You are on page 1of 26

ERGENEKON’UN PKK “İLGİSİ”

Zozan SİMA / Nihat KAYA


Ergenekon'un PKK ilgisi -1
Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı Türk devletinin uyguladığı birçok özel savaş yöntemi açığa çıkarken,
Ergenekon'un PKK içine ajan sızdırıp sızdırılmadığı tartışılıyor. Ergenekon iddianamesinde ileri sürüldüğü gibi
Ergenekon örgütünün PKK içine etki etmesi mümkün müdür? Yada PKK içinde bazıları yönlendirilmiş olabilir mi?

1990'lı yıllarda en üst düzeyde yoğunlaşan bu kirli savaş yöntemleri, bugün Ergenekon davasıyla bir kez daha
gündemleştirilmektedir. Bu savaşı yürüten güç; derin devlet, Kontrgerilla, MİT, JİTEM, JİT veya bugün olduğu gibi
Ergenekon olarak tanımlansa da, PKK'ye ve Kürt halkına karşı yürütülen savaşın yasa dışı olduğu artık herkesçe
kabul edilmektedir. Fakat PKK'ye ve Kürt halkına karşı kirli savaşın en öndeki saldırı gücü olan Ergenekon'un PKK
içindeki bazılarını yönlendirerek kullandığı söylenmektedir.

PKK'nin tarihsel geçmişi incelendiğinde hemen hemen bütün gerilla hareketlerinin tarihinde görülen ajan
sızmalarının veya yönlendirmelerin PKK'de de yaşandığını görmek mümkün. Öcalan'ın 80'li yıllar ile birlikte birçok
sefer dillendirdiği -Türk devleti ise ilk defa Ergenekon iddianamesiyle itiraf ediyor- PKK içine ajan sızdırma
faaliyetlerinin Necati Kaya (Pilot) ile başladığı anlaşılmaktadır. Bir başka deyişle PKK içine ajan sızdırma
faaliyetlerinin PKK'nin daha grup aşamasındayken, yani 1978'den önce başladığı ifade edilmektedir. Ajan sızdırma
veya PKK içindeki objektif zemini kullanarak ajanlaştırma çabalarının sadece Türk devleti ile sınırlı olmadığını ise
Öcalan'ın daha Suriye'deyken belirttiği görülmektedir. Birçok değerlendirmesinde PKK'nin içine de 1986'dan beri
belli sızmaların olduğu, sadece bir devletle sınırlı değil, Avrupa'dan, bölge ülkelerinden, KDP'den, Talabani'den
sızma olduğunu belirtir. Örgüt içinde dörtlü çeteden bahseder. Hogır (Cemil Işık), Kör Cemal (Halil Kaya), Şahin
Baliç, Şemdin Sakık'ın örgüt içinde çeteciliği geliştirdiğini; bunların bir kısmının KDP etkisinde, bir kısmının da
devletle ilişkili olduğunu söyler. Tümü için doğrudan devletle ilişkili ya da devlet sızdırması değerlendirmesi
yapmasa da, yönlendirilerek PKK'ye ve Kürt halkına karşı savaşan kontrgerillanın ve Ergenekon'un parçası haline
geldiğini belirtir. Amed, Bingöl, Muş üçgeninde sorumluluk yapan bazılarının kirli savaşçıların etkisi ve kontrolünde
çalıştığı konusunda değerlendirmeler de yapmıştır.

PKK'NİN SIZDIRMALARA VE ÇETECİLİĞE KARŞI MÜCADELESİ

JİTEM elemanı ve itirafçı Abdulkadir Aygan'ın itiraflarından ve ROJ TV ekranlarından yayınlanan „Zehir Oyunu' adlı
programdan da anlaşıldığı kadarıyla, PKK içine çeşitli istihbarat örgütlerinin bazı sızmalar yapmak istediği
anlaşılmaktadır. Ajan sızmalarının haricinde, herhangi bir istihbarat örgütü ile bağlantısı tespit edilemeyen, ama
Öcalan'ın deyimiyle 'PKK çizgisine girmeyen kişiliklerin' örgüt içinde sergiledikleri „asi-avare çete' çizgisinin bazı
olumsuz olayların yaşanmasına neden olduğu da bilinmektedir.

Ergenekon soruşturması çerçevesinde, PKK'nin Ergenekon ile ilişkilendirilme çabaları sübjektif zeminde Pilot
Necati'yle, objektif zeminde Öcalan'ın asi-avare çete grupları dediği Cemil Işık, Halil Kaya, Şahin Baliç ve Şemdin
Sakık gibilerinin yürüttükleri eylem ve faaliyetler ile izah edilmeye çalışılıyor. Üstelik PKK tarihindeki sızmaların ve
çete gruplarının sadece bunlar ile sınırlı olmadığına Öcalan birçok sefer işaret etmiş ve bu doğrultuda örgüt içinde
PKK çizgisini hakim kılmak için birçok soruşturma yürütmüş ve bu kesimlerin derin devletin veya bugünkü deyimle
Ergenekon'un denetimi ya da yönlendirmesi altında olduklarını açıklamıştı. Son dönemde 33 askerin ölümü ve bazı
olaylara dayanarak Ergenekon-PKK ilişkisi gibi spekülatif değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu tür olayların doğru
değerlendirilmesi açısından PKK lideri Öcalan da isimlerini zikrettiği kişilerin ve bunların faaliyet ve eylemlerinin
PKK içinde ve dışında yarattığı sonuçlar, söz konusu dönemleri irdelemeyi gerektiriyor.

PKK'NİN İLK ÇIKIŞI

1970'le de Türkiye soluna öncülük eden Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledilmesi ve Deniz Gezmiş'lerin idam
edilmesi gençlik içerisinde bir kalkışmaya neden oldu. Gençler her yerde sokaklara döküldüler, gösteriler yaptılar.
Ankara'da yapılan bir yürüyüşte en ön safta yürüyen ve ilk defa görüntülenen bir genç çok dikkat çekmekteydi.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 1. Sınıf öğrencisi olan o genç, sonraki süreçlerde Türkiye'nin siyasal
gidişatında birçok değişikliğe neden olacak olan Abdullah Öcalan'dı. Mahirlerin idamının protesto edilmesini öncülük
yapan ve bu nedenle tutuklanıp Denizlerin de bulunduğu Mamak cezaevinde kalan bu genç için bu yakalanması ve
Denizlerle aynı cezaevinde kalması hem kendi yaşamı hem de Türkiye siyasi tarihi açısından bir dönüm noktası
olmuştur.

Günümüz PKK'sini doğuran ilk kararın da o günlerde alındığını Öcalan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM)
sunduğu savunmasında şu sözlerle ifade ediyordu; “Mahir Çayan'ların Kızıldere'de şahadeti ve Deniz Gezmiş'lerin
idamları, biz namuslu sempatizanlara anılarını takip etme görevi vermişti. Artık okul okumak bir bahaneydi. Halk
adına hareket edeceğim kesindi. Ama en başta idam sehpasında bile adı haykırılmış olan benim halkım, Kürt halkı
nasıl bir halktı? Bunun bilinmesi gerekiyordu. Ulusal soruna böyle başladım.'
Bu süreç; ilk olarak 1973 Newroz'unda Ankara Çubuk barajında aralarında PKK'nin kurucularından olan ve bugün
de PKK Meclis üyesi olan Ali Haydar Kaytan'ın da içinde bulunduğu altı kişilik gurupla yapılan gayri resmi toplantıda
Öcalan'ın 'Kürdistan sömürgedir' demesiyle başladı. Toplantının ardından Öcalan yoğun araştırma-inceleme
çalışmalarına ve oluşturduğu tezleri güvendiği insanlarla paylaşarak örgütleme yapmaya başladı.

1975'te 12 Marttan sonra ilk kurulan ilk öğrenci derneği olan Ankara Devrimci Yüksek Öğrenci Derneği (ADYÖD)
başkanı olan Öcalan, buradaki zeminden yararlanarak grubun büyütülmesine yöneldi. Ve APOCULAR olarak
tanımlanmaya başladı.

KESİRE YILDIRIMIN PKK'YE KATILIMI TARTIŞMALIYDI

ADYÖD zemininde Apocuların solcu gençlik ve Kürtler arasındaki etkisi gün geçtikçe arttı. Kız öğrencilerin de
sempati duymaya başladığı bu dönemi PKK'nin kurucularından Cemil Bayık şöyle anlatıyor; ' Grubun ADYÖD'deki
ve okuldaki duruşu Fatma'nın dikkatini çekmiş olsa gerek bu dönemde hareketle ilişkilendi ve katılmak istedi.
Grubun bazı üyeleri Fatma'nın geldiği ailenin niteliğini bildikleri için kabul etmek istemediler. Çünkü babası devletin
katliam yaptığı Dersim'de devlete ajanlık ve işbirliği yapmış birisiydi. Onun da babası gibi olabileceği ihtimali göz
önüne alınarak, karşı çıkıldı. Önder Apo ise yaklaşım olarak, Fatma'yı bir kişiden ziyade bir sınıf, bir cins olarak ele
aldı ve onda dikkat çeken olumlu yanlara işaret etti. 'Dürüst de olabilir, olmayabilir de, ama önyargılarla
yaklaşmamak gerekir' diyerek; ideolojik ve siyasi bir yaklaşım sergiledi. Bu şekilde yapılan tartışmaların sonucunda
Fatma gruba kabul edildi.'

MİT YILDIRIM AİLESİYLE YANILTILDI

Kesire Yıldırım 1937 Dersim isyanı döneminde devlet ile işbirliğine girmiş bir ailenin kızı. 1970'li yıllarda CHP içinde
etkili görevler alan babası Ali Yıldırım, CHP yönetimleriyle de yakın ilişki içinde olan biridir. Hatta Ecevit ile ilişkisi
olabileceğinden söz edilmektedir. Yıldırım ailesinin bu gerçekliğini bilmesine rağmen Kesire Yıldırım'ın gruba dahil
edilmesi gerektiğini düşünen Öcalan, Aralık 1992'de yaptığı değerlendirmede “Bu bayanın muhtemelen
yurtseverleşebileceğine inanıyordum. Ama bir ihtimal kendi sınıfının, işbirlikçi sınıfın temsilcisi olabileceği ihtimalini
de düşünüyordum. Ve büyük ihtimalle devlet de bu ilişki gerçekliğini biliyor. Çünkü o zaman bu aile içinde bazıları
emniyete gidiyor ve Pilot da benim konumumu 1977'de, hatta 1976'da biliyordu ve bu aileye gidip geliyordu.
Sanıyorum düşman, bu aileye dayalı kontrol edilebilir diye tahmin ediyor' diyerek, MİT'in grup hakkındaki 'kontrol
dışı örgüt' şüphesinin bu yolla dağıtıldığını, aile yoluyla kontrol edilebilir intibası uyandırıldığını dile getiriyor.

MİT'İN ACI İTİRAFI

Öcalan yapmak istediğinde de başarılı oluyor. Pilot Necati ve Kesire Yıldırım sayesinde devlete yanlış veya yetersiz
bilgi akışı sağlanıyor. Bu sayede devletin istihbarat örgütleri PKK'yi ve Öcalan'ı '70'li yılların coşkusuna kapılmış
sıradan bir gençlik grubu ve rahatlıkla ezilebilir bir örgüt' olarak görüyor. Mehmet Ali Birand'ın Apo ve PKK adlı
kitabında yer verdiği bir MİT elemanının, 'MİT için Apo Kürt milliyetçisi veya Kürtçü bir akımın lideri değildi. O
dönemin (1970–1979) MİT raporlarına baktığınız zaman görürsünüz, Apo dosyalara uzun süre sol faaliyetleri
nedeniyle girmişti. Aşırı solcu bir Kürt olarak nitelendirilirdi. Fazla da önemsenmezdi. Zaten Kürt hareketleri
1970'lerde Kürtçülükten çok sol faaliyetler çerçevesinde ele alınırdı. İzlenirler, ne yaptıkları bilinir; ancak genelde
solun içinde bulunduklarından dolayı, bu yönleri ön plana çıkarılırdı. Biz MİT olarak gerçeği biliyorduk; ancak devleti
hiçbir zaman ikna edemedik. Bize inanmadılar veya inanmak istemediler' ifadeleri Öcalan'ın kendisini çok iyi
kamufle ettiğini ortaya koyuyordu. Öcalan'ın ve PKK hareketinin yarattığı tehlikeler fark edildiğinde ise Öcalan artık
Ankara'da değildi ve MİT'in ona ulaşması çok zordu.

PİLOT NECATİ KİM?

Ergenekon iddianamesinde PKK'nin Ergenekon'la kurulmak istenilen bağının dayandırıldığı temel kişilerden biri de
Pilot Necati Kaya'dır. ADYÖD döneminde Apocu gruba aktif bir sempatizan olarak katılan Pilot Necati'nin geçmişi
hakkında çok çeşitli söylemler bulunuyor. Bunlardan bazılarına göre Hava Kuvvetlerinde görevli bir yüzbaşı,
kendisinin Apocu grup içinde anlattıklarına göre ise sivil bir havacılık kuruluşu olan Türk Kuşu'nda görevli bir pilot
olduğudur. Bilinen tek gerçeklik, Ağrılı Kürtlerden olduğu ve Apocu grup içinde bir süre yer alan, ama sonradan
örgüte yaptığı bazı dayatmaları kabul edilmeyince, örgüt dışına düşen Abdurrahman isimli birinin onu gruba dahil
ettiğidir.

Pilot'un fark edildikten sonra örgütle ilişkilerinin sınırlandığı, 1979'da da tamamen koptuğu biliniyor. Daha sonra
MİT kontenjanından Siyasal Bilgiler Fakültesine girdiği de söyleniyor. 12 Eylül darbesinden sonra bir uçak
kazasında öldüğü iddiaları basına yansıdı. Fakat nasıl bir uçak kazası olduğu ve kazanın nedenleri çok fazla açıklığa
kavuşturulmadı. Daha sonraları çeşitli kesimlerce 'Öcalan'ı ve PKK'yi kontrol altına alamadığı için devlet tarafından
yapılmış bir cezalandırma' olduğu iddiaları bile dillendirildi.
PİLOT'UN GRUP İÇİ FAALİYETLERİ

Pilot Necati'nin örgüt içinde güven verme kaygısı ile hareket ederek şüphe uyandırdığına dikkat çeken Öcalan
şunları anlatıyordu; 'Pilot denilen kişi 'ev tutalım, gazete çıkarabilirsin, buzdolabı, apartman katı benden' diyordu.
Gazetenin çıkarılması için ev satıp o zamanın parasıyla iki yüz binini vereceğini söylüyordu. Biz de kabul ediyor
gözüküyorduk. Durumunu zamanında değerlendirdik. Bunlar önemli! Saman altından su götürür gibi siyaset
yapmaya benzer. Sözüm ona öyle bağlılık gösterisi yapıyor ki 'sen söyle ben parende atarım, üçüncü kattan atlarım
vb' diyordu. Bir gün kan ter içinde geldi, bir subayı nasıl feci bir şekilde dövdüğünü, o subayın ses bile
çıkaramadığını anlattı. Bununla ne kadar etkili ve ne kadar hakim olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Yani bir
anlamda bu güçle bizi teslim almaya çalışıyordu. Ufak bir politik hata bile o zaman için çok şeyin yitirilmesine
yeterliydi. Yanımdan uzaklaş deseydim, kovsaydım bu bir hata olurdu. Oysa biz uzaklaştırmadık, kovmadık, ama
ondan da beterin beterini başına getirdik. 1976'nın sonunda Evinde toplantı yaptık. Bu olur mu diyenler var, evet
olur! Diğer tedbirimiz ise tek bir yazılı belgemizin olmamasıydı. En kötü ihtimalle ele geçsek bile, bu durumda sizi
sadece toplantı nedeniyle yargılayabilirler. Örgütün adı yok, programı yok, bir broşür de yok! Yakalasalar uğraştırıp
bir iki ay sonra bırakacaklar. İşte bu tedbirliliktir.”

KUŞKULAR ARTIYOR

Namık Kemal Ersun etrafında şekillenen ve tarihe 3 Haziran olayı olarak geçen askeri darbe planı, 1977 yılının en
önemli olaylarından biriydi. Darbenin gerçekleşeceği günden bir iki önce polis Apocuların örgüt evi olarak
kullandıkları bazı evlere eş zamanlı baskın düzenledi. Bu baskınlar esnasında yol kesen polisler Apocu hareketin
önde gelen kadrolarından Kemal Pir'i ile tutukladılar. Evlerde yapılan aramalarda ise hiçbir örgütsel doküman ele
geçirilemedi. Fakat o evlerden birinde önemli bir toplantı yapmayı planladıklarını ve toplantıya hareketin önemli
kadroların katılmasının planlandığını söyleyen Öcalan, polis baskınından nasıl kurtulduklarını şöyle anlatıyordu;
'Kemal Pir geceleyin yarı yolda tabancayla yakalandı. Ben gecikmeli olarak Tuzluçayır'a girdim. Baktım ortalık polis
dolu, o eve gitmedim, önce birini yollayıp kontrol ettirdim, öyle kurtuldum. Karasu'nun evinde karakol kurulmuştu.
Üç-dört silahımız da vardı, ama o evde saklamamıştık. Gerçi onlar da birkaç gün sonra başka bir yerde yakalandı.
Ama o gün yakalansaydık, PKK bitiyordu. Darbe olmadı belki, ama baskın sonuç alsaydı olmadan da bitiyorduk;
darbe olsaydı zaten bitmiştik, bir şey kalmazdı.'

Öcalan'ın Tuzluçayır baskınında eve gönderdiğini söylediği kişi olayla ilgili olarak şunları anlatıyordu; 'Baskından
birkaç gün önce Pilot dört tane silahın geldiğini öğreniyor. Silahlardan birinin de kirli olduğunu öğreniyor.
Tuzluçayır'da o günlerde bir toplantının yapılacağından da haberi vardı. Fakat hangi evde olacağını tam bilmiyordu.
Onun hesabına göre silahlar ve arkadaşlar birlikte yakalanacaklardı. Tabancalardan bir tanesi Alaaddin Çakıcı'nın
akıl hocalarından Mehmet Albay'ın vurulmasında kullanılmış bir silahtı. Bu silahlar ile birlikte arkadaşlar yakalanmış
olsaydı, bir cinayetin faili olarak yargılanacaklardı. O sırada evde yakalanmayan silahlar Pilot'un takip ve ihbarıyla
birkaç gün sonra yakalandı. Bir tane silah da bir süre bizim evde kalan, daha sonra arkadaşlara telim edilen silahtı.
Pilot o günlerde evimize birkaç defa gelmişti. Silahların yakalanmasından sonra annem bile Pilot için 'bu adam
ajandır.' demeye başladı.'

'PİLOT'U O ZAMAN VURSAYDIK PKK DOĞMADAN İMHA EDİLİRDİ'

Ergenekon iddianamesiyle devletin resmi belgelerine ilk defa geçen Pilot Necati olayını, aslında Öcalan daha 1980'li
yılların başında yaptığı birçok değerlendirmede anlatmıştı. Öcalan birçok olayda Pilot Necati'nin oynadığı rolleri
örnek göstererek onun MİT'le önemli bir ilişki ve görevlendirme içinde olduğunu vurguluyordu. Yeni keşfedilmiş gibi
Ergenekon iddianamesinde sık sık vurgulanan Pilot Necati gerçekliği aslında Öcalan'ın dile getirdiklerinin çok az bir
kısmını yansıtıyor. Öcalan ve PKK 1980'lerden sonra defalarca pilot hakkında nasıl örgüte sızdırıldığı, ama örgütün
de onu nasıl etkisiz hale getirdiğini anlatan değerlendirmeler yapmıştır. Yine eski Emniyet İstihbarat Başkanı Bülent
Orakoğlu da sanki bu gerçeği kendi açığa çıkarmış gibi çarpıtmalar yaparak PKK'nin MİT tarafından kurulduğunu
bile iddia edecek düzeyde değerlendirmelerde bulunmaktadır.

Bu konuyu açığa kavuşturmak için Türkiye cephesinden eğilen ilk kişi Uğur Mumcu'ydu. Fakat araştırmalarını
tamamlayamadan faili meçhul bir olaya kurban gitti. Mumcu'nun araştırmasını tamamlayamadığı Pilot Necati
gerçekliğini Öcalan şöyle özetliyordu; 'Pilot'u biraz kullandım. Uğur Mumcu da bu konuda 'APO; Pilot bizim
gözümüzün bebeğidir, onu koruyalım demiş' diyor. Bu lafları aynen söylemedim, ama buna benzer bir yaklaşımı
geliştirdim. Çünkü Pilot'u vursaydık, o zaman PKK daha adını bile kendine takmadan imha edilirdi. Yine bu ilişkiyi
de sürdürmeseydim, yurt dışına çıkış olayını kesinlikle zor gerçekleştirirdik.'

APOCULAR ANKARADAN ÇIKIYOR

O döneme kadar Apocu hareketin Ankara'da okullarda, gençlik içerisinde, anti-faşist mücadelede edindiği deneyim
ve sınırlı bir şekilde Tuzluçayır, Mamak, Abidin paşa gibi bazı mahallelerinde yaşadığı pratiğin dışında çok fazla
tecrübesi yoktu. O güne kadar Doğu ve Güneydoğu'da çalışma yürütmemişlerdi. Sadece Öcalan'ın kısa bir fizibilite
çalışması olmuştu. Buna rağmen Öcalan Ankara'dan çıkma zamanının geldiğini düşünüyordu. PKK kurucularından
Cemil Bayık Ankara'dan çıkış süreçlerini şöyle anlatıyordu; 'Türkiye KDP'si çevreleri, hatta temsilcisi olduğunu
söyleyenler ile Önder Apo Ankara'da görüştü. Bunların görüşmelerde Önder Apo'ya „Kürdistan'a girerseniz
ayaklarınızı kırarız, ayağınızı denk alın' biçiminde tehditleri vardı, bunların da ciddiye alınması gerekiyordu.
...Kadronun fazla zorlanmaması, tutunabilmesi, KDP ve çeşitli güçlerin imha tehditleriyle karşılaşmaması ve aydın
gençlik içinden, emekçilerden yeni kadrolarla örgütlenmeyi geliştirmek için en uygun alanlar olarak; çalışma
yapılabilecek yerlerin Türkiye'ye yakın şehirler olması gerektiğini de tespit etmişti.'

Adanalı işçileri örgütlemek için Ankara'dan çıkış yapan ilk kişinin Öcalan'ın 'gizli ruhumdur' dediği ve aslen Türk
olan Haki Karer olduğunu söyleyen Bayık, 'Haki Karer arkadaşın Adana çıkışının ardından hareketin kadroları
Kürdistan'a doğru adım attılar.' diyerek Apocuların Ankara'dan çıkışını anlattı.

Tuzluçayır olayından sonra üzerindeki kuşkuları arttıran Pilot Necati, grup içinde yaşanan gelişmelerin sürekli
uzağında tutuluyordu. Artık örgüt içinden haber alma imkanları daralmıştı. Haberi olduğunda da olaylar yaşanmış
oluyordu. Ankara'dan çıkış planlarından da Pilot'un haberinin olmadığını söyleyen Bayık, kadrolar Doğu ve
Güneydoğu'da çalışmaya başladıktan sonra grubun Ankara'dan çıkış kararı aldığının farkına vardığını söyledi.

PİLOT NECATİ APO'NUN İZİNİ KAYBETTİ

Bayık, Pilot Necati'nin örgüt ile ilişkisinin 1979 yılında Öcalan'ın ve hemen peşi sıra bir grup PKK militanının
yurtdışına çıkmasından önce önemli oranda kesildiğini belirtir. Daha sonra da ilişkinin tümden koptuğunu
söylemektedir.

Ergenekon'un PKK ilgisi -2


1978 Aralık ayında gerçekleşen Maraş katliamı başta olmak üzere öncesi ve sonrası siyasi gelişmeleri değerlendiren
PKK 'Maraş katliamı üzerine bir değerlendirme' adlı broşürle bir darbenin olacağı konusunda Türk solu dahil tüm
demokratik güçleri uyarıyor.
Hazırlıkları çok önceden başlayan askeri darbenin ilk girişimi Namık Kemal Ersun tarafından 3 Haziran 1977'de
yapılmış, ama başarılamamıştı. 3 Haziran öncesinde başlayan ve 12 Eylül 1980'e kadar devam eden süreçte
yaşananlar geleceğin değerlendirilmesinde önemli olmaktadır.

ABD planı Tahran'da çıktı

1979 İran İslam Devrimi esnasında, aralarında şimdiki Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın da bulunduğu devrim
yanlısı bir gurup genç, ABD Tahran Büyükelçiliğini işgal ederek ve birçok belgeye de el koydu. Bu belgeler arasında
ABD Adana Büyükelçiliğinin -halk arasında ABD'nin Kürdistan elçiliği olarak da biliniyor- kaleme aldığı bir rapor da
bulunuyordu. 1978 yılında kaleme alınmış olan raporda, 'Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğusu'nda Marksist-Leninist
esaslarla Stalinist bir örgüt ortaya çıkmış. Son derece tehlikeli bir örgüttür. Buna karşı tedbir alınmalıdır' deniliyordu.

Sovyet tehdidi karşısında ABD'nin uç karakolu rolü oynayan Türkiye'de böylesi bir tehlikenin oluşmaya başlaması
ABD'yi çok yakinen ilgilendiriyordu. Üstelik 1952'de Türk ordusu içinde ama hükümetlerden gizli bir şekilde (1974
Kıbrıs Harekatı döneminde Türkiye-ABD ilişkileri gerilince dönemin başbakanı B. Ecevit Türk hükümetleri adına ilk
defa böylesi bir oluşumdan haberdar oldu) kurulan Özel Harp Dairesi 70'li yılların sonlarında hala fiili olarak ABD'nin
ve ABD yanlısı subayların denetimindeydi.

Apoculara yönelim başladı

Öcalan'ın sağ kolu Haki Karer 18 Mayıs 1977'de Antep'te Beş Parçacılar ya Sterka Sor denilen bir grup tarafından
Antep'in Düztepe mahallesinde bir kahvehanede uğradığı silahlı saldırı sonucunda yaşamını yitirdi. 8 Nisan 1977'de
Dersim'de Halkın Kurtuluşu (HK) grubu tarafından öldürülen Aydın Gül'den sonra silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren
ikinci kişi Karer'di. Cinayetin dikkat çeken yanı ise Karer'in Apocu hareket içinde çok önemli bir önder kadro olmasıydı.

Cinayetin ardından olay mahallinde HK üyesi bir kişinin kimliği bulundu. Fakat bunun Aydın Gül cinayetinden dolayı
dikkatleri HK üzerine çekmek için yapılmış bir aldatmaca olduğu çok kısa süre sonra anlaşıldı. Saldırının, aralarında
Alaaddin Kapan'ında bulunduğu, Sterka Sor adlı örgüte ait bir grup tarafından yapıldığı ortaya çıktı.
Kapan Taksim'de miydi?

1 Mayıs 77 Taksim katliamından sonra Uğur Mumcu'nun Cumhuriyet gazetesinde 'Kim bu Alaaddin?' başlıklı bir
makalesi yayınlandı. Makalede, gösterilerin yapıldığı Taksim meydanının hemen kenarında Renault marka beyaz bir
taksinin durduğu ve provokasyonun o araçtan başlatıldığını dile getiriliyordu. Araçta oturan kişinin Alaaddin olduğunu
söyleyen Mumcu 'Kim bu Alaaddin?' diyordu. Aynı yazıda araçta ikinci bir kişinin de oturduğunu dile getiren Mumcu,
'Kim bu dişi Bond?' diye başka bir soru soruyordu. Bu kişinin Alaaddin Kapan olduğu çeşitli çevrelerce söylenmektedir.

Alaaddin 'Kapan'a düştü

Haki Karer cinayetinde yer alan bir kişi, olaydan hemen sonra itiraf edince, Apocular Alaaddin Kapan'ın ve Sterka Sor
adlı örgütün peşine takıldılar. Kısa bir takipten sonra İskenderun'da kıstırılan Kapan ve yanındakiler vuruldu. Olayda
Kapan öldü, yanında bulunan eşi yaralı kurtuldu. Alaaddin'in 12 Mart'tan sonra ajanlaştırıldığı ve ilişkilendiği kadının
da ajan olduğu daha sonra sol kesimler için birçok çevre tarafından dile getirilmiştir. Bu olaydan sonra Uğur
Mumcu'nun araştırdığı 'Dişi Bond'un Kapan'ın sivil polis olan eşi olduğu biçiminde değerlendirmeler de yapıldı.

Plan devam ediyor; Tekoşin

Haki Karer cinayetiyle ilgili yürüttükleri soruşturmada, gruptan bazılarının Alaaddin Kapan'ın bu cinayetine araç
olduklarının ortaya çıktığını söyleyen Cemil Bayık, Apocuları ezmeye yönelik başlatılan bu ilk saldırıların uzantılarına
ilişkin şunları söyledi; 'Haki Karer yoldaşın şahadetinde içimizde olup da Sterka Sor'la işbirliği yaparak yer alanlar,
Alaaddin Kapan'ın vurulmasından sonra, bu sefer de Tekoşin grubuyla birlikte bir darbe gerçekleştirmeye çalıştılar.
Bunlar hareketin bütün değerlerine el koymak istediler. Bütün kadro ve taraftarları baskıyla sindirmeyi hedeflediler.
Kendine Tekoşin adı veren bu ajan grup, Antep'te geliştirdiği darbede başarılı olduğunu sanarak, bunu hızla başka
alanlara taşırmak, önder kadroları da tasfiye ederek, hareketin geriye kalanlarını da sindirip tüm kitlesi ve değerleriyle
kontrolü altına almak istiyordu.'

Öcalan'a Türkiye'de çok ciddi gelişmelerin olacağı mesajını veren bir diğer önemli olay ise 78'nin Aralık ayında
yaşanan Maraş Katliamıydı.

Öcalan karargahıyla Diyarbakır'da

Tuzluçayır baskını ve Haki Karer'in öldürülmesi ardından devletin kendilerine yönelmeye başladığını fark eden Öcalan,
gizliliğe çekilme kararı alır. O zamana kadar Apocu kadrolar da Kürdistan'ın birçok yerinde faaliyetlere başlamışlar ve
belli bir sempatizan kitlesi yaratmayı başarmışlardı. Hem artan baskılar karşısında gizliliğe çekilmek hem de
genişleyen hareketin karargahını bu alanların merkezine taşımak düşüncesiyle Öcalan karargahını Ankara'dan
Diyarbakır'a taşıdı. Diyarbakır'ın Ofis semtinde tutulan bir eve yerleşen Öcalan, PKK'nin kuruluş hazırlıklarını burada
yaptı.

27 Kasım 1978'de 22 kişinin biraraya geldiği Diyarbakır'ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde Kürdistan İşçi Partisi (PKK)'nin
kuruluşuna karar verildi. Bu toplantı tarihe de PKK'nin I. Kongresi diye geçti. Fakat Apocuların PKK adı altında
partileştikleri uzun süre kamuoyuna ilan edilmedi. Resmi ilan Siverek'te Celal Bucak'a 30 Temmuz 1979'da yapılan
eylem günü dağıtılan bildiriyle yapıldı.

Darbenin ayak sesleri

78 yılının sonlarında çok önemli başka bir olay 23-25 Aralık tarihleri arasında Maraş'ta yaşandı. Ülkü Ocakları, Maraş
dışından da getirdikleri faşistlerle Sol ve Alevi Kürt kesimler üzerine saldırdılar. Ülkücü gençlerin, güvenlik güçlerinin
de desteğini alarak gerçekleştirdiği saldırılarda yüzlerce insan yaşamını yitirdi. Maraş Katliamı olarak anılan bu
olaydan hemen sonra (79 başında) 7 ilde sıkıyönetim ilan edildi.

77'de başarısız kalan ve A. Türkeş'in de desteklediği Namık Kemal Ersun darbe girişimi, 1 Mayıs'ta Taksim'de başlayan
ve Maraş, Malatya ve Çorum'da ülkücü denen grupların yaptıkları katliamlar, buna rağmen güvenlik güçlerinin sol
hareketlere karşı yönelimlerini arttırmaya başlaması ve sıkıyönetimin ilanı Öcalan'da Türkiye'nin yeni bir askeri
darbeye hazırlandığı hissini yarattı.
Öcalan, Maraş katliamından hemen sonra 'Maraş Katliamı Üzerine Bir değerlendirme' başlığı altında kaleme aldığı
değerlendirmesinde, 'Türkiye hızla yeni bir darbe dönemine giriyor' diyerek Kürdistan'da gelişecek olan bir
mücadeleye Türk devletinin nasıl bir tepki verebileceğini darbeden bir buçuk yıl öncesinde öngörmüştü. Bu
değerlendirmede; Türkiye'de faşist bir darbenin adım adım geliştirildiğini, buna karşı tüm sosyalist, demokratik,
yurtsever güçlerin ittifak yaparak bir direnişi örgütlemeleri gerektiğini, aksi taktirde ezileceklerine dikkat çekilmişti.
Bu değerlendirmeden de anlaşıldığı üzere Türkiye'deki siyasal yapı tarihsel olarak irdelenmiş 12 mart darbesinden de
dersler çıkarılmıştı.

Elazığ tutuklamaları

Sıkıyönetim'in ilk uygulamaları Elazığ'da başladı. PKK'lilere karşı Mayıs 1979'da düzenlenen operasyonda, PKK'nin
Elazığ'daki hemen hemen bütün kadroları tutuklandı. Bunlar arasında PKK'nin merkez komite üyesi Şahin Dönmez de
vardı. Polis sorgusunda Dönmez hiçbir direniş göstermeden çözülünce, devlet ilk defa PKK diye bir partinin
kurulduğundan, faaliyetlerinden ve kadrolarından haberdar oldu. Fakat emniyetin 1980 öncesi kendi içinde ağır
işleyen mekanizması, Elazığ emniyetinin Diyarbakır'da yapılmasını istediği operasyonu geciktirdi. Bu arada Şahin
Dönmez'in çözüldüğü bilgisi PKK kadrolarına ulaştı. Polis operasyon başlattığı zaman, Öcalan'ın Diyarbakır'daki evi de
dahil olmak üzere baskın yaptığı örgüt evlerinde kimseyi bulamadı. Elazığ tutuklamaları Öcalan'a farklı sinyaller
vermeye devam etti.

Urfa toplantısı

Öcalan'ın izine bundan sonra Urfa civarlarında rastlandı. Yaşananlardan sonra tehlikenin artık kapıda olduğunu
hissettiklerini söyleyen Cemil Bayık, Urfa'da yaptıkları toplantıda ulaştıkları sonuçlara ilişkin şunları anlattı; 'Önderlik
Urfa'da yapılan toplantıda -ki bu yürütme toplantısıydı- işlerin ciddi bir noktaya geldiğini, örgütün ciddi sorunlar
yaşadığını, bu durumuyla daha fazla işleri ilerletemeyeceğini, ısrar edilirse daha tehlikeli durumların yaşanabileceğini,
bunu gidermenin koşullarının ve olanaklarının ülke içinde pek görülmediğini, bunun için yurtdışı kanalının mutlaka
açılması ve hareketin nefes borusunun yaratılması gerektiğini, ortaya çıkan örgütsel sorunların yurtdışında olanak
yaratılarak çözülebileceğini, aksi taktirde bir yenilgiyle karşılaşabileceğimizi dile getirdi.'

Öcalan, Haziran 1979'da Suriye sınırını sınırları bilen ve sınırın ötesinde akrabaları olan Suruçlu Ethem Akçam'la
birlikte kaçak yollarla geçerek Türkiye'yi terk etti.

Darbe öncesi son durum

Filistinli örgütler ile Öcalan yaptığı görüşmelerde kadrolarının bir bölümünü onların kamplarında eğitebilme imkanı
buldu. Filistinlilerden aldığı sözden sonra Öcalan'ın kendisine gönderdiği talimatta 250 kişiyi Suriye'ye göndermesini
istediğini söyleyen Bayık, devamla şunları anlattı; 'Önder Apo'nun istediği 250 arkadaşın gönderilmesi halinde, bu
(Türkiye'de) çalışmaların yapılamayacağı düşüncesinden hareket ederek bu kadar sayıda arkadaşın
gönderilemeyeceği sonucuna vardık. Bu şekilde Önderliğin ilettiği talimatın gereklilikleri tam yerine getirilemedi.

Bu arada yakalanan belgeler; onlara (devlete), hiç de beklemedikleri bir gelişmeyle karşı karşıya olduklarını
gösteriyordu. PKK yurtdışı kanalını açmış, kadrolarını yurtdışına çıkararak eğitmiş ve hazırladığı kadroları tekrar
gönderiyordu. Bu bilgiler düşman için çok önemliydi. Mutlaka bunun da önlemini almaları gerekiyordu. Aksi taktirde
PKK'yi ezemeyebilir ve hedeflerine ulaşmayabilirlerdi. Hazırlanan darbenin asıl amacı da PKK'yi ezmekti.'

Kemal, Hayri, Mazlum tutuklanıyor

ABD destekli askeri darbe planı 12 Eylül 1980'de hayata geçirildiğinde, PKK kadrolarının önemli bir bölümünü
yurtdışına çıkarmayı başarmıştı. Ülkede faaliyetlerini sürdüren kadrolarının ise önemli bir kesimi tutuklandı.
Tutuklananlar arasında Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş ve Mazlum Doğan gibi PKK'nin üst düzey yöneticileri de
vardı. Darbenin ağır yönelimlerine rağmen Öcalan, örgüt olarak gördükleri zararı '12 Eylül saçlarımızı sıyırarak geçti'
şeklinde yorumlamıştı.

Askeri cunta dönemi Türkiye'de olduğu gibi PKK'yi de yeni bir dönemin içerisine girmeye zorladı.
Ergenekon'un PKK ilgisi -3
Yaklaşık otuz beş yıllık PKK tarihinde istihbarat örgütlerinin sızdırdığı birçok ajan açığa çıkarıldı. Bunların devlete veya
devletlere sağladığı faydalar ve PKK'ye verdiği zararlar sürekli tartışıldı. Hatta PKK içinde faaliyet yürüttüğü ve kim için
çalıştığı tespit edilen sızmalarda farklı güçler tarafından 'PKK'nin şu güçle ya da şu devletle ilişkisi var' diye
yorumlayanlar da oldu. Pilot Necati için Ergenekon iddianamesinde dile getirilenler bunun en somut ifadelerinden
birisi.

Fakat bazı olaylar, dönemler ve kişiler vardır ki, bunlardan Kürt halkı, PKK hatta Türk halkı ve Türk devleti bile çok
olumsuz etkilendi. Bu dönemlerden en önemlisi 1987 ile 1989 yılları arasında yaşandı. PKK içinde meydana gelen ama
en fazla PKK ve Kürt halkına zarar veren bu dönemi PKK lideri Abdullah Öcalan yüzlerce kez dile getirdi, failleri
sorgulandı ve halktan özür diledi. Eylemleri halka zarar verdiği için PKK tarafından yargılanmak istenirken kaçanlar ise
Türkiye'ye sığındı.

PKK'ye karşı onlarca yıl savaşmış ve bu savaşı yürütmek için birçok kirli oyuna başvurmuş generallerin yönettiği
Ergenekon örgütünün PKK ile ilişkisi kurulmaya çalışılırken, eylem ve faaliyetlerinden dolayı PKK içinde en fazla
eleştirilen ve bu faaliyetlerinden dolayı yargılanırken kaçan, Şemdin Sakık gibilerinin ifadelerine başvuruluyor. Bu
ifadelerden yola çıkılarak PKK soruşturulup, sorgulanmaya çalışılıyor. Böylece PKK üzerinde kuşku uyandırılmak
isteniyor. On yıllardır esas görevi PKK'yi tasfiye etmek için her türlü kirli savaş yöntemini kullanan Ergenekon'un PKK
ile ilişkilendirilmesinin özellikle PKK'nin eleştirdiği kişi ve eylemler üzerinden yapılması dikkat çekicidir.

PKK tarihinde önemli gelişmelerin de yaşandığı bu dönemi kısaca gözden geçirmek gerekirse:

Ülkeye dönüş yolunda

Türkiye'de askeri cuntanın hükmü sürerken PKK militanları Filistinli örgütlerin yanında gerillacılık üzerine eğitim
görüyor ve ülkeye dönmenin hazırlık ve planlarını yapıyorlardı. Fakat 12 Eylül'ün yarattığı ürkeklik bazı PKK
militanlarının içinde de gözleniyor, içlerinden bazıları birçok sol örgütü gibi ülke yerine Avrupa'ya çıkıp mültecileşmeyi
dayatıyordu. 12 Eylül'den önce kadrolarını Lübnan'a çekmekte zorlanan Öcalan'ın bu sefer de ülkeye geri
göndermede önüne bu yönlü engeller koymak isteyenler çıkıyordu.

İsrail'in 1982'deki Lübnan saldırısı sırasında PKK Filistinli güçlerin yanında yer aldı. Bu savaşta 13 PKK militanı yaşamını
yitirdi, 15'i de İsrail'in eline esir düştü. Bu durum PKK için büyük bedel anlamına gelse de, İsrail savaşı önemli bir
tecrübeydi.

İsrail Lübnan'dan çekildikten kısa bir süre sonra Bekaa vadisinde PKK II. Kongresini yaptı. Bu kongreden çıkan temel
karar 'ülkeye dönüş' kararı ve kararlılığıydı.

12 Eylül darbesi ile tutuklanıp, hapsedilen yüzlerce PKK militanı ise maruz kaldıkları uygulamalar karşısında, 1982 ile
birlikte, Diyarbakır zindanı başta olmak üzere birçok yerde direnişe kalktılar. PKK bu direnişlerde Mazlum Doğan, M.
Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ferhat Kurtay, Akif Yılmaz gibi onlarca öncü kadrosunu yitirdi. Diyarbakır zindanlarındaki
uygulamalara karşı gösterilen büyük direniş PKK'nin Bekaa'daki militanlarının ülkeye dönüşünü hızlandırmış ve 15
Ağustos 1984 Eruh-Şemdinli baskınının geliştirilmesine neden oldu.

Eruh ve Şemdinli'de başlayan gerilla eylemlilikleri hızla Kürdistan'ın her tarafına yayılmaya başladı. Bunun karşısında
Türk devleti savaşın tırmandığı 11 ilde Temmuz 1987'de Olağanüstü Hal (OHAL) ilan etti ve Köy Koruculuğu sistemini
geliştirdi.

Zorunlu askerlik uygulaması tepki yarattı

PKK 1986 yılında yaptığı III. Kongrede geçmiş pratiğini değerlendirdi. Sonuçta kongre öncesi gerilla pratiği ve örgüt
yaklaşımı küçük-burjuva ve ortayolcu eğilimler olarak değerlendirilip mahkum edildi. Alınan en önemli karar ise askeri
kanun ile gençlerin gerillaya katılması ve gerilla ordusunun büyütülmesiydi.
PKK gerillalarının 1987-1989 arası dönemde Köy Korucularına uyguladıkları baskılar ve askeri kanun adı altında birçok
genci zorla gerilla saflarına getirilmeleri bölgede birçok rahatsızlığın doğmasına neden oldu. Bazı yerlerde PKK
karşıtlığının ortaya çıkmasına ve Köy Koruculuğunun yaygınlaşmasına neden olan bu durum, PKK içerisinde de 87
yılından başlayarak soruşturma nedeni oldu. Öcalan 11 Kasım 1997'de yaptığı değerlendirmede bu döneme ilişkin
şunları dile getiriyordu; 'Başta ideolojik doğuşta taşınan reel sosyalizm ve düzen alışkanlıkları, bu yeni gelişme
döneminde adeta maskesini atarak gerçek yüzüyle kendini göstermeye başladı. Sınırlı özümlenen ideoloji bir tarafa
bırakıldı. Geleneksel kimlik, ele geçirdiği silah ve yetki fırsatçılığıyla adeta Nemrut türü bir kişiliğe büründü. Pusuda
yatan feodal yanı ağır basan kişilikler, hareket alanında etkili olan ilkel milliyetçi eğilimden de güç alarak, kendilerini
alabildiğine hakim kılma sevdasına kapıldılar. Hareketin Önderlik çalışmaları ve inanılması güç bir emeğin ürünü olan
kazanımları üzerine tam bir feodal gaspçı gibi yükleniyorlardı.'

Çetelerin hakimiyetinde iki yıl

Birçok yerde PKK aleyhine kullanılmasına rağmen Öcalan hiçbir zaman 1987-89 arasında yaşananları görmezlikten
gelmedi. Bu dönemi PKK adına kara bir dönem olarak tanımlayan Öcalan, o döneme ilişkin 1997'de şunları
söylüyordu; 'Bir Hogırlaşma rüzgarı vardı; çoluk çocuk demeden, hiç de Partimizin geleneğinde olmayan, hiçbir
kararının olmadığı suçsuz bir sürü insanın öldürülmesi. Ben kaygılanmıştım, önce 'olmaz' demiştim. 'Bunu
kontrgerillacılar yapıyor' demiştim. Sonra bir baktım ki, bizim birlikler tarafından yapılmış. Bunun manevi
sorumluluğunun altından kalkmak için büyük bir azap içindeydim ve düzeltmek için de büyük bir çabaya girişmiştik.
Ama bu yöntem bırakılmadı, kendilerine ekmek, su verenleri bile katletmişler. Hatta oldukça hizmete yatkın, bu Jirki
aşiretinden tutalım - ki şu anda en olumsuz aşiret- diğerlerine kadar. Sırf 'beyim sana şunu getirmedim, ama şunu
getirdim, sana şöyle yararlı olmadım ama böyle yararlı oldum', yani yararlılıkta bile insanların yarıştığı bir dönemi
bunlar suçlamak için yeterli görüyorlar ve vuruyorlar. 12 yaşındaki çocukları kaçırıyorlar, hiçbir askerlik yasasında bu
yoktur. Onları kaçırırken, dalga dalga gelen üniversite gençliği başta olmak üzere birçok kişiyi 'metropol çocuğu' adı
altında cezalandırıyorlar.'

Kör Cemal, Metin, Hogır ve Şemdin

Öcalan'ın dörtlü çete diye tanımladığı Halil Kaya (Kör Cemal), Şahin Baliç (Metin), Cemil Işık (Hogır) ve Şemdin Sakık
(Zeki)'nin öncülük ettiği bu dönemde PKK içinde komploculuğun geliştiğine dikkat çekiyordu. Öcalan bu döneme
ilişkin şunları dile getiriyordu; 'Bunların harekete özde ve dürüstçe bağlı olan sınırlı kadro yapısının geri kalanlarını da
feodal komploculukla ortadan kaldırmayı planlı bir eylem haline getirdikleri çok geç anlaşılacaktı. Dörtlü çete diye
tabir edilen eğilimin, hareketin dürüst kadro sembolü olan Agit'in (Mahsum Korkmaz) şehit olmasından beri, henüz
tam aydınlatılamayan karanlık çabalar içinde olduğu anlaşılıyordu. 1987-'88 yılları arasında bu çetenin pratiğe
damgasını vurduğu bir dönemin yaşandığı doğruluk kazanıyor. Başlangıçta inanılması bile güç ve 'ancak çeteler
yapabilir' denilen bir eylemcilik yapılıyordu. Hareketin ideolojik, moral, kural, sorumluluk ve dürüstlük ölçüleri
tamamen bir tarafa bırakıldı. Hiçbir savaş kuralında olmayan, kimin yaptığı belirsiz olan bir tutum, bir hastalık gibi
gerilla gücüne bulaştırılıyordu. Açığa çıkmasın diye, çatışma süsü verilerek dürüst kadroların öldürülmesine kadar
gidilebiliyordu.'

Taxtereş Konferansı

Öcalan, 1987-89 yılları arasında PKK adına yapılanların PKK çizgisi ile alakasının olmadığını, hatta kendi militanlarının
bu dönemde yaşanan eylemeleri yapamayacağını düşünüyordu. Türkiye basınında ise bu eylemler sürekli işleniyor,
eylemlerin anti-propagandasını daha fazla yapabilmek için Cemil Işık (Hogır) ve Kör Cemal (Halil Kaya) örgüt içinde
çok fazla öne çıkarılıyordu.

PKK bu dönem pratiklerinin değerlendirilmesi ihtiyacı duyarak, ülke sınırları içinde de ilk defa, bir konferans yapma
gereği duydu. 1989 yılında Şırnak kırsallarındaki Taxtereş alanında yapılan konferansa Öcalan katılmadı, sadece yazılı
perspektif sundu. Nizamettin Taş ve Halil Ataç'ın idare ettikleri konferansın sonucunda Cemil Işık'ın pratiği başarılı
bulunarak ödüllendirildi. Konferans sonuçları Öcalan'a iletildiğinde, Öcalan PKK kadrolarının yaptığı bir toplantıyı ilk
defa reddetti ve iki yıllık pratiğin doğru değerlendirilmediğini belirtti. Öcalan'ın bu değerlendirmesinden çok kısa bir
süre sonra Cemil Işık örgütten kaçtı.
Hasan Bindal suikastı

Ocak 1990'da, Bekaa kampında Hasan Bindal vuruldu. İlk başlarda bunun bir kaza olduğu söylendi. Kazayı yapan ise
PKK'nin üst düzey yöneticilerinden ve keskin nişancı bir isim; Şahin Baliç (Metin). Hasan Bindal ise hem Öcalan'ın
çocukluk arkadaşı hem de Lübnan ve Suriye alanında Öcalan adına siyasal ve diplomatik birçok faaliyeti yürüten isim.

28 Mart 1986'da bir çatışmada vurulduğu söylenen Mahsum Korkmaz (Agit) olayı Öcalan'ın kafasında birçok soru
işareti uyandırmıştı. Mahsum Korkmaz Öcalan'ın askeri alanda en fazla güvendiği kişiydi. Hasan Bindal ise
dürüstlüğünden ve bağlılığından hiç kuşkulanmadığı kişi. Bindal olayı ile kuşkuları artan Öcalan, suikaste dair yaptığı
araştırmaların sonuçlarını şöyle açıklıyordu; 'Ben bu olayı araştırdım. Çok ilginç, özel bir suikast yöntemiydi. Ustaca bir
vurma var. Çok gelişmiş bir suikast biçimi olduğunu anlamıştım. Tek bir kurşunla vurulmuştu, o kurşun vücuda
girdiğinde patlatıyordu. O zaman ben çok düşündüm. Onu niye hedef almışlardı? Anladım ki güya benim yerimi alacak
kişi olarak değerlendirmişler. Hasan Bindal, yakınımdaki tek kişi, köylüm olduğundan dolayı, benim olası imham
halinde, bunları bilebilecek, ortaya çıkarabilecek şahit kimse kalmasın diye.'

Bindal suikastının bir deneme olduğuna vurgu yapan Öcalan, tedbir alınmasaydı sıranın kendisinde olduğuna dikkat
çekiyordu.

Kimdi bunlar?

Textareş konferansında Cemil Işık (Hogır)'ın olumlanan 1987-89 pratiği, PKK'nin halk ve eylem anlayışına ters,
kontravari pratik diye Öcalan tarafından reddedilince, Hogır soruşturmaya alınma korkusuyla örgütten kaçtı. Öcalan
Hogır'ın PKK adına yaptığı uygulamaların PKK'ye hizmet etmediğini net bir şekilde dile getirse de, Hogır'ın ve onunla
birlikte hareket edenlerin birer sızma (subjektif ajan) olup olmadığı konusunda net değildi. Fakat birçok masum
insana kıymaktan ve halka zarar vermekten dolayı yakalanıp, yargılanması gerektiğini düşünüyordu.

PKK'nin yargılamak için aradığı Hogır'ın izine 1992'den sonra Türkiye'de rastlandı. 80'li yılların sonlarında köy basmak,
adam kaçırmak ve sivil insanları öldürmekten dolayı ismi gazete manşetlerinden inmeyen Hogır'ın JİTEM ile işbirliği
içinde olduğu, JİTEM'ci Abdulkadir Aygan'ın itiraflarından anlaşıldı. Cem Ersever, Ali Ozansoy, Başçavuş Mazhar ve
kendisinin Hogır'ı gidip Zaxo'dan aldıklarını ve Diyarbakır'daki JİTEM karargahına götürdüklerini söyleyen Aygan,
Hogır'ın Musa Anter cinayetinde de aktif rol aldığına dikkat çekiyordu.

Ergenekon'un PKK ilgisi -4


Türk devleti Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ı tasfiye etmek için 1990'nın başlarında iki koldan çalıştı. Tasfiye
planlarından birisi Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Teşkilatı (JİTEM) komutanı Binbaşı Ahmet Cem Ersever'in
yürüttüğü ve Öcalan'ı fiziksel olarak tasfiye etmeyi hedefleyen plandı. Diğeri ise Öcalan'ı önder olarak tasfiye etmeyi
ve PKK'yi içten ele geçirmeyi hedefleyen plandı. Esas plan örgütü içten ele geçirmekti, bunun başarılamaması
durumunda Ersever ve ekibi devreye girecekti. Bunun için örgüt içinde gereken bağlantılar kurulmuş, yönlendirmeler
yapılmış ve geri sayım başlamıştı. Fakat...

Bitlis'in öldürülmesi planı açığa çıkardı

Türkiye 1993 yılında büyük bir iç çatışmaya sahne oldu. Hatta öyle bir hale gelindi ki, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve
Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in de aralarında bulunduğu birçok önemli isim bu çatışmada öldü yada
öldürüldü.

Bitlis'e yakınlığı ile bilinen JİTEM komutanı Binbaşı Ahmet Cem Ersever'de, Bitlis'in ölümünün üzerinden bir ay kadar
sonra 17 Mart 1993'te otuz arkadaşıyla birlikte görevinden istifa etti. İstifa raporunda 'Güneydoğu'da yetkili organlar
içerisinde oluşturulan bir çete, cereyan eden hadiselerin gerçek boyutlarının Türk Milleti tarafından görülmesini
engellemektedir' diyor ve yaşanan gerçekleri ve PKK ile mücadelenin eksikliklerini kamuoyuna duyurmaya çalışacağını
açıklıyordu.

Ersever bu konuda Aydınlık gazetesine anlattıklarıyla ilgili olarak mahkemeye ifade vermek için 24 Ekim 1993'de
Ankara'ya gitti ve bir daha kendisinden haber alınamadı. 1 Kasım'da Ankara Çamlıdere'de sevgilisi Neval Boz'un
(Suriyeli bir Kürt yada Türkmen kadın olduğu söyleniyor) 4 Kasım 1993'de Ankara Elmadağ'da da Ersever'in cesedi
jandarma tarafından bulundu. Bu olaydan sonra Ersever'in ekip arkadaşları konuşmaya ve planları ortaya çıkarmaya
başladılar.

Suikast timi Bekaa'da hazırdı

80'li yılların sonları ve 90'lı yılların başlarında derin devletin faaliyetlerinin kilit isimlerinden biri olan Ersever'in
öldürülmesi yandaşlarını harekete geçirdi. Ersever'in açıklayacağını söylediği şeyleri arkadaşları basına sızdırmaya
başladı. Parça parça da olsa 90'lı yılların başlarındaki birçok karanlık ilişkiyi itiraf ettiler. Star Tv'ye konuşan iki yandaşı;
'Biz aslında 1990'ın başında Apo'yu kıskıvrak bağlamıştık, Apo'yu sağ mı getirelim, öldürelim mi diye yukarıdan emir
istedik, dokunmayın kontrolünüzde olsun dediler' diyerek, JİTEM'in Öcalan'ın yakınına kadar sokulduğunu,
öldürülememesinin kendilerinin başarısızlığı olmadığını ima ediyorlardı.

JİTEM'cilerin bu iddiasını Öcalan 13 Şubat 1994'teki değerlendirmesinde doğruluyordu; 'Ersever'in faaliyetleri


doğrultusunda o za¬man bize yönelik suikast timi gelmişti. Kendisiyle ölen bir kız vardı (Neval Boz'u kastederek), güya
onu benim yanıma kadar göndermiş. Yani faaliyetleri o kadar yoğundu. Herhalde suikast planı tutmadı. Çünkü biz o
zaman bazılarını açığa çıkarmıştık; 'Elimizde silahla arkandaydık, cesaret edemedik' diyorlardı.'

Etrafında bu kadar JİTEM elmanı dolaşırken kendisini vurmayışlarını planın daha büyük oluşu ile izah eden Öcalan,
planın esasının 'etrafını kuşatıp, etkisizleştirerek örgütü ele geçirmek' olduğuna dikkat çekiyordu.

Aynı bu dönemde Öcalan'ın etrafında dolaşan dikkat çekici başka bir isim ise Mehmet Cahit Şener'di.

Ersever'e 'dur' diyenler Şener'e yol verdi

Mehmet Şener tahliye olduktan sonra İstanbul'a giderken cezaevlerinde Ajan X diye de bilinen Sibetullah Batur ile
birlikte yolda yakalandı. Asker kaçağı diye hemen askere götürüldü.

Mehmet Şener askerden döndükten kısa bir süre sonra Suriye'ye Abdullah Öcalan'ın yanına gitti.

Tam da bu dönemde Hasan Bindal, Bekaa kampında vuruldu. Şener ise Suriye'de Öcalan'ın yakınında kalıyordu.
Öcalan, Şener'in Suriye'deki durumunu şu cümlelerle anlatıyordu; 'Zindanda birçok kişiyi kendisine bağlamıştı. Bu
yetmiyormuş gibi, kendisine bağladığı iki yüz kişiyle bulunduğumuz alanı ele geçirme planı yapıyor. Avrupa'daki
kitlemizi zaten fazla sorun görmüyor, geriye bir ben kalıyorum; benim için de işte bilinen planı geliştiriyorlar. Hasan
arkadaşın şahadetinden sonra biraz tedbir aldık. Uygulamayı bütünüyle direkt kendimiz geliştirdik yani tedbirimizi
kendimiz aldık. Çünkü daha sonra mevcut planı, IV. Kongre'de tamamlayarak özellikle gerillayı tasfiye ederek
reformist siyasi bir hareket haline getirmeyi amaçlayarak komployu devam ettiriyorlardı. Nitekim Şener örgütlediği
bayanlarla, 'Zehirleyelim mi, tabancayla mı halledelim' tartışmasını bile yaptırmış. Bu alandaki gençlerin çeşitli
zaaflarını kullanarak, 'İstediğiniz gibi yaşayabilirsiniz, Güney sizindir, ülkeye savaşçı göndermeye gerek yok, buranın
PKK'si tümüyle sizindir' diyor. Avrupa'dakilere, 'Avrupa sizindir, orada yer içersiniz, üzerine kurulursunuz' diyor.
Ülkedekilere de, gerilladan dışlanma ve sivilleşme yoluyla, düzenle bütünleşmeyi dayatıyor. Şener'in o diğer aile
fertleri ve küçük zibidi (kardeşi) vardı, günlük olarak beni kontrol ediyor ve anı anına buradaki Türk Solu içine girmiş
MİT'e de haber veriyordu.'

Hakkındaki iddialardan dolayı Şener ve Sarı Baran (Cihangir Hazır) gerilla güçlerince 1990'ın ortalarında tutuklandı.
Şener'in tutuklandığı bilgisi çok kısa zamanda Türkiye'de de duyuldu. Şener'in cezaevinden tahliyesini onaylayan
savcının Şener'le daha sonra da ilişkisinin olduğu yada Şener'in faaliyetleri ile ilgilendiği çeşitli kaynaklarca
söylenmişti.

Şener cezaevinde teslim alınmış

Şener, PKK kadrolarını Lübnan sahasına çektiği dönemde, faaliyetlerin sürdürülmesi için iç merkez düzeyinde
Türkiye'de bırakılan üç isimden biriydi. 12 Eylül Askeri Darbesi döneminde tutuklanıp Diyarbakır zindanına götürüldü.
Cezaevinde kendini, askeri rejimin zindanlardaki vahşi uygulamaları karşısında 1982'de yaptığı eylem ile PKK'nin
direniş sembolü haline gelen Mazlum Doğan'ın en iyi izleyicisi ilan ediyor. Buna rağmen cezaevinde hakkında çeşitli
söylentiler dolaştı. Birlikte PKK'nin cezaevleri sorumluluğunu yürüten arkadaşlarından biri Şener hakkındaki iddiaları
şöyle anlattı; '1984'ün Ocak ayında tek tip elbiseye karşı direniş başlatmıştık. O hem elbiseyi giyiyor, hem de İstiklal
Marşı'nı okuyor. Ama bunu arkadaşlara söylemiyor. Bu durumu Şehit Mahmut Tanrıkulu koğuşlardan öğrenip 35.
Koğuşa iletiyor. Şener'in bu durumu duyulunca kendisi kabul etmese de araştırmalardan sonra kadroluk statüsünü bir
yıl cephe statüsüne düşürdük. Yine bu süreçte dışarıdan annesi hakkında bazı söylentiler bize yansımıştı.'

Annesi Kör Saliha, kardeşi ve bir kadın akrabasının (cezaevinde bazılarının söylediğine göre bazı subaylarla
irtibatlıymış) ajan olabilecekleri konusunda duyum aldıklarını söyleyen PKK'nin eski cezaevi sorumlusu, kendisini bu
konuda netleşmeye götüren nedenleri şöyle izah etti; 'Bir gün babam geldi, 'oğlum bu kadına inanmayın, kendini
yaktığı söyleniyor, ama yalan söylüyor. Kendisine çok güvenmeyin dedi. Ben yine inanmak istemedim. İçimde bir
şüphe oluşmuştu, ama olamaz diyordum. Bir başka olay ise Şener ile Şükrü Gülmüş arasında yaşandı. 1987'de bir gün
toplantıdayken, Şükrü Gülmüş ile tartışmaya başladılar. Şükrü Gülmüş, Şener'e 'annen ve kardeşin ajan olduğu iddia
ediliyor, dedi. Her ikisi birbirini sevmediği için Şükrü Gülmüş'ün söylediklerine 'öfke ile söylenen sözler' gözüyle
baktık. Toplantıdan birkaç gün sonra Şükrü Gülmüş ile tek konuştum ve bunları neden söyleme ihtiyacını duyduğunu
sordum. Bunları kendisine eşinin aktardığını söyledi. Şükrü'ye çok fazla güvenmiyorduk ama eşi çok iyi bir insandı.
Dindar bir kadındı, o söylemiş deyince inandım. Diğer bir kuşku da kardeşinin erken tahliye olasıydı. Kendisi de
inandırıcı olmayan gerekçelerle tahliye edilmiştir.'

Şener, Sarı Baran ve Mustafa Pusat

Şener ve Sarı Baran tutuklu bulundukları Haftanin'de Faik kod isimli Abdurrahman Kayıkçı'nın yardımıyla kaçtı.

Öcalan'ın 'buradaki Türk solu içine girmiş MİT' diyerek kastettiği, PKK'nin yanında eğitim görme adına Bekaa kampına
kadar gelen, Mustafa Pusat'ın öncülüğündeki Devrimci Kurtuluş adlı partinin bazı üyeleriydi. Şener ve Sarı Baran
örgütten kaçıp, PKK Vejin'i kurunca Mustafa Pusat ve birlikte olduğu grup da İstanbul'a döndü ve PKK Vejin adına
İstanbul'da faaliyet yürütmeye başladılar. Kısa bir süre sonra M. Şener ve Mustafa Pusat vurulunca, PKK Vejin ismi
doğmadan öldü.

Çökertme planının gerilladaki kolu, Terzi Cemal

1990'lı yılların başlarında farklı bir koldan gelişen ve PKK'yi içten zayıflatan farklı bir çaba ise Öcalan'ın 'içimizde en
uzun süre kalmayı başaran ajan provokatif kişilik' diye tarif ettiği Ali Ömürcan'ın (Terzi Cemal) pratiğinde görüldü. Bu
dönemde Maraş kitlesi içinde ismi bilinen Terzi Cemal pratiği ise daha çok 'ajandır' iddiasıyla PKK kadrolarını imha
etme temelinde gelişti. Terzi Cemal'in uygulamalarının 90'lı yılların başlarındaki PKK'yi çökertme planlarıyla ne kadar
bağlantılı olduğu tam tespit edilemedi, ama hem M. Şener'in Suriye'deki faaliyetleriyle, hem de Ersever'in adamlarını
Öcalan'ın yakınına kadar sokulduğu bir dönemde gerilla cephesinde böylesi bir pratiğin yaşanıyor olması dikkat
çekiciydi.

Öcalan 1993'te yaptığı değerlendirmede Terzi Cemal pratiğinde yaşananları şöyle izah ediyordu; 'Hiçbir Parti
Merkezi'ne haber vermeden, tek başına, hem de işkence ile en değerli partilileri, hiçbir gerekçe, hiçbir kanıt olmadan,
yalana dayalı bilgilendirme ve işkenceye dayalı ifadelerle ölümle cezalandır ve bir de bize hiçbir haber vermiyor. Şimdi
bu nasıl izah edilecek? Ne bir belge, ne sağlıklı itiraf var, işkenceyle paramparça edilmişler ve hepsi; 'Yaşasın Parti,
Parti Önderliği' diyerek şehit düşmüşler.'

Terzi Cemal onlarca kadroyu kasten öldürmek ve öldürtmekten 93 yılında yargılandı.

Ersever'in adamları da açığa çıktı

90'lı yılların başlarında Öcalan bir grup ajan sızmasını Bekaa'da yakaladıklarını açıkladı. Bu açıklama ile Ersever'in
adamlarının bir kısmının yakalandığı, geri kalanlarının da tespit edildiği veya edileceği anlaşıldı. Abdulkadir Aygan'ın
da aralarında bulunduğu (Öcalan İmralı'dan yaptığı açıklamalarda Aygan'ın da o dönem Bekaa'da olduğunu söylüyor)
bu grup oradan hemen uzaklaştırıldı. Böylece tasfiye planının ikinci ayağından da sonuç alınamadı. Bundan sonra
1993 yılı Türkiye'sindeki bilinen iç tasfiye dönemi başladı.
Ömürcan, Arslan, Çetiner

Ali Ömürcan (Terzi Cemal), Bozan Arslan, Cafer (Ali Çetiner)'in de içinde olduğu altı kişilik bir grup 1976 civarlarında
Halkın Kurtuluşu'ndan ayrılarak PKK'ye katıldı. Bozan Arslan, 1977'de Haki Karer'in katledilmesinde PKK içinde
Alaaddin Kapan'a yardım eden grubun içinde yer aldı. Ali Çetiner ise PKK aleyhine başlatılan Duesseldorf davasının
sürdürülmesinde Alman devletine yardım etti. 1990'lı yıllara kadar PKK içinde bir tek Ali Ömürcan kaldı. Ömürcan, 12
Eylül'den önce PKK'nin Antep'teki sorumlulardan olduğu dönemde Urfa ve Nizip'te polis tarafından iki sefer gözaltına
alınmasına rağmen tutuklanmayıp bırakıldı.

Pusat'ın yeğeni anlatıyor

Mustafa Pusat'ın yeğeni Ayhan'ın Bursa cezaevindeki PKK sorumlusuna (90'lı yılların başında) anlattıkları:

'İstanbul'a gidince Aydınlıkçılar ile ilişkilenmişler. Perinçek yayınlarının basımında kendilerine yardımcı olunacağı
sözünü vermiş. Tam hatırlayamadığın bir nedenden dolayı bu dönemde polis bunların bulunduğu eve baskın yapıyor.
Baskında polis Pusat'ın iki yeğenini (bunlardan birinin ismi Ayhan), Abdurrahman Kayıkçı (Faik) ve Faysal Kut (Agit ê
Qaso)'yu birlikte yakalıyor. Polis sorgusuna götürülürken, bunları birbirinden ayırıyorlar. Ayhan ve kardeşini Bursa
cezaevine, yanımıza getirdiler. Başta Ayhan'la kardeşi örgütten kaçtıkları için bizden korkuyorlardı. Sonradan açıldı,
olayı anlattı. Faik ve Agit ê Qaso'nun polis sorgusunda kaybedildiklerini düşünüyorlardı. Fakat Ayhan'ın bu
anlatımlarının üzerinden çok fazla zaman geçmemişti ki, bir gün Faik'i Güneri Civaoğlu'nun televizyondaki
programında gördük. Agit ê Qaso'ysa direkt Mardin'e dönmüştü ki, arkadaşlar 93'te onu orada yakalayıp,
cezalandırdılar.'

Ergenekon'un PKK ilgisi -5


PKK ve Türkiye tarihi açısından 1993 farklı bir dönemin başlangıcını ifade ediyor. Kürt sorununun demokratik, barışçıl
yöntemlerle çözülmesi için PKK'nin beş sefer tek taraflı ilan ettiği ateşkeslerin başlangıç tarihi. Bu ateşkesler sadece
PKK'nin istemi ve çabasıyla gelişen süreçler miydi, yoksa Türkiye cephesinden de istem ve çabalar oldu mu? Bunlar
uzun süredir yazılıp, çiziliyor.

1993 ve 1995 ateşkesinin bozulmasına Bingöl'de 33 askerin öldürülmesi ve Güçlükonak katliamı gerekçe olarak
gösterilmektedir.

Fakat Kürt sorununu demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi için geliştirilen bütün tek taraflı ateşkeslerin altına
kayıtsız-şartsız imza atan PKK'nin, 'Ergenekon iddianamesine dile getirilmeye çalışıldığı gibi' bu ateşkes süreçlerinin
bazılarının bitimine neden olarak gösterilen 33 asker olayı ve Güçlükonak katliamıyla ne tür bir ilişkisi olabilir? Bu
sorunun aydınlatılabilmesi için de bu ikisi başta olmak üzere tüm bu ateşkes süreçlerinden Türk devletinin, kendi
içindeki karmaşık ve çapraşık ilişkilerinin, nasıl etkilendiğini araştırmak gerekecektir.

Yeni bir döneme doğru

Lübnan'ın Bar Elias kasabasında bir basın toplantısı düzenleyen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 20 Mart ile 15
Nisan tarihleri arasında ateşkes ilan edeceklerini açıkladı. Öcalan, 'Biz, ordu birlikleri üzerimize gelmedikçe ve çok
zorunlu bir meşru savunma durumuna düşmedikçe, 20 Mart'tan 15 Nisan'a kadar ateş etmeyeceğiz. *...+ gelişecek
saldırılar kesinlikle bizden kaynaklanmayacaktır. Böylelikle uluslararası, Türkiye ve Kürdistan kamuoyunun barışa
imkan sunmak biçimindeki dileğine de karşılık vermeye çalışıyoruz. Olası bir siyasi çözüme kendimizi hazır
tuttuğumuzu belirtmek istiyoruz' diyordu.

Lübnan'daki basın toplantısında göze çarpan en önemli isimler ise Öcalan'la birlikte kameraların karşısına oturan
Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) lideri Celal Talabani ve gazeteci Cengiz Çandar ve İsmet İmset'di.

Öcalan ilan ettiği tek taraflı ateşkesin gerilla cephesinden sabote edilmemesi için telsizlerden bütün gerilla güçlerine
talimat verdi. Telsizin diğer ucundaki, o zaman PKK Merkez Komitesi üyesi olan Cemil Bayık şöyle anlattı; 'Önderlik,
ordu güçlerimize üzerinize operasyonlar ile gelinmedikçe, süreci sabote edecek her türlü eylem ve tutumdan uzak
durulması talimatını kesin bir dille söyledi.'
Talabani: Özal ateşkes istedi, Demirel yarım ağızla evet dedi

Özellikle Talabani'nin Öcalan'la birlikte kameraların karşısında oturması, ilk günden 'arabulucu mu?' şeklinde
yorumlandı. 2009'da Nur Batur'a verdiği mülakatta Talabani, 'Özal benden çatışmayı durdurmaları için Öcalan'la
görüşmemi istedi. O sırada Süleyman Demirel de hükümeti kurmaya hazırlanıyordu. Başbakan Demirel'i evinde
ziyaret ettim. Turgut Özal'ın benden Öcalan'la görüşmemi istediğini söyledim. Ne diyorsunuz diye sordum. 'Talabani,
siz hür bir adamsınız. İstediğinizi yapabilirsiniz. Size kalmış' dedi. Bunun üzerine Öcalan'a gittim ve ateşkese razı
ettim.' diyerek bu yorumları çok sonradan doğruladı.

Lübnan'daki basın toplantısından dönen Cengiz Çandar'ın Cumhurbaşkanı Özal'a, İsmet İmset'in de hükümete brifing
vermesi Türk devletinin bu ateşkes ile en tepeden ilgilendiğini de gösteriyordu.

Nitekim, 91 yılında Cumhurbaşkanı Özal'ın Kürt sorununun çözümünde federasyonu bile tartışabileceğini söylemiş
olması ve Başbakan Demirel'in Kürt realitesini tanıdığını belirtmiş olması bu tahminleri güçlendiriyordu. Fakat bu
açıklamalar bazı kesimleri rahatsız etmiş olsa gerek, kamuoyunda Cumhurbaşkanı'na karşı 'Alışamadık' kampanyası
başlatıldı.

Necati Özgen : Ben kimseye ateşkes emri vermedim

15 Nisan tarihi yaklaştığında Öcalan'ın tek taraflı ilan ettiği ateşkese Türkiye'den hala bir yanıt verilmemişti. Hatta tam
tersi yönde gelişmeler yaşanıyordu. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, 17 Şubat günü bir uçak 'kazasında' ölen -ki,
sonradan uçağa sabotaj yapıldığına dair kanıtlar ortaya çıktı- Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis adına, on ilde
birden başlatılacak olan bir operasyon hazırlığı içindeydiler. Operasyonun da, ateşkesin bitimine bir gün kala, 14
Nisan günü başlatılması planlanıyordu. Ordu içinde önemli bir kesimin Özal'ın ilerletmekten yana olduğu ateşkes
sürecini desteklemediği anlaşılıyordu. Çok sonraları devletin derinlikleriyle ilişki içinde olan Saygı Öztürk'ün sorularını
yanıtlayan o zamanın Asayiş Kolordu Komutanı Necati Özgen, 'PKK terör örgütü ateşkes ilan etmiş, bize göre ateşkes
diye bir şey yok. Kimse bana ateşkes emri vermedi, ben de kimseye ateşkes emri vermedim' diyerek, PKK'nin tek
taraflı ilan ettiği ateşkese ordunun başından beri karşı olduğunu ilan ediyordu.

Sakık hazırlıyor, Özgen vuruyor

Öcalan'ın sonradan yaptığı açıklamalardan, PKK içinde de tek taraflı ateşkese karşı hoşnutsuz olanların bulunduğu
anlaşılıyordu. Öcalan Amed ve Garzan eyaletlerinde erzak temin etme bahanesiyle onlarca sefer gerilla birliğinin
silahsız bir şekilde köylere gönderildiğini, bu gidiş-gelişlerden dolayı elli civarında gerillanın yaşamını yitirdiğini
açıklıyordu. Öcalan, gerillacılıkla hiçbir alakası olmayan bir tarzda 'birlikleri silahsız ve tedbirsiz bir şekilde harekete
geçirme'nin provaktif bir yaklaşım olduğuna dikkat çekiyordu. Nitekim ateşkes süresi boyunca ordunun yürüttüğü
küçük çaplı operasyonları sonucunda onlarca gerilla yaşamını yitirdi, çatışmalar en fazla Şemdin Sakık'ın
komutasındaki Amed, Garzan ve Bingöl alanlarında yaşandı ve ateşkes sürecinde sadece bu alanlarda yaklaşık 50
gerilla yaşamını yitirdi.

Talabani yeniden mekik dokuyor

Özal, Ordu içinde yükselen farklı sesleri kontrol altına alamamış, zamana ihtiyaç duyuyordu. Talabani'yi tekrar
Ankara'ya davet eden Özal, Öcalan'dan zaman istiyordu. Bunun için de hazırlıkları son aşamaya varan operasyonun
durdurulması gerekiyordu, Özal da bunu Genelkurmay Başkanı'ndan rica ettiğini, fakat bu kesimlerin ikna edilmesi
için zamana ihtiyaç duyduğunu iletti. Ankara'dan Şam'a uçan Talabani, Özal'ın bu istemini Öcalan'a ulaştırdı.

Öcalan, 15 Nisan günü Lübnan'da yaptığı ikinci basın toplantısında ateşkesin süresini uzattıklarını açıkladı. O gün çok
fazla anlamlandırılamayan, ama sonradan yaşanan gelişmeler ile bir anlam kazanan önemli bir ayrıntıya Öcalan 13
Şubat 1994'te yaptığı değerlendirmede dikkat çekiyordu; 'Biz o zaman, yani 15 Nisan'da basın toplantısı yapmıştık,
Cengiz Çandar onun sözcüsü, elçisi gibiydi; telefon bitti basın toplantısına geldi. Benim şöyle bir sözüm vardı; 'eğer
gerçekten Özal bu temelde bir cumhuriyet düşünüyorsa ben de onu destekliyorum.' O arada -Cengiz Çandar
kastediliyor- eliyle, adeta Özal'ın kellesi gitti der gibi bir işaret yaptı, Özal'ın ölümünden iki gün öncedir bu.' Öcalan,
Cengiz Çandar'ın bu işaretini Özal'ın kelleyi koltuğa alan karar verdiği şeklinde yorumluyordu.
Ateşkes süreci krizde

PKK, 15 Nisan 1993 tarihinde ateşkesin süresini iki ay daha uzattı. Ancak iki gün sonra Cumhurbaşkanı Özal'ın kalp
krizinden öldüğü haberi geldi. Geçmişte birçok sefer by-pass ameliyatı olan Özal'ın kalp krizinden ölmüş olabileceği,
kamuoyunda başta normal karşılandı. Ancak Öcalan daha baştan Özal'ın öldürülmüş olabileceği doğrultusunda
değerlendirmeler yaptı. Çok kısa bir süre sonra ailesi başta olmak üzere birçok kişi de Özal'ın öldürülmüş olabileceği
gerçeğine dikkat çekmeye başladı.

Dikkatler yeniden daha gerilere Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in uçağının düşmesi olayına yöneldi.
Genelkurmaylığın ve birçok kesimin muhalefetine rağmen, PKK ile bir ateşkes sürecinin geliştirilmesine ön ayak olan
Özal ve Bitlis'in arka arkaya ortadan kalkmalarının bir tesadüf olamayacağını düşünen Öcalan, Özal'ın ölüm haberinin
yayılmasından kısa bir süre sonra 'öldürüldüğüne' dikkatleri çekti. Öcalan Özal'ın öldürüldüğüne dair tezini şu
görüşlere dayandırıyordu; 'Özal bu sorunu çözmek istiyordu. Bizimle irtibata geçeceği gün öldürüldü. Özal,
öldürülmeden benim Milliyet gazetesinde bir demecim yayınlandı. Bir gün sonra da Özal öldürüldü. Bu çok önemli. O
zaman da Özal'ın öldürüldüğünü söylemiştim. Bunu sadece ben söylemiyorum; koca bir cumhurbaşkanının
öldürüldüğünü ailesi söylüyor, eşi, kardeşi söylüyor.'

Çok sonradan JİTEM elemanı A. Aygan'ın itirafları ile Bitlis'in uçağının sabotajla düşürüldüğü, Özal'ın ailesinin
açıklamalarıyla da Özal'ın zehirlenerek öldürüldüğü kuşkusu giderek kesin bir kanaat haline geldi.

33 asker öldürüldü, sorular çoğaldı

Ateşkesin çift taraflı hale getirileceği sözünü veren Özal 'bir şekilde öldükten' sonra da Öcalan, uzun süre ateşkesi
bozmadı. Buna rağmen gerilla birliklerinin 24 Mayıs günü Elazığ-Bingöl karayolunu kestikleri ve asker taşıyan iki aracı
durdurup, içindeki askerleri rehin aldıkları bir anda basına yansıdı. Üstelik bir kısmı yeni terhis olan, bir kısmı da acemi
eğitimden sonra birliklerine gitmekte olan silahsız askerlerin bindirildiği her iki otobüsün güvenliği de yoktu. 33
askerin öldürüldüğü Bingöl olayından kurtulan askerlerden Erkan Omay, o günü şöyle anlatıyordu; 'Adanalı hemşerim
Mehmet Tura'yla Manisa-Kırkağaç'ta acemi eğitimimi tamamladım. 24 Mayıs sabahı, jandarma komando olarak
Siirt'teki birliğimize gitmek üzere Malatya'dan iki sivil minibüse bindirildik. 50 askerin hiçbirinde silah yoktu. Bizi
koruyan refakatçi de. Bingöl'e 10 kilometre kaldığını belirten tabelayı geçtik, ilk dönemeçte silah sesleri duyduk. Saat
18.00'di. Karşı yönden gelen Bingöl Tur otobüsünü tarayan 50 kadar PKK'li, çoğunluğu bizim gibi asker olan yolcuları
indirmişti. Şoföre geri dönmesi için bağırdım. Duymazdan geldi. Zaten tuhaf şekilde, 4 saatte 3 mola vermişti.'

Araçlardan indirilen askerleri yanlarına alan gerillalar olay yerinden hemen uzaklaştılar. Olayın duyulması üzerine
bölgede hemen operasyon başlatan güvenlik güçleri, 25 Mayıs sabahı gerilla güçleriyle ilk temasa girdiler. Erkan
Omay'ın anlatımlarına göre; 9 asker Kobra tipi savaş helikopterlerinden açılan ilk ateş sonucunda öldü. Günün
ilerleyen saatlerinde çatışmalar yoğunlaşınca gerilla güçleri esir aldıkları askerleri yanlarında götüremeyeceklerini
anlayarak vurdular. Bu olayda toplam 33 asker öldü, geri kalanlar da yaralı kurtuldu.

Bu olaydan sonra akıllarda kalan en önemli sorulardan bir tanesi; güvenlik tedbirleri alınmadan hiçbir askeri sevkiyat
yapılmazken, bu kadar silahsız askerin nasıl sevk edildikleriydi. Bir diğer soru ise; kırkın üzerinde askerini elinde
bulunduran bir güce hangi mantık ile karadan ve havadan bu kadar şiddetli bir operasyonun düzenlendiğiydi?

PKK cephesinden 33 asker olayı

Bingöl'deki olay meydana geldiği zaman, daha Öcalan ateşkesin bittiğini dair herhangi bir açıklamada bulunmamıştı.
Bu yüzden de olayı ilk kez basından duyan Öcalan'ın ve o zaman yanında bulunan Cemil Bayık'ın da kafası karıştı. Ya
bu olaydan sonra ateşkesi bitireceklerdi, ya da olayı kınayacaklardı. Bayık, o dönemi şu sözlerle ifade etti; 'Bingöl
olayını ilk basından duyduk. Olayın gerçek olup olmadığını da daha tam bilmiyorduk. Örgütün eylem yapılması
yönünde herhangi bir talimatı yoktu, ama eyaletlerin eylem yapmada geçmişten beridir bir inisiyatifleri de vardı. Bu
yüzden arkadaşlar yapmış da olabilir yapmamış da diyorduk. Biz daha Amed eyaletiyle bağlantı kurmamıştık ki,
Talabani telefonla aradı.'

Nur Batur'a verdiği mülakatta Talabani, bu telefon konuşmasına ilişkin kısaca şunları söyledi; 'Öcalan'ın bu saldırı ve
suç için talimat verdiğini zannetmiyorum. Aksine... O sırada ben Mekke'de Hac'daydım. Öcalan'ı telefonla aradım. Bu
suçu ve saldırıyı kınamalısın dedim.'
Sakık: Operasyona çıktılar, çatışmada vuruldular

O zaman Amed eyalet komutanı olan Şemdin Sakık (Zeki) ile telsiz bağlantısı kurduklarını söyleyen Bayık, bundan
sonrasını şöyle anlattı; 'Amed eyaletiyle cihaz bağlantısı kurduk, Şemdin 'operasyona çıktılar, çatışmada vuruldular'
dedi. Talabani arayıp çatışma değil olayı kınayın demişti, ama olay maalesef doğruydu. Böylece ateşkes sabote olmuş
Türk ordusu saldırıya geçmiş, Özal öldürülmüş ateşkes sürdürülemez duruma gelmişti. Bu nedenle ateşkes devam
etmedi. 33 asker önce operasyonda vuruldu denmişti, onun için olaydan hemen sonra kınanmadı. Celal Talabani
aradıktan sonra araştırma yapıldı ve böylece gerçek öğrenildi.'

33 asker olayını 5 Aralık 1997'de yeniden değerlendiren Öcalan, 'O askerleri böyle götürmenin de kanun dışı olduğu,
bizim içimizde de bunlara böyle bir muamelenin yapılmasının PKK'nin kararıyla olmadığı açıktır. Hatta biz de
kontrpiyede, iki arada bir derede bir konumda bırakılmıştık. Bilindiği üzere oldukça lehimize işleyen süreç, birdenbire
aleyhimize döndü' diyerek üstlenmek zorunda bırakıldığı kararın yarattığı sonuçlara işaret ediyordu.

PKK Bingöl olayını üstlendi, ama ateşkesin bitirildiğinin daha açıklanmadığı ve eylem yapma talimatının hiçbir eyalete
iletilmediği bir dönemde Amed eyaletinin kendi inisiyatifiyle böyle bir eyleme girişmiş olması, PKK içinde uzun süre
tartışmalara ve 33 asker olayından dolayı o zamanın Amed eyalet komutanı Sakık'ın yargılanmasına neden oldu.

'Jandarmalı' generaller tasfiye ediliyor

Ergenekon iddianamesinde de ima edilmeye çalışıldığı gibi Özal'ın 'ölümü' sadece Bingöl'de 33 askerin öldürülmesiyle
sonuçlanan bir dizi olayın önünü açmadı. Türkiye'de ilk defa devletin ve ordunun en tepesindekileri de kapsayan
kanatların birbirini imha sürecini de başlattı. Ordu içindeki hesaplaşmanın sonucunda Jandarma Genel
Komutanlığında Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın, Temel Cingöz ve İsmail Selen gibi dört generalin de aralarında bulunduğu
birçok komutan öldürüldü. Bunlardan Cingöz ve Selen suikastlarını DHKP-C üstlendi. Fakat iddianamede de, Özdemir
Sabancı cinayetinde somutlaştırıldığı gibi, dikkat çekilmeye çalışılan, derin devletin DHKP-C'yi yönlendirerek birçok
eylem yaptırdığıdır.

22 Ekim 1993'te uzun menzilli suikast silahıyla vurulan, Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar
Aydın suikastının ise PKK'nin yaptığı iddia edildi. Öcalan ilk günden bu suikastı kendilerine bağlı güçlerin yapmadığını,
derin devletin bir iç hesaplaşması olduğunu açıkladı. Ergenekon davasının gizli tanığı da bu açıklamayı doğruladı.

93 yılındaki en önemli faili meçhul olaylarından biri de 4 Kasım'da Ankara Elmadağ yakınlarında cenazesi bulunan
JİTEM Başkanı Binbaşı Cem Ersever olayıydı. Birçok faili meçhulün sorumlusu olarak bilinen Ersever bile bir faili
meçhule gitmişti.

Çiller: Vurulacakların listesi cebimde

Özal-Bitlis ekibinin tasfiyesiyle yönetimi devralan Demirel-Güreş-Çiller ekibi, PKK'yi sınırlandırma adına 'denizi
kurutarak balığı yakalama' dedikleri yeni bir konsept ile binlerce köyü boşaltmaya, direniş gösterenleri de zorla
çıkarma ve PKK ile en küçük bir ilişkisi tespit edilen aydın ve işadamlarını ortadan kaldırmaya başladılar. Bunun
startını dönemin Başbakanı Tansu Çiller 4 Kasım 1993'de İstanbul Holiday Inn Oteli'nde yaptığı açıklamada 'PKK'nin
haraç aldığı işadamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, hesap soracağız.' (Soner Yalçın-Reis) diyerek verdi. Bu,
aslında JİTEM'ci Aygan'ın itiraflarında dile getirdiği gibi, Ersever ekibinin ardından JİTEM'i devralan Veli Küçük ve
ekibinin ikinci faili meçhuller dönemine başlayacağına da işaret ediyordu.

Bask modelini tartışmak sonlarını getirdi

Yarım yüzyıllık suskunluktan sonra 1990'larda birden Kürt sorununa ilişkin iş ve siyaset çevrelerinin hazırlattıkları
raporlarda patlama oldu.

Bu konuda en fazla kafa yoranlardan biri de Özal'dı. Hatta sorunun çözümü için Bask modelinin tartışılmasından
tutalım, genel bir af hazırlığına kadar Türkiye'nin birçok hassas konusuna parmak basan bir rapor hazırlığındaydı.
Ancak böylesi ağır bir süreci 'kalbi kaldıramayan' Özal, 17 Nisan günü hayata gözlerini yumdu.
Siyaset çevrelerince hazırlanan bir diğer rapor ise; ANAP koltuklarında oturan bakan Adnan Kahveci'nin 1992'de
hazırladığı rapordu. Raporda siyasi genel aftan, dil ve kültürel hakların tanınmasına, Bask modelinden Türkiye'nin
ulus-devlet modelinin değiştirilmesine kadar pek çok öneriye yer verildi. Ancak Kahveci, raporu açıkladıktan 3 ay
sonra 5 Şubat 1993'te geçirdiği 'sır dolu' trafik kazasında eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşamını yitirdi.

İş çevreleri de bu dönemde Kürt sorununa ilişkin birçok sefer rapor hazırladılar. Bunlardan en önemlisi Sakıp
Sabancı'nın hazırladığı rapordu. Sabancı bu raporu sonradan kitap haline getirdi. Bu raporda da üstü kapalı olarak
Bask modelinden söz eden ünlü işadamı, hazırladığı raporun önsözüne şu cümleleri eklemişti: 'Bu sorunu sadece
fabrika kurmakla çözemeyiz.' Sabancı'nın hazırladığı raporun üzerinden iki ay geçmeden kardeşi Özdemir Sabancı,
Sabancı Center'de vurularak öldürüldü.

Kürt sorununun çözümüne ilişkin hazırlanan onlarca rapordan bu üç raporu ayıran ortak yön, her üçünde de Kürt
sorununun çözümünde Bask modelinin dahi tartışılabileceğini ileri sürmeleriydi. Bu da raporları hazırlayanların
sonlarının gelmesine neden oldu. Bu ölümlerle de bütün siyaset ve iş çevreleri uyarıldı.

Güçlükonak katliamını dönemin bakanı itiraf etti

Türk devleti PKK'ye karşı üç yıl boyunca yürüttüğü her türlü özel savaş uygulamasından ve Çelik operasyonu gibi 50
bin askerin katıldığı kapsamlı operasyonlardan istediği sonucu alamadı. Hatta tam tersine PKK bu süreçten güçlenerek
çıktı. Bunun sonucunda da 15 Aralık 1995 tarihinde ikinci sefer tek taraflı ateşkes ilan etti.

Fakat ikinci ateşkesin süresi çok uzun sürmedi. 15 Ocak günü Şırnak'ın Güçlükonak ilçesine bağlı Taşyurdu Taburu ile
Koçyurdu köyü arasında silahlı kişilerce taranan bir minibüste 11 köylü yaşamını yitirdi. Bu olaydan dolayı ordu
operasyonlarını arttırdı, artan operasyonlar karşısında PKK'de yeniden eylem yapmaya başladı. Böylece 95 ateşkesi
çok kısa sürede sona ermiş oldu.

Fakat Güçlükonak katliamı çok tartışıldı. Türk devleti, PKK'nin bu katliamı yaptığını gerekçe göstererek
operasyonlarına ağırlık verdi. PKK ise Güçlükonak'ta yaşananlar ile kesinlikle bir ilgilerinin olmadığını iddia etti. Fakat
Güçlükonak katliamının faili olarak sürekli PKK zikredildi.

Güçlükonak katliamına ilişkin gerçekleri ise on üç yıl sonra Taraf gazetesine konuşan eski bakan Adnan Ekmen,
'Bölgeden ve ölenlerin yakınlarından aldığımız duyumlara göre olay güvenlik güçlerinin anlattığı gibi değildi. Zaten
olayın geliştiği yer, güvenlik güçlerinin tamamen hâkim olduğu bir alandı, PKK'nin orada eylem yapması mümkün
değildi.' sözleriyle itiraf etti.

Güçlükonak katliamı

12 Ocak 1996 günü Şırnak'ın Güçlükonak ilçesine bağlı Gêrê (Çevrimli) ve Yatağan köylerine baskın yapan askerler,
eski korucular Abdullah İlhan, Ahmet Kaya, Ali Nas, Neytullah İlhan, Halit Kaya ve Ramazan Oruç'u gözaltına aldı.

PKK'ye yardım ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan köylüler, Taşkonak Jandarma Taburu'na götürüldü.

15 Ocak günü ise Koçyurdu köyü korucularından Hamit Yılmaz, Abdulhalim Yılmaz, Mehmet Öner ve Lokman Özdemir
, 'görev var' denilerek Ramazan Nas'a ait minübüsle aynı Tabur'a götürüldü. Gözaltındaki köylüler ve 'görev' için
götürülen korucular, Taşkonak Taburu'nda, Nas'a ait 56 AH 320 minibüse bindirilerek yola çıkarıldı. Minibüs Tabur ile
Koçyurdu köyü arasında silahlı bir grup tarafından durdurularak kurşun yağmuruna tutuldu ve ardından içindekilerle
birlikte yakıldı.

Olaydan bir gün sonra Ankara'da ne kadar yabancı gazeteci varsa onlara bir tur düzenlendi. Hepsi Güçlükonak'a
götürüldü. Onlara, 'Bakın PKK ateşkesi bozdu. İşte kanıtı' dendi. Yalnız gazeteciler halkla konuşturulmadı.

Faili meçhuller listesi

Çiller'in 'isim listesi cebimde' dediği listenin başında da Kürt işadamı Behçet Cantürk vardı. Soner Yalçın Reis kitabında
yer verdiği bu listeye göre, vurulanların isimlerini şöyle sıralıyor; '14 Ocak 1994'te 'Polis' yazan yelekleri, ellerinde
otomatik kısa namlulu makinalı silahları ve telsizleri bulunan sivil kişiler, Cantürk ve şoförü Recep Kuzucu'yu
otomobilleriyle birlikte alıp bir bilinmeze götürdüler. *...+ İki ceset, bir gün sonra *...+ bulundu.

28 Mart 1994: İstanbul Aksaray'daki oto galerisi; polis yelekli otomatik silahlı, telsizli sivil polislerce basıldı. İçeride
oturanlardan Fevzi Aslan ve Salih Aslan'a 'bizimle emniyete geleceksiniz dediler. Liceli Fevzi ve Salih Aslan'ın cesetleri,
*...+ TEM otoyolundaki Hendek gişelerinin bir kilometre uzağındaki bir tarla içinde bulundu.

Behçet Cantürk ile Fevzi Aslan'ı öldüren silah aynıydı.

3 Haziran 1994: Yüksekovalı Savaş Buldan, Hacı Karay ve Liceli Adnan Yıldırım İstanbul Çınar Oteli'nin Casino'sundan
çıkarken, *...+ polis yelekli, otomatik silahlı ve telsizli sivil kişilerce kaçırılıp Bolu-Yağlıca, Hacılar Köyü yakınlarında
öldürüldüler.

Kaçırılıp öldürülenler bunlarla sınırlı değildi;

25 Ocak 1994 Liceli Sefa Erciyes, 25 Şubat 1994 Liceli avukat Yusuf Ekinci, 11 Kasım 1994 avukat Medet Serhat ve
şoförü İsmail Karaalioğlu, 14 Aralık 1994 Avukat Faik Candan.'

Liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Cem Ersever ve Veli Küçük dönemlerinde işlenen faili meçhul cinayetlerin toplam
sayısı 10 binden 17 bine kadar olduğunu söyleyen birçok rapor bulunmaktadır.

Ergenekon'un PKK ilgisi -6


Öcalan ve Türkiye'den birçok aydın ve yazarın ifade ettiği gibi, PKK ile Türk devleti arasındaki savaş 1994-97 yılları
arasında her iki tarafı da yıpratan ve çete türü örgütleri doğurmaktan başka bir sonuç yaratmadı. Bunun sonucunda
binlerce köy boşaltıldı, binlerce insan faili meçhule gitti, on binlerce insan yaşamını yitirdi, bir o kadarı da
işkencelerden geçirildi. Tüm bu acılara neden olan olayların kilidi ise 1993 baharında kırıldı. Öcalan kilit noktayı
1997'deki değerlendirmelerinde şu şekilde ifade ediyordu; '1993 baharında Turgut Özal ölmeseydi -veya iddia
edildiğine göre öldürülmeseydi -, hareketin içinde Şemdin Sakık otuz üç silahsız askeri vurmasaydı, belki de ateşkesin
sonucu kalıcı bir barışla noktalanabilirdi. Özal'ın ölümüyle birlikte Türkiye tamamen değişti.'

PKK, içerde çete operasyonu başlattı

Türkiye tamamen -bugün Ergenekon soruşturmasında açığa çıktığı gibi- özel savaş rejimi denetimine girdi. PKK ise
kendi içinde bu sürecin gelişmesini engelleyenlere ilişkin soruşturmayı 1997 yılında başlattı. Bu çerçevede 33 silahsız
askerin katledildiği Bingöl eyleminin talimatını veren Şemdin Sakık soruşturma kapsamına alındı. Fakat Sakık
hakkındaki iddialar sadece 33 asker olayı ile sınırlı değildi. Ayrıca PKK'nin efsane komutanı Mahsum Korkmaz (Agit)'ın
şahadeti konusunda kuşkular bulunduğu için bu konuda da kendisinden rapor istendi. Fakat bu olayla ilgisi tam
aydınlatılamadı. Çünkü olayı aydınlatacak tek bir kişi vardı; o da olaydan bir süre sonra intihar etmişti. Bunun dışında
da birçok gerilla komutanına karşı komplo hazırlamaktan ve Genelkurmaylığın çizgisini PKK içinde uygulamaktan
yargılandı. Sakık'ın çizgisi bu soruşturmalarda işbirlikçi-çete çizgisi olarak tanımlandı.

Sakık soruşturuluyor

Öcalan, Sakık hakkındaki iddiaları 1997'de şöyle anlatıyordu; '1995 yılının başında Serhat'a çağırdığı gücün yüze yakını
tasfiye oldu. *...+ Bir çatışma düzenlendi, otuz-kırk kişi öyle gitti ama kendisi hep sağlam. Kalanlar ise Dersim'e
çekilirken yolda vuruldu. Kalan birkaç kişiden, öncü konumunda olan birini iftirayla düşürerek onu da öyle bitirdi.
Bunların hepsi çok ilginçtir ve açıklanması istenecek. Kalan bir önder grup vardı (Direj Ali ve Suat'ın (Tekin Kızılay)
grubu), o dağda bir konaklama noktasında imha edildiler. Zeki, oradan Dersim'e gitti ve Aliboğazı'nda beş yüz, altı yüz
kişi açlıkla karşı karşıya bırakıldı, sanırım bazıları da ölüme sürüldü. *...+ Kendisine 'Önder' demeyeni tasfiye ediyor. Ve
bunu yapay mahkemeler yoluyla bile değil, çünkü öldürülen bazı insanların kayıtları bile yoktu. Nasıl bir ifadeleri
olduğu belli değil, yargısız infaz gibi bir durum var. Suçlu bile olsa, en azından bir mahkemesinin yapılması gerekirdi.
Kocaman tabur, bölük komutanlarının, bir çatışmada tek kurşunla öldüklerine dair iddialar vardı. Mesela birimlerde
fazla kişi ölmüyor ama komutan ölüyor. Bu nasıl oluyor?'
Sakık'ın cürümleri

Türkiye 1994 yılında hem devletiyle hem de ordusuyla gerilla bölgelerine tarihinin en ağır yönelimlerini yaptı.
Meydana gelen şiddetli çatışmalarda binlerce asker ve gerilla yaşamını yitirdi. Türk devleti bu yönelimlerini Türkiye
içinde 1995 yılında da sürdürdü ve 20 Mart günü başlatılan Çelik operasyonuyla sınırın diğer yakasına da taşırılmaya
çalışıldı. Öcalan'ın sözünü ettiği olayların hepsi bu dönemde yaşandı.

Bu olaylardan ilki; Ekim 1994'te, Amed-Dersim-Serhat Saha Komutanı Şemdin Sakık Dersim Eyalet Komutanı Celal
Barak (Zeynel)'ı Öcalan'a telefon etmek için gönderdi. Telefon edeceği noktaya giden Barak, orada askerin pususuna
düştü ve yaşamını yitirdi.

İkincisi ise; Dersim Eyalet Yürütmesinde yer alan Erdal Gedik (Cihat)'ın yaşamını yitirdiği olaya ilişkindir. Sakık, 94-95
kışı Dersim'in Pülümür ilçesi kırsalında kış kampı kuran Gedik'i, gerillanın kullandığı yol hatlarının hepsi kar ile
kaplandıktan sonra kendisinin bulunduğu Aliboğazı alanına çağırdı. Bu yüzden Dersim merkezine yakın alanlardan
geçmek zorunda kalan Gedik, 1 Aralık 1994'te Aziz Abdal alanında girdiği çatışmada on arkadaşıyla birlikte yaşamını
yitirdi.

Öcalan'ın Serhat'tan 'Dersim'e çekti' diye sözünü ettiği grup ise; Serhat Eyalet Komutanı Ali Drej ve Tekin Kızılay
(Suat)'nın da aralarında bulunduğu 24 gerilla komutanının, Pülümür yakınlarındaki boş bir köyde mola verdikleri
anda, girdikleri çatışmada vurulduğu olaydır. Bu çatışmada Serhat Eyalet Komutanı ve Serhat eyaletinin hemen
hemen bütün bölge komutanları yaşamını yitirdi. Bu olayı o zaman PKK Merkez Komite üyesi olan Cemil Bayık, şöyle
anlatıyordu; 'Bir eyaletin komutanını başka bir alana çekmek için mutlaka Önderliğin onayı gerekiyordu. Fakat Şemdin
Sakık, Önderliğe bilgi verme gereği dahi duymadan, Serhat Eyalet Komutanı'nı ve bütün bölge komutanlarını, yetkisi
olmadığı halde kendi yanına (Dersim eyaleti) çekiyor.'

Sakık'ın bulunduğu alanlarda kuşkulu olaylar bunlar ile sınırlı değil. Sakık 1993 yılında Amed Eyalet komutanı iken
denetimindeki komutanlardan İlhan Çiftçi (Ayhan) bir çatışmada arkadan vurularak öldürülmüştü.

Sakık izlenimi

Birçok fiili PKK içinde kuşku yaratan Şemdin Sakık'ın ismi 1992-98 yılları arasında Türkiye ve dünya basınında,
'Apo'dan sonra en etkili adam', 'Büyük askeri komutan', 'Aslında ARGK'yi yöneten, kuran adam', 'Gücün hakiki sahibi',
'Şu eyalette de çıktı, işte gördük Amanos'ta da çıktı. Şuraya geldi, bütün eyaletleri fethetti' gibi manşetler atılarak,
adeta Sakık'ın PKK'nin en önemli kişisi olduğu izlenimi yaratıldı. Gazete manşetlerine Sakık'ın anti-propagandası
yapılıyormuş gibi yansıtılan bu durumu Öcalan, şöyle ele alıyordu; 'Kendisi de sık sık propaganda yaptırmış. Bu
propagandanın yayını yapılıyor. Bu anlaşılır bir durumdur; kendisini bilinçli olarak sahte bir güç odağı haline getirerek
etrafını korkutuyor ve PKK Merkezini sindiriyor. Kadroyu sindiriyor ve en önemlisi de düşkün tiplere çok kötü bir
yaşam sunuyor.'

Türk basını, Sakık'ın durumunda görülen tutuma benzer bir tutumu 1988-89 yıllarında Cemil Işık (Hogır)'a karşı da
göstermişti. Işık, PKK içinde masum insanları öldürmekten sorgulanırken, gazeteler Işık'ı, PKK'nin en etkili adamı gibi
sunmuştu.

Ergenekon kullandı

Şemdin Sakık'ın, Kasım 1997'de Şam'da yürütülen soruşturmasında Öcalan, Sakık'ın çizgisini 'çete çizgisi' olarak
tanımlayan ve bu anlamda 'dörtlü çetenin' (Halil Kaya, Şahin Baliç, Cemil Işık ve Şemdin Sakık) bir üyesi olarak
değerlendirdi. İmralı tek kişilik kapalı cezaevinde yaptığı açıklamada da, 'Şemdin'e direk Ergenekon'la bağlantılıdır,
onların adamıdır demiyorum; ancak kullanılmıştır.' diyordu.

Kaçırılmadı, teslim oldu

Şemdin Sakık, 1997'de Şam'da yürütülen soruşturmanın ardından, PKK VI. Kongresinde mahkeme karşısına çıkarılmak
için Güney Kürdistan'a gönderilmişti. PKK'nin Gare dağındaki kampında kalan Sakık, 1998 yılı ortalarında buradan
kaçmıştı. Yerel kaynaklar; kısa bir süre Duhok civarlarında kalan Sakık'ın, Türk istihbaratıyla ilişkiye girdiğini ve
Türkiye'ye teslim olmak istediğini belirtmişlerdi. Fakat Türk istihbaratının, Sakık'ın direkt teslim olmasının Kürtler
arasında yaratılan 'Parmaksız Zeki' imajını tersine çevireceği düşüncesiyle reddettiği, bu yüzden de operasyon süsü
verilerek Türkiye'ye götürdükleri öğrenilmişti. Şemdin Sakık'ın PKK hakkında Öcalan'ın Kenya'da yakalanmasıyla
sonuçlanan operasyonu hızlandıran bilgiler verdiği çeşitli çevrelerce değerlendirilmişti. Sakık tutuklandıktan sonra da
zaman zaman cezaevinden alınarak gerillalara yönelik operasyonlara götürüldüğü yönünde iddialar kamuoyuna
yansımıştı.

Ergenekon'un PKK ilgisi -7


MİT elemanı Necati Kaya (Pilot) deneyimi ve PKK merkez komitesiyken tutuklanan Şahin Dönmez'in polis
sorgusundaki itiraflarından sonra PKK lideri Abdullah Öcalan'ın denetlenmesinin güç olduğunu anlayan Türk
devletinin, özellikle 12 Eylül askeri darbesinden sonra PKK'ye yönelik yürüttüğü temel konsept; örgüt içinde bazı
kişileri yükseltme ve bunlar sayesinde denetimi eline alma yaklaşımıydı.

Derin devlet eliyle yürütülen bu konsept uyarınca Cemil Işık (Hogır), Mehmet Şener, Şemdin Sakık gibi birçok kişi öne
çıkarıldı. Konsept uyarınca bunlardan kimisi objektif durumlarıyla, kimisiyse subjektif bağlantılarıyla kullanıldı.
Öcalan'ın bu isim listesine subjektif bağlantılarıyla eklediği son isimler ise Çürükkaya kardeşlerdir.

Derin devletin veya günümüzdeki deyimle Ergenekon'un faaliyetlerinin en fazla yoğunlaştığı 1993-97 yılları arasında,
PKK içinde faaliyetleriyle göze çarpan bir diğer isim de Sait Çürükkaya (Dr. Süleyman)'dır. Hatta İmralı'dan yaptığı
açıklamalarda Öcalan'ın, Çürükkaya hakkındaki kaygıları, 'Ergenekon'a da bulaşmış olabilir, Veli Küçük'ün ifadelerinde,
'bizim PKK içerisinde müttefiklerimiz var' sözü bunlar içindi.' diyecek kadar ciddiydi.

Çürükkaya kardeşlerin Ergenekon bağlantısının ağabey Selim Çürükkaya ile sağlandığına dikkat çeken Öcalan,
'Şemdin'i bilemiyorum tam emin değilim, kullanmış olabilirler, ama Çürükkayalar cezaevinden itibaren
hazırlanmışlardı. Bazılarını cezaevinden bazılarını dışarıdan hazırlamışlar. Çürükkaya 'Bay muhalif' denilen bir sistem
başlattı, kafa karıştırmaya yönelik. Özü yok, ne sosyalizm ne ulusalcılık durumu var. Demagoji ile ortalığı allak bullak
etmeye çalışıyordu. Kardeşlerini 90'larda Kuzey'e gönderdi. Bütün istemleri Kuzey'i ele geçirmeye yönelikti. En değerli
kişileri öldürdüler.'

'Büyük' Çürükkaya

1954 Bingöl doğumlu olan Selim Çürükkaya, Tunceli Öğretmen okulunda okurken Apocu hareket ile tanıştı. PKK'nin
kurulduğu 1978 yılında profesyonel devrimcilik yapmaya başlayan ağabey Çürükkaya, 1 Mayıs 1980'de Diyarbakır'da
yakalandı ve PKK üyesi olmaktan tutuklandı. 1991'de de tahliye oldu. Aynı yıl Bekaa vadisine gitti. Burada her şeye
muhalefet etmekten ötürü 'Bay Muhalif' diye anılmaya başlandı. Daha sonra Avrupa'da basın faaliyetlerinde yer aldı.
Bir süre Avrupa'da kaldıktan sonra yeniden Bekka'ya çağrıldı. Örgüt yaşamını bozduğu için Çürükkaya kısa süreli göz
hapsinde tutuldu. Selim Çürükkaya bu göz hapsi döneminde örgütten kaçıp, Alman devletine sığındı.

Ergenekon iddianamesinin bir yerinde Selim Çürükkaya Suriye konsolosluğuna sığındığında bugün Ergenekon'dan
yargılanan Veli Küçük'ün onun Avrupa'ya çıkarılması konusunda konsolosluğa talimat verdiği belirtiliyor.

Kardeş Çürükkaya işbaşında

Ergenekon faaliyetlerinin en çok yoğunlaştığı dönem 1993-97 yıllarıydı. Olaylar daha çok Diyarbakır-Muş-Bingöl
üçgeninde meydana geldi. Bu dönem o bölgede PKK sorumlusu olarak Şemdin Sakık'tan sonra, en fazla etkili olan
ikinci isim Sait Çürükkaya'ydı. Bundan dolayı Çürükkaya PKK içinde uzun süre Sakık çizgisinin sürdürücüsü olarak
değerlendirildi. Fakat son yıllarda açığa çıkan bazı veriler ve Ergenekon soruşturmasının sanıklarının itiraflarından
sonra Öcalan'ın Çürükkaya hakkındaki düşüncesi 'Ergenekoncularla subjektif bağlantılarının' olduğu yönüne kaydı.

Öcalan bu konudaki düşüncesini şöyle dile getiriyordu; 'Tuncay Güney'in açıklamalarından; bu kişiliklere büyük etkili
eylemler yaptırarak, PKK içinde yükselme ve denetimi ellerine almayı amaçladıkları anlaşılıyor. Bunlar denetimden
çıkarak kendi başlarına birçok kirli iş yaptılar. Bu şekilde PKK'yi kendi denetimine alarak beni hareket içinde
yalnızlaştırmak, etkisizleştirmek istemişler. '96'dan itibaren etrafımı sarmışlardı. Büyük komutanlıklar yaratarak
denetimleri ellerine almak istemişler. Onları güçlendirmek için yüzlerce eylem yaptırmışlar. Özellikle Diyarbakır-Muş-
Bingöl üçgeninde yoğun ve kanlı eylemler yaptırmışlar. Bu tip eylemlerden haberim bile yoktu. Tuncay Güney,
Kırıkkale patlamasıyla ilgili olarak, 'Veli Küçük yaptı' diyor. Ama bu eylem Sait Çürükkaya tarafında yapılmıştı. İlginçtir
Tuncay Güney, Veli Küçük yaptı diyor. Doğruluk payı var. Bunun yanında Diyarbakır'da Büyükanıt'a yönelik bir suikast
vardı. Biliyorsunuz bana yönelik yapılan suikastlar var (1996'da, bir ton patlayıcıyla Öcalan'a yönelik suikast
düzenlendi) ama başarılı olamadılar.'

'Psikopatça yöntemler uyguladı'

Sait Çürükkaya'nın en fazla göze çarpan faaliyeti olarak, Hüseyin Özbey (Harun)'in Şam'dan Amed alanına giderken,
Bitlis kırsalında bir konaklama noktasında patlatılan bir bombayla 8 arkadaşı ile birlikte yaşamını yitirdiği olay
gösteriliyor. Çürükkaya hakkında kuşku uyandıran iddiaları Öcalan şöyle sıralıyordu; 'Psikopatça yöntemler uyguladı.
Kızları kötü kullandı. İyi niyetli kızlar vardı. Kurtarmak istedim, ama fazla etkili olamadık. Üç kardeşini şehit veren
Mustafa Marangoz'u intihar eylemine gönderiyor. *...+ Çermikli bir ailedir. En son kalan kişiye de bomba bağlayıp
D.Bakır'a gönderdi. Sonra yakalandı, yaşıyor şimdi. Süleyman yüzünden birçok kadın yoldaşımız şehit oldu ve otuz
kişilik bir birlik imha olmuştu. Yine ben ısrarla yanlış olduğunu belirtmeme rağmen kadın yoldaşlarımızın intihar
bombacısı olmalarına sebep olmuştur. Engelleyemedim. Liceli bir bayan arkadaştı. Adı galiba Bese'ydi. Kendine
bomba bağlayıp Bodrum'a gönderdi, elinde bomba patladı öldü. Süleyman yapıyordu bunları. Tam bir kırma harekatı,
ele geçirme harekatı.'

Öcalan'a komplodan kısa bir süre sonra yapılan 7. Kongrede Sait Çürükkaya ve ekibi kongrede PKK'yi ele geçirme
girişiminde bulundular. Ancak bunu başaramayan ve artık örgütte etkili olamayacağını anlayan Sait Çürükkaya bir
grupla birlikte PKK'den kaçtı.

Türkiye iadesini bile istemiyor

Üzerlerine sabitlenen birçok eylem bulunan Çürükkayalar şuan, PKK üyesi olmaktan dolayı birçok kişiyi tutuklayan ve
Türkiye'ye teslim eden Almanya'da yaşıyor. Sait Çürükkaya birçok eylemden sorumlu olmasına rağmen Türkiye
istemiyor. Çürükkayalara Almanya'da tanınan imkanlara dikkat çeken Öcalan, şunları anlatıyordu; 'Bunlar bugün de
Almanya'nın desteğiyle Almanya'nın verdiği, tanıdığı imkanlarla bize çirkince saldırıyorlar. Para vererek kitap
yazdırdılar. Yine Şemdin Sakık'a para verdiler kitap yazdırdılar. İlginçtir, sonradan fark ettim Şemdin'in kitabını
yayınlayan yayınevi ile Çürükkayaların kitabını yayınlayan aynı yayınevidir. Bunları yapan, bunları yayınlatan aynı
kaynaktır. Onların Ergenekon'u bunlardır. Aynı merkezden yönlendiriliyorlar. Çürükkayalara da Almanya'da benim
hakkımda yayınlar yaptırıyorlar. Çürükkayalar bir günde nasıl oldu da korkusuzca Almanya'ya gittiler. Yıllardır da
orada barınıyorlar ve haklarında hiçbir yasal işlem yapılmadı. Ama ilginçtir, Türkiye de onlardan bir kişinin bile iadesini
istemedi.'

ABD yeni bir dönem başlattı

PKK lideri Abdullah Öcalan, 1 Eylül 1998'de MED TV'den yaptığı açıklamada, üçüncü sefer tek taraflı ateşkes ilan etti.
Ateşkesin çift taraflı olması beklenilirken, Öcalan uluslararası bir komplo ile karşı karşıya geldi ve Suriye'den çıkmak
zorunda kaldı. İmralı'da yaptığı açıklamalarda 'İktidardaki partiden birçok davet yapılmıştı' diyen Öcalan, Yunanistan'a
gitti. Burada 'kendisinin kabul edilemeyeceği' cevabı ile karşılaşınca Rusya'ya geçti. Duma (Rusya alt meclisi) oy birliği
ile siyasi sığınma hakkı tanımasına rağmen dönemin Rusya Cumhurbaşkanı Boris Yeltsin'in vetosu ile karşılaştı.
Rusya'dan da ayrılmak zorunda kalan Öcalan, 12 Kasım günü Roma havaalanında İtalyan polisine teslim olarak siyasi
sığınma istedi. Bu dönem boyunca CIA, MOSAD ve MİT sürekli kendisini takip etti.

Bu dönemde İtalya hükümeti üzerinde uluslar arası baskılar arttı. Öcalan İtalya'yı terk etmek zorunda bırakıldı.
PKK'nin Rusya temsilcisi Numan Uçar (Mahir Welat)'ın da çabalarıyla Öcalan tekrar Rusya'ya dönmeye ikna edildi.
Mahir Welat'ın Öcalan'ın İtalya'dan çıkarılması için bazı güçler (kuşkular Almanya üzerindedir) tarafından
yönlendirildiği söylenmektedir. Bu sayede kalacak bir yer bulmasına izin verilmeden, uluslar arası konsept
çerçevesinde hareket etmeye zorlandı ve Yunanistan'ın Kenya Büyükelçiliğine kadar çekildi. Burada ABD'nin direkt
müdahalesiyle elçilik binasından çıkarılan Öcalan, CIA ajanları tarafından kaçırıldı ve yolda Türkiye'nin bordo bereli
diye tabir edilen özel güçlerine teslim edildi.

Türkiye bayrağı devretti

Öcalan'ın üçüncü tek taraflı ateşkes döneminde uluslararası bir komplo ile karşı karşıya kalması, MİT, JİTEM ve
Ergenekon'dan sonra PKK sorunuyla artık uluslararası güçlerin direkt ilgilendiğini gösteriyordu. PKK'ye karşı 1977'de
başlatılan mücadelede bayrağın 1998 yılından sonra ABD öncülüğündeki uluslar arası güçlere devredildiğini belirten
Öcalan, İmralı'dan yaptığı açıklamalarda şunları söylüyordu; 'Bunlar 1970'lerden itibaren PKK'ye hâkim olmaya
çalıştılar; Önceleri MİT, beni ve PKK'yi denetimleri altına almaya çalıştı. Daha sonra bu işi JİTEM'e devrettiler. JİTEM
de bunu Ergenekon'a havale etti. Bunlar PKK'nin içerisine adamlarını sızdırıyorlardı. Ben bunları fark ediyordum.
Kendi etrafımda güvenliğimi artırarak bunların ne yapacaklarını gözlemliyordum. Benim İmralı'ya getirilmemle,
bunların işi bitti, CIA ve MOSSAD İmralı sistemine hâkim oldu ama beni denetimleri altına almayı başaramadılar.'

Uluslararası güçlerin PKK'nin içerisine de sızdığına vurgu yapan Öcalan, devamla şunları anlatıyordu; 'Aynı şekilde
uluslararası alanda da PKK'ye hâkim olma çabaları vardı. Ben Avrupa'dayken o dönem Avrupa sorumlusu olan birisi
vardı, Roma'da yanımdaydı. Bana bile saygı göstermiyordu, saygısı kalmamıştı. Çünkü Amerika, Avrupa'daki bazı
ülkelerle ilişki halindeydi. Sırtını buraya dayamıştı, bunlara güveniyordu. Yine Rusya'da olan Mahir Welat o da aynı
şekildeydi.'

PKK içinde ABD'ci kanat

Öcalan'ın İmralı'ya getirilmesinden sonra PKK içinde bu sefer de ABD çizgisine yatan eğilimler baş gösterdi. ABD'nin
Irak müdahalesinden sonra bu eğilim Osman Öcalan (Ferhat) ve Nizamettin Taş (Botan)'ın öncülüğündeki grup
tarafından açıkça dillendirilmeye başlandı. Osman Öcalan'ın bu dönemde ABD'li generaller ve CIA mensupları ile
yaptığı görüşmeler ve bunlara yazdığı mektuplar açığa çıktı. 2004'te bu durumlar açığa çıktıktan sonra Osman Öcalan
ve Nizamettin Taş PKK'den kaçıp, Kürdistan Federe Bölgesine sığındılar. Fakat Osman Öcalan ve Nizamettin Taş'ın
ABD ile girdikleri bu ilişki Türkiye ve bölge genelinde bazı sol çevrelerce 'PKK ABD çizgisine yattı' şeklinde
yorumlanmasına da neden oldu.

Aslında tüm bu gelişmeler ABD'nin PKK'yi direkt denetim altına almaya çalışmak isteyeceği yeni bir dönemin de
başladığının işaretleriydi.

Ergenekon'un PKK ilgisi -8


Ergenekon iddianamesinde PKK Ergenekon bağlantısını kurmak için birçok iddia ileri sürülüyor. Bunlardan bazıları
PKK'ye mensup olup da faaliyetleri ile tartışma konusu olan, Pilot Necati, Fatma, Cemil Işık, Mehmet Şener, Şemdin
Sakık, Sait Çürükkaya gibilerinden kaynaklanıyor. Bazıları ise Ergenekon soruşturması çerçevesinde tutuklanan Doğu
Perinçek ve Yalçın Küçük'ün PKK ile kurdukları ilişki üzerinden sağlanmaya çalışılıyor. Bu ilişkilerle Ergenekon
örgütünün PKK'yi yönlendirmek istediği de ileri sürülüyor.

İddianamede dile getirilen hususlar sadece bunlar ile de sınırlı değil. Derin devlet, Kontrgerilla, JİTEM veya Ergenekon
ismi her ne ise bu kesimlerin PKK'ye silah yardımı yaptığından tutalım, Hüseyin Velioğlu'nun kurduğu ve en fazla da
PKK'ye karşı savaşan Hizbu-kontra örgütüyle aynı merkezden yönlendirildiği ileri sürülüyor.

PKK lideri Abdullah Öcalan, iddianamede PKK'nin yönlendirildiği şeklindeki iddialara 'kim kimi yönlendirdi?!... diye
acaba ile yaklaşırken, PKK yöneticileri de silah sevkiyatlarına, Ergenekon ve onun türevleri olan kontra örgütleriyle
kurulmaya çalışılan ilişkilere soru işaretleri koydular. Sonuçta en önemli soru olan; 'Ergenekon soruşturması
çerçevesinde tutuklananların hemen hemen hepsi PKK ile savaşımda aktif yer alan isimlerken, neden ısrarla
Ergenekon örgütünün PKK ile ilişkisi kurulmaya çalışılıyor?' sorusu cevaplandırmayı gerektiriyor.

Doğu Perinçek-PKK ilişkisi

Ergenekon davasından tutuklu bulunan İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in de PKK ile olan ilişkisi üzerine
çokça tartışma yürütüldü. PKK Ergenekon bağlantısı da bu ilişki üzerinden gündeme getirildi. Perinçek'in PKK ile
ilişkisinin kısa geçmişine bakılacak olursa;

PKK'nin ilk kuruluş yılları olan 1979'larda Perinçek'in Aydınlık dergisinden PKK'lilerin isim ve adresleri yayınlanarak
deşifre ediliyor. Polise bu yolla bilgi veriliyor. Yakalanan PKK'lilerin kim olduğunu emniyet binasına giderek teşhiste
bulundukları da o dönemdeki PKK'li tutuklularca dile getiriliyordu. PKK itirafçısı Şahin Dönmez'in MİT'e verdiği bilgileri
dergilerinde yayınlayan ve PKK'ye özel bir sayfa ayırarak, daha çok MİT kaynaklı bilgiler üzerinden antipropaganda
yapan da yine bu Aydınlık grubuydu. Fakat 89'larda Cizre ve Nusaybin'de baş gösteren serhıldanlar ile PKK kitlesel bir
taban bulmaya başladığında Perinçek'in PKK konusundaki tutumu da değişti.

Perinçek-Şener ilişkisi

İlk kez 1989 yılında Bekaa'ya giderek Öcalan ile görüşen Perinçek o tarihten sonra devletin Kürdistan'daki
politikalarını eleştirmeye başladı. Zamanın '2000'e Doğru' dergisinde Öcalan'ın röportajlarına yer verilirken, ordunun
Kürdistan'daki uygulamaları da teşhir ediliyordu.

Duran Kalkan 2009 Şubat ayında ANF'ye yaptığı bir röportajında Perinçek'in o dönemdeki PKK yaklaşımını şu sözlerle
izah ediyordu: 'Doğu Perinçek PKK içinde örgütlenme yaratmak ve PKK'yi kendi çözüm çizgisine çekebilmek için çok
çalıştı. Önder Apo'nun yanına defalarca gitti geldi. PKK kadrolarıyla o kadar uğraşmaya çalıştı. Mehmet Şenerleri
etkileyip harekete geçirerek Önder Apo çizgisini bu tür provokatif kişilerin saldırısıyla etkisizleştirmek istedi. Bir
yandan, Doğu Perinçek PKK kadrolarını kendi içine çekip oyuna getirerek eritme taktiği izlerken; diğer yandan,
herhalde devlet içinde birlikte olduğu, ortak olduğu bazı güçlerde askeri alanda kontrgerilla saldırını
hızlandırıyorlarmış, yoğunlaştırıyorlarmış. Hizbu-kontra ve JİTEM kontracılığı adı altında Kürt halkına, yurtsever
demokratik güçlere karşı boğucu bir saldırı yürütülerek PKK daraltılmak, boğulmak, dolayısıyla Doğu Perinçek'in
istemlerini kabul etmeye zorlanmak istenmişti.'

Perinçek'in silahlı mücadelenin anlamsızlığı yönündeki değerlendirmeleri, cezaevinde tanıştığı Mehmet Şener
tarafından da hem zindanda hem de daha sonra PKK içerisinde yayılmak istendi. Aynı dönemde Perinçek ise 2000'e
Doğru dergisinde Kürtler için silahlı mücadelenin anlamsızlığını Türkiye'de yoğunca işliyordu.

Perinçek PKK'yi 'Hain' ilan ediyor

Kimi çevrelerce 90'lı yılların başında Perinçek'in devlet içinden bir kanat tarafından PKK'yi yönlendirmede kullanılmak
istendiği iddia edilirken, Abdullah Öcalan 'Aydınlarla Söyleşi' kitabında bu konuda ilginç bir ayrıntıyı dile getiriyor;
'Doğu Perinçek ekibi 1991 yılına kadar çok iyi bir PKK dostluğu biçiminde görüntü arz ediyor. Açın bakın, o zaman
'2000'e Doğru' vardır, birçok başka konuşmaları vardır. Kürt hareketine çok yakinen bir dostluk çizgisi izler. Bu
darbenin gerçekleştirilmesiyle birlikte birdenbire bunun yerine -eleştiri de diyemeyeceğim- hem hiç dokunmama,
dokunduğunda da Kürt yükselişine bir saldırı vardır. Bunun darbe ile (bu darbe ile kastedilen kirli savaşın yükseltildiği
92 konsepti ve Özal'ın öldürülmesidir) bağlantısını görmemek için enayi olmak gerekir. Dev-Sol'a yönelik cinayetlerle
bu darbenin ilişkisini görmemek için aptal olmak gerekir. Ben çok yeni bir tespit yapayım. 'Özgür Ülke' gazetesinin üç
temel bürosunun bombalamayla havaya uçurulmasından bir gün önce Doğu Perinçek'in bir basın toplantısı vardı.
Çoğunun gözünden bu basın toplantısı kaçtı. PKK'yi işbirlikçi, hain bir hareket olarak değerlendirdi, değerlendirme de
değil, ilan etti. İkinci gün 'Özgür Ülke' havaya uçuruldu. Demirel 1 Eylül'de DEP'i hain ilan etti, 3 Eylül'de Mehmet
Sincar katledildi.'

Kızıl Elma ittifakı

PKK ile ilişkilerinin iyi olduğunun söylendiği dönemlerde dahi Doğu Perinçek 'Demokrasiyi önleyen bir PKK'dir ve bir
de özel savaştır' değerlendirmelerinde bulunmaktan geri durmadı. PKK'nin silahlı mücadeleyi bırakması için 90'larda
aktif rol oynamaya çalışan Perinçek, Abdullah Öcalan'ın İmralı'da geliştirmeye çalıştığı demokratik barışçıl adımları ise
AB ve ABD işbirlikçiliği olarak değerlendirdi. Son beş yıllık süreçte bu konuda tüm değerlendirmelerinde Türk-Kürt
kardeşliğinin ABD ve AB başta olmak üzere birtakım güçler tarafından bozulmak istendiğini söyleyen Perinçek, 'PKK ve
Apo ABD'nin oyununa gelmiş unsurlar' diye yorumluyordu.

Türk ordusu içinde 'Avrasyacı' denen kesimlerin desteklediği Kızıl Elma ittifakına da Perinçek öncülük yaptı. ABD'nin
Irak'a müdahalesi ve 2003 yılında Kürdistan Federe Bölgesinin Irak içinde anayasal bir statü kazanmasıyla beraber,
'PKK'yi ABD destekliyor' diyerek, PKK ve Kürt düşmanlığı üzerine kurulu bir anti-Amerikancı kampanya başlattı.
Böylece Türkiye'deki sol ve demokrat güçlere de PKK'ye karşı tutum alma çağrılarında bulundu. Hatta öyle ki,
yayınlarında ABD'nin Irak müdahalesinden sonra PKK gerillalarını ABD bayrağı ile birlikte karikatürize edecek kadar
ileri gittiler.
'Türk Aydının keşif kolu' Yalçın Küçük

Türkiye sosyalist hareketinin yakından tanıdığı Yalçın Küçük, 1960'lı yıllarda Türkiye İşçi Partisinin içinde yer alan bir
isim. Yazdığı kitaplardan dolayı birçok sefer ceza alan, Özgür Üniversite gibi çalışmalarda da yer alan Yalçın Küçük,
PKK'nin mücadelesine 1988'li yıllarda sıcak yaklaşmış ve destekleyici değerlendirmelerde bulunmuştu. Küçük, Öcalan
ile birçok kez söyleşi ve röportaj da yaptı. Bu söyleşi ve röportajlar 'Kürt Bahçesinde Söyleşi', 'Kürtler Üzerine Tezler'
ve 'Bir Dikine Ülke' gibi isimlerle yayınlandı. Küçük, gazeteci Fikret Bila'ya yazdığı bir mektupta PKK ile olan ilişkisi
konusunda 'Ben Türk aydınının keşif kolu ve halkımızın gözü durumundayım, PKK-Öcalan ve resmi Kürt politikalarının
dışında aydınımızın ve solumuzun bir politikası vardı (...) 'Terörist' ne demek, 'korkutucu' demektir. (...) Silahı eline
alan herkes, bir anlamda teröristtir, bu söylenir, bunu söylemek çözüm değildir.'diye yazıyordu.

Kim kimin akıl hocası

Yalçın Küçük, Öcalan'la yaptığı görüşme ve söyleşiler konusunda yaptığı bir değerlendirmede Öcalan'ın kendi
düşüncelerinden etkilendiğini söylemiştir. Bu söylemden yola çıkılarak PKK'nin Ergenekonla ilişkisinin olduğu iddia
ediliyor. Abdullah Öcalan ise İmralı'dan bu konuda yaptığı değerlendirmede, 'Gazeteler 'Yalçın Küçük Apo'yu Kemalist
yaptı' diye yazmış. Yalçın Küçük çok basit yaklaşıyor. Ben kendim doğruları görecek güçteyim... kitaplarında belli
olguları dile getiriyor, bunları başka kaynaklardan da öğrenebiliriz. Olguları okudum ama değerlendirmelerine bütün
olarak katılmıyorum' yanıtını veriyor.

Küçük'ün bazı düşüncelerine katıldığını dile getiren Öcalan devamla 'Yalçın Küçük kemalisttir, belli bir çevrenin
temsilcisidir, katıldığım bazı şeyleri dile getiriyor. ‘KDP-YNK ile mi, yoksa Apo ile mi bu sorun çözülür' diye
sorduklarında 'bu sorun Apo ile çözülür' diyordu. Bizim yaklaşımımızı kavramıştı' açıklamasında bulunuyordu.

'ordu ve bürokrasiden beklentili'

Ergenekon davası kapsamında gözaltına alınıp serbest bırakılan Yalçın Küçük'ün ABD'nin bölgeye müdahalesi ve AKP
aracılığıyla Türkiye'de etkili olması karşısında ordu içindeki Avrasyacılara sempati duyduğunu söyleyen KCK Yürütme
Konsey Üyesi Mustafa Karasu, bir değerlendirmesinde 'Bunların Kürt ve PKK düşmanlığı üzerine kurulu anti-
Amerikancılığı, 1920'lerde Mustafa Kemal'in ya da Denizlerin ve Mahirlerin 70'li yılardaki anti-emperyalist tutumuyla
aynı değildir. İşte bu yanlış yaklaşım Yalçın Küçük'ü de antiemperyalizm ve doğru tutum konusunda ciddi yanılgılara
götürmüştür' belirlemesinde bulunuyordu.

Küçük'ün Ergenekon ile olan ilişkisinin temelinde ordu ve bürokrasi içindeki statükocu ve Kürt düşmanı çevrelerden
bu yönlü bir beklenti içinde olmasının yattığını söyleyen Karasu, 'İnşallah bu akıbet ulusal yaklaşım içinde olan ve
ulus-devlet fetişizmiyle bilinçleri bulanıklaşan, bu nedenle yanlış kişiler ve çevrelere yakın duran ve kendine sol diyen
başka çevrelere de ders olur' temennisinde bulunuyordu.

Fikir ayrılığı

2000'li yıllarla birlikte Kürt Özgürlük Hareketine dönük yaklaşımları tamamen değişen Yalçın Küçük ve Doğu
Perinçek'in bu tutumlarında, Abdullah Öcalan'ın devlet ve sosyalizm konularındaki değerlendirmeleri etkili oldu.
Marksizm, Sol dogmatizm ve ulus-devlet konusundaki eleştirilerini İmralı süreci ile birlikte daha da derinleştiren
Öcalan'a yönelik Türkiye solundan ve birçok kişiden tepkiler gelişti. Bunlardan biri de Yalçın Küçük'tü. Öcalan
'Bunların sosyalizmi, yerel devletin bürokrasisinde yer alma sosyalizmidir. Bir koltuk kapma sosyalizmidir... (Y. Küçük'ü
kast ederek) kitabını okudum. Tekelliyeti güzel yazıyorsun. Ama önce bir de demokrasinin tarihini okusun.
Küreselleşmeye karşı halkların küresel demokrasi mücadelesini incelesin. Demokrasi kavramından gocunuyor.
Küreselleşmeye karşı halkların nasıl mücadele edeceğini söylüyor, ama kimin adına, neyi yazıyor? Siyasi amacı nedir,
belli değildir. Ya da ben ona bilim oportünistidir derim. Eski sol ideolojilerin, bürokratik sosyalizmin yolunu açıyor.
Devlet kapitalizmini sosyalizm sanıyor. Kapitalizme, kapitalistlerden daha fazla hizmet ediyor' diyerek Küçük'ü
eleştiriyordu.

Perinçek ve Küçük'ün Ergenekonculuğu

Öcalan, Perinçek ve Küçük'ün Ergenekon ile ilişkisi konusunda ise 'Doğu Perinçek Ergenekoncu diyorlar, aslında
Ergenekoncu değil; bir şeyler yapmaya çalışıyor ama ulus devleti anlamamış ne yapacağını bilemiyor. Yalçın Küçük de
yazıyor ama o da ulus devleti anlamamış. Perinçek de, Yalçın Küçük de şaşkın! Aslında bunların yaptığı Alman
nasyonal sosyalist anlayışla eşdeğerdir' tespitinde bulunuyor.

Perinçek'in Ergenekoncularla ilişkilenmesinin temel nedeninin Ergenekoncuların Kürt düşmanlığı üzerinden


geliştirdiği anti-Amerikancılığı bir iktidar fırsatı olarak değerlendirme istemi olarak tanımlayan Mustafa Karasu ise bir
yazısında bu konuya ilişkin 'Ergenekoncular antiemperyalist role, AKP de demokratlığa soyunmuştur. Bunun nedeni
Türkiye için en gerekli bir dönemde sol demokrat bir hareketin ortaya çıkamamasıdır. İşte bu süreçte bazı solcular ya
da ulusal solcu olarak tanımlananlar, ordunun bu kesimiyle ve bir zamanlar aleyhinde propaganda yaptıkları özel
harpçilerle kucak kucağa olmuşlardır. Doğu Perinçek'in kontrgerillanın esası olan Ergenekoncularla ilişkisi böyle
gelişmiştir. En azından görünen, ilişkilerin böyle geliştiği yönündedir. Ordu içindeki Ergenekoncular bu kesimleri
kullanmıştır. Bu kesimler de geçmişteki geleneğin en kötü devamı olarak orduyu kendilerine göre kullanmaya
çalışmışlardır' değerlendirmesinde bulunuyordu.

6 bin silaha ne oldu?

Tuncay Güney'in ifadelerine göre hazırlanan Ergenekon iddianamesinde ileri sürülen en önemli hususlardan biri de
Güney'in YNK'lilerden duyduğunu iddia ettiği '...JİTEM subaylarıyla silahlardan 12 bin adetini Barzani'ye, 12 bin
âdetinin Talabani'ye verildiğini, ancak Kosret Resul'un kendilerine 6 bin adet silah verildiğini söyleyerek ‘Tamer hep
bize böyle yapıyor' dediğini, geriye kalan 6 bin silahın ise Talabani'nin adamlarının ve Binbaşı Tamer ve diğer
subayların, Kale Dize denilen Komünist Parti binasında PKK'li Cemil Bayık'a teslim ettiklerini...' şeklinde dile getiriliyor.

PKK Ergenekon ilişkisini kurmak için ileri sürülen bu iddiada ismi geçen KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil
Bayık, bu konuda şunları söylüyordu; 'Güney Kürdistan'daki silah pazarında parayla istediğin her tür silahı bulabilirsin.
PKK ne silah ne de para temin etmek için başkalarına el avuç açmadı.'

Ergenekon iddianamesine cevap veren KCK Yürütme Konsey Üyesi Mustafa Karasu ise, 'Tuncay Güney'in YNK'lilerden
duydum dediği şey, bir hayal ürünüdür. Çok gizli olduğu söylenen şeyleri neden YNK'liler Tuncay Güney'e anlatsın.
Kaldı ki böyle bir şey olsaydı YNK'liler şimdiye kadar bunu dünyaya ilan ederlerdi. PKK'nin YNK ile ilişkisinin iyi olduğu
zamanlar olduğu gibi, çok kötü olduğu ve yüzlerce insan kaybına yol açan savaş yaptıkları bilinmektedir. Herkes
bilmeli ki, o yıllarda PKK Irak pazarında her yerden parayla silah bulmaktadır. PKK ne para ne de silah sıkıntısı
çekmiştir. PKK'nin bu dönemde kullandıkları silahların kaynağı bellidir; şehit düşen gerillaların silahlarının yüzlercesi
Türk devletinin eline geçmiştir. Bu silahların üzerinde markası, menşei ve seri numarası açıkça bulunmaktadır. 'Devlet
YNK'ye silah vermiş, bu PKK'nin eline geçmiş' denilseydi bunun bir mantığı olurdu. Ne var ki böyle bir şey de
olmamıştır. Bu konuda söylenenler, uydurulanlar tamamen PKK üzerinde kuşku uyandırmaya yöneliktir' diyerek,
hiçbir somut veriye dayandırılmadan ileri sürülen iddiaların iftiradan başka bir şey olmadığının altını çiziyordu.

SİLAHLAR TÜCCARLARDA ÇIKTI

Ergenekon iddianamesinden, Türkiye'nin PKK'ye karşı savaşmaları için KDP ve YNK'ye silah yardımı yaptığı, ama bu
silahların bir kısmının ortadan kaybolduğu anlaşılmaktadır.

Benzer bir iddia ise; Türkiye-ABD ilişkilerinin bozulduğu 2007 yılında Türkiye tarafından ortaya atılmıştı. Türkiye ısrarla
ABD'nin KDP ve YNK'ye gönderdiği silahların bir kısmının kaybolduğunu dile getirmişti. Bu iddiası ile ABD'nin PKK'yi
desteklediğini ve silah yardımında bulunduğunu açıkça dillendirilmişti. Fakat kaybolduğu ileri sürülen ABD
silahlarından bir kısmı silah tüccarlarının elinde bulunmuştu. Hatta Glok marka tabancalardan bazıları Ergenekon
soruşturması çerçevesinde yapılan aramalar esnasında ele geçirilmişti.

Hizbullah'la mı PKK'yle mi?

Savcı Zekeriya Öz, hazırladığı iddianamede bir taraftan PKK'nin Ergenekon ile ilişkisini ısrarla kurmaya çalışırken, diğer
taraftan da 90'lı yılların başında PKK'ye karşı kullanılarak Diyarbakır, Mardin ve Batman çevrelerinde binlerce masum
Kürt insanını katleden Hizbullah'ın Ergenekon'un bir paravan örgütü olduğunu açıkça dile getiriyor. Savcı Öz, bir
taraftan Türk devleti adına PKK'ye karşı savaşta Hizbullah örgütünü kullanan Hurşit Tolon, Şener Eruygur, Cemal
Temizer, Levent Ersöz gibi JİTEM elemanlarını Ergenekon davası çerçevesinde sorgularken, diğer taraftan PKK'yi de
bunların yönlendirdiğini ileri sürüyor.
Derin devlet, JİTEM veya Ergenekon'un Hizbullah ile ilişkileri Emekli İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu'nun
ifadelerinde, 'Hatay İl Emniyet Müdürlüğü görevini sürdürdüğü dönemde tahminen 1991 yılı içerisinde Adana
Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz ve İl Jandarma Alay Komutanı Vicdan Başaran olduğu halde şehir
kulübünde bir yemek yediklerini, bu yemekte Bölge Komutanının yanında bulunan ve önceleri emir eri olduğunu
zannettiği sivil giyimli şahsın daha sonra İstanbul'da Hizbullah Operasyonunda ölü ele geçirilen Hizbullah lideri
Hüseyin Velioğlu olduğunu öğrendiğini...' şeklinde dile getiriliyor.

Ergenekon ile ilişkisi bu kadar açık bir şekilde ifade edilen Hizbullah, 90'lı yılların başında PKK'ye karşı ciddi bir saldırı
içerisine girmişti. Bu saldırılarda birçok Kürt ve PKK sempatizanı Hizbullah'ın faili-meçhul kurbanı olmuştu. Böylece
halkın PKK'den kopması hedeflenmişti. Ergenekoncular bu kirli savaşıyla suyu kurutup balığı öldürmek gibi PKK'yi de
sosyal temelini kurutarak tasfiye etmeyi amaçlamışlardı.

Öcalan: Benim görüşlerim alınmalı

PKK'ye karşı mücadelede Türk devleti yeni bir dönem başlatırken, geçmiş dönemde yapılan hatalar ve kural dışı savaş
yöntemleri Ergenekon soruşturması ile masaya yatırılıyor. Bu soruşturmada bazı konularda savaş kurallarının dışına
çıkıldığı kısmen dillendirilmeye başladıysa da bazı suçlar hala PKK'nin üzerine yıkılarak üstü kapatılmaya çalışılıyor. Bu
konuda kendisinin (savaşın bir tarafı olan PKK'nin Önderi olma konumuyla) ifadesinin alınması gerektiğine ve
gerçeklerin açığa çıkması için gereken her türlü yardımı sağlamaya hazır olduğuna dikkat çeken Öcalan, soruşturmayı
sürdüren savcılara şu çağrıda bulunuyor; 'PKK'ye mal edilmiş dünya kadar şey var. Benim bu konuda görüşlerim
alınmalı. Daha baştan beri ta 1978, daha doğrusu 1976'dan beri PKK' ye müthiş sızmalar var. Benim üzerime müthiş
geldiler; O Ergenekon, JİTEM diyorlar, ne diyorlarsa desinler, o askerleri (33 asker olayını kast ederek) kim oraya
gönderdi ve kim orada olduklarını bildirdi, eğer bu açığa çıkarsa konu aydınlanır. Binlerce faili meçhul cinayet de
bunlarla bağlantılıdır. Eğer bu ortaya çıkarsa diğer sorunların nedeni de ortaya çıkacaktır. Yani kimin neyi ne yaptığı
ortaya çıkacaktır. Ben bunu defalarca söyledim, içimizde bazıları JİTEM'le, Ergenekonla bağlantılı çalışmışlar. Bunlar
da açığa çıkarılmalıdır.'

PKK'yi Ergenekonla ilşkilendirmenin hedefi

Ergenekon örgütünün PKK ile bağını kurma çabalarını ANF'ye verdiği röportajda değerlendiren Bayık, bu konuda
şunları söylüyordu; 'Türkiye toplumunda yıllardır yarattığı PKK karşıtlığını bu tarzda kullanmak istiyorlar. 'Bakın
bunların PKK ile ilişkileri var. Hatta PKK'ye eylem yaptıran bunlardır' deyip, o PKK'ye karşı geliştirdikleri nefreti, kini
bunlara yöneltmek istiyorlar. Bu temelde toplumun desteğini arkalarına alıp bunları mahkum etmek istiyorlar. Diğer
bir neden de bu tarzda PKK'yi yıpratmaya çalışıyorlar. Çünkü Ergenekoncular esas olarak da Kürt halkına ve PKK
sempatizanlarına büyük zararlar vermiştir. Böyle bir ilişki olduğu iddia edilerek PKK hakkında kuşkular yaratmaya,
mümkünse Kürt halkını Önderlikten, PKK'den uzaklaştırmayı amaçlıyorlar.'

You might also like