdır. Böyle başarılara sevinmek ve katkı vermek
gerekir. Çünkü üç ayda bir elimize geçen, üç ayda bir
okuduğumuz bir dergimiz, ileride iki ayda bir elimize geçecek,
onu okuyacağız.
Haberlerden sonra iki ayda bir çıkmaya başlayan
“Çevren” dergisinin 45. Şubat 1985 sayısı evimize, elimize
geldi. Yeni kapak düzeni içinde 144 sayfa veya dokuz basın
forması var. Koyu kırmızı döşemeli ön kapakta “Tan” gazete ve
yayın iş iminden yayılan güneş ışınları üste “Çevren” ve altında

304
305
“Toplum, bilim, yazın ve sanat dergisi” yazılarında vurup onları
deliyor. Güneş çevrende değil, tabandadır.
Derginin birinci sayfasında yönetmenin, yazı kurulunda,
yayın konseyinde (kurul olmalı) üye olanların, teknik
sorumlusunun, düzeltmenin (okutman veya dil düzeltmeni
olmalı), korektörün (düzeltmen olmalı) ve derginin baskısını
yapan basımevinin adları yazılıdır. Üçüncü sayfada dergideki
yazıların yayınladığı sayfa numarasını gösteren “İçindekiler
bulunuyor. Dördüncü sayfada “Bir başarı daha “ başlığı altında
çerçeveye alınmış yazı kurulunun kısa yazısı bulunuyor. Çok
sayıda dil yanlışlarının bulunduğu bu bildiri ve çağrı yazısından
sonra derginin başyazısı olan ve Muhammet Ustaibo’nun “Açık
diyalogun örneği” başlığı altındaki anlaşılması güç olan bozuk
bir dille yazılmış yazıyı Mr. Şerafettin Hoca’nın “Delege düzeni
koşullarında haberleşme, gelişme ve tanıtma olanakları” başlığı
altında toplumsal – siyasal içerikli çalışması izliyor. Mr. Hamdi
Hasan’ın “Makedonya Türkleri’nde yağmur duaları ve
yağmurun kesilmesiyle ilgili uygulamalar” başlığı altındaki
derlemesi, Mr. Hamdi Terziç’in “Simetrinin beti sanatları
alanındaki fizik yasalarına göre olan felsefe yönü” ve Doç.Dr.
Abduşekür Turdi’nin “Divani Lugat’it Türk’deki atasözlerin
temsilleriyle şimdiki Uygur atasözlerin mukayesesi hakkında”
bilimsel çalışmaları geliyor. Yazın bölümünde Yugoslavya
Türk yazınından Enver Baki’nin ve Reşit Hanedanın birer
öyküsü, Hasan Mercan’ın bir ve A.R. Yeşeren’in bir demet şiiri
vardır. Burada Danilo Kiş’in “Mantarlar öyküsü” Çamil
Batali’nin “Kovaklıkta” öyküsü, İzzet Sarayliç’in hiçbir yerde
belirtilmeden “Sesler”dergisinin Ocak 1985 sayısından
aktarılmış şiirleri, Novi İtebey’de (Novom İtebeyu olarak yanlış
çevrilmiş) doğumlu Ferenç Deak’ın, Talat Sait Halman’ın Çetin
Boğa’nın Hüseyin Alemdar’ın şiirleri ve Abdullah Yılmaz’ın
bir öyküsü bulunuyor. Değini bölümünde Oktay Akbal’ın
“Cumhuriyet” gazetesinden aktarılmış “Yugoslav şiirine bir
bakış...” İ.Güven Kaya’nın “Çağdaş Türk şiirinden insan
çizgileri”, Yara Ribnikar’ın “Saifert ölüm ve sevi arasında bir

305
306
ozan” Yakov Yurişiç’in “Dünya gezgincisi Zuko Cumhur ve
gezi noktaları” değinileri, tanıtma bölümünde “Tan” kitap
dizisinde çıkan üç kitabın tanıtmasını yapan Reşit Hanedan’ın
yazısı, Lubinka Bogetiç’in ve Dragolub Curoviç’in yazdıkları
“YKP’nın tarihi ve pratiği” adlı kitabını tanıtan Dr. Jivoyin
Nikoliç’in yazısı ve Aziz Nesin’in 70. doğum yıldönümü
dolayısıyla hiçbir yerde belirtilmeden “Esin” dergisinin 22.
sayısından alınmış olan Hasan Mercan’ın Aziz Nesin ile
yürüttüğü söyleşi var.
Böylesine iki ayda bir çıkmaya başlayan “Çevren “
dergisinde 20 yazarın yazısı, eseri ve beş çevirmenin bilim
yazısı, öykü, şiir ve tanıtma yazısı çevirileri vardır. Bunlardan
yalnız altı Yugoslav Türk yazarının yazısı, eseri ve üç
çevirmenin çevirisi bulunuyor. Bu hesaplamaya göre dergi
dokuz kişinin eseri, malı, iyesi oluyor. Eski sayılara kıyasen
başarı değil, gerileme olan bir başarısızlığı kanıtlıyor derginin
bu sayısı. Çünkü yaratıcılığımızın ürünü olan ve üzerinde
durulmasını, yaygınlaştırılması gereken yalnız altı yazarımızdan
yazı, eser vardır. Ya özdeş okuyucuların “Çevren”i “Sesler” ve
“Esin” dergisinden, hem de bu dergilerin son sayılarından
yazıların aktarılması olumsuz başarıyı kanıtlamaz mı? Başka
bir dergiye öykünmek, başka bir dergiden yazıları aktarmak
olumlu başarı değildir. Başarı, yaratıcı ve işbirlikçi ağını
genişletmek, yayımlanmamış yazıları yayımlamak, güncüllüğü
izlemek ve en geniş halk kitlesinin çıkarını dile getirmek
uğraşına denir. Dergi ayda bir de çıkabilir. Haftalık dergi de
olabilir. Ama yalnız dar bir grubun düşüncesini, imgesini,
huyunu, yeteneğini, kişiliğini ortaya atarsa ve yayımlanan
yazıları okur önce başka bir dergi veya gazetede okumuşsa
anlayışımıza göre bu olay başarı değildir.
Nitelikten çok niceliğe önem veren “Çevren” dergisi
uyarılan içeriği, tutumu bir gelenek olarak sürdürürse etkinsel
yaşamımızda değersiz bir kâğıt yığını olarak kalır.

306
307

İKİNCİ YAYIM ALFABESİNİN 40. YILI


Birlik, 1995, Üsküp
Halk Kurtuluş Savaşının yengisiyle Yugoslavya’da
yaşayan tüm ulus ve halklar kendi ulusal dillerinde öğrenim
görme hakkına kavuştular. Dolayısıyla Türk halkı da Türkçe
öğrenim görme hakkına iye oldu. Makedonya Sosyalist
Cumhuriyetinde ta 1945 yılında Türkçe okullar açıldı. Türk
halkının yaşadığı tüm kent ve köylerde açılan Türk okullarında
öğrenim gören öğrencilerin kitap gereksinimlerini gidermek
amacıyla Türkçe kitapların yayımlanmasına girişildi.
Yayımlanan kitaplar arasında birinci sınıflara ait “Alfabe” kitabı
yayımlandı. 1947 yılında ise Alfabenin ikinci baskısı yapıldı.
Tarihi önem taşıyan bu ders kitabı Türkçe okuyan çocuklara
Türkçe okuma - yazmayı öğreten ilk temel eserdi. Alfabeyi
1945 yılında Makedonya Sosyalist Cumhuriyetinde Türkçe
okulların açılmasında en çok payı geçen öğretmen, öğretim
müfettişi ve danışmanı Ferit Bayram, öğretmen Fetah
Süleymanpaşiç ile birlikte hazırladı. Tamamen özgün olan bu
alfabe kitabı 09. Nisan 1947 tarihli ve 995 sayılı Makedonya
Halk Cumhuriyeti Eğitim Bakanlığının emriyle ilkokulların
birinci sınıflarında okunması için Üsküp’ün “Makedonya Devlet
kitap yayınevince yayımlanmış ve “Bratstvo” yayınevinde
basılmıştır. 87 sayfadan oluşan bu alfabe Yugoslavya’da bu
biçimde yayımlanan Türkçe ilk kitap olmuştur. O yıllarda
Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkiler henüz kurulmamışken ve Latin
alfabesini halk öğrenmemişken, Alfabe kitabını hazırlamak çok
zor bir iş olduysa da, kitabın müellifleri azimli çalışmalarıyla bu

307
308
işi başarmışlardır. Ne var ki yazıların metin ve şiirlerin çoğu
Ferit Bayram’ın yazdığı metinler ve şiirlerdir. Henüz özgürlüğe
kavuşan uluslar Yoldaş Tito’ya karşı besledikleri sevgiyi,
kazanılan devrime karşı duydukları hayranlığı “Pioner yemini”
şiirinde şöyle dile getirir Ferit Bayram

Vaad ederiz size biz,


İlahi güneşimiz,
Tito kardeşimiz
Bugün namusumuzla
Terleyip kan dökerek
Eserler göstererek,
Hayat yaratacağız
Takip ederek seni
Erkekçe gidişini
Harba da gireceğiz
Eskileri devireceğiz.

Yugoslavya’da Türk halkı Latin harfleriyle yazılmış ilk


alfabe kitabıyla karşılaşıyor böylesine. Alfabenin hazırlanıp
yayımlanmasına başka Türk okulları için kadronun
yetiştirilmesi amacıyla öğretmen kurslarının örgütlenmesinde de
büyük payı geçiyor Ferit Bayram’ın. Bu kurslarda öğretmenlere
ve öğretmen adaylarına dersler düzenliyor. Zaten o yıllarda Ferit
Bayram Makedonya Halk Cumhuriyeti’nin Eğitim Bakanlığı
yönetmenlerinden biridir. 1959 yılında yeni yayımlanmaya
başlayan “Sevinç” dergisinin ilk sayısında kendisiyle yapılan
bir konuşma sırasında “Benim bugün dünyanın her tarafında
oğullarım var. Hayatımda çok ağır günler de yaşamıştım, fakat
işimden, hayatımdan memnunum” demektedir Ferit Bayram.
Çünkü Ferit Bayram 1908 yılından ta 1941 yılına kadar
öğretmenlik yapmıştır. İlkin Üsküp’ün “Curo Yakşiç”
ilkokulunda, sonra “Büyük Kral medresesinde” ve Halk
Kurtuluş savaşından sonra Üsküp’te düzenlenen öğretmen
kurslarında öğretmenlik yapmıştır. Türkçe ilkokulların

308
309
açılmasıyla karşılaştığı güçlükleri “Sevinç” dergisinin 1.
sayısında öğrencilerle yaptığı bir görüşmeden röportaj
yayımlanırken Ferit Bayram’ın şu anıları aktarılmıştır:
“1944’de yurdum iç ve dış düşmanlardan kurtulunca
ihtiyarlığıma bakmayarak yine öğretmenlik hayatına döndüm.
Halk hükümeti o zaman bize, azınlıklara da ana dilinde okuma
hakkı tanımıştı. Bir taraftan bu okullara öğretmen yetiştirmek
diğer yandan da ders kitapları hazırlamak yükünü bu zayıf
vücuduma sırtladım. Bu alanda birçok zorluklarla karşılaştım.
Akla hayale gelmeyen yalanlara, sabotajlara uğradım. Fakat
bütün bunları Partinin yardımıyla yendim. Makedonya’da bütün
okulların teftiş işini bana vermişlerdi. Bu iş çok yıpratıcıydı.
Kışın soğuklarda, rüzgârlı, fırtınalı, yağmurlu havalarda köy
köy, şehir şehir gezdim. Genç ve tecrübesiz öğretmenlere usul
öğrettim. İşte hastalığımın sebebi de budur.
Bütün bunları hep yurdumuz için, milletlerimiz için
yaptım. Yoksa hayattan yeni bir mükâfat beklemiyorum.
Dileğim, halkımızın şimdi olduğu gibi gelecekte de büyük bir
saadet içinde yaşamasıdır”.
Kırk yıl önceden beri bu alfabe kitabıyla okuma yazmayı
öğrenenler kitabın değerini kanıtlayacak tanıklardır. 1951
yılında bugünkü Kosova Sosyalist Özerk Bölgesi’nde Türk
Halkının yaşadığı kent ve köylerde açılan Türk okullarında
öğrencilerin karşılaştıkları Türkçe ilk ders kitabı olmuştur. Yeni
alfabe kitaplarının ve sonunda “İlkokuma” kitabının
yayımlanmasıyla kırk yıllık Alfabe kitabı kullanıştan
kaldırılmıştır. Oysa bu kitabın yeni baskıları yapılmalıdır ve
kitap “İlkokuma” kitabı yanında öğrencileri için yardımcı ders
kitabı olarak kullanılmalıdır. “Böylesine kültürümüzün bir
mirası olan ve binlerce kişiyle okuma yazmayı öğreten “Alfabe”
kitabının hak ettiği ilgiyi göstermiş olacağız.

309
310

Kosova’da Türkçe okuyan öğrenciler için yayımlanan alfabe.

310
311

BİRLİK ANSİKLOPEDİSİ
20-22.XII. 1984.Birlik, ÜSKÜP
Yazına, yazılarımın “Birlik”te yayınlanmasıyla
başladım. İlk şiirim 1964 yılında “Birlik” çocuklar sayfasında
yayınlandı. Türkçe dersi öğretmeni “Birlik”in bu sayısını tüm
sınıfa gösterdi ve derste okuttu. Karlı, buzlu ve soğuk günlerden
sonra gelen sıcak günlerin muştulayıcı olan kırlangıçların birine
adanmıştı bu şiirim. Marangoz babam şiirin yayımlandığı tüm
sayfayı camlı bir çerçeveye geçirmiş oda duvarında asmıştı. Bu
nedenden olacak, o yıldan beri “Birlik”in sıralı okuyucusu ve
işbirlikçisi oldum.
Yirmi yıl içerisinde yaşanan yaşantılarım anı olarak
güncemde günü gününe yazılı duruyor. Lise öğrencisiyken
“Birlik” şiir, haber, çeşitli röportajlar göndermekle işbirliğimi
sürdürüyorum. Gazetede çalışan gazeteci arkadaşlarla kurulan
ilişkiler gazeteci olma tutkusuna kaptırıyor beni. Yıl 1967,
“Birlik”te baş ve sorumlu yazar Fahri Kaya, üniversiteye devam
etmem için olanaklar yaratıyor. “Birlik”ten burs temin edeceğiz
diyor. Gazetecilik fakültesine yazılmak amacıyla Belgrat
yolculuğum oluyor. Üsküp’te de Felsefe fakültesinde okuyup
“Birlik”te çalışmak olanağı da yaratılıyor. Okumak için bundan
daha iyi destek olabilir mi hiç? Nesnel nedenlerden Priştine’de
hukuk fakültesine yazılıyorum. Kosova’da Türkçe bir derginin,
sonra bir gazetenin çıkması için yapılan girişimlerde varım.
Priştine YPO- nun Türk dili ve edebiyatı kürsüsünde yazın
saatlerini daha sık düzenliyoruz. Merhum Sürreya Yusuf
yazıları topluyor, çıkacak dergi için hazırlıyordu. Derginin
değil, bir gazetenin çıkmasını kararlaştırıyor Kosova ÇHSB-i.

311
312
1.V.1969 tarihinde Kosova ÇHSB-i organı olan “Tan”
gazetesinin ilk sayısı çıkıyor. İlk destek, ilk yardım “Birlik”ten
geliyor. “Birlik” ten edindiğimiz gazeteci-işbirlikçi görgümüz
“Tan”a yararlı oluyor. Gazete “Üsküp”te Nova Makedoniya
basımevinde basıldığı için ve mürettip yanlışlarını düzelten
düzeltmen olmadığı için sayfa düzeni gününde bir gazeteci
nöbetçilik yapıyordu. Gazete için en son haberleri “Birlik”teki
arkadaşlar teleksten alıp “Tan”da yayımlanması için, boş kalan
köşeler için, özellikle futbol maçlarının sonuçlarını
yayımlamamız için yardımcı oluyorlardı. Çünkü “Birlik”
yurdumuzda Türkçe yayınlanan diğer yayınlara olanaklar
yarattı, destek oldu, özellikle gazeteci kadrosu yetiştirdi.
Yirmi yılda “Birlik”te yayımlanan yazılarımın yüz
sayfadan çok bir kitap olmasına karşın kırk yıl yayımlanan
“Birlik”in sayıları, kurtuluştan, sosyalist devrimimizin
gerçekleşmesinden, özyönetimin başarısından, ekonomik,
kültürel gelişmemizden en incelikleriyle bilgi veren çok ciltli bir
ansiklopedi değil midir?
İleride de böyle olmasını dilerim.

312
313

YAYIMLANAN SÖZLÜKLER YETERLİ Mİ?!


“Birlik” Gazetesi 7 Eylül 1985, Üsküp.
Yurdumuzda her yıl ikibinden çok kitap
yayımlanmaktadır. Yayımlanan ders kitapları, okul kitapları,
bilim eserleri, roman, öykü, şiir, gezi vs. kitapları arasında
sözlükler veya başka dillerin rehberleri de bulunmaktadır. Ne
var ki yayımlanan sözlükler henüz yeterli değildir. Çünkü Halk
Kurtuluş Savaşından (1945) bu güne kadar yayımlanan
sözlükler, yurdumuzda konuşulan tüm dillerde henüz
yayımlanmamıştır. Ulus ve halklarımız sözlük yardımıyla bile
öteki kardeş ulusun veya halkın dilini kendi diline aktaran
sözlüklere iye değildir. Varolan sözlüklerin çoğu Yugoslavya’da
resmi olmayan dillerdir. Örneğin: İngilizce, Fransızca,
Almanca, Rusça gibi dillerin sözlükleri vardır. Ama Türkçe –
Slovence, Hırvatça – Türkçe, Arnavutça veya Macarca – Türkçe
ve buna benzer sözlüklerden henüz yoksunuz. Durum öteki ulus
ve halkların dillerini açıklayan sözlüklerle de pekiyi değildir.
Bizde yayımlanan biricik sözlük 1967 yılında Mile
Körvezirovski ve Kevser Seyfullah ‘ın hazırladıkları ve
Üsküp’te “Prosvetno Delo” nun yayımladığı “Makedonsko –
Turski reçnik” (Makedonca – Türkçe Sözlük”tür. 18 yıl önce
bin adet olarak yayımlanan bu sözlük onbeş yıl önce satışta
kalmadığı için bugün gereksinmeleri karşılayamamaktadır.
Sözlüğün ikinci bir baskısı yapılmamış ve Türkçe –
Makedoncası yayımlanmıştır.
Kurteş Aguşi’nin hazırlamış olduğu “Türkçe – Sırpça
Sözlüğü” nün yayımlanması için yayım evlerimizin ilgi
göstermeyişi yüzünden bu sözlük yayımcının isteği üzereine

313
314
Türkiye’de, İstanbul’da “Tekin” yayınevince kısaltılmış bir
biçimde 23.389 sözcükten oluşarak yayımlanmıştır.
Türkiye’de yurdumuza ve özellikle Sırpça-Hırvatça’ya
karşı ilginin varolduğunu Hüseyin İslam’ın yazmış olduğu ve
1971 yılında Ankara’nın Kardeş matbaasının yayımlandığı
Turistik rehber “Dodjite u Tursku” (Türkiye’ye buyurunuz )
Sırphırvatça – Türkçe turist el kitabı kanıtlamaktır. Bu kitap
hakkında bilgi veren yazar kitabın “Türkiye ve Yugoslavya, en
çok sayıda turist mübadelesi yapan ülkeler olmakla beraber,
Türkler ve Yugoslavlar için neşredilmiş böyle bir yeterli
rehberin bulunmayışı bu kitabın hazırlanmasında ve neşrinde
büyük bir amil olmuştur .....” diye yazmaktadır. Uzun bir süre
Ankara Radyosunun Sırpça-Hırvatça çevirmeni, devlet başkanı
Yoldaş Tito’nun Türkiye ziyareti sırasında çevirmenlik yapan
Hüseyin İslam’ın kitapta bu dillerin yazılışı, konuşma ve
gramerinden bilgiler verilmektedir. Gümrükte, bankada, otelde
ve pansiyonda yerleşme sırasında, hergünkü yaşamda kullanılan
çamaşır ve şahsi ihtiyaçlarla, berber dükkânında, doktorda,
lokantada, pasta salonunda, tekstil satış mağazasında, kasap ve
kitapçıda, postanede, yolculukta, tren istasyonunda, uçak hava
alanında, gemide ve diğer ulaşım araçlarında kullanılan
konuşmaların Türkçe ve Sırpça-Hırvatça karşılığında
verilmektedir. Konuşmalardan başka yemek takımlarının,
yiyeceklerin, içkilerin, meyvelerin, günlerin, ayların,
mevsimlerin, sayıların, ölçü ve tartıların, akrabaların iş
yerlerinin her günkü sözlerin Türkçe ve Sırpça-Hırvatça
karşılıkları verilmektedir. Kitabın sonunda Türkçe-Sırpça-
Hırvatça sözlük bulunuyor. Kitap Sarayova’da da satışta
bulunurken 1975 yılında mevcudu tükendi.
“Bilinmeyen yollar ve yöreleriyle Yugoslavya” başlığı
altında Tuna Baltacıoğlu’nun yazıp 1978 yılında İstanbul’da
yayınladığı gezi el kitabı da Türkiye’de Yugoslavya’ya ve
Sırpça-Hırvatça’ya karşı ilginin var olduğunu kanıtlıyor. Üç
bölümden oluşan ve 128 sayfayı içeren bu kitapta
Yugoslavya’nın siyasal yapısından, Türkiye ve Yugoslavya

314
315
arasındaki siyasal, ekonomik, Kültürel ilişkilerinden bilgiler
verilmektedir. En önemli kara yollarından, Yugoslavya’nın
kaynak sularından ve kaplıcalarından, sözü edilen yollar
üzerinde bulunan otellerden, Yugoslavya’nın en değerli turistik
yerlerinden bilgiler veriliyor. Kitabın ayrıca önemi Sırpça-
Hırvatça’da çok kullanılan sözcüklerin Türkçe karşılığını veren
sözlüğün bulunmasıdır. Kitaba eklenen sözlük küçük olduysa da
Türkiye’de Sırpça-Hırvatça’ya karşı ilginin ne denli büyük
olduğunu gösteriyor.
Belgrat Üniversitesi Filoloji Fakültesi öğretim üyesi Dr.
Slavolyub Cinciç’in hazırladığı, İŞRO-Privredno-finansıyski
vodiç” yayınevinin yayınladığı “Učbenik Turskog jezika¸”
(Türkçe’nin ders kitabı) Üniversitede Türkçe dersini okuyan
öğrencilere ders kitabı olarak yayımlanmıştır. 446 sayfadan
oluşan kitabın sonunda 70 sayfalık Türkçe-Sırpça-Hırvatça
sözlük bulunuyor. Sözlük dışında kitabın 27 dersten oluşan her
bölümüne ait Türkçe-Sırpça-Hırvatça sözlük bulunuyor.
Abdurrahman Hukiç’in özverisiyle Üsküp’te “Svetlost”
BEEÖ yayınevinin yayınladığı “Türkçe konuşulan yöreler için
Yugoslavya rehberi” Sırpça-Hırvatça’yı bilen kişinin Türkçe’yi
öğrenmesine ve Türkiye’de bulunduğu zaman anlaşmasına
yardımcı olan bir el kitabıdır. 127 sayfadan oluşan kitapta
Türkçe’nin tarihi gelişmesinden bilgiler veriliyor. Gezi sırasında
en çok kullanılan konuşmaların, sözcüklerin Sırpça-Hırvatça-
Türkçe karşılıkları verilen kitap 42 bölümden oluşuyor. Gramer
bölümü 23 sayfayı içeriyor, son 30 sayfa Türkiye’nin
tarihinden, Edirne, İstanbul, Ankara, Kayseri, Niğde, Nevşehir,
Ürgüp, Konya,, İzmir, Efes, Bergama, Çeşme, Manisa, Kuşadası
gibi gezilecek yerlerin tarihinden, bu yerlerde bulunan tarihi,
kültür ve sanat eserlerinden bilgiler veriliyor. Akdeniz’in en
önemli tarihi ve turistik yerlerinden bilgiler veriliyor.

315
316

BİR YENİÇERİNİN HATIRALARI


Birlik gazetesi, 7 Mart 1992, Üsküp
Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed Aleyhi
selam Avrupa’ya tam şahsiyetiyle 712 yılında Araplar’ın
İspanya’ya saldırıp birçok kenti fethetmesinden sonra
tanıtılmaya başlanmıştır.189 İslam’ın yayılmasıyla Hazreti
peygamber hakkında ilgilenenlerin sayısı artmıştır. Hızla bir
biçimde yayılan İslam dininin önünü kesmek, yayılmasını
engellemek amacıyla Avrupa’da eyleme geçilmiştir.
Dolayısıyla İslam dini ve Hazreti Muhammed ile ilgilenenlerin
sayısı artmıştır. Buna rağmen Müslüman Arapların fethettikleri
ülkeler dışında da Müslümanlığı kabul edenler olmuştur.
Hazreti Muhammed’in inanların sayısı çoğalmıştır.
Bugün beş milyon civarında Müslüman’ın yaşadığı
Yugoslavya190 (şimdi parçalanmış bir durumda), batıda
Müslümanların en kalabalık sayıda yaşadığı bir ülkedir.
Müslümanlar din özgürlüklerine sahip oldukları için tüm dini
inançlarına saygı gösteriyorlar ve dini ibadetlerini yapıyorlar.
Müslümanlar toplu bir biçimde Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nde,
Kosova Özerk Bölgesi’nde Makedonya Cumhuriyeti’nde,
Karadağ Cumhuriyeti’nin birçok belediyesinde, Hırvatistan
Cumhuriyeti’nin başkenti Zagreb’te, Sırbistan Cumhuriyeti’nin
başkenti Belgrad’ta, Sancak bölgesinde, Preşova Buyanovaç ve
189
Filip Hiti: İstorıja Arapa (Arap tarihi), “Veselin Masleşa” yayınevi,
Sarayova 1975, sayfa 349.
190
Statistički kalendar Jugoslavije (Yugoslavya’nın istatistik takvimi)
Savezni Zavod za Statistıku, Belgrad, Şubat 1987, sayfa 39’daki tabloya göre
tahmin.

316
317
Medveca belediyelerinde yaşıyorlar. Slovenya Cumhuriyetinde
ve Voyvodina Özerk Bölgesinde çeşitli iş sebebiyle yerleşmiş
Müslümanların sayısı giderek artıyor. Bugün Müslümanların
yaşadığı her yerde cami veya mescit vardır. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra birçok yerde yeni cami inşa edilmiş ve
ibadete açılmıştır.

Bu topraklarda Müslümanların milli mensubiyeti:


Boşnak, Arnavut, Türk ve Rom’ (Çingene)dur. Vaaz ve dini
yayınlar bu dillerde yapılır. 1990 yılında çok partili düzene
geçme hareketinin tamamlanmasıyla okullarda da din
derslerinin uygulanacağına inanılıyor. Dolayısıyla Müslüman
olan Boşnaklar, Arnavutlar, Türkler ve Rom’lar kendi dillerinde
İslâm’ın temel ilkelerini, genel din bilgisini okullarda
öğrenecekler.

317
318
Bugünkü Yugoslavya topraklarında Müslümanlık kesin
olarak 1389 yılındaki Kosova Meydan Savaşı’nı Türklerin
kazanmasından sonra temelleşmiştir. O yıllardan başlayarak
günümüze kadar yüzlerce cami, mescit, namazgâh inşa edilmiş,
milyonlarca insan Müslümanlığın şartlarını, sevgili
peygamberimizin talimatlarını serbest bir biçimde uygulamıştır.
Müslümanların yaşadığı yerlerde dini ibadetin yapıldığı camiler
ve mescitler vardır. Kitap, gazete, dergi, kaset, video kaset
aracılığıyla Müslüman âlemindeki dini olaylar ve kültür
gelişmeler izleniyor. Sarayova’da İlahiyat Fakültesinin ve Gazi
Hüsrev bey Medresenin, Üsküp’te ve Priştine’de Medreselerin
ve bütün kent ve köy camilerinde mekteplerin çalışmasıyla dini
tedrisat yapılıyor. Müslümanlığa hizmet edecek olan kadro
yetiştiriliyor.
İslam ve Hazreti Muhammed hakkında İslav dillerinde
birçok kitap yayımlanmıştır. 1497 ve 1501 yıllarında
Ostroviçalı Konstantin Mihailoviç’in yazdığı “Yeniçeri’nin
hatıraları veya Türk tarihçesi”191 eseri bu konuda parçalanmış
Yugoslavya topraklarında yetişmiş bir gayrı Müslim tarafından
yazılmış en eski eserlerden biridir. Müslüman olan ve İslam
için savaşan Türkler ve sevgili Peygamberimiz için ta XV.
Yüzyılda kitap yazan bu müellif kimdir?
Ostroviçalı Konstantin Mihailoviç Kosova’nın Nobırda
kentinde doğmuş, 1455 yılında bu kentin Türkler eline
kesinlikle geçmesiyle Anadolu’ya götürülmüş Sırp asıllı biridir.
Yeniçeri birlikleriyle savaşlara katılmış, Bosna seferinden sonra
Vırbas’ın Zveçay kazasındaki kale komutanlığına tayin edilmiş.
1463 yılında Macar ordusunun saldırısına uğrayan Vırbas ve
yöresinde esir alınan Türk askerleri arasında Konstantin
Mihailoviç de bulunmuş. Macaristan’a götürülmüş. Sürgünden
kaçmayı başarmış ve Lehistan’a geçerek orada Lehistan Çarı
IV. Kazimir Yagyelovaç (1492-1501) ın isteği üzere Türkler

191
Konstantin Mihajlović iz Ostrovice¸ Janičarove Uspomene ili Turska
hronika¸ Prosveta ve Srpska Književna Zadruga yayınevleri, Belgrad , 1986.

318
319
hakkında bir eser yazmış. 1565 yılında Çek diline çevrilerek ilk
defa kitap olarak yayımlanan bu eser1865 yılında Yanko Şaferik
tarafından Çekçe’den Sırpça’ya çevrilerek basılmış. 1969
yılında ise Corce Jivanoviç tarafından Lehçe’den Sırpça’ya
çevrilerek yayımlanmıştır.192
Bölümlere ayrılmış olan bu eserin ilk altı bölümü
Hazreti Muhammed ile ilgilidir. Hazreti Muhammed
inananların Arginler, İranlılar, Türkler, Tatarlar, Berberler,
Araplar ve yüzlerinde kömür yazılar olmayan kimi zenciler
olduğunu193 Hazreti Muhammmed’in Allah Tealla’nın mutlak
Resulü olduğunu, Hazreti Muhammed Aleyhi selamın isteği ne
ise, Hazreti İsa Aleyhi selamın da isteği olduğunu, Allah’ın son
Peygamberi olduğunu” söylüyor.
Müminlerin her zaman üstü başı temiz, üzerinde
elbiselerin temiz olarak camiye geldiklerini, elbisesinde her
hangi bir leke olsa bile camiye bu elbiseyle girmediklerini,
ayakkabıları çıkarıldıktan sonra camiye girildiğini, cami içinin
tertemiz halılarla döşeli olduğunu ve müminler birbirine omuz
omuza yapışarak namazı kıldıklarını ve Cuma namazlarına her
zaman kalabalığın geldiğini bildiriyor. Bütün cami ve
mescitlerin kağıt gibi beyaz olduğunu, içeride mum
yakılmadığını, orada Kuran-ı Kerimin sesle okunduğunu,
bundan sonra minbere çıkan imamın hutbe okuduğunu ve
hutbede genellikle “Hazreti Muhammed Aleyhi selamın
İslam’ın bütün dinlerden üstün olduğunu, bütün ruhlar için,
gâvurlara karşı savaşanlar için de dua edilmesine davet ettiğini,
savaştan dönen savaşçılarla karşılaştıkları zaman onlara yardım
etmeleri, ellerini, ayaklarını yıkamaları için su vermekten şeref
duyulması ve onları ödüllendirmeleri istenmektedir. Herkesin
bu savaşa katılması gerektiğini, bunu yapmanın Muhammed’in

192
Mala Enciklopedija Prosvete, Belgrad, 1978, II. Kitap, sayfa 291.
193
3’ye a.g.e. sayfa 77

319
320
gönlünü okşayacağını, Allah Teâlâ’nın savunmak için ve
gâvurları yok etmek için kılıcı verdiği bildirilmektedir.194
İbadet yerinde, camide ve mescitte sadece ibadetin
yapıldığını, imamın vaaz verdiğini, konuşmaların, tartışmaların
yapılmadığını,195 hakiki Müslüman olan kişinin şarap, alkol
kullanmadığını, savaş sırasında hiçbir Müslüman’ın şarap
kullanmadığını, şarap içtikten sonra ölen kişinin yerinin
cehennem olacağını Hazreti Muhammed Aleyhi selamın
buyurduğunu yazmaktadır.196
Müellifin camiye girip namaz kıldığını, bu yüzden
Müslümanların nasıl ibadet ettiklerini, ne için dua ettiklerini
öğrendiğini bildirirken Hazreti İsa’nın iyilik severliğini, Hazreti
Muhammed için söylediklerini, kendi yaramazlıklarını ise
Hıristiyanlara yüklediklerini, Hazreti İsa’nın “Ruhullah”,
Hazreti Muhammed Aleyhi selamın “Resulu-llah” olduğunu,
Hazreti Musa’nın Hazreti İsa’nın ağabeyi olduğunu, Hazreti İsa
ise Hazreti Muhammed Aleyhi selamın ağabeyi olduğunu,
Hazreti İsa’nın mezardaki ölüleri vaftiz ettiğini, Hazreti
Muhammed Aleyhi selamın namaz kıldığı yerde kayalıkların
belirdiğini yazmaktadır.197
Kitabın beşinci bölümünde müellif Hazreti Muhammed
Aleyhi selam hakkında şu vaazı aktarıyor:
“Hazreti İsa, gâvur ve İsrailoğullarıyla kalmak
istemediği için göklere çıkmıştır. Hazreti Muhammed Aleyhi
selam gökler alemine çıktığı zaman Müslümanlardan ötürü
göklerde kalmak istemedi, bizlerde yeryüzünde kalmaya
yeminliydi. Zamanı gelince bizlerle birlikte uyanıp bizleri
cennete götürecek. Onun için Hazreti Muhammet Aleyhi
selamın buyurduklarını yerine getiriniz. Müslüman kardeşler bu
buyruklara saygı gösterin, gâvurların normal saydıkları

194
A.g.e. sayfa 82.
195
A.g.e. sayfa 82.
196
A.g.e. sayfa 81.
197
A.g.e. sayfa 84.

320
321
felaketleri birbirinize getirmeyin. Gâvurlar birbirinin iyiliğini
istemez. Allah yardım eder ümidi ile kardeş kardeşin, dostunun
hırsızı olur, birbirine ihanet eder, para için en yakınını satar,
şarap içerek ekmek yediği için neşelidir, kendi etini çiğner,
kanını içer ve başarıya ulaştığını sanır. Bütün bunlar onlarla
savaşan sizler için bilinen şeylerdir. Ama onların bu neşeleri
acıya, ıstıraba dönüşecek. Bu yüzden birbirinize iyilik dileyin,
birbirinize haksızlık yapmayın ve birbirinizden çalmayın. Her
hangi biriniz başkasının bir eşyasını bulursa gizlemeden
sahibine versin. Bulunan eşya bir defa, iki defa, üç defa
duyurulsun, eşya sahibi bulunsun. Gâvurların bahçelerine
girmeyin, çünkü onlar haddını aşmış bir kavimdir, devamlı
beddua eder, seni affetmez. Öç alması için Allah’ı çağırır. Bu
yüzden gâvurlara haksızlık yapmayın. Eğer bir kimse
bahçenizden bir şey alırsa onu affedin. Allah da onu
affedecektir. Develer gibi birbirinize öfkelenmeyin.
Kölelerinize yaşlarına göre kölelik süresini tayin edin. Eğer
komşun kölesinin süresini tayin etmezse, onu aranıza kabul
etmeyin, çünkü o Allah değildir, kimseyi ömür boyu köle
edemez. Köle özgürlüğüne kavuştuğu zaman, yaşaması için
yiyeceğini temin etmelisiniz, böylesine Müslümanlık yayılmış
olur. “ diye Hazreti Muhammed Aleyhi selamın buyurduğunu
bildiriyor.
Müellif Hazreti Muhammed Aleyhi selamın
Müslümanlarla yeryüzünde kaldığını, kıyamet gününde bütün
insanların öleceğini, o anda Hazreti Muhammeddin sanki
uykudan uyanmış gibi sakalındaki tozları silip “Elhamdülillah-i
Rab-bil alemin” diyerek bütün Müslümanların huzuruna çıkacak
ve sonsuza kadar bizi birleştiren her şeyi yaratan Allah’a
şükürler olsun amin” diyecektir. Allah Tealla ise şöyle cevap
verecektir: İyi hizmet ettin, müminlerinle iyi davrandın, onun
için onlarla birlikte cennete gidin ve orada ebediyete kadar
sevinin”198

198
A.g.e. sayfa 86.

321
322
Sevgili Peygamberimiz hakkında bilgi vermek için
camilerde dinlediği Cuma vaazlarını eserine aktarmakla yetinen
müellif, sevgili Peygamberimizin Veda haccından Medine’ye
döndükten bir süre sonra hastalanıp yatağa düşünce, artık bu
fani dünyadan göç etme zamanının geldiğini anlayınca
ashabına şu tavsiyede bulunduğunu bildiriyor:
“Beni toprağa defnetmeniz için hazırlanın bu dünyadan
göç edinceye kadar yanımda hazır olun. Tavsiyelerimi yapın,
aldanmayın. Sizleri hakkın yoluna getirdim. Allah’ın yeni
seçtiği İsrail olun. Beni Medine’de gömün. Ali’mi dinleyin,
çünkü kıyamet günü uyanıp hepinizi sevineceğiniz yere
götüreceğim. Birbirinize şefkatli ve merhametli olun.
Kölelerinizin kölelik sürelerini azaltın. , çünkü onları ölünceye
kadar tutabilen Allah değilsiniz. Böylesine soyunuz üreyecek
her bir insan sizi destekleyip hak yolunuzu takdir edecektir.199
XV. yüzyılda Müslümanlık ve Hazreti Muhammed Aleyhi
selam hakkında böylesi görüşlerin gayr-i Müslim tarafından
kitaba yazılması, sevgili Peygamberimizin yüceliğinden ileri
gelmektedir. Hazreti Muhamed Aleyhi selamın yalancı bir
peygamber olduğunu, Kuran-ı Kerim’in bir insan eseri
olduğunu, Allah tarafından vahiy yoluyla gelmediğini, Tevrat’ın
kopyası olduğunu göstermeye çalışan Hıristiyan âleminden
birinin beşyüz yıl önce Hazreti Muhammed Aleyhi selamın
Allah’ın son peygamberi olduğunu, her insan için şefkatli ve
merhametli olduğunu söylemesi ve bu görüşlerini kanıtlamaya
çalışması Hazreti Muhammed Aleyhi selamın yüceliğini
yadsımak için neden bulamadığından dolayı olmuştur. Müellif
Türk askerinin esiri olarak Anadolu’ya götürülüp en
yakınlarından ayrıldığı için Müslümanları düşman saydığı
muhakkaktır. İslam’ı kabul etmediğine göre, Müslümanlıktan
nefret etmiştir belki ? Ama buna rağmen İslam hakkında bütün
gerçekleri atıp yalan söyleyememiştir, Kitabı Lehistan çarı için
yazdığından dolayı gerçekleri yazmaya zorunluydu belki ?

199
A.g.e. sayfa 86.

322
323
Oysa Balkanlar beşyüz yıldan çok Türklerin egemenliği altında
bulunduğu için hem Türkler’e hem de Müslümanlar’a karşı
Hıristiyan dünyası kin beslemektedir. Buna karşın Kur’an’ın
Allah’tan vahiy yoluyla nazil olduğuna, değişmeden
korunduğuna inanarak 1895 yılında Belgrat’ta Sırpça-Hırvatça
kitap olarak yayımlanmıştır. Dragutin İliç ( 1858-1926) ise
“Poslednji Prorok, bijografija verovesnika İslama” (İslam’ın
habercisi en son Peygamber) adı altında sevgili
Peygamberimizi dile getiren kitabı Sırpça-Hırvatça
yayımlamıştır.
Konstantin Mihailoviç eserini yazarken kaynak olarak her
hangi bir eseri kullanıp kullanmadığını belirtmemiş. Ancak,
Türkler arasında yaşadığını, camiye gidip ibadet ettiğini, Cuma
vaazlarını dinlediğini belirttiği için bu kitap onun Müslümanlık
ve Hazreti Muhammed Aleyhi selam hakkında edindiği bilgileri
içermektedir. Kitapta Müslümanların yaşayışlarından Türklerin
tarihinden verilen bilgiler de ilginçtir.

Fatih Sultan Mehmet’in 1455 yılında fethettiği Nobırda kalesi.

323
324

KEMANİ RABİA HANIM


“Sofra” Dergisi sayı 8/2001, Mamuşa
Prizren mezarlıklarında, cami ve tekke hazirelerinde
baş taşı kitabeli olan yüzlerce mezar taşı vardır. Mezarda yatan
kişi hakkında bilgi veren bu kitabeler aynı zamanda birçok
olayın tarihini anlatan kaynaktır. Son dönemlerde türbeler,
kitabeli mezar taşları buraların dini geleneğine uymayan ve ayrı
mezhepler mensubu olan birileri tarafından tahrip edilmekteler.
Yüz yıldan çok bir geçmişi olmasına rağmen saldırıya uğrayan
bu eserlerin tahrip edilmesiyle kocaman tarih de altüst
edilmektedir, atalarımızın ne kadar üstün kültürlü, ne kadar
üstün sanat anlayışı olduğunu kanıtlayan bu tür eserler medeni
ülkelerde devlet koruması altına alınmaktadır ve korunmaları
için ayrıca tedbir alınmaktadır. Batıda elli yıl geçmişi olan
eserler devlet koruması altına alınırken burada birkaç asırlık
eserlerin kaydı bile yapılmamış veya devlet koruması altında
bulunduğu sadece kağıt üzerinde kayıtlıdır.
Mezar anıtı bizde türbe ve batının etkisiyle mozole
olarak bilinir. Mezar anıtları insanlık tarihinin ilk mimari
eserlerindendir. Birçok milletlerde olduğu gibi Türk ulusunun
geleneklerinde mezar anıtı vardır. Mezarın baş ve ayak tarafına
en azından birer taş dikilir. Taşlara mezarda yatan kişi hakkında
bilgi getiren yazıt genellikle taş oymadır. Kimi toplumlar
ölülere önem vermedikleri için cesedi hayvanlara yem olarak
bırakmışlar, köpek balıkların parçalaması için denize atmışlar,
yakarak külünü rüzgâra vermişler veya denize atmışlardır.
Türkler ise ölüye saygı gösterdikleri için mezarını yapmış ve
korumuştur. Müslümanlığı kabul ettikten sonra da Türkler ölüye

324
325
karşı varolan saygıyı terketmemişler, nerelere gittiyseler de
mezar yapma, mezarın başına kitabeli taş dikme geleneğini
götürmüşlerdir. Bu gelenek bugün de Kosova’da sürmektedir.
Ölünün mezarına bina yaptırılıp türbeler meydana gelmektedir.
Ne varki son dönem türbelerde yatanlar evliyalardan,
ermişlerden değiller.

Sağ taraftaki bina Rabia Hanımın türbesidir

Prizren’de tespit ettiğimiz 58 türbeden son asır içinde


inşa edilmiş türbeler arasında en çok ziyaret edilen Rabia Hanım
türbesidir. Halk burayı Kız Türbesi olarak bilir.
Rabia hanımın keman kullandığı ve öldükten sonra
mezarına yapılan türbenin iç duvarları kadife ile kaplı olduğu ve
duvarda kemanı asılı durduğu bilinmektedir. Birinci dünya
savaşında Prizren’e gelen Bulgarlar türbeyi talan ettiler.
Kemani Rabia hanım türbesi Osmanlı iktidarının son
yıllarında yapılmış bir binadır. Tuzsus’da Halkın Karabaş baba
olarak bildiği mezarlıkta bulunur. Kare planlı ve üstü çatılıdır.
Üç duvarında üstü kemerli birer pencere vardır. Giriş kapısı
güney doğu tarafındadır. Pencereler demir işli parmaklıdır.
Tavanı pasalı tahtadır. Sandukası yerden yukarı bir metre

325
326
yüksek duvardır. Üzeri düzdür. Mermer olan baş taşı
kitabelidir. Kitabesi talik hat ile ondört satır halinde yazılmış.
En alta yazılı bulunan 1323 Fi Rebul ahir Hicri, 28 Mayıs 1321
Rumi ve Miladi 28 Mayıs 1905 tarihi Rabia hanımın öldüğü
günü bildirir. Türbe Rabia hanımın ölümünden sonra
yapılmıştır. Türkçe olan kitabe şöyledir:

Niçün mehasini fıkrat bu netbe kıskanır


Neden ziyai mehasin ile kalpsiz yaşanır
Kemali Feyzi kader bir (Rabia İrfan)
Hayatı sa’du şefaatle ne çare aldanıyor
Evet bu öyle sebük ruhlu nilüfer çiçeği
Ki böyle pek kısır bir ömre bestelep kanıyor
Doğar yaşar ve ölür bu hülasayi hikmet
Fakat beşer yine işte hayata bağlanıyor
Sen ey basireti meksufi muhterem zair
Düşün bu yerde zavallı Rabia saklanıyor
Sakın bu türbe önünden bila nazar geçme
Ser-i in esbâk-ı müşir Cevat paşa merhum
Hakilesi Rabia İrfan hanımın ruhuna
El Fatiha.

Türbenin baş taşı Prizren’de en güzel işlenmiş mezar


taşlarından biridir. Silindir şeklinde ve beyaz mermerden olan
mezar taşı iki metre yüksekliğinde tek parçadır. Birileri süt
beyaz mermeri morumsu yağlı boya ile boyamış. Kitabeler ve
bitki motifleri kabartmadır. Türbeyi genellikle çocukları
olmayan eşler ziyaret etmektedir. Ziyaretleri sırasında mezar
başında fatiha okunmaktadır ve getirdikleri havlu veya
peştamalı kabrin üzerine sermekteler.
Türbenin sıralı bir bakıcısı yoktur. Türbedar sadece
Hıdrellez günü türbe başında durur ve nezir edilen küçük baş
hayvan veya tavukları toplayıp yoksullara dağıtır.
Rabia hanım türbesinin kadastroda “Türk mezarlığı” adıyla
Prizren İslam Birliğinin mülkü olarak kaydedilen mezarlıkta

326
327
bulunduğu için onun koruması altında olması gerekir. Kosova
İslam Birliği’nin Tüzüğüyle de İslam Birliği türbeleri koruma
altına almış ve bakımını üstlenmiştir.
Rabia Hanımı Prizren’de bir asır önce keman çalan bir
kadın sanatçı olarak yaşatmak amacıyla müzisyen Aluş Nuş’un
başkanlığını yaptığı Türk Müziği Konservatuvar Derneği
bünyesinde kızlardan oluşan “Kemani Rabia Hanım Türk Sanat
Müziği Orkestrası” çalışmaktadır.

Hıdrellez günü Kız türbesi olarak bilinen Rabia hanımın da


kabri ziyaret edilir.

327
328

PRİZREN VE TÜRK DÜNYASI


Bay, sayı 1. Eylül 1994, Prizren
Osmanlı Rumelisi’nin önemli merkezlerinden biri olan
Prizren 1389 yılındaki Kosova meydan savaşından sonra Türk
egemenliği altına girdi ve 1455 yılından 1912 yılına kadar
Sancak beyliği merkezi idi. Bir ara Rumeli’nin en büyük vilayet
merkezi de olan Prizren’de Rus, Avusturya, İtalya, Fransa ve
İngiltere konsoloslukları bulundu.200 Kosova meydan
savaşından sonra Prizren’de Müslüman nüfusun hızla
çoğaldığını 1307 yılında “Bogorodica Levişa” (Meryem ana)
kilisesinin 1410 yılında camiye dönüşmesinden ve 1455 yılında
inşa edilen halk arasında “Kırık cami” olarak bilinen
“Namazgah”dan öğreniyoruz.201 Çünkü Müslüman halkının
dini ihtiyaçlarını karşılamakta boş kalan, kullanılmaz hale gelen
Hıristiyan kilisesinin onarılıp camiye dönüştürülmesine
gereksinme duyulmuş. Bundan sonra çok sayıda cami ve mescit
kurulmuştur.
1871 yılında Prizren’de vilayet basım evinin bulunduğu
ve bu basım evinde “Prizren” adıyla Türkçe ve Sırpça olmak
üzere bir gazete ve çeşitli kitaplar yayınlandı.202

200
Husref Ređić: Pet Potkupolnih Islamskih Spomenika na Kosovu (
Kosova’da kubbeli beş İslam anıtı) Studije o İslamskoj arhıtektonskoj
baštini) Sarayova 1983, sayfa 228.
201
Hasan Kaleši: Prizren kao kulturni centar za vreme Turskog perioda
(Türkler zamanında kültür merkezi olan Prizren). Gjurmime Albanologjike,
Sayı 1. 1962, Priştine, sayfa 92
202
Ismail Eren: Štamparija Kosovskog Vilajeta (Kosova Vilayet basımevi),
Gjurmıme Albanologjıke, 1962/1, Priştine.

328
329
8 eylül 1912 günü Osmanlı idaresinin Prizren’den
kalkmasıyla, çok sayıda cami, mescit, tekke, zaviye, türbe,
çeşme, köprü, iki hamam, dört medrese, bir rüştiye v.s. yapıdan
başka çok sayıda Türk ve Müslüman nüfusu kaldı. 1912
yılından ta 1951 yılına kadar Türk varlığı resmen tanınmadığı
için, Türkler ulusal haklardan yoksundu. 1951 yılında
Kosova’da Türk milli varlığının tanınmasıyla, Türklerin
yaşadığı bütün kent ve köylerde Türkçe öğrenim görülen sınıflar
açıldı.203 Türk Kültür ve sanat dernekleri kuruldu, Priştine
radyosunda Türkçe yayınlara başlanıldı. 1953 yılında yapılan
nüfus sayımında bütün Yugoslavya’da 254.000 kişi kendini
Türk bildirirken, Kosova’da 34.583 kişi 41 yıl sonra kendini
Türk bildirme mutluluğuna kavuşmuştur.204 Türklerin 1954-
1961 yılları arasında Türkiye’ye göç etmeleri yüzünden ve
Türklere şovenler tarafından uygulanan baskılar yüzünden 1981
yılının nüfus sayımında Kosova’da 12.513 Türk’ün varolduğu
bildirilirken, Prizren’de tüm nüfusun 134.526 olduğu ve bu
sayıdan 8.078 kişinin Türk asıllı olduğu bildirilmiştir.205
Bu gün Kosova’da Türk nüfusunun en kalabalık olduğu
Prizren’de beş sekiz yıllık okulda 1.001 öğrenci, 4 meslek
lisesinde 327 öğrenci ve Mamuşa köyünün sekiz yıllık okulunda
582 öğrenci Türkçe okumaktadır.206 1910 Türk öğrencisine
Türkçe ders veren sıralı Türk öğretmenlerinin sayısı 130’dur.
Dıştan mesai olarak ders veren öğretmenlerin sayısı ihtiyaca
göre değişir. Sırbistan Cumhuriyeti içinde bulunan Kosova’da
yer alan Prizren kenti Türk asıllı topluluğuyla, 22 tarihi
camisiyle, 8 tarihi tekkesiyle, 2 tarihi hamamıyla, yüzlerce Türk

203
Kosova-Metohıya Özerk Bölfge Meclisi’nin 20 Mart 1951 tarihli Türk
azınlığı için Kosova-Metohıya ÖB-de Türkçe okulların açılması kararı.
204
Statistički kalendar FNRJ, 1957, Belgrad, sayfa 33.
205
Bilten 15, Kosova SÖB İstatistik Kurumu, Nisan 1982, Priştine.
206
1.” 17 kasım2, 2. Miloş Çırnyanski”, 3. “Slobodan peneziç-Kırçun”, 4.
“Mladost” (Mustafa Baki), 5. Dositey Obradovıç” ve “Haci Ömer Lütfi”
ilkokulları, 7. “Ramiz ve Boro”, 8. Gani Çavdarbaşi”, 9. “Dimitriye Tuçoviç”
ve 10. Yovanka Radivoyeviç-kiça” meslek liseleri.

329
330
öğrencisiyle, 45 yıl aralıksız çalışan “Doğru Yol” Kültür ve
Güzel Sanatlar Derneğiyle, Türkçe yayın yapan radyosuyla, 17
eylül 1990 günü kurulan Türk Demokratik Birliğiyle, 19 Mart
1994 günü kurulan “Rumeli” Türk Tiyatro Sanatçılar
Derneğiyle, 24 Nisan 1994 günü kurulan “ESNAF” Zanaatçı,
Tüccar ve İş Adamları Derneğiyle, 12 Haziran 1994 günü
kurulan Türk Öğretmenler Derneğiyle, ve 5 Eylül 1994 günü
kurulan Türk Yazarlar Derneğiyle Türk Dünyasının ilgisinde
olması gereken bir yerleşim yeridir. Burada Türkçe, Türk
kültürü, gelenek ve görenekleri bugün de canlıdır. Zaten tarih
boyunca Prizren sanat fidanlığı olmuştur. Sadece 16. yüzyıl
tezkirelerine giren Suzi, Nehari, Âşık Çelebi, Sucudu, Sa’yi,
Şem’i, Mümin ve Tecelli gibi şairlerin adları bile bu kentin
osmanlı kültür coğrafyasında önemli bir yeri aldığını belirtmeye
yeter. Bu gün de Prizren’de doğmuş ve yaratmakta olan 40’ın
üzerinde yazar, şair, besteci, ressam yaşamaktadır. Bunun böyle
oluşu sebepsiz değildir. Kent ve civarı her sanatçıya ilham
veren görünümü, yemyeşil dağlarına, çeşitli üzümlerin ve dal
baslı kirazların yetiştiği, her çeşit sebzenin üretildiği bereketli
ovasına sahiptir. Bu güzelliğini yayla suları kışları ılık, yazları
serin akan kaynak suları yüceltmektedir. Dörtyüz yıllık Sinani,
Halveti, Sa’di ve Kadiri tekkeleri olmak üzere bu gün de
seyredenlerin hayranlığını celbeden Sinan Paşa camii, Gazi
Mehmet Paşa camii, Gazi Mehmet Paşa hamamı, Gazi Mehmet
Paşa medresesi ve onların geniş vakıf imkânlarıyla çalışan diğer
kültür kurumları bu kültür ortamının zeminini teşkil etmektedir
ve istidat gösterenlerin kolay gelişip boy atmasına yardımcı
olmaktadır. 1529 yılında Prizren’de doğan Aşık Çelebi ünlü
Meşairü’ş-şu’ara teskiresinde şair Nehari’yi şu tümcelerle
anlatmaya başlar “Mevlidi Rumeli’de Prizren’dir. Kasaba’i
mezkür Rum ilinde menbit’i sevr-ü semen-i marifet olan hakden
ve menba-ı cuy-ı nazm u nesir olan gülistan olmagla meşhur
şehr-i şöhret ayindir. Rivayet olunur ki Prizren’de oğlan toğsa
adından mukaddem mahlias korlar. Yenice’de doğan oğlan
papa diyecek vakit Farisi söyler. Priştine’de oğlan togsa dividi

330
331
belinde doğar derler. Binaenala zalik Prizren şair menbaı ve
Yenice Farisi ocağı, Priştine kâtip yatağıdır.”207 Adı geçen
şairler arasında Suzi, Yavuz Sultan Selim döneminde yaşadı ve
Mihaloğlu Ali Bey’in Bosna uçlarındaki savaşlarını dile getiren
15.000 beyitten oluşan mesnevisini yazdı ki bu mesnevi o
dönemin savaşlarından bilgi veren değerli bir eserdir. Aşık
Çelebi ise ünlü “Meşaiü’ş-şu-ara” tezkiresinden başka bir
Divan, “Sigetvar-name”, “Mecmua-i Sükük”, “Hadis-i Erbain”
adlı eserlerini ardına bıraktı ve 1571/72 yılında Üsküp’te vefat
etti. Bu gün Üsküp’te Aşık Çelebi ‘nin mezarı “Gazi Baba”
türbesi olarak bilinir ve türbenin etrafındaki büyük yerleşim yeri
Gazibaba belediyesi olarak adını taşımaktadır.208 Bu gün
Prizren’de Suzi camii mevcuttur ve avlusunda Suzi’nin ve
kardeşi şair Nehari’nin kabirleri bulunur.
Bu şairler geleneği XVI. yüzyıldan bu yana sürmektedir.
Prizrenli Aşık Ferki (1867-1908) ardına çok sayıda değişik
türlerde şiirler bıraktı ki Prof. Dr. Nimetullah Hafız bu şairin
şiirlerini derleyip, şairin hayat öyküsüyle birlikte bir kitap
yayımladı.209 Hacı Ömer Lütfi (1891-1929) Prizren’de
ilköğrenimini ve rüştiyeyi okuduktan sonra İstanbul’da Fatih
medresesinden mezun oldu. Kahire’de “Al-Azhar”
üniversitesinde dört yıl okudu ve Prizren’de Melami tekkesinin
şeyhi oldu. Ardına çok sayıda Türkçe yazılı eser bıraktı.
“Divan”, “Tevhid-i bari”, “Mevizalar”, “Manzume-i menazire-i
ruzu-u seb”, “İktibas”, “hadikatus-salik”, “Baba Hikmet”,
“Tecelli”, “Büyük şairlerin şiirlerinin tahmisi” v.s.210
1951 yılında Prizren’de “Doğru Yol” Türk Kültür ve
Güzel Sanatlar Derneği’nin kurulmasıyla Türk yazarları

207
Dr. Mustafa İsen: Çağdaş Prizren şairleri. Türk Edebiyatı dergisi. Ocak
1984, sayı 123, İstanbul.
208
Evliya Çelebi: Putopis (Seyahatnname ) çeviren: Hazim Şabanoviç. İRO
“Veselin Masleşa” Sarayova 1979, sayfa 289.
209
Prof. Dr. Nimetullah Hafız: Aşık Ferki, hayatı ve eserleri. “Doğru Yol”
KGSD, 1986, Prizren.
210

331
332
biraraya gelmek, yarattıkları eserleri okumak için imkân buldu.
Onlar şiir saatleri düzenleyip kendi şiirlerini, yazılarını
edebiyatseverlere okuma fırsatına kavuştular. Çünkü o yıllarda
Üsküp’te yayımlanmakta olan Türkçe “Birlik” gazetesi ile
işbirliği yapmak zordu. Üsküp’te “Sesler aylık toplum ve sanat
dergisinin yayımlanmasıyla Prizren yazarları bu dergi ile
işbirliğini sıklaştırdı ve dergide devamlı olarak yazı
yayımladılar. 1969 yılında Priştine’de Türkçe “Tan”
gazetesinin yayıma başlamasıyla Prizren yazarları ve şairleri
gazeteyi yönetti ve gazetenin yayın programına göre Türkçe
kitapların yayımı yapıldı. Türkçe kitaplar Üsküp’te “Birlik”
gazetesinde de yayınlandı. Prizren’de edebiyatla uğraşanların
sayısının artmasıyla Priştine’de “Kuş” çocuk dergisi ve
“Çevren” Toplum, bilim ve yazın dergisi yayımına başladı.
1971 yılından başlayarak Prizren’de “Doğru Yol” Kültür ve
Güzel Sanatlar Derneği’nde çalışan Edebiyat Kolu ilkin “ Doğru
Yol” adında sonra “Esin” adında kültür ve sanat dergisini
yayımlamaya başladı. Bunu “Filiz” çocuk dergisi, “Doğru Yol”
KGSD’nin 1951-1981 tarihçesini içeren kitabı, Prof. Dr.
Nimetullah Hafız’ın “Aşık Ferki hayatı ve eserleri” kitabı,
izleri. Prizren’de yaşayan Türk yazarlarının birçoğu kendi edebi
eserlerini Yugoslavya’nın birçok dergilerinde yayımladı. Bu
yazarların eserleri eski Yugoslavya’da yaşayan bütün ulusların
dillerine çevrilerek yayımlandı. Türkiye’de de kitapları
yayınlanan Prizren Türk yazarlarının sayısı çoktur.

Yugoslavya’da çağdaş Türk edebiyatını oluşturan


Prizrenli yazarlar arasında önde gelenler şunlardır: Durmiş
Selina (1916-1994), Aziz Buş (1917-1970), Hayrettin Volkan
(1923-1990), İsa Şimşek (1924- ), Nusret Dişo Ülkü (1937
- ), Prof. Dr. Nimetullah Hafız ( 1939 - ), Hasan Mercan (1944 -
) , Şecaettin Koka (1945 - ), Ahmet İğciler ( 1945 - ), İskender
Muzbeğ ( 1947 - ), Bayram İbrahim ( 1947 - ), Aluş Nuş (1947 -
), Fevzi Tüfekçi (1948 - ), Altay Suroy Recepoğlu ( 1949 - ),
Fahri Mermer ( 1950 - ), Alim Rifat Yeşeren ( 1951 - ), Zeynel

332
333
Beksaç ( 1952 - ), Ethem Baymak ( 1952 - ), Aziz Serbest (1954
- ), Osman Baymak (1954 - ), Mehmet Bütüç (1955 - ), Ethem
Kazaz (1960 - ), Raif Kırkul (1964 - ).211
Prizrendeki Türk nüfusuna göre yazar – sanatçı sayısı
tüm orantıların üstündedir. Sayıca az olan Prizren Türk toplumu
kültür etkinliklerini sürdürürken yılın her gününde bir kültür
olayı ile halkı yaşatmaktadır. Tiyatrocular hazırladıkları
oyunları sahneye koyarak, ses sanatçıları müzikli programlar
düzenleyerek, ressamlar sergiler açarak, bilim adamları çeşitli
bilim toplantılarında bildiri sunarak bu kültür etkinlikleri
sürmektedir. Prizren radyosu Türkçe yayınlarında bu
olaylardan röportajlar getirmektedir.
Türk nüfusu faktörlerinden başka Prizren
Osmanlı döneminden kalma eserleriyle de Türk Dünyasının bir
parçasıdır. Kentin eski bölümünü oluşturan kent merkezinde
bugün de Osmanlı şehircilik özelliği korunmaktadır. Kentte
yirmi dört mahalle vardır. Her mahallede bir cami, en az bir
bakkal, bir fırın, bir çeşme, meydanı, binek taşı, dinlenme taşı,
kimi mahallede mektep (ilkokul) binası, berber ve kasap vardır.
Mahalle halkının deyimiyle “bogazlardan” (sokak)oluşan
mahalleler genellikle cami adlarını taşır veya cami mahalle
adıyla bilinir. Parçalanmış Yugoslavya’da mahalleler birer
Yerel Birliğini (muhtarlığı) oluşturuyordu. Şimdi bu
mahallelerin dışında yeni semtler kurulmuştur ki bu semtler
kuruldukları yerin yer adını taşımaktadırlar. Örneğin: Ortakol,
Tuzsuz, Buzagilık, Lakuriç, Yagleniça gibi. Yeni kurulan
semtler de eski mahalleler özelliğini kopya ediyorlar.

Prizren’in Türk Dünyasına bağlılığı bugün de kentte


varolan kimi eski zanaatlarla sürmektedir. Bugüne kadar
korunan zanaatlar şunlardır: Demirci, çelengirci, kazancı,
kalaycı, tenekeci, olukçu, bileci, mumcu, bıçakçı, altıncı,
kuyumcu, nalbant, saatçi, terzi, keçe küllahcı, yorgancı, hallaç,

211
“Doğru Yol” KGSD 1951-1981 monografi. Prizren, 1981.

333
334
yastıkçı, mafesçi, yazmacı, çadırcı, boyacı, yapağıcı, oyacı,
döşemeci, tabakçı, çizmeci, saraç, duvarcı, kiremitçi, kaldırımcı,
kumcu, çeşmeci, cerizci, ocakçı, pabuççu, kunduracı, kürkçü,
değirmenci, berber, sofracı, meremetçi, doğramacı, nalıncı,
ekmekçi, aşçı, yoğurtçu, bozacı, tatlıcı, muhalebiyeci, kebapçı,
köfteci, kasap, bağırsakçı, börekçi, simitçi, kaymakçı, helvacı,
leblebici, kestaneci, peynirci, dondurmacı, lokumcu, baklavacı,
salepçi, kadayıfçı, yağcı, çorbacı, bumbarcı, resimci, süpürgeci,
kömürcü, arabacı ve hamal. Bunların dışında eski zanaat veya
meslekler başka bir adla sürüyorlar veya tamamen yok
olmuşlardır. Bu mesleklerin birçoğu birkaç meslekle birlikte
sürüyor veya bu mesleklerin ürünleri birlikte bir dükkânda
üretilerek satılıyor. Tüm bu mesleklerin bugün de geçerli
olması yüzünden Prizren’de 2800’ün üzerinde kayıtlı meslek
sahibi vardır. Bu sayıya henüz kaydını yaptırmamış olan ve
kayıtlı olan meslek sahipleriyle birlikte çalışan esnafı da
katarsak varolan sayı üç katına yükselir. Bu zanaatlar en çok
Türkiye ile gerçekleşen ticari ilişkilerle yaşamaktadır. Adı
geçen zanaatlar için malzeme, hammadde, harç, alet
Türkiye’den getirilmektedir. Sırbistan ve Karadağ’a Birleşmiş
Milletler Örgütü’nce uygulanan yaptırımlara Türkiye saygılı
davranarak Prizren zanaatçıları mesleklerini sürdürmekte zorluk
çekmektedirler. Türkiye ve Bulgaristan gömrüklerinde
uygulanan sıkı kontrol yüzünden her hafta 15’in üzerinde
otobüsün sadece Prizren’den İstanbul’a kalkarken, bugün bu
yolculuklar sayısı yarıya düşmüştür.
Dünyada her milletin insan hakları arasında ana şart,
dağınık soydaşlarını toplamak olduysa da Prizren Türkleri
yapıları, gelenek, görenek ve meslekleri Balkanların bu
köşesinde korumak ve yaşatmak için Türkiye’den ve Türk
dünyasından da destek bekliyor. İşte Türk dünyası kendine
sahip çıkması için bu fırsatı yakalamalıdır.

334
335

PRİZREN’İN TANITIMI
ESNAF Dergisi, özel sayı, 2000, Prizren.
Ülkeler arasında çizilen “yeni” sınırlar yüzünden
Kosova coğrafyasında köşeye sıkışan Prizren, Balkanların tam
göbeğinde kurulmuş. Ve birbirine yapışmış evleri Şar Dağı’nın
ta eteklerine kadar yükseliyor. Son yıllarda yükseklerde ev
kurma modası hız almıştır. Böyle devam ederse Prizren
nüfusunun çoğu yemyeşil Şar Dağı eteklerine taşınacaktır. Bu
yerler önceleri şehir halkının üzüm ve kiraz yetiştirdiği bağlardı.
Prizren Kosova topraklarında kurulmuş en eski yerleşim
yerlerinden biridir. Şimdiye kadar Prizren’den söz eden yazılı
kaynaklar tarihlerine göre şöyledir:
- Coğrafyacı İskenderiyeli Klaudius Ptolomey (87-150)
“Coğrafya” adlı eserinde 5. Haritada Thermidava
(Prizren) adını kullanarak yerini belirtmiştir.
- XIV. Yüzyılda Alman hümanistlerinden Konrad
Poytinger’in yayımladığı haritalar koleksiyonunda III.
Yüzyılın ilk yarı döneminde çizilmiş haritada Theranda
(Prizren) yerleşim yerinin adı ve yeri belirtilmiştir.
- 558-560 yılları arasında Yustiniyan’ın yazdığı “De
aedificis” (Yapılanma-inşaat) adlı eserinde onarılmış
kaleler arasında Petrizen (Prizren) kalesinin de
bulunduğunu belirtmiştir. Bu eserde kentin adı
Theranada yerine Petrizen olarak yazılmış.
- VII. Yüzyılın sonlarında ve VIII. Yüzyılın başlarında
yaşamış olan İtalya’nın Ravena kentinden bilinmeyen

335
336
müellifin “Cosmographia” (Acunun tasviri) eserinde
zamanın ünlü olan 53000 yer adı arasında Theranada’nın
adı da bulunuyor.
Birçok olaya da sahne oldu Prizren:
- 998-1018 yılları arasında Prizren, Samuil Devletinin
sınırları içine girdi.
- Çar Vasily II. Ohri başpiskoposluğunun birinci
(Hrisovulye) sınde Prizren’in adı geçiyor.
- -1019 yılında Prizren’de Bulgar başpapazı yerine Yunan
başpapazı geldi. Bu yıldan itibaren Prizren yine Bizans
devletinin sınırları içine girdi.
- 1072 yılında Bodin, Bulgar çarı olarak Prizren’de taç
giydi.
XIV. Yüzyılda Balkanlarda önemli ticari merkezlerinden
biri oldu. Şehirde yılda dört fuar düzenlendi. Kendi parasını
bastı. Osmanlı’nın egemenliği altına girmesiyle Sancakbeyliği,
bir ara Rumeli’de en büyük vilayet merkezi olması Avusturya,
Rusya, İngiltere ve İtalya konsolosluklarının bulunmasına neden
oldu. Şehir içinde 31 mahallenin ve dört ayrı büyük çarşıdan
başka mesleklere göre küçük çarşıların bulunması iktisadinin
geliştiğini göstermektedir. Prizren tarih boyunca çeşitli
eşyaların üretildiği ve pazarlaması yapıldığı üretim ve ticaret
merkezi olma özelliğini sürdürdü. Geleneksel çarşıları,
kervansarayı, Pazar yerleri, kimi camileri, çeşmeleri şehircilik
planı gerekçesiyle yıktırılanlar kentin ruhunu yok etmeye
çalışmışlarsa esnaf geleneğini yok edememişlerdir. Prizren
esnafı yine kentin geleneksel ticari ruhunu korumaya
çalışmaktadır.
Kosova topraklarında Prizren’de tarih boyunca zanaatlar
gelişmişti. XVI. yüzyılda 117 dükkânın bulunduğunu yazılı
kaynaklar gösteriyor.
Tarih boyunca esnaf birliklerinin bulunduğu biliniyor. Bunlar
genellikle aynı meslek ile uğraşanları bir araya getiren
teşkilatlardır. Tabakçılar en gelişmiş oldukları için aralarında
birliği oluşturmuşlar ki bu birliğin 1500 yıllarında varolduğunu

336
337
şair Suzi Çelebi ile ilgili rivayetlerden öğreniyoruz. Mesleklere
göre esnafların ahileri, pirleri bulunur. Demir dökenlerin piri
Hz. Davut, keçecilerin piri Hallac-ı Mansur olduğu gibi, 16.
yüzyılın başlarında Prizren tabakçılarıyla, saraçlarıyla,
çelengircileriyle, tüfekçileriyle ünlüydü. 18. yüzyılda 43
tabakhanenin bulunduğu biliniyor.
Geleneksel zanaatların birçoğu el işinden makine
üretimine dönüşmüş, birçokları ise makine işi ile elde edilen
ucuz üretim yüzünden yok olmuştur. Kimi zanaatlar ise değişen
yaşam şartları yüzünden geçerliğini kaybettiğinden dolayı
faaliyetini sürdürememiştir.
Osmanlı döneminde Prizren esnafı kendi mesleki
faaliyetleri dışında kervansarayların, camilerin, yolların,
çeşmelerin yapımına ve bakımına yardımcı olmuştur. Bu
gelenek bugün de sürmektedir. Esnaflar kendi meslekleri
dışında hayır işlere yardımcı olan kişiler olarak da biliniyorlar.
Eğitim alanında da Kosova’nın önemli merkezlerinden
biri olan Prizren’de sanat mektepleri, idadi, rüjdiye, kız muallim
gibi okullar Osmanlı döneminde de vardı. Bugün fen, tıp,
iktisadi, gibi mesleki liselerden başka birçok branşlarda
sınıfların çalıştığı Teknik okulu, Yüksek Pedagoji Okulu
çalışıyor.
14 Haziran 1999 günü bütün Kosova için olduğu gibi
Prizren için de tarihi bir gündür. Bu günde Birleşmiş Milletler
Örgütü Güvenlik Konseyi’nin 10 haziran 1999 tarihli 1244
kararına göre NATO öncüllüğünde barış güçleri özgürlüğü
getirdi. Bu, iktisadinin canlanması için de çok önemli bir olaydı.
Artık esnaf özgürce çalışabiliyordu. Ama kimilerinin atölyesi,
deposu, mağazası kundaklanmış, soyulmuştu. Çalışma hayatına
sıfırdan başlaması gerekiyordu. İnsanlar özgürlüklerine
kavuştuklarına şükrederek iş yapmaya başladılar. Sermayesi
olanlar bir ara ticarete atıldı. Sonra eski üretimini sürdürmek
için gereken alet ve malzemeleri temin etti. Az da olsa üretime
geçildi. Şimdi, on yıl önce 25.000 civarında işçinin çalıştığı
büyük fabrikaların yeniden çalışmaya başlaması için

337
338
girişimlerde bulunuyorlar. Bu alanda Esnaf’ın görevi büyük.
Bunu başarmak için temaslar yapılıyor. Ülke dışında iş
adamlarına başvuruluyor. İş adamların Prizren’e gelip yerinde
inceleme yapması için çağrılar gönderiliyor, ilgilenenlere bu
sahada yardımcı olunuyor.

Tarihsel esnaf örgütlerinin devamını 24 Nisan 1994


yılında Prizren’de kurulan “Esnaf” Zanaatçı, Tüccar ve İş
Adamları Derneği sürdürmektedir.
Kısa bir zaman sonra ekonomik gelişme yaşanacağına
ümit ediliyor. Prizren bunu hak etmiştir. Çünkü Prizren
hoşgörüyü sinesine basmıştır.
Balkanlarda eski bir yerleşim yeri olan Prizren birçok
devlet ve kültürlerin egemenliği altında kalmıştır. Romalılar
döneminde Theranda, Bizanslar döneminde Prizdriyan,
Osmanlı-Türk döneminde Pürzerin olarak adlandırılan Prizren
kentinin Şar Dağının kuzey eteklerinde bulunması ve Prokletiya
(Lahnet) Dağlarına kadar uzanan ve Drim Nehri suyu ile
sulanan bereketli ovalarla kucaklaşması doğol zenginliklere
sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Istanbul-Selanik-Üsküp –
İşkodra ve Dubrovnik ticaret yolunun Prizren üzerinde geçmesi
kentin bin yıllık ticaret merkezi olmasına neden olmuştur. Hele
Bodin’in 1073 yılında burada çar tacını giyip Bulgar Çarı ilan
edilmesi, Sırp Çarı Duşan’ın burayı devletinin payitahtı
yapması, Türk döneminde 1455 yılından Sancakbeyliğinin
merkezi ve bir ara Vilayet merkezi olması Prizren’de birçok
yabancı devletlerinin konsolosluklarının bulunmasına neden
olmuştur.
Tarih boyunca Prizren kendi parasına sahip olmuş, yılda
dört kez düzenlenen panayırlar yabancı ülke tüccarlarının da
ilgisini çekmiştir.
Doğal zenginliklere sahip olan Prizren’de yılın dört bile
mevsimi belirgindir. Çevresindeki dağlarda kış sporları, yaban
hayvan avcılığı, yaz aylarında dinlenme, Drim Nehrinde balık
avcılığı ve yaz aylarında bu Nehir sahilinde dinlenme

338
339
yapılabilmektedir. Kontinental iklim şartlarına uygun olan her
çeşit meyve ve sebze üretilmektedir. On üçüncü yüzyıldan
başlayarak kent içinde ve kent çevresinde bulunan sayısı çok
tarih ve kültür eseri, oteller turizmin gelişmesine elverişlidir. El
sanatlarından sanayi üretimine ve satışını yapan tüccarlar ve
ticaret kuruluşlarına kadar üretim-alışveriş ağı bulunmaktadır.
El sanatlarından geleneksel ipek-bürüncük dokumacılığı, el
örgüsü, nakış işleri, ağaç işleri, kuyumcu işleri yapılmaktadır.
Sanayi genellikle sentetik iplik, pamuk kumaş, hazır giyim,
ayakkabı, inşaat malzemesi olarak tuğla, briket, beton su tün ve
ilaç üretimidir.

Prizren’de 2000 yılının kış aylarından bir gün.

339
340

MİHALOĞLU ALİ BEYİN BOSNA


SEFERLERİNİ ANLATAN MESNEVİSİ
PÜRZERİNLİ SUZİ’NİN ŞAH ESERİ

“Bülten” sayı 7/1998, Prizren


Rumelinin Osmanlı dönemini birçok şairin şiirlerinden
öğreniyoruz. Pürzerinli Suzi’nin XV. yüzyılın sonlarında
kaleme aldığı “Mihaloğlu Ali Bey Gazavat-name”si değerli bir
edebi eser olmaktan başka önemli bir tarih eseridir. Beş çağ
önce Mihaloğlu Ali Beyin ve oğlu Mehmet Beyin akınlarını
anlatan ve gazavatname olarak bilinen mesnevinin 15000
beyitten olduğunu birçok tezkire yazarı bildiriyor. Oysa Agah
Sırrı Levend gazavatnamenin 1795 beytini yayımlıyor. Dört ayrı
elyazmadan yararlanarak yayımlanan bu gazavatname birçok
bilim damına göre Akıncı Ali Beyin akınlarını başlıktan
anlattığı ve öldükten sonra oğlu Mehmet Beyin akınlarını da
kaydettiği için beyt sayısının 15000 olmadığı görüşündeler.
Pürzerinli Suzi kimdir?
Fatih Sultan Mehmet’in komutası altında Kosova’da
Nobırda’yı kesin olarak ele geçiren Osmanlı ordusu bundan
sonra Prizren’e girdiği gün 27 Haziran 1455 yılı olarak
kaydedilmiş. Sancakbeyi olan Prizren’de o yıllarda dünyaya
geldiği tahmin edilen Abdullaoğlu Mahmudoğlu Mehmed veya
Prizrenli Suzi olarak bilinen şair 1513 yılın’da Prizren’de
tasdiklenen Vakfiyesine şu cümleyle başlıyor:
“Allah’a hamd olsun ki, ilk insan olarak Âdemi,
İsa’yı erkeksiz dünyaya getirdi, güneşe ve ay’a ışık verdi,
ağaçtan ateşi çıkardı ve bu dünyay’ı bir dert ve gam yeri

340
341
yaptı, ahireti kendisine minnettar kalanlara açıkladı …”
Aslı elimizde bulunan bu vakfiye ile Suzi taşınmazlarını şöyle
vakfediyor:
Vaktaki Mevlana Suzi dünyanın fenalıgıni (faniliğini) ve
zemanının bekalıgıni ve ahiretın devamıni ve adem zevalıni
tedarik eyledi ise hasbeten Allahul azim ve talbenel mirdatul
kerim padişahı alem penahi Sultan Selim zal (Allahu) fil erdi
hicretleri Mevlana Suzi’ye ol lutfi imamelerinden ve avatif
cisimlerinden garardının nami çiftlıgının ki canib-i şarkısı iki
büyük kara ağaçlar ve kemal çayır ile ve canib-i cenubiyesi ile
Leka Velaşna nam kariye sınırları ile ve cenub garbiyesi gurbçe
ve Naşiç nam kariye sınırları ile ve canib-i şimali ile şehirden
gelen topçi nam karbaba gider tarik-i am ile mahdudedir aşti
şeriden ve resum arfiden hasil olan her yılde sipahisine iki yüz
elli akçe maktuan şarti gemlik eyledi ise Mevlana Suzi’dahi
mezkur dinen gerek çayır ve tarla mahsuluni gerek içinde sakin
olan hayanden ispincasını vesair resum arfiyesini mezkur çiftlik
içinde şehirden (akan) ırmak üzerinde olan dört göz degırmeni
ve iki büyük çayırıni ki birbirine Ayşe nam kızına temlik idti ki
çayır ile ve canib garbleri çiftlik içinde olan evler ile ve canip
şimalleri şehirden gelen tarik gam ile mahdudedir. Bistriça nam
nehir kenarında bina eyledük ki fevkan mescid ve tahlen malum
hanedir madamki hayır hayattedir kendileri imam ve mualim ve
müezzin olup mezkûr mahsul kendu mutesarrif olan ve
kendunden sonra imam ile muallim bir olup ve müezzinle
mualim hane halafeti bir olup mahsule bihasbi selasan
mutesarrif olur ve mezkûr çiftlıgıni imam ile müezzin iştirak
üzerine güzedub teamirine muhtaç birilerini mahsulden aldıkları
hisab üzere kurulan mescidin ehli mahallesi rida lillahi nacar
olub kadi efendiler izniyle güzdeler.
Grajdanik'teki çiftlik Suzi'ye bir şiiri için Sultan Selim
Han tarafından 1513 tarihli temlikname ile bağışlanır. Bunun
öyküsü şöyledir: Suzi Prizren'e dönerken Kalkandelen'de bir
kadının yetim bir çocuğun hakkını yediğini duyar ve bunun
üzerine

341
342

Ey kadı sana da’vacı “Ey kadı mahşer meydanında divan


Yezdan olacaktır kurulduğunda senden davacı Allah olacaktır
Mahşer arasatında ki
divan olacaktır Kıyamet günü amel defterleri kontrol
edildiğinde rüşvet rakamları senin defterine
Haşr içre sicillat-ı amel başlık olacaktır.
çün bula imza
Rüşvet rakamı namene Devrinde yetimlerin gözlerinden akan yaşlar,
ünvan olacaktır bir gün seni boğacak okyanus olacaktır.

Devrinde yetimin ki Rüşvet kemiğini durmadan ilik gibi


gözü yaşı revandır emiyorsun, bir gün karnın yarılacak ve ilik
Bir gün seni gark kan olacak.
etmeğe umman
olacaktır Sen şimdi bu sazı gizli çalıyorsun ama, onun
nağmesi gizli kalacak sanma.”
Rüşvet kemiğin durmaz
ilik gibi emersin
Karnın yarılıp bir gün ilik kan olacaktır

Bu sazı perdeler altında çalarsın


Sanma ki anın nağmesi pinhan olacaktır.

Şiirin Sultan Selim’in eline geçmesiyle İstanbul’a davet edildiği


sırada bu çiftlik kendisine bağışlanmıştır. Suzi’nin yaptırdığı ve
vakfettiği eserler, O’nun ne kadar hayırsever olduğunu
kanıtlarken, rüşvet yiyen Kalklandelen kadısının bir yetimin
hakkını yediğini öğrenince yazdığı şiirli ihbarı Sultan Selim
Han’ın eline geçince bu kadının azledilmesine, neden olması,
haksızlıkları önlemekte ne gibi savaşım verdiğini
göstermektedir ve her konuda şiir yazan güçlü bir şair olduğunu
kanıtlamaktadır. Bunlar Suzi’nin incelenip araştırılması gereken
önemli kişilik unsurlarıdır.

342
343
Suzi şair olarak en çok «Mihaloğlu Ali Beyin
Gazavatnamesi» başlığı altındaki mesnevisi ile bilinmektedir.
Birçok tezkire yazarı bu gazavatnamenin 15000 beyitten
oluştuğunu yazmaktadır. Oysa bugüne kadar bu mesnevinin
1797 beyti bulunmuş ve yayımlanmıştır.

Örüsi asmanun sebze –zarı


Suvadı aftabun çeşme-sine

Veya bugünkü anlamıyla:

Otlaklar, gökyüzünün sebze bahçeleri (dir)


Şu gülcükleri ise güneşin çeşmeleridir.

diyen Suzi’yi daha iyi bilmemiz ve anlamamız için yaşadığı


dönemi, dilini, sanat anlayışını, felsefesini, şiirlerindeki
güzellikleri, iletmek istediği iletileri incelememiz gerekiyor.
Pürzerinli Suzi’ye verilen sanlar, adlar ayrı bir mana taşır.
Bunların hangi dönemlerde, hangi sebeplerden dolayı kendine
yakıştırıldığını incelemek gerekiyor. Molla, Mevlana,
Nakşibendî, Müderis, Çelebi, Zerrin, Pürzerinli ve Suzi gibi
sanların, takma adların ve mahlasların şair Mehmed’e
yakıştırılmasının nedenleri vardır. Bu nedenler araştırılıp şairin
ne kadar önemli bir kişi, değerli bir yaratıcı, insansever,
hayırsever olduğu kanıtlanacaktır. Elimizde bulunan eserler,
bugüne kadar korunan taşınmazlar Suzinin büyüklüğüne hayran
ediyor bizi.
Suzi’nin Nehari ve Sa’yi takma adlarıyla anılan şair,
yazar kardeşlerinin ve Ayşe adında bir kızının varolduğunu
yazılı kaynaklar bildirmektedir. Bunlar Suzi’nin Şeceresinin
yapılması için ipuçlardır.
Bizler müelifi olduğu “Mihaloğlu Ali Bey
Gazavatnamesi”nin kaleme alınışının 500. yıldönümü kutlarken
O’nu her yönüyle yaşatmalıyız. Çünkü Suzi’den bugün bile

343
344
güzel yaşamak için alınacak öğütler çoktur. Gazavatnamesi’ni
okuyup anlayan kişi silaha sarılıp can kıymaktan vazgeçer.
Savaştan ibret alır.

Suzi kabreinin kitabeli baş taşı

Türk Yazarlar Derneği imkânlarını aşan bir örgütleme


ile Suzi’nin bu jübilesini kaydetmeye girişti. Çünkü Biz
Yugoslavya Türkleri olarak yüzyıl veya beşyüzyıl önce
yaşamış, Türkçe eser bırakmış olan, dinimize ve ulusal

344
345
kültürümüze hizmet emiş, eser bırakmış kişilere sahip
çıkmalıyız. Zaten onlara sahip çıkarak yüceliklerini,
büyüklüklerini başkalarına da duyurtmuş, tanıtmış olacağız.
Birbuçuk yıl önce Suzi’yi anmak, kişiliğini aydınlatmak,
yaratıcılığını her yönüyle incelemek amacıyla Uluslararası bir
sempozyumun düzenlenmesini kararlaştırdık. Bu yönde
çalışmalar sürdü. Sayısı çok bilim adamı ilgi gösterdi. Ama son
aylarda Kosovada silahlı çatışmaların başlamasıyla ve ağır olan
ekonomik sıkıntıların daha fazla büyümesiyle Sempozyumu
düzenleme Kurulu örgütlemede değişiklik yaparak dört gün
sürmesi öngörülen Sempozyum yerine birgünlük “Prizrenli
Suzi’yi anma töreninin düzenlenmesini” kararlaştırdı. Bugünkü
törene katılamayan bilim adamlarının gönderdikleri bildirileri,
bugün özetli bir biçimde bilim adamlarınca sunulacak olan
bildirilerle birlikte ayrı bir kitapta yayımlanması için gayret
sarfedilecektir.
Böyle bir jübeleyi kutlama sevincini yaşarken aramızdan
değerli bir bilim adamını, Derneğimizin ve Kutlama kurulunun
üyesi Mr. Hamid Altıparmağı kaybetmekten duyduğumuz
üzüntüyle de ifade etmeliyiz. Bu vesile ile bu dünyadan göçen
arkadaşımızın yattığı mekânının cennet olmasını Allahtan
istirham (niyaz) ederim.
Geçen yüzyıllar içerisinde insanlığa hizmet etmiş, ardına
eser bırakmış büyüklerimiz nerdeyse unutulmaktalar. Bugün
birçok semt, mahalle adlarıyla sadece bu yerlerin sakinlerince
anılırken, bu yerlerin adlarının Belediye Meclisi kararıyla
resmileşmesini, kimi sokakların ve kamu kuruluşlarına adlarının
verilmesi için alınacak karar yerini bulur.
Bu dönemin şairleri okullarımızda okutulan ders
kitaplarında bile yok. Türk dili ve edebiyatı derslerinin plan ve
programlarına alınmalıdır Suzi, Priştineli Mesihi, Aşık Çelebi,
Şem’i gibileri.

Demi hoş gör ki dehrin lu’beti var


Felek deyrin dürlü dürlü sureti var

345
346

Devrimizi hoş gör, bu dünyanın çeşit çeçit oyunu


Bu alemin türlü türlü şekli var.

Huruş-i ra’d sanmam bu sadayı


Şu ahımdan felek feryada geldi

Bu gürültüyü gök gürlemesi sanmayın,


Benim ahımdan felek feryad etmeye başladı

Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavatnamesi 15000 beyten


oluşan bir mesnevidir. Mesnevi aruz veznıyle yazılmıştır ve
beytler birbirine uyaklıdır. Ünlü akıncı Mihaloğlu Ali Bey’in
Sırbistan, Macaristan ve Bosna seferlerini, Ali Bey’in aşklarını
anlatır. Birçok yerin güzellikleri tablo misali betimlenmektedir.
Şairin duyguları da dile gelmektedir eserde. Eser edebi
değerinden başka tarihi olayları anlatan, tarihi yazmak için
değerli bir kaynaktır. Zamanın Türkçesiyle yazılmıştır ki
dilcilerin Suzi’nin dilini incelemesine iyi bir fırsattır. Bu eser
hattatlar tarafınca çoğaltıldığını kanıtlıyan bugün İstanbul Millet
Kütüphanesinde, Agâh Sırrı Levend’in arşivinde, Berlin’de
Preussisce Staatsshibliotek’te ve Zagreb’te Bilim v Güzel
Sanatlar Akademsinde korunan nüshalar kanıtlamaktadır. Bu
elyazmalardan Berlin’deki nüsha en eskidir, çünkü Hicri 937,
Milladi 1530 yılında kopye edilmiştir. Bu ise Gazavatnamenin
bu yıldan önce yazıldığını kanıtlamaktadır. Mesnevi beşyüzyıl
önceki olayları anlatmaktadır. Suzi ise olayları görmüş ve
yaşamıştır.
Bügün Prizren’de de Gazavatnamenin kitap olarak
yayımlanmasıyla geniş bir çervrenin kaynaktan bilgi edinmesine
olanak yaratılmıştır. Bu kitabı yayımlayan BAY dergisi eşine
zor rastlanır bir hizmette bulunmuştur.
İlerde Suzi camiinde ve cami kompleksinde bulunan yapılarda
onarım ve konservatör işleri gerçekleştirip Suzi mektebinin
/dershanesinin/ ve kütüphanesinin hizmete açılması gerekir. Bu

346
347
binada Suzi gazavatnamesi’nin, vakviyesinin, Sultan Selim’den
verilen Temliknamenin, Suzi’ye sunulan methiyelerin, hakkında
yayımlanan kitap, yazı ve diğer eserlerin teşhir edileceği Suzi
müzesi açılmalıdır. Suzi çeşmesi içler acısı bir durumdadır. İçi
oymalı mermer yalağı ve birkaç taşından başka eser kalmayan
Suzi çeşmesi onarılıp eski haline getirilmelidir. Suzi
köprüsünden kalan tek göz onarılıp etrafı temizlenmelidir.
Grajdanik’teki Suzi mesire yerinde bulunan Delikli Taş, çeşme,
türbe ve Sozi deresi ahali tarafınca korunmaktadır. Suzi
değirmeni ise devletleştirilip yıkılmıştır. Cami avlusunda
bulunan Suzi ve Nehari’nin yattığı türbede bulunan Suzi
kabrinin baş taşı Kosova Kültür ve Tarihi Anıtları Koruma
Kurumunun 632 sayılı ve 15.08.1959 tarihli karanamesi ile
devlet koruması altına alınmışsa da bugüne kadar bu kurum
tarafınca koruma ile ilgili en küçük bir eylem yapılmamıştır.
Kültür Eserleri Kanununa göre sadece mezarın baş taşı değil,
Suzi camii, cami arazisi, Suzi Çeşmesi, Köprüsü ve
Grajdanik’teki “Sozi” ayrı bir değerden olan tarih ve kültür eseri
olarak devlet koruması altına alınmalıdır. Çünkü bu taşınmaz
eserler yüzyıldan çok önce vardır ve bu yörede yaşayan
milletlerin tarihi, kültür, sanat eserleri ve inanç yerleridir.
Suzi “Aşk ateşiyle yanan” anlamındadır. Bu sanata karşı
olan tutkudur. 1520 yılında Prizren’de doğmuş şair ve ünlü
“Meşairu Şu ara” (Ünlü Kişilerin Hayatları ve Eserleri) Tezkire
yazarı Aşık Çelebi Prizren’in şairler kaynağı olduğunu
yazmaktadır. Bu kaynak bugün de kaynamaktadır ve sanat
tutkusu bugün de Prizren’de sürmektedir. Çünkü bugün Suzi,
Aşık Çelebi, Nehari, Mümin, Şemi, Behari, Tecelli ve Sucudi
gibi şair ve yazarların kalemini kağıt üzerinde gezdirenler
çoktur.
Bu törenin gerçekleşmesi için emeği geçenlerin tümüne,
ayrıca Kurul üyesi İskender Muzbeğ ve Bedrettin Koro'ya ve
maddi yardımda bulunan «Drini» Mal ve Can sigorta şirketine
teşekkür ederim.

347
348
03.06.2000 günü Kitabın tanıtımı dolayısıyle yapılan törende
sunulmuştur.

Şair Suzi’nin ve kardeşi şair Nehari’nin türbesi. (Prizren 1997).

348
349

Suzi Camii, 1508.

349
350

Xhevat H. Emërllahu

(Ju Falemnderit
miqve turq që e mbajtën
kampin në Bojanë – Maqedoni)

TEŞEKKÜRLER

(Makedonya’nın Boyana’daki mülteci


kampına bakan Türk dostlara)

Hiddetle saldırdılar bizlere


Yok etmek için varlığımızı
Yine barınak ve yiyecek bulduk
Sayenizde dostlar – teşekkürler.

Dost yürekler birleşti


Soylu iffet ve hürmetle
Kardeş ve dost Türkler
Candan teşekkürler.

Adlarınızı ezberledim
Bizleri kardeş bildiniz
Unutmayacağım Şafak, Banu
Tümünüze teşekkürler.

Başımız dik Kosova’ya döndük


Cömertliğinizin derin duygularıyla
Sürmesini dilerim bu dostluğun
İyi insanlar size teşekkürler

Boyana, Temmuz 1999


Shkëndija dergisinin Nisan 2000 sayısında yayımlanmış bu şiiri
Arnavutça aslından Türkçe’ye Altay Suroy çevirdi.

350
351

ALTAY SUROY RECEPOĞLU’NUN


BİYOGRAFİSİ

Altay Suroy Recepoğlu 1949 yılında Prizren’de doğdu.


İlkokulu ve Liseyi Prizren’de Türkçe okudu. Priştine’de 1967-
1971 yılları arasında Hukuk fakültesini Sırpça-Hırvatça okudu.
Çalışma hayatına Hukuk fakültesinin 2. yılında iken 1969
yılında Tan gazetesinde gazeteci olarak başladı. 1972 yılında
Prizren’de “Progres-Export” Tarım ve Endüstri Kombinasında
hukukçu olarak çalıştı, 1975-77 yılları arasında Genel İşleri
Müdürü görevinde bulundu. 1977 yılında Prizren Belediye
Meclisi tarafından Prizren Belediye Mahkemesine hâkim
seçildi. Medeni davalara bakan ve cezalara bakan hâkim olarak
çalıştı. Eski Yugoslavya’da Adliyenin 40. yıldönümü
dolayısiyle en iyi yargıç olarak Yugoslavya Cumhurbaşkanı
Yosip Broz Tito tarafından gümüş çelenkli liyakatle
ödüllendirildi. 1982-1990 yılları arasında Prizren bölgesi seçim
komisyonu başkanı idi. Prizren’de Ekonomi ve Hukuk lisesinde
Hukuk temelleri derslerini okuttu. Bu dersler için Türkçe’ye
çevirdiği kitaplar yayımlandı. Tarih dersi için kitapları
Türkçe’ye çevirdi. Gazetelerde, dergilerde yüzlerce siyasi,
toplumsal, kültür, edebi, sanat, gezi, eleştiri yazıları yayımlandı.
Yüzden çok uluslararası bilimsel toplantılarına katılıp tarih,
folklor ve edebi konulu bildiriler sundu.
1990 yılında Prizren mahkemesinden ayrıldı. 1998 yılına
kadar avukat olarak çalıştı. 1998 yılında Sırp rejimi avukatlığına
yasak koydu. Yüksek mahkemeye açtığı davayı kazandı ama bir
daha avukat olmadı.

351
352
Sırbistan’a karşı NATO’nun hava saldırısına
başlamasından 4 gün sonra Sırp polisleri tarafından evide
arandığını akrabalarında bayram ziyaretinden dönünce öğrendi.
Perişan halde olan ailesi, çocukları bir an önce evi terkedip
biryerlere gitmeyi istedi. Şar Dağı yolu ile Makedonya’ya geçti,
oradan Türkiye’ye sığındı. İstanbul’da dört ay Türkiye
Gazetesi’nde Dış Haberler bölümünde gazeteci olarak çalıştı.
2 Ağustos günü Prizren’e döndü. Sırp polisleri tarafından
basılan evi talan edilmişti.
2000 yılının Ağustos ayında Prizren savcısı seçilerek yeni
göreve başladı.
Yayımlanmış 5 kitabı vardır.
Prizren’de kendi evinde yaşıyor. İbadet hanımla evlidir,
Bilge, Duygu ve Dilek adında üç çocuk babasıdır. Evli olup üç
çocuk babasıdır.

352
353

353

You might also like