You are on page 1of 127

Colley Cibber

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Git ve: kullan, ara

Colley Cibber

Colley Cibber (6 Kasım 1671 - ö. 11 Aralık 1757) İngiliz başşair, oyun yazarı, tiyatro
oyuncusu ve yönetmeni. Love's Last Shift; or The Fool in Fashion (Aşkın Son Hilesi ya da
Modaya Uygun Aptal) adlı oyunu yaklaşık bir yüzyıl İngiliz tiyatrosunu etkisi altına alan
duygulu komedinin ilk örneğidir.

Cibber Danimarkalı bir heykel sanatçısının oğlu olarak iyi bir eğitim aldı. Ailesinin tüm karşı
çıkmalarına rağmen oyunculuğa başladı. Oyunculuğa ilk olarak 1960 yılında Londra'da Drury
Lane Tiyatrosu 'nda, Thomas Betterton topluluğuyla başladı. Birkaç yıl sonra evlendi.
Oyunculuktan yeterli parayı kazanamayınca Love's Last Shift 'i yazdı. Bu oyunla hem yazar
olarak hem de oyuncu olarak ün kazandı. 1700 yılında Cibber, Shakespeare'in aynı isimli
oyununun bir parodisi olarak Richard III 'ü sahneledi. Shakespeare'in oyununu sahnelemek
isteyen bir çok yönetmen Cibber'in uyarlamasını tercih etti. Daha sonraki yıllarda töre
komedileri ve Kraliçe Anne'nin ölümünden sonra da siyasete olan ilgisiyle politik oyunlar
yazdı. Büyük bir ustalıkla sürdürdüğü oyunları sayesinde "Başyazar" unvanını aldı.

Başkadın oyuncusu Anne Oldfield 1730'da, İlk ortağı olan Wilks ise 1733'te ölünce bir yıl
sonra tiyatro yöneticiliğini bıraktığını açıkladı. Sahneye koyduğu son oyun Shakespeare'in
King John (Kral John) adlı yapıtının uyarlaması oldu.

Oyunları [değiştir]
• Love's Last Shift (Komedi, 1696)
• Woman's Wit (Komedi, 1697)
• Xerxes (Trajedi, Lincoln's Inn Fields, 1699)
• Love Makes a Man (Komedi, 1701)
• The School Boy (Komedi, 26 Ekim 1702)
• She Would and She Would Not (Komedi, 26 Kasım 1702)
• The Careless Husband (Komedi, 7 Aralık 1704)
• Perolla and Izadora (Trajedi, 3 Aralık 1705)
• The Comical Lovers (Komedi, Haymarket, 4 Şubat 1707)
• The Double Gallant (Komedi, Haymarket, 1 Kasım 1707)
• The Lady's Last Stake (Komedi, Haymarket, 13 Aralık 1707)
• The Rival Fools (Komedi, 1 Ocak 1709)
• The Rival Queans (Haymarket, 29 Haziran 1710)
• Ximena (Tragedy, 28 Kasım 1712)
• Venus and Adonis (1715)
• Bulls and Bears (Kaba güldürü, 1 Aralık 1715)
• The Refusal (Komedi, 14 Şubat 1721)
• Cæsar in Egypt (Trajedi, 9 Aralık 1724)
• The Provoked Husband (John Vanbrugh'la birlikte, komedi, 10 Ocak 1728)
• Love in a Riddle (Pastoral, 7 Ocak 1729)
• Damon and Phillida (Pastoral güldürü, Haymarket, 1729)

Cibber'in ayrıca uyarlamaları; Shakespeare'in Richard III (1699), King John (1745) ve
Molière'in Tartuffe as The Nonjuror (1717)

Martin Crimp
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Git ve: kullan, ara


Martin Crimp
Doğumu: 14 Şubat 1956 (52 yaşında)
Dartford, Kent
Birleşik Krallık

Mesleği: Oyun yazarı

Milliyeti: İngiliz

Martin Andrew Crimp (d. 14 Şubat 1956 - Dartford, Kent, Birleşik Krallık), İngiliz oyun
yazarıdır.

Londra Royal Court Theatre'la uzun süren bir bağı oldu. Son zamanlarda the Vienna Festival
ve Paris'teki the Festival d'Automne'ye bağlı kaldı. Ayrıca Ionesco, Koltès, Moliere ve
Çehov'un eserlerini çevirdi.

Eserleri [değiştir]
• Definitely the Bahamas (1987)
• Dealing with Clair (1988)
• Play with Repeats (1989)
• No One Sees the Video (1990)
• Getting Attention (1991)
• The Treatment (1993'te "John Writing" ödülünü aldı)
• Attempts on Her Life (1997)
• Kır (The Country, 2000)
• Face to the Wall (2002)
• Cruel and Tender (2004)
• Fewer Emergencies (2005)

Sarah Kane
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Git ve: kullan, ara


Sarah Kane
Doğumu: 3 Şubat 1971
Essex, İngiltere

Ölümü: 20 Şubat 1999


King's College Hastanesi, Londra

Mesleği: Oyun ve senaryo yazarı, yönetmen, oyuncu.

Etkilendikleri: Samuel Beckett

Sarah Kane (d. 3 Şubat 1971 - ö. 20 Şubat 1999), İngiliz oyun yazarı.

Oyunları, aşkın kurtarıcılığı, cinsel arzu, acı ve fiziksel ve psikolojik işkence temaları
üzeriedir. Oyunlarının karakteristik özellikleri, şiirsel yoğunluk, fazlalıklardan arınmış dil,
tiyatro formunun araştırılması ve ilk dönem eserlerinde rastlanan aşırı ve şiddet içeren sahne
aksiyonudur.

Kane, dışavurumcu tiyatrodan ve Jakoben trajedi gibi naturelistik olmayan tiyatro


formlarından etkilendi.[1] Çalışmaları, naturelistik eğilimli 20. yy. İngiliz tiyatrosu anlayışıyla
uyuşmaz. Basılmış 5 oyunu ve Skin adlı film için yazdığı bir senaryosu vardır.

Uzun yıllar boyunca depresyon tedavisi gören Kane, 28 yaşındayken King's College
Hastanesi'nde kendisini asarak intihar etti.

Konu başlıkları
[gizle]

• 1 Çalışmaları
o 1.1 Tiyatro
o 1.2 Senaryo
• 2 Ayrıca bakınız
• 3 Kaynak

• 4 Dış bağlantılar

Çalışmaları [değiştir]
Tiyatro [değiştir]

• Blasted (1995)
• Phaedra's Love (1996)
• Cleansed (1998)
• Crave (1998)
• 4.48 Psychosis (1999)

Senaryo [değiştir]

• Skin (1995)

Ayrıca bakınız [değiştir]


• Sarah Kane: Complete Plays. London: Methuen 2001 ISBN 0-413-74260-1
• Graham Saunders: ‘Love Me or Kill Me’. Sarah Kane and the Theatre of Extremes.
Manchester: Manchester University Press, 2002 ISBN 0-7190-5956-9

Kaynak [değiştir]
• İngilizce Wikipedia 23 Ocak 2008 tarihli Sarah Kane maddesi

1. ^ Graham Saunders Love Me or Kill Me: Sarah Kane and the Theatre of Extremes.

Dış bağlantılar [değiştir]


• Sarah Kane tribute site - Kane'in anısına hazırlanmış web sitesi.
• Obituary in British Theatre Guide
• The Blurb
• Sarah Kane - IMDb sayfası.

Simon Stephens
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Git ve: kullan, ara

Simon Stephens (d. 1971), İngiliz oyun yazarı.

Stockport, Cheshire'lı olan Stephens, İngiliz tiyatrosunda gün geçtikçe daha fazla dikkat
çeken bir oyun yazarıdır. Oyunlarında aile hayatını insancıl bir yaklaşımla inceler. Acımasız
bir yazı üslubuna sahip olsa da, eserlerindeki optimist ve hakiki hava, Stephens'ı diğer In-yer-
face akımı yazarlarından ayırır.

Stephens 2005'ten beri Londra'daki Royal Court Theatre'ın edebi biriminde çalışmaktadır.
Ayrıca tiyatronun genç yazarlar programının liderliğini yürütmektedir.

Oyunları [değiştir]
• Bluebird (1998)
• Herons (2001)
• Port (2002)
• One Minute (2003)
• Christmas (2004)
• Country Music (2004)
• On the Shore of the Wide World (2005)
• Motortown (2006)
• Pornography (2007)
• Harper Regan (2007)

ANTON ÇEHOV
Tek Perdelik Dokuz Oyun

Dağ Yolunda / Tütünün Zararları / Kuğunun Şarkısı / Ayı / Bir Evlenme Teklifi /
Sayfiyede Yaz / Tatyana Repina / Düğün / Kutlama

Türkçesi: Yılmaz Gruda


BİLGİ YAYINEVİ

DAĞ YOLUNDA

BİR DRAM ÇALIŞMASI

(1885) •

KiŞiLER

TİKHON Yevstigneyev, dağ yolunda bir hanın sahibi.

Semyon Sergeyeviç BORTSOV, iflas etmiş bir toprak sahibi

MARYA Yegorovna, karısı


SAVVA, yaşlı bir hacı

NAZAROVNA, sofu kadın

FEDYA, fabrika işçisi

MERİK, serseri

KUZMA, yolcu

POSTACI

ARABACI Deniş, Bayan Bortsova'nın arabacısı

HACILAR, SIĞIRTMAÇLAR, YOLCULAR v.b.

Olay, Rusya'nın güney yöresinde geçer. Tikhon'un hanında büyük bir oda. Meyhane de
denebilir. Sağda tezgâh. Üzerinde, arkadaki raflarda şişeler. Fonda yola açılan bir kapı;
dışarda üzerinde kirli, kırmızı, küçük bir fener asılı. Yerde, duvarlara bitişik sıralarda hacılarla
yolcular. Bazıları, yere çökmüş, dizlerine kapanmış, uyuklamakta. Vakit gece yarısı... Perde
gök gü-rültüsüyle açılır. Çakan şimşeğin ışığı görülür açık kapıdan.

Tikhon, tezgâhın ardında... Fedya, sıralardan birine yarı uzanmış, akordeon çalmakta...
Bortsov, eski, partal bir yazlık palto giymiş, Fedya'nın yanında oturmakta... Savva,
Nazarovna, Yefimovna yerde, sıraların yanında, yatmakta...

YEFİMOVNA: (Nazarouna'yct) Baksana anacığım, şu ihtiyarcığı bir sarsalasana! Öbür tarafa


göçüyor galiba?

NAZAROVNA: (Savva'nın yüzündeki partal giysinin ucunu kaldırır) Tanrı Adamı! Hey, Tanrı
Adamı! Yaşıyor musun, ölüyor musun?

SAVVA: Ne diye öleyim? Yaşıyorum anacığım.

(Doğrulur) Bacaklarımı örter misin?..Hah, şöyle... Sağdakini de... Tamam, öylesi iyi. Tanrı
sağlığını daim etsin!

NAZAROVNA: (Sauua'nın bacaklarını örter) Hadi, şimdi uyu babacığım.

SAVVA: Nasıl uyuyayım? Acı rahat bırakmıyor ki! Benim gibi günahkârların huzur içinde
yaşamaya hakları yok... Bu gürültü de ne?

NAZAROVNA: Tanrı fırtınanın dik alasını yolluyor bize. Rüzgâr uluyor, yağmur
durmaksızın yağıyor. Dama, pencerelere bezelye taneleri gibi iniyor... Duyuyor musun?
Göklerdeki kötülüklerin kapıları açılmış! (Gök gürler) Tanrım! Tanrım! Tanrım!

FEDYA: Gök gürlüyor, uluyor; iniyor gök! Anlaşılan sonu gelmeyecek. Vuu... Vuu... Ormanın
uğultusu gibi... Vuu... Vuu... Rüzgâr köpek gibi uluyor. (Titrer) Amma da soğuk ha! Urbalarım
sırılsıklam. Sıksam, şarıl sarıl su akar... Kapı da ardına kadar açılmış! (Akordeonunu usuldan
çalmaya çalışır) Akordeonum da ıslanmış, dini bütünler! Sesi zar zor çıkıyor. Yoksa öyle bir
konser verirdim ki size, akimiz dururdu. Örneğin ünlü bir parça... Bir kadril, bir polka; ya da
bizim havalardan. Hepsinin de üstesinden gelirdim, ha! Şehirde, Büyük Otel'de garsonluk
yaparken, hiç para biriktirmedim. Elime geçeni hep müziğe, çalgıya yatırdım. Çalgı
çalmaya... Gitar bile çalarım.

SES: (Bir köşeden) İşte saçmalayan bir salak!

FEDYA: Salak sensin! (Sessizlik)

10

NAZAROVNA: (Savva'ya) Sen şimdi sıcağın önünde yatıp, zavallı bacaklarını ısıtmalıydın
büyük baba. (Sessizlik) ihtiyar! Tanrı Adamı! (Savva'yı sarsar) Göçüyor musun yoksa?

FEDYA: Küçük bir votka yuvarla babalık. Mideni yakar ama, içini ferahlatır. Yuvarla bir
kadeh!

NAZAROVNA: Soytarılık edip durma! İhtiyar belki de günahlarının çeteleşin! çıkarıp,


ruhunu teslim ediyordur. Sense aptalca laflar ediyorsun! Üstüne üstlük çalgı da çalıyorsun.
Kes şunu tıngırdatmayı! Utanma yok mu sende?

FEDYA: Sende var mı? Durmadan gevezelik ediyorsun. Adamcağız yeterince kötülemiş.
Sense o iyi kadın, şefkatli kadın numaralarınla üzüyorsun adamcağızı. Kafasını ütülüyorsun...
Uyu, büyük baba! Kulak asma ona. Bırak ötsün. Boş ver! Kadınların dilleri şeytan
süpürgesine benzer. İyiden, güzelden yana ne varsa, süpürüverirler. Kadınlara metelik verme.
(Ellerini şaşkınlıkla birbirine vurur Hay Allah, amma da sıskaymış-smî İskelet gibi! Et met
kalmamış sende. Gerçekten ölüyor musun yoksa?

SAVVA: Ne diye öleyim? Tanrı korusun beni! Az biraz kötülerim ama, Tanrı'nın inayetiy-le,
gene de dikilirim ayağa. Meryem ana beni gurbetlerde öldürmez. Ben ölsem ölsem, anca
evimde ölürüm.

FEDYA: Uzaktan mı geliyorsun?

11

SAVVA: Evet, Vologda şehrinden. Esnaflık yapardım orda.

FEDYA: Nerde bu Vologda?

TİKHON: Moskova'nın ötelerinde. Kıyı köşe bir yerde.

FEDYA: Vay canına, amma da uzaktan gelmişsin be kirpi sakal! Peki, tabana kuvvet mi
geldin?

SAVVA: Yaya geldim ya! Tikhon Zadonski ma-nastırındaydım. Şimdi de Kutsal Dağlar'a
gidiyorum. Tanrı'nın izniyle, ordan da Odes-sa'ya geçeceğim. Odessa'dan adamı Hac'ca,
Kudüs'e ucuza götürüyorlarmış. Yirmi bir rubleye, diyorlar.
FEDYA: Moskova'da bulundun mu? SAVVA: Hem de beş kere. FEDYA: Güzel bir şehir mi?
(Sigara yakar) Görmeye değer mi sence?

SAVVA: Orada bir sürü azizin türbesi var evlat. Bir yerde ne kadar aziz türbesi varsa, orası
daima güzeldir. -

BORTSOV: (Tezgâha, Tikhon'un yanma gider) Bak, bir daha yalvarıyorum sana. Tanrı aşkına,
bir yudumcuk olsun ver şu içkiden! FEDYA: Bir şehirde en birinci iş temizliktir. Toz mu var,
sokaklar sulanmak. Çamur mu var. hemen yok edilmeli. Uzun uzun evler olmalı. Tiyatrolar...
Polis... Arabalar... Ben hep şehirde yaşadım, bilirim oraları. BORTSOV: Küçücük bir kadeh...
İşte şunun kadar... Borca yaz. Mutlaka öderim sana. TİKHON: Laf!

12

BORTSOV: Yalvarırım. Şu iyiliği yap bana!

TİKHON: Rahat bırak beni be!

BORTSOV: Anla beni! Eğer o tahta, o köylü kafanın içinde bir damlacık beyin olsaydı, içki
isteyenin ben olmadığını anlardın. İçimin içi istiyor! Bu yüzden sızlanıyorum bir köylü gibi.
Hastalığım istiyor içkiyi. Anlaşana!

TİKHON: Anlayacak bir şey yok... Çek git hadi!

BORTSOV: Bak, eğer bana içki vermezsen -iyi dinle beni- eğer bu tutkumu gideremezsem.
çok kötü şeyler yaparım, cinayet bile işlerim! Ne yapacağımı anca Tanrı bilir... Bana bak,
tahta kafa, meyhaneciliğin boyunca bir yığın ayyaş dikilmiştir karşına; hiç ne hale geldiklerini
görmedin mi onların? Hasta olurlar, hasta! Kötünün kötüsü olurlar! Ama bir yudum votka ver;
döv, bıçakla, ne yaparsan yap! İşte bak, yalvarıyorum sana. Yap bana şu iyiliği. Önünde diz
çöküyorum işte... Tanrım, nasıl da zavallılaştım, nasıl da alçaldım!

TİKHON: Uçlan parayı, al votkayı!

BORTSOV: Nerden bulayım parayı? Hepsi içkiye gitti. Hepsi, son meteliğime kadar! Sana
verebilecek hiçbir şeyim kalmadı. Bir bu paltom var, onu da veremem sana. Altında
çırılçıplağım... Şapkamı ister misin? (Şapkasını çıkarıp Tikhon'a verir)

TİKHON: (Şapkayı inceler) Hmm! Tezgâhın altı şapka dolu. Bu da, kalbin gibi, delik deşik.

FEDYA: (Alay eder) Hey, beyfendi şapkası o! Hani büyük şehirlerde, caddelerde turlar-

13

ken, çıtkırıldım hanımları selamlamak için kullanılır! "Günaydın! Gene görüşelim!


Nasılsınız?"

TİKHON: (Şapkayı geri verir) Bedava bile versen, almam. Paçavraya dönmüş! BORTSOV:
İşine gelmedi ha? Öyleyse borca yaz. Şehirden dönerken uğrayıp, beş köpek veririm sana.
Paraya boğarım seni. Paraya boğulursun. Parayla boğulasın! Boğazında kalır inşallah!
(Öksürür) İğreniyorum senden!
TİKHON: Şu ulumayı kesmeyecek misin sen, ha? Sülük gibi yapıştın! Neyin nesisin sen be?
Yankesici misin, nesin? Ne demeye geldin buraya? BORTSOV: İçki istiyorum! Kendim için
değil,

hastalığım için istiyorum. Anlaşana! TİKHON: Bana bak, sabrımı taşırıyorsun! Daha fazla
askıntı olursan, bozkırın orta yerinde bulursun kendini! BORTSOV: Ne yapacağım ben?
(Uzaklaşır) Ne

yapsam bilmem ki? (Düşünür) YEFİMOVNA: Şeytan dürtüyor seni! Dinleme onu beyfendi.
Yere batasıca, hiç durma, "İç bir kadeh! Bir kadeh iç!" diye fısıldar... Sen de "İçmeyeceğim!
İçmeyeceğim işte!" de... O zaman seni rahat bırakır. FEDYA: Bahse girerim, kafanı didik
didik ediyordur, mideni oyuyordur, durmadan oyu-yordur mideni o meret istek! (Güler) Sen
fıttırmışsın efendicik! Hadi, yat da uyu! Meyhanenin ortalık yerinde korkuluk gibi durma,
bostan değil burası!

14

BORTSOV: (Öfkeyle) Kapa çeneni! Sana fikrini soran olmadı. Eşek herif!

FEDYA: Hey, o kadar ileri gitme bakalım! Senin gibileri iyi bilirim ben. Yollarda,
meyhanelerde siftinir durursunuz. Eşek lafına gelince, kulağının üstüne bir patlatırsam,
rüzgârdan beter ulursun. Sensin eşek! Sersem budala! (Bir sessizlik) Boş kese, boş kafa!

NAZAROVNA: Şu işe bakın! Burada bir Tanrı Adamı, son duasını edip, nerdeyse Tanrı'ya
ruhunu teslim edecek! Ordaki zındıklarsa kavgalaşıp küfürleşiyorlar! Utanmazlar!

FEDYA: Kapa çeneni muşmula suratlı moruk! Meyhanede olduğunu unutma! Meyhanede,
meyhane raconu yürür. Nara da atılır, küfür de edilir!

BORTSOV: Ne yapabilirim? Nasıl anlatabilirim bu adama? Daha ne diyebilirim? (Tikhon'a)


Damarlarımdaki kan dondu, Tikhon amca! (Ağlar) Tikhon! Dostum!

SAVVA: (İnler) Bacaklarım kurşun yemiş gibi sızlıyor... Hacı kadın, anam?

YEFİMOVNA: Ne var?

SAVVA: Ağlayan kim?

YEFİMOVNA: Bir beyefendi!

SAVVA: Beyfendiye söyle de Vologda'da ölebil-mem için, benim adıma da ağlayıp dua etsin.
Dualara gözyaşı kattın mı, insanın isteği daha çabuk kabul edilir.

BORTSOV: Dua ettiğim filan yok, büyük baba. Akan gözyaşı da değil, kan. Boğulan
ruhumdan fışkıran kan. (Savva'nın ayaklan-

15

n/n dibine oturur) Kan! Kanım akıyor! Ama anlamazsın sen. Karanlık kafanla anlayamazsın
koca ihtiyar. Karanlığın insanlarısınız siz!

SAVVA: Aydınlığın insanları var mı? BORTSOV: Var ya, babalık. Aydın insanlar var. Ancak
onlar anlar.

SAVVA: Doğru, vardır evladım. Evliyalar, azizler, aydınlığın insanlarıydı. Onlar her acıyı
anlardı. Sen daha söylemeden anlardı onlar. Gözlerine bakar bakmaz, hemen anlarlardı. Öyle
rahatlardın ki, acın falan kalmazdı. Şıpın işi kesiliverirdi.

FEDYA: Demek sen evliyaları gördün ha?

SAVVA: Gördüm elbet. Yeryüzünde bin bir türlü insan var. Günahkârlar da var, Tanrı
hizmetkârları da.

BORTSOV: Hiçbir şey anlamıyorum. (Hemen ayağa kalkar) İnsanların söylediklerini


anlayacak yetenek kalmadı bende artık. Bir içgüdü... yalnızca susuzluk duygusu hep, içki
tutkusu... (Hızla tezgâha gider) Tikhon, al şu paltomu... Anla beni artık. (Paltosunu handiyse
çıkaracak) Paltomu...

TlKHON: Altında ne var bakalım? (Bakar) Çırılçıplak bu be! Bırak, çıkarma, almam. Ruhuma
bir günah daha yükleyemem. (MERİK girer)

BORTSOV: Sen üstlenmiyorsan, ben üstleniyorum günahı! Anlaştık mı?

MERlK: (Sessizce paltosunu çıkarır. Deri ceke-tiyle kalır. Belinde bir balta vardır) Bazı

16

insanlar üşür. Ama ayılarla serseriler, ateş gibidir daima... Amma da tere batmışım! (Baltayı
çıkarıp belinden, yere koyar. Deri ceketini çıkarır) Çamurdan bir ayağını alıncaya kadar,
sırılsıklam ter içinde kalıyorsun. Tam kurtuldum diyorsun, öteki ayak çamura batıyor.
YEFİMOVNA: Haklısın... Söyle bakalım kardeş,

yağmur yağıyor mu hâlâ? MERİK: (Yefimovna'ya baktıktan sonra) Kadınlarla muhabbeti


sevmem! (Sessizlik) BORTSOV: (Tikhon'a) Günahı ben üstleniyorum dedim... Duyuyor
musun beni? Evet mi, hayır mı?

TİKHON: Dinlemek istemiyorum seni artık! Rahat bırak beni!

MERİK: Hava öylesine karanlık ki, sanki birisi gökyüzünü katranla boyamış sanırsın. İnsan
burnunun ucunu bile göremiyor. Yağmur da kar gibi. İnsanın suratını bıçak gibi kesiyor.
(Elbiseleriyle baltasını kaldırır) FEDYA: Desene, senin gibi aşağılıklara gün doğdu. Yabani
hayvanlar bile kıyı köşe saklanırken, siz iblisler cümbüş yaparsınız! MERİK: Kim dedi o lafı?
FEDYA: Ben! Korktuğumu da sanma ha! MERİK: Dediklerini bir yere yaz, ben sonra oku-
rum! (Tikhon'a gider) İyi geceler moruk! Tanıdın mı beni?

TİKHON: Bu yoldaki bütün serserileri hatırlamaya kalksam, bir düzine delik gerekirdi
suratımın ortasına!

17
MERlK: Bir daha bak! (Sessizlik)

TÎKHON: Tamam be! Hatırladım seni! Gözlerinden tanıdım! (Elini uzatır) Andrey Polikar-
pov!

MERÎK: Doğru ama, eskidendi o. Şimdi Yegor Merik'im.

TİKHON: O niye?

MERİK: Tanrı bana hangi kafa kâğıdını ihsan ederse, benim adım da o olur. İki aydır
Merik'im. (Gök gürler) Vuu.... İstediğin kadar gürle, beni korkutamazsın! (Çeuresine bakını r)
Pire var mı burda?

TİKHON: Sorulur mu? Tatarcıkla tahtakurusu da cabası! İstemediğin kadar. Pireler, insan eti
yataklarında horul horuldur şimdi. (Bağırır) Hey, iyi insanlar! Ceplerinize esvaplarınıza
mukayyet olun. Tehlikeli bir adamdır bu. Cascavlak bırakıverir sizi.

MERİK: Bak, uyarın, paradan yana yerinde. Kendimi tutamam. Dikkat ederlerse iyi olur. Ama
esvaptan yana hiç korkuları olmasın. İşime yaramaz çünkü!

TİKHON: E, söyle bakalım, şeytan nereye yedi-yor seni?

MERİK: Kuban'a.

TİKHON: Hele, hele! Bak şu işe! « FEDYA: Kuban'a ha! Sahi mi? (Yan doğrulur) Ne güzel
yerdir orası! Öyle bir .yer ki dostlar, üç yıl uyuşanız, rüyada bile göremezsiniz. Baştan sona
özgürlük! Orada, nasıl desem, kuşların, yabani hayvanların, ev hayvanlarının sonu gelmezmiş.
Tanrım! Yıl bo-

18

yu yemyeşilmiş her yan. Çimen içinde. İnsanlar birbirleriyle iyi geçinirmiş. Toprak desen, göz
alabildiğince! İdareciler, adam başına bin dönüm toprak dağıtmış. Tanrı canımı alsın, tam
mutlu olunacak yer!

MERİK: Mutluluk mu? Mutluluk hep adamın ardından gelir. Göremezsin. Ama iş işten
geçtikten sonra, gelir dikilir önüne... Saçmalığın dik âlâsı işte! (Sıralara, insanlara bakar)
Burası da forsaların durak yerine dönmüş. İyi geceler, ey sefiller!

YEFİMOVNA: (Merik'e) Ne kötü gözlerin var! Senin içine kötülük yuvalanmış! Bakma bize
öyle!

MERİK: İyi geceler, fıkara milleti!

YEFİMOVNA: Arkanı dön, uğursuz! (Savva'yı sarsar) Savvacık, bu kötü herif bize bakıyor
hep. Bir kötülük dolaşıyor tepemizde. (Merik'e) Kötü tohum! 'Sana 'söyledim, dön arkana!

SAVVA: Bize bir kötülük gelmez anacığım! Tanrı korur bizi.


MERİK: İyi geceler, Hıristiyan kullar! (Omuz sil-ker) Susuyorlar! Kaba yaratıklar,
uyumuyorsunuz da! O halde ne demeye susuyorsunuz?

YEFİMOVNA: (Merik'e) Çek üstümüzden o pis bakışlarını! Bırak o şeytansı kibri!-

MERİK: Kes sesini, cadı karı! Şeytansı kibirle değil, dostlukla, iyi sözlerle onurlandırmak
istedim sizin şu sefaletinizi! Acıdım size. Hoşnut edeyim dedim. Sizse hayvansı surat-

19

larınızı çevirdiniz. Ama, umurumda bile değil! (Fedya'nın yanına gider) Nereden geliyorsun?

FEDYA: Bir yerden geldiğim yok. Ben buralıyım. Kamonye fabrikasından. Tuğla yaparız.

MERİK: Kalk ayağa!

FEDYA: (Kalkmadan) Niye o?

MERİK: Kalk dedim, kalk! Ben yatacağım orda.

FEDYA: Ne dedin sen, ne dedin? Senin yerin mi burası?

MERİK: Benim ya.. Git, yerde zıbar!

FEDYA: Yürrü, yolcu! Senden korkan yok!

MERİK: Şunun kasılışına bakın! Hadi, gevezeliği bırak da dediğimi yap! Yoksa pişman
ederim seni! Salak!

TİKHON: (Fedya'ya) Zıtlaşma sununla evlat! Boş ver!

FEDYA: (Tikhon'a) Nasıl izin verirsin böyle davranmasına? Gözlerini belerterek beni
korkutacağını sanıyor aklınca. (Eşyalarını alıp, gider. Yere yatar) İblis! (Başını örter)

MERİK: (Sıranın üstüne yatağını yapar) Bana iblis dediğine bakılırsa, sen ömründe iblisi de
şeytanı da görmemişsin. Bana benzemez iblis. (Uzanır, baltasını yanına koyar) Sen de şuraya
yat bakalım balta kardeş. Dur hele,- sapını da şöyle tutalım... Tamam! Yürüttüm bu baltayı.
Şimdi de gözüm gibi bakıyorum. Atmaya, atamıyorum. Ne halt edeceğimi de bilemiyorum!
Hani karından bıkarsın, ama... Öyle işte! (Üstünü örter) İblis dediğin bana benzemez arkadaş!

20

FEDYA: (Ceketinin altından başını uzatır) Neye benzer öyleyse?

MERİK: Buhar gibidir, ruh gibidir. Üfürük gibidir. (Üfler) İşte, hiçe benzer. Göremezsin.

SES: (Köşeden) Görmek istersen bir tarla sürgüsünün altına yatıver!

MERİK: Yattım, ama göremedim. Kadınlarla köylüler, bu ruh muh hikâyesinde hep saçma
sapan laflar ederler. Oysa hiçbir şey göremezsin. Ne ruh, ne hortlak! Gözlerimiz her şeyi
göremez zaten. Ben küçükken ormana cadı falan görmeye giderdim. Avazım çıktığı kadar
bağırır, gözlerimi de dört açar, bir sürü ıvır zıvırı görürdüm ama, gene de cadı madı
görmezdim... Geceleri de mezarlığa hortlak görmeye giderdim ya... Pöh! Hepsi cadı karı
uydurması! Her türlü yabani hayvan gördüm ama, korkunç şeylere gelince... sıfır! Hayır,
gözlerimiz böyle şeyler için yaratılmamıştır.

SES: (Köşeden) Öyle deme! İnsan bazen garip şeyler görüyor. Bizim köyde, köylünün biri,
yabandomuzu kesiyordu. Birden hayvanın karnından bir şey fırladı!

SAVVA: (Doğrulur) Dostlarım, bırakalım böyle şeylerden bahsetmeyi. Günah oluyor


yavrularım!

MERİK: İşte bozsakal! İşte iskelet! (Güler) Mezarlığa gitmeye hacet yok, cesetler kafa
ütülemek için tahta aralıklarından fırlıyor! "Günah olur yavrularım!" Aptal herif, bize ders
vermek sana mı kaldı? Sen kara cahil bir

21

herifsin... (Piposunu yakar) Babam köylüydü, arasıra nasihat çekmekten o da hoşlanırdı. Bir
gece, bir papazın evinden bir çuval elma çalıp getirdi eve. "Bana bakın ço-. cuklar," dedi, "bu
elmaları sakın Yortu Gü-nü'nden evvel zıkkımlanmayın! Günah olur!" O da senin gibiydi!
Şeytanı anmak günah, ama hırsızlığa, şeytanlığa gelince, günahın esamisi bile yok! Örnek
istersen, şu zavallı cadıya baki (Yefimouna'yı gösterir) Bana kötü tohum, şeytanın uşağı dedi,
ama, kellemi keserim, kim bilir kaç kez ruhunu şeytana vermiştir.

YEFİMOVNA: Oo! Oo! İsa korusun bizleri! (Elleriyle yüzünü saklar) Savvacık! TİKHON:
Ne diye korkutuyorsun onları? Zevk mi alıyorsun? (Rüzgâr kapıyı çarpar) Ey Hazreti İsa! Ne
rüzgâr, ne rüzgâr! MERİK: (Uzanır) Gücümü bir gösterseydim şuna! (Kapı bir daha çarpar)
Şu rüzgârla bir boy ölçüşseydim! Kapıyı bile sökemiyor! Ama ben, bu meyhaneyi yerle bir
ederdim. (Kalkar, sonra tekrar yatar) Amma da yorgunum ha!

NAZAROVNA: Dua et, kötü herif! Ne diye karıştırıyorsun ortalığı?

YEFİMOVNA: Bırak şunu! İblisin uşağı o! Bak, gene kötü kötü bakıyor bize. (Merik'e)
Bakma bize öyle kötü herif! Gözleri, tıpkı iblisin gözleri!

SAVVA: Bırakın baksın, cesur hacı kadınlar. Dua ettiniz mi, gözlerinden zarar gelmez bize...

22

BORTSOV: Hayır, daha fazla dayanamayacağım. Gücüm kalmadı. (Tezgâha yaklaşır) Bana
bak Tikhon. senden son defa rica ediyorum. Küçücük bir kadeh ver bana.

TİKHON: (Başını sallar) Parra!

BORTSOV: Tanrım! Sana kaç defa söyledim. Hepsi içkiye gitti! Nerden bulayım? Borca
vereceğin bir yudumcuk, seni iflas ettirmez. Olsa olsa sana bir rubleye mal olur, ama benim
acımı dindirir. Dayanamıyorum! Kapris değil bu, acı, ıstırap. Anla beni!

TİKHON: Bu lafları bana değil, başkalarına anlat... Oradaki dindarlardan sadaka iste, belki
verirler... Ben, Tanrı için, sana yalnız ekmek veririm.

BORTSOV: Senin huyundur, tavuk gibi yolarsın o zavallıcıkları. Ben... Asla! Ben böyle bir
şey yapmam. Asla! Anlıyor musun beni? (Tezgâhı yumruklar) Asla! (Sessizlik) Hm... Dur
bakayım. (Ötekilere döner) Öyle ya, bu da bir fikir... Ey dindarlar! Bana beş köpek verin!
İçimin içi haykırıyor bunu! Hastayım ben!

FEDYA: Söylediği lafa bakın! Dilenci kopuk! Su iç, su...

BORTSOV: Nasıl da aşağılıyorum kendimi! Nasıl da küçülüyorum... Kalsın, hiçbir şey


istemiyorum. Şaka yaptım.

MERİK: Tikhon'dan bir şey koparamazsın dostum. Pintinin biridir o. Bütün dünya böyle der.
Dur bakalım, bir yerlerde bir beş köpeğim olacaktı. Birlikte bir kadeh yuvarlarız.

23

(Ceplerini araştırır) Hay aksi şeytan! Düştü mü yoksa? Sesini de duymuştum be! Yok, kayıp!
Kaybetmişim dostum. Sendeki de amma şansmış ha! (Sessizlik)

BORTSOV: İçmeden duramam ben! Eğer içmezsem, bir kötülük yaparım ya da kendimi
öldürürüm... Tanrım, ne yapsam? (Kapıya bakar) Belki de en iyisi gitmek? Karanlıklara
vurup, kaderin peşinden gitmek?

MERİK: Hey dindar karılar! Ne diye ona da akıl vermiyorsunuz? Ya sen Tikhon? Niye dışarı
atmıyorsun onu? Bu gecenin parasını da vermedi? At dışarı şunu, kov! Ah, bugünün insanları
ne kadar da gaddar! Ne merhamet, ne iyilik... Hepsi zalim! Burda adamın biri boğulurken,
onlarsa "Hey' elini çabuk tut, • boğulacaksan boğul! Seni seyredecek fazla vaktimiz yok,
işimiz var!" diye bağırıyorlar. Bir ip atmaya gelince; laf mı bu... Para eder ip, para!

SAVVA: Öyle hüküm verme evladım!

MERİK: Kapa çeneni, moruk kurt! Hepiniz za-. limsiniz! Herod'lar sizi! Ruh satıcıları! (Tik-
hon'a) Hey, cana yakın herif! Gel buraya da çizmelerimi çıkar. Çabuk ol!

TİKHON: Pöh! Öfkeye bakın! (Güler) Aman ne korkunç!

MERİK: Buraya gel dedim sana! Çabuk ol! (Sessizlik) Hey, duydun mu dediğimi, duymadın
mı? Duvarlara mı konuşuyorum? (Doğrulur)

TİKHON: Hadi, hadi, bırak artık!

MERİK: Tamam, insafsızın biriyim ben, serseri-

24

yim, ama gene de çizmelerimi çıkarmanı istiyorum!

TİKHON: Hadi artık, aksiliği bırak! Gel de bir kadeh'iç... Gel!


MERİK: Ey iyi insanlar, ne istedim ben bu adamdan? Votka ısmarlamasını mı, çizmelerimi
çıkarmasını mı? Açıkça söylemedim mi istediğimi? (Tikhon'a) Belki de beni iyi anlamadın!
Bak, bir dakika daha beklerim, gel-medin mi, iyice anlamanı sağlarım! (Hacılarla köylüler
arasında bir heyacan dalgalanır. Doğrulup, sessiz bir bekleyişle, Tik-hon'la Merik'e bakarlar)

TİKHON: Seni iblis göndermiş olmalı buraya! (Tezgâhın ardından çıkar) İşte bir beyefendi!
Hadi bakalım, uzat... (Çizmeleri çeker) Kabil soylu herif!

MERİK: Güzeel! Şuraya, yan yana koy! Tamam, gidebilirsin!

TİKHON: (Tezgâha gider) Cakadan hoşlanıyorsun ama, bana bak, bu cilveyi bir daha
tekrarlarsan, kendini dışarda bulursun! Tamam mı? (Yaklaşan Bortsou'a) Gene mi sen?

BORTSOV: Dur hele, sana altından bir şey vermek istiyorum. Evet, eğer istersen...
verebilirim. .

TİKHON: Ne diye titriyorsun öyle? Açık açık konuş!

BORTSOV: Yaptığım aşağılık, iğrenç bir iş ama, başka çarem yok! Bu alçaklığı yapmaya
karar verdim... Çünkü sorumlu değilim... Mahkemeye bile verilsem, sonunda beraat

25

ederim,... Onu sana vereceğim ama, yalnız bir şartla: Şehirden dönünce, yine bana sa-•
tacaksın! Bak, tanıkların önünde veriyorum. Baylar, siz de tanıksınız! (İç cebinden aynı
zamanda madalyon olan altın bir saat çıkarır) İşte! içindeki resmi çıkartmak isterdim ama,
koyacak yerim yok. Sırılsıklam oldum... Neyse, resimle beraber al! Yalnız, bana bak...
parmaklarınla dokunma yüzüne... yalvarırım sana... Dostum... Sana kaba davrandım,
hayvanlık ettim... Özür dilerim... Ama parmaklarınla dokunma yüzüne... Gözlerinle de bakma.
(Madalyonu Tikhon'a verir)

TİKHON: (Alır, inceler) Çalınmış küçük bir saat ha? Güzel, oldu. Hadi, iç bakalım bir
kadeh... (Votka verir) Yudumla bakalım.

BORTSOV: Yalnız... parmaklarınla dokunma. (Kısa aralıklarla içkisini yudumlar)

TİKHON: (Madalyonun kapağını açar) Oo! Bir hanım! Takıntın mı yoksa?

MERİK: Göster bakayım şunu bana! (Kalkıp tezgâha yaklaşır) Bir de ben bakayım.

TİKHON: (Merik'in elini iter) Yavaş ol! Elimdeyken bak!

FEDYA: (Kalkıp tezgâha yaklaşır) Ben de bakmak istiyorum! (Herkes tezgâhın çevresinde
toplanır)

MERİK: (Tikhon'un madalyonlu elini, iki eli arasına alarak, hiç konuşmadan resme bakar.
Sessizlik) Güzel bir dişi şeytan! Bir hanım...

26
FEDYA: Tam bir kadın! Yanakları... gözleri... Çek elini, göremiyorum! Omuzlarına inen
saçları... Sanki canlı, ha desen, konuşacak! (Sessizlik)

MERİK: Güçsüz bir adam için, tam bir bela! Böylesi bir kadına tutuldun mu (Eliyle bir
hareket yapar) mahvoldun demektir!

KUZMA: (Dışardan, sesi duyulur) Hoo! Durun geberesi hayvanlar! (Girer) Yol üstünde bir
han varsa, mutlaka durmak gerekir. Gündüz gözüyle öz babanı bile görmeden geçersin, ama,
bir hanı, en koyu karanlıkta bile, beş verst'tan görürsün. Yol verin dindarlar! Hey! (Bir
rubleyle tezgâha vurur) Bir Ma-deira! Sahicisinden! Acele et!

FEDYA: Nerden çıktı bu fıkır fıkır, şeytansı herif?

TİKHON: El kol sallayıp durma. Bir şey devireceksin!

KUZMA: Tanrı bu eli kolu sallayalım diye vermiş. (Hacılara bakar) Ne diye toplandınız
buraya çıtkırıldımlar? Yağmurda şeker gibi eririz diye mi korktunuz, ha? (İçer)

YEFİMOVNA: Böyle bir gecede insan yolda kalır da korkmaz olur mu, efendi? Bugün,
Tanrıya şükür, öyle kolay kolay ortada kalıp sızlanmıyoruz. Yol boyu fırtınadan, yağmurdan
korunacak bir yığın köy, bir yığın ev var. Ya eskiden? Tanrım! Tam bir rezillikti! Yüz verst yol
yürürdün de, değil bir ev, bir ağaç kötüğü bile bulamazdın. Güneş altında yatardın...

27

KUZMA: Anacığım, kaç yıldır ayak sürüyorsun sen bu dünyada?

YEFİMOVNA: Altmış altı yıldır dostum.

KUZMA: Altmış altı yıl ha? Eh, yakında kuzgunun yaşına ulaşırsın. (Bortsov'a bakar) Şu işe
bakın bu ayyaş da nerd... (Daha dikkatli bakar) Efendim! (Bortsov, Kuzma'yı tanır. Şaşkın
şaşkın, bir köşedeki sıraya oturur) Semyon Sergeyeviç Gerçekten siz misiniz? Ne arıyorsunuz
bu meyhanede? Size göre bir yer mi burası?

BORTSOV: Kapa çeneni!

MERİK: (Kuzma'ya) Kim bu?

KUZMA: Zavallı bir kurban! (Sinirli sinirli tezgâhın önünde dönenir) İşe bak! Bir meyhanede
ha? Söyleseler, inanmazdım! Üstü başı lime lime! Bitik!... Çok şaşırttı beni dostlarım, çok
şaşırttı... (Merih'e fısıldar) Bizim efendimiz... Çiftlik sahibimiz, Semyon Sergeyeviç, Bay
Bortsov... Ne halde olduğunu görüyor musun? İnsana benziyor mu? Tam... tam bir ayyaş,
diyorum sana... Doldur şunu! (İçer) Ben onun köyündenim: Bortsovka'dan, bilir misin orayı?
Yergovski yöresinde, buradan yirmi verst ötede. Babasının köleleriydik... Yazık!

MERİK: Zengin miydi?

KUZMA: Hem de nasıl!

MERİK: Yiyip yuttu mu babasının paracıklarını?


KUZMA: Yok be dostum! Kaderi buymuş! Mühim bir adamdı, zengindi... ve kupkuru; ayıktı!
(Tikhon'a) Sen bile, arabasıyla şehre

28

giderken kim bilir kaç kere görmüşsündür. Güzel, çevik, hızlı atlar, yaylı bir araba... Hepsi
mükemmeldi! Tam beş troykası vardı dostum. Beş yıl önce, aklıma geldi de söylüyorum.
Mikişka'ya giderken, salcıya beş köpek yerine, bir ruble atıp "Paranın üstünü bekleye'cek
vaktim yok!" demişti. Gördün mü adamı!

MERİK: Aklını mı kaybetmişti?

KUZMA: Yok be dostum! Aklı falan yerindeydi. Hayır! Eliaçıklıktan. Yumuşak başlılıktan...
Zayıf karakterlilikten de denebilir. Bir kadınla başladı bu hali aslında. Şehirli bir kadına
vuruldu. Sanki dünyada ondan başka güzel yoktu. Kadın tam bir kargaydı ama, buna sorarsan
bülbülün hası! Soylu bir ailenin kızıydı. Ahlaksız falan değildi, asla, ama beyinsizdi. Kalça
sallar, ona buna göz kırpar-dı. Durmadan gülerdi! Metelik etmez, aklı kıtın biriydi!
Ama,'nedense efendiler, böyle-lerini sever, böylelerini akıllı sanırlar. Biz köylülerse, basarız
tekmeyi böylelerine! Neyse. Sırılsıklam âşık oldu ona. Gezmeler başladı sonra. Orda burda
para harcamalar... çaydı şekerdi... Geceleri kayık sefaları; piyano başında sabahlamalar...

BORTSOV: Kes şu lafları Kuzma! Kimseyi ilgilendirmez. Benim hayatım, bana ait!

KUZMA: Özür dilerim efendim. Olanların pek azını söyledim zaten. Neyse, susuyorum artık,
tek kelime bile yok. Üzüntümden konuştum. Çok üzgünüm efendim... Doldur şu kadehi!
(İçer)

29

MERİK: (Fısıldar) Ya kadın? Kadın da sevdi mi bunu?

KUZMA: (Yavaş yavaş sesini yükselterek) Nasıl sevmesin? Mühim bir adamdı. Onca hektar
toprağı, sayılamayacak kadar parası olan bir adam sevilmez mi? İyi adamdı. Kibardı,
ağırbaşlıydı... ve her zaman ayıktı. Hükümet adamlarıyla senlibenliydi, ellerini bile sıkardı...
böyle (Merik'in elini sıkar) "Günaydın! Gene görüşelim! Hoş geldin" Bak, bir akşam
bahçelerinin önünden geçiyordum, ne bahçeydi Tanrım! Fersah fersah... neyse, sessizce
geçiyordum. İkisini de bir bankın üzerinde öpüşürlerken gördüm. (Öpücük sesi çıkarır)
Bizimki bir kere öptü onu; o, yılan, iki kere öptü. Bizimki onun o sakız gibi ellerini tuttu; o
şey oldu, coştu da burnunun dibine yaklaştı; şeytan çarpsın! "Seni seviyorum Senya!" dedi
bizimkine. Senya, deli gibi, coşku içinde, salak salak oraya buraya koştu. Birine 'bir ruble
verdi, ötekine iki ruble. Bana da at alacak kadar para verdi. Sevincinden, alacaklılara vereceği
paralan saçtı savurdu.

BORTSOV: Ne diye anlatıp duruyorsun be adam? Bunlar acımasız insanlar. İğrendiriyorlar


beni-.

KUZMA: Birazcık anlattım efendim. Durmadan' soruyorlar da... ne çıkar biraz anlatsam?
Tamam, tamam, bitti. Madem darılıyorsu-nuz, ben de susarım. Bu insanlar... bunlar
umurumda bile değil! (Postacının çıngırakları)
30

FEDYA: Sen de bağırma öyle, yavaş konuş.

KUZMA: Yavaş konuşuyorum ama, yapılacak bir şey yok, anlatmamı istemiyor... Anlatacak
bir şey yok ki zaten. Evlendiler... bütün hikâye bu! Başka bir şey olmadı. Doldur bir kadeh
Kuzma'ya... buraya kadar! (İçer) Ayyaşlığı sevmem! Nikâhtan sonra... akrabalar tam düğün
sofrasına oturacakken, o gelin olacak karı, bir arabayla pırr etti... (Fısıldar) Şehre kaçtı,
sevgilisi avukata. Yaa! Ne dersiniz bu işe? Tam da millet sofraya oturacakken! Evet... Karıyı
cezalandırmak için, gebertmek bile yetmez!

MERİK: (Sanki düşteymiş gibi) Peki... sonra?

KUZMA: Gördüğün gibi, fıttırdı! Önce yudum-cuklarla başladı içmeye. Sonrası... şimdi, nasıl
desem, kırbayla... önceleri birkaç duble, şimdi kırbayla. Ve hâlâ seviyor! Duyuyor musun,
seviyor! .Şimdi gene yayan yapıldak şehre gidiyor; kadını, çaktırmadan, birazcık olsun
gözetlemek, görebilmek için... Sonra da dönecek... Zavallı!

(Posta arabası hanın önüne gelir. Postacı girip, içki içer)

TİKHON: Posta gecikti bugün!

(Postacı, bir şey söylemeden, parayı verip çıkar., uzaklaşan çıngırak sesleri)

SES: (Köşeden) Tam postayı soyacak hava ha! Hem de hiç zahmetsiz.

MERİK: Şu dünyada otuz beş yıldır sürünüyorum, ama, bir gün olsun postayı soymaya
kalkmadım. (Sessizlik) Şimdi ise, çok geç. Geçti artık. Çok geç.

31

KUZMA: Kürek cezasına mı kaşınıyorsun? MERİK: Niceleri, nereleri soyuyor da hapse bile

girmiyor! (Birden Kuzma'ya sorar) Eee,

sonra?

KUZMA: Şu zavallının sonrası mı? MERİK: Başka kimin olsun? KUZMA: Her şeyini
kaybetti dostlarım. Sebebi de eniştesi, kardeşinin kocası. Herif bir bankadan aldığı otuz bin
rubleye bunu kefil yapmaz mı? Rezilin biriydi zaten eniştesi. Menfaat düşkünü, iblis, aşağılık!
Parayı aldı ama, ödemeye gelince... otuz bin rubleyi bizimki ödedi! (İç çeker) Aptal adam,
aptallığının cezasını çeker. Karısının avukattan çocukları var; eniştesi Paltova'da arazi aldı;
bizim efendiye gelince, zavallı aptal, aşağılık meyhanelerde sürünüyor, bizim gibi köylülere,
"İnancımı kaybettim dostlarım! Kimseye inanamıyorum!" diye yakınıp duruyor. Yumuşak
yüzlülüğün sonu bu işte! Herkesin yüreğinde yılan gibi çöreklenmiş acı var, ama, içkiye
kurban olmak için sebep değil bu. Bizim köyün muhtarına bak mesela. Karısı açık açık
okulun öğretmeniyle kırıştırıyor, kocasının parasını içkiye yatırıyor; ama muhtarsa, hiçbir şey
olmamış gibi dolaşıyor ortalıkta... Gene de biraz zayıflamadı değil hani...
TİKHON: (İç çeker) İnsan her derde dayanır,

yeter ki Tanrı güç versin. KUZMA: Doğru, ama herkeste aynı güç yok...

Ee, borcumuz ne kadar? (Öder) Al bakalım,

şu alınteriyle kazandıklarımı! Hoşça kalın • dostlar! İyi geceler, iyi rüyalar! Ben kaçayım
artık, geç kaldım. Daha hastaneden ebe alıp, karıma götüreceğim. Zavallıcığın bekleyecek hali
kalmamıştır. (Koşa koşa çıkar)

TİKHON:(Bir sessizlikten sonra, Bortsou'a seslenir) Hey sen! Adın neydi senin? Gel buraya...
zavallı! Bir kadeh yuvarla. (Doldurur)

BORTSOV: (Kararsız, yaklaşır. İçer) Şimdi sana iki kadeh mi borcum oldu?

TİKHON: Ne borcu? Bir şey borçlu değilsin. İç, boğ şu kederini!

FEDYA: Bir kadeh de benden iç, efendi! Of! (Tezgâha bir ruble atar) İçsen, ölürsün; iç-
mesen, gene ölürsün. İçmesen iyi, ama içersen, daha iyi! Votkayla acı, acı olmaktan çıkar.
Yuvarla gitsin!

BORTSOV: Of! Ateş gibi!

MERİK: Bir daha bakayım şu resme! (Tik-hon'dan madalyonu alıp, bakar) Nikâhtan hemen
sonra kaçtı ha? Ne kadınmış be!

SES: (Köşeden) Tikhon, benden de bir içki ver ona!

MERİK: (Madalyonu hızla yere vurur) Lanet karı! (Hızla yerine gider. Yüzünü duvara dönüp
yatar. Herkeste bir gerginlik)

BORTSOV: Nedir? Ne demek oluyor bu? (Madalyonu yerden alır) Bu ne cesaret? Hayvan!
Ne hakkın var buna? (Ağlamaklı) Geberteyim mi seni ha? Köylü! Kaba herif!

TİKHON: Öfkelenme bey. Camdan değil, kırılmadı işte... Hadi, bir kadeh iç de uyu! (İçki
doldurur) Seni dinlemek isterdim ama,

32

33

meyhaneyi kapama vakti geldi. (Gidip dış kapıyı kapatır)

BORTSOV: (İçer) Nasıl da cesaret etti? Aptal herif! (Merik'e) Sen nesin, biliyor musun?
Aptalın birisin! Eşeğin birisin sen! SAVVA: Evlatlarım! Dostlarım! Kavga çıkarmanın ne
gereği var? Bırakın da millet uyusun. TİKHON: Tamam, tamam, yat! Yeter artık! (Tezgâhın
arkasına gider, para çekmecesini kapatır) Yatma zamanı geldi! FEDYA: Doğru. (Yatar) İyi
geceler dostlar! MERİK: (Kalkıp paltosunu sıranın üstüne serer) Gel bey, buraya yat!
TİKHON: Sen nerde yatacaksın? MERİK: Mühim değil, yerde de yatarım. (Deri ceketini yere
serer) Benim için hepsi bir. (Baltayı yanına koyar) Ama, onun için yerde yatmak, işkence. O
ipeğe, pamuğa alışmış...

TİKHON: (Bortsou'a) Hadi, yat artık bey! Bırak şu resme bakmayı! (Mumu söndürür) Yat
artık!

BORTSOV: (Ayakta sallanır) Ne... nerede yatacağım?

TİKHON: Serserinin yerinde. Duymadın mı? Yerini sana verdi.

BORTSOV: (Sıraya yaklaşır) Ben... biraz sarhoş oldum... Bu... Bu ne bu? Yatacağım yer
burası mı?

TİKHON: Evet, evet, korkma. (Tezgâhın üzerine uzanır)

BORTSOV: (Yatar) Ben... sarhoş oldum... Her

34

şey dönüyor.. (Madalyonun kapağını açar) Mum yok mu? (Bir süre sessizlik) Ne acayip
kadınsın sen Maşa! Çevçeveden bakıp gülüyorsun bana... (Güler) Sarhoş muyum? Ee? Sarhoş
bir adamla alay edilir mi? Şast-livtsev'in* dediği gibi, bırak ayrıntıları da, sev benim gibi
ayyaşı...

FEDYA: Rüzgâr da amma uğulduyor! Korkunç!

BORTSOV: Sen yok musun, sen! Niye böyle dönüyorsun? Yakalayamıyorum seni!

MERİK: Sayıklıyor! Resme, kadına tapınıyor. (Güler) Ne hikâye be! Bu beyler, her türlü
makineyi, ilacı buldular da, bir akıllısı çıkıp, şu zayıf cinse karşı bir çare bulamadı... Bütün
hastalıkları iyi etmenin yollarını araştırıyorlar da kadın yüzünden hapı yutmuşları hesaba
almıyorlar... Hepsi kurnaz bu kadınların; açgözlü, beyinsiz hepsi! Kaynanalar gelinlerine
işkence ediyorlar; gelinler de kocalarını aldatmanın yollarını arıyorlar... ve bu, dön baba
dönelim... bitmek bilmiyor!

TİKHON: Anlaşılan kanlar bu herifin canına okumuş, şimdi öcünü alıyor!

MERİK: Yalnız değilim bu davada. Bugünü bırak, dünya dünya olalı, erkekler davacı
kadınlardan... Boşuna değil şarkılarda, masallarda kadınların şeytanla bir tutulmaları. Boşuna
değil! Çoğu doğru! (Sessizlik) Bu bizim bey de salağa dönmüş... Benim de anamı, babamı
terk edip, serseri oluşum, kötü yürekliliğimden değil herhalde?

Ostrovski'nin "Orman" adlı oyununun kişilerinden.

35

FEDYA: Kadın yüzünden mi?

MERÎK: Bu bey gibi, aynen... Gece gündüz deli gibi, büyülenmiş gibi, ateş içinde dolandım
durdum. Mutluluktan çatlayacak hale geldim... Ama gün geldi, gözlerim açıldı. Aşk değil,
aldatmaymış!
FEDYA: N'aptın ona?

MERlK: Sana ne bundan! (Sessizlik) Öldürdüm mü sanıyorsun? Elim varmadı. Yok, insan
öldüremiyor... acıyor bile... Yaşasın... mutlu olsun! Yeter ki bir daha karşıma çıkmasın! Yılan!
(Kapı çalınır)

TlKHON: Bu şeytan da kim ola?..Kim o? (Kapı bir daha çalınır) Çalan kim? (Kalkıp kapıya
gelir) Çalan kim? Çekil git! Kapalı!

SES: (Kapı dışından) Bırak da gireyim Tikhon, Tanrı aşkına! Arabanın yayı kırıldı. Bize
yardım et, göster dostluğunu. Bir ip parası olsaydı, iyi kötü yola devam edebilirdik, ama...

TlKHON: Yanında kim var?

SES: (Dışardan) Hanımım! Varsonofiyevo'ya gidiyor. Beş verstlik yolumuz kaldı. Bizden
yardımını esirgeme

TÎKHON: Hanımına söyle, eğer on ruble verirse, hem ip veririz, hem arabanın yayını onarırız.

SES (Dışardan) On ruble ha? Çıldırdın mı sen? Kuduz köpek seni! Başkalarının başı derde
girdi mi, zevkten geberiyorsun, değil mi?

TİKHON: Sen bilirsin. Benimkisi bir teklif, istersen kabul etmeyebilirsin.

36

SES: (Dışardan) Pekâlâ, bekle biraz. (Sessizlik) Hanımım "Pekiyi!" diyor.

TİKHON: Eh, hoş geldiniz öyleyse. (Kapıyı açıp, arabacıyı içeri alır)

ARABACI: İyi akşamlar dindaşlar!.. Hadi bakalım, ver ipi! Çabuk ol! Dostlar, içinizden kim
gelip, bize yardım eder, ha? Bahşişi esirgemeyiz.

TİKHON: Bahşişe ne gerek var? Bırak yatsınlar, ikimiz hallederiz.

ARABACI:Of! Bittim be! Soğuk, çamur; kuru yerim kalmadı... Ha, bir şey daha var dostum.
Hanımımın gelip ısınacağı küçük bir odan var mı? Araba yana yattı, oturulacak • gibi değil.

TİKHON: Ne odası? Üşüdüyse, gelsin burda ısınsın. Bir yer buluruz. (Bortsou'un yanına
gidip, bir yer açar) Kalk bakayım! Hanım ısınırken biraz da yerde yat... Kalk efendi! Dikil!
(Bortsov kalkar) İşte sana yer! (Arabacı'çıkar)

FEDYA: Hangi şeytan gönderdi o kadını buraya? Gün ışıyana kadar uyuyabilirsen, uyu artık!

TİKHON: On beş ruble istemediğime pişmanım. Mutlaka verirdi. (Kapıya gidip bekler) Hey
bana bakın, hepiniz! Terbiyeli durun, o biçim laflar etmeyin! (MARYA Yegorouna,
Arabacı'nın önünde, girer. Tikhon eğilir) Hoş geldiniz hanfendi! Hanımız köylülere mahsus,
biraz da pire var... Umarım bağışlarsınız.
37

MARYA: Bir şey göremiyorum... Nereye gideceğim?

TİKHON: Surdan hanfendi! (Bortsov'un yanındaki sıraya götürür) Beni bağışlayın, ne yazık
ki, ayrı bir odam yok, fakat çekinmeden oturabilirsiniz. Hepsi de akıllı uslu insanlardır.

MARYA: (Bortsov'un yanına oturur) Havası çok boğucu buranın. Bari kapıyı açın biraz!
TÎKHON: Emredersiniz! (Koşup kapıyı açar) MERÎK: Millet burda donuyor, bunlarsa tutup
kapıyı ardına kadar açıyorlar! (Kalkıp, kapıyı kapar) Bu kadın emir memir veremez burada!
(Yatar)

TİKHON: Hoş görün hanfendi, budalanın biridir... Kafadan çatlaktır biraz. Ama korkmayın
bir şey yapmaz. Yalnız, kusuruma bakmayın hanfendi, ben on rubleye evet demedim. Size iyi
gelirse, on beş diyelim.

MARYA: Peki, yalnız acele et!

TİKHON: Derhal! Bir çırpıda bitiririz tamiratı... (Tezgâhın altından ip alır) Hemencecik...
(Sessizlik)

BORTSOV: (Marya'ya dikkatle bakar) Man...

Maşa!

MARYA: (Bortsou'a bakar) Bu da nesi? BORTSOV: Mari... sen misin? Nerden geldin?
MARYA: (Bortsov'u tanıyarak, bir çığlık atıp,

meyhanenin ortasına gider. Bortsov da

peşinden)

BORTSOV: Mari... Benim! Ben.. (Güler) Karım! Mari! Nerdeyim ben? Hey! Bir mum

yak. n:

38

MARYA: Çekil yanımdan! Gerçek değil bu! Sen değilsin (Elleriyle yüzünü örter) Yalan bu!
Çılgınlık..

BORTSOV: Onun sesi... onun hareketleri... Mari, benim... Bir an sarhoş değilim sandım...
Başım dönüyor... Tanrım! Dur, bekle... Hiçbir şey anlamıyorum. (Bağırır) Karım! (Ayaklarına
kapanarak hıçkırır, ikisinin etrafında bir daire oluşur)

MARYA: Çekil yanımdan! (Arabacıya) Deniş! Gidelim burdan! Bir dakika bile kalamam!

MERİK: (Birden kalkıp, dikkatle Marya'ya bakar) Resim! (Marya'nın kolunu tutar) O! O
kadın! Hey millet! Beyfendinin karısı bu!
MARYA: Çekil pis köylü! Bırak kolumu! (Kolunu kurtamaya çalışır) Deniş, daha ne
bekliyorsun? (Denis'le Tikhon koşup, Merik'i sımsıkı tutarlar) Haydut iniymiş burası! Bırak
kolumu! Senden korkmuyorum. Defol!

MERİK: Dur biraz,, hemen bırakacağım. Yalnız bir şey söyleyeceğim sana... anlayacağın tek
bir kelime söyleyeceğim. (Denis'le Tikhon'a döner) Bırakın beni salaklar! Defolun! Ona bir
kelimecik söylemeden bırakmam kolunu. Bekle biraz... bir saniyecik. (Alnına vurur) Hayır,
Tanrı bana akıl makıl vermemiş! Sana söyleyecek laf bulamıyorum.

MARYA: (Kolunu kurtarır) Bırak beni! Hepsi sarhoş bunların. Gidelim Deniş! (Kapıya
yaklaşır)

MERİK: (Yolunu keser) Ona bir kerecik olsun bak! Tatlı bir söz et! Tanrı adına, yalvarıyorum
sana!

39

MARYA: Alın başımdan bu... çatlağı!

MERİK: Öyleyse geber şeytan karı! (Baltayı kaldırır... Büyük bir telaş. Herkes gürültüyle,
çığlık atarak sıçrar... Savva, Marya'yla Merik'in arasına girer. Deniş, hırsla Me-rik'i çekip,
Marya'yı, kollan arasında handan çıkarır. Herkes, çakılmış gibi, hareketsiz durur. Uzun bir
sessizlik)

BORTSOV: (Elleriyle aranır) Mari... Mari ner-desin?

NAZAROVNA: Tanrım! Tanrım! Ödümü patlattınız, katil herifler! Ne uğursuz bir gece bu!

MERİK: (Baltayı tutan kolunu indirir) Öldürdüm mü o kadını?

TİKHON: Tanrıya şükür, kellen kurtuldu!

MERİK: Demek ki, öldürmedim onu. (Sendeleyerek yerine gider) Demek ki, çalınmış bir
balta yüzünden ölmek yokmuş kaderde... (Ceketine kapanarak hıçkırır) Bir hamam-böceğiyim
ben! İğrenç bir hamamböceği... Acıyın bana ey dini bütünler!

PERDE

40

TÜTÜNÜN ZARARLARI

BÎR KONUŞMA

(1886-1902)

Konuşmacı, favorili, fakat bıyıksızdır. Eski bir elbise giymiştir. Kasılarak girer. Eğilerek
selam verir. Yeleğini düzeltir.

Sayın bayanlar... Hadi usûle uyalım ve baylar! Herhangi bir konu üzerinde konuşmam için
karıma başvurulmuş, niçin konuşmayayım? Madem ki konuşmam gerek, o halde konuşayım;
bence hepsi bir, hepsi bir, hepsi bir! Yalnız size şunu söyleyeyim ki, profesörlüğüm olmadığı
gibi, ilmi bir unvanım da yok. Böyle olmakla beraber, otuz yıldan beri durmadan ilmi
konularla uğraşmaktayım. Bazen bayağı kafa patlatıp, ilmi yazılar yazarım... daha doğrusu
pek ilmi değil de, nasıl söyleyeyim, ona yakın. Nitekim bugün de "Bazı Böceklerin Zararları"
konulu önemli bir yazı yazdım. Bu yazımın özellikle tahtakuruları ile ilgili bölümü kızlarımın
çok hoşuna gitti. Fakat ben birkaç defa okuduktan sonra yırtıp attım. Öyle ya, hâlâ DDT
kullandıktan sonra ne faydası var yazının? Üstelik bizim tahtakuruları kuyruklu piyanoda bile
kol geziyor. Çıkan müziği varın siz hesabedin!

Bugünkü konuşmamın konusu, "Tütünün Zararları." Tütünün insan nesli üzerinde yaptığı
zararlar. Hernen şunu söyleyeyim, ben de sigara

43

içerim. Fakat, ne var ki, karım tütünün zararları üzerine konuşmamı -ş'apptı- emretti. Eh, bu
emre boyun eğmekten başka çare yok. Madem ki tütünden söz etmem gerek, o halde ben de
tütünden söz edeyim. Bence hepsi bir, hepsi bir, hepsi bir!

Size gelince bayanlar ve baylar, konuşmamı büyük dikkat ve ciddiyetle dinlemenizi tavsiye
ederim-. Eğer içinizde bu kadar ciddi ve ilmi konuşmadan ürken varsa, şapkasını başına
koyduğu gibi, doğru evine gitsin. Şapkası yoksa şapkasız gitsin!

(Yeleğini düzeltir)

Evet, aranızda bir doktor var mı? Eğer varsa, kendisinden ayrı, özel bir dikkat rica edeceğim.
Belki bir şeyler gösterebilirim.

Tütün zararlı bir bitki olmakla beraber, Tıp'ta da kullanılır. Mesela, bir sineği tutup bir enfiye
kutusunun içine koysak, n'olur? Geberir. Niçin? Geberir de ondan! Tütün, genel deyimle, bir
bitkidir... Ha, evet. Ben konuşma yaparken ekseriya sağ gözümü kırparım. Siz ona kulak
asmayın. Bu alelade heyecanın tesiridir. Mani olmaya çalışırım... Ben genellikle sinirli bir
adamım. Bu bende, 1889 yılının Eylül ayının 13. günü başladı. O gün karım. 4. kızımızı,
Barba-ra'yı dünyaya getirmiştir. Zaten benim bütün kızlarım hep ayın 13'ünde doğmuşlardır.
Fakat... (Saatini çıkarıp, bakar) Zamanımız az olduğu için, konumuzun dışına çıkmayalım..
Ne var ki, size şunu söylemek zorundayım. Karım,- bir musiki mektebi, bir de hususi
pansiyon -daha doğrusu, pek pansiyon değil de, eh, ona yakın bir şey- işletir...

44

(Sesini alçaltır)

Söz aramızda, daima parasızlıktan dem vurur. Oysa kirli çıkısında, aşağı yukarı 40-50 bine
yakın parası vardır. Bana gelince, meteliğim bile yoktur. Her neyse, bırakalım bunu.

Karımın pansiyonundaki görevim, nasıl derler, bir nevi vekilharçlıktır. Erzak temin ederim,
masrafları yazarım, uşakları gözetlerim, gücümün yettiğince, tahtakurularını yok ederim,
karımın fino köpeğini gezdiririm, fare tutarım... Mesela, dün gece, bugünkü menü için
gözleme yapılacağından aşçıya tereyağı ile yumurta vermiştim; Fakat tam canım gözlemelerin
hazır olduğu sırada, -yani bugün- karım gelip de, üç çocuğun .boğazlarından rahatsız
olduklarını, dolayısıyla gözleme yiyemeyeceklerini söylemez mi? Bu yüzden birkaç gözleme
arttı. Peki, n'apalım bunları? Karım, önce, kilere koymamı söyledi. Sonra uzun uzun düşünüp
"Bunları sen ye bostan korkuluğu" dedi. Keyfi' yerinde olmadığı zamanlar bana hep bostan
korkuluğu der. Yahut, engerek yılanı. Veya şeytan! Niçin bostan korkuluğu oluyormuşum?
Çünkü hep keyfi yerinde değildir de ondan.. Fakat ben o gözlemeleri yiye-medim, yuttum.
Açlıktan, çiğnemeden yuttum. Çünkü hep açım. Nitekim dün karım yiyecek vermedi. Ve
"Sana bostan korkuluğu, sana ekmek yedirmek haram" dedi. Böyle olmakla beraber...

(Saatine bakar)

Çok gevezelik ettik ve konudan uzaklaştık. Peki, devam edelim... Tabii biliyorum, bu
konuşmanın yerine, bir aşk şarkısı dinlemeyi tercih

45

edersiniz. Etmez misiniz? Edersiniz tabii. Bir senfoni, yahut başka şey... Ya da bir arya: "Artık
hercailik etmeyeceksin... Yuvana, yuvana döneceksin..." Ha bakın, bir mesele daha var...
Karımın musiki mektebinde, yukarıda sözünü ettiğim işlerden başka, cebir, fizik, kimya,
coğrafya, tarih, musiki, edebiyat gibi dersleri de okuturum. Bunlar yetmiyormuş gibi, karım
bendenize, dans, şarkı öğretmenliğini de yükledi.

Bizim mektep Beş Köpek sokağı 13 numaradadır. Zaten benim bütün talihsizliğim, bu 13
numarada oturmaktan ileri geliyor. Az önce söylediğim gibi kızlarım hep ayın 13'ünde
doğdular. Evimizin 13 penceresi var. 13'ü uğursuz sayarım. 13... Neyse, bırakalım bunları!
Mektep ve pansiyon hakkında bilgi almak isteyen varsa karım her zaman evdedir. Ayrıca
mektebin programı kapıcıda 30 kuruşa satılıyor.

(Cebinden birkaç nüsha çıkarır) Ama isterseniz birer tane verebilirim şimdi. Tanesi 30 kuruş.
(Duruş) Kimse istemiyor mu? Öyleyse 20'ye. (Duruş) Yazık!

Evet, o 13 numara! Ömrüm orada geçti, serseme döndüm. Bakın, ben şimdi burada konuşma
yapıyorum ve size göre mutlu pırıl pırıl bir görünüşüm var. Oysa avazım çıktığı kadar
bağırmak, dünyanın sonuna kadar koşmak geliyor içimden. Kan ağlıyorum, ama derdimi
anlatacak kimsem yok. İşte bu beni deli ediyor. Diyeceksiniz ki kızlar sadece gülerler. Sadece
gülerler.

46

Karımın, yani bizim 7 kızımız var. Hayır, pardon, 6 zannederim... Yo, yo, 7! En büyükleri,
Anna, 27 yaşında, en küçükleri 17. Bu 7 rakamını nasıl denk düşürdük, hâlâ anlamam!

Baylar ve Baylar!

(Çevresine bakınır)

Ben bedbahtım, sersemim, önemsiz bir adamım, ama şunu da biliniz ki, babaların en mutlu-
suyum. Evet, evet! Bu böyle olmalı, ben kimim ki aksini söyleyeyim? Karımla tam 33 yıldır
beraber yaşıyoruz, inanın, bu 33 yıllık zaman, hayatımın en iyi yıllarıdır. Değilse bile, genel
olarak öyledir diyebilirim. Bu kadar uzun bir zaman, nasıl denir, bir tek mutlu an gibi gelip
geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse, gelip geçemez olsaydı. Olmaz olsaydı!
(Arkasına bakar)

Sanırım ki karım daha gelmedi, burada da değil. Onun için istediğimi söyleyebilirim. Ondan
korkuyorum. Evet, bana baktığı zaman tir tir titriyorum. Ha bakın, bir mesele daha var.
Kızlarımın şimdiye kadar koca bulamamaları, sırf kendi korkaklıklarından, kimseye görünme-
melerindendir. Ama bunun yanı sıra da karım parti vermez, kimseyi çağırmaz yemeğe. Çok
hasis, zalim, hırçın, titiz bir kadındır. Zaten bu yüzden de kimse bizim evin kapısını çalmaz.
33 yıldır bu böyle. Fakat size bir sır vereyim. (Önce yaklaşır)

Bayram günleri bizim kızları halalarının evinde görebilirsiniz. Bu kadıncağız asil ve


romatizmalıdır. Sarı üzerine siyah benekli entari-

47

siyle tıpkı bir hamamböceğine benzer. (Sessiz güler. Yüzüne acı basar. Tekrar güler, yerine
döner)

Evinde her şey emrinizdedir. Hem yiyebilir, hem karım olmadığı zamanlarda da... (Göz
kırpıp, içme işareti yapar)

Ben bir kadehle kafamı bulurum. Ve derhal büyük bir mutluluğa boğulurum. Ama aynı
zamanda öyle bir hüzün yapışır ki yakama, anlatamam. Birden gençliğim düşer aklıma. Nasıl
başımı alıp kaçmak gelir içimden. Bir nasıl her şeyi fırlatıp atarak, hiç ardıma bakmadan
kaçmak. Uzun, upuzun! Fakat nereye? Nereye olursa. Yeter ki bu âdi yaşamadan, bu miskin,
zalim, 33 yıldır beni kemiren cadıdan; musikiden, mutfaktan, karımın parasından çok
uzaklara. Mavi gökyüzü altında, bir ağaç gibi, bir kazık gibi hür yaşamak; bütün gece parlak
ve sessiz mehtabı seyretmek. Ve her şeyi unutmak; unutmak! Hiçbir şey hatırlamamak... Kim
bilir ne kadar güzeldir hiçbir şey hatırlamamak? Şimdi n'apıcam, biliyor musunuz? Ceketimi
çıkaracağım. Evlendiğimiz günden beri bu pis ceketi giyiyorum. Düşünün,, burada konuşma
yapıyorum ve hâlâ bu ceketi giyiyorum.

(Ceketini çıkarır yere atar). Çıkar şu mereti! (Çiğner) Oh be!

Ben fakirim, ihtiyarım, patetik bir herifim ben.

(Sırtını döner. Yeleğin arkasını gösterir) 48

Tıpkı bu sırtı yırtık, yağdan parlayan yelek gibi! Ne var ki, ben de bir zamanlar gençtim,
zekiydim. Ben de üniversiteye gittim. Benim de kendime göre hayallerim vardı. Adam
sanırdım kendimi. Şimdi; şimdi ise bittim. Artık hiçbir şey istemiyorum. Sadece huzur,
sessizlik; sadece huzur, sessizlik, dinlenmek.

(Arkasına bakar bakmaz ceketini giyer)

Karım gelmiştir artık, kuliste beni bekler.

(Saatine bakar)
Vakit de çok geçmiş. Eğer size sorarsa, lütfen söyler misiniz konuşmamı. Lütfen söyler
misiniz aptal kocasının, yani benim büyük bir başarı gösterdiğimi... (Arkaya bakar, boğazını
temizler)

Aman buraya bakıyor!

(Sesini yükseltir hemen)

Deliller açısında -hm- yukarıda da söylediğim gibi, tütün çok zararlı bir bitkidir. Onu hiçbir
şekilde kullanmayın.

Sonuç olarak, bugünkü "Tütünün Zararları" konuşmamın sizlere faydalı olacağını umarım. Bu
kadar! Dixi et animam levavi."

(Eğilerek selam verir. Kasılarak çıkar)

PERDE

"Konuştum ve kafamdaki yükü attım. 49

KUĞUNUN ŞARKISI

BÎR DRAM ÇALIŞMASI

(1887 - 1888) .

KiŞiLER

Vasili Vasiliç SVETLOVİDOV, ihtiyar bir aktör

68 yaşında

Nikita İVANlÇ, yaşlı bir suflör

2. sınıf bir taşra tiyatrosunun sahnesi. Oynanan oyunun ve sahne gerisinin kalıntılarıyla dolu.
Sahnenin ortasında, ters dönmüş bir tabure. Gece ve karanlık. SVET-LOVlDOV, üzerinde
Kalhas'ın (Dönek Tro-ya'lı bilici) giysileri, elinde şamdan, gülerek, sahneye girer.

SVETLOVİDOV : E, ne dersin bakalım bu işe? Olanlara bak! Soyunma odasında uyuyup


kalmışım. Oyun bitmiş, tiyatro dağılmış, bense soyunma odasında horul horul uyumuşum! Ne
maskaralık! Ne maskaralık! Miskin, kocamış bir köpeğim, hepsi bu! Öylesine yorulmuş
olmalıyım ki, sandalyemde sızıp kalmışım... Parlak bir iş yapmışsın koca-oğlan! Dâhi doğup,
hiçe varan herif! (Bağırır) Yegorka! Yegorka! Nerdesîn şeytan herif? Kim bilir nerelerde
uyuyor habis! Cehennemin dibine kadar yolun var! İnşallah zebaninin biri diri diri yakar seni!
Nankör herif! Yegorka! (Durur. Ters dönmüş tabureyi çevirip oturur. Şamdanı yere koyar) Ses
yok! Sadece bu aksi seda. Oysa bana iyi baktığı için bugün bile üç ruble vermiştim ona. Bu
gece bir polis köpeğiyle bile zor bulursun herifi! Sanırım tiyatro da kilit-

53
lenmiştir. Seni kokarca, seni iğrenç seni! (Başını sallar) Of f! Sarhoş yaratık! Ne diyeceksin
bakalım bu işe? Yüz verdiler bana, ben de teşekkürümü, gırtlağımdan aşağı, bir ton şarapla
bira yuvarlayarak gösterdim. Şarapla bira! Ööö! Her yanım titriyor. Ağzımda, sanki, bir ordu
kamp kurup, çekip gitmiş! Tam manâsıyla iğrenç! (Duruş) Aptallık bu! Başka bir şey değil,
tam aptallık! Yaban ördeği gibi sarhoş olmuş bir soytarıya, neden içtiğini sorsan, cevap
veremez. Niye? Niyesi var mı? Her zamanki gibi içmiştir işte! Of Allahım! Sırtım da amma
ağrıyor ha! Her yanım tir tir titriyor. Kalbim, rutubetli, karanlık bir bodrum gibi. Bana bak,
eğer sıhhatini kollamazsan, ihtiyarlığında acınacak hale gelirsin Pagliacci oğlum... Hıh!
Gence bak! İstediğin kadar hayal kur, kendini aldat, hatta bu mevzuda soytarılık bile et! Sen
hayatını yaşadın kocaoğlan! Söylenecek laf kalmadı. 68 senen yandı bitti, kül oldu! Hayatını
iki kere yaşayamazsın! Şişe boşaldı. Dibinde de kala kala, bir tutam posa kaldı. İşte senin
hikâyenin hulasası! İster rol al, ister rol alma, bundan böyle sana prova ettirecekleri tek rol
(göğsüne vurur) bu ceset olacaktır. Azrail kuliste bekliyor, haberin ola! (Durur. Salona bakar)
Olanlara bak! 45 senedir sahnedeyim. Ömrümde ilk defa, gecenin yarısında bir tiyatroda
yapayalnızım. İlk defa! İşe bak! Burası da amma tekinsiz görünüyor ha! (Öne vurur) Hiçbir
şey görmüyorum. Yo, suflörün kümesini görü-

54

yorum... Şimdi de ilk locayı... Orkestra şefinin sekisini... Ötesi kesif karanlık. Simsiyah,
dipsiz bir kuyu. Ölülerin bile korkuyla saklandıkları bir mezar burası. Brr! Amma soğuk ha!
Sanki bir bacadan korkunç, tüyler ürpertici bir rüzgâr esiyor. Ne oyun oynanacak yer ha! Eşi
görülmemiş uğursuz bir mezbele! İliklerine kadar donduruyor insanı. (Birden bağırır)
Yegorka! Yegorka! Hangi cehennemdesin şeytan herif? Hay Allah! Ağzımdan yel alsın! Yahu,
şeytan, cehennem laflan edilir mi şimdi burda? Laflarına dikkat et! İçkiyi kes! Kocadın artık.
Ölme vaktin geldi. Senin gibi 68 yaşındaki insanlar, kiliseye kapanır, kendim ölüme hazırlar.
Ya sen? Sense durmadan beddua ediyor, tehditler savuruyor, bir Yunan soytarısı gibi
giyiniyorsun. Ne mide bulandırıcı bir manzara bu! En iyisi gidip adam gibi bir şey giymeli.
Tekin değil burası! Biraz daha siftinip durursan, korkudan gebereceksin! (Kuliste yürürken,
NİKİTA İVANİÇ, üzerinde uzun, beyaz bir bornoz, sahneye girer, SVETLOVİDOV, korkuyla
çığlık atar. Geri geri yürür) Kimsin sen? Ne istiyorsun? Neyin peşindesin? (Yan kızgın, yarı
mızır-dar) Kimsin sen?

NİKİTA: (Yavaşça yaklaşır) Benim, suflör Nikita İvaniç... benim Vasili Vasiliç.

SVETLOVİDOV: (Zorlukla soluk alır. Titreyerek, umarsız, tabureye çöker) Büyük Allahım!
Bu da kim? Oh, sen, sen misin Nikita? Ne yapıyorsun burda?

55

NİKİTA: Soyunma odasında uyuyordum. Ama Alla'şkına, müdüre filan söylemeyin. Kalacak
hiçbir yerim yok. Allah sizi inandırsın, hiçbir yerim yok!

SVETLOVİDOV: Demek sensin ha Nikita? Alla-hım! Büyük Allahım! Dinle! Bu gece perde
benim için tam on altı kez açılıp kapandı. Üç de çiçek buketi geldi. Aldığım öteki ıvır zıvırı da
Allah bilir. Çok beğendiler oyunumu! Ama içlerinden hiçbiri yolunu değiştirip, bu ihtiyar
sarhoşu uyandırıp, eve götürmeye gelmedi. İhtiyarladım. Nikita, koca-dım! 68 yaşındayım.
Ruhunu teslim etmeye hazır hasta bir köpek gibiyim. (Ağlamaklı, Nikita'nın önünde diz
çöker) Beni bırakma Nikita, ihtiyarım ben, yardıma koşacak kimsem yok. Gebermek
üzereyim... Korkunç bir şey bu! Korkunç!.. NİKİTA: (Saygı ve sevgiyle) Eve gitme
zamanınız geldi Vasili Vasiliç.

SVETLOVİDOV: Niye? Evim yok ki benim! Hıh! Ev!

NİKİTA: Yani oturduğunuz evi hatırlamıyor musunuz?

SVETLOVİDOV: Tabii hatırlıyorum. Ama gitmek isteyen kim? Ben değil herhalde! Bak
Nikita, bu dünyada yapayalnızım. Ailem yok, karım yok, çocuklarım yok, hiç kimsem yok!
Otların arasında esen bir rüzgâr gibi yapayalnızım. Ben ölünce kim dua edecek bana? Hiç
kimse! Sana bir şey söyleyeyim mi? Yalnız olmak beni geberesiye kor-

56

kutuyor. Beni çekip çevirecek, şefkat gösterecek, sarhoşken yatağa yatıracak kimsem yok.
Kime aitim ben? Kimin bana ihtiyacı var? Kim adam yerine koyar beni? Hiç kimse Nikita, hiç
kimse! NİKİTA: Halk sizi seviyor Vasili Vasiliç. SVETLOVİDOV: Halk mı? Halk şimdi
yatağında mışıl mışıl uyuyor. Üstelik rüyasında da bu ihtiyar soytarıyı görmüyor. Kimsenin
bana ihtiyacı yok. Ne karım var, ne çocuklarım. NİKİTA: Bu mevzuda niye bu kadar
bedbinsiniz? SVETLOVİDOV: Çünkü ben bir erkeğim! Yaşıyorum! Damarlarımda su değil,
kan dolaşıyor. Hem de asil bir kan! Ben asil bir adamım Nikita. Asil bir ailedenim. Bu
karanlık kuyuya düşmeden önce Ordu'daydım ben. Topçu zabitiydim. Görmeliydin beni!
Genç, yakışıklı, cesur, hayat dolu! O genç adama ne oldu şimdi? Sonra... sonra, zamanımın en
iyi aktörüydüm. Öyle değil miydim, ha, Nikita? Hem de ne aktör! Peki, ona ne oldu? Ne oldu
hayatıma? (Kalkar Nikita'ya eğilir). Biliyor musun, geçenlerde şöyle bir gerilere baktım.
Hayatım bir şerit gibi gözlerimin önünden geçti. Bu uğursuz delik, hayatımın kırk beş senesini
yuttu Nikita! Ne hayattı ama! Şimdi şu karanlığa bakıyorum da, hayatımın en hurda
teferruatını bile apaçık görüyorum. Tıpkı senin yüzünü gördüğüm gibi. Mesela: Gençlik!
Fikirler! İman! Güç! Güven ve kadınlar! Hem de ne kadınlar Nikita! NİKİTA: Yatma
zamanınız gelmedi mi Vasili Vasiliç?

57

SVETLOVİDOV: Sevk dolu genç bir aktörken, bir kadın, yalnızca oyunculuğuma âşık oldu.
İnanır mısın? Bir sosyete kızı: Şık, bir fidan gibi incecik, genç, masum. Üstünü üstlük, bir yaz
günbatımı gibi ateş doluydu Nikita, Harika bir yaratıktı! Masmavi, ışıl ışıl gözlen vardı.
Kapkaranlık bir gecede, o gözler aklına düşse, ortalık gün ışığı basmış gibi, pırıl pırıl
aydınlanırdı. Ya o nefis gülüşü, o dalgalı saçları?! Bırak da sana o dalgalı saçları anlatayım:
Okyanusun dalgalarının güçlü olduğunu sanırsın değil mi? Nerdee? Ama onun o dalgalı
saçlarına, genç bir erkek gözüyle baktın mı, o dimdik kayalıkları," aysbergleri, hatta dağlan
bile, nasıl parçalayacağını şıp diye keşfediverirsin! O dalgaların, bir şelale gibi, başından
aşağı inmesini istemez misin? İstersin elbet!.. Şimdi kendimi onun önünde görüyorum. Tıpkı
senin önünde durduğum gibi. O gün her zamankinden güzeldi. Bana öyle bir bakışı vardı ki,
ömrüm boyu unutmayacağım. Aşktı bu Nikita! Beni Hamlet'te görmüş, bu da ona yetmişti.
Kur filan yapmamıştım ona, yalan da söylememiştim. Sadece sevmişti beni. Ümit verici,
saadet ve sevgi dolu, güçlü bir oyunculuğa sahip genç bir aktördüm. Dizlerimin üstüne çöküp,
benimle evlenmesi için yalvardım. (Sesi düşer) Ya o ne yaptı? "Tiyatroyu bırak!" dedi.
Tiyatroyu bırakmak?! Ne dersin bu işe? Bir kız, bir aktöre âşık olabilirdi ama, evlenmeye
gelince? Hayır efendim! Hayatta görülmemiştir böyle bir şey! Hatırlı-
58

yorum, o gece... şeyde oynamıştım, saçma-sapan bir komedide. O aptalca yazılmış rolümü
oynayıp, kulise çıktığımda, birden gözlerim açıldı. İşte o gün, onca sene sonra, aktörlüğü
mukaddes bir sanat zannedenlerin, tam birer salak olduklarını anladım. Birdenbire, tiyatronun
baştan sona yalan ve mânâsız olduğunu gördüm. İşten sonra kafa dinlemeye gelen halkı
eğlendirmek için yırtınan, hayatta kalmaya çalışan bir esirdim, bir meydan delisi, bir çadır
maskarasıydım. Kısacası bir soytarı! Halkın ne olduğunu gördüm o gün. İşte o günden beri,
alkışlara, tenkitlere, mükafatlara, "Tiyatro"ya inanmıyorum! Evet, beni alkışlarlar, fotoğrafımı
satın alırlar. Ama aralarına girmek istedin mi, bir yaban'ım onlar için, bir çirkefim, kağşamış
bir fahişeyim! Kendilerini oyalamak için, seninle muhabbete otururlar, içki ısmarlarlar, fakat
senin kız kardeşleriyle veya kızlarıya evlenmek istediğini öğrendiler mi, senin...! Halka
inanmıyorum artık! (Tabureye çöker) İnanmıyorum artık halka!

NİKİTA: Eskisi gibi görünmüyorsunuz Vasili Va-siliç. Korkutuyorsunuz beni. Hadi bırakın da
sizi evinize götüreyim.

SVETLOVİDOV: Bu lanet işin ne hallt olduğunu iyice anladım. İnan bana, böylesi bir rezillik
görmemişsindir! Ondan sonra... o kızdan sonra... yaptığım hiçbir işe aldırmadım. Sadece
yaşadım. Yarını düşünmeden, harcadım hayatımı. Hilkat garibelerini, maskaraları, ahmakları
oynadım. Kırıntı roller aldım.

59

Soytarılık yaptım. Şöhretimi yere çaldım! Durmadan sermayeden yedim! Ama bütün bunlara
rağmen gene de aktördüm. Aktörün hasıydım! Kabiliyet desen gürül gürül. Hem de heba
ettiğim halde. Evet, o haltı ettim ben, fırlatıp attım. Sesim bozuldu. O, bir karakter, o otorite
yaratma faziletini, gücünü kaybettim. Bu karanlık delik beni diri diri yuttu! Bunu daha önce
bilmiyordum. Ama bu gece uyandığımda, maziye bir baktım. 68 sene bırakmışım ardımda.
Daha ne bekliyorum bu yaşta?! Benim şarkım söylendi! (Hıçkırır) Söylendi benim şarkım!
(Bitkin tesir)

NlKİTA: Hadi Vasili Vasiliç, toparlanın artık, kendinize gelin. Allah hepimizin yardımcısı
olsun! (Bağırır) Yegorka! Yegorka!

SVETLOVİDOV: (Birden toparlanır) Fakat ne kabiliyet vardı bende! Dinle! ('Göğsüne vurur)
Burda yatan gücü, hisleri, irade, idare kabiliyetini, yaratıcılığı tahayyül edemezsin! Dinle
adam! Dinle şunu! Hele bir nefes alayım! Marc Anthony'nin şu tiradını hatırlıyor musun?

"Nankörlük, hiyanetin kollarından

beter,

yıktı bitirdi onu, yarıldı aslan yüreği, kapayıp peleriniyle yüzünü koca

Seza r

düştü Pompeis'in heykelinin dibine, o kanının oluk oluk aktığı yere!" . Fena değil, ha? Bekle,
şimdi de Kral Le-ar'den bir parça geliyor! Bilirsin: Gökyüzü
60

kararmış. Yağmur. Fırtına-aaa. Şimşekkk-zzz-shh... Ve derken (Gürler); "Esin rüzgârlar, esin!


Yanaklarınızı çatlatın, kudurun, esin! Siz, ey kasırgalar, seller-, çan kulelerini, üzerlerindeki
fırıldakları suya boğun. Siz kükürtlü ve düşünce kadar hızlı şimşekler, bir vuruşta meşeyi
ikiye bölen yıldırımın öncüleri, benim ak saçlı başımı yakın! Sen, her şeyi sarsan yıldırım,
dünyanın yuvarlaklığını ve kalınlığını yamyassı et, tabiatın bütün şekillerini parçala ve nankör
insanlığı vücuda getiren tohumlan bir anda yok et!" (Sabırsızlıkla) Hadi çabuk! Soytarı'nın
repliği! Söyle! Ömür boyu bekleyemem! NlKİTA: (Soytarı'yı oynar) "Yağmurdan barınılacak
bir evde, sarayın mukaddes suyu: Dalkavukluk, dışardaki bu yağmurdan daha iyidir babalık.
Benim iyi babalığım, kızlarının yanına dön ve onlardan af dile... İşte ne akıllıya, ne de deliye
acıyan bir gece!" SVETLOVİDOV: "Haydi, var kuvvetinle gürle! Ateş kus, sel boşalt!
Yağmur, rüzgâr, yıldırım ve ateş, siz benim kızlarım değilsiniz, size nankörlük
ediyorsunuz'demiyorum, size ne bir krallık hediye ettim, ne de çocuklarım dedim." İşte sana
güç! Kabiliyet! Ha? İşte aktör! Biraz daha. Şöyle eski günlerden. Hadi seninle (Parlak bir
gülüşle) şöyle bir Hamlet'e uzanalım! Dur bakalım, neresi olabilir? Tamam, buldum... "Hah!
İşte flavtalar geldi! Verin şunlardan birini bana! (Niki-ta'ya) Siz neden hep bordama
sokuluyorsu-

61

nuz benim, yolumdan çıkarmak istercesine beni?"

NİKİTA: "Haddimi bilmiyorsam, sevgimin sınırları aşmasındandır bu efendimiz."

SVETLOVİDOV: "Pek anlayamadım ne demek istediğinizi. Şunu çalar mısınız biraz?"

NİKİTA: "Çalmasını bilmem efendimiz."

SVETLOVİDOV: "Rica ederim."

NİKİTA: "Sahi söylüyorum, çalamam."

SVETLOVİDOV: "Yalvarırım, çalın."

NİKİTA: "Elimi sürmüş değilim flavtaya."

SVETLOVİDOV: "Kolay canım, yalan söylemek kadar kolay. Şu deliklere parmaklarınızı


koyacaksınız, ağzınızı da şuraya, üfleyeceksi-niz. En tatlı sesler çıkıverecek kendiliğinden.
Alın, bakın, işte delikleri, şunlar."

NİKİTA: "Ama iki sesi bile yan yana getiremem. Hiç anlamam bu işten."

SVETLOVİDOV: "Yaa, gördünüz mü? Düşünün, ne kadar küçük görüyorsunuz beni.


Çalmaya kalkıyorsunuz beni. Perdelerimi bitirmiş gibi davranıyorsunuz. Sırlarımı üfürmek
istiyorsunuz yüreğimden, en yüksek, en alçak seslen çıkarmak istiyorsunuz benden. Oysa şu
çalgıyı, içi güzelim seslerle dolu şu ufacık çalgıyı söyletmesin' bilmem, beceremem
diyorsunuz. Allahtan korkun, bu düdükten daha mı kolay beni öttürmek? Dilediğiniz çalgıya
benzetin beni, kırın, koparın tellerimi, perdelerimi, bir tek ses çıkaramazsınız benden!"
(Gülüşler, alkışlar) Bravo! Bravo! Nerde şimdi senin ihtiyarlığın ha? İhtiyarlık
62

yok artık! İhtiyarlık da, bütün saçmalıklar da cehenemin dibine! Eğer bu, gençlik, canlılık,
hayat değilse, nedir? Sorarım sana! Kabiliyetin olduğu yerde, ihtiyarlık yoktur Niki-ta! Hakiki
hayat budur işte! Seni canlandırdı değil mi, ha, Nikita? Seni şaşkına çevirdi, çarptı seni. Niye
çarpmasın? Dur, daha bitmedi. Ne dersin şu yumuşacık, nefis, müzik dolu... Şşş! Sus!
(Dışardan, açılan bir kapının sesi gelir) Neydi bu?

NİKİTA: Yegorka olmalı...

SVETLOVİDOV: (Gürültüye dönüp bağırır) Buraya gel canım! (Nikita'ya) İhtiyarlık diye bir
şey yoktur! Hem kim açtı bu mânâsız mevzuyu? Neyse! (Mutlulukla güler) Hey ağlıyor
musun yoksa? Niye ağlıyorsun ihtiyar dostum, niye? Ne lüzumu var şimdi? Hadi kes
ağlamayı! Sırası mı? Hadi... (Ağlayarak öper) Sanat ve dehânın olduğu yerde, ihtiyarlık,
yalnızlık, hastalık yoktur. Hatta ölüm dehşetinin bile yarısı kaybolur. (Gözünde bir damla yaş
belirir) Evet Nikita, bizim şarkımız söylendi! Hıh! Dehâymış! Laf! Bomboş bir şişeyim ben.
Posası çıkmış bir limonum. Sürüngenin biriyim. Ve sen, sen de bir tiyatro faresisin. Bir çadır
suflörü. Tamam, hadi gidelim. (Çıkışa yürürler) Biliyor musun, benim kabiliyetim filan yok.
Sadece dramlarda iyiyim, hani şu Fartin-bras'ın maiyeti gibi rollerde. O roller için bile
yaşlıyım artık... Evet... Ne dersin bu işe?... Bana bak, Othello'dan şu parçayı hatırlıyor musun
Nikita?

63

"Elveda sakin kafa! Elveda huzur! Elveda tuğlu kıtalar, ihtirası fazilet kılan büyük savaşlar!
Hepinize elveda! Elveda kişneyen kısraklar, tiz borazanlar, coşturan davullar, kulak yırtan
trompetler, şanlı sancaklar, ve o güzelim savaşın gurur verici, muhteşem neticesi, elveda"

NİKİTA: Harika! Harikulade! SVETLOVİDOV: Yahut şunu dinle: (Çıkarlarken)

"Hayat yüreyen bir gölgedir, fakir bir çalgıcı kurumla gezinir, harcar

zamanını bir sahnede, sonra da hiç duyulmaz olur sesi." (Sesi dışardan gelir)

"Bir at! Bir at! Bir ata kurban gitti

krallığım!"

PERDE

AYI

BİR PERDELİK ŞAKA

(1888)

64

l
KiŞiLER

BAYAN POPOV, dul. mülk sahibi, ufak tefek,

gamzeli

BAY GRİGORY SMİRNOV, çiftçi, orta yaşlı LUKA, Bayan Popov'un uşağı, yaşlı
BAHÇIVAN ARABACI YANAŞMA

Bir oturma odası. Bn. Popov derin bir üzüntü içinde, elindeki fotoğrafa bakmakta, Luka da
teselliye çalışmaktadır.

LUKA: Bu yaptığınız doğru değil han'fendi, kendinizi harap ediyorsunuz. Aşçı, hizmetçiyle
beraber çilek toplamaya gitti. Kedi, her zamanki gibi avluda kuş avlıyor. Yaşayan her varlık
mutluluk içinde. Sizse manastırdaymış gibi, üzüntü içinde, kendinizi eve kapattınız. Hiçbir
şeyden zevk almıyorsunuz. Gerçek bu, han'fendi. Bir yıldır kapıdan dışarı adım atmadınız. '

POPOV: Hiçbir zaman da atmayacağım, Luka, hiçbir zaman! Dışarı çıkmam için de bir sebep
yok zaten. Benim için yaşamanın anlamı kalmadı. O mezarda. Ben de kendimi diri diri bu eve
gömdüm. İkimiz de mezardayız artık.

LUKA: Saçmalıyorsunuz han'fendi. Artık sizi dinlemek istemiyorum. Bay Popov öldü. Bunun
için ne yapabiliriz? Kader bu. Allanın İsteği. Siz, size düşeni yaptınız. Ağladınız, matem
tuttunuz. Ama her şeyin bir sınırı vardır. Ömrünüz boyu, ağlayıp, sızlayacak değilsiniz ya?
Benim de karım öldü. Bir ay,

67

durmadan ağlayıp, üzüldüm.. Ama, o kadar. Ömrümce ağlayıp sızlayacak değildim ya! Hem
değer miydi buna? (İç çeker) Sonra komşularınızı da unuttunuz han'fendi! Hem ziyaretlerine
gitmiyorsunuz, hem de gelmelerine müsaade etmiyorsunuz. İkimiz de tıpkı bir çift örümcek
gibiyiz, benzetmemi mazur görün, gerçekten örümcek gibi yaşıyoruz. Gün yüzü gördüğümüz
yok. Etrafımız, bütün kasaba, iyi insanlarla dolu oysa... Ridlov'da bir Alay var. Subayları da
çok yakışıklı. Genç kızlar gözlerini ayıramıyorlar. Kampta her cuma balo veriliyor. Askeri
bando hemen her gün çalıyor hafta içinde. Ne dersiniz han'fendi? Gençsiniz, güzelsiniz.
Eğlenecek çağdasınız. On yıl sonra kendinizi subaylara göstermek isteyeceksiniz ama, iş işten
geçmiş olacak. POPOV: (ciddi) Bana bir daha bu konulardan söz etme Luka! Bay Popov
öldüğü günden beri hayatın benim için boş bir rüya olduğunu biliyorsun. Benim, yaşadığımı
sanıyorsun ama,
zavallı, cahil Luka; yanılıyorsun. Ben ölüyüm, mezardayım. Hiçbir zaman gün yüzü
görmeyeceğim. Bu üstümde-ki matemlikleri, karaları çıkarmayacağım. Anlıyor musun Luka?
Bırak, Popov'un ruhu, onu ne kadar sevdiğimi görsün. Evet biliyorum, sen de biliyorsun, bana
iyi davranmazdı, zulmederdi, vefasızdı da. Ama ne çıkar? Ben ona daima sadık kalacağım,
hepsi bu kadar. Kendisini nasıl sevdiğimi göstereceğim. Ve bir gün, bundan daha iyi bir
dünyada, öbür dünyada, nasılsam, öyle bulacak beni.

68

LUKA: Burada inleyeceğinize bahçede biraz yürüyüşe çıkın. Yahut Tobi'yi arabaya koşsunlar;
bir gezinti yapın; komşularınıza gidin.

POPOV: (Kapanır) Oh, Luka!

LUKA: Evet han'fendi? Ne söyledim han'fendi? Hay Allah!

POPOV: Tobii! Tobi dedin! Bu atı deli gibi severdi. Beni komşulara götürdüğü zaman hep
Tobi'yi koşardı arabaya. Hatırlıyor musun, ne güzel sürerdi. Ne yakışıklı, ne kuvvetliydi.
Yularları kudret ve sağlamlıkla çekişi hâlâ gözlerimin önünde. Tobi! Söyle, To-bi'ye bugün,
her zamankinden fazla yulaf versinler!

LUKA: Peki han'fendi. (Kapı zili çalınır)

POPOV: Kim olabilir? Söyle, evde yokum!

LUKA: Pekâlâ han'fendi. (Çıkar)

POPOV: (Tekrar resme dikkatle bakar) Göreceksin, Popov'um, bir kadın, bir eş, nasıl sever,
nasıl bağışlar? Ölüm bizi ayırıncaya; hayır, daha da öte; ölüm bizi birleştirinceye kadar!
(Birden gözyaşları arasında tebessüm eder) Utanmıyor musun Popov? İşte, küçücük karın, her
zamanki gibi iyi ve sadık olmakta berdevam. Kendini bu eve kapatarak, kendi ölümünü
bekleme kararına da sadık, tâ ki sen... Bütün bunlar seni utandırmıyor mu huysuz çocuk?
Berbat bir adamdın, biliyorsun. Vefasızdın. Kaga eder, beni yalnız bırakır, haftalarca
görünmezdin. (Luka girer)

69

LUKA: (Öfkeli) Biri gelmiş sizi görmek istiyor han'fendi. Diyor ki mut...

POPOV: Kocamın öldüğü günden beri kimseyle görüşmediğimi söylemişsindir sanırım.

LUKA: Evet han'fendi. Söyledim han'fendi. Fakat dinlemedi han'fendi. Çok acele diyor.

POPOV: (Tiz bir sesle) Kimseyi göremem!

LUKA: Laf anlamıyor han'fendi! İlendi, yemin etti ve zorla eve girdi. Tam bir canavar
han'fendi. Şimdi yemek odasında.

POPOV: Yemek odasında mı? Gösteririm ona ben! Derhal buraya getir! (Luka çıkar. Birden
gene hüzünlenir.) Neden bunu yaparlar bana? Niçin matemimi bozup, inzivama davetsiz
girerler? (İç çeker) Korkarım bir manastıra kapanmam gerekecek: Evet evet; bir manastıra
kapanmalıyım mutlaka. (Smirnou ve Luka girerler)

SMlRNOV: (Luka'ya) Ahmak! Budala! Çok konuştun! (Bn. Popou'u görür. Saygılı) Kendimi
size takdim etmek şerefine nail olabilir miyim? Grigory Smirnov, toprak sahibi, emekli topçu
teğmeni. Eğer huzur ve sessizliğinizi bozdumsa beni bağışlayın hanımefendi. Fakat işim çok
acale ve ağır.

POPOV: (Elini vermekten kaçınır) Nedir efendim isteğiniz?


SMİRNOV: Kendisiyle tanışmak şerefine nail olduğum müteveffa kocanızın, bendenize 1200
ruble borcu kalmıştı. Bunu ispat edebilecek iki senet var elimde. Yarın bir banka borcunun
faizini ödemek zorundayım. Bu

70

sebepten ötürü, mezkûr borcu ödemenizi rica ediyorum hanımefendi.

POPOV: 1200 Ruble demek? Fakat ne oldu da bu parayı borçlandı size kocam?

SMİRNOV: Yulafı daima benden alırdı bayan.

POPOV: (Luka'va, iç çekerek) Söylediğimi unutma Luka! Tobi'ye bugün her zamankinden
daha çok yulaf versinler. (Luka çıkar) Azizim bay... neydi adınız?

SMİRNOV: Smirnov, hanımefendi.

POPOV: Azizim Bay Smirnov, kocamın size olan borcu, son meteliğine kadar ödenecektir.
Fakat bugün beni bağışlamalısınız bay... neydi adınız?

SİMİRNOV: Smirnov, hanımefendi.

POPOV: Evet Bay Smirnov, elimde, maalesef, para yok bugün. (Smirnov konuşmak ister)
Yarın, Bay Smirnov, hayır, öbür gün daha iyi. Kâhyam şehirden gelecek o gün. Bakarız;
borcumuz neyse verir. Fakat bugün imkânsız. Ayrıca, kocam öleli bugün tam 7 ay oluyor.
Böylesi bir günde para işlerini düşünemeyecek kadar üzüntülü olduğumu kabul edersiniz
herhalde.

SMİRNOV: Eğer bu parayı şimdi vermezseniz, malımı mülkümü haczedecekler.

POPOV: Paranızı alacaksınız. (Smirnou teşekkür edecekken) Yarın (Smirnot; tekrar


konuşmak ister) Daha doğrusu, öbür gün.

SMİRNOV: Paraya öbür gün değil, bugün ihtiyacım var.

POPOV: Özür dilerim bayy...

71

SMİRNOV: (Bağırır) Smirnov!...

POPOV: (Tatlılıkla) Evet... fakat parayı bugün alamazsınız.

SMİRNOV: Ama beklemeye tahammülüm yok.

POPOV: Lütfen anlayışlı olun. Elimde para olmayınca nasıl veririm?

SMİRNOV: Demek paranız yok?

POPOV: Evet, param yok.


SMİRNOV: Emin misiniz?

POPOV: Tabii.

SMİRNOV: Pekâlâ. Bunu bir tarafa yazayım! (Omuz silker) Bir de benden soğukkanlı
olmamı isterler! Yolda vergi tahsildarına rastladım. Adam, "Neden hep böyle terssiniz" dedi
bana. Ters! Nasıl ters olmayayım. Allah aşkına? Paraya ihtiyacım var. Hem çok ihtiyacım var.
Mesela dün, sabah sabah evden çıktım. Bütün bana borcu olanlara baş vurdum. Kimse
borcunu vermedi. Yorgun argın indiğim bir küçük handa, geceyi, bölük pörçük uyuyarak, bir
votka fıçısının dibinde geçirdim. Sonra yol boyu "nihayet, nihayet para alacağım" diye
sayıklayarak, evden 50 millik mesafeyi aşıp buraya geliyorum, bir de bakıyorum, siz o
havalarda değilsiniz! Bir sürü laf sunuyorsunuz, para yerine. Nasıl ters olmayayım Allahım?

POPOV: Sanırım size durumumu açıkça anlattım Bay Smirnov. Kâhyam geldiği an paranızı
alacaksınız.

SMİRNOV: Kâhyanızın cehenneme kadar yolu var! Bu benzetmemi bağışlayın. Fakat ben sizi
görmeye geldim. Kâhyanız olacak herifi değil.

72

POPOV: Bu ne biçim dil, bu ne biçim konuşma? Bir hanımla böyle konuşulmaz. Sizi :jzla
dinleyemem! (Çabucak çıkar) SMİRNOV: Para işlerini düşünemeyecek durum-daymış. Laf!
(Taklit eder) "Kocam öleli tam yedi ay oldu!" Hıh! Bana ne? (Arkasından bağırır) Bu faiz
ödenecek mi, ödenmeyecek mi bankaya? Sana basit bir soru soruyorum: Bu para ödenecek
mi, ödenmeyecek mi? Yok, kocan ölmüşmüş, yok durumun kötüy-miş, yok kâhyan bilmem
nereye gitmişmiş, yok şu, yok bu! Bana ne bütün bunlardan! Ha? Ne yapmamı istiyorsun?
Kendimi kaldırıp atayım mı bir yerlerden? Kafamı duvarlara mı vurayım? Bir balona mı binip
kaçayım? Öteki borçlu heriflerden haberin yok senin! Gruzdeff'e gittim, evde yok. Yoroşe-
viç'e baktım, herif bir yerlere saklanmış. Ku-ritsin'i buldum. Öyle kavga ettik ki, herifi
pencereden aşağı attım. Listemdeki herkese gittim, metelik bile alamadım. Sonra size geldim.
-Allah kahretsin- bu benzetmeyi bağışlayın, umurunuzda bile değil. (Yavaşça kendi kendine)
Tabii, kabahat bende! Hepsine yüz verdim, gerçek bu! Fakat gösteririm onlara! Buna da!
Parayı alıncaya kadar burada oturacağım. (Öfkeyle titrer) Öfke içindeyim. Hem de öfkenin
dikâlâsı. Bütün sinirlerim tepeden tırnağa kadar ayakta. Nefes alamıyorum. Bayılacağım
herhalde. Hey kimse yok mu orada? (Luka girer) LUKA: Buyurun efendim. Bir şey mi
istediniz? SMİRNOV: Su, su! Yok, votka getir! (Luka çı-

73

kar) Şu mantığa bak! Bir zavallı yaratığa para lazım, buna korkunç derecede ihtiyacı var. Ve
nerdeyse kendini asacak; bu kadın, bu süt kuzusu, tutmuş parayı ödemiyor. Neden? Çünkü,
gerçekten o havalarda değilmiş! Ah, şu kadın "mantığı! işte bu yüzden sevmem kadınları,
onlarsız görürüm işimi. Bir kadınla konuşmak mı? Bir barut fıçısı üzerinde oturmayı tercih
ederim. Onları düşünürken tüylerim diken diken oluyor. Kadınlar! Şiirin, hüznün yaratıkları!
Birini karşımda gördüm mü, deli oluyorum, her tarafıma kaşıntılar basıyor, "İmdat!" diye
bağıra-sım geliyor. (Luka girer. Smirnou'a bir bardak su uzatır)

LUKA: Han'fendi hastalandı efendim. Kimseyi görmek istemiyor.


SMİRNOV: Defol! (Luka çıkar) Han'fendi hastalanmış! Kimseyi görmek istemiyormuş! İyi,
beni ister görsün, ister görmesin, ama ben buradayım. Paramı verinceye kadar da buradan
ayrılmayacağım. Bir hafta boyunca hasta olsan, bir hafta boyunca buradayım! Bir yıl hasta
olsan, bir yıl! Bana o dul kadın numaralarını, talebe kız gülücüklerini yuttu-ramazsın! Bilirim
o gamzeleri, gülücükleri ben! (Pencereden bağırır) Semyon, çöz atları! Burada kalıyorum.
Söyle onlara, atlara yulaf versinler. Evet, yulaf, aptal herif, ne sandın? (Pencereden çekilir) Ne
aksilik! Aksiliğin dikâlâsı! Dün gece hiç uyuyamadım. Bugün de hava cehennem sanki. Bir
Allahın belası da çıkıp para vermedi. Bu

74

yaşlı eksik etek de "havam yok" diyor... Başım ağrıyor. Nerde şu... (Bardağı diker, fışkırtır)
Puuh! Su! Hey, buraya bak! (Luka girer)

LUKA: Buyurun efendim, bir şey mi istediniz?

SMİRNOV: Nerede senden istediğim o iğrenç votka?(Luka çıkar. Smirnou oturur. Üstüne
başına bakar) Of! Şu halime bak. Biri tüy dikse üstüme bari! Yıkanmamış, taranmamış,
tıraşsız, yeleğim samana batmış, üstüm başım toz içinde. Küçük hanımefendi beni eşkıya
falan sanmıştır herhalde. (Es-ner) Sanırım bu halle salona girmek pek yakışık almadı, ama
umurumda bile değil. Ben ziyaretçi değil, alacaklıyım. Yani en hoşlanılmayan misafir;
ölüm'den sonra. (Luka girer)

LUKA: (Votkayı uzatır) Bakıyorum, eve iyice yerleşmişsiniz, efendim.

SMİRNOV: Ne?!

LUKA: Bir şey efendim, bir şey yok!

SMİRNOV: Allahın belası, kiminle konuştuğunu sanıyorsun? Kapa çeneni!

LUKA: (Çıkarken) Eve bela indi sanki. Bu herifi mutlak şeytan göndermiştir. (Çıkar)

SMİRNOV: Amma öfkeliyim ha! Bütün dünyayı tuzla buz edesim geliyor. Gene
hastalanıyorum. Hey, buraya bak! (Bayan Popov girer)

POPOV: (Yere bakarak) Bu muhkem yalnızlığımda, çoktandır insan sesini unutmuştum Bay
Smirnov. Hem bu bağırtılara gelemem ben. Rica ederim sükûnetimi bozmayın.

75

SMİRNOV: Pekâlâ. Verin paramı gideyim.

POPOV: Size kaç defa söyledim, gene de söylüyorum Bay Smirnov. Param yok. Öbür güne
kadar beklemeniz gerek. Anlamanız için davul mu çaldırayım?

SMİRNOV: Ben de size kaç defa söyledim; gene söylüyorum: Benim bu paraya ihtiyacım •
var. Öbür gün çok geç olur. Eğer bu parayı şimdi vermezseniz, yarın sabah kendimi asmak
zorunda kalacağım.
POPOV: Size param yok diyorum, amma tuhafsınız!

SMÎRNOV: Demek ödemiyorsunuz ha?

POPOV: Ödemiyorum Bay Smirnov.

SMİRNOV: O halde ben de buradan bir yere ayrılmıyorum! (Yere oturur) Madem öbür gün
vereceksiniz, ben de öbür güne kadar burada otururum. (Duruş. Yerinden fırlar) Bana bakın,
ben yarın bu parayı ödemek zorunda mıyım, değil miyim? Yoksa şaka yaptığımı mı
sanıyorsunuz?

POPOV: Lütfen bağırmayın Bay Smirnov, burası ahır değil.

SMİRNOV: Kim dedi size ahır diye? Ben bu parayı yarın ödemek zorunda mıyım, değil
miyim?.

POPOV: Bay Smirnov, bir "hanımefendi"nin huzurunda nasıl konuşulacağını, nasıl davranı-
lacağını bilmiyor musunuz?

SMİRNOV: Hayır bayan! Bir "hanımefendi"nin huzurunda nasıl konuşulacağını, nasıl davra-
nılacağını bilmiyorum!

76

POPOV: Tam düşündüğüm gibi! Size baktığım zaman ne hissediyorum biliyor musunuz? Iıı!
Hele konuştunuz mu, anlıyorum ki, bir bayanla konuşmasını bilmeyecek kadar kabasınız.

SMİRNOV: Hanımefendi Fransızca mı döktürmemi isterlerdi acaba? "Enchante, Madame!


Merci beaucoup, paramı ödemediğiniz için, Madame! Pardonez moi eğer sizi rahatsız
ettiysem, Madame! Ne charmante görünüyorsunuz bu mateminizle, Madame!"

POPOV: Gülünç oluyorsunuz Bay Smirnov.

SİMİRNOV: (Taklit eder) "Gülünç oluyorsunuz Bay Smirnov!" "Bir hanımla nasıl
konuşulacağını bilmiyorsunuz Bay Smirnov!"- Bana bakın, Bayan Popov, sizin tanıdığınız
yastık kedilerinden daha çok kadın tanıdım ben. Onlar uğruna üç defa düello yaptım. On iki
kadını ben bıraktım, dokuzu da beni. Evet Bayan Popov, bir zamanlar ne budalalıklar yaptım:
Tatlı, değersiz fısıltılar, yerlere eşilmeler, çocuksu selamlar, zorlama neşeler; budalalığın
türlüsünü! Sakın bana sevmeyi bilmediğimi söylemeyin. Üzüntüyü, hüznü, yağ gibi erimeyi.
Aşk nedir, demeyin bana! Nedir özlemin ağrısı, nedir hüzün, nedir yağ gibi erimek,
zavallılaşmak? Ben de cayır cayır yandım bir zamanlar. Ben de ıstırap çektim. Servetimin
yarısını kaldınlara yedirdim. Kadınların toplum baskısından kurtulması uğruna çene
yarıştırdım. Ama her şeyin bir sonu vardır sayın bayan! Yanan gözler, siyah kirpikler, olgun
kızıl dudaklar, gamzeli

77

yanaklar, kalkıp inen göğüsler, yumuşak fısıltılar; yukarda mehtap, aşağıda göl: Bütün bu
saçmalıklara metelik bile vermiyorum artık Bayan Popov. Kadınların ne mal olduğunu
anladım. Hepsi yalancı. Bütün davranışları sahte; konuşmalarının tümü dedikodu. Evet, sayın
bayan, yaşlı veya genç, bütün kadınlar hatalı, bayağı, değersiz, zalim, son derece
mantıksızdırlar. Akla gelince, bir serçe bile onlardan akıllıdır. Karşıdan baktın mı, bütün
kadınlar, belki şiirdir, aşktır, tanrıçadır, melektir, ipektir, muslindir. Bir durma cennetler
düşünürsün karşıdan baktın mı! Ama ben kadının ruhuna, derinliklerine baktım, Bayan Popov.
Ne buldum biliyor musunuz? Bir Timsah! (Bir sandalyenin arkalığını tutar, kırılır) Beni isyan
ettiren, bu timsahın, birtakım derin duygulan, sadece kendi tekeline alması; kendini aşk
ülkesinin kraliçesi sanmasıdır. Kesin gerçek şu sayın bayan: Eğer bir kadın fino köpeğinden
başka bir şey severse, beni bacağımdan şu çiviye asın! Bir erkek için aşk ıstıraptır,
fedakârlıktır. Oysa kadın etrafınızda dönenir, kırıtır, sırıtır. Siz kadın olduğunuz için onları
benden daha iyi tanırsınız. Şimdi elinizi vicdanınıza koyup söyleyin bana; hiç vefalı bir kadın
gördünüz mü mesela, ya da samimi? Yalnız cadılar değil mi? Bazıları doğuştan cadılar ya
ötekiler? Haklısınız: Vefalı kadın bir hilkat garibesidir. Tıpkı boynuzlu bir kedi gibi!

POPOV: Öylese, vefalı olan kim peki? Aşkına sadık? Erkek mi?

SMİRNOV: Evet Bayan Popov, erkek. Hem de seksiz, şüphesiz!

POPOV: (Acı bir gülüşle) Erkek! Erkek vefalı, ha? Bir yaşıma daha girdim! (Hiddetle) Bu
sözü nasıl söyleyebiliyorsunuz Bay Smir-nov? Hangi sebebe dayanarak? Erkek mi sadıkmış?
Müsaadenizle bir çift söz edeyim size. Tanıdığım bütün erkeklerin en iyisi rahmetli kocam
Popov'du. Onu seviyordum. -Ve sevmeyi bilen kadınlar vardır Bay Smir-nov- Ona gençliğimi,
mutluluğumu, hayatımı, servetimi verdim. Ona tapındım. Ama sonunda n'oldu? Bu erkeklerin
en iyisi beni aldattı Bay Smirnov. Hem bir kere değil, üst üste. Her zaman. Öldükten sonra
çalışma masasının gözünde bir yığın aşk mektubu buldum. Daima, bensiz hafta tatilleri yapar,
benim paramı harcardı. Gözümün önünde başka kadınlarla kırıştırırdı. Buna rağmen, Bay
Smirnov, ben ona sadık kaldım. Kendimi diri diri bu eve gömdüm. Ömrümün sonuna kadar da
yasını tutacağım.

SMİRNOV: (Küçümseyerek güler) Beni bunlara inanacak kadar aptal sanıyorsunuz


herhalde?.,. "Kendimi diri diri bu eve gömdüm! Ömrümün sonuna kadar!" Ne zamana kadar?
Tâ ki bir küçük şair yahut bıyıkları yeni terlemiş genç bir subay, al küheylânıyla kapınıza
varıp, "sakın burası, kocasına olan büyük aşkından ötürü kendini diri diri eve gömen
esrarengiz Tamara'nın evi olmasın? Erkek görmeye yemin etmiş hani" deyinceye kadar, ha?

78

79

POPOV: (Hiddetle) Ne cesaretle, ne cesaretle benim...

SMİRNOV: Evet, kendinizi buraya diri diri gömmüşsünüz ama Bayan Popov, burnunuzu-
pudralamayı da unutmamışsınız.

POPOV: (Hiddetle) Bu ne cesaret? Bu ne...

SMİRNOV: Kim bağırıyor şimdi, ha? Siz! Neden? Dobra dobra konuştuğum için. Sizi tam on
ikiden vurduğu için. Lütfen bağırmayın, ben kâhyanız değilim!

POPOV: Ben değil, siz bağırıyorsunuz! Of, rahat bırakın beni!


SMİRNOV: Paramı verin, bırakayım.

POPOV: Size beş para vermeyeceğim!

SMİRNOV: Ya, demek öyle!

POPOV: Evet, öyle! Hadi defolun şimdi! Yalnız bırakın beni!

SMİRNOV: Hey, hey, ben kocanız değilim. Bırakın böylesi numaraları. (Oturur) Sevmem bu
numaraları ben!

POPOV: (Öfkeyle) Bak, bak; bir de yere oturuyor!

SMİRNOV: Evet doğru, oturuyorum!

POPOV: Hemen çıkıp gitmenizi istiyorum!

SMİRNOV: Önce paramı verin! (Kendi kendi-, ne) Of, amma öfke bastırdı gene be!

POPOV: Küstah! Sizinle konuşmak istemiyorum artık. Defolun! (Duruş) Gidiyor musunuz?

SMİRNOV: Hayır!

POPOV: Hayır mı?!

SMİRNOV: Hay.r!

POPOV: Allah lâyığını versin! Luka! (Luka girer) Baya yolu göster Luka!

80

LUKA: (Yaklaşır) Afedersiniz efendim... Sizden rica edeceğim, hm, çıkmanızı, efendim
şimdi, hm...

SMİRNOV: (Ayağa fırlar) Kapa çeneni ihtiyar bunak! Kiminle konuştuğunu sanıyorsun? Un
ufak ederim şimdi seni!

LUKA: (Kalbini tutarak) Allahım acı bize! Bizi koru! (Bir koltuğa düşer) Hastalanıyorum,
nefes alamıyorum!

POPOV: Daşa nerede? Daşa! Daşa, çabuk buraya gel! (Zili çalar)

LUKA: Herkes çilek toplamaya gitti. Evde yalnız ben varım. Su, su; fena oluyorum!

POPOV: (Smirnov'a) Defol buradan!

SMİRNOV: Biraz nâzik olamaz mısınız Bayan Popov? ' ,

POPOV: (Yumruklarını sıkar, tepinir) Size karşı mı? Siz vahşi bir hayvansınız, yabanisiniz,
yabanisiniz!

SMİRNOV: Ne? Ne dediniz bakayım?

POPOV: Siz vahşi bir hayvansınız, yabanisiniz dedim!

SMİRNOV: (Üzerine yürür) Benimle böyle konuşmaya ne hakkınız var?

POPOV: Nasıl konuşmaya?

SMİRNOV: Hakaret etmeye bayan!

POPOV: N'olur hakaret edersem? Sizden korkacağımı sanıyorsanız aldanırsınız!

SMİRNOV: Kadın olduğunuz için bu hakareti ödemekten kurtulacağınızı sanmayın. Şiirin,


hüznün yarattığı nazenin, ha? Bunun altında kalmam ben. Sizi düelloya davet ediyorum!

LUKA: Acı bize Allahım, koru bizi! Su!

SMİRNOV: Vuruşacağız!

POPOV: Beni gene korkutmaya mı çalışıyorsunuz? İri yumruklarınız, boğa sesli olduğunuz
için, ha? Ayı! Siz bir ayısınız!

SMİRNOV: Kimse cezasını görmeden Grigory S. Smirnov'a hakaret edemez. Hatta kadın bile
olsa!

POPOV: (Onun sesini bastırmaya çalışarak) Ayı! Ayı, ayı!

SMİRNOV: Kadın - erkek müsavidir deriz hep, değil mi? Güzel! Bundan böyle sadece erkek
ödemeyecek hakaretin cezasını. Sizi düelloya...

POPOV: (Haykırır) Pekala! Düello mu istiyorsu-nuz? Buyurun vuruşalım öyleyse!

SMİRNOV: Vuruşalım! Şimdi ve burada!

POPOV: Burada ve şimdi ha? Pekâlâ. Kocamın tabancalarını alıp geliyorum. (Yürür. Sonra'
döner) Onun tabancasıyla şu aptal kafanızı kurşunlamak büyük bir zevk olacak. Aurevo-ir!
(Çıkar)

SMİRNOV: Onu bir ördek gibi yere sereceğim. Ben ne sünepe bir şair, ne bıyıkları yeni
terlemiş bir çocuğum! Hayır efendim, bu zayıf yaratıklar umurumda bile değil.

LUKA: Efendim, beyefendi! (Dize gelir) Bu ihtiyar adama bir iyilikte bulunun lütfen-, çıkıp
gidin buradan. Yaptıklarınız yetti. Korkudan öldürecektiniz beni. Şimdi de düel....

SMİRNOV: Evet, düello! Kadın - erkek müsavatı budur işte! Budur işte kadınların toplum
zincirlerinden kurtuluşu! Prensip olarak, onu

82
ördek gibi vururum be! Fakat ne kadın yahu! (Taklit eder) "Kocamın tabancasıyla şu aptal
kafanızı kurşunlamak..." Ve Allah şahittir, düelloyu kabul etti. Böylesi kadına şimdiye kadar
hiç rastlamadım.

LUKA: Beyefendi, efendim! N'olur gidin artık. Ömrüm boyunca duacınız olurum.

SMİRNOV: (Aldırmaz) Ne kadın be! (Islık çalar) Tam kadın! Ne mızırdıyor, ne zırlıyor. Ateş,
barut sanki. Sanki top-tüfek! Böylesi bir kadını vurmak ayıp olur.

LUKA: (Ağlar) Lütfen beyefendi, gidin lütfen!

SMİRNOV: (Önceki gibi) İşin tuhafı sevdim bu kadını yahu! Gamzelerine, her şeyine
rağmen. Sevdim. Alacağımdan bile vaz geçeceğim nerdeyse. Öfkem uçup gitti. Ömrümde
böyle kadın görmedim. (Bayan Popon, tabanca/ar/a girer)

POPOV: İşte tabancalar -Bay Smirnov. Fakat önce bana nasıl kullanılacağını gösterin.
Şimdiye kadar hiç kullanmadım. Elime almadım hiç.

LUKA: Allahım acı bize! Gidip bahçıvanla ara-bacıyı bulayım. Allahım nereden uğradık bu
belaya! Oh Allahım! (Çıkar)

SMİRNOV: (Tabanca/an inceler) Bakın, birkaç cins tabanca vardır. Biri, Motimer markadır
ki, kapsül atar, daha çok düello için kullanılır. Sizinkiler ise Smith-Vesson, hem de en
mükemmelinden. En az doksan rubledir değeri... Böyle tutacaksınız. (Kendi kendine) Allahım
ne gözler! Yakıp yan diriyor beni!

83

POPOV: Böyle mi?

SMİRNOV: Evet öyle. Horozu kaldırırsınız. Şöyle nişanlarsınız hedefi: Baş yukarda, kol
ilerde, gerili; böyle. Sonra parmağınızı buraya, tetiğe basarsınız. Hepsi bu kadar. Asıl olan
soğukkanlı olmak; acele etmeden nişan almaktır. Elinizin titremesini de önleyin.

POPOV: Anladım. Fakat, eğer burası düelloya elverişli değilse, bahçeye çıkabiliriz.

SMİRNOV: Çok iyi olur. Yalnız size şunu söyleyeyim ki ben havaya ateş edeceğim.

POPOV: Havaya mı? Bu da nereden çıktı? Niçin?

SMİRNOV: Şey... çünkü... özel sebeplerden...

POPOV: Korktunuz mu yoksa? (İçten güler) Bu işten kurtulamazsınız Bay Smirnov. Ben
hazırım. Kellenize bir delik açmadan içim rahat etmeyecek. Beni takip edin!.. N'oldu,
korktunuz mu?

SMİRNOV: Evet, korktum.

POPOV: Hadi canım! N'oldu size böyle?


SMİRNOV: Şey... Hm... Bayan Popov... ben... hm... sizden hoşlandım.

POPOV: (Acıyla güler) Hey Allahım, benden hoşlanmış; şu işe bak?! Zavallı! (Kapıyı
gösterir) Gidebilirsiniz Bay Smirnov.

SMİRNOV: (Çabucak tabancayı bırakır, şapkasını alır. Kapıya yürür. Sonra döner.
Konuşmadan kanşılıklı bakışırlar. Sonra ihtiyatla yaklaşır Smirnou) Bakın Bayan Popov. Hâlâ
bana kızıyor musunuz? Ben de kızgınım ama, buna rağmen, görüyorsu-

84 .

nuz... söylemek istediğim... bu yönden.... işin aslı. (Bağırır) Eğer sizi sevmişsem, Allah
kahretsin, suç bende mi? (Sandalyenin arkalığını tutar, kırılır) Hay Allah, amma da sırçaymış
eşyalarınız! Sizden hoşlandım. Anlıyor musunuz beni? Hatta size âşık bile olabilirim.

POPOV: Sizden nefret ediyorum! Defolun buradan!

SMİRNOV: Ne kadın! Söyleşini asla görmemiştim. Oh mahvoldum, olanlar oldu bana;


kapana kısılmış fare gibiyim.

POPOV: Çıkın gidin bu evden, yoksa vururum!

SMİRNOV: Vurun!. Ne saadettir bu kadife ellerin ateşlediği tabancayla vurulmak; bu büyülü


gözlerin bakışları altında ölmek! Mecnuna döndüm. Biliyorum; çabuk karar vermelisiniz. Bir
saniye düşünün, sonra karar verin. Çünkü buradan çıktım mı bir daha geri gelemeyeceğim.
Karar verin! Ben yakışıklı bir adamım-, toprak sahibi bir centilmen de diyebilirim. On bin
yıllık gelir. Sağlam ahır. Havaya bir metelik atın, tam ortasından vururum. Benimle evlenir
misiniz?

POPOV: (Kızgınlıkla tabancayı sallar) Bırakın bunları şimdi. Hadi düelloya! Alın tabancanızı!

SMİRNOV: Mecnun gibiyim. Hiçbir şey anlayamıyorum. (Bağırır) Hey buraya bak! Nerede
votka?

POPOV: Ne mazeret, ne tehir! Düelloya!

SMİRNOV: Mecnuna döndüm. Âşığım! Tam

85

manâsıyla âşığım! (En. Popou'un eline kuvvetle sarılır, kadın inler) Sizi seviyorum! (Diz
çöker) Kimseyi böylesine sevmedim. On iki kadın bıraktım; dokuzu beni bıraktı. Fakat
hiçbirini sizin kadar sevmedim. Cayır cayır yanıyorum. Yağ gibi eriyorum. Zavallı-laşıyorum.
Bir budala gibi dize geldim ve desti izdivacınızı talep ediyorum. Utanılacak bir şey bu,
rezalet! Beş yıldır âşık olmamıştım. Hep karşı durdum. Fakat şimdi birdenbire dize düştüm;
tam bir skandal! Desti izdivacınızı talep ediyorum. Kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz?
Demek etmiyorsunuz? Peki etmeyin! (Kalkar, kapıya yürür)

POPOV: Ben bir şey söylemedim!


SMİRNOV: (Durur) Ne?

POPOV: Yok bir şey, gidebilirsiniz. Şey, hayır, bir dakika! Hayır, gidebilirsiniz. Gidin! Sizden
iğreniyorum! Fakat, bir saniye!. Oh, ne kadar hiddetliyim, bir bilseniz, (Tabancayı masaya
fırlatır) Bu pis şeyi tutmaktan parmaklarım uyuştu. (Mendilini parça parça yırtar) Hâlâ
duruyor musunuz orada? Çıkın gidin buradan!

SMİRNOV: Allahaısmarladık!

POPOV: Gidin, gidin, gidin! (Bağırır) Nereye gidiyorsunuz? Durun bir dakika! Hayır, hayır,
tamam, gidin artık. Deli olacağım. Yaklaşmayın bana, yaklaşmayın bana!

SMİRNOV: (Yaklaşmaktadır) Ben de kendimden nefret ediyorum. Bir çocuk gibi âşık oldum;
kamçılanmış gibi dize geldim... Dü-

86

şündükçe kaz gibi ürperiyorum. (Kaba) Sizi seviyorum! Ama neye yarar! Yarın faizi ödemem
gerek ve neredeyse hasat başlayacak. (Beline sarılır) Kendimi hiç affetmeyeceğim.

POPOV: Çekin ellerinizi üstümden, sizden nefret ediyorum! Kapatın bu konuyu! (Uzun bir
öpüş. Luka, bir balta; bahçıvan bir orak, arabacı bir tırmık, yanaşma da bir sopa ile girerler)

LUKA: (Öpüşür/er/cen görür) Allahım sen bize acı! Sen bizi koru!

POPOV: (Bakışları yerde) Luka söyle ahırdaki-lere. Tobi'ye bugün hiç yulaf vermesinler!

PERDE

87

BiR EVLENME TEKLiFi

BİR PERDELİK ŞAKA

(1888-9)

KiŞiLER

Stepan Stepanoviç ÇUBUKOF, toprak sahibi,

yaşlı, kurumlu, fakat nazik. İvan Vasilyeviç LOMOF, sağlıklı; fakat

kuruntulu, sinirli, kuşkucu. O da

toprak sahibi. NATALYA Stepanovna, Çubukof'un kızı;

25 yaşında, henüz evlenmemiş.


Çubukof'un konağı - oturma odası. Lomof girer, fraklıdır. Beyaz eldiven, silindir şapka.
Sinirli.

ÇUBUKOF: (Kalkar) Vay vay, bakın kim gelmiş! İvan Vasilyeviç! (İçten, elini sıkar) Bu ne
sürpriz koca adam! Nasılsınız?

LOMOF: Eh, fena değil. Ya siz?

ÇUBUKOF: İdare edip gidiyoruz. Lütfen oturun. Biliyor musunuz, komşularınızı unuttunuz
aziz dostum. Görüşmeyeli çok oldu. Niye bugün resmisiniz böyle? Frak, eldiven ve daha bir
sürü. Cenaze mi var oğlum? Yoksa bir yere mi gidiyorsunuz?

LOMOF: Hiçbir yere. Yâni buraya gidiyorum. Şey... geldim. Sadece sizi görmeye aziz Stepan
Stepanoviç.

ÇUBUKOF: Öyleyse niye resmi, kocamış oğlum? Şimdi yılbaşı değil ki ve daha bir sürü.

LOMOF: Şey... yani... onun gibi bir şey. Buraya, azizim Stepan Stepanoviç, sizi, bir rica için
rahatsız etmeye geldim. Birkaç defa, yahut çok kere, hatta daha fazla; sizden yardım istirham
etmiş ve yardımınıza nail olmak, nasıl desem, şerefinizi bahsetmiştiniz. Yani şey ih-gan
etmiş... Evet. Özür dilerim, her şeyi dolaştırıyorum birbirine. Bir bardak su lütfeder misiniz
Stepan Stepanoviç? (İçer)

91

ÇUBUKOF: (Kendi kendine) Para isteyecek! Hava alır. (Lomofa) Size ne gibi bir yardımda
bulunabilirim aziz dostum?

LOMOF: Evet, bakın, azizim Stepaniç. Afedersi-niz, yani Stepan azizim'oviç. Hayır. Yani, her
şeyi karıştırıyorum, gördüğünüz üzre. Sözün kısası, bana yardım edebilecek tek insan sizsiniz.
Tabiatiyle buna lâyık değilim, üstelik sizden bunu beklemeye hakkım da yok. Ve bunlara da.

ÇUBUKOF: Lafı dolaştırıp durmayın. Atın açıkça ortaya.

LOMOF: Bir dakika. Yani şimdi. Derhal. Gerçek şu ki buraya elini istemeye geldim. Yani
kızınız Natalya Stepanovna'nın. Ben, ben onunla evlenmek istiyorum.

ÇUBUKOF: (Sevinçle) Hey Allahım! İvan Vasil-yeviç! Bir daha söyleyin bakayım.

LOMOF: Kızınızın desti izdivacını...

ÇUBUKOF: (Keser) Siz bir harikasınız! Memnun oldum, mesrur oldum ve daha bir sürü.
Evet gerçek bu. (Sarılır, öper) Senelerdir hep bunu düşünürdüm. Nihayet rüyalarım hakikat
oldu. (Gözünden bir damla yaş düşer) Ve. bilirsiniz, ben size hep kendi oğlum gözüyle
bakardım. Allah ikinize de huzur, saadet ve daha bir sürü, ihsan etsin. Hep bunu istedim. Hay
Allah, niye böyle aptallaştım? Çünkü sevinçten ne yapacağımı şaşırdım. Evet, şaşırdım. Oh,
bütün kalbimle... Ben gidip Natalya'yı getireyim. Ve daha bir sürü.

LOMOF: (Heyecanla) Azizim Stepan Stepano-viç acaba kabul edecekler mi dersiniz?


ÇUBUKOF: Ne demek, elbette, eski dostum! Hay Allah; "ya razı olmazsa?!" Sizin için deli
oluyor! Hey Allahım, hem de azgın bir kedi gibi. Ve daha bir sürü. Şimdi dönerim. (Çıkar)

LOMOF: Allahım ne soğuk! Bir kaz gibi tir tir titriyorum, sanki imtihana gireceğim. Önemli
olan, aklımı başıma toplayıp bu fikre razı etmek kendimi. Eğer durmadan düşünür, tereddüt
eder, ince eler, sık dokursam, ideal veya gerçek aşkı beklersem, ömrüm boyu evlenemem.
Brrr! Amma soğuk! Natalya Stepanovna mükemmel bir ev kadını. Çirkin sayılmaz. İyi bir
tahsili de var. Daha ne isterim? Hiç. Amma sinirliyim ha, kulaklarım çınlıyor. (İçer) Hem
canım, tam evlenecek çağdayım. Yaş otuz beş. Kritik bir yaş. Artık durup oturmalı, düzenli bir
hayat sürdürmeliyim. Ayrıca durmadan çarpıntılara uğruyo-rum. Buyurun bakalım; işte
dudaklarım titriyor, gözüm seyiriyor. En korkuncu geceler. Uykum! Efendi efendi yatağa
girerim, tam uyuyacağım, birden içime bir şey düşer. İlkin başım zonklar, sonra omuzlarım
sızlar; deli gibi yataktan fırlayıp bunlardan kurtulmaya çalışırım... Sonra tekrar yatağa uzanır,
tekrar uyumayı denerim. Ama ne mümkün? Hemen içime gene bir şey düşer. Ve bu, böylece,
belki yirmi kere, belki... (Natalya Stepanovna girer)

NATALYA: Oh, demek yalnız siz varsınız. Oysa babacığım, "İçeri git, bir tüccar gelmiş,
cicilerini gösterecek" dedi. Neyse. Nasılsınız İvan Vasilyeviç?

92

93

LOMOF: -Teşekkür ederim. Siz nasılsınız, aziz Natalya Stepanovna?

NATALYA: Giysimin kusuruna bakmayın-, böyle önlükle çıktım karşınıza. Nohut


ayjklıyorduk da. Çoktandır görünmüyordunuz. Oh, lütfen oturun. (Otururlar) Bir şeyler
yemek ister misiniz?

LOMOF: Hayır, teşekkür ederim. Yedim.

NATALYA: O halde, isterseniz sigara içebilirsiniz. (Lomof içmez) Hava da bugün çok güzel.
Ama dün çok yağışlıydı, yanaşmalar çalışamadı. Siz ne kadar ot kaldırdınız ambara? Ben aç
gözcülük edip hepsini biçtirdim, ama, şimdi içim pek rahat değil. Yağmur belki iyi gelirdi,
değil mi? Beklemeliydim. Fakat siz niye böyle resmi giyinmişsiniz? Yoksa balo falan mı var?
Tabiatiyle, çok yakışmış olduğunu söylemeliyim. Ama söylese-nize niye böyle giyindiniz?

LOMOF: Şey... görüyorsunuz aziz Natalya Stepanovna, gerçek şu ki, buraya sizden... şey,
bakın dinleyin beni, tabii, sizin için muhtemelen bir sürpriz olacak ve belki de kızacaksınız,
fakat... (Kendi kendine) Hay Allah, amma da soğuk burası be!

NATALYA: Evet, ne demek istiyorsunuz? (Duruş) Evet?

LOMOF: Kısaca anlatmaya çalışacağım. Efendim, biliyorsunuz, aziz Natalya Stepanovna,


sizleri çocukluğumdan beri, hatta, nasıl derler, tanımak şerefine nail oldum, ailenizi. Malını
mülkünü bana miras bırakan müte-

94

veffa halam, eniştem, ki biliyorsunuz, babanıza ve müteveffa annenize derin bir saygı
duyarlardı. Lomof'lar, Çubukof'lar daima birbirlerine dosttular. Hatta akrabaydılar da
diyebilirsiniz. Ve tabiatiyle, biliyorsunuz, tar-. lalarımız yan yanadır. Hatta benim Öküz
Çayırı...

NATALYA: Sözünü kesmekten nefret ederim ama, azizim Ivan Vasilyeviç, yanılmıyorsam
"benim Öküz Çayın" dediniz. O yerin gerçekten sizin olduğundan emin misiniz?

LOMOF: Elbette, eminim.

NATALYA: Ne demek eminim? Orası sizin değil, bizim.

LOMOF: Oh, hayır aziz Natalya Stepanovna, orası benimdir.

NATALYA: Hay Allah, bir yaşıma daha girdim! Bu fikri nereden aldınız?

LOMOF: Nereden mi? Bakın, ben, sizin kayın ağaçlarıyla, bataklığın arasına kama gibi
girmiş olan Öküz Çayırı'ndan söz ediyorum.

NATALYA: Evet, muhakkak; ama orası bizimdir.

LOMOF: Oh hayır, yanılıyorsunuz aziz Natalya Stepanovna, orası bizimdir.

NATALYA: Oh, herhalde buna inanmamı istemezsiniz?

LOMOF: Fakat bu gerçeği vasiyetnamede görebilirsiniz aziz Natalya Stepanovna. Şüphesiz,


şüphesiz bir zamanlar, orası dâvâlıydı ama, herkes de bilir ki benimdir. Münakaşa edilecek
hiçbir yönü yok bunun. Eskiden

95

halamın ninesi, babanızın dedesinin köylülerine şöyle kullansınlar diye vermiş. Onlar da bir
zaman sonra kendi mallarıymış gibi davranmaya başlamışlar. Fakat gerçek şu ki...

NATALYA: Bunların konumuzla ilgisi yok. Benim dedem de, dedemin dedesi de tarlalarının
bataklığa kadar uzandıklarını söylerlerdi ki, bu da Öküz Çayırı'nın benim olduğunun tam bir
kanıtıdır. Tartışılacak hiçbir yönü yok bunun. Yoksa çok saçma olur.

LOMOF: Fakat vasiyetnameyi gösterebilirim Na-talya Stepanovna.

NATALYA: Siz benimle alay ediyorsunuz. Hey Allahım! Bu topraklar yüz yıldır bize ait.
Oysa siz tutup, birdenbire, bize ait olmadığını söylüyorsunuz. Neniz var İvan Vasilyeviç? Bu,
on beş dönümlük, değeri üç yüz ruble bile olmayan tarlanın sözü edilmez kuşkusuz ama,
haksızlığa katlanamıyorum. Evet, katlanamıyorum haksızlığa.

LOMOF: Fakat beni dinlemelisiniz mutlaka. Babanızın dedesinin köylüleri, tuğla pişirmek
istemişler halamın ninesine; halamın ninesi de iyilik olsun diye...

NATALYA: Bütün bu söyledikleriniz, bu halalar dedeler, nineler, falan filan; hep saçma!
Çayır bizimdir! Bu konuda söylenecek söz, bu kadar!
LOMOF: Hayır, benimdir!

NATALYA: Bizimdir! Bu konuda iki gün laf etseniz de, on beş frak kuşanıp, yirmi çift eldiven
giyseniz de orası bizimdir, bizimdir, bizimdir!

96

LOMOF: Natalya Stepanovna ben çayırı istemiyorum. Ben sadece prensip üzerinde
duruyorum. Eğer istiyorsanız orasını size verebilirim.

NATALYA: Size asıl ben verebilirim. Çünkü orası bizimdir. Bu konuda söylenecek söz, bu
kadar! Fakat şunu da söyleyebilirim ki azizim İvan Vasilyeviç, davranışınız çok acayip. Şu
ana kadar sizi iyi bir komşu, hatta dost bilirdik. Nitekim geçen yıl size harman makinemizi
vermiştik de, bizim buğdayı kasıma kadar içeri alamamıştık. Şimdi de kalkmış çingenelere
davranır gibi davranıyorsunuz bize. Benim toprağımı bana vermek! İşe bakın! Buna komşuluk
denmez; arsızlık denir buna. Düpedüz, tam anlamıyla...

LOMOF: Ya, demek siz beni zorba sanıyorsunuz ha? Buraya bakın aziz bayan, ben şimdiye
kadar kimsenin toprağını zorla almadım. Kimse de şu anda böyle bir halt ettiğimi söyleyemez.
(Gidip çabucak su içer) Öküz Çayırı benimdir!

NATALYA: Yalan! Bizimdir!

LOMOF: Benim!

NATALYA: Yalan! Size, bizim olduğunu ispat edeceğim. Orakçılarımızı göndereceğim şimdi
oraya.

LOMOF: Anlamadım?

NATALYA: Orakçılarımı göndereceğim bugün oraya!

LOMOF: Tekmeyle kovarım onları!

NATALYA: Sıkıysa! Cesaretiniz varsa!

97

LOMOF: (Kalbini tutar) Öküz Çayırı benimdir, anlıyor musunuz, benim!

NATALYA: Lütfen bağırmayın! Evinizde istediğiniz gibi bağırabilirsiniz ama, burada


kendinize hâkim olun.

LOMOF: Eğer kalbim böylesine çarpmasaydı, eğer kan tepeme çıkmasaydı, sizinle böyle
yumuşacık, efendi efendi konuşmazdım. (Bağırır) Öküz Çayırı benimdir!

NATALYA: Bizim!

LOMOF: Benim!
NATALYA: Bizim!

LOMOF: Benim! (Çu bu kof girer)

ÇUBUKOF: N'oluyor burada? Ne diye bağırıyorsunuz?

NATALYA: Babacığım, lütfen bu baya söyler misiniz? Öküz Çayın kimindir? Onun mu?
Bizim mi?

ÇUBUKOF: (Lomofa) Tabiatıyla bizim, kocamış arkadaşım.

LOMOF: Nasıl sizin olabilir azizim Stepan Ste-panoviç? insaf edin! Belki halamın ninesi
orayı dedenizin köylülerine vermiş olabilir ve onlar da çayırı kendi mallan sayabilirler ama...

ÇUBUKOF: Hayır, hayır aziz oğlum. Bir noktayı unutuyorsunuz. Siz bu hükme, köylülerin
para vermemesinden varıyorsunuz, halanızın ninesine ve daha bir sürü. Ama çayır dâvâlıydı o
zamanlar. Sonraları bile. Sonra sonra yoluna girdi her şey. Bilhassa herkes bilir ki çayır
bizimdir.

98

LOMOF: Orasının bana ait olduğunu ispat edebilirim.

ÇUBUKOF: Siz hiçbir şeyi ispat edemezsiniz kocamış oğlum.

LOMOF: Edebilirim!

ÇUBUKOF: Aziz delikanlı, ne diye böyle bağırıyorsunuz? Bağırmakla hiçbir şey ispat
edemezsiniz! Bana bakın, benim hiçbir şeyinizde gözüm yok. Ama bana ait olan bir şeyi size
bırakacak değilim. Hem neden bırakayım? Kaldı ki siz bu mevzuda münakaşaya devam
ederseniz, ben de onu derhal köylülere veririm, işte o kadar.

LOMOF: "İşte o kadar" değil. Başkasının malını, başkasına verme hakkını kimden aldınız?

ÇUBUKOF: Bu hakka sahip olup olmadığımı ben bilirim. Ayrıca şunu da kafanıza sokun,
aziz genç adam, karşımda bu ton'da konuşulmasına alışık değilim. Ve daha bir sürü. Ayrıca
ben, aziz genç adam, sizden iki defa daha yaşlıyım. Ve sizden benimle böyle konuşmamanızı
rica ediyorum. Ve daha bir sürü.

LOMOF: Beni aptal mı sanıyorsunuz? Önce malıma sahip çıktınız sonra da sakin ve nazik
olmamı bekliyorsunuz, îyi bir komşu böyle davranmaz Stepan Stepanoviç. Siz bir komşu
değil, zorbasınız.

ÇUBUKOF: Neydi o? Ne dediniz bakayım?

NATALYA: Babacığım orakçıları derhal çayıra gönder.

ÇUBUKOF: (Lomofa) Ne söylemiştiniz beyefendi?

99
NATALYA: Öküz Çayırı bizimdir ve asla bırakacak değiliz, asla, asla, asla!

LOMOF: Görürüz! Mahkemeye vereceğim sizi. Göstereceğim size!

ÇUBUKOF: Mahkemeye mi vereceksiniz? Pekâlâ, verin bakalım mahkemeye. Ve daha bir


sürü. Ben zaten bilirim sizi, mahkemeye vermek için fırsat kolluyordunuz. Ve daha bir sürü
vesaire. Sizi düzenbaz, şirret, sizi! Bütün soyunuz böyleydi zaten. Topunuz!

LOMOF: Soyumu bu işe karıştırmayın! Lo-mof'lar daima namuslu ve asildi. Hiçbiri dedeniz
gibi emanete hıyanet etmedi.

ÇUBUKOF: Lomof'ların hepsi de zırdelidir, topu birden!

NATALYA: Topu birden!

ÇUBUKOF: Dedeniz bir ayyaştı. Sonra o, mimarla kaçan öteki halanızdan ne haber? Ve daha
bir sürü.

NATALYA: Ve bir sürü!

LOMOF: Sizin ananız da kamburdu! (Kalbini tutar) Oh, kalbim çarpıyor... Başım dönüyor.
İmdat! Su!

ÇUBUKOF: Babanız su katılmamış bir kumarbazdı!

NATALYA: Halanız da skandallar kraliçesiydi!

LOMOF: Sol ayağıma inme indi. Siz fesatsınız... Oh, kalbim! Herkes biliyor son seçimlerde
çevirdiğiniz do... yıldızlar uçuyor etrafımda. Nerde şapkam?

NATALYA: Aşağılık! Çirkef!

ÇUBUKOF: iki yüzlü, çirkef!

100

LOMOF: işte şapkam... Oh, kalbim.. Kapı ner-de? Nasıl çıkarım buradan?... Oh, galiba
ölüyorum... Ayaklarım dolanıyor. (Kapıya gider)

ÇUBUKOF: (Peşinden) Bir daha evime ayak basayım deme sakın!

NATALYA: Git bakalım mahkemeye! Görüşürüz. (Lomof güçlükle çıkar)

ÇUBUKOF: Şeytan alsın! (İçer, kızgın dolaşır)

NATALYA: Kötü adam! Böyle bir olaydan sonra insan nasıl olur da komşularına güvenebilir?

ÇUBUKOF: Alçak! Bostan korkuluğu!


NATALYA: Tam bir canavar! Önce toprağımızı çalmak istedi, sonra da sana bağırıp çağırdı.

ÇUBUKOF: Evet, bu şalgam, bu aptal tavuk, kalkmış bir de teklifte bulunuyor; hem de ne
teklif?

NATALYA: Ne teklifi? '

ÇUBUKOF: Ne teklifi olacak? Sana evlenme teklifi!

NATALYA: Evlenme teklifi mi? Bana? Neden daha önce söylemedin bunu bana?

ÇUBUKOF: İşte bu yüzden o resmi kılığa bürünmüş o doldurulmuş bumbar, o kurutulmuş


lahana.

NATALYA: Bana evlenme teklifi ha? Oh! (Bir koltuğa düşüp, ağlamaya başlar) Çağır onu,
çağır! Getir buraya! Çağır onu! Ohhh!

ÇUBUKOF: Kimi getireyim? Kimi çağırayım?

101

NATALYA: Çabuk, çabuk! Hastalanıyorum. Getir onu. (Tamamen isteriye tutulur)

ÇUBUKOF: Neden? N'oldu sana? (Başını tutar) Ah, ne aptalım! Kendimi vuracağım!
Asacağım kendimi! Kızı kısmetinden ettim.

NATALYA: Ölüyorum. Getir onu!

CUBUKOF: Peki, peki, şimdi! Yalnız bağırma! (Çıkar)

NATALYA: Ne yaptılar bana? Bulun onu! Getirin geriye! Getirin buraya! (Duruş. Çubukof
girer)

ÇUBUKOF: Geliyor, yılan! Ve daha bir sürü! Off! Sen konuş onunla; benim konuşacak halim
yok.

NATALYA: (Ağlayarak) Getirin onu buraya, getirin onu buraya!

CUBUKOF: (Bağırır) Geliyor dedim sana! Oh! Allahım, ne zormuş yetişkin kız babası
olmak? Yemin ederim bir gün gırtlağımı keseceğim; yemin ederim. (Kızına) Adama ilendik,
hakaret ettik, sövdük, dışarı attık şimdi de... bütün suç senin, senin!

NATALYA: Benim mi? Bütün suç senin asıl.

CUBUKOF: Benim mi? Ne demek istiyorsun suç se... (Lomof eşikte görünür)

LOMOF: Bu ne çarpıntı... Oh kalbim... Ayaklarım tamamen uyuştu. Böğrümü bir şeyler


didikliyor.

NATALYA: Bizi bağışlayın İvan Vasilyeviç. Fazla sinirliydik. Öküz Çayırı sizindir.
LOMOF: Kalbim çok fena çarpıyor. Çayırım! Kirpiklerim! İkisi birden seyiriyor.

102

NATALYA: Evet, çayır tümüyle sizindir, evet, sizin. Lütfen oturun. (Otururlar) Kuşkusuz biz
yanıldık.

LOMOF: Benim münakaşam prensipten ötürü. Yoksa çayırın önemi yok benim için, sadece
prensip...

NATALYA: Oh evet, tabii prensip evet, asıl konu bu. Fakat başka şeylerden söz edelim artık.

LOMOF: Ayrıca elimde delil de var. Bakın, halamın ninesi, bu çayırı,-sizin babanızın
dedesine...

NATALYA: Evet, evet, evet; unutalım artık bunları. (Kendi kendine) Ona ne söyleyeceğimi
bilsem? (Lomof'a) Yakında ava çıkacak mısınız?

LOMOF: Harmandan sonra keklik avına çıkacağım... Fakat, oh azizem, bilmem başıma geleni
duydunuz mu? Köpeğim Ok'u bilirsiniz, değil mi? Hah! Şimdi topallıyor.

NATALYA: Çok yazık! Neden?

LOMOF: Bilmem. Ya ayağını burktu, ya kavga falan etti. (İç çeker) En iyi köpeğim! Verdiğim
parayı bir bilseniz. Mironov'a 125 ruble ödedim, onun için.

NATALYA: Çok vermişsiniz İvan Vasilyeviç.

LOMOF: Bilâkis, az bile. Harika bir köpek.

NATALYA: Fakat babam, Ok'tan daha iyi olan Yay için sadece 85 ruble verdi

LOMOF:Yay mı, Ok'tan daha iyi? Laf mı bu şimdi? (Güler) Yay, Ok'tan daha iyi!

NATALYA: Tabii iyidir. Kuşkusuz henüz genç ama, görünüş ve soy bakımdan Volçanes-ki'de
bile yoktur öylesi.

103

LOMOF: Afedersîniz Natalya Stepanovna, onun çarpık suratlı olduğunu unutuyorsunuz. Bu


tip köpekler iyi avlanamaz.

NATALYA: Yay demek çarpık suratlı ha? Bir yaşıma daha girdim!

LOMOF: İnanın, alt çenesi, üst çenesinden daha kısadır.

NATALYA: Ölçtünüz mü?

LOMOF: Evet. Şüphesiz iyi koşabilir ama, yakalamaya gelince...


NATALYA: Önce bizim Yay soyludur. Soyu üstüne de yoktur. Donanımla Kuşanım'ın yav-
rusudur. Sizin ucubenin ise soyu sopu yoktur. Sütçü beygiri gibi yaşlı ve yıpranmıştır.

LOMOF: Yaşlı olabilir ama, onu beş Yay'a değişmem. Nasıl münakaşa edebiliyorsunuz bu
konuda, anlamıyorum. Ok, tam bir köpektir. Yay ise gülünç! Kime baksanız bir Yay'ı vardır.
Her çalının altında bulabilirsiniz. O tip köpeklere 25 ruble verseniz bile, aldan-mış olursunuz.

NATALYA: Bugün sizi şeytan çarpmış İvan Va-silyeviç. Her şeyde bir terslik çıkarıyorsunuz.
Önce çayırın kendi malınız olduğunu söylediniz. Şimdi de Ok, Yay'dan iyidir diyorsunuz,
insan ne söylediğini bilmeli. Ayrıca siz de çok iyi biliyorsunuz ki, Yay. Ok'tan yüz kez daha
iyidir. Neden tersini söylüyorsunuz?

LOMOF: Bakıyorum, beni ya aptal, ya kör sanıyorsunuz, Natalya Stepanovna. Sözün kısası,
sizin Yay çarpık suratlıdır.

104

NATALYA: Değildir!

LOMOF: Öyledir!

NATALYA: Değildir!

LOMOF: Ne diye bağırıyorsunuz han'fendi?

NATALYA: .Saçmalıyorsunuz da ondan! Korkunç bir şey bu. Sizin Ok yakılacak kadar
yaşlandığı halde, tutmuş Yay'la karşılaştırıyorsunuz.

LOMOF: Afedersîniz, artık devam edemiyece-ğim. Kalbim... Çarpıntılar bastı gene.

NATALYA: Biliyordum zaten, mim koymuştum: Tartışan avcıların, çoğu, hiçbir şey
bilmeyenlerden çıkıyor.

LOMOF: Lütfen! Susun biraz! Kalbim duracak nerdey... (Bağırır) Susun!

NATALYA: Hayır! Yay'ın Ok'tan yüz kez daha iyi olduğunu söylemediğiniz sürece
susmayacağım!

LOMOF: Yüz kere daha kötü! Başım... Gözlerim... Omuzlar...

NATALYA: Sizin Ok nerdeyse ölecek!

LOMOF: (Ağlar) Susun! Kalbim patlayacak.

NATALYA: Susmayacağım! (Çubukof girer)

ÇUBUKOF: Nedir gene derdiniz?

NATALYA: Babacığım, lütfen söyler misiniz hangi köpek daha iyi? Onun Ok'u mu? Bizim
Yay mı?

LOMOF: Stepan Stepanoviç, sizden bir tek şey rica edeceğim. Sizin Yay çarpık .suratlı mı,
değil mi? Evet? Hayır?

105

ÇUBUKOF: Öyle olsa da ne çıkar? Halen bu civarın en iyi köpeği. Ve daha bir sürü.

LOMOF: Benim Ok ondan iyi değil mi? Gerçekten öyle değil mi?

ÇUBUKOF: O kadar sinirlenme kocamış adam. Şüphesiz sizin köpeğin iyi bir görünüşü var;
soylu, sağlam, iyi sıçrar, vesaire. Fakat iki kusuru kabul etmelisiniz: Yaşlı ve bastıbacak.

LOMOF: Bastıbacak ha? Oh kalbim! Gelin delillere bakalım: Marunski avında köpeğim,
Kont'un köpeğiyle basabaş koştular. Sizin Yay ise bir mil arkalarında kalmıştı.

ÇUBUKOF: Evet ama, Kont'un adamı Yay'ı kır-baçlamıştı.

LOMOF: Haklıydı ama. Tilki avında olduğumuz halde sizinki koyunları kovalıyordu.

ÇUBUKOF: Yalan! Bana bakın, asabım bozulmaya başlıyor. (Toparlar kendini) Bu yüzden,
aziz arkadaşım, münakaşayı keselim. Asıl sebep, kıskançlık. Ne denir... Yakında anlarsınız
köpeklerin sizinkinden daha iyi olduğunu. Mesela, bizim köpeğin! .Yok şu, yok bu! Sebebin
kıskançlık olduğunu biliyorsunuz, sadece kıskançlık! Ben her şeyi hatırlıyorum.

LOMOF: Ben de hatırlıyorum!

ÇUBUKOF: (Taklit eder) "Ben de hatırlıyorum!" Ne hatırlıyorsunuz?

LOMOF: Kalbim... Ayaklarım uyuştu... Yapa...

NATALYA: (Taklit eder) "Kalbim! Ayaklarım uyuştu!" Ne biçim avcısınız siz? Siz tilki yeri-

106

ne, mutfakta hamamböceği avlayın. "Kalbim.!"

ÇUBUKOF: Evet, ne biçim avcısınız siz? Siz hayvanların peşinden koşacağınıza bu


çarpıntılarınızla evinizde oturmalısınız. Av kim, siz kim? Siz varsa yoksa insanlarla münakaşa
edin, köpeklerine laf edin. Ve daha bir sürü. Allah aşkına tepem atmadan konuyu değiştirin!
Siz avcı falan değilsiniz!

LOMOF: Ya siz, avcı mısınız? Ha? Siz ava, Kont'a dalkavukluk etmek, onu bunu çekiştirmek,
entrika çevirmek ve kumpas... Oh kalbim! Siz bir kumpasçısınız, bu'sunuz siz! .ÇUBUKOF:
Ne dedin bakayım! Ben mi kum-pasçı, dalavereciyim ha? (Bağırır) Kapayın çenenizi!

LOMOF: Dalavereci!

ÇUBUKOF: Süt kuzusu! Yavru köpek!


LOMOF: İhtiyar sıçan! Cizvit!

ÇUBUKOF: Kapayın çenenizi, yoksa sizi keklik gibi vururum! Ahmak!

LOMOF: Herkes bilir ki -oh, kalbim- karınız döverdi sizi... Oy, ayaklarım... başım... yıldızlar
uçuyor... Bayılıyorum! (Koltuğa düşer) Çabuk, bir doktor! (Bayılır)

ÇUBUKOF: (Üstüne gider, teskin edici) Muhallebi, çocuğu! Hanım evlâdı! Aptal!
Hastalanıyorum! (Su içer) Ben Hastayım!

NATALYA: Ne biçim avcısınız siz? Atın üstünde bile duramazsınız! (Babasına) Babacığım,
n'oldu buna böyle? Bak baba! (Çığlık atar) İvan Vasilyeviç! Öldü!

107

ÇUBUKOF: Şok geçiriyorum. Nefes alamıyorum... biraz hava... hava ver bana!

NATALYA: Öldü! (Lomof'u sarsar) İvan Vasil-yeviç, İvan Vasilyeviç! Ne yaptınız bana?
Öldü! (Koltuğa düşer, çığlık çığlığa) Bir doktor! Doktor! Bir doktor!

ÇUBUKOF: Ohh... Nen var? N'oldu?

NATALYA: (İnler) Öldü! Öldü!

ÇUBUKOF: Kim öldü? (Lomofa bakar) Alla-hım! Ölmüş! Çabuk! Su! Doktor! (Suyu Lo-
mofun dudaklarına dayar) İçin şunu! İçemiyor. Ölmüş olmalı. Ve daha bir sürü... Oh, ne sefil
hayat bu! Niye kendimi öldürmüyorum? Çoktan kesmeliydim gırtlağımı. Ne bekliyorum. Bir
bıçak verin bana! Tabanca verin! (Lomof kımıldar) Bak, dirili-yor, kendine geliyor. Alın biraz
su için... Hah, şöyle!

LOMOF: Yıldızlar uçuşuyor... Sis... Nerdeyim ben?

ÇUBUKOF: Haydi hemen evlenin, ondan sonra şeytan alsın sizi! Natalya kabul etti. (El ele
getirir) Natalya razı, vesaire. Dualarım sizinle beraber. Ve bir daha bir sürü. Yalnız beni rahat
bırakın!

LOMOF: (Ayağa kalkar) Ha? Ne? Kim?

ÇUBUKOF: Kabul ediyor. E, hadi? Hadi aptal, öpsene kızı!

NATALYA: Yaşıyor! Evet, evet, kabul ediyorum.

ÇUBUKOF: Hadi öpün birbirinizi!

LOMOF: Ha? Öpmek mi? Kimi? (Öpüşürler)

108

Güzel! Yani, afedersiniz, n'oldu? Oh, nihayet anladım... Kalbim... Yıldızlar... Çok mutluyum
Natalya Stepanovna. (Kızın elini öper) ayaklarım uyuşuyor.

NATALYA: Ben... ben de mutluyum.

ÇUBUKOF: Ne yük kalktı üstümden, ne yük! (Islık çalar)

NATALYA: E, belki şimdi kabul edersiniz Yay'ın Ok'tan daha iyi olduğunu!

LOMOF: Bilâkis, kötü.

NATALYA: İyi!

ÇUBUKOF: Aile saadeti başlıyor! Haydi şampanya içelim!

LOMOF: Kötü!

NATALYA: İyi! İyi! İyi!

ÇUBUKOF: (Kızın sesini bastırmaya çalışarak) Şampanya! Şampanya getir! Şampanya!


Şampanya!

PERDE

109

SAYFİYEDE YAZ

FARS DEĞİL, TRAJEDİ

(1889)

KiŞiLER

TOLKAÇOF, bir memur MURAŞKİN, arkadaşı

Muraşkin'in St. Petersburg'taki apartmanı. Çalışma odası. Rahat döşenmiş. Muraşkin masası
başında. Tolkaçof, bir lamba abajuru, bir çocuk bisikleti, üç şapka kutusu, bir elbise paketi, bir
sepet bira ve bir sürü küçük paketlerle içeri girer. Aptallaşmış bir halde etrafına bakınır. Sonra
bitkin bir durumda sedire yığılır.

MURAŞKİN: O, merhaba İvan! Nasılsın azizim? Seni gördüğüme memnun oldum. Hangi
rüzgâr attı böyle?

TOLKAÇOF: (Zorla nefes alarak) Aziz dostum senden bir ricada bulunacağım... Yalvarırım,
bana yarma kadar, ödünç bir tabanca ver. Göster dostluğunu!

MURAŞKİN: Ne yapacaksın tabancayı?

TOLKAÇOF: İhtiyacım var. Allah aşkına bana bir su ver. Su!. Bir tabancaya ihtiyacım var.
Bu gece, karanlık bir ormandan geçmek zorundayım, bu yüzden... Göster dostluğunu. Bir
tabanca bul bana!

MURAŞKİN: Seni gidi yalancı, seni! Ormanda ne işin varmış? Aslında senin kötü bir niyetin
var; bunu yüzünden okumak hiç de zor değil. Söyle bakalım şimdi, hasta mısın? Ne oldu? ' •

113

TOLKAÇOF: Dur, bir nefes alayım. Allah şahidim, feci yoruldum. Şişte kebap gibi
hissediyorum kendimi. Ayakta duracak halim yok artık. Göster dostluğunu; işin girdisini
çıktısını sormadan bana bir tabanca ver. Yalvarırım sana!

MURAŞKİN: Haydi, haydi İvan, bu ne korkaklık! Bir aile reisi! Bir memur! Utan!

TOLKAÇOF: Aile reisi mi? Ben dert babasıyım, hamalım, esirim; bir yük hayvanıyım
üstelik; öteki dünyaya çekip gidecek yerde, sanki bir şey alacakmış gibi, siftinip duruyorum
bu dünyada. Ben ahmağın biriyim. Hem n'oluyor yani? Ne diye yaşıyorum? (Ayağa fırlar)
Cevap ver bana! Niye yaşıyorum? Ne var bu peş peşe gelen azabın ardında; mad-. deten,
manen, ha? Bir fikrin azabını çekmeyi anlarım, fakat, bak Allahaşkına şunlara, bir abajurun,
bir etekliğin azabı çekilir mi? Hayır. Şerefsizim gücüm tükendi. Hayır, hayır, hayır!

MURAŞKİN: Bağırma îvan, komşular duyacak!

TOLKAÇOF: Bırak duysunlar umurumda bile değil! Eğer sen bir tabanca vermezsen, ben de
başkasından bulurum. Er veya geç bu duruma bir son vereceğim nasıl olsa; kısası bul

MURAŞKİN: (Geri çekilir) Hey dikkat et, düğmemi kopardın! Kendine gel! Hayatında seni
bu derece kötü eden ne var, anlıyamıyo-rum.

TOLKAÇOF: Kötü mü? Bunu anlamıyor mu-

114

sun? Peki, anlatayım. Evet, anlatayım. Böylece biraz ferahlamış olurum. Oturalım. Oh, hâlâ
zor nefes alıyorum... Evet, mesela bugünü ele alalım. Bildiğin gibi saat ondan, dörde kadar
dairedeyim. O korkunç sıcağın yanısıra sinekler ve felâket bir düzensizlik, âdeta kaos.
Sekreter de izinli. Öteki yardımcı ise balayında. Küçük memurlarsa sayfiye diye deli
oluyorlar; sonra aşk oyunları, amatör tiyatroculuklar; velhasıl hiçbirinden olumlu bir iş
alamazsın. Üstelik ya sarhoşturlar, ya da uykulu. Sekreterin işine bakan herif ise, sağır ve
âşık. İş takip edenler de aptallaşmış bir halde, sinirli sinirli dolaşırlar. Sadece şaşkınlık ve
telâş. İmdat diye bağıra-sın gelir. Benim işime gelince, o da dolap beygirliği. Hep aynı şeyler.
Rapor, tavsiye, rapor, tavsiye. Al-ver, al-ver. Tıpkı denizin gel - giti gibi. Gözlerin
yuvalarından düşe-cekmiş gibi olur. Bir bardak su daha verir misin?... Daireyi yorgun argın
terk edersin. Yemek yiyip, bir yatağa uzanmak istersin. Ama hatırlarsın ki; Yaz'dır. Tatil
zamanı! Bu demektir ki sen parçavrasın, bir sicim par-çasısm. Kısacası: Bir esir. Peşinde
koşulacak işler vardır çünkü. Sayfiyede charming; gönül çekici bir âdete bağlıdır bu! Adamın
biri şehre mi inecek, inmez olsun, değil sadece karısı, bütün sayfiyedekiler sipariş verirler.
Karım terziye gönderip, "bluzunun önü çok geniş, .omuzları çok dar olduğundan" terzi kadına
çıkışmamı- tembihler; küçük kızın ayakkabıları mutlaka değişmelidir.

115
Baldız hanım 20 köpek değerinde kırmızı ipek ile iki buçuk metrelik kordon ister. Dur sana
alacağım şeyleri okuyayım. (Cebinden bir kâğıt çıkarıp okur) "Bir abajur, bir kilo bonbon, beş
köpeklik tarçın ve karanfil, Mi-şa için hint yağı, beş kilo kesme şeker. Ayrıca apatmandan
getirilecekler de var: Bakır tencere, şeker havanı, karbolik asit, DDT, on köpeklik pudra,
yirmi şişe bira, sirke. Ve komşu kıza 82 numara korse. Ve sakın unutma Mişa'nın kışlık
paltosuyla lastiklerini." Of! Bu sadece karıma ve aileme ait liste. Aziz dost ve komşuların da
listesi var. Allah kahretsin! Volodya Vlassin'in doğum günü için bir oyuncak bisiklet. Vesaire,
vesaire. Beş liste daha var cebimde. Mendilim düğüm dolu. İşte aziz Tolkaçof'un hayatı,
daireden çıkma saati ile treni yakalama saati arasında, bir köpek gibi, dili bir karış dı-şarda,
doğduğuna küfrederek, şehirde alışverişle geçer. Elbiseciden bakkala; bakkaldan, terziye;
terziden, domuz kasabına; domuz kasabından tekrar bakkala. Önce, telâştan düşer bir yerini
sakatlarsın, sonra çantanı kaybedersin; üçüncüsü, parayı ödemeyi unutursun, herkesin önünde
bağırırlar; dördüncüsü bir kadının eteğine basarsın. Of! Öylesine yorulursun ki bu gidip
gelme, alıp vermelerden; bütün gece kemiklerin ağrır, rüyanda timsahlar görürsün... Evet, her
şeyi aldın, peki nasıl taşıyacaksın şimdi bunları? Havanla abajur bir elde; karbolik asitle çay
öteki elde; peki bisikletle biraları nereye

- 116

koymalı? Neyse, birtakım cambazlıklar, numaralarla yerleştirirsin kollarına. Ama tren ayrı bir
dert. Trendeki yerini, bacağını ayırıp alırsın, kolların şöyledir. Şu paketi şöyle çenenle
tutarsın. Tepeden tırnağa sepet ve kutularla örtülürsün. Ve tren yola çıkar. Biri tutar,
eşyalarınız yerimi işgal ediyor der. Kadırır eşyalarını, hiç sormadan başkasının yerine koyar.
Biri alır, başka yere atar. Bir kargaşalıktır gider. Eşyaların havada uçuşur. Biri seni dışarı
atmak ister. Biri kondüktörü çağırır. Fakat ne yapabilirsin? (Duruş) Ben dayak yemiş eşek
gibi, aptal aptal bakarım. (Duruş) Bak bir de şu halimi dinle. Neyse patırdı-gürültü
sayfiyedeki eve varırım. Sanırsın ki bu çalışmam güzel bir yemek ve soğuk birayla
mükâfatlandırılacak, değil mi? Ve birazcık da şekerleme bir uyku? Ama ne gezer? Karım
çoktan pusuya yatmıştır. Tam ben çorbamı yudumlayacakken o pençesini atmıştır bile. "Acaba
dansa yahut amatör bir sayfiye tiyatrosuna gidemez miyiz?" Hayır diyemezsin tabii. Gidersin
tiyatroya. "Aile faciası" yahut ona benzer bir oyun oynuyor-lardır. Ölmekten başka bir şey
istemeyecek kadar hasta hissedersin kendini. Eğer dansa gitmişsek, vaktin karınla dans edecek
bir herif aramakla geçer, olmadı mı kendin girişirsin karınla Kadril'e! Eve döndüğün zaman,
vakit gece yarısını geçmiştir. Islak bir paçavraya dönmüşsündür ama nihayet kendi
kendinesindir. Soyunup yatağa yatarsın. Gözlerini yumarsın. Uyku! Harika! (Duruş)

117

Ne şahane, değil mi? Çocuklar çığlık atmıyor, karından uzaksın nihayet! İnsan başka ne ister?
Uyumaya doğru gidersin. (Duruş) Nedir o? Hm! Sivrisinekler! Allah kahretsin! (Yumruğunu
eline vurur) Mısır Vebası! ispanyol engizisyonu felâketi! Sivrisinekler! (Sivrisinek vızıltısını
taklit eder) Ne acıklı bir ses değil mi bu? Üstelik hüzün dolu bir ses. Sanki özür diliyor
gibidir. Ama bu iğrenç mahluk bir soktu mu, artık bir saat, tırmık tırmık kaşınırsın. Ne
yaparsın? Sigara? Sivrisinekleri öldürmek? Tepeden tırnağa örtünmek? Hiçbiri fayda etmez.
En iyisi onlara kendini teslim edersin. Bırak artık yesinler seni. (Duruş) Tam bu sırada başka
bir azap başlar. Karının misafirleri gelmiştir aşağıya. Sopranolar. Tenorlar. Bu cins, gündüz
uyur, geceleri amatör konserleri için prova yaparlar. Sivrisinekler onlardan daha zararsızdır.
(Bir şarkıya başlar)
Söyle bana, Ooo söyleme bana

Gençliğin gitti havaya! Domuzlar! Bu seslerden biraz olsun kurtulmak için bir yol buldum.
Başparmağımla vuruyorum şuraya, şakağıma. Şöyle, onlar gidene kadar. Dörde değin
otururlar. Onlar gider gitmez, karım odama hamle edip bendenizden kanuni hakkını talep
eder! Bütün gece o tenorlarla şarkılar söylemiş, bu yüzden aşka gelmiştir. Rahatlama
peşindedir. Aziz dostum karım bu halle odama hamle ettiğinde, korkudan, soğuk terler
döküyo-

118

rum. Bir bardak su daha verebilir misin? (Duruş) Bütün gece gözünü kırpmadan altıyı bulur,
sonra istasyona yollanırsın. Hava soğuk ve çamurludur. Sislidir. Geç kalmamak için koşarsın.
Ve nihayet ulaşırsın şehre... Ve her şey yeniden başlar, işte sevgili dostum, bir hayat ki Allah
düşmanıma bile vermesin. Korkunç! Hastalıklara uğradım bu yüzden. Mide ekşimesi, astım,
hazımsızlık; daima bir herze. Gözlerime bile duman iniyor, îster inan, ister inanma: Beynim
iyice bozuldu. (Omzunun üstünden sinirli sinirli' bakar) Karıma bir şey söylemedim! ama, bir
ruh doktoruna göstermeliyim kendimi, içimi bir şeyler kemiriyor yahut şeytan içime girmiş
sanki! Ne zaman öfkelensem, hırslan-sam; sivrisinekler ısırsa, tenorlar şarkı söylese, gözlerim
kararıyor, ayağa fırlayıp, evin içinde dört dönerek: "Kan! Kan içmeliyim" diye bağırasım
geliyor, deliler gibi. Öyle anlarda birini bıçaklamak yahut bir sandalyeyle kafasını kırmak
istiyorum. (Daha sakin) işte sayfiyede yaz! Kimse de bana hak vermiyor bu konuda, kimseler
işin içindeki kahredici noktayı görmüyor. Hatta gülüyorlar. Ve ben hâlâ yaşıyorum, anlıyor
musun, hâlâ yaşamak istiyorum. Bu bir fars değil, trajedi! (DuruşJ Tabancanı vermiyorsun
ama, hiç olmazsa bana hak ver. MURAŞKÎN: Tabii hak veriyorum! TOLKAÇOF:
Görüyorum. Neyse, Allahaısmarladık! Daha balık ezmesi, sucuk ve diş macunu alacağım
istasyona varmadan önce.

119

MURAŞKİN: Tam olarak, nerede oturuyorsun?

TOLKAÇOF: Leş körfezinde.

MURAŞKlN: Sahi mi? O halde orada oturan 0l-ga Finberg'i tanırsın.

TOLKAÇOF: Evet, tanışmıştık. Biliyorum.

MURAŞKİN: Çok güzel! Bana büyük bir iyilik etmiş olursun...

TOLKAÇOF: Nedir o?

MURAŞKİN: Herhalde bana küçük bir yardımda bulunmak istersin değil mi?

TOLKAÇOF: Nedir o?

MURAŞKİN: Bir dost olarak: Yalvarıyorum sana. Önce, Olga Finberg'e, tabii, selamlarımı
söyle. Sonra küçük bir emanetimi kendisine ver. İstediği dikiş makinesini aldım, ama kimseyi
bulamadığımdan bugüne kadar gönderemedim. Götürürsün değil mi? Oh, bir şey daha. Bir
kanarya kafesi, tabii kanarya da içinde. Aman dikkat et, küçük kapısı kırılmasın? Ne diye
bana öyle bakıyorsun?

TOLKAÇOF: Dikiş makinesi... Kanarya kafesi... Kanarya.... Saka... Keten kuşu...

MURAŞKİN: N'oldu sana İvan? Yüzünü al bastı!

TOLKAÇOF: (Tepinir eğilir) Ver dikiş makinesini! Nerde kanarya kafesi? (Bağırır) Sen de
atla sırtıma! İkiye böl beni! Ye beni! Canımı al! (Yumruklarını sıkar) Kan! Kan içmeli-yim!

MURAŞKİN: Delirdin mi?

TOLKAÇOF: (Üzerine eğilir) Kan! Kan içmeli-yim!

120

MURAŞKİN: (Korkuya uğrar) Delirdi! (Bağırır). Petruşa! Maria! Nerdesiniz? İmdat!


'(Uşaklar görünmez)

TOLKAÇOF: (Muraşkin'i odanın içinde kovalayarak) Kan! Kan içmeliyim! Kan içmek
istiyorum! (diye devam ederken)

PERDE

121

KiŞiLER

Dul Bayan OLENİNA, gelin

Bayan KOKOŞKİNA

MATVEYEV

ZONNENŞTANY

SABİNİN, damat

KOTELNİKOV

KOKOŞKİN

PATRONİKOV

VOLGEN, genç bir subay

ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ, gelinin kardeşi

BİR GENÇ KIZ

PEDER İVAN, Katedralin Başpapazı, 70 yaşında


PEDER NİKOLA, genç bir papaz

PEDER ALEKSİ, genç bir papaz

ÇÖMEZ (Diyakoz)

ÇIRAK

KUZMA, Katedralin bekçisi

SİYAHLI KADIN

SAVCI YARDIMCISI

AKTÖRLER

AKTRİSLER

KALABALIK

Akşam, saat 6. Bir Katedralin içi. Avizelerin hepsi yanmakta. Büyük kapılar ardına kadar
açık. Başpiskoposluk'un ve Katedralin Koro'ları sırayla ezgiler söylemekte. Kilise korkunç
kalabalık. Boğucu bir sıcaklığın ortasında, herkes birbirinin üzerinde. Bir evlilik töreni:
Sabinin ve Dul Bayan Olenina evleniyor. Damat'a eşlik eden gençler Kotelnikov ile genç
subay Volgen. Gelin'e eşlik edenler ise Erkek Kardeşi (Üniversite Öğrencisi) ile Savcı
Yardımcısı. Bütün aydın kesimi yerli yerinde. Güzel tuvaletli kadınlar da var. Evlilik, soluk
takkeli Başpapaz Peder Ivan: uzun kirpi saçlı, takkeli Peder Nikola ve siyah gözlüklü, çok
genç olan Papaz Aleksi tarafından 'icra ediliyor', kutsanıyor. Papazların ardında, Peder Ivan'in
biraz sağında, elinde kitap, uzun boylu, cılız Çömez (Diyakoz). Kalabalık arasında, başlarında
Maiveyev, yerel tiyatro topluluğu var.

PEDER IVAN: (Okuyarak) "Onları yetiştiren anne babalan da gözet Tanrım. Çünkü, aile
ocaklarının temelleri anne-babaların hayır dualarıyla güçleniyor, pekişiyor. Hizmetkârın
Piyer'i, benden Vera'yı da gözet Tanrım.

125

Onları kutsa Ulu Efendim. Beden ve ruhlarının uyumu ve sevgi bağlarının meyvası olarak,
onlara güzel çocuklar bağışla. Lübnan servileri, güçlü sarmaşıklarıyla bir üzüm asması gibi
gökyüzüne doğru ulaştır. Kendilerine yetmeleri için, verimli bir ürün dönemi ver ki, her iyi
işte eli-açık olabilsinler. Onlardan hoşnut ol. Sofralarının çevresinde, taze zeytin fidanları
gibi, oğullarının oğullarını görebilsinler. Sana, Sana ey Ulu Tanrım, öylesine bağlanıp kul-
köle olacaklardır ki, gökyüzünde, ruhun ve sonsuz yaratıcılığın ile yaşamın kaynağında,
yüzyıllar ve yüzyıllar boyunca, şimdi ve daima, tapınmadan doğan sevgiye, güce, ebedi
mutluluğa ulaşacak, ve orada meşaleler gibi parıldaya-caklardır."

KORO: (Başpiskoposluk) Âmin! PATRONİKOV: İnsan soluk alamıyor burada!

Şu boynunda taşıdığın nişan nedir David


Salomonoviç?

ZONNENŞTAYN: (Yahudi vurgusunla konuşuyor) Bu bir Pelçika nişanı. Bu kadar çok insan
neden var bur'da? Kim vermiş girmelerine izin? Burası tam bir Rus hamami gibi!

PATRONİKOV: Polisin hiçbir şeye aldırdığı yok!

ÇÖMEZ: Ulu Tanrı'ya yakaralım!

KORO: (Katedral) Ulu Tanrı, acı bize!

PEDER NİKOLA: (Okuyarak) "Aziz Tanrı, erkeği çamurdan yoğurup yarattı. O da


kaburgasından kadını çıkardı. Ve Tanrı, ondan hoşnut kaldı. Yüce gönüllülük göstererek, erke-

126

ğin yeryüzünde yalnız kalmaması ve ona yardımcı olması için kadını ona verdi. Bugün de
Aziz Tanrı, yine varsın, ulusun, uzat elini, hizmetkârın Piyer'le, benden Vera'yı birleştir.
Çünkü kadınla erkeği birleştiren Sensin. Ruhların uyumunda onları birleştir, sevgiyle
taçlandır, onları bir et, aynı bedende bütünleşsinler. Sevgi bağlarından bir meyva vermelerini
sağla. Çünkü, yüzyıllar ve yüzyıllar boyu, şimdi ve daima, kalıcı güç şan ve şeref Sendedir."

KORO: (Katedral) Âmin!

BiR GENÇ KIZ: (Zonnenştayn'a) Başlarına taç giydirecekler. Bakın! Bakın!

PEDER İVAN: (Rahleden bir taç alarak, Sabi-nin'e döner) Tanrının hizmetkârı Piyer; Baba,
Oğul, Ruhül Kudüs adına, Tanrı'nın bendesi Vera'ya vermek için şu tacı alınız. Âmin! (Tacı
Kotelniköu'a uzatır)

KALABALIKTAN: (Sesler) Eşlik eden genç adam, damatla aynı boyda. Önemsiz biri. Kim
acaba?/ Kotelnikov adında biri./ Subay da ondan pek iyi değil./ Bayana izin verin de geçsin./
Bayan, bayan, buradan geçemezsiniz!

PEDER İVAN: (Gelin Dul Bayan Olenina'ya) Tanrı'nın bendesi Vera, Baba, Oğul, Ruhül
Kudüs adına, Tanrı'nın hizmetkârı Piyer'e vermek için şu tacı alınız. (Tacı, Kardeşi:
Öğrenci'ye uzatır.)

KOTELNİKOV: Taç amma da ağır! Kolumu hissetmiyorum artık.

127

VOLGEN: Kaygılanma. Birazdan ben devralırım... Bu ortalığı leş gibi kokutan, tefarik
lavantasını kimin süründüğünü bilmek isterdim doğrusu.

SAVCI YARDIMCISI: Kotelnikov.

KOTELNİKOV: Yalancı soyu!


VOLGEN: Sus!

PEDER IVAN: (Üç kez) Ulu Tanrı'mız. Efendimiz, onları şan, şeref ve onurla taçlandırınız.

Bayan KOKOŞKİNA: (Kocasına) Ooo, Vera bugün ne kadar zarif! Onu hayranlıkla
seyretmekten, bıkıp-usanmıyorum. Ayrıca ne kadar da korkusuz görünüyor.

KOKOŞKİN: Ee, alışkanlık meselesi. İkinci evliliği bu.

Bayan KOKOŞKİNA: Evet, doğru (İç çeker) Bütün yüreğimle ona... Öylesine iyi ki...

ÇIRAK: (Katedralin ortasına doğru ilerler) Prokimenon. VI. Bahis... "Sen onların başına
değerli, nadide taşlardan taçlar oturttun. Onlar Senden hayat istediler ve Sen onlara bunu
verdin."

KORO: (Başpiskoposluk) "Sen onların başına..."

PATRONİKOV: Sigara içmek için kuduruyo-rum...

ÇIRAK: Aziz Pol'ün Mektubu okunacak.

ÇÖMEZ: Dikkatli olalım!

ÇIRAK: (Kalın sesle, ağır ağır okur) "Kardeşlerim, Tanrı'mızın bahşettiği her şeye, Efendimiz
İsa Peygamber adına, durmadan, üşenmeden şükredelim. Tanrı korkusu egemen

128

olsun berikinden, ötekine. Kadınlar kocalarının egemenliğinde olmalılar, Tanrı'nın olduğu


gibi. Nasıl ki, İsa kilisenin şefiyse, koca da ailenin şefidir. Efendimiz kurtarıcıdır. Ve kilise
nasıl girmişse İsa'nın egemenliğine, kadınlar da her şeyde kocalarının egemenliğinde olmak
zorundadırlar..."

SABİNİN: (Kotelnikov'a) Taçla kafamı eziyorsun!

KOTELNİKOV: Daha neler! Tacı başından en az on santim yukarıda tutuyorum.

SABİNİN: Sana beni ezdiğini söylüyorum!

ÇIRAK: "Kocalar, İsa'nın kiliseyi sevdiği gibi, kadınlarınızı seviniz ve kendinizi ona adayı-

nız...

VOLGEN: Ne güzel bas bir ses! (Kotelnikov'a) Değişmemizi ister misiniz?

KOTELNİKOV: Daha yorulmadım.

ÇIRAK: "Öyle ki, kocalar karılarını, kendi bedenlerini sever gibi, sevmelidirler. Karısını
seven, kendini seviyor demektir. Çünkü, hiç kimse, kendi bedeninden nefret edemez. İsa'nın
kilise için yaptığı gibi, herkes bedenini beslemeli, ona özen göstermelidir. Çünkü, biz onun
bedeninde can bulduk, etinden, kemiğinden biçimlendik. Onun için insan annesini ve babasını
bırakıp gidecektir..."

SABİNİN: (Kotelnikov'a) Tacı daha yukarıda tut! Eziyorsun beni!

KOTELNİKOV: Ne saçmalık! ÇIRAK: "... karısına bağlanabilmek için. Ve her ikisi de bir
bedende birleşir, tekleşirler."

129

KOKOŞKİN: Gene! Vali burada.

Bayan KOKOŞKİNA: Hani nerde?

KOKOŞKİN: İşte, orada. Koronun yanında. Sağda. Altukin'in yambaşında. Gizlice gelmiş.

Bayan KOKOŞKİNA: Hah, gördüm, gördüm onu. Maşenka Hansel'le gevezelik ediyor. En
büyük tutkusu da bu zaten.

ÇIRAK: "Bu gizem ne uludur: İsa ile kilise arasındaki ilişkiyi anlatırken, sizler, her biriniz,
aynı biçimde davranacak, karınızı kendiniz gibi seveceksiniz ve kadınlarımız da kocalarına
saygı duyacaklardır-ır!"

KORO: (Katedral) Alleluya!

KALABALIKTA: (Sesler) Duyuyor musunuz Na-talya Sergeyevna? "Kadınlarımız da


kocalarına saygı duyacaklardır!"/ Beni rahat bırakır mısın?!/ Gülüşmeler.../ Susun lütfen! Hiç
de doğru bir davranış değil bu!

ÇÖMEZ: Ciddi olalım lütfen! Ayağa kalkın! Ulu İncil'i dinleyelim!

PEDER İVAN: Herkes sussun!

KORO: (Başpiskoposluk) Ve senin ulu ruhuna!

KALABALIKTA: (Sesler) Havriler! İncil! Amma da uzun sürdü ha! Bizi bırakmalarının
zamanı gelmedi mi?/ Boğuluyoruz burada! Çıkmak istiyorum!/ Buradan geçemezsiniz! /
Bekleyiniz biraz canım. Pek uzun sürmeyecek.

PEDER İVAN: İncil: Aziz Jan Bahsi.

ÇÖMEZ: Dinleyelim!

PEDER İVAN: (Takkesini çıkarır) "Bu arada, Gana'da, Galile'lerde düğün şölenine katılan

130

konuklar vardı: İsa'nın Anne'si de oradaydı. İsa ve izdeşleri de şölene çağrılmıştı. İsa'nın
Anne'si ona dedi ki: 'Hiç şarapları yok.' Şarapları yoktu. İsa' ona karşılık verdi: 'Kadın, seninle
benim aramda ne var?' Henüz sonum gelmedi..."
SABİNİN: Bilmiyorum. Bu konuda uzman değilim. Ama pek uzun sürmez.

VOLGEN: Daha rahleyi tavaf etmeleri gerek.

PEDER İVAN: "Annesi hizmetkârlara dedi ki: 'Onun bütün söylediklerini yapın.' Ve orada
Yahudilerin parmaklarını daldırdıkları, her biri iki - üç ölçü içeren, taştan yapılmış altı
kavanozcuk vardı. İsa onlara dedi ki: 'Bunları suyla doldurun.' Ve onlar da her birini ağzına
kadar su doldurdu. Ve İsa onlara dedi ki: 'Şimdi bunları çekip taşıyın ve şöleni düzenleyen ev
sahibine götürün'." (Bir sızlanma duyulur)

VOLGEN: Ne oluyor? Birini mi ezdiler?

KALABALIKTA: (Sesler) Şişşt!/ Susss!/ Susun lütfen!

PEDER İVAN: "...Ve onları taşıdılar. Şölen sahibi şaraba dönüşmüş suyu tattığında (ki o, bu
şarabın nereden geldiğini bilmiyordu, ama suyu taşıyıp getiren hizmetkârlar bunu biliyordu)
damadı sorguya çekmeye yöneldi ve ona dedi ki..."

SABİNİN: Sızlanan kim?

KOTELNİKOV: (Kalabalığı araştırarak) Biri kıpırdanıp duruyor orada... Siyahlı bir kadın...
Rahatsızlanmış olmalı... İşte, götürüyorlar...

131

PEDER İVAN: " 'Herkes, önce şarabın en iyisini sunar, ve sonra, daha az iyisinden, bol bol
içerler; ama, sen, şu ana kadar şarabın en iyisini sakladın.' Böylece, Galile'li Gana'da, İsa,
mucizelerinden ilkini gerçekleştirmiş oldu ve gücünü sergiledi ve izdeşleri ona inandılar."

KALABALIKTAN: (Bir ses) Böyle isterik kadınların buraya girmelerine nasıl izin verirler,
anlamıyorum.

KORO: (Başpiskoposluk) Şan senin Efendimiz, şöhret senin!

PATRON
İKOV: Kulağımın dibinde vızıldamaktan vazgeç David Salomonoviç! Üstelik sırtını sunağa
dönmelisin: Çünkü, böyle yapılmaz.

ZONNENŞTAYN: Öyle dönüveren, şu küçük bayan, ben değilim... He he he!

ÇÖMEZ: Ruhumuzdan ve aklımızdan geçen her şeyi dile getirelim...

KORO: (Katedral) Tanrım, bağışla bizi!

ÇÖMEZ: Her şeye kadir olan Yaradan, atalarımızın Tanrısı, sana yakarıyoruz, işit bizi ve
bağışla hepimizi...

KALABALIKTA: (Sesler) Şişşt!/ Susun!/ Birisi mi rahatsızlandı?


ÇÖMEZ: Senin ulu bağışlayıcılığına sığınıyoruz. Bağışla bizi Tanrım, sana yakarıyoruz, işit
bizi ve bağışla hepimizi.

KORO*: (Üç kez) Tanrım, bağışla bizi!

*Çehov, bu replikten sonra, Katedral Korosu ile Başpiskoposluk Korosunu ayırmıyor.

132

ÇÖMEZ: Şimdi de çok dindar, çok güçlü Hükümdarımız, tüm Rusların İmparatoru Alek-
sandr Aleksandroviç için, hükümranlığı için, şanı, şöhreti için, sağlığı için, onun esenliği için
dua edelim...

KORO: (Üç kez) Tanrım bağışla bizi! (Sızlanmalar. Kalabalıkta hareket)

Bayan KOKOŞKİNA: Ne oluyor kuzum? (Yanındaki kadına) Gerçekten dayanılır gibi değil
şekerim. Hiç olmazsa kapıları açsalar. Sıcaktan öleceğiz.

KALABALIKTA: (Sesler) Götürmek istiyorlar ama, direniyor./ Ne? Ne oluyor?/ Şişşt! Suss!

ÇÖMEZ: Şimdi de sevgili eşleri, çok dindar hükümdarımız, İmparatoriçemiz Mariya 'Feo-
doroyna için dua edelim.

KORO: Tanrım, bağışla bizi!

ÇÖMEZ: Şimdi de sevgili varisleri, çok dindar Hükümdarımız Çareviç ve Gran-Dük Nikola
Aleksandroviç ve hükümdarlık ailesinin tümü için dua edelim.

KORO: Tanrım bağışla beni!

SABİNİN: Ah! Tanrım!

Gelin OLENİNA: Nen var?

ÇÖMEZ: Şimdi de Aziz Sinod, çok Aziz Teofil, N. Piskoposu ve Z. Piskoposu ve Efendimiz
İsa'nın tüm kardeşleri için dua edelim...

KORO: Tanrım, bağışla bizi!

KALABALIKTA: (Sesler) Avrupa Otelinde dün yine bir kadın zehirlenmiş./ Bana öyle
geliyor ki, bir doktor karısı idi. Neden biliyor musun?..

133

ÇÖMEZ: Şimdi de bütün Hıristiyan orduları için dua edelim...

KORO: Tanrım, bağışla bizi!

VOLGEN: Biri ağlıyor sanırım. Topluluk inanılmaz bir biçimde yönetiliyor gerçekten!!
ÇÖMEZ: Papaz kardeşlerimiz için, keşişler ve aziz din kardeşlerimiz için.

KORO: Tanrım, bağışla bizi!

MATVEYEV: Koro, bugün bayağı iyi söylüyor.

BİR OYUNCU: (Güldürü oyuncusu] Bize de gerekli olan bu zaten Zakar İliyiç.

MATVEYEV: Bak sen; daha neler istiyorsun? Palyaço bozuntusu! (Gülüşmeler...) Şişşt!

ÇÖMEZ: Tanrının hizmetkârları Piyer ve Vera için senden bağışlanma, yaşam, barış, sağlık,
esenlik, korunma ve esirgenme dileniyoruz, Tanrım.

KORO: Tanrım, bağışla bizi!

ÇÖMEZ: Şimdi de mutluluğa erenler için dua edelim...

KALABALIKTA: (Bir ses) Evet, bir doktorun karısı... Otelde...

ÇÖMEZ: ... unutulmaz ve çok aziz ortodoks patrikleri.

KALABALIKTA: Tatyana Repina onlara yol göstereli, kendisini zehirleyen bu,dördüncü


kadın. Bu zehirlenmelerin nedenini bana açıklayabilir misin dostum?/ Çok basit. Bir çeşit
psikoz canım./ Bir taklit yolu mu sence?

ÇÖMEZ: ... çok dindar Çar ve Çariçe için, bu aziz tapınağın yaratıcıları, kurucuları için,
ölmüş ortodoks kardeşlerimiz ve atalarımız için...

134

KALABALIKTA; (Sesler) İntihar bulaşıcıdır... Günümüzde pek çok dengesiz kadın var./ Çok
ürkütücü bir şey./ Susun./ Biraz rahat durur musunuz kuzum?

ÇÖMEZ: Buraya ya da başka yerlere gömülmüş olanlar için...

KALABALIKTA: (Bir ses) Rica ederim, yüksek sesle konuşmayınız! (Bir yakınma, bir
sızlanma duyulur)

KORO: Tanrım, bağışla bizi!

KALABALIKTA: (Sesler) Repina, intihar ederek, ortamı zehirledi. Bütün kadınlar da bu


virüse yakalandı. Hepsi de kendilerinin haksızlığa uğramış olduğuna inanıyor. Bu onlarda tam
bir saplantı oldu./ Kilisede bile hava zehirlendi. Duymuyor musunuz?

PEDER İVAN: Çünkü sen acıması bol Tanrı'sın, insanların dostusun ve biz seninle yüceliyo-
ruz.. Baba, Oğul ve Ruhül Kudüs, şimdi ve daima ve yüzyıllardan yüzyıllara...

KORO: Âmin!

SABİNİN: Kotelnikov!
KOTELNIKOV: Ne var?

SABİNİN: Hiç... Oh! Tanrım! Tatyana Petrovna burada... O burada...

KOTELNİKOV: Delisin!

SABİNİN: Siyahlı kadın... O işte... Tanıdım onu... Gördüm onu, gördüm.

KOTELNİKOV: En küçük bir benzerlik bile yok. Bu da esmer, öteki gibi, ama, hepsi o kadar.

ÇÖMEZ: Tanrıya yakaralım!

135

KOTELNİKOV: Dizlerin bükülüyor! Âyine böyle katılmak yakışık almaz. Herkes sana
bakıyor...

SABİNİN: Tanrı aşkına... Ayakta duramıyorum artık... Gerçekten o... (Bir sızlanma duyulur)

KORO: Tanrım, bağışla bizi!

KALABALIKTA: (Sesler) Susun!/ Şişşt!/ Kim böyle arkadan iten?/ Şişşt!/ Sütunun arkasına
götürdüler.../ Şu kadınlarda ne çene var! Evlerinde kalsalarmış, daha iyi ederlermiş...

KALABALIKTA: (Biri, bağırarak) Susun!

PEDER İV AN: "Galile'li Gana'da alçakgönüllülüğünü gösteren, kurtarıcı tutumunu hiç


bırakmayan Ulu Tanrı'muz..." (Dikkatle Kalabalığa bakar) İyi ama, kim bu insanlar?
(Okumasını sürdürür) "... Evliliğin onur verici bir şey olduğunu varlığınla göster..." (Sesini
yükseltir) Sessizliği korumanızı rica ediyorum! Kutsal nikâhı kutlamamıza engel oluyorsunuz.
Kilisede dolaşmayınız. Konuşmayınız ve gürültü yapmayınız. Rahat durunuz ve yakarınız.
Yeter! İnsanda biraz da Tanrı korkusu olmalı. (Okur) "... evliliğin onur verici bir şey olduğunu
varlığınla göster Ulu Efendimiz. Seni hoşnut etmek için birbirlerine ulaşmak isteyen
hizmetkârların Piyer ve Vera'nın, uyum ve barış içinde yaşamalarını sağla. Yataklarını temiz
kıl, yaşamlarının lekesiz olması için onları kolla. Buyruklarını büyük bir yürek temizliğiyle
yerine getirdiklerinde, onları bolluk içinde bir yaşlılığa ulaşmaları için, buna yaraşır kıl.
Çünkü sen

136

Tann'mızsın, bağışlayıcısın, kurtarıcısın, ve seninle övünüyoruz, kıvanıyoruz Tanrım, bütün


iyinin, bütün hayatın kaynağı sensin, şimdi ve daima, ve yüzyıllardan yüzyıllara."

KORO: (Başpiskoposluk) Âmin!

SABİNİN: (Kotelnikov'a) Birini polise yolla da artık içeriye hiç kimseyi bırakmamalarını
söylesin.
KOTELNİKOV: İsteseler de yapamazlar. Kilise yıkılacak kadar dolu! Sus, konuşma...
Mırıldanmayı da kes.

SABİNİN: İşte o!... Tatyana burada...

KOTELNİKOV: Deli misin? Mezarlıkta o.

ÇÖMEZ: Koru bizi, esirge bizi, bağışla bizi, yüce lütfunla gözet bizi Tanrım.

KORO: (Katedral) Tanrım, bağışla bizi!

ÇÖMEZ: Tanrı'dan, bugünün kusursuz, esenlik içinde, gürültüsüz, dertsiz ve günahsız


geçmesini dileyelim.

KORO: (Katedral) Ver bize, Tanrım!

ÇÖMEZ: Tanrı'dan bedenlerimizin ve ruhlarımızın koruyucusu, sadık yöneticisi bir barış


meleği dileyelim,

KORO: Ver bize, Tanrım!

KALABALIKTA: (Bir ses) Bu çömez hiç susmayacak! Adam: Tanrım, bağışla bizi' diyor.
Ötekiler-. 'Ver bize, Tanrım!' diyor. Ayakta durmaktan bıktım, usandım.

ÇÖMEZ: Tanrı'dan, ruhlarımızı hoşgörmesini ve

bağışlamasını dileyelim. KORO: Ver bize, Tanrım! ÇÖMEZ: Tanrı'dan, ruhlarımız için iyi ne
varsa, ve barış içinde bir dünya dileyelim.

137

KALABALIKTA: (Sesler) İnsanlar itişip-kakışmaya başladılar bile!/ Ne insanlar!

KORO: Ver bize, Tanrım!

Gelin OLENİNA: (Sabinin'e) Piyer, titriyorsun. Zorlukla soluk alıyorsun... İyi değil misin?

SABİNİN: Siyahlı kadın... o... Biz suçluyuz....

Gelin OLENİNA: Hangi kadın?

SABİNİN: Bu yakınmalar, bu sızlanmalar... (Bir sızlanma duyulur) Tatyana Repina bu...


Dayanıyorum, direniyorum... Kotelnikov, taçla başımı eziyor... Yok, yok bir şey... Yok bir
şey...

ÇÖMEZ: Tanrı'dan, geri kalan ömrümüzü barış içinde ve günahsız tamamlamamızı


sağlamasını dileyelim.

KORO: Ver bize, Tanrım!


KOKOŞKİN: Ölü gibi solgun. Nerdeyse ağlayacak... Ya o... O... baksana şuna!

Bayan KOKOŞKİNA: Burada evlenmeye kararlı olduğunu anladığımda, Vera'ya söyledim,


burada insanlara hâkim olmak zordur, dedim. Kent dışında evlenselerdi, daha iyi ederlerdi.

ÇÖMEZ: Mesih'in korkunç yargılaması karşısında iyi bir savunma, yaşamımızın rahat,
gürültüsüz, utançsız, acısız bir Hıristiyan yaşantısıyla son bulmasını dileyelim.

KORO: Ver bize, Tanrım!

Bayan KOKOŞKİNA: Peder İvan'ın görevini çabucak yapıvermesini rica etmek gerek.
Baksana, yüzü ne hâle geldi Vera'nın. VOLGEN: İzin verirseniz, sizinle yer değiştirelim.
(Tacı, Kotelnikov'un elinden alır).

138

ÇÖMEZ: İnanç birliği diledikten sonra, bütün yaşamımızı Tanrımıza adayalım.

KORO: Sana, Tanrım!

SABİNİN: Dayan Vera. Benim gibi yap... Evet, birazdan bitecek... Buradan gideceğiz...
Gerçekten o....

VOLGEN: Sus!

PEDER İVAN: Cezalandırılmaktan korkmadan, sana güvendik, sana sığındık. Yüceliğine


yaraşır bir biçimde yargıla bizi Ulu Tanrım.

KORO: (Başpiskoposluk) Göklerdeki Ulu Efendimiz, yüce adınız kutlu, egemenliğiniz


sonsuz olsun...

MATVEYEV-. (Oyuncu/ara) Sevgili dostlarım, şöyle biraz çekilir misiniz? Çekilin ki, diz çö-
kebileyim. (Diz çöker ve yerlere kadar eğilir) ...İraden göklerde olduğu kadar, yeryüzünde de
kursun egemenliğini. Günlük rızkımızı bağışla bize. Sövgül'erimizi hoşgör..

KORO: (Başpiskoposluk)... İraden, göklerde olduğu gibi, yeryüzünde de etkin olsun... Günlük
rızkımızı bugün ver bize, bugün...

MATVEYEV: Ulu Efendimiz, ölmüş hizmetkârınız Tatyana kulunuzun, bilerek ya da


bilmeyerek işlediği günahlarını bağışlayın... Acıyın bize bağışlayın bizi (Ayağa kalkar) Ne
sıcak!

KORO: Günlük rızkımızı bugün ver bize... ve bağışla bizi. Biz nasıl bize karşı işlenmiş
günahları bağışlıyorsak, günahlarımızdan ötürü, sen de bağışla bizi... KALABALIKTA: (Bir
ses) Konserdeyiz sanki!

139

KORO: (Başpiskoposluk) ... kötülüğe karşı dayanma gücü ver bize., kötüden bizi kor-u-u..
KOTELNİKOV: (Savcı Yardımcısı'na) Genç damadı bir sinek ısırmış olmalı. Bak, nasıl
titriyor.

SAVCI YARDIMCISI: Ne oluyor ona?

KOTELNİKOV: Biraz önce isteri krizi geçiren siyahlı kadını, Tatyana sanıyor. Düş görüyor.

SAVCI YARDIMCISI: Budalalık etmemesi için, göz kulak ol.

KOTELNİKOV: Dayanacaktır. Taş gibidir o.

SAVCI YARDIMCISI: Yine de onun için çok kötü bir zaman.

PEDER İVAN: Hepimize iç huzuru ver Tanrım.

KORO: Ve senin ruhuna ulaştır.

ÇÖMEZ: Efendimizin önünde başlarınızı eğiniz.

KORO: Senin önünde Tanrım.

KALABALIKTA: (Sesler) Öyle sanıyorum ki, şimdi sıra rahleyi tavafa geldi./ Sus!/ Doktorun
karısına otopsi yapmışlar mı?/ Henüz yapmamışlar. Kocasının onu terk ettiğini söylüyorlar./
İyi ya, Sabinin de Repina'yı terk etmiş. Doğru mu acaba?/ Evet... Repi-na'nın otopsisini
anımsıyorum...

ÇÖMEZ: Efendimize yakaralım.

KORO: Tanrım, bağışla bizi.

PEDER İVAN: (Okuyarak) "Tanrım, her şey senin gücünle varoldu, evren seninle pekişti,
senin varlığınla güç bulan her taç, seninle bezendi. Şimdi de, evlilik bağıyla bir araya gelen,
bu birbirine bağlı çifti yüce bağışlayı-cılığmla kutsa. Çünkü, yüce adın onları yü-

140

reklendirir, egemenliğin onlara onur verir. Baba, Oğul, Ruhül Kudüs, şimdi ve daima ve
yüzyıllardan yüzyıllara." (Sabinin'e bir şarap kupası uzatır. Sonra da Gelin Ole-nina'ya)
KORO: Âmin:

SAVCI YARDIMCISI: Sayılmasa bari. KOTELNİKOV: Hayvan gibidir o, taş gibidir.

Dayanacaktır.

KALABALIKTA: (Sesler) Hiç kimse bir yana dağılmasın. Birlikte çıkalım./ Zipunov burada
mı?/ Evet./ Arabalarını çevirelim de beş dakika boyunca ıslıklayalım.

PEDER İVAN: Elleriniz, lütfen. (Bir mendille Sabinin'le, gelin Olenina'nın ellerini bağlar).
Çok sıkmadım ya?
SAVCI YARDIMCISI: (Öğrenci'ye) Tacı bana veriniz, genç adam. Şimdi de eteği tutunuz.
KORO: (Başpiskoposluk) İsaie, sevinçten, heyecandan tir tir titriyordu. Meryem Ana'nın
bağrında... (Peder İvan rahle tavafını yaptırır. Genç evliler, onlara eşlik eden gençler, onu
izlerler)

KALABALIKTA: (Bir ses) Öğrenci eteği taşımakta güçlük çekecek. KORO: ...ve dünyaya bir
oğlan getirdi: Emma-

nuel, Tanrı ve Adam. Adı Orient idi. SABİNİN: (Volgen'e) Bitti mi? VOLGEN:. Henüz değil.

KORO: (Başpiskoposluk) ...Meryem'i onurlandırıp, kutsayarak. (Peder İvan, rahleyi bir kez
daha tavaf eder)

141

KORO: (Katedral) Yiğitçe dövüşen ve taçlanan aziz şehitlerimiz, Tanrıya bizim ruhlarımızı
bağışlaması için yakarınız... (Peder /yan, rahleyi üçüncü kez tavaf eder. Koro'ya katılır)
Ruhları-mı-zıı...

SABİNİN: Tanrım, ne bitmez-tükenmez şey bu!

KORO: (Başpiskoposluk) Hamdolsun sana Tanrım. Havarilerin gururu, şehitlerin sevinci,


aynı cevherden Trinite bayramını öğütleyenler...

KALABALIKTA: (Bir görevli, Kotelnikou'a) Sa-binin'i uyarın. Öğrenciler, sokakta


ıslıklayacaklar onu.

KOTELNİKOV: Teşekkür ederim. (Savcı Yar-dımcısı'na) Şu şey de pek uzun sürdü canım.
Hiç bitmeyecek mi ne? (Yüzünü bir mendille siler)

SAVCI YARDIMCISI: İyi ama, sizin de elleriniz titriyor. Hepiniz pek hoşsunuz doğrusu!

KOTELNİKOV: Tatyana Repina aklımdan çıkmıyor. Bana öyle geliyor ki, Sabinin, her an
ağıt yakıp, her an ağlıyor.

PEDER IVAN: (Volgen'in ellerinden Sabinin'in tacını alır) Ey evliler; İsak gibi şükran dolu,
Abraham gibi yüceliğe hayran olunuz. Huzur içinde yüreyen ve kutsal emirleri adalet üzre
tamamlamanın rahatlığını duyan Ya-kup gibi çoğalınız.

BİR OYUNCU: (Genç) Kopuklar için ne güzel sözler!

MATVEYEV: Tanrı herkes için aynıdır. PEDER İVAN: (Gelinin tacını Savcı Yardımcı-

142

sı'nın elinden ahr) Ve sen, evli kadın. Sara gibi şükran dolu ol. Rebeka gibi neşelen. Raşel gibi
çoğal, kocanı mutlu kıl, yasaların buyruklarına uy. Uy ki, Tanrı senden hoşnut olsun.
(Kalabalık çıkışa yürür,)
KALABALIKTA: (Sesler) Susun! Daha bitmedi!/ Sus!/ İtmeyin canım!

ÇÖMEZ: Tanrıya yakaralım.

KORO: Tanrım, bağışla bizi.

PEDER ALEKSİ: (Kara gözlüklerini çıkararak) "Tanrım, Galile'li Gana'ya gelen, oradaki
evliliği kutsayan ulu Tanrım, burada, evliliğin ortak yaşantısına giren, birbirine bağlanan
hizmetkârlarını da kutsa. Gelmişlerini, geçmişlerini kutsa, yaşamlarını iyilik içre geliştir,
taçlarını egemenliğin içre lekesiz ve temiz kıl ve onları yüzyıllar yüzyıllar boyu koru."

KORO: Âmin!

Gelin OLENİNA: (Erkek Kardeşine) Bana bir sandalye vermelerini söyle. Kendimi iyi
hissetmiyorum.

ÖĞRENCİ: Nerdeyse bitecek. (Savcı Yardımcı-sı'na) Vera kendini iyi hissetmiyormuş.

SAVCI YARDIMCISI: Vera Aleksandrovna, şimdi bitecek. Hemen şimdi. Biraz sabırlı olunuz
sevgili dostum.

Gelin OLENİNA: (Erkek Kardeşine) Piyer beni işitmiyor. Taş kesilmiş sanki... Tanrım!
Tanrım! (Sabinin'e) Piyer!

PEDER İVAN: Herkes sussun!

KORO: Ve senin ruhuna.

143

ÇÖMEZ: Efendimiz önünde başlarınızı eğiniz.

PEDER İVAN: (Genç evlilere) Bana, Oğul ve Ruhül Kudüs, Aziz Trinite, aynı cevherden
kaynaklanan yaşamın özü, tek Ululuk ve Egemenlik sizi kutsasın, size uzun bir yaşam, birçok
çocuk versin, yaşantınızda ve ruhunuzda gelişme bağışlasın. Sizi dünya nimetleriyle donatsın.
Tüm azizlerin, Efendimizin Anası'nın duaları ve verdiğiniz söz, iyiliklere yaraşır olmanızı
sağlasın. (Gülümseyerek gelin Olenina'ya) Kocanızı öpünüz.

VOLGEN: (Sabinirie) Ne bekliyorsunuz? Öpüş-senize. (Evliler öpüşürler)

PEDER İVAN: Sizi kutlarım! Ve Tanrı, sizin uyum içinde bağlılığınızı artırsın...

Bayan KOKOŞKÎNA: (Gelin Olenina'ya yaklaşır) Şekerim! Hayatım! Öyle mutluyum ki!
Kutlarım sizi.

KOTELNİKOV: (Sabinin'e) Tebrikler! İşte evlendin... titremeyi bırak artık. Uzun dualar bitti..

ÇÖMEZ: Terbiyeli olalım! (Dostlar evlileri kutlarlar)

KORO: Meleklerin en şanlısı, en temizi, Efendimizin Annesi, hamdolsun sana. Efendimiz,


Tanrı'nın adıyla kutsayınız bizi. (İnsanlar itişip kakışarak, kiliseden çıkarlar. Kuzma, ışıkları
söndürmeye başlar)

PEDER İVAN: Galile'li Gana'da varlığını göstererek, evliliğin onur verici bir şey olduğunu
göstermiştir. Tertemiz Annesinin, Azizlerin,

144

pek şanlı, pek saygıdeğer havarilerin, havarilere eş Konstantin ve Helen, ulu şehit Pro-kop ve
Efendimizin gerçekleştirdiği, aziz kralların ve tüm azizlerin dualarıyla Hazreti İsa, gerçek
Efendimiz bizi bağışlamış ve kurtarmıştır. Çünkü, o iyidir, insanların dostudur.

KORO: Âmin!

BAYANLAR: (Gelin'e) Tebrikler sevgili dostum... Yüzyıl iyi yaşayın (Öperler)

ZONNENŞTAYN: Bayan Sabinina, siz çok iyi Rüssünüz...

KORO: (Başpiskoposluk) Uzun ömürler, u-zunn ö-mür-leer, u-zuun ö-mür-leer.

SABİNİN: Pardon Vera! (Kotelnikou'u kolundan yakalar. Çabucak bir köşeye çeker. Zor soluk
almakta ve titremektedir) Hadi, hemen mezarlığa gidiyoruz.

KOTELNİKOV: Delisin sen! Akşam oldu. Ne yapacaksın mezarlıkta?

SABİNİN: Tanrı aşkına,- gidelim oraya. Yalvarıyorum sana...

KOTELNİKOV: Karınla evine gideceksin. Deli herif!

SABİNİN: Hiçbir şey umurumda değil... Binlerce lanet başıma yağsa da, gideceğim.
Gideceğim oraya... Ölüler âyinini kutlamalıyım... Yo, hayır. Aklımı yitiriyorum... Ölmeliyim...
Ah, Kotelnikov! Kotelnikov!

KOTELNİKOV: Gel, gel... (Sabinin'i Gelin'e doğru götürür. Çıkarlar. Bir dakika sonra
sokaktan keskin ıslık sesleri gelir. Herkes

145

yavaş yavaş kiliseyi terk eder. Sahnede yalnız Çömez ve bekçi Kuzma kalır)

KUZMA: (Avizeleri söndürerek) Bugün kilisede kimler vardı?

ÇÖMEZ: Bir zenginin düğünü... (Sırtındaki cübbeyi çıkarır) Hiç kaygısı olmayanlar vardı...

KUZMA: Tek başına ne işe yarar? Hiçbir işe.

ÇÖMEZ: Ne?

KUZMA: Ne olacak? Bu evlilik... Her gün evlen-diriyoz, vaftiz ediyoruz, gömüyoruz. Ne'olu-
yor?
ÇÖMEZ: İyi, ama, ne olmasını istiyorsun?

KUZMA: Bilmiyorum... Hiçbir şey bir işe yaramıyor... Şarkılar söylüyoruz, buhurdanlar
sallıyoruz, dualar ediyoruz, ama, Tanrı hiçbir şeyi duymuyor. Kırk yıldır burda çalışıyorum.
Tanrı bizi işitmiş olsaydı, ben hemencecik anlardım, değil mi ya?... Nerde bu Tanrı,
bilmiyorum... Burada ya da hiçbir yerde...

ÇÖMEZ: Evet... (Lastiklerini giyer) Felsefe yapma, yoksa keçileri kaçırırsın. (Lastik
ayakkabılarını gıcırdatarak, çıkışa yönelir) Allahaısmarladık!

KUZMA: (Yalnız) Bugün öğleyin, birini toprağa verdik. Biraz önce birilerini evlendirdik.
Yarın sabah da başka birini vaftiz ederiz. Sonu yok bu işin. Tüm bunlara ne gerek var? Kim
istiyor bunu? Hiç kimse... Hiçbir işe yaramıyor... (İniltiler duyulur)

PEDER İVAN: (Peder Aleksi'yle mihrabın ar-

146

kasından çıkar) Ona yüklü bir çeyiz getirdi sanıyorum.

PEDER ALEKSİ: Bu kendiliğinden oluyor. Kural artık.

PEDER İVAN: Şöyle bir düşünürsek, nedir yaşamımız? Ben de zamanında evlenme teklif
ettim, evlendim, bana da çeyiz getirdiler ve her şey yılların girdabında yok oldu gitti. (Sesini
yükseltir). Kuzma, neden hepsini söndürdün? Karanlıkta düşmekten korkuyorum.

KUZMA: Sizin gittiğinizi sanıyordum.

PEDER İVAN: E, Peder Aleksi, bize gelip bir çay alır mıydınız?

PEDER ALEKSİ: Teşekkür ederim Peder, ama, zamanım yok. Bir rapor yazmak zorundayım.

PEDER İVAN: Peki, nasıl isterseniz.

SİYAHLI KADIN: (Bir • sütunun arkasından, sarsılarak çıkar) Kim var orada? Götürün beni,
beni götürün burdan...

PEDER İVAN: (Ürkmüştür) Bu da ne? Kimsiniz? Ne istiyorsunuz bayan?

PEDER ALEKSİ: Tanrım, günahlarımızı bağışla!

SİYAHLI KADIN: Götürün beni... Götürün beni... (İnler) Ben memur İvanov'un kız
kardeşiyim... onun kız kardeşiyim...

PEDER İVAN: Ne işiniz var burada?

SİYAHLI KADIN: Zehirlendim... bir kin yüzünden... Bir kadını küçük düşürdü, onurunu
kırdı... Mutlu olmaya ne hakkı var? Tanrım! (Bağırır) Kurtarın beni! Kurtarın beni! (Yere
147

yığılır) Herkes zehirlenecek, herkes! Adalet yok!

PEDER ALEKSİ: (Çok korkmuştur) Ne küfür! Tanrım, ne küfür!

SİYAHLI KADIN: ... bir kin yüzünden... Herkes zehirlenmeli. (İnler. Yerde kıvranır) O
mezarda, ama, öbürü... öbürü... Kadını küçük düşürmek, onun onurunu kırmak, Tanrıyı küçük
düşürmektir... Kadın'ın kurtuluşu yoktur.

PEDER ÎVAN: Dine karşı ne küfür! (Ellerini birleştirerek) Yaşama karşı ne küfür!

SİYAHLI KADIN: (Giysilerini yırtarak, bağırır) Kurtarın beni! Kurtarın beni! Kurtarın beni!

PERDE

DÜĞÜN

BİR PERDELİK ŞAKA

(1889-, 1890)

148

KiŞiLER

Bayan ZİMEYUKİN, ebe

YAT, telgrafçı

SAĞDIÇ

Bayan ZİGALOV, gelinin annesi

APLOMBOV, damat

GARSON

DAŞENKA, gelin

Bay ZİGALOV,gelinin babası,emekli memur

DIMBA, yunanlı şekerci

DENİZCİ

NİYUNİN, sigortacı "GENERAL" REVUNOV DÜĞÜN KONUKLARI

2. sınıf bir lokantanın özel salonu. Pırıl pırıl aydınlatılmış. Akşam yemeği için hazırlanmış
geniş bir masa. Gidip gelen, masaya öteberi taşıyan fraklı garsonlar. Sahneni ardında,
orkestra, bir kadrilin son bölümünü çalmakta... EBE, TELGRAFÇI ve SAĞDIÇ sahneden
geçerlerken, EBE, çığlık çığlığa bağırır: "Hayır, hayır, hayır!"

TELGRAFÇI: (İzler) Acıyın bana! (EBE, "Hayır, hayır, hayır.'" çığlıklarım sürdürür)

SAĞDIÇ: (Onları izler) Bana bakın, böyle" devam edemezsiniz? Nereye gidiyorsunuz? Grand
Rond ne olacak? Grand Rond, s'il vous plaite! (Çıkarlar. DAMAT ve GELİNİN ANNE'si
girerler)

GELİNİN ANNESİ: Böylesi sözlerle canımı sıkacağınıza, gidip dans etsenize!

DAMAT: Ben o figürleri beceremem. Spinoza değilim ben. Basit, pratik bir adamım. Kişilik
sahibiyim. Öyle şeylerden hoşlanmıyorum. Konumuz dans değil zaten. Kusura bakmayın
ama, sevgili anneciğim, davranışlarınızın çoğundan anlam çıkaramıyorum. Örneğin bana
mobilya, mutfak eşyası, ve bir sürü öteberiden başka, kızınızla birlikte, iki de hisse senedi
verecektiniz. Nerde onlar?

151

GELİNİN ANNESİ: Zavallı başım! Gene ağrımaya başladı. Havadan olacak. Karların
eriyeceğini söylüyorlar.

DAMAT: Konunun dışana çıkmayın! O hisse senetlerini rehine koymuşsunuz. Bugün öğleden
sonra öğrendim. Doğrusu çok açıkgözsünüz. Deyimi bağışlayın, gerçekten öylesiniz. Peşin
yargıyla konuşmuyorum. Ben o iğrenç hisse senetlerini istemiyorum. Ama bu bir ilke sorunu.
Aldatılmayı hiç sevmem. Kızınızı evrenin en mutlu kadınlarından biri yapacağım ama, eğer o
hisse senetlerini geri almazsanız, bu anlaşmayı bozup, kızınızın mutluluğunu paramparça
ederim. Unutmayın ki, ben onurlu bir insanım.

GELİNİN ANNESİ: (Masadaki yerleri sayar) Bir, iki, üç, dört, beş...

GARSON: Aşçıbaşı dondurmayı nasıl arzu ettiğinizi soruyor ham'fendi!

GELİNİN ANNESİ: Dondurmayı nasıl arzu ettiğimi sormakla, ne demek istiyor?

GARSON: Yani Rom'la mı, Madeira'yla mı, yoksa sade mi?

DAMAT: Rom'la, budala! Başgarsona da söyle, burada yerteri kadar şarap yok. Ayrıca daha
çok Haute Sauterne istiyoruz. (Gelinin An-ne'sine) Ha, bir başka anlaşmamız daha vardı.-
Bana bir General söz vermiştiniz. Düğüne onur konuğu olarak bir General çağıracaktınız.
Hani o nerde?

GELİNİN ANNESİ: Gelmemesi benim kabahatim değil azizim.

152

DAMAT: Peki, Tanrı aşkına, kimin suçu?

GELİNİN ANNESİ: Niyunin'in. Sigortacı'nın. Dün burdaydı. Bir General arayıp bulacağına
yemin etmişti ama, anlaşılan hâlâ bulamadı. Biz de sizin kadar üzgünüz. Sizin için
yapmayacağımız şey yok. Mademki bir General istediniz, o General mutlaka gelecek.

DAMAT: Bir şey daha var. O Yat denen telgrafçının, kızınız Daşenka'ya kur yaptığını, herkes
gibi, siz de bildiğiniz halde, niye düğünümüze çağırdınız? Duygularımın sizce hiçbir değeri
yok mu?

GELİNİN ANNESİ: Şey., ee.. adınızı bir daha söyler misiniz? Ha, evet, Aplombov! Sevgili
Aplombov, evleneli iki saat olduğu halde, daha şimdiden yordunuz bizi. Bir sene sonra
halimiz ne olacak kim bilir? Düşünün bir

kere!

DAMAT: Demek gerçekleri duymak hoşunuza gitmiyor, ha? Anlıyorum. Ama gıllıgışlı
davranmanız için bir neden değil bu. Sizden dürüst olmanızı istiyorum.

(Birkaç çift Grand Rond yaparak sahneden geçerler. İlk çift GELİN'le SAĞDIÇ. Arkalarından
EBE ile TELGRAFÇI gelip dururlar. Sonra da GELİNİN BABASI ile. YUNANLI girer.
SAĞDIÇ, sahneye girerken, kulise geçerken de "Promenade! Pro-menade Messieurs-Dames!
Promenade!" diye bağırır).

TELGRAFÇI: (Ebe'ye) Acıyın bana! Acıyın da bir şarkı söyleyin!

153

EBE: Adama bakın! Sevgili dostum, size demin

de söyledim: Bugün sesim iyi değil! TELGRAFÇI.- Sadece birkaç notacık! Bir tek!

Bir tek nota! Acıyın bana! EBE: Aa, sıktınız artık! (Oturur. Sinirli sinirli

yelpazelenir).

TELGRAFÇI: Açıkça söylemem gerekirse, siz, Tanrısal sesli, acımasız bir canavarsınız! Bu
güzelim sesle, ebelik yapmaya hakkınız yok sizin! Bir konser şarkıcısı olmalısınız. Ah, şu
cümleyi yorumlayışınız? Nasıldı o bakayım? Hah, tamam! (Şarkı söyler) "Her ne kadar
boşunaysa da seni sevdim." EBE: (Şarkıyı sürdürür) "Sevdim seni - yine de

seveceğim!" Bu kadarcık mıydı arzunuz? TELGRAFÇI: Evet. Seçkin! ' EBE: Fakat bugün
sesim berbat. Yelpazeleyin beni! Çok sıcak! (Damat'a) Niye bu kadar üzgünsünüz Aplombov?
Hem de düğün gününde? Ne düşünüyorsunuz? DAMAT: Evlilik, önemli bir adımdır. Enine
boyuna, tüm ayrıntılarıyla düşünmek gerek. EBE: Siz erkekler ne kadar kuşkucusunuz!
İnançsızlar! Sizin aranızda nefes bile alamıyorum. Hava verin bana! Hava! (Bir. şarkıdan
birkaç nota mırıldanır) TELGRAFÇI: Seçkin! ı

EBE: Yelpazeleyin beni! Yüreğim çatlayacak j nerdeyse. Bir tek soruma cevap verin: Niye
tıkandım böyle?

TELGRAFÇI: Çok terlediniz de on... EBE: Bunu suratıma karşı nasıl söylersiniz?
TELGRAFÇI: Özür dilerim. Sizin, açıkça söyle-
154

mem gerekirse, yüksek sosyeteye geçtiğinizi unutmuştum.

EBE: Of, kesin artık! Şiir verin bana! Tanrısal bir coşku verin! Yelpazeleyin beni!
Yelpazeleyin!

GELİNİN BABASI: (Yunan/f ile usul usul konuşur) Bir tane daha? (Bardağını doldurur) Her
zaman, içmenin tam zamanıdır! Yeter ki, işlerin yolunda gitsin, ha, Dimba? İç!... gene iç!... İç
gene!... (İçerler) Kaptan var mı, Yunanistan'da?

YUNANLI: (Gözlerini belerterek) Var elbet!

GELİNİN BABASI: Aslan?

YUNANLI: Aslan da var, kaplan da. Her şey var. Rusya'da hiçbir şey yok... Yunanistan'da,
her şey var. İşte Yunanistan'la Rusya arasındaki fark.

GELİNİN BABASI: Her şey ha?

YUNANLI: Her şey. Babam, amcam, erkek kardeşlerim...

GELİNİN BABASI: Balina var mı, Yunanistan'da?

YUNANLI: Her şey: Balina, köpek balığı...

GELİNİN ANNESİ: (Kocasına) Hayatım, sofraya oturma zamanı artık!... O ıstakozlardan da


elini çek! General için onlar. General'den yana umudumu daha yitirmedim...

GELİNİN BABASI: Istakoz var mı, Yunanistan'da?

YUNANLI: Her şey. Dedim ya, her şey.

GELİNİN BABASI: Memurlar da var mı?

EBE: Tanrısal bir hava olmalı, Yunanistan'da!

GELİNİN BABASI: Bir tane daha iç!

155

GELİNİN ANNESİ: Yeter artık! Hayatım, saat on biri geçiyor. Şimdi yemeğe oturmanın
zamanı!

GELİNİN BABASI: Yemeğe oturmak mı? Güzel fikir! Oturalım! Herkes otursun! (Karısı da
dışardaki, içerdeki konuklan çağırmaya katılır)

EBE: (Otururken) Bana şiir verin! "O serkeş fırtına arar - Sanki fırtınada sükûnet var!" Bana
fırtına verin!
TELGRAFÇI: Ne ilgi çekici kadın değil mi? Sırılsıklam âşık oldum ona! (GELİN, DENİZCİ,
SAĞDIÇ ile diğer KONUKLAR girer. Gürültüyle otururlar. Bir duruş. Orkestra marş çalar)

DENİZCİ: (Kalkar) Bayanlar ve baylar, şimdiye kadar bir sürü kutlama düğün gördük. Bir
yığın nutuk dinledik. Ben hemen davaya girelim diyorum: Gelinle damadın şer'fine! (Herkes
"Gelinle damadın şerefine!" diye bağırır. Kadeh tokuşturup içerler. Orkestra gürler) Şimdi de
işi tatlılandırmak gerek, öpüşme gerek!

HERKES: Evet, tatlı tatlı öpüşme gerek! (Gelinle damat öpüşürler).

TELGRAFÇI: Seçkin! Bayanlar ve baylar! Saygınlık, gösterildiği yerde saygınlıktır! Bu


yetkin yerde verilen, bu etkin toplantı için teşekkür edelim! Evet, yetkin ve seçkin bir yer
burası! Fakat, açıkça söylemem gerekirse, bir eksiği var. Elektrik ışığı! Evrenin her yerinde,
herkesin elektriği var. Her yerde var; Rusya.-Ana'da yok! (Üzüntüyle oturur)

156

GELİNİN BABASI: Hmm... Evet, elektrik ışığı! Gelin, bu mevzuda biraz düşünelim...
Baylar! Elektrik ışığı bir hile-hurda işidir! Kimse görmeden, camın içine, bir parça kor kömür
koyuyorlar! İşte elektrik ışığı! (Telgraf-çı'ya) Sevgili dostum, eğer bize ışık vermek istiyorsan,
bize o güzelim, alıştığımız ışığı, ateşi ver. Bu uyduruk şeyi değil! TELGRAFÇI: Siz hele bir
bataryaya, bir pile bakın da, uyduruk mu, değil mi, o zaman anlarsınız!

GELİNİN BABASI: Nesine bakayım? Benim öyle palavra şeylere bakmaya hiç niyetim yok!
Hem senin, içkini içip, başkalarına içki ikram edeceğine, bu hileli şeyleri müdafaa etmene
üzüldüm doğrusu.

DAMAT: Sizinle aynı görüşteyim sevgili babacığım. İlke olarak, bilimsel bulgulara karşı
değilim, Ama her şeyin bir yeri, bir sırası vardır. (Gelin'e) Sen ne dersin ma chere? GELİN:
Bazıları gösteriş yapmaktan, kimsenin tek sözcüğünü anlamadığı şeyleri söylemekten şey
alırlar... zevk alırlar. GELİNİN ANNESİ: Aldırma hayatım, babanla ben, hayatımız boyunca,
bu şey işlerine... eğitim işlerine burnumuzu sokmadık, ama, gene de yaşayıp gidiyoruz. İşte,
üçüncü kızımız olan sana da, iyi bir Rus damat bulduk! (Telgrafçı'ya) Size göre biz cahilsek,
ne demeye geldiniz buraya? Niye o şeyli... malumatlı dostlarınızın yanına gitmiyorsunuz?
TELGRAFÇI: Size ve ailenize büyük saygım var Bayan Zigalov. Elektrik ışığı konusunu, bil-

157

giçlik taslamak... gösteriş yapmak için açmadım. Ben de Daşenka'nın daima iyi bir koca
bulmasını yürekten diledim. Herkesin para için evlendiği bugünlerde, iyi bir koca bulmak...

DAMAT: Bana taş atıyor!

TELGRAFÇI: (Ürkek) Taş attığım yok! Bu... bu sözlerim; açıkça söylemem gerekirse,
herkesin evet'lediği, genel bir kanı. Herkes bir aşk evliliği yaptığınızı biliyor. Ayrıca verilen
çeyiz de üzerinde durulacak kadar değerli değil.

GELİNİN ANNESİ: Ne? Üzerinde durulacak kadar değerli değil mi? Sözlerinize dikkat edin!
Peşin bin ruble, üç kürk palto, komple yatak ve oturma odası takımı! Daha ne olsun? Ara da
bak bakalım, böyle bir çeyizin eşini bulabilir misin?
TELGRAFÇI: Fakat ben... şey demek istemedim.. Mobilyalar gerçekten seçkin, yetkin... Ben
taş filan da atmak istemedim.

GELİNİN ANNESİ: Atmayın da! Sizi buraya ailenizin hatırı için davet ettik. Her şeye
burnunuzu sokmayın. Aplombov'un kızımın parası için evlendiğini biliyordunuz da, ne
demeye daha önce söylemediniz? (Ağlamaklı) Kızımı misler gibi büyüttüm ben. Saçımı
süpürge ettim. Bir pırlantaya bile böyle bakılmazdı! Yavrum, zümrütüm...

DAMAT: Demek ona inanıyorsunuz ha? Çok teşekkür ederim, çook! (Telgrafçıca) Size
gelince Bay Yat, bu ailenin dostusunuz ama, yine de bir başkasının evinde böyle davran-

158

manıza izin veremem. Gitseniz iyi olur bence.

TELGRAFÇI: Ne demek istiyorsunuz? DAMAT: Benim gibi, görgülü bir insan olmamanız ne
acı! Ama yine de görgülü bir insan gibi çıkıp gitmeniz iyi olacak! (Orkestra gürler)

ERKEK KONUKLAR: Pomada) Kapat artık bu mevzuu kocaoğlan! Rahat bırak adamı!
Eğlencenin tadını kaçırma! Otur yerine! (Vb.) TELGRAFÇI: Fakat ben asla... yani ben...
gerçekten bir şey anlamıyorum. Kuşkusuz gideceğim... Ama siz önce, açık söylemem
gerekirse, geçen yıl, pike bir yelek satın almak için benden aldığınız beş rubleyi verin! Sonra
da bir kadeh daha içer ve... ve çıkar giderim. Fakat önce paramı verin! BİR ERKEK KONUK:
Oturun yerinize! Kesin artık! Kuru gürültüden başka bir şey değil

bu! (Vb.)

SAĞDIÇ: (Bağırır) Gelinin ailesi Bay Zigalov şerefine! (Diğerleri de bu sözlere katılır.
Kadehler tokuşturulup içilir. Orkestra gürler)

GELİNİN BABASI: (Duygulu, her yöne eğilir.) Teşekkür ederim, dostlarım. Bizi
unutmadığınız, bizi küçümsemediğiniz için teşekkür ederim. Bunu sahte bir tevazuyla
söylemiyorum. Art niyetim de yok. Sizleri kandırmayı da düşünmüyorum. Ne hissediyorsam,
onu söylüyorum. Bütün samimiyetimle. Sizleri kıskanmıyorum da. Sizler benim dostlarımsı-
nız ve ben... Teşekkür ederim. (Yanındakileri öper)

159

GELİN: (Annesine) Anne! Niye ağlıyorsun? Ağlamana şey yok... gerek yok! Çok mutluyum.

DAMAT: Annen yaklaşmakta olan ayrılığınıza üzülüyor. Fakat kendisiyle az önce yaptığımız
küçük konuşmayı unutmasını hiç öğütlemem.

TELGRAFÇI: Ağlamayın Bayan Zigalov! Bilimsel açıdan bakacak olursak, nedir gözyaşları?
Bir nörotik çözülme?

GELİNİN BABASI: (Yunanlıya) Mantar var mı, Yunanistan'da?

YUNANLI: Bizde her şey var.


GELİNİN BABASI: Fakat bizdeki kahverengi mantarlardan bulunmadığına bahse girerim.

YUNANLI: Her çeşidi var! Her çeşidi!

GELİNİN BABASI: Peki Dimba, kocaoğlan, nutuk atma sırası sende. Bayanlar baylar! Bay
Dimba, şimdi bize bir nutuk çekecek.

HERKES: Nutuk! Bay Dimba! Haydi Dimba! (Vb.)

YUNANLI: Nutuk mu? Evet ama, niye? Ne için? Bir sebep göremiyorum ben.

EBE: Sıra sizde! Hadi uzatmayın!

YUNANLI: (Kalkar. Ne söyleyeceğini bilemez) Söyleyebileceğim tek şey... Bir yanda Rusya
var, bir yanda Yunanistan var... Rusya'da bir yığın insan var. Yunanistan'da da bir yığın insan
var. Denizde gemiler var... Rusya'da ise... Toprak üstünde demiryolları var... Sizler Rus'sunuz,
bizler Yunan. Kendim için bir şey istemiyorum. Bir yanda Rusya, bir yanda Yunanistan...

160

(Niyunin, SİGORTACI, acele girer. Müte-bessim)

SİGORTACI: Bir dakika bayanlar ve baylar, bir dak'ka! Bayan Zigalov, biraz benimle
gelebilir misiniz? (Bir kenara çeker) Generaliniz hazır. Yola çıktı. Yaşayan gerçek bir general!
Seksen yaşında. Belki de doksan.

GELİNİN ANNESİ: Ne zaman burda olur?

SİGORTACI: Eli kulağında. Ölünceye kadar bana minnettar kalacaksınız.

GELİNİN ANNESİ: Beni kandırmıyorsunuz ya?

SİGORTACI: Hiç dolandırıcı hali var mı bende?

GELİNİN ANNESİ: Yo, hayır!

SİGORTACI: Teşekkür ederim!

GELİNİN ANNESİ: Boşa para harcamak, hoşuma gitmez de, ondan soruyorum.

SİGORTACI: Hiç merak etmeyin. Tam bir general örneği. (Herkesin duyması için sesini
yükseltir) "General" dedim kendisine, "bizi nerdeyse unuttunuz!" "Sevgili oğlum Niyunin"
dedi bana general. "Damadını tanımadığım bir düğüne nasıl giderim?" "Damadın kötü bir yanı
yok!" diye atıldım. "Harika, cana yakın bir insandır damat!" dedim. "Ne iş yapar?" dedi
general. "Ne mi?" dedim ben. "Ne mi? Bir rehincinin yanında Eksper. Bir baktı mı, neyin ne
olduğunu, kaç para ettiğini, kaç para verilebileceğini şıp diye ânlar." "Yaa!" dedi general.
"Niye yaa dediniz?" dedim. "Bugün bütün değerli insanlar rehinci-de çalışıyor. Kadınlar bile!"
Bunu söyler söylemez, general omzuma vurdu. Karşılıklı birer Havana purosu içtik, derken...
161

DAMAT: Ne zaman gelecek buraya?

SİGORTACI: Nerdeyse burda olur. Kendisini bıraktığımda lastiklerini geçiriyordu ayağına.

DAMAT: Orkestraya bir askeri marş çalmalarını söyleyelim.

SİGORTACI: Orkestra şefi! Askeri marş!

GARSON: General Revunov! (Marş yükselir, "General" Revunov girer. Niyunin'le Ziga-
lou'lar karşılamaya koşarlar)

GELİNİN ANNESİ: Biz asil değiliz General, milyoner de değiliz. Fakat bu masrafı
kaldıramayacak kadar fakir değiliz. Sizi dolandırmayız, aldatmayız da. Hoş geldiniz!

"GENERAL": Çok memnun oldum.

SİGORTACI: General Revunov, müsaade ederseniz size damadı takdim edeyim. Bay Ap-
lombov. Ve onun henüz doğmuş olan, şey, yani, onun henüz evlenmiş olduğu karısı: Gelin!
Sabık minik Bayan Zigalov. Telgraf-hane'nin Bay Yat'ı. Bay Dimba: Yunan asıllı ünlü şekerci
ve... vesaire, vesaire. Ötekiler pek önemli kişiler değil. Niye oturmuyorsu-nuz General?

"GENERAL": Çok memnun oldum. (Oturmaz. Niyunin'i bir kenara çeker) Bir dakika
bayanlar ve baylar! Hususi bir konuşma! (Ni-yunin'e fısıldar) Bana bak. General demekle, ne
demek istiyorsun? Bahriyede General yoktur. Hem ben ufak filoda Kaptandım. Albay'a
müsavi bir rütbede. SİGORTACI: (Sağırla konuşur gibi kulağına eğilir) Bırakın da size
General diyelim. Böylesi daha iyi. Hem bu insanlar, gösterişe,

162

üne meraklıdırlar. Bırakın kendinizi, onların gözdesi olun!

"GENERAL": Yaa! Anlıyorum. Pekâlâ. (Yumuşaklıkla masaya oturur) Hak'katen çok


memnun oldum.

GELİNİN ANNESİ: Buyrun General! Size alışık olduğunuz o harika yemekleri takdim
edemiyoruz ama, bu mütavazı yemekler sizi tatmin edebilirse ne..

"GENERAL": (İzlememiştir) Ne? Ne, ne? Ha, evet! (Uzun bir sessizlik) Ben çok sade bir
hayat yaşadım han'fendi. Eskiden herkes çok sade yaşardı. (Bir sessizlik daha) Niyu-nin beni
buraya davet ettiği zaman "Ayıp olur, onları tanımıyorum ki!" dedim. Niyu-nun de, "Niye
ayıp olsun?" dedi. "Bu insanlar misafirperverlerdir." "Sahi mi?" dedim. "O zaman başka.
Zaten evde de canım sıkılıyordu." . ".

GELİNİN BABASI: Demek ki isteyerek geldiniz General. Nasıl teşekkür edeceğimi


bilemiyorum! Biz sade insanlarız. Sizi dolandırmayız. Yiyecek bir şey alın General.

DAMAT: Görevden ayrılalı çok oldu mu General?


"GENERAL": Ne? Ha, evet.. Çok doğru. Evet. İyi ama, nedir bu? Bu Ringa balığı kokmuş.
Ekmek de acı... HERKES: Tatlı gerek! Öpüşme gerek! (Gelinle

damat öpüşürler)

"GENERAL": (Gıdaklar) Sıhhatinize! Sıhhatinize! (Sessizlik) Eskiden her şey sadeydi. Sa-

163

deliği severim ben. Tabii, yaşlandım artık. Yetmiş iki yaşındayım. 1865'te tekaüt oldum.
(Sessizlik) Tabii, insanlar fırsat buldukça, biraz alâyiş yaparlardı eskiden... (Gözü Denizci'ye
takılır) Siz Bahriyeli değil misiniz?

DENiZCi: Evet efendim.

"GENERAL": (Belirgin bir biçimde rahatlar) Ahha! Evet, Bariye! Kolay değildir Bahriye
hayatı. Daima üzerinde kafa patlatacak bir mesele çıkar. Her lafın, hususi bir mânâsı vardı.
"Tepe ıskotasıyla, mayistra yelkenini bas yukarı!" Ne güzel değil mi? Peki, mânâları ne? İşte
onu sadece Bahriyeliler bilir. He, he!

SİGORTACI: General Revunov şerefine! (Orkestra gürler. Herkes bağırır)

TELGRAFÇI: Denizciliğin güçlüklerinden söz etmenize teşekkür ederim General. Ya


telgrafçılığa ne dersiniz? Şimdi Fransızca, Al-. manca bilmeyenler, çağdaş bir telgrafçı
olamıyor. Telgraf çekmek kolay işi değildir. (Çatalla masaya, belirli aralalıklarla vurur).

"GENERAL": Mânâsı ne?

TELGRAFÇI: "Sizin soylu kişiliğinize nasıl saygı göstereceğimi bilemiyorum" demektir. E,


kolay diyebilir misiniz? Bakın! (Yine masaya vurur)

"GENERAL": Daha yüksek! Duyamıyorum! TELGRAFÇI: "Sizi kollarımın arasında


tutmaktan öyle mutluyum ki han'fendi."

164

"GENERAL": Hangi han'fendi bu? Oh, evet. (Denizci'ye döner) Rüzgâra karşı yüz mil hızla
seyrederken, daima kandilisayı hisa edersin evlat. Yelkenler gevşedi mi, çanaklıkla babafingo
ve kontrababafingo gerilir. SİGORTACI: Misafirlerimiz sıkıldı Revunov, bir

şey anlamıyorlar.

"GENERAL": İzah ederim! Eğer geminin sancak tarafı bütün yelkenleriyle rüzgâra karşıyken,
rüzgârı arkana almak istiyorsan, gemide kim varsa düdükle güverteye çağırırsın. Gelince de
"Herkes yerine! Rüzgârı arkana al!" diye emredersin. Adamlar, prasyaları, isti-ralyaları visa
ederler. Ne hayattır! Ne hayattır o! Sen de kendini tutamaz "Bravo! Bravo! Cesur
delikanlılar!" diye bağırırsın. (Konuşması aksırığımla kesilir) SAĞDIÇ: (Fırsat! kaçırmaz)
Bayanlar ve baylar! Bugün burada bir araya gelişimizin nedeni, gelmedik mi yoksa,
sevdiğimiz iki insanın... "GENERAL": "Puruva yelkenleriyle, babafingo
yelkenlerinin iskotalarını aç!" SAĞDIÇ-. Konuşma yapıyorum! GELİNİN ANNESİ: Ama
kısa! "GENERAL": (Kısa'yı anlamaz) Teşekkür ederim, az önce aldım. Prasa mı demiştiniz?
Hmm. Hayır, teşekkür ederim. Evet! Ah, o eski günler! Ah o okyanus dalgaları üzerindeki
hayat! (Sesi heyecanla titrer) Ah, o rota değiştirmek! Rota değiştirmek zevki kadar, zevkli şey
var mı bu dünyada? Hangi bahriyelinin kalbi küt küt atmaz. Herkes dü-

165

dükle güverteye çağrılır. Kaptandan kamarotuna kadar, herkesi bir elektrik şoku sorar...

EBE: Ay sıkıldım!

SAĞDIÇ: Ben de!

"GENERAL": Teşekkür ederim, az önce aldım. Pelte mi demiştiniz? Şey... Hayır, teşekkür
ederim. (Coşku dolu bir sesle) Bütün gözler kıdemli zabittedir. "Mancayı, büyük yelkeni
sancağa!" diye bağırır. "Mizana prasya-larını iskeleye, kontra prasyanalarını da sola! (Kalkar)
Gemi rüzgâra vurur. Zabit. "Dikkat edin beceriksiz herifler!" diye bağırır. Gözünü çanaklığa
diker. Dayanılmaz birkaç saniye geçer. Derken rüzgâra çarpar gemi. Dönmeye başlar.
"Stirilyaları gevşet! Prasyaları bırak!" Ortalık Bâbil kulesine döner. Gemideki her şey uçuşur.
Emektar geminin her yeri çatırdar. (Kükrer) Gemi çark etti! (Sessizlik)

GELİNİN ANNESİ: (Kızgın) General, bir general olabilirsiniz ama, hiç değilse kendinizden
utanmalısınız biraz!

"GENERAL": Kaz mı? Evet, lütfen!

GELİNÎN ANNESİ: (Daha yüksek) İster general olun, ister olmayın, kendinizden utanın! (Ne
söyleyeceğini bilemez) Dostlarım, General...

"GENERAL": (Annenin son sözüyle diklenir) General değil! Ben General değilim! Ben gemi
Kaptanıyım! Albay'a müsavi!

GELİNİN ANNESİ: Yaa! Hem General değilsiniz, hem de paramızı aldınız, ha? Size bir

166

şey söyleyeyim mi? Kendimize hakaret ettirmek için para vermedik size! "GENERAL":
(Vahşice) Para mı?! Ne parası?! GELİNİN ANNESİ: Ne parası olduğunu gayet iyi
biliyorsunuz. Niyunin'den aldığınız para! (Si-gortacı'ya) Niyunin, böyle bir generali
kiralamakla her şeyi berbat ettiniz! SİGORTACI: Kapatın artık canım bu bahsi! Ne

gerek var şimdi bu saçmalıklara? . "GENERAL": Kiralamak... Niyunin'den para almak...

DAMAT: Affedersiniz! Siz Bay Niyunin'den-yirmi beş ruble almadınız mı? "GENERAL":
Niyunin'den yirmi beş ruble... (Anlar) Haa! Demek öyle! Şimdi her şeyi anlıyorum.
(Üzüntüyle başını sallar) Bu ne rezalet böyle, ne iğrenç şey bu! DAMAT: Ama yine de paranız
ödendi! "GENERAL": Ödendi mi? Bana para filan ödenmedi! (Masadan kalkar) Ne biçim iş
bu?! Benim gibi ihtiyar bir adama, bir Bahriyeliye, vatanına hizmet etmiş bir zabite böyle
hakaret etmek! (Kendi kendine) Bunlar centilmen olsaydı, birini mutlaka düelloya davet
ederdim, ama, bunlar kim, centilmenlik kim? (Şaşkın. Bozgun) Kapı nerde? Garson! Bana
yolu göster! (Yürür) Ne iğrenç! (Çıkar. Sessizlik) GELİNİN ANNESİ: (Sigortacı'ya) Peki,
nerde

bakalım yirmi beş ruble?

SİGORTACI: İnsanlar eğlenirken, böyle saçma şeylerden bahsetmenin ne gereği var şimdi?
(Yüksek sesle) Mutlu çiftin şerefine! Orkest-

167

ra şefi! Bir marş! (Orkestra marş çalar) Mutlu çiftin şerefine!

EBE: Hava verin bana! Hava! Boğuluyorum burda!

TELGRAFÇI: (Mutlu) Ne seçkin yaratık! (Gürültü başlar)

SAĞDIÇ: (Herkesi bastırmaya çalışarak) Sayın bayanlar ve baylar! Bugün burada bir araya
gelişimizin nedeni... gelmedik mi yoksa... kutlamak için...

PERDE

KUTLAMA

BİR PERDELİK ŞAKA

(1891)

168

KİŞİLER

Kuzma Nikolayeviç HİRİN, Kredili iştirak

Bankası veznedarı, çabuk kızan bir ihtiyar. Andrey Andreyeviç ŞİPUÇİN, Bankanın

başkanı, orta yaşlarda, monokl'lu

kendini beğenmiş. Tatyana ALEKSEYEVNA, Şipuçin'in karısı,

25 yaşında, boş kafalı Nastasya Federovna MERÇUTKİNA,

eski mantolu baş belası bir ihtiyar kadın ÜÇ YÖNETİM KURULU ÜYESİ

(Biri nutuk verir)

Şipuçin'in odası. Zevksiz döşenmiş lüks mobilyalarla dolu: Kadife koltuk ve kana-peler,
şömine, iki yazı masası (biri çok süslü), kalın halılar, çiçek vazoları, büstler, bir yığın küçük
süs eşyası ve bir telefon! Solda banka içine açılan bir kapı. Yine solda, duvarda, başkanın
işleri yönettiği ya da memurlara seslendiği yukarı açılır, aşağı kapanır, bir küçük pencere. Altı,
evrakların geçebileceği kadar aralık. Önündeki rafta, elle vurulur bir zil.

HİRİN: (Yalnız. Süssüz masada çalışmakta, önünde sayılık: abaküs. Boynunda defalarca
sardığı, uzun,.kalın bir atkı. Ayaklarında keçeden yapılmış, konçları uzun, kaloş-terlikler.
Kalkar. Sert bir hareketle küçük pencereyi yukarı kaldırır. Önündeki zile defalarca vurur.
Bağırır) Biri gidip bana 15 kapiklik karbonatla, bir testi iyi su alsın! Kaç kere söyleyeceğim!
(Masaya gider. Eğilerek, ellerini masaya dayar. Yorgun) Halim kalmadı artık. Üç gündür
gözümü kırpmadan bu rakamlarla savaş veriyorum. Sabahtan akşama kadar burda, akşamdan
sabaha kadar evde çalışıyorum. Ne hayat be! (Aksırır) Tepeden tırnağa alev alev yanıyorum.
Bir sıcak nöbet basıyor, bir soğuk nöbet. Ayaklarım ağrıyor. Gözlerimin

171

önünde durmadan zarplar, nakıslar, zaitler uçuşuyor. (Oturur) Bugün bizim o soytarı,
madrabaz reisimiz de senelik içtimada, "Bankamızın bugünü ve geleceği" adlı bir rapor
okuyacak. Herifi Vekil filan zannedersin! (Yazar) Yazma derdi de bana düştü, 3... Of, of! 200,
68... 2, 6, 8. Herif büyük idareci pozlarında dolaşıyor ortalıkta. Bense burda bir kürek
mahkûmu gibi ter fışkırıyo-rum. O, kıtipiyoz bir mukaddime için, bir saat boyunca bir yığın
şairane saçma dikte ettiriyor. Bense mali vaziyeti tespit etmek için günlerimi harcıyorum.
Hayata bak! İnşallah rezil-rüsva olur! (Sayılık'ın boncuklarını birbirine çarpar) Artık daha
fazla dayanamayacağım! (Yazar) 1,3, 7. Of, 5... 2, 6, 8. Of! Haa! Bu çalışmalarımı mükâfatsız
bırakmayacakmış! Eğer bugün işler yolunda gider, herifleri gene altederse, bana bir altın
madalyayla 300 ruble ikramiye verecek... inşallah! (Yazar) Ama o ikramiye hele bir gelmesin,
bak sen olacaklara! Sinirli herifin biriyim ben! Bir kızdım mı, taş üstüne, taş komam burda!
Hayır efendim! (Dışardan alkışlar, bağırtılar, ŞİPUÇİN'in sesi duyulur: "Sağ olun dostlarım,
sağ olun! Çok duygulandım!" Şipuçin girer. Beyaz kra-uat takmış, frak giymiştir. Güzünde
monokl, elinde az önce armağan edilen deri kaplı bir albüm vardır)

ŞİPUÇİN: (Kapı önünde, dısardakilere seslenir) Dostlarım, inanın, bu armağanı, yaşamımın


en kutsal dakikasının anısı olarak, . öleceğim güne kadar saklayacağım! Yine,

172

yine ve yine sağ olun! (Alkışları eğilerek karşılar. Kapıyı kapatır. Hirin'e yaklaşır) E,
nasılsınız bakalım, benim eski ve saygın dostum Kuzma Nikolayeviç? HİRİN: (Kalkar)
Andrey Andreyeviç, bankamızın 15. sene-i devriyesini tes'id -ettiğimiz şu anda, sizi tebrik
etmekle şeref duyar ve ümit ederim ki.. (Çalan zil üzerine, konuşmasını keser. Gider
pencereden bir elin uzattığı evrakı alıp, Şipuçin'e uzatırken konuşmasını sürdürmek ister)

ŞİPUÇİN: (Fırsat vermez) Sağ olun dostum, sağ olun, bin kez sağ olun! Gelin bu görkemli
günde -ne de olsa bir kutlama bu- başarımız için el sıkışalım. (Büyük bir duygululuk içinde el
sıkışırlar. Şipuçin, sol eliyle Hirin'in omzunu tutar) Sevgili dostum, gösterdiğiniz bağlılık ve
her şey için sağ olun demek isterim. Bu bankanın başkanı olarak, başarılı ne yaptımsa bunu
kurmayıma, memurlarıma borçluyum. Evet, gerçek bu! (İç çeker) Demek bu eski banka,
şimdi 15 yıllık banka, ha? 15 yıl! Adım Şipuçin kadar kesin! (Heyecanla) E, yazanak, sizin
deyiminizle: rapor nasıl gidiyor bakalım? HİRİN: Kâfi derecede iyi. Beş sayfa filan kaldı.
ŞİPUÇİN: Güzeel! Saat 15'te biter mi? HİRİN: Bana mâni olacak bir şey çıkmazsa, biter. Pek
bir şey kalmadı.
ŞİPUÇİN: Olağanüstü! Olağanüstü! Adım Şipuçin kadar kesin! Durun bir bakalım, toplantı
saat 16'da. Demek ki biraz sürem var. Şunun ilk yarısını verin de bir göz atayım. Verin, verin
lütfen! (Alır) Bu yazanağa büyük

173

önem veriyorum. Bunda benim özet yatı-rım-felsefem yatıyor. Ne özet! Tam bir hava fişeği!
Evet bayım, hava fişeği! Tam anlamıyla bu! Adım Şipuçin kadar kesin! (Masasına oturup
raporu okur) Off, amma da yorgunum ha! Dün gece gut'um tuttu yine. Sonra da tüm sabahım
sağa-sola koşuşmakla geçti. Derken bu coşku, bu alkışlar... İnsanı sersem ediyor, yoruyor işte!
Gerçekten çok yorgunum.

HİRİN: (Yazar) 2 oh, of, 3, 9... 6, oh, 5, 4. Gözlerimi açamıyorum. Başım dönüyor. 3, 9, oh, 6,
2... Sonra... (Sayılık'ın boncuklarını sağa-sola geçirir)

ŞİPUÇİN: Ha! Canımı sıkan bir şey var. Biliyor musunuz, bu sabah eşiniz, önümü kesip
sizden yana yakındı. Dün eşinizle, eşinizin kız kardeşini, kocaman bir bıçakla kovalamışsı-
nız. Derdiniz nedir Tanrı aşkına Kuzma Ni-kolayeviç? Yapılacak iş mi bu?

HİRİN: Andrey Andreyeviç, bu tes'id ettiğimiz günün yüzü suyu hürmetine bana lir iyilikte
bulunmanızı rica edeceğim. (Parlar) Ve bir de, burda bir kürek mahkûmu gibi çalışmamın
hatırı için... benim aile meselelerimden uzuk durun! (Toparlanır) Lütfen.

ŞİPUÇİN: (İç çeker) Siz ne biçim insansınız Kuzma Nikolayeviç? Bir türlü anlayamıyorum
sizi. Kuşkusuz saygıdeğer bir adamsınız. Ama bir canavar kesilip, elde bıçak, kadınları
önünüze katmanızı bir yere oturtamıyorum. Kadınlardan yana bu kadar kötü düşünmeniz için
bir neden göremiyorum.

HİRİN: Ben de kadınlardan yana bu kadar iyi

174

düşünmeniz için bir sebep göremiyorum. (Bir sessizlik)

ŞİPUÇİN: (Düşüncelerini yüksek sesle söyler) Memurlar az önce bana bir albüm armağan
ettiler. Öyle sanıyorum ki, yönetim kurulundan birkaç delege'de küçük bir konuşmayla gümüş
bir kupa sunacaklarmış. (Monokl'u ile oynar) Çok güzel. Adım Şipuçin kadar kesin! Her şey
yerli yerinde, düzenli. Bir bankada böyle törenler yapılmadı mı, o banka, banka değildir.
(Hirin'e) Doğal olarak işin içyüzünü biliyorsunuzdur. O yapacakları konuşmayı ben yazdım.
Gümüş kupayı da ben satın aldım. Hatta konuşmanın konacağı deri dosyayı da. Dosya 45
ruble tuttu ama, değdi doğrusu. O yönetim kurulu üyeleri, bu gibi şeyleri tek başlarına akıl
edebilirler miydi? Nerdee? (Etrafına bakı-nır) Örneğin şu eşyalara bakın. Doğruyu söylemem
gerekirse, her biri, tek tek, elle seçildi. Yer.leştirilmeleri de epey sürdü. Biliyorsunuz, bunları
gereksiz buldular hep. Sonra, o kapılardaki pirinçlerin titizce parla-• turnasını istemem,
veznedara doğru dürüst bir kravat taktırmam, kapıya üniformalı bir koruyucu koymam filan
hep aşırıymış. Ama bütün bunlara cevabım şu: Umurumda bile değil! O koruyucuyla pirinçler,
bir banka için çok şey deyimler. Ama evde istediğim gibi kaba olabilir, bir domuz gibi yiyip,
yatar, zil-zurna oluncaya kadar içe...
HİRİN: Lütfen taş atmayın!

ŞİPUÇİN: Taş atmak mı? Kim taş atıyor? Gerçekten çok şaşırtıcı bir insansınız! Ben yal-

175

nızca evde bir köylü gibi davranabileceğimi, istediğimi yapabileceğimi söylüyordum. Fakat
burda bir biçeme; stil'e gerek var. Burası banka! Halkın gözünü kamaştırmalı, kendine göre
bir havası, bir ağırbaşlılığı olmalı! (Bir kâğıt alıp, ateşe atar) Burda ne yaptıysam, bankanın
ününün artması için yaptım.-Ağırbaşlılık, işte sayılmanın, saygınlığın temeli. Adım Şipuçin
kadar kesin! (Çalışan Hirin'e) Bana bakın ihtiyar! Yönetim kurulu birkaç dakikaya kadar
burada olacak. Sizse o korkunç kaloşlarla, o boyun atkısı, o soluk eski paltoyla
oturuyorsunuz! Bugün için başka bir şey giyebilirdiniz. En azından siyah bir ceket!

HİRİN: Benim sıhhatim, herhangi bir idare heyetinden daha kıymetlidir! Ayrıca bütün
vücudumun alev alev yandığım bilmenizi isterim!

ŞİPUÇİN: (Öfkeyle) Fakat ne kadar çirkin olduğunuzu görmüyor musunuz?

HİRİN: İdare heyeti gelince bir köşeye saklanırım. Dert edecek ne var bunda? (Yazar) 7, l, l...
2, l, 5. Oh... (Boncukları sağa-sola alır) Ayrıca karışıklığı sevmiyorum. Bu yüzden o kadınları
bu gece yemeğe davet etmekle hiç de iyi bir iş yapmadınız. Davet etmemeliydiniz onları!

ŞİPUÇİN: Saçma!

HİRİN: Biliyorum, biliyorum. Onlara hava atmak için, her yeri onlarla dolduracaksınız! Ama
onlar da ortalığı altüst edecekler. Göreceksiniz! Kadınlar yalnız mazarrat ve dert çıkarmak
için yaratılmışlardır!

176

ŞİPUÇİN: Tümüyle yanlış! Kadınlar toplumu yüceltmek için yaratılmışlardır!

HİRİN: Ne yükseltirler ya! Batırırlar! Batırırlar! Mesela sizin karınızı alalım ele. İyi okumuş,
kültürlü falan filan. Ama geçen pazartesi ne yaptı biliyor musunuz? Ağzından öyle bir laf
kaçırdı ki, işi örtbas etmek iki günümü aldı! Düşünebiliyor musunuz, bir yığın insanın önünde
bana gelip "Bankanın, değer kaybeden şu Driyazko - Priyazki tahvilleri yüzünden başının
belada olduğu doğru mu? Kocam buna çok üzülüyor!" demesin mi? İşte onca insanın içinde
söyledikleri! Beni sinirlendiren de böyle şeyleri ilk önce kadınlara söylemeniz! İnsanın başını
her zaman derde sokar bunlar!

ŞİPUÇİN: Tamam, tamam! Yeter bu kadar! Kutlamada söylenen şu üzücü sözlere bakın!
Üzücü dedim de aklıma geldi. (Saatine bakar) Karım nerdeyse burda olur. Oysa onu
karşılamak için istasyona gitmem gerekirdi. Zavallıcık! Ama çok geç artık. Üstelik yorgunum
da. Doğrusunu söylemek gerekirse, gelişine üzüldüm. Şey, üzüldüğümü söylemek istemedim;
aksine, sevindim. Ama annesinde birkaç gün daha kalması çok daha iyi olurdu. Şimdi tüm
geceyi kendisiyle geçirmemi bekler. Oysa, küçük, özel bir yemek düzenlemiştik. (Titrer)
Hoop! İşte yine başlıyor titremelerim. Ah bu sinirlerim! Öyle kötüyüm ki, sinirlerim nerdeyse
kopacak. Tut kendini. Güçlü ol, güçlü. Cebelitarık kayası gibi güçlü ol. Adım Şipuçin kadar
kesin! (TATYANA girer. Üzerinde yağmur-
177

luk. Omzunda, çapraz asılmış, büyük biri gezi çantası) Taşı an, ba... Meleğim!

TATYANA: Sevgilim! (Şipuçin'e koşar. Uzun uzun öper)

ŞİPUÇİN: Biz de şimdi senden söz ediyorduk.

TATYANA-. (Soluyarak) Özledin mi beni? İyi misin? Henüz eve gitmedim. İstasyondan
doğru buraya geldim. Sana söyleyecek o kadar çok şeyim var ki! Hayır, üstümü
çıkarmayacağım. Birkaç dakikacık kalacağım. (Hirin'e) Nasılsınız Kuzma Nikolayeviç?
(Şipuçin'e) Evde her şey yolunda mı?

ŞİPUÇİN: Yolunda! Çok iyi görünüyorsun sevgilim. Her zamankinden daha şişman ve
güzelsin. Nasıl geçti yolculuğun?

TATYANA: Ay, fevkalâdeydi! Annemle kız kardeşim Tatyana sevgilerini yolladılar sana.
Küçük Vasili Andreyeviç, "Benim için kocaman bir öpücük kondur" dedi. (Öper) Teyzem,
koçça bir kavanoz dolusu reçel gönderdi. Zena da "Kocaman bir öpücük de benim için
kondur" dedi. (Öper) Ay, olanları bir bilsen! Bir bilsen olanları! Sana anlatmaya çekiniyorum
biraz; çok korkunç çünkü. Ay, dur, gelişimden pek memnun olmamış gibi bir halin var senin.

ŞİPUÇİN: Tümüyle yanlış sevgilim. (Öper, Hırın, kızgın, öksürür)

TATYANA: Zavallı Katya, zavallı, zavallıcık Kat-ya! Onun için çok, çok üzülüyorum.
Zavallıcık!

ŞİPUÇİN: Bak sevgilim, bugün bankanın 15. yılını kutluyoruz. Yönetim kurulu nerdeyse

burda olacak. Sen de onlarla karşılaşacak kılıkta değilsin.

TATYANA: Ay, öyle ya, kutlama! "Baylar, sizi kutlarım... Size en iyi dileklerimi... vesaire,
vesaire..." Demek bugün kutlama günü. Tabii parti de var, yemek de. Ay, sahi, bir de, günler
boyu yönetim kurulu için yazdığın o harika nutuk da var. Bugün mü okuyacaklar sana? (Hirin,
öfkeyle öksürür)

ŞİPUÇİN: Sevgilim, böyle şeylerin sözünü etmeyelim. Hem artık senin eve gitme zamanın
geldi.

TATYANA: Hemen, şimdi. Sana her şeyi, başından sonuna kadar, bir dakikada anlatır
giderim. Eveet, istasyondan ayrılmadan önce, beni nasıl bıraktığını hatırlıyor musun? O şişko
karının yanına oturmuş, hemen kitap okumaya başlamıştım hani? Trende konuşmaktan ne
kadar nefret ettiğimi bilirsin. Hiç kimseyle konuşmadan, üç istasyon boyunca okudum. Akşam
oldu. Müthiş bir hüzün çöktü içime. Bilirsin nasıl olduğunu. Karşımda genç bir adam vardı.
Saygın, siyah saçlı, iyi görünüşlü. Her nasılsa, başladık konuşmaya. Derken, bir deniz subayı
da katıldı bize. Sonra bir öğrenci ya da onun gibi bir şey.. (Güler) Onlara evli olmadığımı
söyledim. Ay, ondan sonra görecektin hallerini. Siyah saçlısı, bir sürü komik fıkra anlatıyor,
deniz subayı da durmadan şarkı söylüyordu. Ay, çatlayıncaya kadar güldüm desem yeridir.
Derken deniz subayı -bilirsiniz denizcileri- tesadüfen adımın Tatyana olduğunu öğrenince,
hangi şarkıyı söyledi, bili-

178

179

yor musun? (Kalın bir erkek sesini taklit etmeye çalışır) "Onegin, artık saklamayacağım.
Tatyana'yı deli gibi seviyorum." (Gülerler. Hirin, öfkeyle öksürür)

ŞİPUÇİN: Bak Tanyuşa. Kuzma Nikolayeviç'in çalışmasını engelliyoruz. Hadi eve git artık.
Her şeyi bana sonra anlatırsın.

TATYANA: Zarar yok, aldırmam. İsterse o da dinlesin. Ay, her şey o kadar ilgi çekici ki!
Bitirmek üzereydim zaten. Seryoza beni istasyonda karşıladı. Yanında bir başka genç adam
daha vardı. Vergi müfettişi filan gibi bir şey galiba. Oldukça yakışıklıydı. Çok güzel gözleri
vardı. Seryoza benimle tanıştırdı. Birlikte istasyondan ayrıldık. Hava olağanüstü güzeldi...

(Dışardan sesler duyulur: "İçeri giremezsiniz! O oda özeldir! Ne istiyorsun? Durdurun şu


kadını!" Bayan MERÇUTKİNA, dı-şardaki biriyle itişip, kakışarak girer. Elinde evraka
benzer bir kâğıt vardır)

MERÇUTKİNA: Çek elini üstümden! Allah, Allah! Müdürü görmek istiyorum! (Şipuçin'e
yaklaşır) Oh, Ekselansları, serefyab oldum... Adım Nastasya Fiyodorovna Merçut-kina.
Kocam devlet memuru... idi.

ŞİPUÇİN: Sizin için ne yapabilirim?

MERÇUTKİNA: Şey Ekselansları, kocam beş ay boyunca, doktor nezaretinde, evde hasta
yattı. Fakat hiçbir sebep yokken, işten attılar, Ekselansları! Maaşını almaya gittiğimde, bana
24 ruble 36 kapik eksik verdiler. "Ni-

180

ye?" diye sordum. "Yardım Sandığı'ndan aldığı borca karşılık!" dediler. Ne demek istediler
yani? Benden izinsiz ne diye borç aldı? Ne biçim iştir bu Ekselansları? Ben fakir bir kadınım.
Pansiyon kiralarıyla anca geçinebiliyorum. Ben fakir, zayıf, müdafaasız bir kadınım
Ekselansları. Herkes bana hakaret ediyor. Kimselerden tatlı bir laf duyduğum

yok! ŞİPUÇİN: Bağışlayın. (Elindeki dilekçeyi alır,

okur)

TATYANA: (Hirin'e) Ay, size her şeyi ta başından anlatmalıyım. Geçen hafta annemden bir
mektup aldım. Gerçek bir Grendilevs-ki'nin kız kardeşim Katya'ya evlenme teklif ettiğini
yazıyordu. Saygın, soylu filan ama, bilirsin bunları, beş parasız, işsiz! Ama inanır mısın,
Katya da ona aşık olmuş! Hale bakın! Annem de acele gelip, Katya konusunda bir şeyler
yapmamı istedi.

HİRİN: (Parlar) Affedersiniz ama, sizin yüzünüzden yerimi kaybettim! Siz annenizle Kat-
ya'nızdan laf ederken, ben burda yerimi
şa...

TATYANA: Ne olur yani? Hak'katen acayip bir yaratıksınız! Bir kadın konuşurken, onu
dinlemek zorundasınız! Ayrıca, nedir sizi böyle asabi yapan bugün? Âşık filan değilsiniz
herhalde!

ŞİPUÇİN: (Marçutkina'ya) Ben bu işin başını da sonunu da anlamadım. Nedir sorun?'

TATYANA: Ne olacak, gene âşık bu! Bak, yüzü nasıl da kızarıyor!

ŞİPUÇİN: (Tatyana'ya) Tanyuşa, sevgilim, lüt-

181

fen beni dışarda bekler misin? Birkaç dakika sonra yanında olurum. TATYANA: Ay, aman.
pekâlâ! (Çıkar) ŞİPUÇİN: Gerçekten bu konuyu anlayamadım. Ama yanlış yere geldiğinizi
söyleyebilirim bayan. Bu işin bizimle hiçbir ilgisi yok. Sizin, kocanızın çalıştığı yere gitmeniz
gerek. MERÇUTKİNA: Fakat Ekselansları, şimdiye kadar, en az beş yere gittim. Kimseler
dinlemedi beni. Nerdeyse çıldıracaktım. Allahtan damadım Boris Matyeviç -Allah ondan razı
olsun!- size gelmemi söyledi. "Bay Şipu-çin'e git anne" dedi. "Büyük bir adamdır o. Yaygın
bir nüfuzu vardır. Senin için her şeyi yapar." Bana yardım etmelisiniz Ekselansları!

ŞİPUÇİN: Fakat size yardım edemem bayan. Anlamıyor musunuz? Çıkardığım kadarıyla,
kocanız Savunma Bakanlığı'nın Sağlık Bölü-mü'nde çalışmış. Burası ise, katıksız bir özel
girişim, bir banka! Aradaki ayrımı görmüyor musunuz?

MERÇUTKİNA: Fakat Ekselansları, elimde kocamın hasta olduğunu ispatlayan doktor


raporları var. İşte! Bakın! Lütfen bakın!

ŞİPUÇİN: (Kızar) Evet, güzel, çok güzel! Fakat, yineliyorum, bunun bizimle hiçbir ilgisi yok!

(Dışarda: Tatyana'nın gülüşünü, bir erkek gülüşü izler)

ŞİPUÇİN: (Kapıya bakar) Şimdi de memurların işlerini engelliyor! (Merçutkina'ya) Bana


bakın bayan, anladığım kadarıyla, oldukça ka-

18?

nşık bir iş bu. Fakat eşiniz nereye başvuracağınızı kesinlikle biliyordur. MERÇUTKİNA: O
mu? Hiçbir şey bilmiyor Ekselansları! Hep, "Bu senin işin değil! Defol başımdan!" diyor. İşte,
ondan öğrenebileceğiniz tek laf bu!

ŞİPUÇİN: Yineliyorum! Eşiniz Savunma Bakanh- -ğının, Sağlık Bölümün'de çalışmış. Burası
bir banka, tecimsel bir kuruluş, katıksız bir özel girişim!

MERÇUTKİNA: Evet, evet, 'hepsini biliyorum Ekselansları. Fakat bana hiç değilse bir 15
ruble vermelerini temin edemez misiniz? ŞİPUÇİN: (Umutsuzca iç çeker) Off! HİRİN:
Andrey Andreyeviç, bu böyle devam ederse, raporu hiçbir zaman bitiremeyeceğim!
ŞİPUÇİN: Bir dakika! (Merçutkina'ya) Fakat anlamıyor musunuz, bu dilekçeyle bize
başvurmanız-, bir boşanma davası için, bir bakkala ya da Gelir Vergisi Dairesi'ne başvurmanız
gibi bir şey! (Kapı vurulur) TATYANA: (Dışardan) Andrey, gelebilir miyim? ŞİPUÇİN:
(Bağırır) Bir dakika bekle sevgilim, bir dakika bekle! (Merçutkina'ya) Belki sizi kandırdılar
ama, bunun bizimle ne ilgisi var? Bugün bankamızın 15. yılını kutluyoruz. Her an biri
gelebilir. Lütfen beni yalnız bırakın!

MERÇUTKİNA: Ekselansları, bu fakir öksüze acıyın! Ben zavallı, müdafaasız bir kadınım.
Kocadım. Ölmekten korkuyorum. Kiracıla-

183

rım beni hep atlatıyor. Onları yakından takip etmem; ev işlerine de bakmam gerek. Üstelik
damadım da işsiz!

ŞİPUÇİN: Sayın bayan, ben... ben... Hayır! Si-zinle konuşamam artık! Başım dönüyor. Hem
bizim zamanımızı, hem de kendi zamanınızı harcıyorsunuz. (İç çeker. Kendi kendine) Aptal
bu kadın! Adım Şipuçin kadar kesin! (Hirin'e) Kuzma Nikolayeviç, lütfen bayana söyleyin,
bu... (Elini silkerek dışarı çıkar)

HİRİN: (Kızgın,kadına yaklaşır) E, söyle baka-hm, ne istiyorsun?

MERÇUTKİNA: Ben zayıf, müdafaasız bir kadınım. Belki sağlam görünüyorum ama, bir
muayene ettirseniz, iler-tutar hiçbir yanım olmadığını görürsünüz. Ayakta zor duruyo-rum. Bu
sabah, kahvemden bile zevk alamadım.

HİRİN: Sana basit bir sual sordum: Ne istiyorsun?

MERÇUTKİNA: Sadece bana 15 ruble vermelerini söylemenizi istiyorum. Şimdi. Geri kalan
aybaşına kadar kalabilir.

HİRİN: Sana demin her şey apaçık anlatıldı: Burası bir banka!

MERÇUTKİNA: Biliyorum, biliyorum. Ama, isterseniz size doktorların raporlarını


gösterebilirim.

HİRİN: Bana bak, senin omuzlarının üstündeki kafa mı? Yoksa başka bir şey mi?

MERÇUTKİNA: Başıma gelenleri öğrenmeye hakkım yok mu yani? Beni başkasının para-

sı ilgilendirmiyor ki! Yalnız kendi param! HİRİN: Aziz bayan! Sana basit bir sual soruyorum:
O omuzlarının üstündeki kafa mı, değil mi?... Seninle konuşup, vakit kaybetmekle, aptallık
ediyorum. (Kapıyı gösterir) Lütfen gider misin?

MERÇUTKİNA: (Şaşkın) Para ne olacak peki? HİRİN: Sendeki kafa değil, bir çeki... (Tahta
olduğunu anlatmak için, önce masaya, sonra a in ma uurur. İyice anlasın diye tekrarlar)

MERÇUTKİNA: (Öfkeyle) Yaa; demek öyle ha! Bana bak, bana! Sen anca karınla öyle
konuşabilirsin! Benim kocam devlet dairesinden! Kendine gel! Fazla ileri gitme! HİRİN:
(Öfkeyle sesi kısılır) Çık dışarı! MERÇUTKİNA: Gücün yeterse, sen çıkar! HİRİN: (Kendini
zor tutar) Bana bak, eğer çıkıp gitmezsen, muhafızı çağırıp, onunla attıracağım seni! (Tepinir)
Defol şimdi! 'MERÇUTKİNA: Beni korkutamazsın sen! Senin

gibileri çok gördüm ben, pinti herif! HİRİN: Hayatımda böyle inatçı bir kadın görmedim! Of,
kan tepeme çıktı! (Zor nefes alır) Sana son defa söylüyorum. Duyuyor musun beni, ihtiyar
yarasa! Eğer bu odadan çıkıp gitmezsen, seni eşek sudan gelinceye kadar döverim! Sana ihtar
ediyorum! Sinirli herifin biriyim ben! Seni ömrüm boyu sakat bırakırım! Bir cinayet çıkacak
elimden! MERÇUTKİNA: Hadi ordan! Havlayan köpek ısırmaz! Beni korkutamazsın sen!
Senin gibileri çok gördüm! İyi bilirim senin gibileri!

184

185

HİRlN: (Umutsuz) Bu kadını görmeye taham- mülüm kalmadı artık! Hasta etti beni. Daha
fazla dayanamayacağım! (Masasına gidip oturur) Bura ; kadınların işgaline uğradı! Bu işi asla
bitiremeyeceğim, asla!

MERÇUTKİNA. Canım, başkasının parasını mı istiyorurr ben? Hayır! Ben sadece kanunun
bana verdiği hakkı istiyorum! (Hirin'in ka-loşlannı görür) Haydaa! Şu hale bakın! Kendinden
utan be adam! Bu güzelim yaz'anede o kaloşlarla oturulur mu? Kaba herif n'olacak!
(Şipuçin'le Tatyana girer)

TATYANA: Sonra Berejnistki'ler bir parti verdi. Katya, soluk bir mavi fularla göğsü oldukça
açık, ipek bir elbise giymişti. Tepesine toplanmış saçlarıyla çok iyi gitmişti. Ben yapmıştım
saçlarını. Ay, o kız adam gibi giyinip, saçını doğru dürüst yaptırdı mı, gerçekten çarpıcı
oluyor.

ŞİPUÇlN: (Ani bir migren ağrısıyla kıvranır) Evet, evet, çarpıcı... Çarpıcı... Nerdeyse burda
olurlar.

MERÇUTKİNA: Ekselansları!

ŞİPUÇİN: (Üzüntüyle) Siz hâlâ burada mısınız? Sizin için ne yapabilirim?

MERÇUTKİNA: Ekselansları, şu, buradaki adam (Hirin'i gösterir) evet, o! İşte, o adam. Önce
masaya, sonra kafasına vurdu elini. Evet, aynen öyle yaptı! Benim odun kafalı olduğumu
demeye getirdi! Siz benimle ilgilenmesini söylediniz. O ise, benimle alay etti, hakaret etti
bana. Ben zayıf, müdafaasız bir kadınım Ekselansları...

ŞİPUÇİN: Peki bayan, ilk ağızda sizin işinize el

186

atacağım, yalnız gidin artık. Sonra gelin. (Kendi kendine) Gut'um tutacak galiba!

HİRİN: (Şipuçin'e, alçak sesle) Andrey Andre-yeviç, muhafızı çağırın. Kulağından tuttuğu
gibi, dışarı atsın. Daha ne kadar çekeceğiz* bu karıyı?

ŞİPUÇİN: Aman, hayır, hayır! Çığlığı basıp bankadaki herkesi ayağa kaldırır.
MERÇUTKİNA: Ekselansları...

HİRİN: (Ağlamaklı bir sesle) Fakat benim bu raporu bitirmem lâzım. Bu gidişle zamanında
tatamlayamayacağım! (Masasına döner) Benden buraya kadar!

MERÇUTKİNA: Ekselansları, parayı ne zaman alacağım? Bana şimdi lâzım!

ŞİPUÇİN: (Kendi kendine, kızgın) Ömrümde böylesine sevimsiz, böylesine... (Merçutki-


na'ya, yumuşacık) Bana bakın bayan, size az önce de anlattım. Burası bir banka, özel bir
kuruluş.

MERÇUTKİNA: Bu kadar zalim olmayın Ekselansları. Babalık edin bana. 'Eğer doktor
raporu kati değilse, polisten size, yeminli, tasdikli bir ifade getireyim. Söyleyin onlara
versinler parayı!

ŞİPUÇİN: (Zorlukla nefes alır) Off!

TATYANA: Ay, aziz bayan! Hak'katen çok acayip bir insansınız! Size az önce söylediler. Fena
taktınız kafanızı bu işe. Herkesi böyle rahatsız etmeye hakkınız yok. Yapmayın bunu!

MERÇUTKİNA: Ham'fendi bari siz söyleyin onlara. Kimse bana yardım etmiyor. Ne yeme-

187

nin, ne içmenin tadı kalmadı benim için. Bu sabahki kahvemden bile zevk alamadım!

ŞİPUÇİN: (Bitkin) Peki! Ne kadar istiyorsunuz?

MERÇUTKİNA:24 ruble, 36 kapik!

ŞİPUÇİN: Tamam! (Cüzdanından para çıkarır) İşte size 25 ruble! Üstünü de alıkoyun ve
hemen gidin! (Hirin, kızgınlıkla öksürür)

MERÇUTKİNA: (Parayı kapıp saklar) Oh, çok teşekkür ederim, Ekselansları! Çok
teşekkürler!

(Çıkmak üzere yürür. Fakat kapı önünde durur)

TATYANA: (Şipuçin'in masasının üstüne oturur) Ben gerçekten gitmeliyim. (Saatine bakar)
Ay, sana söyleyeceklerimi daha bitir-medim ki! Bir dakikada bitirir giderim. Ay, çok
korkunçtu Berejnistki'lerde olanlar! Parti fena değildi ama, enteresan bir yönü yoktu! Tabii,
Katya, orda olan Grendilevski'yi teshir etti .-Fakat ben Katya'yı hemen karşıma alıp, uzun
uzun konuştum, biraz ağladım, ama sonunda Katya'yı ikna ettim. O da hemen o gece
Grendilevski'yle konuşup red cevabı verdi. Eh, dedim, bu iş burada bitti, annem mutlu, Katya
kurtuldu, ben de artık biraz eğlenebilirim... derken, ne oldu dersin? Katya'yla bahçede
dolaşırken, birden... Ay, düşüncesi bile beni üzüyor! (Mendiliyle kendini yelpazeler) Bu
konuda sana ancak bu kadarını söyleyebilirim.

ŞİPUÇİN: (İç çeker) Off!


TATYANA: (Ağlayarak) Doğru yazlık eve koştuk. Orada... orada zavallı Grendilevski var-

dı... Boyluboyunca toprağa uzanmış... elinde bir tabanca.

ŞİPUÇİN: Daha fazla dayanamayacağım! Bir dakika daha duramayacağım! (Merçutkina'yı


görür) Şimdi de ne istiyorsunuz?

MERÇUTKİNA: Kocamın işi ne olacak Ekselansları? Geri alabilecek mi?

TATYANA: Tam kalbinden vurmuştu kendini. Buradan! Katya, ölü gibi bayıldı. Zavallı
yaratık! Grendilevski ise, nerdeyse korkudan ölmüştü. Öylece, oracıkta yatıyordu. Çarşaf gibi
bembeyazdı. Doktor getirmemizi istedi. Derken doktor geldi... ve zavallıcığın hayatını
kurtardı...

MERÇUTKİNA: Kocam işi geri alamaz mı Ekselansları?

ŞÎPUÇİN: Hayır! Dayanamayacağım buna! Dayanamayacağım artık! (Ağlayarak çöker)


Dayanamayacağım
buna! (Bitkin bir halde, kollarını Hirin'e uzatır) Atın şu kadını buradan! Atın kadını dışarı
burdan!

HİRİN: (Tatyana'ya gider) Defol git burdan!

ŞİPUÇİN: Onu değil! Ötekini! Surdaki canavarı! (Merçutkina'yı gösterir)

HİRİN: (Anlamaz. Tatyana'ya) Defol hadi! Defol! Çık dışarı! (Tepinir. Yürür)

TATYANA: Ne?! Ne demek istiyorsunuz? Gerçekten çok acayip bir insansınız! Çıldırdınız mı
siz?

ŞİPUÇİN: (Bitkin) Korkunç bir şey bu! Bittim, tükendim! Atın onu dışarı! Tekmeyle atın!

HİRİN: Defol git burdan! Bütün kemiklerini kıra-

188

189

nm senin! Ömrün boyu sakat bırakırım se- nü Gebertirim! (Tatyana, önü sıra kaçar, Hırın
kovalar)

TATYANA: Buna nasıl cesaret edersin, kaçık -herif! (Bağırır) Andrey! İmdat! Andrey! (Çığlık
atar)

ŞİPUÇİN: (Peşlerinden koşar) Dur! Dur! Bırakın onu! Tanrı aşkına susun! Bağırmayın!
Bankamızın onurunu düşünün!

HİRİN: (Merçutkina'yı kovalamaya başlar) Defol! Defol! Tut şunu! Vur tepesine! Kes
gırtlağını!
ŞİPUÇİN: (Bağırır) Kesin bağırmayı! Lütfen! 1 Lütfen! Tanrı aşkına, kesin şu bağırmayı!

MERÇUTKİNA: Cennetteki azizler! Azizler! (İnleyerek) Ey yaşayan azizleri

TATYANA: (Çığlık atarak) İmdat! İmdat! Kurtarın beni! Bayılacağım! Bayılacağım artık!
(Bir sandalyeye sıçrar. Oradan, inleyerek, kanapeye düşer)

HİRİN: (Merçutkina'yı kovalayarak) Bırak onu bana! Gebert! Un-ufak et! Parça parça doğ-ra!

(Kapı küt küt vurulur. Bir ses-. "Yönetim Kurulu delegeleri!")

ŞİPUÇİN: Delegelerimiz... Şöhretimiz... Vaziyetimiz...

HİRİN: Defolun, Allanın belâsı kanlar! İkiniz de defolun! (Kollarını sıvar) Bırakın şunları
bana! İkisini de bir güzelce geberteyim!

(Bir örnek giyinmiş 3 DELEGE girer. Biri, içinde 'küçük nutuk'un bulunduğu deri

190

çantayı, diğeri gümüş kupa'yı taşımakta. Tatyana, inleyerek, kanapeye kapanmış. Merçutkina
ise, Şipuçin'in kollarında inlemekte. Sipuçin kadını yere düşürür. Sonra sandalyesine oturtur.
Hırın, titrer. Sonra kendini toparlar. Sıvadığı gömleğinin kollarını indirir, sırıtır)

DELEGE: (Yüksek sesle okur) Onurlu ve saygın Andrey Andreyeviç Şipuçin!


Kuruluşumuzun geçmişine derin bir bakış atacak ve aklın gözüyle, sürekli yükselişini
inceleyecek olursak, sonucun ne kadar mutluluk verici olduğunu görürüz. Kuruluşumuzun ilk
yıllarında, anaparamızın azlığı, işlerin ağır gidişi, amacımızın kesin olmayışı, bize Hamlet'in
ünlü sorusunu düşündürüyordu: "Yaşamak mı, yoksa ölmek mi?" Kötümserler pes etmemizi,
bankayı kapatmamızı öneriyorlardı. Derken başkanlığa siz geldiniz. Geniş bilginiz,
tükenmeyen çabanız ve eşsiz yönteminiz, bankamızı, olağanüstü bir başarıya, süregi-den bir
yükselişe ulaştırdı. Bankamızın ağırbaşlılığı ve ünü (Ûksürür) Bankamızın ünü..

MERÇUTKİNA: (İnler) Ohh, off...

TATYANA: (İnler) Su! Su!

DELEGE: (Sürdürür) Bankamızın ününü öyle bir aşamaya getirdiniz ki, bugün kuruluşumuz,
ülkemizdeki, dış ülkelerdeki herhangi bir bankayla aynı çizgiye...

ŞİPUÇİN: (Tümüyle kendini kaybetmiş) Şöhretimiz... Delegelerimiz... Vaziyetimiz... (Şarkı


söyler) "Olanlar oldu! Hayat bir rüyaydı. O da son buldu..."

191

DELEGE: (Üzgün, sürdürür) ...geldi, dayandı! Sonra, içinde bulunduğumuz duruma gururla
bakacak olursak, görürüz ki, onurlu ve saygıdeğer Andrey Andreyeviç, bu... (Diğer
delegelere) Biz belki... daha sonra gelsek iyi olur... Evet, sonra, çok sanra...
(Üzüntüyle çıkarlar. Hirin, eğilerek selamlar. Kapıyı kapatır. Kadınlar arasında çığlık atan
anına dönerken...)

PERDE

DEVLET

Dino Buzzati
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Git ve: kullan, ara

Dino Buzzati Traverso (d. 16 Ekim 1906, ö. 28 Ocak 1972) İtalyan romancı, öykü yazarı,
ressam, şair ve gazeteci.

Konu başlıkları
[gizle]

• 1 Yaşamı
• 2 Eserleri
o 2.1 Roman
o 2.2 Öykü
o 2.3 Çocuk romanı
o 2.4 Tiyatro oyunları

• 3 Türkçede Dino Buzzati

Yaşamı [değiştir]
Dört çocuklu Venedikli bir ailenin ikinci çocuğu olarak Belluno'da dünyaya geldi. 1917
yılında Milano’daki Parini Lisesi'nde başladı, fakat aynı yıl evleri Avusturyalılar tarafından
işgal edildi ve yağmalandı. 1920 Kasımı’nda ilk öyküsü “La canzone delle montagne”’yi
yazdı. 1924 yılında, daha önce babasının da öğretim üyeliği yaptığı Milano Üniversitesi’nde
hukuk okumaya başladı. 1926-27 yıllarında askerlik görevini yaptı. 10 Haziran 1928 tarihinde
Milano’nun Corriere della Sera gazetesinde çalışmaya başladı ve bu görevini ölümüne değin
sürdürdü. Aynı yıl hukuk diplomasını aldı.

1933 yılında ilk romanı “Bàrnabo della Montagne” (Dağların Bàrnabo'su) yayımlandı ve
hemen arkasından Corriere della Sera tarafından Filistin’e gönderildi. İkinci romanı “Il
Seecreto del Bosco Vecchio” (Eski Korunun Gizemi) 1935’de yayımlandı. 1939 yılında
gazete için Addis Abeba’da bulunurken askere çağrıldı. 1940 Haziran’ında başyapıtı Il deserto
dei Tartari (Tatar Çölü) yayımlandı. Üç yıl bir savaş gemisinde görev yaptı. Savaş sonunda
Tatar Çölü büyük ilgi gördü ve Buzzati’yi bir anda İtalya’nın önde gelen yazarlarından birine
dönüştürdü. Uluslar arası başarısı ise Tatar Çölü’nün “Le Desert des Tartares” adıyla 1949
yılında Fransa’da basılmasından sonra gerçekleşti ve eser kısa sürede 20’den fazla dile
çevrildi.

1953 yılında en başarılı oyunu kabul edilen “Un caso clinico” (Klinik Bir Vaka) sahneye
koyuldu. Bu oyun 3 yıl sonra Albert Camus tarafından uyarlanarak Fransa’da sahneye
koyuldu ve büyük başarı sağladı.

Buzzati 1958 yılında Milano’da ilk resim sergisini açtı ve 1960 yılında bilimkurgu türündeki
tek romanı olan “Il grande ritratto”’yu (Yaşamdan da Üstün) yayımladı. 1963 yılında beşinci
ve son romanı olan “Un amore” ("Bir Aşk") yayımlandı. 1966 yılında, dünyaca ünlü öyküsü
“Il Colombre” (Colombre), 51 seçme öyküsünün yer aldığı bir seçkide yayımlandı.

1969 yılında, Orpheus’un modern bir çeşitlemesi kabul edilen “Poema a fumetti” (Çizgi
Roman Biçiminde Şiir) adlı resimli romanı yayımlandı ve büyük ilgi gördü. 1971 yılında “Le
notti difficili” (Zor Geceler( adıyla, öykülerinin altıncı basımı yapıldı. Bu, aynı zamanda
Buzzati’nin, hayattayken yayımlanan son kitabı oldu.

Buzzati 28 Şubat 1972’de kanserden öldü.

Buzzati'nin Dağların Bàrnabo'su, Eski Korunun Gizemi, Tatar Çölü ve Bir Aşk adlı romanları
filme çekilmiştir.

Buzzati, 1958 yılında, toplu öykülerinin yer aldığı kitapla, İtalya'nın en önemli edebiyat ödülü
olarak kabul edilen Strega Ödülü'nü; 1970 yılında da, Ay'a ayak basan ilk insan hakkında
kaleme aldığı makalesiyle de Mario Massai Ödülü'nü aldı.

Eserleri [değiştir]
Roman [değiştir]

• Bàrnabo della Montagne (Dağların Bàrnabo'su, 1933)


• Il Secreto del Bosco Vecchio (Eski Korunun Gizemi, 1935)
• Il deserto dei Tartari (Tatar Çölü, 1940)
• Il grande ritratto (Yaşamdan da Üstün, 1960)
• Un Amore (Bir Aşk, 1963)

Öykü [değiştir]

• I Sette Messaggeri (Yedi Ulak, 1942)


• Il crollo della Baliverna (Baliverna’nın Çöküşü, 1957)
• Sessanta racconti (60 Öykü, 1958)
• Il colombre (Colombre, 1966)

Çocuk romanı [değiştir]

• La famosa invasione degli orsi in Sicilia (Ayılar Baskını, 1945)


Tiyatro oyunları [değiştir]

• Un caso clinico (Klinik Bir Vaka, 1953)


• L'uomo che andrà in America (Amerika'ya Gidecek Ressam, 1962)
• Il mantello (Palto, 1960)

Türkçede Dino Buzzati [değiştir]


1940 - Il deserto dei Tartari (Milano: Rizzoli).

• Tatar Çölü, çev. Nihal Önol (İstanbul: Varlık, 1968).


• Tatar Çölü, çev. Hülya Tufan (İstanbul: İletişim, 1991).

1945 - La famosa invasione degli orsi in Sicilia (Milano: Rizzoli).

• Ayılar Yönetimde, çev. Süleyman Nebioğlu (İstanbul: May, 1978).


• Ayılar Baskını, çev. Bülent Berkman, resimleyen Semih Poroy (İstanbul:
Milliyet, 1995).

1953 - Un caso clinico (Milano: Mondadori).

• Klinik Bir Vaka, çev. Zihne Küçümen (Ankara: Devlet Tiyatrosu, 19??). 2.
Baskı: Klinik Bir Olay (Ankara: Devlet Tiyatrosu, 1973).

1958 - Esperimento di magia (Padova: Rebellato).

• Büyücü, çev. İhsan Akay (İstanbul: Varlık, 1971).

1963 - Il colombre (Milano: Mondadori).

• K. Balığı, çev. Eren Yücesan Cendey (İstanbul: İletişim, 1994). 2. Baskı:


Colombre (İstanbul: Can, 2007).

1963 - Un amore (Milano: Mondadori, 1963).

• Bir Aşk, çev. Y. İlksavaş (İstanbul: Günebakan, 1975?).

1968 - La boutique del mistero (Milano: Mondadori, 1968).

• Tanrıyı Gören Köpek, çev. Rekin Teksoy (İstanbul: Can, 1992). 2. Baskı:
Büyülü Öyküler (İstanbul: Can, 1995).

Öykülerinden Seçkiler

• Büyücü, çev. İhsan Akay (İstanbul: Varlık, 1971).


• Keşişin Köpeği, çev. Afşar Timuçin (İstanbul: Cem, 1981).
• Tanrı Görmüş Köpek, çev. İhsan Akay (İstanbul: Milliyet, 1995).
Albert Camus
documenting the absurdities of war and peace

Before commenting upon the works of Albert Camus, I should first make a rather
bold statement: I consider him to be an existential writer. More accurately, I consider
him a writer of existential works. It is fashionable in academic writings to now drop
the label from almost every “existentialist” — especially since only Jean-Paul Sartre
seems to have embraced the label, and then only for a brief time. Certainly it is
possible to debate Camus’ status as an existentialist, but one cannot ignore existential
elements in his fiction. Camus preferred to think of himself as an “absurdist.”

As one reads Camus, or any other writer sometimes called “existential,” remember
existentialism was never an organized movement. Existential situations and themes
appear in Dostoevsky’s works, but he certainly was not an existentialist. In large part,
the following commentaries do not focus upon whether or not Camus was an
existentialist… I leave that to the readers and individuals with doctorates in
philosophy. Personally, I think Camus stands far above Sartre as a writer and nearly
equals Franz Kafka. That view is my bias.

Do not use this site as a study guide. The incomplete nature of this Web site might result in
misunderstanding the profiled individuals. The pages are sometimes posted unedited or appear in outline form.
These documents contain excerpts from the works of others. Read their books.

NOTE: Citations are not in MLA or APA format to prevent “borrowing” from this site. Included passages are in
the format Work; Author, p. Page, with full citations at the end of each Web page.

Biography
Albert Camus was born on 7 or 8 November 1913, in Mondovi, Algeria. Both dates are listed in various
biographies. His parents were Lucien Camus and Hélèn Sintès. Lucien had been orphaned in Algeria.
His parents had been French immigrants seeking a better life in the
colonies. Lucien was self-educated. When Albert was born, Lucien
was working as a cellerman at a winery.

Unlike Lucien, Hélèn was not French. Her family had moved to
Algeria from the Spanish island of Minorca. She suffered hearing
loss and a speech impediment. Hélèn was illiterate, relying upon
her husband for support.
His father, Lucien, died in 1914, during World War I's Battle of
the Marne. Lucien was a member of the First Zouave Regiment.
War was to remain a constant throughout Camus' life -- and his
literature.
Camus' mother was left to raise her son alone, in extreme
poverty. Widowed and nearly deaf, there was little possibility of her
earning a reasonable income. She moved the family to Rue de Lyon,
in the Belcourt section of Algiers. Belcourt was a crowded, almost third-world neighborhood. The
family was forced to move to the region so a grandmother could raise Albert and his older brother.
Albert's grandmother was dying of liver cancer, while an uncle living in the apartment was paralyzed.
A second uncle also lived with the family. Camus' family represented all human misery and
misfortune.
The apartment, near the Arab Quarter of the city, lacked electricity and plumbing. The "facilities"
consisted of water jugs and "Turkish toilets" on the balcony. A Turkish toilet is a drain into an open, or
minimally covered, public sewer.
According to Camus' accounts, his mother was permanently melancholy. To escape this home life,
Camus buried himself in studies and participation in local athletic teams. He distinguished himself in
sports as a leader and competitor. In academics, Camus also excelled. When Camus entered the local
Belcourt schools, an instructor named Louis Germain noticed young Albert's intellect. The teacher
tutored Albert, helping him pass the lycée entrance exams in 1923. A lycée is an exclusive secondary
school for students destined to university -- as Albert was.
An important step out of poverty, Camus was accepted into the University of Algiers' school of
philosophy. In 1930, his studies were interrupted by severe tuberculosis. The disease took one of his
most important possessions -- his strength. As a result of the disease, Camus reduced his studies to a
part-time pursuit. Albert would attend lectures at the University of Algiers from 1932 through 1953,
never losing his enthusiasm for learning.

Communism versus Socialism

Between 1931 and 1935, Camus worked in a string of low-paying jobs, including positions as a police
clerk and salesman. He also had a brief marriage during this period, which ended in divorce. Sadly,
Camus wanted to be a teacher, but could never pass the medical exam due to his tuberculosis.
While a student at the University, Camus joined and left the Communist Party. According to
biographers, Camus joined the Communist Party in 1934, primarily as an anti-Fascist. The Spanish
Civil War greatly affected Camus and many others. His stormy relationship with the Communist Party
continued throughout his life. "Marxist-Leninist" doctrines did not appeal to Camus, even as a student.
His real concern was for the plight of the working class and poor in Algeria and elsewhere.
Marriage added to the complexity of Camus' life. In 1934 he married Simone Hié, the daughter of a
successful ophthalmologist. Simone was from Algeria's upper-class and her mother -- the doctor --
supported the newly weds. Unfortunately, Simone was also a drug addict. Camus' marriage ended
when he learned Simone was having sex with a doctor in exchange for various drugs.
Camus remained a socialist throughout his life. He founded The Workers' Theater in 1935. The
Workers' Theater was intended to present socialist plays to Algiers' working population. Camus hoped
to educate the workers, in accordance with his own beliefs. The theater company survived until 1939.
In 1936 the Algerian Communist Party (PCA) was founded with the explicit goal of independence
for Algeria and a government representing Muslim concerns. In response to the PCA, Camus joined
activities of Le Parti du Peuple Algérien -- a party he considered more "people" oriented. The PCA soon
declared Le Parti to be a Fascist organization, which it was not. Camus was placed "on trial" by the
Algerian Communist Party and expelled as a "Trotskyist." This experience resulted in Camus becoming
anti-Communist for many years. Hypocrisy within the International Communist (Workers) Party was
exposed by the Stalin-Laval Pact of 1935, which changed Communist Party goals. Stalin wanted strong
allies to fight fascism. France was suddenly "good" and, after some "persuasion," the PCA dropped its
call for Algerian independence. Camus was to be forgiven, but he did not forgive.
Between 1937 and 1939, Camus wrote for the Alger-Republicain, a socialist paper. As a reporter,
he compiled a detailed account of the lives of poor Arabs in Kabyles. Camus later published a collection
of essays on the conditions and ethnic discrimination faced by the Arabs in Actuelles III. In late 1939
and early 1940, he edited another socialist paper, the Soir-Republicain. His editorship lasted only a
few short months, as the paper closed in the midst of tensions between Algiers and France.

Combat and Resistance

The period from 1939 through 1942 presents some difficulty to trace accurately. Biographers differ
on exact events in Camus' life, so I attempt to present those facts on which there is agreement. It is
important to recognize that World War II created a great deal of confusion. Camus was a member of a
resistance cell, so not all his activities could be recorded by himself or others. If the order of events in
this section are in error, please offer any corrections.
Camus married again in 1940. Francine Faure was a mathematics instructor from Oran.
In 1940, Camus left Algiers for Paris, hoping to establish himself as a reporter in the leftist press.
Unfortunately, the German army invaded France, and Camus returned to North Africa. Camus
remarried in Africa, and found a teaching position in Oran. Camus was shortly declared a "threat to
national security" and "advised" to leave Algeria in March 1940. The political right's rising power in
both France and Algeria resulted in the mistreatment of many leftist and pacifists. Camus was a
pacifist and wrote openly about avoiding war in Europe. The invasion of France left a terrible
impression upon Camus.
Again, Camus traveled to Paris. This marked Camus' Exile. Camus arrived shortly before the
German army took Paris and much of northern France. The remnants of the French army were
demoralized and, worse, positioned incorrectly to offer any defense of the city. Camus find himself
feeling isolated, or estranged, from what he thought was his country. Camus wrote:
Paris is dead. The danger is everywhere. You go home and wait for the alert signal or whatever. I get
stopped constantly in the street and asked for my ID: charming atmosphere.
Consider that Camus is a pied-noir. His skin is tanned by the sun or light brown. His accent might
be imperfect. Whatever the case, to the "powers" governing Paris, Camus is suspect. What he certainly
is not, in their minds, is Parisian. For better or worse, Camus is in Paris briefly before the entire staff of
Paris-Soir, the newspaper at which he found work, is relocated to the western port city of Bordeaux
to avoid the Nazis.
He travels light, carrying one case with white shirts, ties, toothbrush, and three incomplete
manuscripts. These manuscripts were "The Absurds" -- as named by Camus. During the year 1940 he
produced some of his greatest essays and short stories. In less than a year, Camus wrote or completed
drafts of The Stranger, The Myth of Sisyphus, and The Plague. In addition to these works,
Camus filled notebooks with his thoughts on philosophy and politics.
The German army soon reached Paris, forcing Camus and many others to flee for Vichy France. In
November 1942 the Allies landed in North Africa, giving Camus some hope the war might end. Camus
soon traveled to Saint-Etienn, in Central France. During the winter, his tuberculosis symptoms
worsened and his mood sank.

Combat

In October, 1943, Camus joined a clandestine resistance cell known as "Combat" -- also the name of
the organization's newspaper. "Combat" had been founded in 1942 as an intelligence and sabotage
organization. Considered crude leftists and terrorists by General de Gaulle, Combat proved itself
dedicated to France during the occupation. As with most operatives, Camus adopted a false identity,
"Beauchard," and carried false papers to travel within occupied cities. Camus helped smuggle copies of
the paper Combat to the public. Combat was printed in Lyon and distributed in Paris, carrying news
of the war.
Camus became editor of Combat in 1943, editing the newspaper for four years. His columns and
reports often called upon people to act in accordance with strict moral principals. It was during this
period that Camus formalized his philosophy that human life was sacred, no matter how inexplicable
existence of life might be. The newspaper moved to Paris in the summer 1944, following the Liberation
of Paris. Camus wrote the first Paris edition editorial.
Paris is aflame in a hail of bullets on this August night. In this immense setting of water and stone, all
around this river flowing heavily with history, the barricades of freedom are once again being erected.
Once more, justice must be bought with men's blood. It is unimaginable that men who for four years
have fought in silence and in whole days of bombardments and gunfire will agree to see the forces of
resignation and injustice return in any form whatsoever.

Jean-Paul Sartre

World War II brought Jean-Paul Sartre and Albert Camus together; politics eventually drove them
apart. Even their friendships with Simone de Beauvoir was not enough to keep the two men united
following the rise of Soviet Communism. Only after Camus' death would Sartre again praise his former
friend.
During the mid-1940s, this trio of French intellectuals would meet at Café de Flores on the
Boulevard St. Germain, known as the "The Left Bank." They shared common beliefs: the universe is
brutally apart from reason, there is no divinity, and that freedom surmounts a basic despair. Early on
Sartre and Camus embraced solidarity/humanism as the guiding value in life. Later, in part due to
Camus' rejection of Soviet methods, Sartre would state that Camus had forsaken solidarity as a guiding
principal.
Born into poverty, raised by a widowed nearly-deaf mother, Albert Camus was the ideal target of
socialist and existential doctrines. Not that such doctrines are incorrect, but Camus' perspective was
different from that of other French intellectuals. Experiences produce biases -- and Camus' biases were
rooted in poverty and suffering. Camus was in many ways the man Jean-Paul Sartre wanted to be.
While Sartre had a mildly difficult childhood, he was never wanting for attention or security. Sartre
was drawn to Camus in large part due to this contrast in histories.
Following the war, Camus toured the United States. Camus found that French Existentialism, as
promoted by Jean-Paul Sartre, was widely misunderstood as a philosophy of hopelessness. Camus did
hold that life was absurd -- defying logical explanation, and ultimately irrational. However, Camus
considered life valuable and worth defending. While the American public thought existentialism was
devoid of morality, Camus' experiences in Algiers and France had led to a strong ethical system.
In 1944, at the age of thirty-one, Camus was a leading voice of social change. He belonged to no
political party and was fiercely independent. His rejection of Marxism led to attacks from the
Communists in France and other countries. Camus responded by attempting to form a socialist party
of his own. While the political party never matured, it was clear Camus spoke for many French
workers.
Camus' twins, Catherine and Jean were born.

{** More info on twins needed **}

Camus succumbed to illness in 1949, a relapse of his tuberculosis accompanied by other difficulties.
For two years he remained in seclusion, writing and publishing political essays. Camus recovered in
1951, and published The Rebel, a collection of his thoughts on metaphysical, historical, and artistic
rebellion. The book so angered some of his counterparts that he was ostracized by many French
intellectuals. It was this work that led to Camus' split with Sartre.
The stress of The Rebel's reception among philosophers and historians led Camus to seek out
more relaxing work. He spent the next few years translating his favorite plays. This work as a
translator led to successful French-language productions of plays by Larivey, Buzzati, and William
Faulkner.

Camus, The Activist

During the 1950s, Camus took on the role of full-time advocate for human rights. He did this
despite his break from the French intellectual elite, which in some ways left Camus isolated. He found
himself alone, though often writing about the same injustices as Sartre and others.

In his new solitude Camus would never show more solidarity, giving way to the French equation/pun
solitaire-solidaire, which he would later employ in one of his short stories. He was active in most of the
major causes of his time.
- Introducing Camus; Mairowitz, p. 140

Still disgusted with victory of Franco in Spain decades earlier, Camus resigned from UNESCO in
1952 when it admitted Spain into the organization. Camus could not belong to any organization
allowing a Fascist state membership.
In 1953 Camus wrote in support of east Berlin workers who attempted to strike. While other leftists
ignored the sins of the Soviet satellite states, Camus was shocked when the state used tanks to end
demonstrations. The Communist Party once again proved to Camus that it was anything but
communist or socialist in nature. Wrote Camus of the events:

When a worker, somewhere in the world, approaches a tank with his bare fists and cries out that he's
not a slave, what are we if we remain indifferent?
- Introducing Camus; Mairowitz, p. 141

Camus' deep affection for France was severely tested by events in the 1950s. Dedicated to human
rights, Camus found himself struggling to understand French colonialism -- and its fall. In July 1953,
police opened fire on Muslims protesting in Paris. Many were wounded, several killed, by French
police. Many Muslims in Paris were Algerian, hoping for a peaceful resolution to colonial control. Most
simply wanted, as did Camus, greater autonomy for their homeland. Events such as the police
shootings only served to isolate the Muslims and give greater power to radicals.
One of the greatest blows to French pride was the fall of colonial Asia. In 1954, Vietnamese General
Giap's army defeated French colonial powers in the "Battle of Dien Bien Phu." After the Vietnamese
began to rebel openly, other French colonial holdings begin to follow in armed rebellion. Camus was
torn -- he considered himself French first, Algerian second… and he saw the colonies as part of a
greater France.
Later, as with many other leftists, Camus found himself aligned with the "right" when the Soviet
Union began to use force to control its satellite states. In 1956 Camus and others protested Soviet
actions in Hungary.
True to his life-long opposition to capital punishment, Camus defended the infamous American
couple, the Rosenbergs, not because they were leftists but because of death penalty imposed by an
American court. Camus actually worried that the couple might have spread nuclear weapons -- a
technology Camus found deeply troubling. Commenting upon the United States' use of nuclear
weapons (6 Aug 1945), Camus wrote:
Mechanized civilization has just reached its highest degree of savagery. There is a certain indecency in
celebrating a discovery which above all serves the greatest rage for destruction man has known for
centuries.

The Vichy Purge

Following World War II, there was a great call for "justice" throughout most of Europe. In France,
the Vichy Purge followed WWII. During the purge traitors and Vichy leaders were summarily tried and
executed for crimes against the French people.
Camus attended the trial of Marshal Pétain as both a journalist and out of morbid curiosity. He
wanted to know how such a great man could have aided an enemy of the French people. To the
surprise of many, Pétain was sentenced to death. The World War I hero, now more than 80 years old,
had gone from a French icon to a personification of treachery. Camus and others were relieved when
Pétain was pardoned by Charles de Gaulle, who wanted unity after the war.
Many of the French people, even those who had fought in the Resistance, wanted to forget the war.
While de Gaulle had led French troops, he wanted to rebuild France more than he wanted revenge. As
a result, de Gaulle's government did not continue the Vichy Purge as long or as thoroughly as might be
assumed. Once a few major trials and executions had occurred, de Gaulle properly thought the public
would be satisfied -- and no more French blood would be shed as a result of the war.
Like his fellow Frenchman, Camus insisted upon justice -- and severe penalties. For the first time in
his life, he wondered if the death penalty was a reasonable punishment. Camus attended the trial of a
particularly treacherous man and admitted that death seemed almost too good for a traitor. Still,
Camus resisted the death penalty and fought his emotions.
In every guilty man, there is some innocence. This makes every absolute condemnation revolting.

Camus, The Journalist

After the war, Camus continued to work at the newspaper Combat. For Albert Camus, "journalist"
was as prestigious a job description as "novelist" or "playwright." Camus wrote of the sounds and
smells of the press room, where the words he had written were typeset and printing plates created. He
often spent hours watching the typesetters work with hot lead and the pressmen adjusting the presses
while newspapers were printing. Camus realized that newspapers were far more influential than most
other forms of writing -- thanks to their larger and loyal audiences.
In 1947, Combat was taken private, which meant it operated for profit. This change did not
originally affect content; one reason the paper was privatized was its popularity. Over time, however,
the content did shift and editorial policy moderated. Yet Camus' strong journalistic ideals did not
change. He always held that news must be what people should and need to know, not what they want
to read. Commenting upon the press, in 1957, Camus wrote:
This press, which we hoped would be proud and dignified, is today the same of this unhappy country.

Algerian Unrest

The Algerian situation began to deteriorate more rapidly on 1 November 1954, when members of
the Front de Libération Nationale (FLN) attacked various state assets in Algeria, including military
barracks, police offices, and other symbols of French "occupation." Unlike many from the intellectual
left in France, Camus did not side with the rebels. Unlike these left-leaning thinkers, Camus was in the
unique situation of being from a colony. He considered self native Algerian. Said Camus, "It's easy to
be anti-colonialist in the bistros of Marseille or Paris."
Camus started writing for l'Express daily newspaper in 1955. His "beat" included coverage of the
Algerian war. His articles about Algeria were later collected into Actuelles: Chronique
Algérienne.

Who has capsized all projects of reform for thirty years, if not a parliament elected by the French? Who
has closed its ears to the cries of Arab misery… if not the great majority of the French press? And who,
if not France, with its disgusting good conscience, has waited until Algeria bleeds to finally realize that
she exists?

In February 1956, mass demonstrations by pied-noirs forced France to respond to the unrest in
Algeria. Reluctantly, 400,000 French soldiers were stationed in Algeria. The FLN attacks on non-
Muslims worsened with the arrival of troops. Unfortunately, yet predictably, the French responsed
with torture, mass killings, and a campaign against Muslim fundamentalists.
A despondent Camus concluded there was no stopping the violence, at least not between rebels and
the French troops. Camus begged publicly for a "civil" truce in Algeria, asking both sides to "spare the
civilian population" from violence. Taking his crusade to the people of Algiers, Camus and others
organized a 22 January 1956 public debate. Outside the hall, Muslims and the Front Français de
l'Algérie faced off, but without any major incidents. Unbeknownst to him, Camus guarded by members
of FLN. After the debate, one Algerian writer called Camus, "Le Colonisateur de Bonne Volonté" -- The
Well-Meaning Colonialist.
The last essay written by Camus, "Algérie 1958," supported a "Federation of Peoples" in Algeria.
Under Camus' plan, Muslims and pied-noirs would share power in government and Algeria would
become an autonomous commonwealth. He had also become convinced that communist were behind
much of the unrest. Camus blamed the Soviet Union, Egypt, and Arab states for encouraging Muslim
radicals.
Camus escaped the stress of being a political leader through a series of affairs. From 1956 until
1959, Camus translated and directed plays in France. His leading actresses were also his lovers, Maria
Casarès and Catherine Sellers.

Nobel Prize

The Fall was published in 1956, marking Camus' return to novels. The book was well received,
bringing Camus back into favor in intellectual circles. The following year, Camus was awarded the
Nobel Prize for Literature. While The Fall clearly attracted attention, the Nobel committee sited
Camus' essay Réflexions Sur la Guillotine as an influential work on behalf of human rights.
When Camus received the Nobel Prize for Literature in 1957, he was the second youngest to ever
receive award. While in Sweden to accept the award, Camus went before students at Stockholm
university. An Arab student accused Camus of not caring about the Arabs in Algeria. Camus
responded, "I have to denounce blind terrorism in the streets of Algiers, which might one day strike my
mother or my family. I believe in justice, but I'll defend my mother before justice."
His comments shocked the left-wing. Just as quickly as The Fall had returned him to favor, these
comments isolated Camus again from intellectual circles. Family before justice? Private concerns
greater than the common good? These thoughts ran counter to traditional socialist doctrine. Camus
knew that most people would defend family above country, but he dared to state publicly that human
relationships superseded political theories.
Privately, Camus had worked to help Arabs, saving many from the death penalty. He later said that
"mother" in his comments was meant to symbolize Absurd Death -- no more meaningless death in the
name of politics was acceptable to Camus. Still, leftists failed to understand. The still held to the belief
that sometimes revolution must be violent.
In May 1958, a coup in Algeria, led by right-wing French, temporarily ended the civil unrest. France
promised self-determination, assuming the conservative victory meant French rule would continue.
Camus planned to campaign against independence... he could never imagine Algeria apart from
France.

Before his death, Camus had planned another set of three works. His new theme was to be "love."
According to some biographers, Camus also had three lovers in Paris.

It seems almost fitting that Camus died at the pinnacle of his career as a writer. Camus died in a
freak automobile accident near Sens, France, on 4 January, 1960. Curiously, Camus had once said
there would be no death less meaningful than to die in an automobile accident. He disliked cars,
especially driven at high speeds. He was not driving when he died. Among his papers was the novel
The First Man, a fictionalized account of his family history. This novel was published in 1995,
leading to renewed interest in Camus and his works.
What sets Camus apart from many existentialists and modern philosophers in general is his
acceptance of contradictions. Yes, Camus wrote, life is absurd and death renders it meaningless -- for
the individual. But mankind and its societies are larger than one person.

Chronology
The chronology, like the biography of Camus, is complicated by biographies with differing dates and
some missing records.

1913
November 7
Born in Mondovi, French Algiers.
(or November
8)
1914
Father, Lucien, killed in World War I, Battle of the Marne.
September
1930 Treated for tuberculosis.
Marries Simone Hié, daughter of an ophthalmologist. Later
1934
divorced.
Founds The Workers' Theatre to educate and entertain the
1935
working class of Algiers.
Began writing the collection of essays known as the
1937
Algerian Essays.
1938 Joined the reporting staff of the Alger-Republicain.
1939 The Workers' Theatre closes.
1940 Marries Francine Faure, a mathematics instructor.
1940 Left Algeria for Paris, then left Paris after the Nazi invasion.
Returned to France to join the French Resistance
1941
Movement.
1942 Publishes The Stranger.
Becomes editor of the Parisian Daily Combat, a French
1943
Resistance newspaper.
1943 June 2 Meets Jean-Paul Sartre.
1945 Twins, Catherine and Jean, born to Camus and Francine.
Publishes The Rebel, a study of revolt and rebellion. The
1951 book's criticisms of the Soviet Union and the Communist
Party lead to a split from Sartre.
1956 The Fall published, a study of fraud and guilt.
1957 Awarded the Nobel Prize in literature.
Actuelles III is published, a collection of Camus' columns
1958
on the condition of Arabs in Algeria.
1960 Publishes Resistance, Rebellion, and Death.
1960 January 4 Died in Sens, France in an automobile accident.

Works

• The Stranger; Novel: 1941, 1942, (English 1946) [Amazon]


• The Myth of Sisyphus; Essay: 1942, (English 1955) [Amazon]
• The Misunderstanding; 1943
• Cross Purpose; Play: 1944
• Caligula; Play: 1944 [Amazon]
• The Plague; Novel: 1947 [Amazon]
• State of Siege; Play: 1948, (English 1958)
• The Just Assassins; Play: 1950 [Amazon]
• The Rebel; Essay: 1951 [Amazon]
• The Fall; Novel: 1956 [Amazon]
• Exile and the Kingdom; Short Stories: 1957 [Amazon]
• Resistance, Rebellion, and Death; Essays: 1960 [Amazon]
• A Happy Death; Novel: 1971
• Youthful Writings; Essays: 1973

Commentaries

Algeria, a Main Character

Albert Camus was decidedly Mediterranean. He loved the sun, sand, and swimming. As soon as he
saw a large city, he realized how special the small communities of his native Algeria were; he hated
dull, modern cities. Quite simply, Camus was Algerian, no matter how often he proclaimed he was
French. Algeria was one of the most important concepts in most of his works -- the colonial state was
the setting for his major works and served as a metaphor frequently.
Camus' French Algerian heritage found its way into his works -- and his politics. His last work, The
First Man, published 35 years after his death, is as much about Algeria as Camus' own history. In
fact, Camus was as loyal to France and Algeria as to any person or philosophy. Despite its heat,
poverty, and social unrest, Camus loved Algeria. His exile from the colony seemed to only increase his
passion for it.
Algeria is the setting for most of Camus' works. Its sun is key in The Stranger, The First Man,
and other stories. Even stories meant to be metaphors about France and Nazi occupation are set in
Algeria; The Plague could have been set anywhere, but Camus chose Algeria. In this sense, Algeria is
a "main character" in Camus' fiction. However, it is the political role of Algeria in Camus' life that is
interesting to students of politics and philosophy.
Biographer David Mairowitz theorizes that Camus' attitude toward Algeria was shaped by the
culture of the colony. As a boy, Camus was exposed to a system constructed to reinforce the myth that
French colonies were merely the reconstruction of the Roman Empire. Colonialization was not
conquest but reunification of a great Empire. Algerians, it was believed, would eventually merge into a
common culture. Camus carried this belief until his death; he envisioned an Algeria in which
Moslem/Christian and Arab/Gaul divisions ceased to be important. He never understood the deep
distrust and hatred of the Algerians.
France is the mother country with her kings and châteaux, and young Moslems as well as pieds-
noirs are imbued at school with the idea of a common heritage between the two countries, learning --
cynically -- about "our ancestors the Gauls," while being taught virtually nothing of the thirteen
centuries of Algerian history between the Roman and French colonizations.
When, 130 years later, French Algerians are forced to leave, they will not see themselves as victims
of de-colonization, but as having been kicked out of their own country.
- Introducing Camus; Mairowitz, p. 19
Human rights and equality preoccupied Camus. His politics were decidedly "left-wing" and
socialism appealed to Camus because it promised to equalize some social inequities. However, in life
Camus was not able to treat Arabs as he did his French comrades. Even when trying to write
sympathetically of the Arabs in Algeria and the poverty in which they were forced to live, Camus still
leaves the impression that the Arabs need to be "civilized" by the French culture. It was not that Camus
did not try to support and aid the Arab population, but like many liberals he failed to realize his
support was accompanied by a form of condescension.

The Absurds

In 1940, Albert Camus arrived in Paris where he was to work as a reporter for the newspaper
Paris-Soir. Unfortunately, the Nazis were not far off, so the newspaper's staff left Paris for Clermont-
Ferrand. The stay in Clermont-Ferrand was brief, as the Nazis moved onward, and Camus found
himself in Bordeaux. During this period Camus, like many others, was forced to travel lightly --
carrying only essential items in case it became necessary to flee France entirely. Among his
possessions were three manuscripts, which he called "The Absurds."
The Absurds defined Camus to other French intellectuals; Jean-Paul Sartre considered them
Camus' best philosophical works. The Absurds are the following works:

• Novel: L'Etranger
• Essays: Le Mythe de Sisyphe
• Play: Caligula

For Camus, the absurd was not negative, not a synonym for "ridiculous," but the true state of
existence. Accepting the view that life is absurd is to embrace a "realistic" view of life: the absence of
universal logic. This approach to philosophy is more radical than Nietzsche's "God is dead." One might
rephrase Camus' absurdism as "God? No thanks… I'm on my own."
Many mistakenly believe Camus saw no meaning in life; even Camus and Nietzsche seek "meaning"
in life, but not in manners familiar to most. For Camus, meaning was in the human experience.
Absurdity does not render life meaningless -- people have meaning because they interact with each
other, while remaining in control of their own destinies.

The Stranger (l'Étranger, Written 1938, Published 1942; 1946 English)

The first of "The Absurds" written by Albert Camus, The Stranger defines Camus for most
Americans. The novel is simple, with none of the diversions common in popular literature. The main
character is not a hero, has no "true" love affair, and the pursuit of money and power never enters into
the story. The Stranger is an honest atheist, willing to accept his life as it happens.

The Title
Camus' title, l'Étranger, has been translated poorly, in my opinion. The U.S. title, The Stranger,
implies the main character, Meursault, has been viewed as a "strange" or "odd" person for some time.
The other possible meaning is that no one knows him; Mersault is a stranger even to those who think
they know him. These definitions do not seem adequate. The U.K. title, The Outsider, only serves to
confuse readers more.
Meursault is the archetype of a middle-class man. He works as a clerk, rents an apartment, and
draws no attention to himself. He is, if anything, ordinary. Meursault might even be boring. He lacks
deep convictions and passion. If he is estranged from any aspect of French society, it is religion -- he
does not believe in the symbols and rituals of faith.
Is the main character estranged? "Cela m'est égal" Meursault views life as one might a movie. No
matter what occurs, "It's all the same to me." He is not a stranger, but rather an observer without an
emotional connection to the world.
Along with the title, Camus took care in naming the main character. Meursault's name is symbolic
of the Mediterranean. Mer means "sea" and Soliel is French for "sun." The sea and sun meet at the
beach, where Meursault's fateful act occurs.

Structure
Analysis of the novel should begin by recognizing the story's basic structure. There are three deaths
which mark the beginning, middle, and end of the story. First, Meursault's mother dies. This death
occurs before the narration starts, but marks the start of Meursault's downfall. In the middle of the tale
we have the death of an Arab. The defining events in The Stranger are set in motion by Meursault's
apparent murder of the Arab. One day, walking toward a cool stream, Meursault is blocked by an Arab.
It seems the Arab draws a knife, as Meursault sees a flash of light from the blade. Meursault then kills
the Arab, believing this to be an act of self-defense. At the end of the novel, Meursault is executed.
Readers should note an Arab is killed. Arabs were traditionally the targets of racism in Algiers. The
"more French" one was, the more important the individual. The culture and religion of Arabs were
deemed simple and barbaric. This explains why it was more upsetting to the court that Meursault was
not respectful of their societal norms... killing an Arab was a minor offense. Not seeking Christian
forgiveness or mourning properly for his mother are far worse crimes. The surface structure of the
novel leads many to assume the act of manslaughter is Meursault's prevailing crime; it is not.
Meursault
Meursault is an anti-hero, according to some scholars. His only redeeming quality is his honesty, no
matter how absurd. In existential terms, he is "authentic" to himself. Meursault does not believe in
God, but he cannot lie because he is true to himself. This inability to falsify empathy condemns him to
death. While Meursault allegedly executed for killing an Arab, he is hated for not expressing deep
emotion when his mother dies. Meursault has faith in nothing except that which he experiences and
senses. He is not a philosopher, a theologian, or a thinker. Meursault exists as he is, not trying to be
anything more than himself.

Meursault, the novel's hero, a "stranger" to the system of Christian morality insofar as he cannot
comprehend it, is certainly not an "outsider," neither consciously choosing to remain outside society
nor being rejected by it. On the contrary, Meursault is the perfect model of a young lower-middle-class
pied-noir, with an ordinary desk job, and with the ordinary insider's simple taste for watching a
banal film, having a drink at the local bar, going to the beach, lying in the sun. He is very much inside
the French Algerian colonial scene, living the most ordinary of lives, not at all a social reject an in no
way a rebel... at least not yet.
- Introducing Camus; Mairowitz, p. 43

Why did Camus' readers recognize Meursault as a plausible character? After two World Wars and
other sufferings, many people came to (or tried to) live life much as Meursault does. They lost the will
to do more than exist. There was no hope and no desire. The only goal for many people was survival.
Even then, the survival seemed empty. We learn how empty Meursault's existence is through his
relationships. He is not close to his mother; we learn he does not cry at her funeral. He does not seem
close to his mistress, Marie Cardona. Of his lover, Meursault states, "To me, she was only Marie."
There is no passion in Meursault's words.

Mother's Death: Event 1


In America, unlike most European countries, employment lacks security. Taking personal leave
seems risky to many individuals. Therefore, Americans might relate differently to Meursault's
embarrassment when he must request leave from work to address his mother's death. European
readers have indicated to me a different understanding of Meursault's embarrassment: death is simply
disquieting.
Upon arrival at the seniors' home where is mother resided, Meursault learns the administrators
arranged for a religious service. He is told that his mother requested such a service. Curiously,
Meursault doubts this assertion, but does not say so. The caretaker then asks if Meursault wants to
view his mother's corpse. Meursault declines to have casket opened. The caretaker asks why, clearly
shocked that a son would not want to say a proper goodbye to his mother.
Instead of being depressed and mournful, Meursault drinks coffee and smokes in a relaxed manner.
This leaves the impression that Meursault is insensitive, or that he did not love his mother.
Meursault's calm exterior during these formalities later plays a role in his conviction and sentencing
for murder. Meursault accepts life and death without seeking a deeper meaning.
Interestingly, an old man from the senior home attends the burial of Meursault's mother. The man
is referred to as her fiancé by others. I do not know if the man was her romantic interest. If he was,
then a reader might conclude Meursault was not close to his mother and representations of him as
distant are accurate.

Sex without Love


Almost a tangent within the story, Meursault encounters Marie Cardona on his way to the beach for
a swim. There is no indication of a close relationship between the two, but they are acquaintances. As
neither has plans, they spend the afternoon and night together. They go to the beach, as Meursault had
planned, then to a theater to watch a film. Later, they have sex; they do not make love -- it lacks the
emotional depth expected in a romance.
When Marie suggests marriage, which seems without context, Meursault responds with a
"whatever" of sorts. He admits he probably does not love her. He places no value on marriage.
Meursault's character is established as cold and disconnected. While on trial, as the prosecutor refers
to Marie as his mistress, Meursault's narration declares, "To me, she was only Marie."

Killing an Arab: Event 2


Meursault encounters Raymond Sintés, his neighbor, and a local thug (pimp), within their building.
Raymond Invites Meursault and Marie to the beach, where a friend owns a house. Raymond also asks
Meursault to write a letter to a "girlfriend" with whom Raymond is known to fight. An astute reader
might conclude the young lady works as a prostitute controlled by Raymond.
When Meursault, Marie, Raymond, and Raymond's friends approach the local bus stop, several
Arabs are at the stop -- including the brother of Raymond's "girlfriend." There is a general unease and
distrust between the groups. Arabs are considered a lower-class of citizen than the French Algerians.
Raymond, despite his nature, occupied a higher place in society than the Arabs.
Once at the beach, the group encounters the Arabs again. This would be unusual, since Algerian
beaches were segregated by social status. A fight between the groups ensues. Raymond is cut with a
knife and the French return to the beach house. Readers might wonder why the French Algerians
would return after the fight, but it was considered important to keep the Arabs aware of their position.
The French minority oppressed the Arabs through intimidation.

Here, Camus makes use of a real incident in his life, which marked him enough to reproduce it as one
of the key scenes in l'Étranger. On the strand at Bouisseville near Oran, where the beaches were
segregated by mutual unspoken consent, one of Camus' friends had a run-in with a group of Arabs
which eventually involved a knife, a cut, a revolver, but no one dead. Camus himself was involved in
this macho scene, although not in the fight itself.
- Introducing Camus; Mairowitz, p. 51

Bandaged, Raymond returns to the beach with Meursault. Raymond carries a gun, intent on
revenge. While walking, Meursault calms his companion and takes the gun. The incident seems over,
as Meursault's personality indicates a certain calm and logic. Yet, Meursault continues to walk,
returning to location of the Arabs.
The light shot off the steel [knife] and it was like a gleaming blade slashing at my forehead. It seemed
as if the sky opened up from end to end to rain down fire.
Meursault does not kill in cold blood, though his motivation for returning to the beach can be
questioned. The sun reflects off the Arab's knife and Meursault shoots. Why did he shoot four times?
As narrator, he does not describe himself in immediate danger. Could it have been fear? He does not
explain his actions.
Algerian race relations must be understood as they relate to The Stranger. Killing an armed Arab
was not senseless, but rather an act of superiority. Without witnesses, Meursault could create any tale
he wished and be found innocent of murder. Instead, he accepts what he has done without feigned
remorse. The French cannot have a citizen admit he killed an Arab for little or no reason.

Trial and Execution: Event 3


Meursault is arrested and charged with murder. Curiously, he does not choose a lawyer and one is
appointed to him by the court. Within existentialism, choice is an important concept. Meursault's
willingness to accept an appointed defender illustrates that he sees no defense for his actions.
When his lawyer suggests Meursault should argue that he was upset by his mother's death and in a
state of shock, Meursault refuses to embrace the lie. Meursault clings to the truth as he has
experienced it, not as society wishes it.
During an examination by a court magistrate, Meursault is asked if he believes in God. He responds
honestly, stating that he does not. the magistrate is stunned by this.
All men believe in God! Do you want my life to be void of meaning?
The case against Meursault proceeds without his input; he is an observer from the dock. He watches
as his character is insulted and the facts of the murder misinterpreted. Yet, he does not protest to save
his life. Meursault seems to want his life terminated. The truth, that a flash of sunlight reflecting off a
knife resulted in a quick reaction, is considered absurd by court observers. Also, Meursault admitted to
the investigator that he fired more than once.
Knowing that Camus opposed the death penalty, there are several questions regarding the execution
of Meursault. Was the execution a comment upon society? Was it a rejection of someone lacking the
same morals as his society? Or was the execution a form of suicide?
In the end, Meursualt is fascinated by guillotine, as was Camus. He details its workings in
journalistic fashion.
His meeting with the prison priest allows Meursault to again assert his lack of faith before he is
executed.

The Myth of Sisyphus (Le Mythe de Sisyphe, 1942)

The collection of stories published as The Myth of Sisyphus in 1942 was the second of The
Absurds. The work has been cited by critics as refined and carefully crafted. The collection stands as
more literature than philosophy. Camus spent at least five years writing and editing the work. The
polish is clear with the first sentence:

"There is only one really serious philosophical problem, and that is suicide."

According to Camus, suicide was a sign that one lacked the strength to face "nothing." Life is an
adventure without final meaning, but still worth experiencing. Since there is nothing else, life should
be lived to its fullest and derive meaning from human existence. For Camus, people were what gave life
meaning. However, in the moments following the realization that one will, one's descendants will die...
in fact, earth will die, one senses a deep anxiety. And, as an atheist, Camus doubted meaning beyond
this life.

"A world which can be explained, even through bad reasoning, is a familiar one. On the other hand, in
a world suddenly devoid of illusion and light, man feels like a stranger."

Isolated from any logic, without an easy explanation for why one exists, there is what some call
"existential angst." While Camus did not use the phrase, it adequately describes the sensation. Even
existentialists of faith struggle with creation, wondering why humanity exists when a Creator would
not need mankind. Merely wanting to create something seems like a curious reason to create life. So,
even for those of faith, the initial creation is puzzling.
How does one exist without any given purpose or meaning? How does one develop meaning? The
Myth of Sisyphus addresses this directly in the retelling of the famous tale. Considering the plight
of Sisyphus, condemned to roll a stone up a mountain knowing the stone will roll down yet again, it is
easy to declare his existence absurd and without hope. It would be easy to believe Sisyphus might
prefer death... but in Camus' myth, he does not.
"Living the absurd… means a total lack of hope (which is not the same as despair), a permanent
reflection (which is not the same as renunciation), and a conscious dissatisfaction (which is not the
same as juvenile anxiety)."

For Camus, Sisyphus is the ultimate absurd hero. He was sentenced for the crime of loving life too
much; he defied the gods and fought death. The gods thought they found a perfect form of torture for
Sisyphus. He would constantly hope for success, that the stone would remain at the top of the
mountain. This, the gods thought, would forever frustrate him.
Yet, defying the gods yet again, Sisyphus is without hope. He abandons any illusion that he might
succeed at the assigned task. Once he does this, Camus considers him a hero. Sisyphus begins to view
his ability to do the task again and again -- to endure the punishment -- a form of victory.

"The struggle itself towards the heights is enough to fill a man's heart. We have to imagine Sisyphus
happy."

Caligula (Performed 1945)

The third of The Absurds, the play Caligula was presented in 1945. Based on the life of Emperor
Caius Caligula, 38 A.D., the play presented a challenge for the audience as well as critics. Was Camus'
Caligula an absurd hero, anti-hero, or a villain? Camus' main characters realize that men live and die
without reason; Caligula, was in the unique position to kill others with seeming impunity.

Caligula: A tyrant is a man who sacrifices people to his ideal or his ambition. But I have no ideals and I
already have all the power I want.

Knowing life has no meaning, yet traumatized by the death of his sister, Caligula starts to enjoy
acting without logic. If the gods have no logic, and Caesar is a god, then he can do as he wishes to exact
revenge on the absurd universe. Caligula offers some explanation to his mistress, Caesonia, as he
strangles her.

Caligula: This is happiness: this intolerable release, this universal contempt, blood, hatred all around
me, the unique isolation of the man who all his life knows the boundless joy of the unpunished killer...
this ruthless logic that crushes human lives.
- altered based upon two translations

Because Caligula is assassinated at the end of the play, as in history, some have wondered if this was
the Caesar's goal. Too unstable to commit suicide, does Camus' character force others to kill him?

The Three Revolts

Continuing his concept of producing trios of works to explore specific concept, Camus developed
The Three Revolts. The Revolts are the following works:

• Novel: La Peste
• Essays: L'Homme Révolté
• Play: Les Justes

The Plague (La Peste, 1947)


La Peste 1947 - The Plague

Nazi occupation of France as Camus' tb?

1943, Camus described German soldiers as "coming like rats"

Oran - Actual Algerian city on med. Coast

1. Metaphor, France Occupied

2. Symbolic of "modern" - bland, without history.

Camus' characters: male, European (why?)

Dr. Bernard Rieux - Existential hero by end? (Like Tarrou?)

Main character - "secret" narrator

"On the morning of 16 April, Dr. Bernard Rieux left his office and come upon a dead rat lying in the
middle of the landing."

Politics vs. Action - Small notices posted to avoid panic

Ref to The Stranger - Why? [page 98]

By spring, plague part of "normal" life: city closed (quarantined) even mail, inhabitants trapped by
fate?, fight or resign?, cinemas remain full - same films over and over…

Tarrou - Rieux's friend

Compassion - plans to volunteer health corps

Friendship - solidarity of French Resistance

"The Worthy Fight" - Saving humanity

Death spreads, more acceptance by Oran - mass gravesites, no funerals

After sites fill, authorities resort to:

Crematoria - ref to Nazi camps

Streetcars were "adapted to new purposes, their seats removed, and a new line now went directly to the
crematorium, its terminus. And each night, strange convoys of streetcars without travelers passed,
rattling along above the sea."

Death causes apathy - nothing has value

City soccer ("football") stadium converted to holding camp/infirmary


Vélodrome d'Hiver, Paris, used in 1942 by Nazis to hold Jews destined for Auschwitz.

Quote this [page 107] "There were also several other camps…"

Tarrou/Rieux

Tarrou tells of father witnessing an execution

Scene Camus uses often in his works

This time, firing squad

Tarrou - "I refuse everything which, for good reasons or bad, leads to death or justifies putting
someone to death."

Nocturnal swim together

Oran left - Mediterranean = peace

End of siege, end of year

Rats seen alive - a sign

Tarrou falls ill, dies

Rieux receives telegram - wife died

Calm = news of wife

Gates to city reopen

Dancing, celebration, people return to old lives

Rieux admits role as narrator

[Quote: page 111]

Close: "… the plague bacillus never dies or disappears, that it can remain dormant…"

The Just or The Just Assassins (Les Justes, 1950)

The Just is a play based upon real events. To convey his concept of moral revolutionaries, Camus
fictionalized the 1905 Moscow assassination of Grand Duke Sergei Alexandrovitch, the uncle of Tzar
Nicholas II.
The assassin, in real life and in the play, is a man named Kaliayev. Camus' characterization is of a
man dedicated to political change, but not through blind or senseless violence. Camus never endorsed
or accepted the need for violence against "civilians" during a revolution, so he endows his characters
with the same value. The small cell to which Kaliayev belongs in the play is dedicated to "justice" for
the Russian people. They see their actions as self-sacrifice.
At the start of the play, Kaliayev is selected to throw the bomb that will assassinate the Grand Duke.
His first attempt ends in what might be considered failure -- Kaliayev does not throw the bomb. The
Duke was with his niece and nephew. Kaliayev cannot harm innocent children, and the group agrees
with his decision. Camus' account is, according to most, historically accurate; the real Kaliayev was not
interested in harming the innocent.
Breaking with history, Camus introduces a fictional character to illustrate the wrongs of the
Communist Party. The character of Stepan Federov is a victim of the Tsarist state. Due to his
experiences under the Tsar's legal system, he has become an extremist. Camus illustrates that some
revolutionaries are acting upon emotion, not concern for their fellow citizens. Stepan tells the other
terrorists that he would have killed children "if the organization commanded it."
Stepan is the archetype of a Stalinist -- the type of supporter of the Soviet Union that prevented
Camus' from supporting the Communist Party. Camus was a socialist and supported the idea of
change, but not the idea that any means can be justified by the anticipated ends. What happens when a
revolution fails? The innocent die for nothing, according to Camus.
In the play, Kaliayev succeeds and assassinates the Grand Duke on the third try. The Grand Duchess
visits Kaliayev in prison. She is a kind and compassionate person. Again, Camus' account is based
upon history. The Duchess even considers sparing the assassin's life. Kaliayev tells her that he wants to
die -- to avoid being a "murderer." At this moment in the play, Kaliayev adheres to basic existential
ethics... he accepts the consequences of his actions.
By a curious turn of romantic revolutionary logic (which Camus appears to support), Kaliayev believes
that being executed for his act expiates the murder he has committed. Paying with his own life -- a
kind of calculated revolutionary suicide -- is his means of justifying what is normally unjustifiable to
Camus, i.e. murder.
- Mairowitz, p. 127
Camus ends the play with an insult to the communists. Dora, a woman, is selected for the next
bombing. Historically, women were not allowed to be active in most revolutionary movements, not
even the French Resistance. Camus always wondered why "the people" never included women. (Then
again, his own relationships with women were difficult.)

The Rebel (L'Homme Révolté, 1951)

Albert Camus' critics consider L'Hommé Révolté, or The Rebel, one of Camus' most important
non-fiction works. While The Myth of Sisyphus shows more polish at times, The Rebel is the most
comprehensive exploration of Camus' beliefs. There are weaknesses in The Rebel, as in most
rhetorical works, but the public found the work approachable -- and made it a best seller.
The book began as an essay, "Remarque sur la révolté," written in 1945. This "Commentary on
Revolt" attempted to explain Camus' definition of "revolt." In the essay Camus' explains that a revolt is
not the same as a "revolution." Camus' lexicon defines "revolt" as a peaceful, evolutionary process. He
hoped that mankind would evolve toward improved societies. In his ideal, socialism is the result of a
natural historical process that does require effort and leadership, but not violence.
Revolution is not revolt. It was revolt which bolstered the Resistance for four years. It was the
complete, obstinate refusal, almost blind at the beginning, of an order which wanted to bring men to
their knees. Revolt stems first of all from the heart, but a time comes when it passes to the spirit, where
feeling becomes idea, where spontaneous fervor leads to direct action. This is the moment of
revolution.
- from The Rebel
"Remarque sur la révolté" begins with a civil servant refusing an order. For Camus, revolt begins
with a single person refusing an immoral choice. Laws and rules are not defensible unless they are
meant to help society at all levels. The civil servant in the opening parable is an existential hero,
though Camus would have rejected such a label. The bureaucrat makes a decision based upon not is
what is easiest for him but what is best for him and society as a whole. This man's revolt is resistance
not violence.
Georg Wilhelm Friedrich Hegel's works are the primary target of The Rebel. While not a perfect
treatment of Hegel, Camus argues that Hegel's works glorified the state and power over personal
morality and social ethics. Worse, according to Camus, Marxism co-opts Hegel and extends his
theories to allow any means to an end. In Marxism, as embodied by the Soviet Union and its
Communist Party, the state is always "right." Humanism and equality were important to Camus, not
an artificial organization.
Camus further offended some leftists by opposing what he considered a trend toward nihilism in
European thought. Life was "meaningless" for Camus, but each person did have the opportunity to
define a role for himself or herself in life. Nihilism rendered living pointless, which Camus could not
accept. Mankind, by its very existence, was in the unique position of defining itself through choices.
Attacking Hegel, Marxism, and nihilism resulted in a resounding rejection by the left. Leftist critics
hated The Rebel and described it as an act of intellectual treason. The May 1952 issue of Les Temps
Modernes featured a review of The Rebel by Francis Jeanson. The review affected Camus deeply.
Camus found himself described as a traitor to left. Jeanson suggested no one should be critical of
progressive ideas, even when the actions of the left might be "wrong."
The review in Les Temps Modernes marked end of Camus' relationship with Jean-Paul Sartre.
As editor, or director, of the magazine, Sartre exercised a great deal of control. Camus knew that Sartre
must have agreed with the review at some level. Camus was compelled to write a response to Jeanson.
In his response, Camus tried to explain his belief that the ends, or at least the goals, do not justify the
means in many cases. Sartre then published an upon letter to Camus. Sartre wrote 19 pages, including
very personal attacks. The friendship was over.
While not the primary work cited, the 1957 Nobel Prize for Literature was awarded to Camus in part
due to The Rebel.

The Fall (La Chute, 1956)

I first read The Fall in college and thought it one of the best explorations of a single character I
have ever or will ever read. Unfortunately, my paper on the work was less well received. In fact, it was
given a mark of "C" with the advice that I pay closer attention to the story. To this day I consider The
Fall an incredible character study in search of a story. Why does one need a perfect story, anyway? It
remains my bias... the professor did not appreciate what Camus accomplished and overstated what
Camus did not. (The preceding opinions are my own.)
The Fall was Albert Camus' last completed novel. On the surface, it is a simple narrative as Jean-
Baptiste Clamence recounts the events from the last few years of his life. On a much deeper level, The
Fall is Camus' written confession. The work is filled with Camus' self-loathing and criticisms of
various people, beliefs, he encountered. More than any previous work, The Fall reveals Albert Camus.
As discussed in the introduction to the commentaries, Camus tended to use Algerian settings for his
works, or he would favor symbols of his Algerian youth, such as the sun and open ocean. The Fall
breaks Camus' earlier habits; the narrative is set primarily in Amsterdam, not Algeria or France. The
"action" is at night, not under the sun. The water is not the open ocean, but controlled rivers. Any
energy and optimism of the Mediterranean is surrendered to the sterile cold of a European city.
Camus' despair is the setting.
Jean-Baptiste Clamence, the novel's first-person narrator, explains his life and exile in Amsterdam
to readers as if talking to someone at a bar. Jean-Baptiste's highly critical view of himself and life
reflect a loss of faith in human nature and "justice." Camus' chosen profession for Jean-Baptiste,
lawyer, brings attention to his narrator's views on justice and morality. Clamence is a former lawyer
from Paris, living in personal exile due to self-hatred. In effect, Jean-Baptiste has sentenced himself to
the worst fate he could imagine... isolation.
Clamence is punishing himself for cowardice, the worst of possible crimes. As with Sartre, Camus
viewed a failure to act as a choice to surrender. While The Plague is a story of action against the
odds. The Fall is a tale of a man's guilt for not acting. One night in Paris, Jean-Baptiste saw a young
woman leaning over the parapet on the Pont-Royal. She jumped into the Seine… and he did nothing.
Clamence allowed a young woman to commit a terrible, cowardly act -- suicide. Shortly after, he left
his law practice and Paris.
Jean-Paul Sartre wrote, one might assume reluctantly after The Rebel's chilly reception, that The
Fall was Camus' greatest work of fiction. Sartre and other critics appreciated the depth of character. It
is also likely they enjoyed the spectacle of Camus' placing himself before the world.

"The Guest," from Exile and the Kingdom


("L'Hote," from L'Exil et le Royaume, 1957)

There mere thought of keeping a prisoner is one's house is unsettling. For Camus, such a thought is
the basis for a troubling story of Algerian culture and free will. "The Guest" works on many levels, from
the question of Arab relations to what choices a person must make alone. Camus does not offer
solutions; he does not even offer clear questions. The reader of "The Guest" is left to his or her own
questions and answers.

Daru - main character. Compare to Camus. Daru native French-Alergian, born in northern Algeria.
Teacher, as Camus wanted to be.

Northern mountains, snow-covered, harsh region. Isolated.

The local students, Arabs, no longer attending class. Daru left alone in empty building. (Home is
attached)

French Colonial Gendarme Balducci (armed policeman, of sorts) arrives with a prisoner. Balducci
explains Algerian officials expect a civil war. All pied-noirs expected to help the French cause. Daru
ordered to deliver the prisoner to police in Tinguit. Balducci claims prisoner killed his own cousin.

Daru declines… is reminded that this is an order. Balducci gives Daru a revolver, in case he needs to
defend himself. The Arab becomes Daru's "guest," with Daru compelled to act as a good host. (His
nature?)

The two share a meal. Daru asks why the prisoner killed someone. The Arab does not understand the
question - sees the situation as simple. Cousin wronged him.

Forced to share a room overnight. Daru uncomfortable, unable to sleep. (Mirrors the Algerian
situation?) Prisoner rises during the night. Daru worries, then assumes the prisoner is escaping.
Prisoner only goes out to use outhouse. Returns quietly.
Next morning, Daru and Arab begin journey toward Tinguit. Daru suddenly stops and gives the Arab
some money and food. Points in the direction of Arab nomads and explains they would offer the
prisoner shelter. Then, Daru leaves the Arab at the top of the mountain plateau.

Prisoner is "free" to choose his own fate… Tinguit prison or freedom. Daru looks back to see the
prisoner heading toward the prison.

Upon return to the class, Daru finds a message written on the board. "You handed our brother over.
You'll pay for this."

"Daru looked at the sky, the plateau and, beyond it, the invisible lands stretching out to the sea. In this
vast country which he had loved, he was alone."

Réflexions Sur la Guillotine, 1957

Réflexions Sur la Guillotine is a true essay on capital punishment. Albert Camus states his
views on capital punishment clearly and concisely, but the essay primarily relies upon the guillotine
itself to persuade the reader that the device is cruel. The essay features no lengthy philosophical
debates and no obtuse literary references. Critics consider this essay Camus' best for these reasons; he
wrote something anyone could read and discuss.
Camus recognized that the surest way to protest capital punishment was to explain, in fine detail,
how executions take place. He cited medical and legal experts to make his points, not philosophers.
Some issues of the essay included detailed graphics of the guillotine and its mechanics.
The argument for Camus was summarized by the question, "Why are 'public' executions not
public?" His answer: because they are terrible. Camus' also stated that the death penalty was no better
than premeditated murder by the state, in the name of its citizens. In effect, the people were allowing a
murder with each execution.
The 1957 Nobel Prize for Literature followed the publication of Réflexions Sur la Guillotine.
Camus received the honor based upon this essay and The Rebel. Combined, these non-fiction works
defined a unique form of humanistic liberalism.

It might be worthy of note that in 1981 the death penalty was abolished in France.

The First Man (Le Premier Homme, Written pre-1960)

Note: I do own a copy of The First Man, but have yet to read it. Until I do, this commentary is little
more than an introduction to the story.

The First Man, unless other papers are someday released, is the last unfinished novel by Albert
Camus. It was discovered among other papers at the scene of the 4 January, 1960, car accident in
which Camus died. The manuscript was not easy to read, and some content is missing, but a fairly
complete edition is available.
Based loosely upon Albert Camus' family history, The First Man is a study of both his own and
Algeria's history. The story begins in post-Revolution France, which was in tumult. In an attempt to
deal with increasing poverty and crime, the French government offered to send families to its colonial
settlements in Algeria. History might be less kind than Camus: these colonists include many criminals
and revolutionaries. Camus' Algeria is simply a rightful part of France, settled by daring and strong-
willed French families.

{{{ quote opening from book: There was no road for the immigrants... }}}

The arrival of the "pied-noir" in Algiers is clearly romanticized by Camus. Also, the term "pied-noir"
was not actually used for European Algerians until the mid-1950s.

Henri Cormery, the first man of the novel, is Lucien Camus.

Account of A.C.'s birth - rain, mud, etc. Family on road near Bône, stops in a village, Muslim/Arabs
and taken into a farm house. Father goes for doctor, child born

{{update to be completed later}}

Quotes

The Myth of Sisyphus

The only conception of freedom I can have is that of the prisoner or the individual in the midst of the
State. The only one I know is freedom of thought and action. The Myth of Sisyphus, ch. 1 (1942)

The gods had condemned Sisyphus to ceaselessly rolling a rock to the top of a mountain, whence the
stone would fall back of its own weight. They had thought with some reason that there is no more
dreadful punishment than futile and hopeless labor. The Myth of Sisyphus, ch. 4 (1942)

Without culture, and the relative freedom it implies, society, even when perfect, is but a jungle. This is
why any authentic creation is a gift to the future. The Myth of Sisyphus & Other Essays, "The
Artist and His Time" (1942)

There is but one truly serious philosophical problem and that is suicide. Judging whether life is or is
not worth living amounts to answering the fundamental question of philosophy. All the rest --
whether or not the world has three dimensions, whether the mind has nine or twelve categories --
comes afterwards. These are games; one must first answer. The Myth of Sisyphus, "Absurdity
and Suicide" (1942)

The struggle itself towards the heights is enough to fill a man's heart. One must imagine Sisyphus
happy. Last words of The Myth of Sisyphus(1942)

The Rebel

Man is the only creature who refuses to be what he is. The Rebel, Introduction (1951)
From Paul to Stalin, the popes who have chosen Caesar have prepared the way for Caesars who quickly
learn to despise popes. The Rebel, part 2, "The Rejection of Salvation" (1951)

Nihilism is not only despair and negation, but above all the desire to despair and to negate. The
Rebel, part 2, "The Rejection of Salvation" (1951)

On the day when crime dons the apparel of innocence -- through a curious transposition peculiar to
our times -- it is innocence that is called upon to justify itself. The Rebel (1951)

Marxism is not scientific: at the best, it has scientific prejudices. The Rebel, part 3, "State Terrorism
and Rational Terror" (1951)

The most eloquent eulogy of capitalism was made by its greatest enemy. Marx is only anti-capitalist in
so far as capitalism is out of date. The Rebel, part 3, "State Terrorism and Rational Terror" (1951)

Instead of killing and dying in order to produce the being that we are not, we have to live and let live in
order to create what we are. The Rebel, part 3, "Rebellion and Revolution" (1951)

Every revolutionary ends by becoming either an oppressor or a heretic. The Rebel, part 3, "Rebellion
and Revolution" (1951)

A regime (the Third Reich) which invented a biological foreign policy was obviously acting against its
own best interests. But at least it obeyed its own particular logic. The Rebel, part 3, "State
Terrorism and Irrational Terror" (1951)

To insure the adoration of a theorem for any length of time, faith is not enough, a police force is
needed as well. The Rebel, part 3, "The Regicides" (1951)

Revolution, in order to be creative, cannot do without either a moral or metaphysical rule to balance
the insanity of history. The Rebel, part 3, "Rebellion and Revolution" (1951)

Methods of thought which claim to give the lead to our world in the name of revolution have become,
in reality, ideologies of consent and not of rebellion. The Rebel, part 3, "Rebellion and Revolution"
(1951)

More and more, revolution has found itself delivered into the hands of its bureaucrats and doctrinaires
on the one hand, and to the enfeebled and bewildered masses on the other. The Rebel, part 3,
"State Terrorism and Rational Terror" (1951)

One leader, one people, signifies one master and millions of slaves. The Rebel, part 3, "State
Terrorism and Irrational Terror" (1951)

To be really realistic a description would have to be endless. The Rebel, part 4, "Rebellion and Style."
(1951)

The society based on production is only productive, not creative. The Rebel, part 4, "Creation and
Revolution" (1951)

In order to exist just once in the world, it is necessary never again to exist. The Rebel, part 4 (1951)
Just as all thought, and primarily that of non-signification, signifies something, so there is no art that
has no signification. The Rebel, part 4 (1951)

The French Revolution gave birth to no artists but only to a great journalist, Desmoulins, and to an
under-the-counter writer, Sade. The only poet of the times was the guillotine. The Rebel, part 4
(1951)

Absolute justice is achieved by the suppression of all contradiction: therefore it destroys freedom. The
Rebel, part 5, "Historic Murder" (1951)

We all carry within us our places of exile, our crimes, and our ravages. But our task is not to unleash
them on the world; it is to fight them in ourselves and in others. The Rebel, part 5, "Moderation
and Excess" (1951)

Lucifer also has died with God, and from his ashes has arisen a spiteful demon who does not even
understand the object of his venture. The Rebel, part 5, "Moderation and Excess" (1951)

Men are never really willing to die except for the sake of freedom: therefore they do not believe in
dying completely. The Rebel, part 5, "Historic Murder" (1951)

Children will still die unjustly even in a perfect society. Even by his greatest effort, man can only
propose to diminish, arithmetically, the sufferings of the world. The Rebel, part 5, "Beyond
Nihilism" (1951)

The rebel can never find peace. He knows what is good and, despite himself, does evil. The value which
supports him is never given to him once and for all -- he must fight to uphold it, unceasingly. The
Rebel, part 5, "Nihilistic Murder" (1951)

The Fall

I sometimes think of what future historians will say of us. A single sentence will suffice for modern
man: he fornicated and read the papers. The narrator (Jean-Baptiste Clamence), in The Fall (1956;
p. 7)

You know what charm is: a way of getting the answer yes without having asked any clear question.
Jean-Baptiste Clamence, in The Fall, (1956; p. 43)

True debauchery is liberating because it creates no obligations. In it you possess only yourself; hence it
remains the favorite pastime of the great lovers of their own person. Jean-Baptiste Clamence, in
The Fall (1956; p. 77)

Ah, mon cher, for anyone who is alone, without God and without a master, the weight of days is
dreadful. Jean-Baptiste Clamence, in The Fall (1956; p. 99)

We are not certain, we are never certain. If we were we could reach some conclusions, and we could, at
last, make others take us seriously. Jean-Baptiste Clamence, in The Fall (1956)
On suicide: Men are never convinced of your reasons, of your sincerity, of the seriousness of your
sufferings, except by your death. So long as you are alive, your case is doubtful; you have a right only
to your skepticism. Jean-Baptiste Clamence, in The Fall (1956; p. 56)

Resistance, Rebellion, and Death

Man wants to live, but it is useless to hope that this desire will dictate all his actions. Resistance,
Rebellion and Death, "Reflections on the Guillotine" (1961), The failure of capital punishment to
act as a deterrent.

The society of merchants can be defined as a society in which things disappear in favor of signs. When
a ruling class measures its fortunes, not by the acre of land or the ingot of gold, but by the number
of figures corresponding ideally to a certain number of exchange operations, it thereby condemns
itself to setting a certain kind of humbug at the center of its experience and its universe. A society
founded on signs is, in its essence, an artificial society in which man's carnal truth is handled as
something artificial.
Lecture, Dec. 1957, University of Uppsala, Sweden (published as "Create Dangerously," in
Resistance, Rebellion and Death, 1961)

There will be no lasting peace either in the heart of individuals or in social customs until death is
outlawed. Resistance, Rebellion and Death, "Reflections on the Guillotine," Last words (1961)

Other Works

Mankind's only greatness is to struggle against that which overwhelms it. It isn't happiness we should
seek today, but much more than that, a kind o greatness-in-despair. Soir Républcain editorial.

More and more, when faced with the world of men, the only reaction is one of individualism. Man
alone is an end unto himself. Everything one tries to do for the common good ends in failure.
Notebooks 1935, 1942 (1962), March 1940 entry.

If Christianity is pessimistic as to man, it is optimistic as to human destiny. Well, I can say that,
pessimistic as to human destiny, I am optimistic as to man. Address, 1948, to monks of Latour-
Maubourg (published in Resistance, Rebellion and Death, "The Unbeliever and Christians,"
1961)

To know oneself, one should assert oneself. Psychology is action, not thinking about oneself. We
continue to shape our personality all our life. If we knew ourselves perfectly, we should die.
Notebooks 1935, 1942 (1962), entry for May 1937

To live is to hurt others, and through others, to hurt oneself. Cruel earth! How can we manage not to
touch anything? To find what ultimate exile? American Journals (1978), entry for 1 Aug. 1949.

The Poor Man whom everyone speaks of, the Poor Man whom everyone pities, one of the repulsive
Poor from whom "charitable" souls keep their distance, he has still said nothing. Or, rather, he has
spoken through the voice of Victor Hugo, Zola, Richepin. At least, they said so. And these shameful
impostures fed their authors. Cruel irony, the Poor Man tormented with hunger feeds those who
plead his case. "Jehan Rictus, Poet of Poverty," in Sud (Algiers, May 1932; repr. in Youthful
Writings, 1976)
You will never be happy if you continue to search for what happiness consists of. You will never live if
you are looking for the meaning of life. The fool, in "Intuitions" (written Oct. 1932; published in
Youthful Writings, 1976)

Human relationships always help us to carry on because they always presuppose further
developments, a future -- and also because we live as if our only task was precisely to have
relationships with other people. Notebooks 1942, 1951 (1964), Jan. 1943 entry.

It is normal to give away a little of one's life in order not to lose it all. Notebooks 1935, 1942 (1962),
entry for 22 Nov. 1937.

We used to wonder where war lived, what it was that made it so vile. And now we realize that we know
where it lives, that it is inside ourselves. Notebooks, vol. 3 (1966), entry for 7 Sept. 1939

Not Camus? Mistakenly Attributed…

I would rather live my life as if there is a God and die to find out there isn't, than live my life as if there
isn't and die to find out there is. — found all over the Internet, but never with a citation. This is
Pascal’s Wager, not likely something the atheist Camus would write.

Bibliography
Beauvoir, Simone de; Adieux (New York: Pantheon / Random House, 1981, 1984) [Amazon]

Brée, Germaine; Camus (New Brunswick, N.J.: Rutgers University Press, 1959)

The introduction to this work reads:


It is a perilous task to undertake to write a critical study of a living writer, especially one who, though
still in mid-career, has aroused as great an interest as Albert Camus.
— June, 1958

Camus died in an automobile accident 4 January 1960, only a year after commenting positively on this
biography.

Camus, Albert; The Myth of Sisyphus, and Other Essays. [1st American ed.] (New York: Knopf,
1955) [Amazon]

Camus, Albert; The Rebel: An Essay on Man in Revolt. Trans. Bower, Anthony (New York:
Vintage / Random House, 1956) [Amazon]

Camus, Albert, and Hapgood, David; The First Man (New York: Knopf, 1995) [Amazon]

Cohen-Solal, Annie; Sartre: A Life (New York: Pantheon, Random House, 1985, 1987)

Cruickshank, John; Albert Camus and the Literature of Revolt (London: Oxford University
Press, 1959)

Hayman, Ronald; Sartre: A Biography (New York: Simon & Schuster, 1987)
Kamber, Richard; On Camus (Belmont, Calif.: Wadsworth / Thomson Learning, 2002)
ISBN: 0-534-58381-4 [Amazon.com]

Mairowitz, David Zane and Korkos, Alain; Introducing Camus (New York: Totem Books, 1998)
ISBN: 1-84046-000-8 [Amazon.com]

Parker, Emmett; Albert Camus the Artist in the Arena, (Madison, Wisconsin: University of
Wisconsin Press, 1965)

You might also like