You are on page 1of 56

mahalle bastırıyor:

cehalet hakkımız
engellenemez!
Son zamanlarda eleştiri veya teori yazısı diye dergilerde çıkan Kaldı ki bu anlayışın Ezra Pound ve T. S. Eliot’ın per-
yazıların ciddi bir kısmında bilgi eksikleri veya yanlışları, gra- sona anlayışıyla ilişkisi bire bir, yani Poundçu veya Eliotçu
mer ve imla açısından içinden çıkılamayacak derecede bozuk denebilecek tarzda bir ilişki de değildir. Pound, modern me-
cümleler kafa ağrıtacak kadar çoğalmış görünüyor. Her zaman seleleri tarihsel olaylara ve karakterlere uygulamıştır. Eliot’sa
vardı böyle şeyler; ama bugün artık ciddi saydığımız, önemli doğrudan doğruya bugünün dramatik (çünkü burjuva) karak-
bulduğumuz, hatta merkezi işgal ettiğini sandığımız edebiyat teri üzerinden bir kahraman, daha çok da anti-kahraman inşa
dergilerinde de karşımıza sıklıkla çıkmaya başladı. etmeye çalışmıştır. Cahilin de anlayacağı şekilde basitleştir-
Mesela, “Kısmen 1990 sonrasında kahraman’a (Ezra & mek gerekirse: Pound modern için klasik kisveler ve maskeler
Thomasçı) modern kisve giydiren şiir de tümel bir zihnin bi- (personalar) kullanıyordu. Eliot ise bunu da yer yer kullan-
reyleri aşan üst-anlatısına iman etmiş görünmektedir,” demiş makla birlikte, daha çok modern bireyin takındığı birden çok
cahilin biri. Cahil, çünkü “üst-anlatı” o şekilde kullanılabile- maskeyi söz konusu ediyordu.
cek bir terim değil. Şiirde bir üst-anlatı kuramazsınız; çünkü Bize gelince biz 1910’ların Londra’sında yaşamadığımı-
şiir bize iman ve ihlasın ölçülerini veya ekonomi-politiğin ilke- za göre, bu persona anlayışını bire bir alıp taklit etmemiz
lerini açıklamaz. Üst-anlatı demek aslında Amentü tarzı şeyler mümkün değildi. Bunlar kendi şiirimizdeki dramanın, namı
demektir. Bunların bir bütünü demektir daha doğrusu. Bizi diğer modern kahramanlığın gelişimini izleme konusunda
günlük hayatımızı nasıl yaşayacağımızdan, iyiyle kötüyü nasıl bize ilham vermiştir en fazla. Pound’un şiirlerini ve yazıla-
ayırdedeceğimizden, kültürel zihniyetimize ve politik aklımı- rını okuduktan sonra Edip Cansever, Sezai Karakoç, Turgut
za kadar belirleyen, bize yol gösteren ve bazılarına göre bilin- Uyar, Orhan Veli, Nazım, Akif, Fikret gibi şairlerin şiirlerin-
cimizi esaret altına alan bir yazıdır üst-anlatı. Yazgı gibi bir deki dramatik tarafa ve modern birey/kahraman personası-
yazı yani. Şiir neden ve nasıl üst-anlatı olabilir? Şiir bize oturup na daha incelikli bir dikkatle bakmaya başladık. Bu inceleme
kalkmayı da eylem ve inancı da öğretmez. Zaten var olan üst- süreci Atlılar dergisi yayımına ara verdiğinde, yani 2001 yı-
anlatıların üstüne oturabilir veya karşısına çıkabilir şiir. Bunu lında çoktan tamamlanmış bulunuyordu. Biz Edip Cansever
bilmeyen cahildir. Yazmasına müsaade edilmemesi gerekir. gibi taklitçi (taklitçi olduğu için de çokseslilik iddiasını ortaya
Cahillerin bir ortak özelliği terbiyesizliği ilke edinmiş
atan, fakat bu tuhaf iddiasının içini o gün bugün kimsenin
olmalarıdır. Ezra Pound ve T. S. Eliot senin asker arkadaşın
dolduramadığı) bir şairin drama anlayışını “yersizlik” olarak
değil ki Ezra & Thomas diyebilesin. Uyanığın biri çıkıp şimdi
tanımlayıp o yolu kendi ölçülerimiz içinde kapatmış, hatta ya-
işte efendim terbiye de bir üst-anlatıdır, hem sen değil miydin
sak etmiştik. Görünen o ki, daima başkalarını izleyerek bir
terbiyeye karşı çıkan, diyebilir. Birincisi, benim karşı çıktığım
yere varmaya çalışan cahiller, KAPALIDIR levhasını “Ben
terbiye değil terbiyeli ayaklarına yatan insanların hamutuyla
şimdi burdan yürürsem ilginçlik yapmış olurum,” şeklinde
yuttukları develerdir. İkincisi, her birimizin yazılarımızda kul-
yorumlamaya karar vermişler. Yürüyemezsin. Çünkü KAPA-
landığımız imzamızla anılma hakkımız vardır. Şarkıcı Sezen
LIDIR levhasını oraya kimse keyfinden asmış da değil. Edip
Aksu’dan Sezen diye söz edebilirsiniz, ama Sezai Karakoç’tan
ön adıyla veya Ezra Pound’dan yukarıdaki örnekte olduğu gibi Cansever’in çağrısına uyup da bir yere varabilmiş bir tane bile
yine ön adıyla söz ederseniz kendinizi gülünç ve aptal duru- iyi şair örneği yoktu, biz de bu deneyimsel sonucu belirledik
muna düşürmüş olursunuz. Gülünçlük ve aptallık cehaletin hepsi bu. “Tragedya” konusunun Türk şiirinde başarısızlığın
alameti farikalarındandır zaten. anahtarı olduğunu tekrar etmek bile lüzumsuz. Yeni zaman
“1990 sonrasında kahramana modern kisve giydirme” cahilleri de başarısız olacaklar.
meselesine gelince, cahilin anlayışındaki güdüklük ve çarpık- Bu örnekte arızalarını kısmen işaret ettiğimiz cehalet,
lığı işaretleyen bu yorum tamamen yanlıştır. 1990 sonrasında ukalalık, ne yazsam olur çılgınlığı edebiyatımızın, dergileri-
kahramandan söz eden, kahramanlığın mümkün olduğunu mizin eleştiri ve teori yazınını yengeç hastalığı gibi sarmıştır.
belirten biz olduğumuza göre bizim kahramanlık anlayışımı- Yengeç yani kanser istiaresini de mahsus kullanıyoruz. Çünkü
za bakılması, yorumun bunun üzerine yapılması gerekir. Bi- kanserin tanımlarından biri ölü yani bozuk hücrelerin ken-
zim yaptığımız, mahut bir kahraman modeline modern kisve dilerini canlı hücrelere kopyalamasıdır. Ölüm böylece bizzat
giydirmek değildir. Bunun altını kalın çizgilerle çizdiğimizde canlılık sayesinde hücreden hücreye yayılarak, bir tür yengeç
tarihler 1997-98’i gösteriyordu. Modern kahraman bildiğimiz yürüyüşüyle tüm vücudu sarar. Günümüzdeki eleştirmenlik
anlamda klasik savaş kahramanı değildir diye açıkça yazmış- ve teorisyenlik görünümlü cehalet de özellikle iyiye olduğu
tık birçok yerde; savaşın olmadığı yerde dramatik bir şekilde kadar kötüye de hazırlıksız olan yeni kuşağı ve kuşak bile sa-
yani alttan alta yürüyen mücadelenin, iyi-kötü kavgasının yılamayacak kadar gençleri etkisi altına alarak Türk şiirinin ve
kahramanıdır o. edebiyatının rahmine kanser gibi oturuyor.

hakan arslanbenzer
içindekiler

3 80’lerin karanlığı ve konuşmayan şiir / osman emre narin

5 allah vergisi bir güzellik (şiir) / melek arslanbenzer

6 parçalı ham 20: istanbul’a hitap (şiir) / ahmet güntan

7 üç şiir (cinnet modern, kitaptan: tekvin, pekala) / ismail kılıçarslan

11 vandal yürek (hikaye) / onur ateş

17 düş ağrısı (hikaye) / murat ali seven

dosya kültürel dayatmaya karşı

22 efsane ve anonimleşmeye karşı: kanaat aktarım mekanizmaları üzerine / ali akyurt

28 kültürel kibre karşı / hakan arslanbenzer

31 ulysses’i niçin okudum: klasikler dayatmasına karşı / fazıl baş

34 mozart’ın suçu değil: klasik müzik dayatması üzerine / ömer yalçınova

37 “kültürümüzü koruyalım” dayatması / hüseyin rahmi göktaş

39 talim terbiyeden mezar kazıcılığına / murat güzel

41 tuz (şiir) / mehmet aycı

42 ezgi (şiir) / murat sözer

43 anlamın sadece anlamla ilişkisi vardır / hüseyin rahmi göktaş

fayrap kitap

45 akif’te buluşmak / hakan arslanbenzer

49 konuşkan, müdahil ve patlayıcı bir şiir: eren safi’nin kamaşır’ı üzerine / ali düz

52 şehre ve kalabalığa karşı bir “kalkan”: meryem koçaklamaları / murat sözer

55 mutsuza iyi bak: didem madak şiiri üzerine / ömer yalçınova

fayrap

sayı 8 | aralık-ocak-şubat 2007/8 yönetim yeri ve yazışma adresi:


fiyatı: 5- ytl ziya gökalp cad. 43/7kolej / ankara 430 17 08

basım yeri: özel matbaacılık


yönetmen: hakan arslanbenzer necatibey cad. bilecik pasajı 27/6

sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: sıhhiye / ankara telefax: 0312 230 66 03 - 231 31 60

büyükharf ltd. şti. adına mehmet eren safi basım tarihi: 01.12.2007
tasarım: sinan günçiner yayın türü: yerel süreli
son okuma: elif turanlıoğlu, melek arslanbenzer posta çeki hesabı: 1001510


80’lerin karanlığı ve
konuşmayan şiir
osman emre narin

Türk şiirinin modernleşmesiyle ilgili belli başlı tuhaflık- Cöntürk’ün eleştiri düşüncesi mesela, hem bazı çağdaş-
lardan biri 1950’li yıllara kadar şiirin tarihsel evriminin ları hem de onların taassubunu bugün devam ettirenler
açık seçik, günü gününe izlenebilen ve zaten izlenmiş bir tarafından karartılmıştır ve karartılmaktadır.
şey olmasına rağmen, 50’lerden bugüne kadar nelerin ol- İkinci Yeni’nin obskürantizme karşı mücadelesi hem
duğu ve bunların ne demeye geldiği gibi temel soruların hepimizin örneği olması gereken bir mücadeledir hem de
biraz karanlıkta kalmasıdır. Karanlığın giderilmesi yo- bir yönüyle galip geliyoruz zannederken duçar oldukları
lundaki çabalar da aynı tuhaflığın bir devamı olarak özel- bazı mağlubiyetler yüzünden suimisal teşkil eder. Unut-
likle karartılıyor. Hukuk alanında delillerin karartılmasına mayalım ki İkinci Yeni şairleri şiire getirdikleri karartıl-
benziyor bu. Bir de obskürantizm meselesi var; ki şiirimiz masın diye kampf ’larla, namı diğer sağ-sol davasıyla şiiri
üzerindeki koyu karanlığın en önemli sebebinin obskü- incitecek kadar ilişki kurmuşlar, ideolojiye prim vermişler-
rantizm olduğunu sanıyorum. dir. Ve bu sadece Sezai Karakoç’un sorunu değil, hatta
Obskürantizm, Hıristiyan dünyasında Engizisyon’dan daha çok mesela Edip Cansever, Ülkü Tamer gibi lirik
neşet etmiş bir şey temelde. Hıristiyanlığın aforoz ve exor- şairlerin tırmandırdığı bir sorundur. 1958’de Karakoç’la
cism (şeytan çıkarma) kurumlarını beklenmedik bir şekil- Tamer’in Cansever şiiri üzerinden tartıştıklarına bir bak-
de devreye sokan Engizisyon, hakikatin ifadesi konusunda mak gerekir bu yüzden. Çünkü o tartışmanın görünür
koyu ve katlı bir karanlığa yol açmıştı Avrupa kıtasında. yapısının ötesinde anlamları var. Cemal Süreya’nın rolü
Bundan obskürantizm doğuyor. Tam Türkçe’si olmayan ise kendi başına bir konu. Çünkü Süreya olmasa bu tar-
bir terim obskürantizm. Cemil Meriç’in düşüncemize yine tışma hiç gerçekleşmeyebilirdi. Karakoç’un yazılarının
kendi kazandırdığı bu terim için önerdiği karşılık: Taas- Pazar Postası’nda yayımlanması yoluyla gerçekleşen bir
sup. tartışma bu çünkü. Eşit söz hakkı ve demokrasinin şiiri-
Taassup, Türk şiirinin her modernleşme atılımında mizde verimli tartışmalara gebe olduğunun bir ispatı da
karşısına aldığı şeydir aynı zamanda. Taassubun içe ka- sayılır “Tilki” tartışması…
panma, kendini sakınma anlamları da var; bizim sözünü Şiiri karartmanın en iyi iki yolu ahlak ve ideolojidir.
ettiğimiz taassupsa karartmaya, kapatmaya dönüktür ve Doğrudan doğruya ahlak ve ideoloji değil tabii. Belli
şiirimizin özellikle 50’lerden beri başına bela olan şey- bir şair veya şiir obskürantizme kurban edilecekse, şa-
lerin başında gelir. Bu basitçe, gelenekselcilerle moder- irin kişiliği ahlaki karartmaya, şiiri de ideolojik karart-
nistlerin çatışmasında gelenekselcilerin ortaya koyduğu maya konu edilir. İsmet Özel için özellikle 80’li yıllarda
bir taassup olmadığı için mecburen obskürantizm terimi- ne dendiğini hatırlayalım: “Düşünce yazılarını okuma-
ni tercih ediyoruz. Çünkü modernistlerin getirdiklerini yın, sadece şiirlerini okuyun.” Görünüşte şiir hakkında
karartma konusunda azılı davranışlar sergileyenler ge- olumlu bir tavırdır bu; aslındaysa bir şairi ufalamanın,
lenekselciler değil hemen bir önceki dönemin moder- şiirinin ciddiyetini en aza indirgemenin, şiiri bir hayat
nistleridir. Nurullah Ataç ve Adnan Benk’in İkinci Yeni önerisi olmaktan çıkarmanın en iş beceren yollarından
karşısında geliştirdiği karartma, kapatma, karalama tavrı biridir. Çünkü İsmet Özel düşüncesiyle şiiri bir çelişki
inanılmazdır mesela.  Önceki-sonraki dönemlerin çatış- veya ayrılık içinde değil, belli bir tamamlanma ilişkisi
masının ötesine de geçebilmiştir obskürantizm. Hüseyin içindedir. Şiirinin bazı sonuçlarına düşünce alanında

1
Beklenmedik oluşu Rönesans’ın hemen arkasından gelmesindendir. 16 ve 17. yüzyıl Avrupa düşüncesinin baş belası olan Engizisyon (Directorium Inqu-
isitorium) Katolik Kilisesi’nin, iktidar boşluğundan yararlanarak rakiplerine attığı acı bir kazıktır. Çoğu insan Engizisyon’un bir Ortaçağ olayı olduğunu
sanır. Katoliklerin Ortaçağ’da da vahşi cezalandırma yöntemleri vardı ama Engizisyon açıkça modernliğin emekleme devrinde ortaya çıkmış bir şeydir.
Bu da, Türk şiirinin modernleşmesi konusunda kurduğumuz benzetme bakımından pek çok şey ima ediyor.
2
Ataç’ın Cemal Süreya için ağza alınmayacak küfürler ettiğini Muzaffer Erdost’un tanıklığıyla biliyoruz.
3
Bu tartışmanın derli toplu bir yeniden sunumu için bkz. Kökler, sayı 12, Eylül 2006.


ulaşmış bir şair İsmet Özel. Kendi şiiri ve genel olarak İşin tuhaf tarafı, bunu muvafık anlayıştaki (muvafık
şiir sanatı hakkında bildiklerini düşünce alanına yürüte- kelimesi akla her zaman münafık kelimesini getirecektir,
rek politik yazında felsefi bir düzey tutturabilmiş ender bu tabiidir) yazarlar da inkar etmezler açıkça. Obsküran-
isimlerden biri. Ama “Düşünce yazılarını okumayın, sa- tist yollarla belli ortamlarda, gerçek muhalif şiiri karart-
dece şiirlerini okuyun!” deniyor. Yani karartın, sansürleyin maya çalışarak, belli ortamlarda bunu başararak yapmaya
ve İsmet Özel şiirinin konuşmasına fırsat vermeyin. çalışırlar. Çağımız ilginçlikler çağı. Rejim taraftarlarının
Konuşmayan şiir, obskürantistlerin bizden en çok is- kendilerini muhalif diye satabildikleri bir çağ mesela. Ki
tedikleri şeydir sanıyorum. Şiir aman bir şey söylemesin. hoşgörü veya ilericilik gibi kavramların da nasıl aksine
Şiir sadece ilginç, güzel, oyuncul, zevkli vs. bir kelime işlediğini bilmeyen kalmamış olsa gerek artık.
dizisinden ibaret kalsın. İşte burada mesele ettiğimiz Obskürantistlerin mumu yatsıya kadar yanar diyebi-
80’li yılların da kişiliğini bu yıllarda bulmuş yazarların liriz yine de. Yaptıkları karartma akla çarptığında, bel-
da ruhu budur. Neden şiirin ya da şairin konuşmasını, li çıkarlarla değil salt akılla hadisenin üstüne giden hiç
söylemesini, tavır almasını, iyilik-kötülük ayrımını yap- kimseyi kandırmaya yetmediğinde yaslandıkları yalan ve
masını, dahası kötülüğe karşı iyiliği önermesini istemi- korkular tuzla buz oluyor çünkü. Osman Çakmakçı ve
yorlar acaba? İnanmadıkları için olabilir mi? Onlar için Yücel Kayıran’ın geçtiğimiz yıllarda şiirle ilgili tespitleri-
hüküm cümlesi belki de şudur: Şiir salt estetik bir sanat- ne yönelik karartmanın yanına Ahmet Güntan’ın şiirine
tır nokta. yönelik karartma eklendi son zamanlarda. Bizse daimi
Tartışmayı kapatan, başka türlüsünü düşünmeyi ya- karartma altındayız. Yine de, iyimser olmamak için faz-
saklayan bu tavrın çok yumuşak bir görüntüsü olan ya- la bir sebep olmadığı kanaatindeyiz. Zira, bu sazlı sözlü
zarlardan gelmesi de yeterince ilginçtir. Güçlü ve etkili karartmalar aklı başında hiç kimsenin şiire ve şiirle ilgili
bile olmak istemeyecek kadar barış ve huzura gark olmuş görüşlere ulaşmasını engellemeyi başaramaz. Obsküran-
bir görüntüleri var obskürantistlerin. Sanırsınız ki bir to- tizmin müttefikleri daima korku ve cehalettir. İnsanlar
kat atsanız öbür yanağını çevirecek. Mutaassıpların hepsi sadece çıkarlarını kaybedecekleri korkusunu cehaletleriy-
birbirine benzemez bu konuda. Sadece 80’lerin obskü- le birleştirdiklerinde obskürantizmin kandırabildiği kim-
rantistleri sözünü ettiğimiz İsevi görüntüyü sergiliyorlar. selere dönüşüyorlar. Yani sadece ve sadece rejimi kendi
Belki bir de nurcular. hayatınızın (dolce vitanızın yani) ve sanatınızın güvencesi
Bu hoşgörü abasının altından gösterilen sopalar da sayıyorsanız, Celal Soycan’a inanıp bu satırların yazarını
meydanda öte yandan. Doğrusu, mesela, Celal Soycan’ın tehlikeli bir “propagandist” sayabilirsiniz. Soycan’ın ih-
şiirimize ne zaman ve ne cihetle, hangi başarıyı kazanmış barına haber diyebilmek için benim yazdığım şiirin, şiirle
olarak katıldığını şahsen bilmiyorum, böyle bir yazar ol- ilgili görüşlerimin hayat hakkınızı elinizden almaya dö-
duğunu bile yeni farkettim; ama İle dergisindeki uzunca nük olduğuna iman etmeniz gerekiyor.
yazısına bakınca Soycan’ın şiirde son gelişmelere karşı Haberin yerini ihbar, düşüncenin yerini safsata, şiirin
bir tür mücadele içinde olduğu açıkça anlaşılıyor. Heves yani muhalif sesin yerini muvafık ses, açık seçik şiir siya-
dergisi Soycan’ın sözde eleştirilerine konu olurken, ismi setinin yerini obskürantizm almış olabilir. Yine de korku
verilmeden Fayrap ve Neo-Epik hareket ülkemizdeki si- ve cehaleti aşabilen her okuyucunun hemen ulaşabildiği
yasi rejime karşı bir tehdit olarak sunulmuş yazıda. Sa- bir şiir ve düşünce alanına sahibiz Türkiye’de. Şükür ki
dece söylemsel olarak ele alındığında en az Cumhuriyet mesela rejimin kendisi tribündeki taraftarları kadar ka-
Halk Partisi’nin rejim savunuculuğu kadar sevimli bulu- rartıcı bir tavra sahip değil. Beyan etmek kaydıyla ede-
nabilecek olan bu tür sözde yazınsal tavırların altında ne biyat yayını yapmak serbest mesela. Ben de beyan etmek
türden ayak oyunları, gizli kapaklı ilişkiler ve hesaplar isterim ki, Türk şiiri obskürantizme Peker-İnönü devirle-
olduğunu bilemiyoruz. Orası da bilhassa karartılmış yani. rinde yenilmeyip arkasından İkinci Yeni’yi çıkarabildiyse
Celal Soycan örneğinde beliren rejim taraftarı şiir an- bugün de bugünkü karartmalara mağlup olmayacaktır.
layışı sanıldığından çok daha yaygındır. Bu çok şaşırtıcı Ki obskürantistler bitmez tükenmez hakaretleri, itirazla-
bir şey. Çünkü modern şiirin siyasi rejimlerle muvafakat rı, indirgeme çabaları ve kötülemeleriyle şiirin şiirdeki ik-
ilişkisi kurmadığı, hatta kuramayacağı artık bir tür şiir tidarını da dolaylı olarak onaylamış oluyorlar. Yarattıkları
amentüsü halini almış şeylerdendir. Modern şiir muhalif kısmi karanlıkta şiire, şaire vurdukları darbelere gelince;
bir şiirdir. her zafer biraz hasar ister… n

4
Ki mesela Metin Cengiz’in Şiir Dil, Şiir Dili (Şiirsel Anlam) kitabına bakınca bunu netlikle görebiliyoruz: Digraf Yayıncılık, Ocak 2006, 105 s. Bu
kitabın daha ilk bölümlerinden itibaren “anlamı belirsizleştirme”, “sisli kapılar”, “şiirin politik bir yaratım biçimini reddetmesi” gibi karartmacı,
obskürantist bir tavrın sergilendiği açıktır.
5
“Şiirimizle Yol Boyu Düşünceler”, İle, Mayıs-Haziran 2007.


melek arslanbenzer
allah vergisi bir güzellik

Yaşamak! Bir bomba patladığında orada olmalısın


Güzel bir söze kanmak gibi Pazar kurulurken pazarcılardan önce sen
Allah’a inanmakla başlar insan Kalkan ilk otobüsten önce sen
Ve devam eder kendine inanmakla Vapurlardan önce sen geçmelisin karşıya
Bir motor Beşiktaştan Üsküdara bir deniz Okula ilk giden öğrenci olmalısın
Oğlum var bir de Betül yanımda Kalkıp üstünü örtmelisin uyuyan çocukların
Yan yanayız yan yana ölebiliriz belki de tam o anda Kocasını seven her kadına hayranlık ve tabii
Yan yana olmak da yan yana ölmek de güzel bir şeydir kocalarına da
Duymalısın!
Kan yaralı ve ambulans aynı cümle içinde
Bilmem kaç kez yan yana gelmiştir Güzel çok güzel olmalısın her şeyden önce
Marmara depremi ekonomik kriz bomba Taşlar çatlamalı güzelliğinden insanlar çatlamalı
Bunların hepsi Türkiye içinde Yaşamakla kazanılmış yaşamakla katmerlenen
Türkiye’de insan her an ölebilir Yüzüne eklenen her çizgiyle tekrar ve tekrar
Bunu biliyorum tazelenen
İnsan ölebilir her an bunu da biliyorum Ve asla ilk bakışta fark edilmeyen bir güzellik
Dağınıklığım bundan
Sürekli toparlanmaya sürekli toparlanmaya çalışıyorum Güzelim!
İstanbul ne kadar çok dağılıyor Baksanız çatlarsınız güzelliğimden
Ankara ne çok dağılıp ne çabuk toparlanıyor
Ne kadar çok ağlıyor istanbulda insanlar
Ne kadar çok gülüyor
Betül ne kadar çok gülüyor ne kadar çok ağlıyor

Herkes uyuyor camları açmalı


Temiz hava dolsun ciğerlerimize
Kemiklere kalsiyum kalbimize cesaret
Günün ilk ışıkları ne kadar da parlak gözlerim
kamaşıyor
Uyku tutmuyor beni yaz sabahları
İnsan her şeye en baştan başlamalı


ahmet güntan
parçalı ham 20.

İstanbul’a hitap.

[ istanbul’a dönüyorum ( trafik kapalı ) ]

[ istanbul ] 15.034.830 kişi


Son sayımdan sonra nüfus artış eğrisine göre
2006 sonu için hesaplanmış

[ ben de hesaplıyorum ]
Bir yetişkinin dışkıladığı günlük ortalama miktar: 150 – 200 g
[ istanbul ] günde 3 bin ton dışkı
Bir yetişkinin işediği günlük ortalama miktar: 1 - 1,5 litre
[ istanbul ] günde 23 milyon litre çiş
Bir kişinin tükettiği günlük ortalama yemek [ kuru fasulye,
pilav ] miktarı 400 g X 3 öğün
[ istanbul ] günde 18 bin ton yemek
SORU: Aradaki fark nereye gidiyor?
[ istanbul ] o yüksek binalardan patır patır aşağıya akan bokları bir düşünsene

[ cemiyet makinesi ]
[ istanbul ] para [ istanbul ] bok [ istanbul ] para
[ istanbul ] bok [ istanbul ] para [ istanbul ] bok
[ istanbul ] para [ istanbul ] bok [ istanbul ] para

LAĞIM SUYUNDAN ELEKTRİK ENERJİSİ


ABD’DEKİ PENSİLVANYA EYALET ÜNİVERSİTESİ’NDEN ARAŞTIRMACILAR LAĞIM
SUYUYLA ÇALIŞAN BİR ELEKTRİK ÜRETECİ GELİŞTİRDİKLERİNİ AÇIKLADI. HARCANAN
ENERJİ SEBEBİYLE İNŞA MALİYETİ YÜKSEK OLAN SU ARITMA TESİSLERİNİN BU
SORUNUNA YARDIMCI OLMASI PLANLANAN CİHAZ, ŞU ANDA 100.000 KİŞİNİN ATIKLARI
İLE ANCAK
51 KİLOWATT ENERJİ ÜRETEBİLİYOR.

[ demokrasi bitti desem ] boktansızlıkcılar kızıyor

_______________________________________________________________________________________
Elektrik enerjisi üretimiyle ilgili bilgi Bilim ve Teknik’ten, Cahit Sıtkı Tarancı’nın cemiyet makinesi deyişi Ziya’ya Mektuplar’dan alınmıştır.


ismail kılıçarslan
üç şiir

CİNNET MODERN

bir kırlangıcın kanı var ön camımızda


sanayi devrimi çünkü kuşların ölümüdür
picasso ve prezervatif işte tam da bu anda
bu anda bir kız ağzına bir cinneti almaktadır

cinnet modern
bizi zihnin müstemlekesi kılan
cinnet modern
bizi gümüş kaşıklardan alıkoyan

kalan yalnızlık vardır artık akşamlardan


televizyon yalnızlığı, renk yalnızlığı, insan
şiir çekilmektedir köhnemiş rüyalarımızdan
geveze ve umutsuz, şizofren ve unutkan

cinnet modern
kır kahvelerinde hafta sonu romantizmi
cinnet modern
birdenbire bir köprünün tastamam hayali

bir kadın bir çocuğu kucaklayacakken kurcalamıştır


acı doludur o devlet sarısı zevksiz koltuk
dönülmez dünyaya vakit hayli olmuştur
dönülmez, şuramıza gelip oturmuştur yoksulluk

cinnet modern
gloria jeanste sumatra bilmem ne kahvesi
cinnet modern
abdullah gülün ülkemize cumhurbaşkanı seçilmesi

aynalı sözler bulup biçimsel denemelere girişip politikayı keşfedip ruhlarımızı yağmalamak isteyenler için tekmil
verip / kıymetli katkılarımız için cep saati tazminat plaket öpücük alıp / birikmiş paramızla bir nokta otuz
dokuzla on yıl vadeyle / vadesi dolmuş insanlığın mezarına işeyen o amerikalı pis herifin adını sapıklık gibi /
sapkınlık gibi rafizilik gibi çift elle çift bıçakla çiftle çubukla toprakla irtibat halinde / ayakkabılarını çıkarıp
ellerine alıp ayaklarını toprağa basıp / beşiktaşı semt takımı olduğu için severken kapitalizmi yeniden icat edip
/ allen abi papa olsana diye bağırınca sanki kazanda bir ayaklanma bastırılıyor / kazan türkleri diye birileri
var kaplanlı belgeselden hemen sonra çıktı televizyonda çıktı / televizyona baykal da çıktı inanamazsın lafın
sözün belini kırıyor / sokakları bar adlarıyla tanıyan yaşı geçkin kızların mutlu evlilik hayalleri bir kez daha
eczaneye / eczanelerde ağrı kesici var bepanten var işe yarar nesneler solgun kimesneler var ihraç fazlası gibi


hissediyorum kendimi / cipralex iyi geliyor donuk mat kimsesiz bir cihangir sokağında / zaten o garson çocuk
da ayrılmış o kafeden doluşalım kafelere sevişelim ama üremeyelim dikkat edelim aile planmasına kardelenler
kampanyasına destek verelim modernleşelim adamın canını sıkmayalım hırtlık yapmayalım değil mi eren
safi / türk şiirine teknik bir arıza nedeniyle ara verelim suyun akarını bulalım etliye sütlüye karışmayalım
senede iki takım elbise ramazanda erzak alalım / patronla yemeğe çıkalım patronu kafaya alalım şehrimizin
düşman işgalinden kurtuluşunu coşkuyla kutlayalım / şehrimiz kurtulsun kuran da okuyalım ama ardından
yürüyelim o mezara anı defterlerini dolduralım gayrı safi milli hasılamızı / özallı yıllar tabii çok önemli
yıllardı entegrasyon kelimesi amma ritmik ejekülasyon gibi / akar gider durmaz gider sokaklarda liseli kızların
aman allah bacakları süt ve bal / bal işine girelim kaçkarlardan bir arkadaş bal yollasın biz istanbulda doğal
beslenme meraklısı aptallara satalım / selahattin yusufla unisex tişört tasarımı işine de girebilirim her an /
her an hatırı sayılır bir cinnet geçirip ot yok mu lan taş yok mu hadi kitabınız yok ulan allahınız da yok mu
diye nara atarak / sonunda paşa olan semtlere iki oda bir salonlara sabahlamalara sarayın tavuklu çorbasına
kadir abimizin lan saray / padişahlık geri gelsin yıkalım cumhuriyetin değerlerini kurumlarını kurumsal olalım
/ iletişim müdürlüğü ihdas edelim insan hakları şefliği insan hakkını alabilir mi bu dünyadan test edelim / iş
başvurusu formu dolduralım kravat takalım siyah takım elbiseyi indirim var daniel hechterdan alalım / hasta
olalım kusalım tiksinelim bıyıklılardan bıyıklılar tehlike arzetsin terörist olsun bıyıklılar hasta olalım kusalım
tiksinelim bıyıklılar

cinnet modern
usul usul şehre bir dalgakıran çekiliyor
cinnet modern
insan yazdıkça sanki daha da sakinleşiyor

KİTAPTAN

tekvin

başlarım bu şiire yaradanın ışığına şükrederek, ışık olur, çünkü iyidir


selamlarım batıyı, kuzeyi, güneyi ve doğuyu, ışık olur, çünkü iyidir
süt emen bebekleri, dişleri dökülmüş ihtiyarları, toynakları sağlam atları
yol gösteren yıldızı, yoldan çıkaran cinleri, parıldayan güneşi, kavuran çölü,
doyuran eti, çağıran teni, baştan çıkaran şarkıları, meydandaki tavernayı
kekeme musayı, yoldaşı harunu, kızıldenizin balıklarını, bıldırcın ve helvayı
dilimin ucuna gelen ne varsa hepsini selamlarım, ışık olur, çünkü iyidir

bugün biraz yorgunum, altı gündür uykusuzum, tedirginim biraz dünyadan


haller içre hal değil halim, şiir yazmak için bulunuyorum aranızda bilin
zarfı ve mazrufu birbirinden ayırmamak kastıyla kestim bileklerimi
rilke okudum, çay içtim, yoruldum, yoklayarak buldum büyük türk şiirini
gene de memnunum bulunduğum bu yerden, anakronik ne demek bilmesem de
şarap içmiyorsam, göz dikmiyorsam komşumun tavuğuna bundandır böylece

denizi sonsuzluk diye tarif ederken, elifi ruh ikizim, fevziyeyi sevgilim
bir bakıma kendimi ele veriyormuşum meğer, farkında değilmişim


mizacım kaderimmiş öğrendim, bunun için biriktirdim gözyaşlarımı


para biriktirmedim, yapmadım hatıra koleksiyonları, bir geçmişim yok
taşa çarpan deniz, yalpa yapan rüzgar, ya allah, ya esrar, ya esrar, ya esrar

kime sorduysam çocukları işaret ettiler hep, çocuklar ve mektuplar gibi


çocuklar ve meczuplar, çocuklar ve babalar, çocuklar ve oyunlar
kime sorduysam la havleyi vela kuvveti kime sorduysam illa billah
gelelim bu öykünün en can alıcı noktasına, suya duralım, soluklanalım

kara kavruk, ismet özel gibi, üç kez türk olduğum için şükürler olsun
kelimelerin anlamını gizlemeden, kötülüğü serip dökmeden, ağlamadan
beni serin yaylalarda, kara çadırlarda, at üzerinde hayal etmeni nasıl sağlarım

nasıl allahım, nasıl bu yaratılışın sırrına nasıl ererim, açık et bana


açık et, göster görünmeyeni, göreyim nedir işaret ettiğin

tütsü yakayım, kippa giyeyim, kanını akıtayım bana benzemeyenin

PEKALA

mesela ben seni ne zaman düşünsem


bir van gogh tablosunun ortasında buluyorum kendimi
sarısı fazla, mavisi az, yine de yaz, yine de buğday ve başak
içinde bir tekne olsun tanrım, bir de rüzgar
ve ademden kalma bu kaburga sızısı kavursun gövdemi

mesela ben seni ne zaman düşünsem


bir şarkının gelişen ritmi dolduruyor etrafı
bir şarkı: aşktan çok, ayrılıktan pek az bahseden
bir şarkı: gizlenen, el içine çıkmayan bir kız gibi
bir şarkı: otel odasında kendime yakalandığım o aynaya bakmak gibi

mesela ben seni ne zaman düşünsem


ateş oluyor, yangın oluyor, deli oluyorum

mesela ben seni ne zaman düşünsem


eni konu bir sersemliğe, bir inkara, bir insafsız geceye
haylaz misketleriyle ve gazoz kapaklarıyla bir temmuza
ağır aksak bir akşam oturmasına
ah bu zihin!
yakup’tan bu yana kör ediyor kullananı
ve bir gömlek olmazsa olmazı işte bu işin
10

mesela ben seni ne zaman düşünsem


genç bir ölünün pırıl pırıl fotoğrafı oluyor masada
ya istiklal ya ölüm desem değil, başka türlü
akdeniz usulü bir kesik savaş: belki
bir italyan filmi, barbarların dokunaklı öyküsü
barbarlar: başkalarına yazılmış dizeleri çaldılar

mesela ben seni ne zaman düşünsem


hurufi bir ikindinin gerçek yorumunu
bir yorgunluğun uzak ve dokunulabilir sonunu
rahimde bir ceninin tanrıyla doğrudan
cebrail bile olmadan konuştuğu o eşsiz anı
barbarlar: doğmamış bir çocuğun hayalini yağmaladılar
bense oturup barbarları anlatan, hayatımı, ahmaklığımı anlatan
bir çeşit sarhoş, bir çeşit divane, bir çeşit yağı bitmiş kandil oldum

mesela ben seni ne zaman düşünsem


tütünlü bir sabah çayının çapkınlığını buluyorum zihnimde
bunu ‘aklın taşa çalınması’ olarak da pekala
pekala bir türkçe sayıklama olarak da alabilirsin
beni alıp bu ateşe ekleyebilir, bir gök resmi çizebilirsin
beni al sen zaten, bırakma bu çöl düğününde
beni al, bir emanetli hergeleye, bir delikanlı raconuna dönüştür
gelip dayanamam kapına, sana şiir yazamam, öyle biri değilim
o çok beğendiğin kazağı bile belki hatta, anlıyorsun öyle ya
gelip dayanamam kapına, çünkü bir başka hayat yok
mucize yok, orkestra yok, davetliler yok
olsa olsa bir masal: iyi ki
olsa olmaz bir masal, olmasa olmaz bir yangın
gel al sen beni zaten, ört üzerimi, kapat bu bahsi
ben koşa koşa dayanıp bu yaşlı dünyamızın burçlarına
ve çağırarak yardıma haydar-ı kerrar’ı
mesela ben seni ne zaman düşünsem diyerek
yeniden başlatayım, yeniden başlatayım, başlatayım insanlığı

mesela ben seni ne zaman düşünsem


yeşil bir korku, bir apolet korkusu
barbarlar: ellerinde keskin birer ölümle ovalara
ovalara: aşkı unutup, insanı unutup, seni beni unutup
barbarlar: bizi kürek kemiğimizle imtihan ediyorlar
ovalara
11

onur ateş
vandal yürek

İki yıl sonra azat edildim. Aklı başında birini burada içinde görünen insanlara ve nesnelere tanıklık ettim.
tutmak pek tabii ki yasalara aykırıydı. Kapının ötesi İsmimi duydum. Kolunda bir sarışın, ağzı kulaklarında
ıssızdı; şaşırmamıştım. Yanımda Roza’nın varlığını geliyordu. Sarışın geride kaldı; sarıldık. Ağabeyimin beni
hissettim, ona döndüm. Ciddiyet ve endişeyi birleştiren karşılamaya gelmemesinin çeşitli bahanelerini dinlerken,
o her zamanki ifadesiyle yüzüme bakıyordu; benim omzunun üzerinden, kısa tebessümlerinden ve hareketli
gözlerim geniş ve güzel alnına dikiliydi. Bir şey demedi; gözlerinden kendisine, olanların ve bunların bayağı
elimi tuttu, demirin soğukluğunu hissettim. Döndü, kapı yorumlarının anlatıldığı, bunun sonucu olarak da bana
kapandı. Yalnızdım. Avucuma baktım, birkaç kuruş vardı. karşı iyi duygular beslemediği anlaşılan, sekiz ay önce
Yürüdüm. Otobüs durağında zayıf bir delikanlı lokur evlendiği bu şık giyimli kadına baktım. Nasılsın, dedi
lokur su içiyordu. Hava sıcaktı; Haziran ayının sonlarıydı. ağabeyim. İyiyim, dedim. Nasılsın, dedi. Omuzlarımdan
Kentin bir ucundan diğer ucuna giden, geniş suları, tutuyor, gözlerimin içine bakıyordu. İyiyim, dedim. İki
köprüleri aşan uzun otobüs yolculuğunda anladım ki yıl sürgünde olmanın getirisi iki kere nasılsındı anlaşılan.
dünya bıraktığım yerdeydi. Kalabalık ve rahattılar. Bunun Ağabeyimin çok fazla suçlanacak bir yanı yoktu.
bir parçası olmaya heves ederek ben de rahat olmaya Sigarasını dudaklarına götürdü; dikkatle bana baktı. Ucuz
çalışırken birkaç defa yanlışlıkla yanımda oturan adamı bir numaraydı. Dişlerimi gösterdim; o da hafifçe güldü.
dirseğimle dürttüm. Kafasını salladı, aldırmadım. Yan Eve girdik.
gözle gazetesini okudum. Yüz kadar çocuk okulda rehin Evin odalarına beni pek huzursuz eden yoğun bir
tutuluyordu. Dışarıda endişeli bir kalabalık ve çıkar yol simetri hakimdi. Bu simetriyi bozmak, eşyaların yerlerini
arayan yetkililer vardı. Bacağı sakat bir adama yerimi değiştirmek için güçlü bir istek uyandı içimde; ama tek
verdim. İndiğimde sevinçliydim; geniş adımlarla evin yapabildiğim oturduktan sonra kolumu rahatça sehpaya
yolunu tuttum. Ancak yarım saat arayıp da bulamayınca dayayabilmek için bir bibloyu az öteye itmek oldu.
birine sormak zorunda kaldım. Zili çaldığımda da Bunun üzerine evin sahibesinin sol kaşı kalktı, oturduğu
kapıyı açan olmadı. Ağabeyimin eviydi bu. Hayatta olan karşımdaki kanepenin sağ ucunda hafifçe kıpırdadı; ve
tek akrabamdı. Kaldırımın kenarına oturup bekledim. çoğunlukla ağabeyimin konuştuğu, havadan sudan, yeni
Asfalt sıcaktı. Biri ayağımın dibine bir izmarit atıp ezdi. haberlerden bahseden uzun ve sıkıcı bir konuşma başladı.
Başımı kaldırdığımda güneşle karşılaştım. Güçlüydü; Odanın bir köşesinde bir evlilik fotoğrafı duruyordu.
gözlerim kamaştı. Bir zaman, bana yenilik aldatmacası Bütün diğer evlilik fotoğrafları gibi her şeyi ile şablon bir
12

fotoğraftı. Bütün bu resimlerde sadece yüzler değişiyor limanı Rotterdam’da gelmiş, kundakçı bir şeytandı. Her
gibiydi; aslında hayır, hepsi aynı poz veren mutluluk neyse, o gece eve döndüğümde, kapıyı arkamdan kapayıp
ifadeleriyle, yüzler de aynıydı; birisi gizlice evlere girip durdum, bir süre hareket edemedim; içerdeki karanlıkta,
bu resimleri birbiriyle değiştirse, herhalde uzun müddet ta derinlerde bir canavarın gözlerini ağır ağır açtığını
kimse bunun farkına varmazdı. Ama bu fotoğrafın hissettim.
bana söylediği asıl şey şuydu. Bu evde bir fazlalıktım. Ertesi gün akşam, evde yalnızdım; içmeye gitmişlerdi.
Sanıyorum ki yakın zamanda bir daire ve beni oyalayacak Sıkılıyor, odaları dolaşıyordum. Karanlıkta odanın
bir iş bulunacak ve buradan kibarca gönderilecektim. ortasında dikilmiş dışardaki sesleri dinliyordum.
Günleri şuursuzca yaşamaya başladım; içi tıka basa Komşunun köpeği üç dört saat sürecek havlamasına
eşya dolu, dolaplardan birinin içinde ebediyen sekiz başlamıştı; yukarı katta tatsız bir müzik dinliyorlar,
yirmi altıyı gösterecek kumaşlara sarılmış bir antika saat ayaklarını yere vura vura dolaşıyorlardı; bir şoför uzun
duruyordu, ve bir tabutu andıran bana ayrılmış odada, uzun kornaya bastı, lastikler asfalta sürtündü, hey diye
her gün biraz daha geç olmak üzere sabahları kalkıyor, bağırdı; ötede gürültülü bir itfaiye arabası geçti; bir grup
mutfakta kahvaltıdan arda kalanların karşısına oturuyor, insan konuşarak merdivenleri iniyordu. Ayakkabılarımı
ayakkabılara uzanıp çıkıyordum; karşı binanın birinci kat giyip çıktım; rasgele yürüdüm. Dar sokaklardan geniş
balkonunu ele geçirmiş köpek havlıyordu, bu tekdüze sokaklara geçiyor; bazılarında top oynanıyor, bazılarında
gürültü insanı çileden çıkarırdı, ve yüz metreyi geçmeyen karşı binalardan kadınlar birbirleriyle konuşuyor; ben
birbirinin eşi bu onlarca sokağı arşınlıyordum, eski caddeye çıkıyor, aniden dönüyor, tekrar sokaklara
ahşap binalar beni tedirgin ediyordu, gürültücü küçük giriyordum. İtfaiye arabasının sesi bir yaklaşıyor bir
veletler zil sesiyle akın akın sokağa dökülüyorlardı, sonra uzaklaşıyordu. Ve birden o sesi tanıdım. O şeytani
aynı okulun üniformasına sokulmuş elli kadar çocuk uğultuyu. Yüreğim gümbür gümbür atmaya başladı.
ikişerli gruplar halinde boy sırasına dizilmiş başlarında Hızlandım. Bağrışmalar geliyordu. Köşeyi dönünce
ufak tefek öfkeli bir eğitici, kıt’a dur, içimde dayanılmaz karşımdaydı. Alevler dört katlı bir binayı ele geçirmişti!
bir sıkıntıya neden oldu, hızla uzaklaştım; evde sürekli Karşı konulmaz bir heyecan içindeydim. Artık geri
bir huzursuzluk vardı, varlığıma alışılınca da, ev büyük dönemezdim. İyice yaklaştım. Canavar, kırmızı uzuvlarını
kavgalara sahne olmaya başladı, önemsiz şeylerden çıkan binanın pencerelerinden dışarı uzatmış boşluğa yayılıyor,
kavgalar, ve geceleri gürültülü sevişmeler; odadan çıkmaz böğürüyor ve binanın yüzünü yalıyor, havaya kara bir
oldum, akşam yemeklerinde evde hazır bulunuluyor ve duman üflüyor, ve diğer binalara tehditler savuruyordu.
protokol icabı iki soru soruluyor sonra susuluyordu; Yıkıma yönelik sürekli ve rasgele bir hareket ihtiva
odamın kırık kapısına gazete yapıştırılmıştı, yetkililer ediyordu –bu Arıcı’nın tanımıydı. Büyülenmiştim! İtfaiye
anlaşma şartlarını kabul etmemiş ve çıkan çatışmada arabası hızla, sıkışan ve parçalanan kalabalığın arasından
bütün rehineler öldürülmüştü; ağır kokulu büyük geçip binanın önünde durdu. Beş altı tane adam çıkıp
liman boyunca yürümeyi seviyordum, deniz ağırkanlı işe koyuldular. Onları da ilgiyle izledim. Vanalar çevrildi;
bir tehdit gibiydi, iskelenin en ucuna kadar yürüyor, ve karşıt güç su, ilkin hortumu dikleştiren bir kuvvetle
ayakkabılarımın burnu havada, öylece dikiliyordum; o ilerledi, sonra dışarı fışkırıp alevlere saldırdı. Biraz daha
gece eve dönerken burnuma bir koku geldi, ve bir ara yaklaştım. Yüzümde sıcaklığı hissediyordum. Uzaktan
sokakta yanan bir çöp yığınının ötesinde durakladım. ambülansın sesi geliyordu. Korkunç çığlıklar duydum;
Yaşlıca bir serseri ellerini birbirine sürtüyordu. yerde paçavralar içinde, üzerinden dumanlar tüten
Tedirginliğim yükseldi. Kendimi sınadım. Acaba geri mi birisinin çevresinde iki kişi toplanmış bağırıyorlardı.
geliyordu? Hemşire Roza artık kurtuldun demişti. Fakat Biraz ötemde, sağ yanımda bir gazeteci kız binanın ve
Arıcı, kurtulamazsın, diyordu. Şöyle demişti: Bütünüyle insanların fotoğraflarını çekiyordu. Bu sırada yaralıyı
özgür bırakılsa bile insan, kendi başına korkunç işkence kaldırmaya çalışan o iki kişiden biri, daha genç olanı bana
aletleriyle dolu bir hapishanedir. Tedavi mümkün değil bağırıp yardım etmem için çağırdı, ama görmezlikten
miydi? Arıcı, hastanede tanıştığım özel bir adamdı. geldim. İtfaiyeciler iyi çalışıyorlardı; canavar zayıflamıştı.
Kimsesi yoktu, hastaneye kendi isteğiyle gelmişti; Ambülans arabası geldi; sedyeler ve beyaz adamlar dışarı
kendine ait özel bir odası vardı, ordan çıkmaz, kimseyle fırladılar. Başımı çevirdiğimde gazeteci kız bana bakıyor,
konuşmazdı. Zamanla ben bir istisna oldum. Bazen gülümsüyordu. Bedenimi hafif bir titreme tutmuştu.
saatlerce tek kelime etmeden öylece otururduk. Sadece Tekrar yangından yana döndüm.
ona Dod’dan söz ettim. Birilerine bu Dod’u anlatacak Böylece, nereye varacağı başından belli eski
olsam hakkımda muhakkak yanlış bir hüküm verirlerdi, mücadelem tekrar başladı. İlkin, dayanamayıp evin
ama kabaca şunu söyleyeyim, Dod, dünyaya, dünyanın arkasındaki sokakta küçük bir yangın başlattım. Binanın
13

yandığı günden iki gün sonraydı. Sonunda bakmaktan zihnimi bulandırdı. Gözlerimi tekrar açtığımda yerde
vazgeçtiğim aynada gördüğümden ya tiksindiğim ya yatıyordum; ağzımdan salyalar akıyordu; her yer bulanık
da haz duyduğum iki günden sonra. Savaşan iki tarafta ve kara lekelerle doluydu. Başımda müthiş bir ağrı vardı
da aynı kişi bulunuyorsa sonuçtan ne umulabilirdi ki? ve yarı yarıya kör olmuştum. Güneş epey ilerlemiş, hava
Kasvetli odada oturuyor, tırnaklarımla dolabın tahtasını kararmaya başlamıştı. Zar zor kalktım ve bir iskemleye
çiziyordum. Ve kırıldılar. Gece oldu. Uyudular. Gazete ve çöktüm. Gözlerimi tekrar kapayınca zihnimde, bütün
çakmak alıp dışarı çıktım. Hava ölgündü; kolay olacaktı. o oynaşan lekelerin ötesinde yine o görüntü belirdi.
Köşeyi dönünce çevreme bakındım; kimse kalmayınca Peşimi bırakmayan, Gül Sokağındaki 19 numaralı ahşap
çömelip tutuşturdum gazeteyi. Biraz geri çekilip zevkle binanın görüntüsüydü bu. İlk kez iki hafta kadar önce
seyrettim. Yaklaşan insan sesleri duyunca pantolonumun gezerken farketmiştim ve o günden sonra da, şehirde her
düğmelerini çözdüm. Sarı, düz bir yıldırımın ateşi gün yaptığım rutin gezilerde hangi yöne gidiyor olursam
söndüreceği hiç aklıma gelmezdi! olayım yine bir şekilde kendimi, o güzelce yenilenmiş
Bir zamandır evdekiler yoktu. Bu durumu açıklayan üç katlı ahşap binanın karşısında olasılıkları düşünüyor
konuşmayı ancak hayal meyal anımsıyordum. Tatile mi buluyordum. Sonra, yaklaşık bir yıl süren yokluğundan
çıkmışlardı? Yoksa bana ev bulmaktan vazgeçip kendileri sonra Dod da tekrar rüyalarıma girmeye başlamıştı.
mi taşınmıştı? Böylece, sessiz ve boş evde, sinirlerim iyice Sadece ayrıntıların değiştiği rüyalarda kah bu evin
gerilmiş ve ter içinde kalmış, kanepede uzanıyordum. önünden geçiyor, kah uzaktan onu gösteriyordu. Çoğu
Güneş ya ilerlemiş ya da önünden bir bulut çekilmiş zaman sol elinde anlam veremediğim, fakat bir şekilde
olmalıydı ki, ansızın yüzüm kuvvetli ışınlarıyla doldu. Bir Roza ile bir bağı bulunan ya da düpedüz ona ait olan bir
süre kendimi bu sıcaklığa bıraktım ve, uzaktaki dev alev çeşit gümüş kolye tutuyor, sallıyordu. Bir keresinde de
topunu hayal ettim. Orada engin boşlukta kendi kendini rüyamda eve iyice yaklaşmış 19 rakamının altında Nuh
kızıştırıyor, patlıyor ve patlıyordu. En tepede olduğu Ap. yazısını okumuştum. Ve ağrıyan gözlerimi tekrar
vakitti. Balkona çıktım ve gözlerimi ışığın kaynağına açtım.
diktim. Gözlerimi, kırpmadan ve bir tanrıya meydan Sonra koşmaya başladım. Merdivenlerden aşağı adeta
okurcasına güneşe diktim. Bekledim. Ve bekledim. uçarak indim; son basamaklarda bir terslik oldu, yanlış
Kaskatı bekledim. Gözlerimi çevirmeden bekledim. bir adım attım, ayağım burkuldu; sağ dizimin üstüne
Işık çoğaldı. Belirsiz bir zevk duyumsuyordum. Işık düşerken sol elimle korkuluğu yakaladım; ifadesiz bir
gözlerimi delerek geçiyor beynime saplanıyordu. Işık yüz ve uzanmış bir el gördüm. Koşarak çıktım binadan
çoğalıyordu. Sonra her yer ışık oldu; ve keskin bir sancı ve sisin içine daldım. Sokaklarda koşuyordum. Yaşlılar
14

şaşıyor, çocuklar aldırmıyorlardı; insanlara çarpıyor kasvetli rüyalardan uyanıyor fakat genelde bunları
ama durmuyordum. Birden sağa sapıyor, sonra birden hatırlayamıyordum. Sakindim; yürüyor ve bakıyordum.
sola sapıyordum. Gül sokağına koşarak girdim; iki Bu arada evin sahipleri dönmüştü.
numaralı binadan bir ayak çıktı; beş numarayı geçtim; Bir akşam eve döndüğümde kapıyı ağabeyimin
dokuz; on birde kediler toplanmıştı; ve 19; bakmadan karısı açtı. Sol gözünün altında bir morluk vardı. Bir
geçtim. Sonra yokuş aşağı koşmaya başladım. Nefes şey demeden oturma odasına geçti. Ben de geçtim,
nefeseydim. Biraz yavaşladım. Uzun bir caddeye tam karşısına oturdum. Derin bir sessizlik hakimdi.
çıktım; bir süre burda ilerledim; ve sola sapıp, tenha Sormadım, konuşmadım; o da ağzını açmadı. Karşılıklı
sokaklarda tekrar hızlandım. Heeey nereye? dedi biri; oturup uzun uzun birbirimizi süzdük. Tuhaftır, yüzündeki
sesi zihnimde tanıdık bir yere oturtamadım. Kalbim morluk onu daha da güzelleştirmiş gibi geldi bana.
küt küt atıyordu. Terliyordum. Boğazım kurudu; ben Gözleri yaşlı, sigara üstüne sigara içiyordu. Nice sonra,
koşuyordum. Ağzımda tükürük biriktirip yuttum. Yokuş birden, dışarda bir köpek acı acı havlamaya başlayınca,
aşağı gürültüyle indim; keskin dönüşler yaptım. Ortalık gizli bir işaret almış gibi kalktım, iyi geceler, dedim.
ıssızlaştı. Sonra birden haşmetli denizi karşımda buldum. Kent alevler içindeydi. Dev bir yangın alanına
Bir vakit deniz boyunca yürüdüm. Ve, insanlardan ve dönmüş bu şehirde yanmayan yer kalmamıştı; şehir,
yollarda uzak, kayalık ve çalılarla çevrili, çakıl taşlı bir adeta kırmızı kara bir cehennemdi. Duman, buhar ve kor
sahile vardım. Çatlayacak gibiydim; kendimde değildim. kaplı havada soluk almak ve görmek imkansızdı. Alevler
Suya doğru yürüdüm. İyice yaklaştım. Ayakkabılarım suya içindeki binalar gürültüyle birbirinin üzerine yıkılıyor;
girdi; tuzlu su dizlerime sıçrıyordu. Uzaklarda martılar muazzam patlamalar oluyor; yanan kadınlar, erkekler,
vardı. Kendimi bıraktım; dizlerimin üstüne çöktüm. çocuklar, kedi ve köpekler çığlık atarak sokaklarda
Her yerim ıslandı. Nefes alıp verdikçe hırıltılı bir ses koşuyor, yere yığılıyorlardı. Kentin çok uzun zamandır
çıkarıyordum. İçim ateş gibiydi. Avuçlarımı birleştirdim yandığı ve bir daha hiç sönmeyeceği hissine kapıldım
ve başımı eğdim. Denizin suyunu, bu zehirli içkiyi –ben de ordaydım; meydanda üzerime benzin dökmüş,
kana kana içtim. Ağzıma, boğazıma ağır, yakıcı bir yük alevlerin içine atlamıştım. Acı ve zevk had safhadaydı!
yerleşti; kendimi geri attım. Ölecek gibi oldum. Gözlerim Kenti çevreleyen deniz de yıkıcı bir kudurganlığa
kararıyordu. Az sonra kusmaya başladım. Sonra kendimi varmıştı. Simsiyah dev dalgalar birbirine giriyor, şehre
az ötedeki çalıların içine attım. Kendimden geçmişim. saldırıyorlardı; azgın, kuvvetin doruğundaki dalgaların,
Uyandığımda tan ağarmaktaydı. Çevremde üç tane kirli evet, dalgaların tepeleri bile alev almış, karanlıkta
sokak köpeği uyuyordu. Sinekler vızıldıyordu. Ağır, mide çakıyorlardı! Şehir denize doğru eğilmiş, çökmüştü;
bulandırıcı bir koku duyuyordum. Perişan bir halde ve yıldırımlar, birbiri ardına iniyor, gözleri kör ediyor,
kalktım ve ağır ağır evin yolunu tuttum. Şehrin ıssız bir bu cehennem kargaşasına katılıyordu. Yangını onlar
bölgesinden içlere doğru uzun yolculuğum boyunca başlatmıştı. Diğer şeytanların arasında Dod’u gördüm;
köpekler, uzaktan ve yakından eşlik ettiler bana. Eve kahkaha ve çığlık atıyor, gürültüyle sokakları geziyordu.
vardığımda hava kararmaya başlamıştı; hevesli köpekleri O da alevler içindeydi; alevler iki yanından simetrik
dışarda bıraktım; kendimi güçlükle yatağa attım; ateşim olarak yükseliyorlardı. Elindeki ucu çatallı uzun asayı
yükselmiş, zangır zangır titriyordum. Ertesi gün yataktan kızgın asfalta batırıyor, yarılan asfaltın altından lavlar
kalkamadım. İnlediğimi, anlaşılmaz şeyler söylediğimi yükseliyordu. Bu sırada ben, tutuşuyor, uzun uzun
işittim. Bana neler oluyordu? Bu yaptıklarım insanlığa yanıyor, kül oluyor, tekrar vücuda geliyor, ve tekrar
yakışır şeyler değildi. Benim gibi bir insan için bile sıradışı tutuşuyordum. Dod’un bedeni çizgilerini yitirmiş, adeta
ve tersti. Çıkış yolu yok gibiydi; esenlik vaadi palavraydı; bir köze dönüşmüştü. Çevremi saran sesini işittim. Ses,
hangi sese kulak verirsem vereyim sonunda yoğun ruhsal tamam, diyordu.
veya fiziksel acılara maruz kalıyordum. Yaradılışıma lanet
ettim! Gün sövgü ve ağır bir karanlıkla geçti. Ama ertesi Tözün, kalabalık caddeye girdiğinde kendini
gün, güneş doğduğunda, tekrar ayakta ve yollardaydım. rahatlamış hissetti. Geçerken durdu, hatırladı; büfeye
Arıcı hareketsiz durur, sağ omzu yukarda, sadece girip sigara ve gazete aldı. Yürüyorken sigarayı şimdi
akıldan ibaret o güzel başını hafifçe yana eğer ve yakıp yakmamak konusunda tereddüt etti; başını sağa
şöyle derdi: Senin tek ihtiyacın olan şey kalem ve çevirdiğinde kendisine bakmakta olan kaba görünüşlü
kağıttır. Doğrudur. Daha iyi anlaması ve belki de bir bir adamı farketti, sinirlendi. Deminki huzursuzluğu
çözüm bulabilmesi için insanın yazması yararlı olabilir. geri geliyordu. Dumanı bir süre içinde tuttu. Üfledikten
Nispeten daha sakin, daha doğrusu uyuşuk bir ruhun sonra saatine baktı. Ne yapmalıydı? Yavaşladı; durdu.
egemen olduğu günler yaşamaya başlamıştım. Sabah Biri hızla omzuna çarptı; koşar adım gidiyordu, uzaklaştı,
15

kalabalığın içinde kayboldu. Bu insan nehrinin kenarında Gülümsedi. Gelen garsonla konuştu bir süre. Duman
hareketsiz dikildi. Kalabalığı seyrediyordu; ne çok insan, dalga dalga yükseliyordu. Deminki huzursuzluğum
diye düşündü, ne çok yabancı, ve hepsi de kararlılıkla çözüldü. Ama söylenecek, konuşacak ne vardı?
aynı yöne gidiyor. Az ötede cüzdanına para koyan genç Konuştu:
bir erkekle göz göze geldi; çocuk gözlerini kaçırdı. - İnsanın düşündüğü, yaptığı herşey… bütün bir ağ
Hoşuna gitti, tekrar yürümeye koyuldu. Bir sokak oluşturur… bunlar bağlıdır, birbirlerini işaret eder, değil
ağzına geldiğinde döndü. Az ilerdeki yuvarlak masaları mi?
dışarı dizilmiş, zaman zaman uğradığı bir kafeye doğru - Yazgı değil, dedi. Bir alan… ruhsal bir alan. Ben
ilerledi. Masaların arasında yürüyerek boş bir yer aradı; böyle karışık konuşurum işte…
sandalyesiz bir masanın önünde durdu, sonra teker teker Gülüyordu. Ben sessizdim, ama memnundum da.
diğer masalara baktı. Tanır gibi oldu, bir süre düşündü; - Yahu hiç gülmez misin sen? dedi.
birden hatırlarken yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı. - Gülmeyi bir türlü öğrenemedim, dedim.
Kararlı adımlarla yaklaşıp: - Yaa? dedi. Yüzü aydınlandı. Sustuk bir süre.
- Merhaba! dedi. - İnsanın düşündüğü, yaptığı herşey zırvasından
Tanımıştım. bahsetmemin nedeni şu: O yangında karşılaştık ve
- Merhaba, dedim. Siz o yangındaki gazetecisiniz. burada karşılaştık, dedikten sonra düşüncelere daldı.
İlkin şaşırdı. - Okul için Zerdüştçülük üzerine bir tez
- Ha fotoğraf makinesi! dedi, güldü. Yok, sadece hazırlıyorum, dedi. Oradaki iyi tanrı Ahura Mazda, ateşle
yanan binanın fotoğrafını çekiyordum. Müthiş bir sembolize edilir.
görüntü! Öyle değil mi? Ölen var mı bilmiyorum… - İyi bir tanrı demek?
Ne diyeceğimi bilemedim. Yüzümde ters bir ifade - Evet. Bu tanrının karşısındaki ise, Angra Mainyu,
olmalıydı ki telaşlandı. Ama hemen kendimi toparlayıp: kötü tanrı. Gerçi Zerdüştçülüğün sonraki zamanlarında
- Peki gazeteci değilseniz ne… diye başladım. Pardon, kullanılan bir isim bu; yaratılmış herşeyin dışında kalan,
oturacak yer mi arıyordunuz? Buraya oturun. yani yokluk, çürüme ve kargaşa, işte bunlara verilen
Elimi uzunca uzatmıştım, bir sandalyeye bir ona bir isim. Bunlar birbirlerinden bağımsız, birbirlerine
baktım. Saçları belirsiz bir kahverengi, koyu renk denk, birbiriyle savaş halindedir, evrenin tarihi boyunca.
gözlerinde ise tuhaf bir şey vardı. Sonunda iyi tanrı yenecek olsa da… En sonunda da
- Aslında sandalyeyi rica edecektim. Madem bu kadar ayrım gözetmeksizin bütün ruhlar esenliğe kavuşacaktır.
ısrar ediyorsun, teşekkür ederim, oturayım. Diğer dinlerden ayrıldığı önemli bir noktadır bu…
Yerleştikten sonra masadaki kağıtları farketti. - İlginç.
- Nedir bunlar? Aslında şöyle bir durum var, diye başladı tekrar
- Sadece… günlük belki… önemsiz, dedim kağıtları konuşmaya. Hevesliydi, ilgiliydi. Dinlemeyi bıraktım.
özenle katlarken. Sadece onu izliyordum. Çevresinden kopmuş, sadece
- Benim ismim Tözün. burada bulunuyor, kaçınılmaz gözleri ve sesiyle
Söyledim. anlatıyordu; çoğu gibi konuşmuş olmak için değil,
- Peki gazeteci değilseniz…? karşısındaki anlasın diye anlatıyordu. Bu karşısındaki
- Bırakalım bu sizli konuşmayı. Gece vakti bir anlaması gerekendi; öyle hissettirdi. Yakınlık duydum.
yangında büyüleyici bir şeyler bulurum. Fotoğraf Bir tür içsel sıcaklıktı bu. Unutup gittiğim bir şeydi.
çekmemin nedeni bu. Felsefe öğrencisiyim. Böylece oturduk ve konuştuk bir vakit. Hava kararmaya
Gözlerini anlamaya çalışıyordum. Bu karanlık başladı. Eve gitmek üzere kalktığında, eşlik etmeyi
gözlerin derinliklerinde birer ışık parlıyordu, birer teklif ettim, yürüdük. Uzak olmayan bir yerde, yalnız
yansıma değilmiş de kaynağı içerlerdeymiş sanısını veren. yaşıyordu. Fakat havanın kararmasıyla birlikte içime
Kopkoyu karanlık bir gecede, bu karanlık tarafından nedensiz bir hüzün çöktü. Uzun zamandır yalnız
yutulmakla tehdit edilen ama direnen, engin denizde gezdiğim bu sokakları şimdi onunla gezmek tuhaf bir
ilerlemekte olan küçük bir teknenin ışığını düşündürdü etki bırakıyordu üzerimde. Belki anladığından, o da
bana. Bir sigara çıkarıp yaktı; gözlerimi kaçırdım. sessizleşti. Gökyüzü koyu bir altınsarısından siyaha
- Kullanmıyorum, dedim. dönüşürken çevremdeki binalar ve sokaklar şimdi farklı
Kaşlarını çattı. bir anlama bürünüyorlardı sanki. Evine yaklaştığımızı
- Ben de yangınları ilgi çekici bulurum, dedim kısık bir söyledi. Kaygılanmaya başladım. Tanıdık bir köşeyi
sesle. Yıkıma yönelik sürekli ve rasgele bir hareket ihtiva dönünce kendimi 19 numaralı ahşap binanın karşısında
eder, derdi bir arkadaşım. buldum. Burası, dedi. Affalamıştım; öylece kalakaldım.
16

Beriki sessizce konuşuyordu. Bir kere güldü. Basamakları yanımızdan geçiyorken durakladı, Dod’a döndü.
koşarak çıktı. Orada hareketsiz duruyordum. Kuşlar - Affedersiniz, Topkapıya nasıl gidilir? diye sordu.
çığlık atıyorlardı. Dış kapıyı açacakken geri döndü, Dod kolunu uzattı. Haşin bir sesle:
basamakları koşarak indi. Tekrar konuşmaya başladı, bir - Şurdan! İlerde dolmuşlar kalkıyor, dedi.
cümlesinin ortasında “Çarşamba” sözcüğünü işittim. Adam uzaklaşırken topalladığını farkettim. Yangın
Tamam, dememi bekliyordu; tamam, dedim. Ayrıldı, sönmek üzereydi. Fazla hasar yoktu. Bir süre sustuk.
binaya girdi. Ancak o zaman kendime geldim; hızla Sonra Dod:
uzaklaştım oradan. - Sıkıldım ben! dedi.
İtfaiyenin karşısında bir yangın çıkarmak ancak onun Ellerini cebine soktu, döndü, yürümeye başladı. Altı
fikri olabilirdi. Kargaşa ve gürültü baş döndürücüydü. yedi adım gittikten sonra, arkasını dönmeden:
Yine kurbanlar, işini yapanlar ve meraklılar. Yanan - Yapacağımız işi unutma, dedi.
binadakiler belki de kendilerini şanslı sayacaklardı. Arkasından bakakaldım. Uzaklaştı. Bir köşeyi dönüp
Geceydi. Sokağın köşesinde, bir direğin yanında duran kayboldu.
Dod’u gördüm. Yıpranmış, lacivert bir takım elbise Sırtım serin duvarda, karşısındaydım. Rahatlama
giymiş, hareketsiz dikiliyordu. Umursamadım. Tekrar dışında hiçbir şey hissetmiyordum. 19 numara
başımı çevirdiğimde bana bakıyordu. Ağzı kımıldadı, bir görkemli bir yıkım yaşıyordu. İşi kurtarmak olanlar
şeyler söyledi; ama duyamadım. Sonunda: daha gelmemişti. Yanıyordu. Ben yapmıştım. Bu
- Ne? diye bağırdım. benim eserimdi. Eserler farklı farklıdır. Arzunun
Yanına çağırdı. Yürüdüm. Az ötesinde duraksadım. gerçekleşmesinin kurbanı olanlar telaş içindeydiler.
- Yeni eğlenceler peşinde gibisin, dedim. Tözün’ü göremedim. Ya evde değildi, ya da… Onu
Dod ellerini arkasında birleştirmiş, sakin, hiçbir şey görmediğim iyi oldu. Binanın içinden bir şeyin
söylemeden yüzüme bakıyordu. Tebessüm etti. Birden yıkılmasına benzer bir ses geldi. Ağır yaralı birini dışarı
arkasındaki sol elini öne doğru uzattı. Karanlıkta elinde taşıdılar. İnsanlar çığlıklarla yaralının üzerine kapandılar.
bir şey tutuyordu. Korkuyla geriledim. Beriki şaşırır gibi Cansız kolu asfaltta yatıyordu. Bina titriyordu sanki.
oldu. Titreyerek: Giysileri, eti yanmış hareketsiz birini daha dışarı
- Nedir o? diye sordum. çıkardılar. Üst kat pencereden bir şey düştü, yerde
Alevlerin yarattığı aydınlığa doğru uzatınca, elinde bir debelendi. Derinden gelen çatırtılar eşliğinde çatının
demet sarı çiçek tuttuğunu gördüm. Sakin: bir kısmı çöktü. Kolunu kaldırmış parmağıyla geriyi
- Rezene, dedi. Kokusu güzeldir. gösteren küçük bir çocuğu dışarı taşıdılar. Bağırıyorlardı.
- Deli! Sürekli bağırıyorlardı. Sonuna kadar beklemedim.
Birkaç tanesini ayırıp, gömleğimin cebine soktu. Arkamı döndüm ve ağır ağır uzaklaştım. Biri sırtıma
Koku burnuma doğru dalga dalga yükseliyordu. dokundu, dönüp bakmadım. Yürüdüm. İçim boşaltılmış,
- Eğlencesiz, zevksiz bir hayat neye yarar? dedi. genişlemiş gibiydim. Büyük bir balon gibi hafif bir
Sessizce: esintiyle ağır ağır sürükleniyordum. Ama yine de bir
- Bütün dünyayı yakalım, dedim. ağırlık vardı. Boşluğun ağırlığı belki. Gürültüyü işitemez
- Anlamadım? dedi, kulağını yaklaştırarak; sonra oluncaya kadar yürüdüm, başka gürültülerin içine doğru.
güldü. Tabii ki yakacağız, tabii ki yakacağız… Daha da yürüdüm. Belki saatlerce. Bahçelerin içinden
İç geçirdim. Yüzünü yanan binadan yana çevirdi. Bu geçtim. Taşkın çiçek bahçelerinin. Buralar sessizdi; artık
uzun, soluk yüzde gölgeler uçuşuyor; bana, başka başka sabah olmuştu. Uzaktan arıların sesini işittim. Boynunu
insanların yüzlerinin şeklini alıyormuş gibi geliyordu. yola uzatmış bir gülü ezdim. Arılar yaklaştı ve onları
Sokağın ötesinde bir adam belirdi, bize doğru yaklaştı. çevremde, tepemde duydum. Arıkovanlı ağacın dibine
Ufak tefek, gür bıyıklı biriydi. Kararsız adımlarla tam oturdum. Arılar üzerime, ellerime, yüzüme konuyorlardı.
17

murat ali seven


düş ağrısı

I. Arka taraflarda birkaç koltuk boş; para üstünü


Beklemeyi sevmiyorsun. Haklısın. Bak ama, onlar da alırken en arka sıradan, pencere kenarında olanı gözüne
bekliyorlar. Gel gel sigarasını yakmış şu uzun boylu, sıska kestirdin.
adamı görmüyor musun? Yahut hemen yanı başında,
durağın kenarındaki ışıltılı reklam panosundan kendi ***
aksine bakıp, geçen günün güzelliğinden ne götürdüğünü
kestirmeye çalışan eteği diz kapaklarının hemen Camdan yoldaki lüks arabalara, ucuz arabalara ve
üzerindeki kadını? Ya mesai saatinin bitmesini bekleyen genç adamlara, yaşlı adamlara, orta yaşlı adamlara ve
akşam kızıllığına sokulmuş güneşi? Baharı bekleyen güzel kadınlara, çirkin kadınlara, çirkin ama bakımlı
kumruları da mı görmüyorsun? kadınlara, güzel ama bakımsız kadınlara, saçları boyalı
Hem gelecek bir şeyi bekliyorsun, olmayacak duaya kadınlara, boyası akan kadınlara ve çocuklara ve seyyar
amin demek değil bu. Tamam bir araban olsa daha iyiydi. satıcılara ve haşmetli ama biçimsiz devlet binalarına ve
Evet, hakkın da zaten. Onca yıl çalıştın, çabaladın, daha hem haşmetsiz hem biçimsiz evlere ve işte Ankara’ya
yüksek mevkilere gelmeli, daha konforlu koltuklarda bakıyorsun. Kokusunu alamıyorsun bu şehrin lakin
oturmalıydın. rengini görüyorsun artık. Yıllarca –belki yüzyıllarca-
Olmadı. aksini iddia etsen de işte solgun, gri bir şehir bu. Ankara!
Mutluluğun yahut mutsuzluğun resmini çizmekle
*** meşgul olan ressamlar lütfedip senin hayatını bir sulu
boya tabloya dökmek isteseler, işte o zaman da tuvale
Geldi işte bak. dökülen renkler bu her yerde gördüğün gri ve tonları
“Bozuk yok muydu?” olurdu. Her yanını hiç gitmeyen bir sis kaplamış gibi.
Koca bir orduyu kumanda eden komutan
mağrurluğunda, sürekli otobüsün bir ardına bir önüne
bakarak yolcuları istiflemeye çalışan biletçi, bunu II.
söyleyen. “Var,” dedin içinden, “kafam bozuk, olmaz
mı?” Dışından böyle değilsin, daha nazik bir adam: İnip yürümek istiyorsun, inip yürümek…
“Maalesef.” Bugün de eve gitmesen, iki kadeh atsan şurada bir
Briyantinli saçlarıyla muhatapsın adamın, kafasını eğdi yerlerde. Sessizce, kendi halinde, öyle iki kadeh bir şeyler
zira, ekşitti suratını, para üstü ayarlıyor sana. içsen. Belli mi olur, birini tanırsın orada, hayatın değişir.
18

Ne bileyim, adam kafa dengi olur, planlar yaparsınız, Amaan canım sana ne, neyse ne? Yeni nesil işte, böyle
edebiyat, sanat üzerine tartışırsınız, belki Kafka’dan saçmalıklarını otobüs koltuklarına dahi taşıyorlar. Sen hiç
bahseder, Raskolnikov’dan, Sartre’dan… belli mi olur, böyle şeyler yaptın mı? S, N yazdın mı hiç, bir kalp çizip?
belki bir sanatçıdır adam, ne bileyim fotoğraf sanatçısıdır, Bir ağaç gövdesine, bir banka yahut böyle bir otobüs
yahut sinemayla ilgileniyordur da senaryoları vardır, koltuğuna… saçma mı? Vaktin mi olmadı? Necatigil’in
yıllardır demlenmiş, çekilmeyi bekleyen. Düşersin peşine, yazdığı mı?
asistanı olmak istersin, projede bulunmayı arzu edersin, Soru işaretlerini sevmiyorsun. Haklısın. Bak ama
belki küçük bir rol de verir sana, hani senaryoya uyarsa, onların da kafalarında var. Yanındaki adam, sakallarını ve
şöyle sert bir babayı çok iyi oynarsın sanki. Adam hiç şakaklarını hangi değirmende ağarttığını sormuyor mu
evlenmemiştir de sana nutuklar atmaya kalkar belki, kendine? Kulağında gümbür gümbür şarkılar, burnunda
“kendin etmişsin sen” der, “hayatın akışına ters kulaç hızma ve içinde genç yaşta hayattan bıkkınlık olan şu
atmayı becerememişsin” diye de okkalı bir laf ekler belki. ayaktaki kızın aklında da soru işaretleri yok mudur? Yahut
Susarsın, kızmazsın, haklıdır zira. şimdi senin tarafına sırtını dönmüş Cemil, kısa zamanda
Yahut bir kadın yanaşır taburene, şöyle hafif meşrep, nasıl yükselebileceğinin hesabını yapıp hayatın, paranın,
seni gözüne kestirmiştir, beğenmiştir, hani filmlerde sevgililerinin, bir taraflarına nasıl koyacağını düşünmez
olur ya, seni farklı bulmuştur, seni temiz görmüştür. mi? Ya şu kirli sakallı, göbekli adam üç kuruş maaşıyla ay
Dertleşirsiniz, anlattıkça rahatlarsın, dinledikçe âşık sonunu nasıl getireceğini mi düşünür durur? Peki ya şu
olursun. Bütün insanlar gibi fahişelerin de acıklı öyküleri yaşlı, kamburu çıkmış adamın hiç mi soru işareti yoktur?
vardır, hani hayat itmiştir onları bu bataklığa, zaten kimse Herkes mi ununu eleyip eleğini asmıştır? Soru işaretleri
istemez ya böyle olmayı, hani kötüler kazanmıştır hep… hançer değil midir her insanın bağrında?

*** ***

Sen böyle dalmış, enginlere açılmışken, bir çift Şoför ani bir fren yaptı, muhtemelen ardından
göz, alaycı bakışlarını yollamış üzerine. Elleri koluna önündeki arabaya küfretmiştir. Şöyle bir sarsıldı
dokununca çevirdin hemen başını. yolcular, tutunamadı kimileri; onları, sallananları, bir
“Selim Bey, yorgunuz galiba.” yerlere tutunmaya çalışanları seyrediyorsun. Tutunmaya
Gülmenin hiç yakışmadığı, hiçbir zaman içten çalışıyorlar. Tutunamayanlar. Gülümsüyorsun. Ah şu
gülmeyen insanlar vardır. Cemil bu, sizin daireden. kitaplar… adaşın gibi müntehir olmayı mı tercih ederdin,
Gençten bir çocuk. Siyasal’ı siyasete karışmadan bitirmiş, şu gri Ankara günlerini yaşamaktansa? Bir Turgut
iki yabancı dili varmış. Yakında bu otobüslere ihtiyacı var mıydı, izini sürecek? Yok! Ha bir Metin var belki,
olmayacağı çok belli. hani şu reklamcı-şair çocuk. Ankara’ya her geldiğinde
“Sana ne ulan, yorgunsam yorgunum” demek arar muhakkak Selim Ağbi’sini. “Selim Ağbi olmuyor
gelse de içinden diyemezsin, olmaz. Nezaket kuralları böyle,” demişti son geldiğinde, çaylarınızı yudumlarken,
çerçevesinde selamlaşır, nasılsınız’laşırsınız. Olması “mazi hepimizin kalbinde yara ve gelecek o yaraların
gerektiği gibi. Herşey olması gerektiği gibi. kabuklarını kaldıracak küçük darbelere gebe; fakat teslim
“Adam olmazsın sen.” Böyle derdi baban hep. Öleli olmayacaksın. Yaralarımızı unutmayalım, tamam; ama,
on yılı geçti. Üzülmedin hiç. Senesi dolmadan annen yaraların kime yararı var? Hele ki saçma sapan düşler ne
de göçüp gittiğinde yine üzülmedin. Cenazelerinde bile işe yarar? Düşlerini fırçalayacaksın her akşam yatmadan
ağlayamayacağını bildiğin için kara gözlükler ardına önce, çürürler yoksa. Sana akıl vermek haddim değil,
sığındın. Nermin, fırsattan istifade edip iyi yüklenmişti bilirsin, içimden gelen lakırdılar bunlar.” Bir şaire yakışan
sana: “Sen busun işte Selim Bey, annesinin ölümünü bile laflar değil bunlar diye düşünmüştün, düş fırçası deyip
sıradan bir şey sanan hissiz bir adam, sen busun Selim gülmüştün içinden. Adam hayal tüccarı olduğu halde,
Bey!” Nermin’i sevdin mi? Kimi sevdin ki? düşleri fırçala diyor…
Düş fırçası! Haklı olamaz mı? Kelime oyunu mu
*** yalnızca, çocuğun söyledikleri? Hayallerin peşinde koşma!
Yahu öyle büyük hayallerin yok ki senin? Zaten tüm
Önündeki koltuğun arkasına bir şeyler yazıp çizmişler. mesele de bu değil mi? Peşinden koşup gideceğin bir
Gerçek kalbe benzemeyen simgesel bir kalp –evet, kalp şey olmadı ki hayatın boyunca? Heyecanla aradıkların,
sağlık kitaplarındaki gibi yumruğa benzer- ve içinde iki sahaf köşelerinde nadide kitaplardan ibaret değil miydi?
harf: A, Ö. Ahmet – Özlem? Ayla – Özgür? Ali – Özge? Başka ne peşinde koştun? Ha, okudun da ne oldu? Anla
19

artık, ‘aydın’ diye bir rütbesi yok bu hayatın! Şöyle tutkulu Yıllar geçip gitti, kaldırıp kafamı bakamadım,
bir aşk hikayesi yakışmaz mıydı senin de ömrüne? Yine göremedim bir şey. Hani uzun yolculuklara çıkarsınız,
Nermin düştü aklına. üstelik otobüste cam kenarı size denk gelmiştir, manzara
sizi beklemektedir; ama siz önünüzdeki kitabı, dergiyi
okumakla meşgul olup yahut horul horul uyuyup hiçbir
III. şey görmeden geçer gidersiniz. Hayat da böyle değil mi
efendim, bir yolculuk… horul horul uyumasam da harıl
Evet, inip yürümek istiyorsun, inip yürümek… harıl okudum, geçti gitti, kaç durak kaldı şurada, bitti
Bugün de eve gitmesen, iki kadeh atsan şurada bir yolculuk. Yo, yo itiraz etmeyin daha genç falan değilim,
yerlerde. Sessizce, öyle iki kadeh... belli mi olur, birini nezaketinizi anlıyorum ama genç değilim.
tanırsın orada, hayatın değişir. Ne bileyim, adam kafa Nermin’i zamanla severim sanmıştım, aşklar
dengi olur, edebiyat, sanat üstüne konuşursunuz, belki alışkanlığa dönüşür derler ya; belki dedim, Nermin’e
Godot’yu bekliyordur o da, Sait Faik der belki, yahut alışınca alışkanlığım aşka dönüşür. Ne alıştım, ne aşık
Nietzsche’den dem vurur… ya da belki yaşamlarınızı oldum. O kadar uzaktık ki birbirimizden; fiziksel,
dökersiniz masaya… içindeki iflah olmaz ifşa arzusunu geometrik bir uzaklıktan bahsetmiyorum, aynı evde
bastıramaz da anlatırsın. Anlayacağınız sevdim ben bu yaşadık yıllardır ama aramızda hep aşılmaz duvarlar vardı,
şehri, dersin, hele ki o zamanlar, hayallerimiz çoktu, görünmeyen. Hasılı yıllar geçti böyle işte.
memleket kurtarıyorduk. Heyecanlı, genç çocuklardık. Nermin benden büyüktür, üç buçuk yaş –o hep iki
Yürürdük, koşardık, dayak yerdik; ama güzeldi. Bu buçuk der-. Emekli olalı, dört yılı geçti. Benim daha iki
böyle birkaç yıl sürdü, okulu da boşladım tabii, ki siz de yılım var. Hiçbir şey yapamadım ya şu hayatta, işimi iyi
bilirsiniz okul mu var efendim, bir düzen, intizam mı var, yapayım bari dedim. Çalıştım, çabaladım, bir gün olsun
yok! Ardından ihtilal bıçak gibi kesti, attı herşeyi. Herkesi kaytarmadım. Bir gün olsun geç kalmadım. Neticede,
bir yerlere savurdu. Mecbur döndüm baba evine. Koca onca yıldan sonra geldiğim nokta: Büro şefi. Sıfatın
çocuk, iş yok güç yok, nasıl zor anlatamam. Susarsın. fiyakasına aldanmayın, maiyetimde iki memur var, ikisi
Susar. Birkaç yudum alırsınız. Devam edersin: sonra de beni takmaz zaten, şef dedikleri bu işte. Bir araba
memnuniyetsiz memuriyet hayatım başladı, yine Ankara. bile alamadım, onca yıldan sonra. İnanır mısınız, hâlâ
Küçük bir ev tuttum. Kitap tutkum da o sıralarda belediye otobüslerinde…
başladı, evi kitapla doldurdum. O zehir damarlarıma o
zamanlar girdi anlayacağınız. Gülmeyin efendim, zehir ki
ne zehir. Sonra bir gün Nermin’le tanıştık. İşin aslı ben, Selim Bey, bağışlayın; ama, müdahil olmak zorundayım.
genelde insanlardan, özelde kadınlardan küçüklüğümden Oldukça sıradan yaşam öykünüzü dinlemek istemiyoruz daha
beri uzak durmuş bir adamım. Öğrencilik yıllarımdaki fazla. Beceriksiz bir insan oluşunuzun, mutluluk denen şeye
heyecanı saymazsak hayatım boyunca insanlardan kopuk bir türlü ulaşamamanızın, kendinizden üç buçuk yahut iki
yaşadım. Neyse. Uzatmayım fazla. Refik vardı bizim buçuk –bu da bizi hiç ilgilendirmez- yaş büyük eşiniz Nermin
dairede, o vesile oldu, tanıştık. Ben öyle aşk lakırdıları Hanım’ı sevmeyişinizin/sevemeyişinizin, evlilik çağına gelmiş
filan bilmem, utanırım, çekinirim. Bu halim Nermin’in güzel kızınızın –annesine rağmen güzel, evet, lütfen başlamayın
daha bir hoşuna gitmiş, saf, temiz bulmuş beni. Refik bir yine- zibidinin biriyle flört edişinin, daha ötesi insanlarla aranızda
gün geldi, “evlenin artık” dedi. “Artık” dediği daha bir aşılmaz bir mesafe bulunuşunun, okuduğunuz yüzlerce kitabın,
ay olmuş Nermin’le tanışalı. “Evleneyim” dedim. “Bana gittiğiniz onlarca oyunun ve seyrettiğiniz filmlerin, gördüğünüz
değil salak ona söyle bunu” diye makaraya aldı beni. Ah sergilerin size hiç mi hiç faydası olmadığı gibi üzerinizde yıkıcı
efendim görüyorsunuz, ne kadar laubali, lakayt insanlar hatta yok edici bir tesirde bulunuşunun, dahası tüm bunlara sebep
var. Ve inanır mısınız –ve belki siz daha iyi bilirsiniz- oluşunun… faturasını, o hayalî arkadaşınıza, bana ve gözleri bu
bu insanlar yaşıyor şu hayatta, biz kenarından bakıp satırlar üzerinde gezinen okuruma, -tekrar ediyorum- oldukça
geçiyoruz. Ne diyordum? Hah, evlilik. Evi aradım, babam sıradan yaşam öykünüzü anlatarak çıkarmaya hakkınız yok.
çıkmasa diye dua ederek, babama bir şey diyemem ben, Hikâye kahramanlarımla ekseriya iyi geçindiğim hâlde sizinle
o çok yüksek mevkidedir, ondan bir isteğim yahut ona daha en başından pek anlaşamayacağımızı tahmin etmiştim.
bir diyeceğim varsa mutlaka araya annem girmelidir, Sizin isteğiniz üzerine, hiçbir anlam veremesem de, hikâyenize
bürokrasi yani; bereket, annem çıkmıştı telefona. ‘küf ’ adını verecektim; lakin biraz önceki gevezeliğiniz üzerine
Söyledim ona, kimdir nedir, kimin nesi kimin fesidir, oluşan gerginlikten dolayı ipleri elime alıyor ve reklamcı Metin
dedi; fes değil diyecektim, demedim; Nermin, memur o Bey’in sözlerinden mülhem bir isim koyuyorum. Üç defa üflüyorum
da, maliyeci… oldu bitti… sade bir nikah... kulağınıza: düş ağrısı… düş ağrısı… düş ağrısı…
20

Sen tüm bunları o yeni tanıştığın, kafa dengi adama Huzur… Senin aradığın da bu değil mi? İçinden
anlatırsın. Bitirdiğinde, adam içkisinden bir yudum alır ve tekrar ediyorsun: Huzur İslam’dadır. Huzur İslam’dadır.
tam da beklediğimiz gibi kallavi bir laf eder: Huzur İslam. Ha-ha. Sanki şirket adı gibi oldu: Huzur
“Bir Gürcü atasözü der ki, ‘bilgi toplayan, acı toplar’.” İslam. İyi günler efendim, ben Huzur İslam’dan
Vecizenin ihtişamına kapılmak yerine, ilk defa bir geliyorum, İslamî esaslara uygun huzur pazarlıyoruz,
Gürcü atasözü duyuyor olmana, dahası Gürcülerin paketlerimize göz atmak ister miydiniz? Yok sen bu işi
atasözü söylediğine şaşarsın. Sana göre atasözü söylemek beceremezdin Selim Bey. Neden mi? Müşterilere zorla
Türklere, Fransızlara, Çinlilere ve zaman zaman da Tanpınar’ın Huzur’unu da hediye etmeye kalkardın da
Almanlara mahsus bir şeydir. Hatta adamın Gürcü ondan.
kökenli olduğunu ve basit bir milliyetçilik yaptığını ve “Huzur İslam’dadır.” Peki, İslam nerededir? Dağa
belki buraya her gelene bir söz uydurup Gürcü atasözü mı kaçmıştır? Yanıp bitip kül mü olmuştur? Küllerinden
diye yutturduğunu ve adamı boşverip yanınıza yanaşan doğar mı?
bir çift memeyi ve o memeleri övünerek, salına salına Sahi huzur nerede? Dindar bir adam değilsin. Pek
taşıyan sarışın kadını düşünürsün. Sahi kadının ne işi var çok okumuş gibi ateist olduğunu düşünmüyorsun yahut
orada? Ah Selim Bey, bir de kadınlarla aranızda hep bir evrim manyağı da değilsin. Agnostik! Kaçış. İşte sana
mesafe olduğunu söylersiniz, peki buna ne diyeceksiniz, yakışan. Agnostiksin. Bana ne canımcısın. Bilinemezcisin.
gözlerinizi bir an bile ayırmadınız kadından. Olabilir de olmayabilir decisin. Agnostik! Kelime ne
Sonra kadını gözün bir yerlerden ısırıyordur, bu göz kadar yabancı geliyor sana, zira hiç telaffuz etmedin,
ısırması iyi bir şeydir; zira, en eski tanışma bahanesidir. sormadılar ki ‘Selim Bey Tanrı’ya inanıyor musunuz?’
(Bu arada Atasözü Söyleyen Adam’dan da kadını diye, ecnebi filmlerinde olur sanki bu sual hep, sana hiç
kıskanırsın, Nermin ise hiç aklına gelmez.) Cebinden sorulmadı. Başka birinden de duymadın, kitaplardan
bir “Acaba sizi nereden tanıyorum?” çıkarırsın. Kadın,
çıkardığın kelime öylece kaldı senin için.
hikayenin başlarında otobüsten inip bir bara gitmeyi
düşündüğünde, kendisini hayal ettiğini anımsatır sana.
Utanırsın, çünkü onun için hafif meşrep filan demiştin,
V.
dahası ona aşık olabileceğini de düşünmüştün.
İneceğin yeri geçmişsin, hemen kalktın, düğmeye
IV. bastın, sağa sola bakarak nereye geldiğinizi anlamaya
çalışıyorsun. Üç-dört durak geçmişsin, hatta daha fazla.
Daha doğru düzgün utanamadan ve kadına cevap
veremeden herşeyin hayal olduğunu anladın. ***
Sağına döndün. Yanında oturan sakallı adam gitmiş,
yerine uzun saçlı genç bir çocuk oturmuş. Elinde kitaplar Otobüs durunca, önce çantan indi, sonra sen indin.
var, öğrenci olmalı. Yürümek istiyorsun, eve kadar. Gecikir misin? Nermin
Soluna döndün. Sağı sevmezsin zaten. Pek trafik yok, telaşlanır mı? Hadi canım, ne diye telaşlansın? Belki de
sen sağı sevmesen de sağdan gidiyor otobüs, araban olsa öldüğümü düşünür. Ben ölürsem o da ölür mü? Ölenle
soldan giderdin. Zaten soldan gidenlerin arabası olmadı ölünür mü? Yaşayanla yaşanıyor mu ki ölenle ölünsün?
mı? Soluna göre değişir. Soldan gidip solanlar da az değil Ya ben? Yani, o ölse diyorum… uğruna öleceğim bir
tabii. Sen nereden gittin ki? şeyim olmadı ki… Nermin benim oldu mu hiç? Neyim
var ki şu hayatta? Ankara benim şehrim değil mi?
*** Nereliyim ki ben? Nereden geldim nereye gidiyorum?
Asırlardır kendimden kaçıyorum. Kendimle bir an
Dur-kalk dur-kalk ilerleyen otobüs durdu yine. bile baş başa kalmaya tahammülüm yok. İntihar eden
Bu sefer durak değil lamba. Kırmızı olanından. Sen insanların cenaze namazının kılınmamasına şaşıyorum,
göremiyorsun kırmızı filan her yan gri! Solgun! Gözüne cesaretlerinden ötürü anıtlarının dikilmesi gerektiğini
bir şey çarptı: “Huzur İslamdadır.” Acaba “İslamdadır” düşünüyorum. Ölemeyecek kadar korkağım. İnandığım
derken, İslam’dan sonra kesme işareti konmalı mı diye gerçeklerin koskoca birer yalana dönüşmesi canımı
düşünüyorsun. Elbet, konmalı. Türkçe eğitiminde çok acıtıyor. İnandığım masalların çırılçıplak gerçekler oluşu
eksiğiz demek. Böyle ufak kurallardan bile bihaber daha beter! Düşlerim ağrıyor. Yaşamak ne zor şey!
insanlardan ne beklenebilir ki? Yaşamak ne zor şey! Ne zor…
kültürel
dayatmaya
karşı!
dosya editörü: ali akyurt

İnsanın kendi üzerinde bir kültürel dayatmanın farkına varması, bir bilincin
varlığı kadar bir zayıflığa da işaret ediyor. Buradaki zayıflığı etkiye açıklık olarak
anlamak lazım. Zayıf olmasaydık kültürel dayatmaları hiç fark etmeden yolumuzu
yürüyebilirdik belki. Fakat işte o zaman bu dosyayı da yapamazdık. Bu zayıflığımız,
umursamaz ve zalim insanları sevindirecek bir zayıflık olmaktan çok, bize Allah
karşısındaki konumumuzu yani insanlığımızı hatırlatan, bizi insana, içinde
bulunduğumuz zaman, mekan ve topluma rapteden sevinçli ve velut bir zayıflık. Ne
kadar çok kültürel dayatmanın farkına varır, ne kadarını teşhis ve ifşa edebilirsek o
kadar iyi.
Kültürel dayatmalar, üzerinde durulup düşünüldüğünde çözülen bir yapıya sahip.
Bu dayatmalar bir şeyleri tecrübe edişimizi, kendini fark ettirmeden etkilemesinden;
örtüklüğünden alıyorlar güçlerini. Kendimizi, beşeri bir şeyi utanarak yaparken ya
da bizimle uzaktan yakından alakası olmayan bir şeyi yapmak zorunda hissederken
bulabiliyoruz. Üzerimizdeki bir kültürel dayatmayı fark edip “aha kültürel dayatma”
diye teşhis ettiğimiz, oyunun dışına çıkıp ona mesafe aldığımız anda işin yarısı
bitmiş oluyor aslında. Böylece başlayan çözülme süreci, o özel dayatmanın içeriği
çözümlenebildiği oranda tamamlanmış oluyor. Fakat tam bir dayatmayı çözdüm
dediğinizde, bu dayatma şekil değiştirmiş olabiliyor ya da yeni bir dayatmayla karşı
karşıya kalabiliyorsunuz. Dahası belli kültürel dayatmaların daha yaygın ve genel
olduğunu kabul etsek bile, farklı insanların tecrübelerinde dayatmaların içerikleri ve
karmaşıklıkları büsbütün farklılaşıyor; birinin dayatma olarak tecrübe ettiği şeyi bir
diğeri dayatma olarak tecrübe etmeyebiliyor. Nitekim içerikleri birbirine taban tabana
zıt dayatmalara da rastlayabiliyoruz.
Dosya isminin “kültürel dayatmalara karşı” değil de “kültürel dayatmaya karşı”
olmasının altındaki vurgu şu şekilde ifade edilebilir: Bu dosyadaki niyetimiz, bir
kültürel dayatmayı dayatma yapanın ne olduğunu anlamak, bu yolla, içeriği ne
olursa olsun her çeşit kültürel dayatmayı fark edilebilir ve başa çıkılabilir kılmak.
Doğaldır ki kültürel dayatmalar, bu dosya kapsamında ele alınanlardan ibaret değil.
Belli bir yoğunlukta üzerimizde hissettiğimiz ve yaygın olduğunu düşündüğümüz
bazı dayatmaları öne çıkarıp içeriklerini sabitleyerek çözümlememiz ise, konuyu
örneklendirmeye matuf. Derdimizi anlatabilmek için seçtiğimiz içerikler; hissettiğimiz,
farkına vardığımız, dikkatimizi çeken birkaç kültürel dayatma örneğinden ibaret.
Belli kültürel dayatmaları konu etmemiz; tam karşılarında farklı bir dayatmanın
bulunmadığını ima etmek ya da karşı dayatmaları görmezden gelmek anlamına
gelmiyor. Bir dayatma başka bir dayatmayla aşılamayacağına göre, birer karşı dayatma
oluşturmak da değil amacımız. Bu dosyadan muradımız, yönümüzü dayatma
içermeyen bir kültür siyasetine dönmek ve bu minval ûzere yol almak.
22 dosya

kanaat aktarım
mekanizmaları
üzerine efsane ve
anonimleşmeye karşı
ali akyurt

Bugün edebiyatta, düşüncede, müzikte, sinemada, sanat- bir, kurumsallık dışı kanaat aktarım mekanizmaları için-
ta, dinde, felsefede, bilimde, içinde dönenip durduğumuz de de kendini var etme imkanı bulması. Bizce bugünkü
kültürün bütün alanlarında bir dizi kültürel dayatmayla durumun vahameti de buradan; bu sivil ilişkilerin niteli-
karşı karşıyayız. Üstelik, bizzat kendimiz, çevremizdeki- ğinden kaynaklanıyor.
ler ve çağdaşlarımız üstündeki etkisini yakından ve yakı- Beriki kültürel ürünlerin değerli, ötekilerin de daha
cı biçimde hissettiğimiz bu dayatmalar, hükmünü sadece az değerli ya da değersiz olduğu yolundaki kanaatler, bize
kurumsal yollardan değil kişisel yollardan da yürütüyor. sadece, yazılı, basılı, görüntülü, sesli, sanal ortamlarda fa-
“Edebiyat alanı”yla örneklendirerek açalım: Yazarlar, aliyet gösteren kurumsal kanallar üzerinden taşınıyor ol-
eleştirmenler, yayıncılar, editörler (yayınevi, dergi, gazete saydı, bunu bir dereceye kadar önemsiz sayabilirdik. Çün-
kültür sanat sayfası, internet kitap satış sitesi editörleri), kü kitaplar, dergiler, gazeteler, yayınevleri, televizyonlar,
akademisyenler, kitapçılar, öğretmenler gibi figürler, bu internet siteleri, reklam panoları tarafından yapılan akta-
kurumsallık içinde kurumsal bir yer edinmiş ve bu alan- rımın zaten siyasi sınırlamalar, iktisadi yönlendirmeler ve
dan iktisadi veya sosyal fayda temin eden kesimi oluştu- müesses bir sorumsuzlukla malul olduğu ortadadır. Öte
ruyor. Bunların dışında kalan kesim ise edebiyat alanıyla yandan şunu bilmek, bizi kurumsal aktarım mekaniz-
ilişkisi edebiyata ilgi duymak düzeyinde olan, edebiyattan malarının ifsat edici etkisi konusunda bir ölçüde iyimser
yana daha farklı beklentilere sahip çeşitli düzeylerden kılıyor: Toplumumuzda basiret sahibi insanların sayısı az
okuyuculardan oluşuyor. İşte işin canımızı en çok yakan değil ve toplumumuzun bu azımsanamayacak kesimi bu
kısmı, bu ikinci kesimin de kültürel dayatmalara çanak kurumsal mediumlar karşısında olgun bir tepki, bir bilinç
tutuyor olması; kültürel dayatmaların, kurumlarla olan geliştirebilmiştir. Bu mediumların yukarıda(n)/dışarıda(n)
ilişkilerimizle ve kurumsal kanaat aktarım mekanizmalarıyla bir akışla karşısına çıktığının, bunların esas muhatapla-
sınırlı olmayıp; insandan insana giden bütün sözleri, hal rının kendisi olmadığının, bu yayınlarda kendisinin say-
ve hareketleri kuşatan bir akış halinde kişisel, öznel, bire- gın bir muhatap olarak gözetilmediğinin, bütün bunların
dosya 23

aslında bir oyun olduğunun farkına varmıştır. Bunları dikkatten kaçmamış olmalı. Bu varsayım doğru sayılıp
eğlencelik şeyler olarak konumlamakta, pek de ciddiye düşünülmeye devam edilecek olursa, kurumsal saydığı-
almamakta, içten içe tiye almakta ve sonuçta bunlar- mız kanaat aktarım mekanizmaları içinde hangilerinin,
dan sanıldığı kadar etkilenmemektedir. (Öte yandan şu kendilerine ne kadar kurumsallık dışı süsü verebildikleri,
da unutulmamalı ki; buradaki dışarıda ve oyun gibi ko- bu yönde şekil değiştirip kişisel ilişkinin etki imkanlarına
numlama tavrı, bunların bir oyun olduğu bilgisiyle ve bu kavuştukları, ayrı bir bahis olarak ele alınabilir.)
oyunun içine girmeyi olumsuzlayan ahlaki bir yargıyla Ne hakkındaki nasıl bir kanaat kim tarafından kime niçin
birlikte olmadığında, bir ulaşamama, haset ve kompleks ve nasıl aktarılıyor? Kültürel dayatma, kültürel üretimin
duygusunun ve bu duygunun gizlenmeye çalışılmasının; çeşitli alanlarındaki çeşitli ürünler hakkında fikir beyan
sonradan karşımıza farklı şekillerde çıkabilecek olan bir eden, en azından fikir beyan eder görünen bütün ifade-
cesaretsizliğin ve içe kapanmanın işareti de olabilir.) lerde, nihai olarak metinlerde (biz bunlara yazılı veya
Bu yaklaşımımıza göre, bugün üzerimizde hissettiği- sözlü olmalarına bakmaksızın topluca “metin” diyece-
miz kültürel baskının öncelikle önemsememiz gereken ğiz) ve bunları ileten bütün ilişki, ortam ve mekaniz-
kısmı, içinde yaşadığımız kültür ortamı sayesinde etkisi malarda ortaya çıkabilir. Peki kitaplar, dergiler, şairler,
bir ölçüde hafiflemiş olan kurumsal baskı değildir. romancılar, şarkılar, şarkıcılar, filmler, yönetmenler,
Asıl baskı, tek tek kişilerden, sözler, hal ve hareket- festivaller, konserler, kitabevleri, galeriler, sergiler, fuar-
ler üzerinden bize ulaşan kanaat aktarımının, kurum- lar, müzeler, kafeler vs. gibi birçok şeyi içine alan geniş
sal aktarımın maluliyetlerinden uzak olması beklenen bir alandaki ürünler hakkında ortaya konan kanaatler
kurumsallık dışı kanaat aktarım mekanizmalarında da kül- ve bu kanaatlerin aktarımı ne zaman kültürel bir da-
türel dayatmalara hareket alanı açılmasından, üstelik yatmaya dönüşür, ona hizmet eder veya onu pekiştirir?
bunun bayağı da istekli bir şekilde yapılmasından kay- Ne zaman bir dayatma, ne zaman meşru bir paylaşım,
naklanıyor. müdafaa, saldırı, boyun eğdirme, itaat ya da ret olur?
(Bunları söylerken, en azından kendi kültür ortamı- Bunlar üzerinde, paragrafın başında geçen soru cümle-
mız için, kişisel ilişkinin kurumsal ilişkiden daha etki- sinin öğelerine tek tek bakarak, birbirleriyle ilişkilerini
li, ikna edici, rıza oluşturucu olduğunu varsaydığımız inceleyerek düşünebiliriz.
24 dosya

Biz yazımızda kültürel ürünler hakkındaki kanaat- şılaştırma, irtibatlandırma, benzetme yapmaz; zihinde
lerin kişisel yollarla aktarımı konusunu, bu sorunun et- birbiriyle temas halinde olmayan odacıklar inşa eder.
rafında dönerek ve kaçınılması gereken iki tehlike ekse- Dolayısıyla tek bir kişiden sadır olan farklı efsaneleştir-
ninde hareket ederek ele alacağız. Bunlardan ilki olan me metinleri arasında bir tutarlılık olması da beklene-
“efsaneleşme” konusunda metnin niteliğine bakarak mez. Örneğin Nick Cave’in günlük yaşayışındaki düzen
o metnin/kanaatin gerçekten insana değen, gerçekten ve disiplinden hayranlıkla bahsettikten sonra, mütevef-
bir insandan çıkmış bir metin/kanaat olup olmadığına; fa Janis Joplin’in yaşayışındaki derbederliği övebiliriz.
ikincisi olan “anonimleşme” konusunda ise, aktarımın Efsaneleştirilen şey hakkında kurulan metnin, diğer
niteliğine bakarak o kanıyı önümüze koyan kişinin ger- efsanelerle temas noktası bulunmadığı gibi, bizatihi ef-
çekten orada olup olmadığına dikkat kesileceğiz. Başka saneleştirilen şeyle de temas noktası yok gibidir. Efsane-
türlü söylersek ilgimizi, aktarılan bir metnin; altında ger- leştirilen şeyin değersiz olduğunu düşünmek bir yanılgı-
çek bir insan varmış gibi görünmesine rağmen mübdii dır; çünkü efsane, zaten efsaneleştirilen şeyin değerine
dahil herhangi bir insana temas etmekten uzak olması, değmiyordur. Efsaneleştirme, efsaneleştirilen şeyin esas
yani bir anlamda sahicilik, yenilik ve özgünlükten yok- niteliklerinden bütünüyle bağımsız olarak işler. Efsane
sun olmasına (kukla) ve arkasında, kendi şahsında sına- haline getirilen felsefeci, şair ya da şarkıcı, esas özellik-
madığı o metni/kanaati sorumsuzca aktarıp duran biri leri önemsizleştirilmiş, bir anlamda boş/özelliksiz bir
değil de aktarımın sorumluluğunu üstlenen gerçek bir işarete dönüştürülmüştür. Bir şeyin efsaneleştirilebilmiş
insan bulunmaması, yani bir anlamda bir sorumluluk ve olması ya da efsaneleştirilmeye yatkın (bu yatkınlık da
diriliği içermemesine (gölge) yönelteceğiz. yukarıda değindiğimiz gibi hayli değişkendir) birtakım
özellikler taşıması, o şeyin niteliksizliğinin bir işareti
Efsaneleşme değildir. Efsane metninin temel zaafı da, çoğunlukla
Efsaneleştirici tavır, insanın bir sanat eserine veya sanat- daha tali sayılabilecek özellikleri merkeze taşımasında
çıya ya da dolaylı olarak kendisine yönelik bir yüceltme değildir. Yani efsane metni, efsaneleştirilen şeyin önemli
ihtiyacının; kendisindeki bir tür zaafın ya da bir şeye hay- sayılabilecek bazı niteliklerine temas ediyor da olabilir.
ranlık duymanın ve bu hayranlığı izhar etmenin kolaylı- Fakat asıl zaaf, bu özelliklere temas ediş şeklinde ve bu
ğının ve getirilerinin mi sonucudur? Kaynağı ne olursa özellikleri konumlayış mantığında kendini gösterir.
olsun efsaneleştirme; kendini, mitleştirilen şeyin nitelik- Efsane nesnesi, hakkında pek bir şey bilinmesine
siz bir şekilde ele alınmasında belli eder. Bu niteliksizlik, gerek duyulmadan da efsaneleştirilebilir. Bu tür efsa-
efsaneleştirilmeye çalışılan şey hakkında kurulan metin neleştirmelerde, efsaneleştirilen şey hakkında bilinenler
açısından, bu şeyin olur olmaz (çoğunlukla sanatsal de- oldukça sınırlıdır. Efsaneleştirme metni, sürekli tekrar-
ğeriyle ilgisiz) özelliklerinin öne çıkarılması, aşırı mü- lanıp duran, farklı ağızlardan neredeyse aynı kelime ve
balağalı ifadelerle ve hayranlıkla söz konusu edilmesi, vurgularla duyabileceğimiz birkaç hayranlık dolu anek-
bağlamsızlaştırılması, çözümleyicilikten uzak ve yüzey- dot ya da hüküm cümlesinden ibarettir. Efsanenin sür-
sel olarak ele alınması gibi şekillerde karşımıza çıkabilir. dürülmesi için bu aynı birkaç cümle yeterlidir. Bir met-
Gerçi bazen, yapılacak efsaneleştirmeye, yüzeysel de olsa nin efsaneleştirici olduğunu ele veren özelliklerden biri
teorik denebilecek bir zemin hazırlanır. Fakat bu zemin de ikincil ve daha sonraki kaynaklara yapılan atıfların
de özellikle o efsanenin efsaneliğini meşrulaştıracak şe- hatta kaynağı bilinmeyen ve kamuya mal olarak anonim-
kilde kurulmuştur. Kaygan, geçici ve sonradan tam aksi leşmiş hükümlerin çokluğudur. II. Yeni hakkında dola-
iddia edilebilirdir. Efsaneleştiren kişinin kendisiyle ilgili şımda olan ve nihai birer hükümmüş gibi sunulan Asım
durum ise; bu kişinin kendisini efsane nesnesiyle irtibatlı Bezirci cümleleri buna örnek verilebilir. Ama öte yan-
göstermeye çalışması, kendisini efsanenin değerine atıfla dan birincil kaynaklara atıf da, aslında bir karşı efsane’dir.
değerli gösterecek birtakım alakasız otobiyografik anek- Zira daha temelde mesele kaynaklara yönelik tavrın
dotları araya sıkıştırması şeklinde ortaya çıkar. niteliğinde düğümlenir. Anlamaya çalışan ve düşünen
Efsaneleştirilen şeyin önemli sayılmasıyla, sanılma- zihin isterse ikincil bir kaynaktan hareket etsin, birincil
sıyla, önemli olduğu tahminiyle yetinilir. Fakat niçin kaynaktan yola çıkan efsaneleştirici zihinden daha ma-
önemli olduğu, dahası hakikaten önemli olup olmadığı kul bir sonuca varır. Zira biri, karşılaştırdığı yargıları
bilinmez. Efsane haleleri ile çevrelenen efsunlu kültür sorgulamadan alır ve tahlil etmeye çalışmazken; diğeri,
ürünlerine baktığımızda, bunlar hakkındaki kanaatlerin bu yargılar üzerine düşünecek ve bunları kendi terazisin-
oluşturulmasında temel bir kıstasın, kriterin, eksenin de tartacaktır. Olayı genelleştirerek başka bir açıdan şu
olmadığını görürüz. Efsane oluşturan zihnin işleyişi, şekilde de ifade edebiliriz: Efsane, herhangi bir şey hak-
düşünen zihnin işleyişinden tamamen farklıdır. O kar- kında oluşturulmuş bir kanaatin artık nihai bir hüküm
dosya 25

gibi düşünülmesi ve tamamen o şeyin yerini almasıdır. ki efsane halesini, söz konusu ürünü (en kötü ihtimalle
Efsanelerin etkinlik alanı bulmasının altında, bu kolay- adını duymuş olmak düzeyinde) kendisiyle ilişkilendiren
lığın da büyük payı vardır. Diğer bir kolaylık da, bir şey fakat anlamaya açılmayan her türlü unsurla zenginleş-
hakkındaki efsanenin, efsaneleştirilen şeyden tamamen tirmek serbesttir. Bu süreç içinde, anlamaktan çok anlar
bağımsızlaştırılmış; içi boş bir işarete, hiçbir yere temas görünmek, tecrübe etmekten çok tecrübe eder görün-
etmeden rahatça hareket edebilen bir şeye dönüştürül- mek, tat almaktan çok tat alır görünmek ilh. önemlidir.
müş olmasından gelir. Böyle bir durumdaki kişi efsaneleştirme sırasında, asıl
Efsaneleştirici kişi kendisini, kabul görmüş, değer- olarak efsaneleştirdiği şeyi değil, kendisini araçsallaştır-
li sayılan kültür ürünlerine atıfla değerli göstermeye mış olur. Kendi tecrübesini, biyografisini kültürel ser-
çalışır ve böylelikle itibari değerini bizatihi efsanelerin mayeye ulaşma aracına indirgemiş; pazarlanacak bir şeye
varlığından alır. Efsaneler olmadan bu tür bir değere dönüştürmüştür. Yani kendini efsane üzerinden değerli
ulaşamayacağını bildiği için de efsaneleştirme mekaniz- kılmaya çalışırken, efsanenin aracı haline sokar.
masının gönüllü yürütücülüğünü üstlenir. Kendisini, Efsane oluşumuna hizmet etmeyen bir metnin temel
bir efsanenin ne kadar efsanevi olduğunu fark edebilen ayırıcı vasıfları ise, değerli sayıldığı ifade edilen sanatçı ya
biri gibi gösterme maharetini sergileyebiliyorsa bu ona da eserin niçin değerli sayıldığının da bildirilmesi; daha
amaçladığı kültürel sermayeyi fazlasıyla kazandıracaktır. soyut, anlaşılabilir, temas edilebilir, olumlu manada öze-
Bu yaklaşımda, efsaneye konu olan şeyin kendi tarih- nilip taklit edilebilir bir zeminde kurulması; çözümle-
sel-toplumsal bağlamı içinde ne tür bir değer taşıdığı- yici, birincil kaynaklara dayanan, sanatçının veya eserin
na, nasıl bir ihtiyaca karşılık geldiğine ve bundan ayrı bağlamını göstermeye yönelik, insanın öznelliğine, ken-
olarak bizim için anlamının ne olduğuna ilişkin bir di tecrübesine değgin olması şeklinde belirtilebilir. Me-
tahlil çabası söz konusu değildir. Efsaneleştirici metni tin, bu anlama zeminine katkısı olmayan otobiyografik
oluşturan veya tekrarlayan kişi gibi, metnin muhatabı da öğelerden arındırılmıştır. Böylece metinde söz konusu
aynı anlamsızlığa katılmaktan faydalanmayı umuyordur edilen şey, önemli olduğu kabul edilen ama öneminin
ve herhangi bir soru sorup efsane halesini dağıtmaktan nereden kaynaklandığı bilinmeyen efsunlu bir nesneye
özenle kaçınacaktır. Çünkü efsaneye yönelecek herhangi dönüşmemiş olur. Sağlıklı bir metin hiçbir zaman, bir
bir anlama çabası, değer atfedilen bir efsane yardımıyla şeyin önemine ilişkin herhangi bir kanaat, onun niçin
kendini değerli gösterme mekanizmasını bir anda tuzla önemli/önemsiz olduğu sorusunun cevabını tam bilme-
buz edecektir. Bu genelde gerçekleşmez; çünkü muhatap yen birinden sadır olmaz. Zira bu tür bir metin, konu
da aynı mekanizmadan faydalanmak için sırasını bekli- ettiği şeyin nasıl bir ihtiyacımıza karşılık geldiğini, onu
yordur. Aynı zamanda efsaneler de itibari değerlerini bu niçin ve neye göre tercihe şayan ve değerli bulduğumuzu
efsaneleştirici kişilerin varlığından alır. Efsaneleştiril- da (ya da tam tersi) içermek durumundadır.
meye konu edilen şeyin gördüğü teveccüh, efsane olarak Bir kültürel ürün hakkında bir kanaat oluştururken,
aktarılabiliyor oluşundan, efsane olarak alınıp satılabil- karşımıza çıkabilecek muhtemel sorunlardan biri, ona
mesinden, değiş tokuş edilebilirliğinden, değişim değe- harcadığımız mesai ile ilgilidir. Bizim diyelim bir filmi
rinden gelir. Bu şeyin itibarı da, kendi içinde ya da başka seyretmek için ayırdığımız vakit, gösterdiğimiz çaba,
bir bağlamda ne kadar değerli olursa olsun, bir şekilde bizi onu önemli göstermeye, efsaneleştirmeye itebilir.
efsaneleştirilebilmiş olmasından ve bunun sağlayacağı Bundan kaçınmak için, o şeyin aslında bizde bir karşılık
kültürel sermayedendir. Yani efsane, efsaneleştirdiği şeyi bulmadığını, o şeye bir ölçüde boşa vakit harcadığımızı
sadece kullanır. kabul edecek olgunluğu gösterebilmemiz gerekir. Aksi
Efsaneleştirici kişinin, ortaya koyduğu metinde, ef- halde sırf biz onunla ilgilendik diye onu önemli göster-
sane ile kendisi arasında ikna edici bir bağlantı kurması miş, efsaneleştirmeye çalışmış oluruz. Bir diğer sorun
da efsane üzerinden değer kazanmanın olmazsa olmaz- da, bir şey hakkında beğeni ifade etmenin, düşüklük
larındandır. Metne, kendi hayatından, efsaneyle ilişkili sayılacağı, kişiyi değersiz kılacağı düşüncesidir. Hakika-
bazı hikayeler, bazı tecrübe parçaları eklenir. Bu ilişki ten de önüne çıkan her şeye hayranlık duymak, her yeni
anı, biyografinin ne kadar eski bir anındaysa o kadar karşılaştığı şey karşısında heyecana kapılmak, akıllıca ol-
makbuldür. Yine kişi ne kadar etki dolayımı olmadan, maktan uzaktır ve beğeninin ya da muhakemenin geliş-
“kendiliğinden” o sanatçı ya da eseri fark etmiş, ona yö- memişliğine işaret eder. Yine de hiçbir şeyi beğenmeyen,
nelmişse, o kadar iyidir. “Ben onu lisede dinliyordum.” beğeni bildirmeyi aşağı gören bir noktaya kaymak doğru
“Ben onu ilkokulda okumuştum.” ya da daha aşağı per- olmayacaktır. Bir ihtiyaca cevap verebilmiş olan, sırf bu
deden “gazetede gördüm” demek bile, bu metinde otobi- sebeple olumlayıcı bir dille metinleştirilmeyi hak eder.
yografik bir vurgu kazanır. Bir kültürel ürün etrafında- Burada önemli olan, bu metnin şekillendirilme tarzıdır.
26 dosya

Anonimleşme ya da gölge tiyatrosu malar kendilerine bu boşlukta rahatça yer bulmaktadır.


Efsaneleşmeyi kukla tiyatrosuna benzetecek olursak, Karşımızdaki, bir müstearlar cangılı (Bir an için edebiyat
anonimleşmeyi de gölge tiyatrosuna benzetebiliriz. Ef- alanında bütün yazarların müstear isimle yazdığını düşü-
sanelerle savaşırken kültür ürünlerinden yana gerçek be- nelim!), anonim bir kanaatler toplamıdır. Ve bu anonim
ğenileri, ihtiyaçları, arzu ve istekleri olan insanlarla de- (“çok ortaklı”) kanaatler toplamı, genel okuyucunun
ğil, efsanelerden fayda uman kuklalarla savaşıyoruzdur. karşısına, tek bir bütün olarak, sağduyunun ürünü olan
Bunlar, efsanelerin (daha da acısı kendi efsanelerinin) yaygın kabul görmüş kanılar olma sanısını uyandıracak
kurbanı olmuş ve kendilerini kuklalara dönüştürmüş şekilde çıkarlar.
kişilerdir. Anonimleşmede ise karşımızda artık kuklalar Anonimleşmenin diğer bir karşımıza çıkış şekli ise,
değil, gölgeler vardır. Kuklalar basit bir şekilde, suret “anonim” kelimesindeki kaynağı bilinmeme anlamıyla
olarak benzedikleri karakterleri temsil ederler ve belli ve kaynağa ilişkin bilginin aktarım sırasında kaybolma-
tiplerin sembollleri hükmündedirler. Kuklalarla kuklala- sıyla ilgilidir. Anonim türkülerde olduğu gibi, bir kültür
rı hareket ettirenler arasında ise, ne suretçe ne de türce ürünü hakkındaki kaynağı belirsiz kanaati ortaya koyan
bir benzerlik vardır. Kuklalarla onları hareket ettirenle- biri vardır ve bu kanaat yine kim tarafından yapıldığı
rin ilişkisi bu hareket ettirme eylemidir. Efsane ile onu bilinmeyen ekleme, çıkarma ve değişikliklerle karşımı-
efsaneleştiren kişi arasındaki illişki de bir karşılıklı hare- za çıkmıştır. Buradaki anonimleşme aktarım sırasında,
ket ettirme edimidir. Efsaneleştirilen şey, efsaneleştiren kaynağa ilişkin bilginin aktarılmaması sonucunda ortaya
kişinin kuklası olmuştur; efsaneleştiren kişi de ortaya çı- çıkar. Anonimleşmenin bu çeşidini kanaatin aktarılışını,
kardığı ya da pekiştirdiği efsanenin bir kuklası halini al- rivayetini merkeze alarak yeni bir başlık altında incele-
mıştır. Gölge tiyatrosunda ise, kuklacı ve kuklalar değil yelim.
oyuncular ve gölgeleri vardır. Gölgelerin durumu kukla-
larınkinden tamamen farklıdır. Gölge düpedüz birinin Rivayetin sıhhati
gölgesidir, ona benzemektedir. Ama kendisi de değildir Kültür alanındaki bir şey hakkındaki kanaatimiz nasıl
neticede. Bir belirsizlik, yarı belirlilik, karanlık, yarı ay- oluşur? Diyelim ki bir kitap hakkında bir kanaate sahi-
dınlık halidir. Bir tarafıyla da gölgelerden bir gölgedir. biz. Bu kitabı okumuş, okumamış, okumayı düşünüyor
Anonimleşme, birkaç farklı şekilde anlaşılabilir veya ya da düşünmüyor olabiliriz. Kitabı okumadan önce ya
karşımıza çıkabilir. İlki, “anonim” düz anlamıyla kimin da okuduktan sonra hakkında yazılanları okumuş olabi-
elinden çıktığı bilinmeyen, belli olmayan veya genel oku- liriz. Kitabı okuduktan sonra bizde hakkında bir kanaat
yucu tarafından yazan kişinin kim olduğu bilinmeden, uyanmış ya da uyanmamış olabilir. Bu kanaatimiz önce-
daha da önemlisi kim tarafından yazıldığına dikkat edil- den duyduğumuz bir kanaatin etkisinde oluşabilir ya da
meden okunan imzalı, müstear imzalı ya da imzasız me- kendi vardığımız kanaat önceki kanaati destekleyebilir
tinlerdir. Bunların kurumsal aktarım alanındaki en gü- veya nakzedebilir. Bütün bu ihtimallerin ötesinde, genel
zel örnekleri basın bültenleri, bu bültenlerden türetilmiş olarak kendiliğimizin ve örnek özelinde, kitap hakkın-
gazete haberleri ve reklam metinleridir. Yarı kurumsal daki kanaatimizin şekillenmesinde kendi dışımızdan
bir görünüm arz eden internet ortamındaki örnekleri ise, gelen kanaatlere bütünüyle kapalı olduğumuzu, bunların
yazar mantığıyla yazanları ister dahil edelim ister dışta kanaatimizin oluşum sürecinin hiçbir noktasında hiçbir
tutalım, ekşi sözlük, wikipedia, imdb, kitapyurdu, ama- etkiye sahip olmadığını iddia etmek mümkün değildir.
zon, gazete ve haber sitelerinde ve internet forumların- Mümkün olmaması bir yana, gerçekleştirilmesine uğ-
da yazılan yorumlardır. Bu yorumlar asıl olarak gerçek raşılması halinde bile zaten anlamlı bir şey de değildir.
insanlara ait ve gerçek insanların tecrübelerine, düşün- Bir insan tekinin, beşerin bütün tecrübelerini teker teker
celerine değgin olsalar da, bu sitelerin özelleşmiş takip- kendi tecrübe etmesi teknik olarak mümkün olmadığına
çileri dışında, genel algılanış itibariyle; okuyucuyu, ya- göre, aslına bakılırsa, şunu değil de bunu tecrübe etme
zarı belirsiz metinlerle karşı karşıya bırakır. Bu manada, tercihimizin altında bir şekilde ikincil bir kaynaktan al-
durumun genel okuyucu nezdindeki algılanışı itibariyle, dığımız haberin, yorumun, kanaatin etkisi bulunması
ortaya konan hükümlerin arkasında belli bir kişi, hatta kaçınılmazdır. Yanlış olan, bizatihi bir şey hakkındaki
herhangi bir kimse yoktur. Bu ortamda karşımıza çıkan bir kanaatin aktarılması değil, bu aktarımın belli bir şe-
öznesiz hükümlerin arkasında, metnin yazan açısından kilde yapılmasıdır. O halde, insan için müracaat edilmesi
sorumluluğunun (“kalabalığın arasına karışıp kaybo- kaçınılmaz olan kanaat aktarım mekanizması nasıl işle-
lan”), okuyan açısındansa güvenilirliğinin kendine has mektedir ve anonimleşmeye yol açmayacak, sağlıklı bir
ve normalden daha düşük bir seviyede konumlanması- kanaat aktarımı nasıl gerçekleştirilebilir? Başka bir söy-
nın sonucunda bir boşluk açılmakta ve kültürel dayat- leyişle, rivayetin sıhhatini nasıl denetleyebiliriz?
dosya 27

önce kendinde sınama, her aktarım aşama-


sında bir sınavdan geçmeyi zorunlu kılan
bir filtre vazifesi görür. Böylece bize ano-
nim olarak ulaşan bir kanaat bile bizden
çıktığında kaynağı belirgin hale gelmiş
olur. Üçüncü yolda ise, bize ulaşan kana-
ati, kendimizde sınamadığımız bir kanaat,
tecrübe etmediğimiz bir şey hakkındaki
bir kanaat olarak, kaynağı belliyse kayna-
ğını belirtip, bize anonim olarak ulaştıysa
anonim olduğunu, bize kimden ulaştığını,
bildiğimiz kadarıyla rivayet zincirini ekle-
mek kaydıyla aktarırız.
Öte yandan her kanaati herkese aktar-
mak da doğru değildir. Bir kanaati aktarır-
ken öncelikli kıstasımız, ihtiyaca karşılık
gelme olmalıdır ki, bu kıstas kişiye göre
Kanaatin kişisel yolla aktarımı, metinsel olarak, sözlü değişen bir nitelik arz eder. Öyle ki, mesela bizde bir
ya da yazılı metinler üzerinden doğrudan veya hareketler, karşılık bulmamış bir eserin, tanıdığımız bir başkası-
davranışlar üzerinden dolaylı bir şekilde gerçekleşebilir. nın hoşuna gidebileceğini fark edip, ona bu kanaatimizi
İkincinin tahlili, verilen mesajla alınan mesajın arasında aktarabiliriz. Bu noktada, kanaatimizi aktardığımız ki-
açılabilecek muhtemel mesafe, kısmi bir görüntüden ha- şiyi tanıma derecemiz önem kazanır. Ya da genel olarak
reketle zihinlerde bulunan hazır kalıplara yerleştirilme bizim bir ihtiyacımıza karşılık gelen, bizim hoşumuza
ihtimali, bu mesafe ve ihtimalin ortadan kaldırılmasının giden bir şeyin, ikinci bir kişi tarafından da bir ihtiyaç
zorluğu, hal ve hareketlerimizi belirlerken; bu ihtimal- olarak hissedilmesini, onun da bir ihtiyacına karşılık
ler karşısında nasıl bir tavır takınacağımız, sınırı nereye gelmesini, nihayet onun da hoşuna gitmesini dileyebilir,
çekeceğimiz gibi konuların dahli sebebiyle oldukça zor, dahası bunların gerekli olduğunu düşünebilir veya dü-
metinsel aktarımın sıhhatini tayin ise, dilin söz konusu şünmeyebiliriz.
mesafeyi ve dolaylılığı büyük ölçüde bertaraf edebilmesi
sayesinde nispeten kolaydır. Biz burada ikincisiyle ilgi- Sonuç
leneceğiz. Kültürel dayatmaların bazıları oldukça yalın kat bir şe-
Kanaat aktarımı başka bir açıdan yine iki türlüdür. kilde, basit bir mekanizma kullanarak işlerken, bazıları
Ya kendi oluşturduğumuz bir kanaati aktarıyoruzdur ya çok daha karmaşık süreçlerin ve çözümlenmesi zor girift
da bize ulaşan bir kanaati. Bize ulaşan bir kanaat karşı- ilişkilerin içine gömülü vaziyettedir. Biz bu yazıda kül-
sında, öncelikle aktarım bize nereden ulaşıyorsa, o kişi ya türel dayatmaların işleyişine dair, kesinlikle bütün kül-
da ortamın durumu ve ihtiyaçlarıyla kendi durumumuzu türel dayatmaları kuşatma iddiasında olmayan mütevazı
karşılaştırabiliyor olmamız gerekir. Bu kanaat karşısın- bir giriş yapmakla yetindik. Amacımız, kendi tecrübe
daki ilk tavrımızı buna göre belirleyebiliriz. Bize ulaşan ve gözlemlerimizi sorgulayarak, baskısını üzerimizde
bir kanaati aktaracak olduğumuzdaysa, karşımıza üç yol hissettiğimiz tekil kültürel dayatmalar üzerinden, genel
çıkar: İlkinde bize ulaşan kanaati, kendimizde sınama- olarak “kültürel dayatma” dediğimiz şeye karşı bir mevzi
dan ve kaynağını silerek aktarırız. Bir kanaatin anonim- kazanmaktan ibaretti. Fakat kültürel dayatmalar ve he-
leşmesi böyledir. İkinci yolda ise, öncelikle kendimizde men yanı başlarında türeyiveren karşı kültürel dayatma-
tecrübe eder, bir ihtiyacımıza karşılık gelip gelmediğine lar herkesin kendi konumuna göre sonsuz bir çeşitlilik
bakar ve ancak sınamamız sonucunda ikna olduysak ak- arz ettiğine göre esas olan, herkesin kendi üzerinde his-
tarırız. Çünkü kendi düşüncemiz ve tecrübemizde sına- settiği kültürel dayatmaların muhasebesini yaparak ken-
mak suretiyle artık bir anlamda kendimize değgin hale di mevzisini elde etmeye çalışması ve bu çalışmasının
getirmiş, kendimize ait kılmışızdır. Kanaati aktarmadan verimlerini paylaşıma açması olacaktır. n
28 dosya

kültürel kibre karşı


hakan arslanbenzer

Kültür, ekin, hars… adına ne dersek diyelim, her in- katta yer alırlar bu kompleksin uydurduğu kültürel şema-
san topluluğunun, “medeni” olmayanlar dahil, zorunlu ya göre. Ne de olsa ikisi de Avrupalıdır, öyle değil mi?
olarak bir yaşama pratiği ve kendini ifade etme biçimi Halbuki Tinto Brass erotik filmler çeken bir hedonist,
olduğuna göre bir kültürü olması da varsayımsal olarak Antonio Gramsci ise davasına baş koymuş bir düşünür
zorunludur ve bu kültürler normal koşullarda meşru ve aksiyonerdir. İkisinin aynı kültürel çerçeve içinde yer
ve mubah olduğuna göre, her biri eşit derecede saygın alması akla mantığa, vicdana, insan tecrübesine aykırı.
olmalıdır. Ne var ki, kültürle ilgili en temel kinaye de Avrupa kompleksinin dışarıya karşı eziklik, içeriye
buradadır. Çünkü neyin meşru ve mubah olduğu da kül- karşı hınç ve kibir olarak tezahür etmesi bu yazının asıl
türün vazgeçilmez bir parçasıdır. Başka deyişle, kültürle- konusu. Kendilerini aynada görme yetisini kaybetmiş in-
ri birbirlerine karşı eşit ve saygıya değer kılması gereken sanlar, kendi yurttaşlarını bazen sadece “Biz” dedikleri,
ölçütün kendisi, her kültürün kendi içinde ve kültürler “Türkler”den olumlu söz ettikleri, “kendilik” kavramına
arasında değer farklılığı ve mücadelesinin de bir numa- yahut tecrübesine önem verdikleri için küçümsemekte,
ralı müsebbibidir. Neye meşru ve mubah diyeceğiz? İşte suçlamakta ve sözlerini, eylemlerini geçersiz kılmaya
kültür bu yüzden bir meseledir. Dahası bir kavgadır. uğraşmaktadırlar. Bu, eskiden evrensellik, hümanizm,
Avrupa kökenli bir kelime olarak “kültür”, bizde kav- insanlığın ortak değerleri gibi inanılması güç ama çok
ram ve terim olarak ilk ortaya çıktığından beri netame- sağlam bir literatüre sahip kavramlar üzerinden yapılırdı.
li bir konu. Kültür deyince biz hâlâ Avrupa’nın okuma Şimdi doğrudan doğruya Avrupalılık adına yapılıyor. O
yazma, yeme içme, gezip tozma ölçülerini ölçü kabul kadar ki, Avrupa’nın çocuğu olan Amerika bile bu derin
ediyoruz. Buna göre, dünya kültür başkenti Paris’tir, en kültürel nefretin, kendinden olana yönelik kibrin aracı
kültürlü yahut kültürel içki şaraptır, edebiyat ve düşünce- ve nesnesi olabiliyor. Mesela Fransız filmlerinden değil
de bütün örnek metinler Batı klasikleri ve modern Batı de Hollywood filmlerinden hoşlanıyorsanız sinemadan
yazınına aittir, müzik dediğin klasik Batı müziğidir, kül- anlamıyorsunuz, çünkü yüzeysel, basit, artık kullanılma-
türün temel ölçütleri de Avrupa’ya ait ilerleme, aydınlan- yan Fransızca tabirle banalsiniz demektir.
ma, dünyevilik, demokrasi, bireysellik gibi kavramlardır, İşin hazin fakat bir o kadar da gülünç tarafı, Ameri-
ayrıca Fransız kadınları dünyanın en güzel kadınlarıdır kancıların da kültürü kendileri gibi algılamayanları kü-
yok daha bilmem neler... çümseme bakımından Avrupacı mütekebbirlerden pek
Avrupa kompleksi (yahut Murat Güzel’in kullandı- de geri kalmamaları. Amerikancıların yerlicilere, aslında
ğı tabirle “Europe fetişizmi”) özellikle tuhaftır; çünkü bütün Türkiye ve Türkiye’ye benzer bütün ülkelere kabi-
kültürün misyoner yönüyle (modern çilecilik, aydınlan- le toplumlarıymış gibi tepeden bakması çoğu insanı şa-
ma gibi) hazcı yönünü (dolce vita; tatlı hayat) aralarındaki şırtmaz. Asıl şaşırtıcı olan, içinden çıktıkları kesime yani
uyumsuzluk ve çatışmayı ihmal ederek bir arada tutmaya Avrupacılara tepeden bakmaları. Amerika Avrupa’dan
kalkar. Neredeyse, Tinto Brass’la Antonio Gramsci aynı çıktığı gibi, ülkemizdeki Amerikancılar da aslında Av-
dosya 29

rupacıların çocuklarından başkaları filan uygulasın o halde. Ki tam olarak


değil. Bir anlamda, Amerikancıların bunu yapmadılarsa da, benzeri anla-
problemi, (manevi) babalarını be- ma gelebilecek anketlerin, araştırma-
ğenmemeleridir diyebiliriz. Haklı ol- ların haddi hesabı yok. Mesela Doğu
dukları taraflar da yok değil. Mesela, Anadolu kökenliler aylık seks yap-
madem “kültür” üstünlüğün bir ifa- ma kategorisinde 9 rakkamıyla hem
desidir, o halde bu üstünlüğün ölçüsü Türkiye’nin hem Avrupa’nın zirvesi-
neden maddi üstünlük olmasın? ni teşkil ediyorlar. Uzmanların ideal
Başka bir deyişle, Avrupacılar seks yapma frekansını haftada 2 ola-
bizi aşağılarken, bir yandan da Ame- rak açıkladıklarını gözetecek olur-
rikanlaştırarak yapıyorlar bunu. Biz sak, en azından cinsel birleşme kül-
de buna biraz yakamızı kaptırıyoruz türü bakımından Türklerin, içinde
sonuçta. Çünkü her tartışmanın bir bilhassa Doğu Anadolu kökenlilerin
bağlamı vardır ve diyelim ki sinema Avrupa standartlarına mükemmelen
üzerinden bir kültürel kimlik tar- uyduklarını söyleyebiliriz. Övünecek
tışması yapıyorsak ve Avrupacıların bir şeyimiz de varmış demek ki. Za-
hastalıklı Avrupa sineması hayranlı- ten yoksa niye klasik Türk edebiya-
ğıyla alay etmek istiyorsak ister iste- tında gülden, bülbülden o kadar çok
mez Hollywood savunuculuğuna yö- söz edilsin, değil mi?
nelmek zorunda kalıyoruz. Bu bizim Kültürel kibir zulme dönüştüğü,
Amerikancı olmamızdan kaynaklanmıyor ama sayısı yıl- kültürel kibre sahip işbirlikçiler o müthiş nezaketlerinin
da beşi, onu geçmeyen Türk filmleri veya hiç seyretme- altında çok derin bir anlayışsızlığı sakladıkları için bu
diğimiz başka ülkelerin filmleri bize bu konuda bir veri, konuda şaka yapmaktan başka çaremiz de kalmıyor pek.
tartışmada işe yarayabilecek bir argümantasyon temeli de Kültürel kibrin zayıf noktası da bu bence. Ciddiye aldığı-
sunmuyor işin doğrusu. nızda, kendi terimleri içinde cevap üretmeye kalktığınızda
Kültürel kibre maruz kalmamızın en önemli dayana- boynunuzu eğip boyunduruğa koşması işten değil kültürel
ğı da zaten yoksulluk ve yoksunluğumuz. Kültürel kibir kibrin. Ama biraz geri yaslanıp, bu napıyor Allah pir aşkı-
bize şuyunuz yok, buyunuz yok diye saldırıyor. Mesela na diye düşündüğünüzde şaka yapmaya başlıyorsunuz ve
Türkler modern çağda hiçbir şey icat veya keşfetmemiş. kültürel kibrin zaafı da böylece ortaya çıkıyor.
Uçak, hava, uzay denilince Hezarfen Ahmet Çelebi de- Kültürel kibrin haksızlıklarının karşısına başka hak-
memiz hiçbir işe yaramayacak; karşımızdakilerin kib- sızlıklarla çıkmaya olumlu baktığımı söyleyemem öte
rini artıracak sadece. Ya da matbaayı icat etmediğimiz yandan. Mesela özellikle entelektüel dünyada karşımıza
gibi, Türkiye’ye gelişine de uzun süre muhalefet etmişiz. yerli yersiz her fırsatta çıkan “faşist” suçlamasına karşı,
Gerçekten tarihsel olarak açıklanması da zor, Türkle- Türklerin doğaları gereği faşist olamayacaklarını söy-
rin “teknoloji özürlü” oluşlarını. Kaldı ki bu konudaki leyerek çıkmanın nasıl hiçbir faydası olmazsa (ki zaten
bütün açıklama çabalarını milliyetçilik sınıfına sokuyor “Türk doğasından” söz ederek faşizme gerçekten de yak-
birileri. laşmış oluyorsunuz bu durumda) bu suçlamayı yönelten-
Kültür söz konusu olduğunda bütün açıklama çaba- lerin erdemlerini yok sayarak, onları her ne söylerlerse
larımız zaten milliyetçilik sınıfına sokuluyor. “Türk kül- söylesinler suçlayarak ve kötüleyerek bir yere varmanın
türü” demek bile yasaklanacak nerdeyse. Tamam abicim da imkanı yoktur. Faşist suçlamasına karşı yapılacak bir-
Türk kültürü yoktur, dememizi mi bekliyorlar; insanın çok şey var. Bunlardan birinin şaka yapmak olduğunu az
aklına o da gelmiyor değil. Türk kültürü yoksa ne var? önce söylemiş bulunduk. Yapılacak başka bir şey, bu ve
Kültürsüzlük. Okumayan bir toplumuz, orası kesin. Ne- benzeri suçlamaları yöneltenlerin söylemini çözmektir.
den okumuyoruz, çünkü kötü niyetli ve geri zekalıyız da Çözümlemek demiyorum, çözmek. Yani onların sürekli
ondan. Şaka bir tarafa, Türklere topyekun gerizekalı di- aynı cümleleri aynı tarzda kurup durmalarının önünü
yen yazarlarımız da oldu geçmişte. Koyun diyerek, sığır almak gerekiyor. Bu, kısmen yapılan bir şey. Özellikle
diyerek daha kinayeli bir şekilde halka, millete gerizekalı ağzını her açtığında insan hakları, demokrasi filan gibi
diyenler de çok. Özellikle gazete köşe yazarları. artık bir şey ifade ettiği kesin olmayan sözleri sırala-
Bunu nasıl karşılayacağız? Türklerin gerizekalı olma- yan yazarların söylemi, az çok çözülmüş durumdadır.
dığını ispatlamanın bir yolunu mu bulacağız? Bir üniver- Türk milleti liberalizmi pek fazla yutmadı. Dönemin
sitemiz halk üzerinde 1000 denekten oluşan zeka testleri katı politik gerçeklerinin bunda payı büyük. Avrupa ve
30 dosya

ABD liberallerinin Doğunun işgali konusunda ofsayta nin, Avrupacılığın, kültürel kibrin onun üzerinde fazla
düşmüş olmaları sayesinde Türkiye’deki liberal söylem bir etkisi kalmayacaktır. Kaldı ki, Avrupa’nın seri başı
şampiyonlarının da sözü çok fazla dinlenilmez olmaya takımlarından İtalyan Internazionale Milano karşısında
başladı. Fenerbahçe’yi izlediğimizde, herşeyin ne kadar da yerli
Kültürel kibre karşı yapılacak en büyük işse kendimiz yerine oturmaya başladığını gördük. Inter’i yendik diye
ve yaptıklarımız, sahip olduklarımız konusunda konuş- daha fazla Avrupalı saymıyoruz kendimizi mesela. “I
ma yeteneğine kavuşmaktır ki, en yavaş ilerleyen fakat love you Fener!” gibisinden afedersiniz dangalakça pan-
en kesin sonuçlar üreten çözüm de budur. Kültürel kibir kartlar açılmadı, “Avrupa Avrupa duy sesimizi” gibisin-
sahipleri bizim şu değil bu, filan değil falan olduğumuzu den eziklik ifadesi tezahüratlar yapılmadı. Ya da takı-
söyleyip duruyorlar, peki tamam. Ama gerçekte biz neyiz mımızdaki yabancıları, yabancı kökenli yerlileri, yabancı
ve bunu nasıl söyleyebiliriz? İşte kültürlerin birbirlerine ülkede büyümüş yerlileri, zaten hiçbir zaman bir üzüntü
karşı doğal hiçbir üstünlüklerinin olmadığı ve her insan meselesi haline getirmemiştik. Rıdvan Dilmen’e sordu-
topluluğunun yeterince saygın bir kültüre sahip olduğu lar, “Fenerbahçe’de yabancı sayısı çok, bir dil ve iletişim
kaziyesi burada işimize özellikle yarayacaktır. problemi yaşanıyor mu Fenerbahçe’de?” diye. Rıdvan,
Bizde diyelim ki modern anlamıyla roman sanatı “Hayır, neden olsun? Zaten Kemal ve Selçuk’tan başka
dünyaya parmak ısırtacak kudrette bir yazın üreteme- yabancısı yok ki Fenerbahçe’nin,” dedi gülerek.
miş olabilir. Bunu belirlemek gereği bir şey; bundan esef Gülmeye, eğlenmeye, kültür denen oyunu bildiği-
duymama gereği başka bir şeydir. İkisi de kültürel kibre miz gibi oynamaya hakkımız olduğunu unutmamalıyız.
yenik düşmemek için elzemdir. Yani bizde roman bir Rus Bir konudaki üstünlüğümüz nasıl bize başka ulusları ve
romanıyla boy ölçüşebilecek durumda değilse, ki öyle toplulukları, onların kültürlerini aşağılama hakkı ver-
olduğunu kabullenmekte zorluk çekmememiz lazım, bu miyorsa; eksiklerimiz ve yokluklarımız da utanç nedeni
neden böyle diye sorup bunun cevabını sağlıklı, derin- olmamalı. Fenerbahçe UEFA takım katsayısı listesinde
likli bir şekilde vermemiz; bu konuya kafa yormamız ve 30’lu sıralara kadar yükselmiş bulunuyor. Zirveyi, yani
kendimizi bu konuda geliştirmemiz gerekir. Bizim de birinci sırayı istediğimizi şimdi daha keyifle, daha rahat
çok değerli yazarlarımız var, bir Türk romanından söz bir şekilde söyleyebiliriz. Ama zaten bu takımın tarihi
etmek hakkımız; burası ayrı. Ama bunlar orijinal yazar- boyunca “Her zaman her yerde en büyük Fener!” diye
lar sayılmaz yeterince. Orijinal olmayan tarafımızı bul- bağırmıyor muyduk? Bunu her konuya ve her alana ge-
duğumuzda, romanımızın gücünü, romancılarımızın nişletebilirsiniz kafanızda. Fenerbahçe bugüne kendi
erdemini de belirleme imkanına kavuşacağız demektir. liginde yüzlerce, dış maçlarda onlarca mağlubiyet ve
Mesela, kültürel kibre boyun eğip de ikinci sınıf Proust- pek çok da hezimet yaşayarak geldi. Düşmez kalkmaz
ları ya da ikinci sınıf Dostoyevskileri savunmak zorunda bir Allah. Muhteşem geçmişimizle övünmeyi de, bu-
kalmayacağız bu yolla. Bunun yerine Orhan Kemal’i, günümüzle yerinmeyi de bir tarafa koyup artık işimize
Kemal Tahir’i, Oğuz Atay’ı ilk defa konu ediniyormuş ve bu arada da kültürel kibrin icabına bakalım arkadaş-
gibi tekrar tekrar konu edineceğiz. Çünkü böyle yazar- lar. Ne zaman ki Türk kültürünü baskı altında tutan bu
larımız hiçbir şeyin ikinci sınıfı değildirler, burası açık. derin komplekslere sahip kültürel kibri ekarte etmeyi
Bizde bir Proust yetişmemiş olması, böylece acıklı bir başarabilirsek; yani özgürlükçü olmak için solcu olma
durum olmaktan çıkacaktır. Bizde Proust yetişmedi, zorunluluğu hissetmediğimizde ya da okuyorum diye
ama bunun yerine ne yetişti? İşte bence can alıcı soru kötü çeviri edebiyatı okuma gereği duymadığımızda,
budur. Yetişenlerden misaller de verdik. Ki bu yazarları- yabancı dil bilmeyeni de adam yerine koyduğumuzda,
mız hakkında zengin bir eleştiri literatürüne de sahibiz inancımızdan, düşüncemizden, yapıp ettiklerimizden
ve her geçen gün biraz daha da güçleniyor bu literatür. veya arzularımızdan, niyetlerimizden kuşkuya, korkuya
Kendi yazarımız peşinde koşmayı öğrendik. ve üzüntüye kapılmamayı öğrendiğimizde; dünya sadece
Genel olarak kendi kendimizi kovalamayı, kendimi- bizim için değil, umulur ki başkaları için de daha bol
zi tanımayı esas mesele haline getirmeyi başarmışsak, oksijenli, daha zihin açıcı bir yer haline gelecektir. Bu-
kültürel kibir bize ne derecede etki edebilir ki artık? nun için de Türk olmayı bir övünç veya utanç kaynağı
Basit bir alandan, futboldan örnek vermek gerekirse; olmaktan çıkarıp bir hedef olarak önümüze koymamız
bir insan Fenerbahçeliliğini “Sizin Avrupa’da başarı- lazım. Türkün bir hedefi olması lazım? İyi şiirse iyi şiir,
nız yok!” yollu kültürel kibir kokan saldırılara rağmen iyi futbolsa iyi futbol. Fenerbahçe bunu yaptı, yapıyor;
anlamlı hale getirebilecek bir taraftarlık zenginliğine bana bazı kültürel kibirlilerin megaloman demesi paha-
sahipse, Fenerbahçe taraftarı kendi oyununu oynamayı sına söylüyorum ki ben yaptım, yapıyorum; peki sen ne
başarabiliyorsa, spor konusundaki Avrupa kompleksi- yaptın ve yapıyorsun değerli kardeşim benim? n
dosya 31

klasikler dayatmasına
karşı ulysses’i niçin
okudum?
fazıl baş

Batı dünyasında, lise ya da üniversitede edebiyat okumuş herhangi biri, [edebi kanona ait
olmanın] ne anlama geldiğini bilir. Bu, kanon içindeki eserlerin, çömez öğrenciler ve konu-
nun sözüm ona uzmanı hocalarınca okunduğu anlamına gelir. Bu ayrıca, bu mümtaz eserleri
okumanın bir imtiyaz işareti olduğu anlamındadır. Bu ayrıca, kişinin kendisini bu kanona
dahil ettiğinin de işaretidir; kutsiyete takdim edilmiş olmanın tecrübesiyle kutsanmanın, ka-
nona aşina olup, ona neyin katılıp katılamayacağını tespit edebilecek olanların oluşturduğu o
iç halkaya dahil olmanın da işareti.
George P. Landow

Hikayesi
Ulysses’i okumamın ardında birbirini izleyen üç not, üç
gizem var. İlki 1997 kışında Umberto Eco’nun Gülün
Adı (Şimdi bir de “Gülün Adı’nı niçin okudum?” sorusu
çıkmasın.) romanını okurken karşılaştığım, Eco’ya dair
bir biyografi notu: James Joyce uzmanı! O zamanlar, bir
insanın yalnızca başka bir insan ya da onun eserleri üze-
rine uzmanlaşmasını anlamamıştım. Yani ismini ilk defa
duyduğum Joyce’u bu kadar önemli kılan ne olabilirdi
ki? İkincisi 1998 baharı karşılaştığım bir gazete haberi:
James Joyce’un Ulysses adlı romanı yüzyılın en iyi yüz ro-
manı arasında birinci seçilmiştir; ama bu roman zaten
sürekli ya en kötü ya da en iyi roman seçilmektedir, filan.
Bu nasıl mümkün olabilirdi? Üçüncüsü ise 1998 kışında
benden yaşça büyük bir tanıdığın evinde Ulysses’in tercü-
mesiyle karşılaşmış olmam. O gün gerçi o arkadaş, “Bu
kitabı bugüne kadar okuyabilen çıkmadı,” demese yine
dikkatimi çekmeyebilirdi. Fakat bir kitabın niçin okuna-
mayacağına dair gizem, bendeki inat ve daha önceki iki
not ile birleşince, Ulysses’in o günlerdeki iki ciltlik yeşil
baskısını, kimseye de pek çaktırmamaya çalışarak oku-
muş oldum. Bugün belki kitaptan geriye bir iki not kal-
32 dosya

dı bende; biri genel olarak roman tere sahiptir yalnız. Yani efsane-
sanatına dair, biri bir romancının nin içeriği ilgilendirmez bizi. Ef-
kendi toplumunu tasvir edişine sanenin efsane oluşu bizim daha
ya da o toplumun bizzat işleyişi- fazla ilgimizi çeker. Dolayısıyla,
ne dair. Fakat sonuçta asıl mesele herhangi başka bir roman etrafın-
(bunu kimseye söyleme gibi bir da üretilebilecek herhangi başka
niyetim olmasa da) “Ben okudum, bir efsane de en az Ulysses hakkın-
okuyabildim,” gibi bir duruma ge- da söylenenler kadar kıymetlidir
lebilmiş olmamdı. bizim için.
Demek ki temel olarak burada-
Esası ki gizli dayatmayı açığa çıkarabil-
Sonuçta bu çok fazla şahsileşmiş mek için öncelikle, bu efsanenin
hikaye Ulysses gibi efsaneleşmeye oluşmasındaki temel dayanakla-
çok müsait bir romanı merkeze rı irdelememiz gerekiyor. Belki
alıyor. Aslında merkeze almıyor Ulysses, burada özellikle klasik
da. Çünkü bu hikayenin merke- romanlar söz konusu edildiğin-
zi romandan ziyade, bu romanı de uç bir örnek gibi durabiliyor.
okumaya yeltenen kişinin ta ken- Çünkü bize aynı yaşlarda önerilen
disidir. Asıl mesele, romanın bir Sefiller’i okumanın, uzunluğundan
edebiyat eseri olarak sahip olduğu başka bir zorluğu söz konusu de-
değer değil, kişinin o romana yak- ğildir. Ama bu eseri okumak için
laşım biçimidir. Gerçi sonuçta bir de bir öneri mevcut değildi. Sefiller
kültür eseriyle okuyucu arasında okunmalıydı, çünkü o Sefiller’di.
bir yaklaşma görüyorsak bunun do- Bir klasik olması sebebiyle, özellik-
layımsız olabileceğini kolay kolay söyleyemeyiz. Kültür le diğer romanlar üstünde belirleyici bir üstünlüğü vardı.
başlı başına bir etki alanı. Ve biz de bu etki alanından Sefiller’i okumak o belirleyiciliği elde etmek anlamına ge-
geçtiğimiz sürece, o kültür alanının bir parçası oluyoruz. liyordu. Demek ki bu iki farklı örnekte yine bir koşutluk
Bu anlamda bir kitapla tanışmanın ardında bu türden bir mevcut. O da sebebi ne olursa olsun bu iki eserin oku-
hikayenin olması sıradan, alışıldık sayılabilir. Mesele ta- nabildiği ispat edildiği takdirde, bu kitapları okuyanların
nışıklığın ardında bu türden şahsileşmiş bir hikayenin artık kendilerini ait sayabilecekleri başka bir topluluğa
olması değil, fakat her hikayede kendini gösteren o etki doğru adım atarak yol alacaktır.
alanının ve gittikçe belirginleşen dayatma mekanizma- Yazımızın başındaki kısa hikaye, 16-17 yaşındaki bir
sının varlığının kabul edilmesidir. Şu soru üzerine dü- gencin kendini kendine ispat etme çabası olarak okuna-
şünmek, bize böyle bir hikayenin varlığını sorunsallaş- bilir. Bir yanıyla zaten her an etkiye açık bir konumda
tırmaktan daha anlamlı görünüyor: O hikaye, etki alanı olan kişinin, kendini içinde bulduğu bir etki alanına
ya da dayatma mekanizması içinde bir eser ve o eserle tepkisi olarak da yorumlanabilir. Fakat burada, etkinin
tanışan kişi mi, yoksa söz konusu mekanizma mı eser ve niteliğine, daha doğrusu kişinin karşısında oluşan arzu
kişi üzerinden kendine alan açmaktadır. Demek ki temel nesnesinin niteliğine bakmamız önemli. Çünkü burada
olarak o kişinin o etki alanının ne kadar farkında olduğu arzu edilen yetkinlik, direkt olarak romana ya da sa-
ve bu farkındalık üzerinden bir fark yaratıp yaratamaya- nat eseri ile okuyucu arasında oluşmasını beklediğimiz
cağı önemli. Fakat eğer söz konusu olan bu “fark” ise, bağlantıya dair değildir. Daha dolaylı, sanat eserine dair
onun neye nispetle bir fark olduğunu da belirginleştir- gizeme cevap verme isteğidir. Kendini direkt eser üze-
memiz gerekir. rinden değil, ama esere dair daha dolaylı bir konumdan
Bu hikaye çerçevesinde, aslında söz ettiğimiz nispet ispat etme isteği.
kendini hemen ele veriyor. Yani eğer, romanın kendisiy- Okuyucu etrafında bu türden bir gizem oluşturanlar,
le o roman hakkında üretilen efsane arasında bir ayrım aslında bu gizemi, öncelikle kendilerini mensubu saydık-
yapacak olursak; burada dikkate alınan şeyin, romanın ları bir topluluk üzerinden kendilerine dayatmaktadırlar.
etrafındaki o efsanede olduğu kolayca görülebilir. Yani Sonuçta bu çoğunlukla eserin bize ulaştığı orijinal kay-
roman hakkındaki efsane aslında romandan başka bir naktan bağımsız bir durumdur. Daha çok, yolun daha
şey olduğu için, roman ve efsane diye iki şeyi ayırmamız sonraki duraklarında, bu duraktakilerin kendi kendile-
gerekmektedir. Efsane burada anonimleşmiş bir karak- rinin önüne çektikleri bariyerler bu efsanenin, gizemli
dosya 33

alanın duvarlarını oluşturmaktadır. Yani aslında bu alan Fakat bizim asıl ilgilendiğimiz, her eser hakkında bize
bir savunma alanıdır. Eser ile kendileri arasında oluşan ya da başkasına ait itibari bir yorumun mutlaka bulundu-
boşluğu ya da kompleksi bu duvar sayesinde meşrulaştır- ğu gerçeğidir. Eser de kendine bu itibarilikler arasında bir
mış olurlar. Bu, alanın bir tarafı. Diğer taraftaki durum yer açacaktır. Fakat eğer farklı itibari yaklaşımlardan söz
ise şu: Bu alan ya da dolayımlayıcılar, eser ile üçüncü şa- ediyorsak, bunların da eşit işlevselliğe sahip olduklarını
hıslar arasına girdiği için, bu alanın içine girebilmek ese- söyleyemeyiz. Her itibari konumun gerisinde, daha geniş
re doğru atılmış bir adım olacak ve daha ötesinde alan bir toplumsal ilişkiler ağını dikkate almalıyız. Bu, esere
içinde yer alındığı takdirde eserle bütünleşmenin kendi- dair yaklaşımın sofistike ya da klişe olmasından daha
sini oluşturacaktır. Yani eserin merkezi eserden gizeme farklı bir niteliğe işaret eder. Bu nitelik ise söz konusu
doğru kaymaktadır. kültürel dayatmanın giderek daha geniş bir siyasi, sosyal
Bütün bunlar bize, esere dair ortaya konan yaklaşım- alanın vücut bulmasına hizmet etmesi ile ilgilidir.
lar arasında, ister sofistike ister klişe olsunlar, eserin oku-
yucuya dayatılması açısından gerçekte çok büyük farklı- Toparlarsak
lıklar içermediğini söyleyebilir. Bu iki hiyerarşik konum, Bu yazı küçük bir hikayeye dair bir keşif yazısı aslında. Bu
bir anlamda birbirlerini tamamlamaktadırlar. Bu ikisi keşfetme çabasını iki sebeple önemseyebiliriz: İlk olarak,
arasındaki fark bir işleyiş farkından ibarettir. Örneğin, kültür içindeki küçük bir hikaye bütün bir kültür alanına
klişe kullanımların özellikle ulaşılabilirlik açısından dair bir gösterge olabileceği için. İkinci olarak da, eğer
daha etkili olduğunu iddia edebiliriz. Fakat esere yakla- ortada sorunsallaştırdığımız bir durum varsa, buna karşı
şımın hiyerarşik niteliği, meselenin özünü oluşturmaz. yapılabilecek ilk şeyin bu keşif olabileceğini düşündüğü-
Öncelikle bir eserin, saf eser olarak kabul edilerek müz için. Sonuçta, şu açık ki kültürel dayatma hayat için-
esas alınması bizi naif bir konuma sürükleyecektir. Her de her an sürekli karşılaştığımız bir şey. Bu, bir gazete
eser içine girdiği ortam dahilinde bir yere sahip. Bu or- haberi, biyografi notu ya da arkadaşımızın yorumu ola-
tam bir arkadaş topluluğu ya da bütün bir toplum ola- bilir. Esasında bununla karşılaştığımız anda bizim nasıl
bilir. Okuyucu hiçbir zaman toplumsal alandan yalıtık bir hazırlık içinde olduğumuz önemlidir. Keşif, bize bu
olarak eserle doğrudan bir ilişki içine giremez. Her ese- hazırlığı garanti etmese bile bir farkındalık sağlayabilir.
rin toplumsal alana farklı şartlar altında girdiğini söyle- Unutmamalı ki kültür, dayatma alanını sürekli yeni mer-
yebiliriz. Eser karşısında oluşan tepki, direnç ya da kabul kezler oluşturarak açar. Yani kültürel dayatma karşısında
eserin niteliğine ve sunuluşuna bağlı olarak farklılaşır. hazırlıksız kalmak, bizim de onun merkezi haline gelme-
Örneğin, bir telif eserle tercüme eserin sunuluşu farklı mize yol açabilir. Eğer konumuz klasikler, modern kla-
olacaktır. Ya da yine iki ayrı telif eserin sunuluşunda da sikler ya da kült romanlarsa, biz de söz konusu romanın
iktisadi ve sosyal şartlar açısından farklılıklar mevcuttur. efsaneleşmesinde dolayımlayıcı bir rol üstlenmiş oluruz.
Dolayısıyla hiçbir eser, bir başkasıyla eşit bir konumda Bu, ister önceki klişeleri devam ettirelim ister roman üs-
değerlendirilemez. tünde uzmanlaşalım, böyledir. n
34 dosya

klasik müzik dayatması


üzerine mozart’ın suçu
değil
ömer yalçınova

Ne de hüzünlü Pachelbel, derin Bach, çılgın Beethoven, aynı hatta düşük olan (hatta Bir Dahinin Sosyolojisi Üzeri-
öfkeli Paganini, melankolik Chopin, tutkulu Rachma- ne yazarı Norbert Elias’ın yalancısı olmayı kabullenecek
ninoff ya da dinlediğimiz dinlemediğimiz, bildiğimiz olursak, aşçıdan “ne geziniyorsun ayak altında” yollu
bilmediğimiz başka bir bestecinin... Bir sanat türünün, azar işitmek zorunda kalan) ve öylece ölen bir “saray
sanatçının ya da eserinin dayatmaya konu edilmesi ço- müzisyeni”dir. Bu sebeple, baskısını üstümüzde hissetti-
ğunlukla sanatçıların suçu değildir. İsmi 19. yüzyılda ğimiz bir kültürel dayatmanın faturasını Mozart’a ya da
kendisini popüler müzikten ve halk müziğinden ayırmak bestelerine çıkarmak, düpedüz haksızlık olacaktır.
üzere konan Klasik Batı müziği söz konusu olduğunda Dayatma söz konusu olduğunda dayatılan şey; sanat-
da durum aynı. Batı toplumlarında ve mesela Türkiye’de çı veya sanatı, nihayet sanat değil kültürel bir figürdür.
yüksek kültüre mensubiyet anlamıyla birlikte düşünülen Sanatçının tarihsel, toplumsal, sanatsal bağlamından,
bu müzik türü, Rönesans’tan Barok döneme (Pachelbel, gerçekliğinden bütünüyle koparılmıştır. Sanat ve sanatçı
Vivaldi, J.S. Bach ve Händel), oradan Klasik döneme sonuna kadar masumdur. Hiçbir sanatçı, birileri tara-
(Haydn ve Mozart) ve Romantik dönemle 19. yüzyıldan fından birilerine dayatılmaya daha yatkın bir sanat eseri
20. yüzyıla uzanan Avrupa kaynaklı bir müzik geleneği ortaya koymakla suçlanamaz. Zaten kimse de Mozart’ın
olarak, aslında sadece dünyadaki müzikler arasında bir Türk Marşı ve bitmemiş bir Türk Operası bestelediği
müziktir. Barok ve Klasik dönemler boyunca müzisyen için kendini ve kültürünü Türklere dayattığını söyleme
ile dinleyici arasındaki güç dengesi muhatap (saray, soy- hokkabazlığında bulunmaz sanırım. Zira kültürel dayat-
lular) tarafında olmuş ve bu yüzden sanatçı sanatını mu- ma, zaten ve ancak mukallitler yoluyla olur. Mukallitler,
hatabına göre icra etmek zorunda kalmıştır. Ki Mozart kendi kültürüne mensup kişilere hayranı olduğu kültü-
da bu dönemin tabiri caizse mazlum sanatçılarındandır. rün figürlerini ya da hayranı olduğu figürlerin kültürü-
21 yaşına kadar “harika çocuk” sayılmış ve bu tarihten nü dayatabilir. Şöyle de söylenebilir: Kültürel dayatma
35 yaşındaki erken ölümüne kadar, müziği saray çevrele- dışarıdan, yani başka bir kültürden gelmez; dayatmaya
rinde kabul görmeyen, saraydaki konumu saray aşçısıyla maruz bırakılan kültürün içinden çıkar, kültür bunu
dosya 35

kendi içinde üretir. Aksi halde Klasik Batı müziği da-


yatmasıyla Klasik Türk Musikisi dayatmasının az çok bir
denklik göstermesi gerekirdi. Kültürel dayatma, sanatçı
ile muhatabı arasındaki güç dengesinin bozukluğundan
kaynaklanmaz. Hareketin yönü, bir kültürden başka bir
kültüre doğru da değildir. Asıl sorun, muhatap ile muha-
tap adayı arasındaki güç dengesinin bozularak ilişkinin
dayatmaya dönüşmesidir.
Klasik Batı müziğinin Türkiye’nin kültür ortamında
kazandığı anlamın tarih içinde nasıl şekillendiği ya da
şekil değiştirdiği; siyasi, toplumsal ve iktisadi süreçlerle
nasıl biçimlendiği ve farklı toplumsal kesimlere göre na-
sıl bir çeşitlilik kazandığı ayrı birer yazı konusudur. Biz
burada kendi tecrübe ve gözlemlerimizden hareketle,
klasik müzik dinlemenin markası gibi algılanan Mozart
örneğinden yola çıkarak, klasik müzik dayatması dediği-
miz şeyin ne şekilde karşımıza çıktığına odaklanacağız.
Müzik türleri ve müzisyenler arasında kurulan hiyerar-
şilerin nasıl ortaya çıktığından çok, nasıl sürdürüldüğü-
ne; bugün karşımıza çıkış biçimlerine bakacağız. Bunu
yaparken de klasik müzik dinleyicilerini sınıflandırıp dayatmasını ortaya atanlar değilse de, bu dayatmanın pe-
klasik müzik ve Mozart söz konusu olduğunda kültürel kiştiricileri, sürdürücüleridir. Dayatmaya faal olarak ve
dayatmanın nasıl bir içerik kazandığına eğileceğiz. bile isteye katılıp ondan nasiplenmeye çalışırlar. Ya da
başka bir ifadeyle bunlar dayatmaya direnç göstereme-
Üç tür klasik müzik dinleyicisi miş olanlardır. Bu yazının konusunu bu tür dinleyiciler
Türkiye’de klasik Batı müziği söz konusu olduğunda, üç oluşturuyor. Üçüncü dinleyici türü ise aslında olmayan,
tür dinleyiciden söz edebiliriz. Birincisi, klasik müziğe ancak yaklaşılabilecek ideal bir tiptir. Klasik müzikle
müziksel değerinden ziyade sınıf oluşturucu fonksiyonu ilişkisi atfedilmiş değerlerden, kurgulardan bağımsızdır.
üzerinden bir rol biçer. Türkiye’nin Batı toplumu ile iliş- Sayıca en azından birinciler kadar az olan bu dinleyici
kisi göz önünde bulundurulduğunda, klasik müzik bura- tipinden dayatma hasıl olmaz.
da Batılılığın, medeniyetin, üstünlüğün, asaletin, yüksek Kültürel dayatma mekanizmalarını en iyi ikinci
sınıf mensubu olmanın, bir hayat tarzının sembolü hali- tür dinleyiciler üzerinde gözlemleyebiliriz. Bu kişile-
ne gelmiştir. İkinci dinleyici türü ise, zevklerini, birinci re kimleri dinledikleri sorulduğunda, söyleyecekleri iki
dinleyici tipine duyulan bir özenti dolayısıyla belirlemeye isim Mozart ve Beethoven’dır. Fakat besteciler arasın-
çalışır; fakat bu kompleks sebebiyle kendinde sürekli bir daki benzerlik ya da farklar, beste isimleri, Beethoven
eksiklik hisseder. Dinlemediği, bilmediği için duyduğu müziğinin dönemlerinden bihaberdirler. Hepsine aynı
suçluluk duygusuyla hareket eder. Gergin, mukallit ve şekilde yaklaşır ve hayran olur veya hayran olmuş gibi
alıngandırlar. Esasen klasik müzik dinleyicisi değildir- yaparlar. Mozart “dünya”ca ünlü ve kabul edilmiş bir
ler, fakat klasik müzik dayatmasına mukavemet edecek isim olduğu, ondan her zaman “dahi” diye söz edildiği,
güçleri yoktur. Klasik Batı müziği dinleme(me)nin biri- onun besteleri “kaliteli” insanlar tarafından dinlendiği,
lerinin karşısına bir kınama aracı, baskı unsuru olarak işin “uzman”ları onun kıymetini teslim ettikleri, Mozart
çıkmasında; bu konumlamaların pekişmesinde asıl etken Türk Marşı’nı yazdığı için, Mozart dinlemek insanın ze-
bunlardır. Yani klasik müzik dinlemeseler bile bu da- kasını keskinleştirdiği (“Mozart etkisi”) için Mozart din-
yatmaya ortak olurlar. Tanımayarak, tanımak zorunda liyor olabilirler. Bu ün, kabul ve dehadan kendine pay
olduğunu sanarak, tanımak için gerekli emeği vereme- çıkarmaya çalışır, kendilerinin de bu özelliklere sahip
yerek ve yersiz bir şekilde sahiplenerek ya da nedensiz biriyle ilintili olduğunu kast ederler. Bu içi boşaltılmış,
bir düşmanlık göstererek, bu dayatma en çok bu türden bir imaj, bir reklam nesnesi haline gelmiş Mozart’ın yanı
dinleyiciler tarafından yapılır. Bunlar arasında bir kısım başında bir de onlar vardır artık.
insan da alttan alta bu dayatmayı fark ederek, aşamayarak Bir konuşmada yeri geldiğinde ortaya, temelleri bu-
ve kah pekiştirerek kah karşısında ezilerek hayatını sür- lunmaya çalışılmış beğeniler, anlamlandırılmaya çalı-
dürür. Sayıca çok olan bu tür dinleyiciler, klasik müzik şılmış tecrübeler, alınan zevkin niteliği veya sistematik
36 dosya

bilgiler değil de birtakım zanlar ve duyulmuş, aktarılmış figürü beğenmek veya tavsiye etmek, beğendiğini söyle-
kanaatler ve kopuk bilgi kırıntıları dökülür bu yüzden. mek ve sırf bu yüzden çıkar elde edebileceğini sanmak
Ötesi de zaten kimseyi ilgilendirmiyordur. Orada konu- ve suçluluk duygusuyla hareket etmenin sonucu kültürel
şulan veya tartışılan, müzik ve müziğin kalitesi değildir. dayatmanın ta kendisidir.
Besteci isimleri havada dönüp durur. Ama buna kanıl-
mayıp dikkat edildiğinde, yarım yamalak cümlelerle, Kendine dayatma
bağlamsız anekdotlarla, öznesiz aktarımlarla, tecrübeye Dayatmaya maruz kalan kişi, kendisine bir şeyin da-
dayanmayan kanaatlerle konuşulduğu fark ediliverir. Sa- yatıldığına dair belli bir bilince sahiptir. Bilinçsizliğe
dece hoşa gitmek, sevmek, beğenmek, kendini bulmak, kesinlikle daha yakın olan, dayatan kişinin durumu-
mest olmak gibi ibarelerle ve aslında olmayan bir öznel- dur. Dayatmaya çalıştığı şeyin iyi, doğru ve güzel oluşu
liğe hemen sığınılabilecek mesafede kalınarak konuşul- konusundaki ısrarı, o şeyin değerinden emin olmayışı-
duğunu görürsünüz. Bu durum, aslında kimsenin neyi na dayanır. Sergilediği ısrarcı tavrın altında, bizce asıl
neden dinlediğinin farkında olmadığı gerçeğini ortaya olarak kişinin, karşısındakine değil öncelikle kendisine
çıkarır. O yüzden bu tür tartışmalar bir anda, kaçırılma- yönelik bir dayatma yapmaya ihtiyaç duyması yatar. Yani
ması gereken eğlenceli bir gösteriye dönüşür. Bilgilendi- dayatma, öncelikle dayatan kişinin kendine uyguladığı
rici ve düşündürücü olmaktan ziyade, asap bozucu hatta bir baskıdır. Dayatmanın çıkış noktası, bir dayatmaya
komiktir. maruz kalmış ve buna gerekli cevabı verememiş olmak-
tır. Mozart dayatmasına bu şekilde maruz kalmış bir
“Ben çok beğeniyorum” kimse, Mozart’ın müziğini sindirmiş olmadığı, onunla
“Ben çok beğeniyorum” tarzı cümleler bu klasik müzik kendisi arasında gerçekleşen teması kendi üzerinde ta-
konuşmalarının vazgeçilmezlerinden. Beğeninin mutlak mamlayarak anlamlandırabilmiş olmadığı için, içinde
öznelliği varsayımı yardımıyla beğeni anlaşılamaz, tar- bir birikme, bir basınç oluşur. İşlem kendi üzerinde
tıya vurulamaz, tartışılamaz bir zemine çekilir. Peki da- tamamlanmadığı, anlam ortaya çıkmadığı için Mozart,
yatılan isim gerçekten beğeniliyor mu? Beğeni düzeyine bu kişi üzerinde emanet gibi durur, bir etiketten ibaret
çıkarılan şey, dayatma gerekçesi olabilir mi? Müziği din- kalır.
ler, köşenize çekilirsiniz. Onun başkaları tarafından be- İşte bu noktada, karşıdakine o şeyin değerini kabul
ğenilip beğenilmediği o kadar da önem arz etmez. Fark- ettirebilirse, kendisine de kabul ettirmiş olacak ve ezmiş
lılığı arayan, kendini diğer insanlardan farklı gören ve bu olacak ve bu şekilde rahata erecektir. Bir önceki dayat-
yüzden de diğer insanların dinlediği müzikten farklı bir manın dışa vurumu olarak ele alabileceğimiz dayatmayı
müziği dinleyen kişi, zaten farklı olmak için tüm bunları yapan kişidir asıl kültürel dayatmaya maruz kalan. Da-
yapar. Başkaları aynı müziği dinlerse arada bir farklılık yatmayı yapan kişi, daha önce tecavüze uğrayan ve bir
kalmayacaktır ki. Bu takdirde dayatılan müzik türü, be- şekilde buna direnemeyen kişidir. O tecavüzün acısını
ğeni düzeyine çıkarılamamış, zevkine varılamamış, es- çıkarmak, dindirmek için kendine yapılanı başkalarına
tetiği fark edilememiş ve ahlakı kuşanılamamış olarak dayatır. Kendisinde tamamlayamadığı anlamlandırma
kişide sıkıntı, bu hususta aşırı alınganlık ve saldırganlık süreci, bir üçüncü şahsa yönelmesine yol açar ve anlam
meydana getirir. Kültürel bir kültürsüzlüktür. bu şahıs üzerinden açığa çıkarılmaya değilse de doğ-
Beğeniyi sonuç olarak görüyoruz. Değişik evrelerden rulanmaya çalışılır. Bilgilendirme, açıklama, belli bir
geçirilerek oluşturulan ilkenin bir önceki aşaması. Meş- hukuk içinde ve karşısındakinin durumunu gözeterek
ruiyeti ve doğruluğu tartışılmadan etkinin şiddeti muha- tavsiye etme yolu değil de; dayatmak seçilir. Kişinin
tapta belirir. Özellikle yabancı, kültürel ve sanatsal ürün- Mozart’ın müziğiyle kurduğu (daha doğrusu kuramadı-
lerde kendini muhatabında hissettirir. Emin olunmadan ğı) bu hastalıklı ilişki, kendini kültürel dayatma olarak
bir etkinin altında kalınır. Etkiye maruz kalındığında, dışa vurur. Çünkü insan, üzerine baskı olarak aldığı
etkinin meşruiyeti ve doğruluğundan emin olunmadığı etkiyi dayatır ancak. Bir yerde bu etkiye maruz kalmış
için, uğranılan etkinin doğruluğunu ve etkilenilen şeyin fakat bu etkiyi bilinç düzeyine çıkaramamıştır. Bunun
meşruiyetini onaylatmak güdüsüyle hareket eder dayatıcı. için üzerindeki etkiyi, çevresindeki insanlar üzerinde
Kendi içindeki çıkmazdan kurtulma hareketidir bir nevi sınama yoluna gider. Etkinin aksi yönünde bir tepkiyle
bu durum. Çıkmazdan kurtulmasının anlamı, dayattığı karşılaştığında ise dayatmanın şiddetini arttırır. Çünkü
şeyin etki düzeyinden çıkıp bilinç düzeyine ulaştırılması kendi içindeki baskıyı artık açığa vurmuştur. Fakat bu
ya da etkinin benimsenmesinde aranmalıdır. açığa vuruş, anlamlandırma değil de doğrulatma ve ka-
Bir isim veya müzik, yani sanat veya sanatçı beğeni- bul ettirme amacına matuf olduğundan, dirençle karşı-
lebilir. Israrla bir başkasına tavsiye de edilebilir. Ama bir laştıkça daha şiddetli bir dayatmacı tavra dönüşür. n
dosya 37

“kültürümüzü koruyalım”
dayatması
hüseyin rahmi göktaş

Bir duvara yıkmak için yüklenen birini düşünelim. baskıcı ne de dayatmacı bir tavrı yoktur. Fakat tek başı-
Duvar o kişiye, harcadığı güç kadar karşılık verir. Ne na “kültür” kelimesini kullanmak bile, gard almayı, sa-
fazla ne eksik. Bir süre sonra o kişiyi güçsüz bırakan, vunmaya geçmeyi gerektirebilir. Çünkü “Türk kültürü”
duvarın ona uyguladığı güç değil, onun duvara uygula- denildiğinde yavan olan kültür kelimesi, “Batı kültürü”
dığı güçtür. Burada konu, duvarın o kişiden güçlü olup terkibi içinde söylenince daha anlamlı oluyor (bunun da
olmaması değil, o kişinin, gücünü aslında neye/kime Türkçe söylendiğine dikkat edilmeli!). Buna karşın kül-
(burada kendine) karşı kullandığıdır. Ya da birbirine tür kelimesinin yerine mesela ekin, hars ya da töre keli-
denk iki kişinin giriştiği bir kavgayı ele alalım. Bu tür mesini kullanmak da yukarıdaki örneklere bakıldığında
bir kavgada ilk vuruşu yapanın kazanması, onun daha hiç de akıllıca görünmüyor. “Türk kültürü” yavan bir
güçlü olmasından kaynaklanmaz. Bu daha çok, onun terkip oluştursa bile, yine de Türk kültürüne yani Türk-
karşısındakine gücünü ona karşı kullanma hakkı ver- çeye uygundur. Uygunsuz olan, bunun yerine “Türk
memesiyle ilgilidir. Bu da bizi kavganın başlangıç anı ekini” ya da “Türk harsı” terkibini savunmak olur.
üzerine düşünmeye itiyor. Kavga ilk vuruşla mı başlar? Kültür kelimesi, başka bir dilden kullanmak için al-
Hayır, kavganın başlangıç anı, hatta başlatıcısı çoğu za- dığımız kelimelerdendir ve Antepli birinin İstanbul’da
man ilk vuruştan öncededir. Kavga bir anlamda refleks yaşarken kendi ağzının bazı seslerini, kullanımda olan
olarak; ilk vuruşu yapanın hamlesiyle değil muhatabın ve çok karşılaşıldığı için doğal olarak zihinde tekrar
gardını almasıyla başlar. Muhatabın gardını alması, ilk edilen seslerle değiştirmesi örneği gibidir. Bunun kül-
vuruş için gonk hükmündedir. Yani kavgayı başlatan, türe herhangi bir zararı da yoktur. Daha doğrusu bu,
aynı zamanda yumruğu yiyendir. Çünkü gardını alan, “Antep’te olup bitenleri” etkilemez. Zararlı olan, doğal
karşıdakini düşman ilan etmiş, düşman konumuna yer- olarak zihinde yer bulmuş ve alışılmış sesleri kasten
leştirmiş demektir. kullanmama ve/veya kendi ağzının en belirgin özelli-
Antep’ten İstanbul’a gelmiş ve kebapçı dükkanı açmış ğini hissettiren sesleri fazlasıyla vurgulama sonucunda
olan bir adamı düşünelim. Bu adamın şivesi ya da ağzı, ortaya çıkar. Bu da kültürün içeriden yok edilmesi, bo-
İstanbul ve başka başka bölgelerin şivelerini, ağızlarını zulması anlamındadır. Bu bağlamda, “Ben kültür keli-
duya duya doğal bir etkileşimle değişecekken, adam ken- mesini kullanmamalıyım, bunun yerine kendi dilimizde
di kültüründen kopma korkusuyla ya da kendi kültürünü bulunan ekin/hars kelimesini kullanmalıyım” demek,
koruma (ya da kebapçı dükkanı için belirlemiş olduğu açıkçası kültürün yok olmasında, kültürü yok etmek için
konsepti koruma) kaygısıyla aldığı gard yüzünden, kendi bilinçli olarak yapılacak her şeyden daha çok etkilidir ve
ağzının en belirgin seslerini, kendi evinde bile yapma- trajik olan, bunun kültür yüzünden ya da kültürü koru-
dığı, yapmayacağı şekilde, fazlasıyla vurguluyor. Mah- mak adına yapılıyor olmasıdır.
mut Tuncer ya da İbrahim Tatlıses’in “kendi” ağzıyla Burada bir parantez açıp “kültür”ün söz konusu edil-
konuşmasını dinlerken, normalde olduğundan çok fazla mesiyle ilgili bir noktaya değinelim. Kültürün, o kültü-
vurgulanmış sesleri duymamak mümkün değil. Karade- rün içinde bulunanlar tarafından söz konusu edilmesi,
nizli taklidi, Erzurumlu taklidi yapanlar için de aynısı başta o kültür içinde yaşayanların kültürlerine yabancı-
söylenebilir. Fakat aynı durum Muharrem Ertaş ya da laşması ya da o kültürün artık o kültüre yabancı olanlar
Kazancı Bedih için geçerli değildir. tarafından söz konusu edilmesi anlamını beraberinde
Kendini, kendini koruma durumunda hissetmeyen getirir. Bu durumun karşımıza çıkışı da, kültürün sa-
“baskın olan” kültürün, kendi ağzıyla, kendi sesiyle vunulmaya, korunmaya, yaşatılmaya çalışılması şeklin-
söylediği her şey kendi kültürüdür. Bir kültürün, kendi de olmaktadır. Bir nesneyi savunmak ya da bir nesneye
kültürüne ilişkin fazladan söylediği, yaptığı her şey ise saldırmak, nasıl ki o nesneye yabancılaşmak ve o nes-
gard almaktır ve kültürün içeriden bozulması sürecinin neyi yabancılaştırmak anlamına geliyorsa kültür için de
başlangıcıdır. Baskın olan kültür aynı zamanda dayat- durum aynıdır. Fakat eğer biri, kendi kültürünü “bizim
macı değildir. Yani Batı kültürünün Türkiye üzerinde ne kültürümüz” diye tanımlıyorsa, o artık o kültürden biri
38 dosya

değildir. Kültürü korumak, kültürü savunmak, kültürü leşmiş olsa –ki böyle bir durum var–, bu refleks her şey-
tanıtmak; o kültüre “yabancılaşmak” anlamındadır. Bu den önce kültürün en temelinde bulunan dil sisteminin
yabancılaşmanın farkında olarak bu işi yapmak ise, kül- anlaşılmasını geciktirir. Dil sisteminin bozulması, yok
türün daha derininde ortak bir bağın olduğu bilgisini ve olması söz konusu değildir. Bir dil sisteminin sadece
bilincini gerektirir. kullanım dışı kalması ya da o dille hiç de ilgili olma-
Kültürel dayatma aynı kültür içinde olanların zihin- yan bir çözümlemeye dayanılarak hazırlanan bir gramer
lerinde konumlandırdıkları figürlerle ilgilidir. Kesinlik- bile, yine çok büyük sorunlara sebep olmaz. İlkinde yani
le başka bir kültürle ilgili değildir. Kültürün hangi ala- bir dil sisteminin kullanım dışı kalması durumunda, dil
nıyla ilgili olursa olsun bir dayatma varsa (Harf İnkılabı sisteminin soluk izleri, eskiden o dili konuşanlar tara-
gibi yapısal devrimci bir “dayatma”dan söz etmiyorum) fından âdetler olarak belki birkaç yüzyıl daha sürdürü-
o sadece ve sadece kültürü savunmaya geçmiş olanların lebilir. İrlanda dili ve İrlandalılar buna örnek olabilir.
başlattıkları bir süreçtir. Kültürü savunmaya geçmek, İkincisinde, yani o dille ilişkisi olmayan bir gramatik
zaten kendi kültürüne dışarıdan bakmak anlamına ge- çözümlenin kabul edilmesi durumunda ise, belki sadece
lir (İstanbul’da yaşayan birinin, kendini İstanbul’dayken dilin çizdiği yol üzerinden düşünme hakkı o dili konu-
taşrada hissetmesi, işte bu savunma sürecinin uzantı- şanların elinden alınmış olur.
sıdır) ve kültürel unsurlar şekil değiştirerek bir reklam Bir kültürün başka bir kültürle ilişkiye geçtiği nokta,
malzemesi, roman malzemesi ya da bir silah olarak kul- bu iki kültürün temelini oluşturan dillerin ilişkiye geç-
lanılmaya başlanır. Kültürel dayatma, kültürü savunma- mesiyle başlar. Burada gerçekte o cansız yapılar, o diller
ya çalışanların başlattıkları ve aslında ucu kültürel çürü- ilişki içinde değildirler. İlişki, iki dili bilenlerin bir dili
meye varan bir yozlaşma ortamı oluşturur. diğerine değil, bir dildeki kitabı ya da bir yapıtı vs. di-
Kültürümüzü tanıyalım türünden yaklaşımlar, an- ğer dile aktarmasıyla başlar. Tam ve doğru bir aktarımın
tropolojik bir kültürü tanıma imkanı verir. Bu da bir kesinlikle mümkün olamayacağını, bir dilin gramerinin
kültürün nasıl yozlaştığını göstermek için yeterlidir. yazılı olduğu bir kitabın doğrudan başka bir dile aktarı-
Kültürü tanımaya, kültürel bilincin oluşması için tarihin lamamasından anlarız. Kültür de böyle bir kitap içinde
iyi bilinmesine yapılan göndermeler, örneğin 1200’lü bulunan örnek cümleler hükmündedir.
yıllardaki Türk kültürünün bugün bilinmesinin bir ge- Birbirine sistem olarak aktarımı imkansız olan iki
reklilik olarak gösterilmesi, o kültürün doğal devamı dilin örnek cümleleri hükmünde bulunan kültür, sürek-
olan bugünkü Türk kültürü üzerinde bir dayatmadır. li değişmeye, başka örnek yapılarla kendini yenilemeye
Fakat bunun sadece bir dayatma olarak kalmaması aynı müsait bir zemin üzerine kuruludur. İlkeyi savunmaktan
zamanda başka her şeyden çok kendi kültürünü kendi söz edilemez, çünkü o da savunmak denilen şeyin için-
kültürüne dayatmanın oluşturduğu ilkesizleşme, kül- dedir. Öte yandan örneği savunmak da, yukarıda olum-
türsüzleşme sürecinin başlangıcını oluşturması, yaşayan suzladığımız anlamda bir savunma olmanın yanı sıra,
bir kültür için en tehlikeli savunma şeklidir. Kültürel örneği ilke olarak görme sorununu peşinden getirir.
çatışmaların kaynağı, kültür alanında bir karara varmış Sonuç olarak Türk kültürü, dilin (ilke) sistemati-
taraflardan, kültürel taraflardan birinin kendini savun- ği tarafından yönetilir. Bu sistematik, dili bilen ve dili
masıyla başlar. Çünkü savunmak, ancak karşıdakini (dilin ilkelerini) dayatılmış bir gramere bağlamayan
düşman olarak görmenin doğal sonucudur. (örnekleştirmeyen) herkesin düşünürken izlediği doğal
Baskın olan kültür, aynı zamanda baskıcı kültür de- yöntemdir. Fakat bu dilin başka herhangi bir sistema-
ğildir dedik. Bu anlamda, baskıcı/dayatmacı kültür, sa- tiğe bağlanmadan kendi içerisinden çözümlenmesi,
vunmada olandır. Buna örnek aramaya çok gerek yok; dayatmalardan kurtulabilmek için bir zarurettir. Fakat
muhafazakarlık kelimesi, tek başına her iki anlamı da Türkçeyi ve onun oluşturduğu düşünceyi açıklamak için
ifade etmeye yeter. Bu muhafazakarlığın, bir adım son- özgün çalışmalar yapmak, vardığı hiçbir yargıya Türk-
rasında vardığı yer yenilikçilik ya da muhalefettir. Fakat çe üzerinden varmamış ve tek Türkçe kelime bilmeyen,
buradaki değişiklik de, neyin muhafaza edilmeye çalışıl- kendi gramerlerinin dışına çıkması mümkün olmayan
dığının ya da savunulduğunun gözden yit(iril)mesinden dilbilim ve dil felsefesi uzmanlarının görüşleri çürütül-
ibaret kalır. meksizin “bilimsel bir yöntem” izlenmiş olmayacağını
Bir toplum başka bir topluma gücü yettiği oranda söyleyenlere kulak asmanın komikliğini görebilecek bir
her şeyi yapabilir; bir adamın bir adama yapabilmesi yerde durmayı gerektirir.
gibi. Fakat bir kültürün başka bir kültüre dayatma ya- Kişisel olarak Türkçe’yle ilgili yaptığım çalışmalar-
pabilmesi mümkün değildir. Bir kültüre bir zarar veri- da, yöntemin bilimselliği adına dilbilim ve dil felsefesi
liyorsa, bu zarar ancak o kültüre ait kişiler tarafından, konusunda ehil sayılanları karşıma alarak eleştirmiş ol-
“kültürü koruma/savunma” yüzünden, kültürün doğal saydım, bir savunma refleksi göstermiş olur ve onları
akışı bozulmaya çalışılarak veriliyordur. çürüterek onlara eklendiğimi ve Türkçenin özgün fel-
Buraya kadar söylenenlerin içinde gizliden gizliye, sefesini, Grek felsefesinden başlatmak şartıyla oluştur-
kültürü oluşturan şeyin temelde dil olduğuna gönder- duğumu görmemin bile mümkün olmadığı bir körlüğe
mede bulunduk. Aynı savunma refleksi, dil için gerçek- düşmüş olurdum. n
dosya 39

talim terbiyeden mezar


kazıcılığına
murat güzel

Belki de dayatılması en güç olan bir şeydir düşünce ve ladığı şeklinde karikatürize edilebilecek evrenselci mo-
düşünme ameliyesi. Herhangi bir düşüncenin veya dü- dern mitle, hemen her türlü düşünüş biçiminin talim ve
şünme metodunun herhangi bir topluluğa dayatılmasın- terbiyeden ibaret kılınmasının elzem olduğunu öngören
dan çok, bir tür talim ve terbiyeden bahsedilebilir belki tarihselci-görececi mit arasındaki çekişmeyi düşünmeye
de. Talim ve terbiye işlemlerinin lafzi anlamda dayatmayı başlar, bu batağa saplanırız bir şekilde. Günümüz Türk
göz ardı ederek, yumuşatarak, kabullenilir kılarak işledi- düşüncesinin bu iki mit arasında salındığını ve kendine
ğini görebiliriz böylelikle. Herhangi bir kültürel unsurun, özgü bir karakter sergileyemediğini söylemek acımasız-
eşyanın ya da öğenin dayatılmasından bahsedebileceksek lık olmasa gerek.
eğer, bu dayatmaya hazır hale getirilmiş, pelteleştirilmiş Felsefi dayatmayı çok özel bir tür talim ve terbiye me-
zihinlerden de bahsetmemiz mümkündür. “Akıllıya kırk selesi olmaktan çıkarıp toplumsal anlamda güç istenç-
gün deli derseniz deli olur” darb-ı meseline uygundur lerinin, bilgi bedenlerinin birbiriyle kavgasının kendine
belki de bahse konu edindiğimiz şey. Felsefeyle alakası has tezahürü olmaya dönüştüren şey de budur esasen. Bu
olmayan kişilere, felsefeci ve filozof diyerek onları felse- batağa saplanma biçimimizi nasıl belirleyeceğimiz ya da
feci ve filozof kılabilir misiniz? Sorumuz bu. yolumuzu bu bataklığa uğramadan nasıl bulacağımız so-
Öyleyse, en genel anlamda bir düşüncenin ya da dü- rusu bu tezahürden doğar ki, bu soru da, günümüz Türk
şünme yönteminin dayatılmasından, daha özel, daha düşüncesinin kavrayışsızlığının hangi raddede olduğunu
mufassal bir konuya, yani bir düşüncenin ya da düşün- sorgulamamıza imkân tanır.
me yönteminin talim ve terbiyesine geçebiliriz. Zaten bir
düşüncenin ya da düşünme biçiminin bize dayatıldığın- Akademik kastrasyon ve dipnot diktatörlüğü
dan bahsedebiliyorsak, bu, bizim ısrarla belli bir düşün- Bu mukaddimeden sonra bu yazının üzerinde dolanacağı
cenin ve düşünme yönteminin talimine ve terbiyesine temel konuya da gelmiş bulunuruz. Akademik anlamda
maruz bırakıldığımız anlamına gelmeli. Her türlü zihni felsefe eğitimi ve Batı tipi felsefi düşünmenin yeterince
melekenin ve tabii ki yargıgücünün, ancak belli türlerden köklü olmadığı bir düşünce geleneğine sahip olduğumuz
temrinlerle eğitilebildiği de bu geçişte söylenmeli. ileri sürülür genellikle. Sözgelimi bu düşünce gelene-
Şimdi rahatlıkla ‘Hangi tür düşünce ve düşünme yön- ği içerisinde ‘demokratik bir toplumda üniversite nasıl
temi bize talim ve terbiye edilmeye çalışılıyor?’ şeklinde- olmalıdır?’ gibi basit görünen bir soru pekala, Alman
ki soruya cevap bulmaya geçebiliriz. Bu soru beraberin- sosyolog Jurgen Habermas’ın 1968 öğrenci olayları do-
de hâkim zihin yapısının ne olduğu sorusunu getirir ki, layısıyla yazdığı makalelere gidilerek cevaplandırılmaya
aklın hemen herkese eşit ve aynı şekilde paylaştırıldığı, çalışılır da, Mümtaz Turhan merhumun hemen hemen
‘aklın doğal ışığı’ denebilecek şeyin hemen her insan te- aynı soruya hemen hemen aynı bakış açısından benzer
kinde, hemen her dönem ve toplumda aynı şekilde par- cevapları ürettiği “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” kita-
40 dosya

bı görmezden gelinir. (Kimse üzerine alınmasın, ‘Garb- Bu ikinci tutumun sakil yanı şuradadır: Batılı otorite
lılaşmanın Neresindeyiz’ kitabını defaten okumuş bu sa- ya da saygın düşünürün, düşüncelerine yapılan atıfla-
tırların yazarının da zaman zaman düştüğü bir yanılgıdır rın çoğu kez bağlamsızlaştırılması. Bağlamsızlaştırmak
bu.) Nedir bunun sebebi? Öncelikle akademik düşünce hemen her zaman çift taraflıdır. Bir, yapılan alıntının
piyasasının isterleri şeklinde bir cevap verilebilir bu soru- Türkçe metindeki bağlamı belirsizdir. İki, yapılan alın-
ya. Akademik düşünce piyasası bu tür konularda master, tının batılı düşünüre ait metindeki genel bağlamındaki
doktora vb. yollarla üretici sınıfa dahil olma çabasındaki yeri belirsizdir.
civanlara, bir tür kastrasyon işlemi gerçekleştirir. Bu işle- Bu konuda son yirmi yirmibeş yıldır Türkiye’de ve
min nihai sonucu bir tür ‘dipnot diktatörlüğü’dür. dünyada esen, ama yavaş yavaş da dinginleşen post-
Bu konuda vereceğim örnek ise Necdet Subaşı’nın modern, postyapısalcı düşüncelerin bağlamsızlaştırıl-
‘Türk Aydınının Din Anlayışı’ adıyla ilk baskısı YKY’den masını örnek gösterebiliriz. Bir retorik strateji olarak
çıkan din sosyolojisi alanındaki doktora çalışmasıdır. Bu postmodernizmin/postyapısalcılığın kendiliğinden
kitapta dipnotsuz tek bir cümle gösteremezsiniz. Duru- bağlamsızlaştırılmaya müsait tarafları varsa da Michel
mun niçin böyle olduğunu şahsen tanıdığım ve şu anda Foucault’nun düşüncelerinin Türkçe’de kazandığı yay-
Muğla Üniversitesi Felsefe bölümünde çalışan Necdet gınlık ve süksenin büyük bir kısmının Foucault üzerin-
Subaşı’ya bizzat sorduğumda, onun da bundan muztar den düşüncelerini ifade etmeye çalışanların bu düşünce-
olduğunu öğrenmiştim. Doktora çalışması esnasında leri bağlamsızlaştırma, hemen her ortamda kullanılabilir
hem tez yöneticisinin hem de alandaki jüri üyelerinin her kılma, muarızlarını Foucault’ya yapılan atıflarla sustur-
cümlenin hesabını tek tek sormaları ve müellifin kendi- ma girişimlerinden kaynaklandığını da ifade edebiliriz
ne ait cümlelerini ise ‘bilimsel hata’ olarak kodlama eği- rahatlıkla.
limine sahip olmaları şeklinde durumu özetleyivermişti Bağlamsızlaştırma işleminde kendiliğinden bir
Necdet Hoca. Bu akademik kastrasyona karşı müellifin kesinliği yitirme, bir kesinlikten vazgeçme varken;
aldığı önlem, elbette kendi cümlelerine bile yabancı mü- Foucault’nun düşüncelerini kendi metinlerinde işleyen
elliflerden dipnot arama gayretidir. yahut Foucault’a yaptıkları atıflarla düşüncelerini tas-
dik ve ibra edenlerin bu arzuları kesinlikle ve kesinlik-
Foucault bizim neyimiz olur? le bir ‘kesinlik’ arzusudur. Foucault’ya yaptıkları atıf,
İlk iki başlık altında Türk düşüncesindeki felsefi dayat- Foucault’nun düşüncelerinin kesinliği ya da belirsizliğiy-
maların klasik tiplerini özetledik. Bu noktada Batı düşün- le bir alakası yoktur. Sadece Foucault imzası, bu kesinli-
cesinin kendine özgü deveranında (gelişiminde değil!) ği sağlayıcı bir mertebe edinmiştir o kadar. Foucault’nun
galebe çalan her türlü düşüncenin ve düşünme stilinin bir soru işaretiyle birlikte okunmasını zımnen önerdiği
bir şekilde bu topraklarda kendine bir müttefik bulabildi- düşünceler bile kesinleştirici, tartışmaları bitirici bir de-
ğini söyleyebiliriz. Bu müttefik bulma işlemi, Batı düşün- lil üslubuyla alıntılanır.
cesinin kararı değil, aksine Türk düşüncesini üretmesi, Böylelikle Michel Foucault imzasının kendisinin bile
sürdürmesi beklenen zevatın kendilerine özgü yetersiz- talep etmediği, rıza göstermediği ve göstermeyeceği bir
liklerini, Batı’ya yaptıkları atıflarla gizleme ve işin kola- doğrulayıcı/yanlışlayıcı, ibra edici bir mercii konumu
yına kaçma kararlarının bir sonucudur. Ve bu işlem de kazandığını görürsünüz sözü edilen metinlerde.
geleneksel Türk maarifinin çözemediği sorunlardan biri Derrida’nın ele avuca sığmaz, kolay kolay ne bağlam-
olarak yurtdışına eğitim için gönderilen zevatın, öğren- laştırılabilir ne de bağlam dışına atılabilir, hayaletimsi
diklerini burada pazarlayabilme ve öğrendiklerine burada metinlerinin kolay kolay Türkçe’de kendine bir yer aça-
bir pazar bulma gayretkeşlikleri ya da kurnazlıklarıdır. mamasının bir sebebi de budur. Foucault’da rahatlık-
Bu kurnazlıkların bir kısmı Türk düşüncesinde ken- la istihdam edilen kesinlik arayışı, Derrida’da işlemez.
dine bir yer bulma ya da ‘orijinallik icat etme’ anlamında Derrida, kesinlemeleriyle bile günümüz Türk aydınının
henüz Türkçe’de tanınmamış batılı müelliflerin eserlerini teknokrat hesapçılığına yarar bir işlevi yerine getiremez.
Türkçe’de dipnotlarla selamlama ve böylelikle kimsenin O zaman bölümün başındaki soruya yanıtı, o teknokrat
fark edemediği bir orijinaliteyi Türkçe’de ‘yansılama’ hesap güderliğe sığınmadan verelim: Foucault ve bera-
girişimi olarak anlaşılabilecekken büyük bir kısmı da berinde Deleuze, Lacan gibi isimler günümüz Türk ay-
Batı’da düşünceleriyle revaç bulmuş, ‘otorite’ kabul edil- dınının tesellicileridir.
miş saygın isimlerle kendi düşüncelerini tasdik etme ya Günümüz Türk düşüncesine, günümüz Türk aydı-
da destekleme girişimleridir ki bu düşüncenin kendine nına olabildiğince eleştirel yaklaşan bizlerin ise mezar
güvensizliğinin, düşünme korkusunun bir belirtisi olarak kazıcısı! Söylemek bile gereksiz: Savaş meydanında öl-
okunabilir. dürülenler, savaş meydanına gömülür! n
41

mehmet aycı
tuz

bir gemi yapmıştı yalvacımız, evvel zaman içinde


kardeşim bindi ben binmedim ya o gemiye
sular dağlara yükselirken kaçışım, o imkânsız kaçışım şiir oluyor

diyelim ben gemideyim alp er tunga gemide…


kopuzumu gagalayan serçede bir tuhaflık
patlayan bir yoğunluk
şiir oluyor o da…

bir kuş kanatlarını süzüyor şiir oluyor


şiir oluyor bir heykelin gözleri ışıyınca
o heykel toprak olunca da şiir
bir resim bir bahçeye dönüşünce şiir
şiir oluyor bir ayna sahiden aya kesince
ay kesilip kanayınca da şiir
aşk için kanıma salınan kanca da…

sesimde parmak uçlarını bin şehvetle gezdiren akşam


da şiir, memeleri çalınca tunca…

ey köpekler, ey canım köpekler, havlamanız


şiir oluyor deprem sesinden önce…

bir gemi yapıyorum yalvacımız, müminler için


bir fırtına müşrikler için şiir
bir dinginlik, bir dağ, bir ülke
sözcüklerden bir ülke ve dahi sözcüklerden
üzüm zeytin ve incir
42

murat sözer
g/ezgi

Bir işçi demiri büküyor berk bir demiri


gözlerindeki o seyrelti o bertik zebunluk
toprağın altında ne varsa onu hatırlatıyor
sıcak, anne ve tabut boşanıyor göklerden
günah gibi bir sancı demirde büyüyor
sigara içmek için büyümeyi bekleyen gençler
yani kimlerse çelebi, çalışkan ve halûk
oralarda; bir gölgeye katıştıkları oluyor.

“D/erdim” diyor işçi her d/emire


onu en yekta hazinesi biliyor
bir kumar tadı veriyorsa selamlaşmalar
k/umarsız yaşanmıyorsa bu şehirlerde
Allah’a doğru yürümek gerekiyor
eski bir zeban gibi kokuyor o kitaptaki her söz
her söz; neresi varsa yerin altından bize dokunamayan
o kitapla bizden göğe d/okunuyor.

Parmak uçlarında kavgalaşan inaklar


işaret edilmeyi bekliyor sövmek için
yine de o kitapta var işaretsiz, bedestensiz
bükülmez d/emirler, gökten insana s/iniyor
bin dört yüz yıl evvelden...
43

anlamın sadece anlamla


ilişkisi vardır
hüseyin rahmi göktaş

Kurgusal bir anlamın kurulabilmesi için, yapının kurul- dan kurduğu yapılar, vurguyla oluşturulan anlama kar-
masını sağlayan temel birimlerin bir anlama gelmeleri ge- şılık gelir. Bu yapılar bu özellikleri dolayısıyla tekseslerle
rekir. Eğer bu yapı cümle ise cümleyi oluşturan kelimele- benzerlik gösterir. Tekseslerin yalın anlamları vardır,
rin, eğer bu yapı kelime ise kelimeyi oluşturan tekseslerin vurguyla kurulmuş olan yapıların anlamları çok da yalın
birer anlamları olması zorunludur. Kelimeler ve teksesler sayılmaz. Fakat yine de şiirin, zaman kaydı gözetmeksi-
anlamlı olmasalardı, bunların yan yana getirilmeleriyle zin insanı doğrudan ilgilendiren anlamlarla ilgileniyor
kurgusal olarak oluşturulan bir yapı da herhangi bir an- oluşu, anlamı, zamana ve ortama bağlı olarak kurgusal-
lama gelemezdi. Öyleyse, anlamın nasıl oluştuğunu anla- lık göstermeyen yapılarla ifade ediliyor oluşu, tekseslerle
yabilmek için bu temel birimleri anlamaya ağırlık vermek aralarında yakınlık kurulmasını gerektirecek özellikle-
durumundayız. ridir. Kurgusal anlam taşıyan bir metnin anlaşılmasıyla
Aktarılan bütün kurgusal yapılar, aktarma işlevleri ortadan kalkan yapısı ve gitgide başka yapılarla aktarıl-
tamamlandığında yok olurlar. Aktarım tamamlandıktan maya devam eden özelliği, doğrudan vurguyla kurulmuş
sonra kurgusal yapının, varlığını sürdürüp sürdürmemesi yapılarda yoktur. Doğrudan vurguyla kurulmuş yapılar,
önemli değildir. Ancak bu kural sadece kurgusal yapılar çözümlendiğinde herkesçe bilinen bir anlam kurulmaz,
için geçerlidir. Çünkü aktarma işlemi sadece anlamın kurulamaz. Fakat kurgusal yapılar çözümlendiğinde, ço-
kurgusal yapılarla aktarımında tamamlanabilir. Kurgu- ğunlukla ortak ve tanıdık bir anlam oluştururlar. Anla-
sal bir yapı, aktarılması tamamlandığı ve yapısı muhatap mın kurguyla aktarılabilmesi, ancak tanıdık bir anlamı
tarafından çözümlendiği anda anlaşılmasını gerektirecek kuruyorsa mümkündür.
bir özellik gösterir. Eğer anlaşılmamışsa, bunun nedeni Doğrudan vurguyla kurulmuş yapılar anlamı, her-
doğru çözümlenememiş, hatta sadece çözümlenememiş hangi bir kurguya bağlamaksızın doğrudan vurgulaya-
olmasından başka bir şey değildir. Kurgusal yapının çö- rak ortaya çıkartmıştır. “Anlamın doğrudan söylenişi”
zümlenmesi, anlamın kurulması anlamındadır. Deneme, anlamına gelebilecek bir doğrudanlıktan söz ediyorum.
makale, haber metni türü yapılar bu duruma örnektir. Fa- Bu söyleyişte, kurgusal düzeni gerçekleştiren, anlamın
kat aktarılan yapıya vurguyla anlam yüklenmişse –kurgu- kurulduğu zemin olan zihin etken değildir. Sadece edil-
sal bir yapı olsa bile– orada, o yapının varlığını sürdürüp gen bir etkiyle olayın içindedir. Anlamın dile doğru-
sürdürmemesi artık önem kazanmıştır. Vurguyla özel bir dan yansıması, zihnin –içindeki hiçbir şeyin herhangi
anlam yüklenmiş olan yapılarda ya da doğrudan vurguyla bir anlamının bulunmadığı, her şeyin içeriksiz olduğu,
kurulmuş olan yapılarda (burada söz konusu olan, tek- kurgunun gerçekleştiği yerin–vurguyla oluşan anlamın
sesler değildir), yapı çözümlendiği oranda kurulan anlam oluşmasında tamamen etkisiz olduğunu söylemeyi ge-
geçici, yapının kendisi kalıcıdır. Buna da şiir ve vahiy rektirmez. Yani önce anlamın zihinde bir biçime soku-
özelliği taşıyan yapılar örnek olarak verilebilir. lup/kurgulanıp, sonra o kurgulanmış yapının anlamının
Doğrudan vurguyla kurulmuş olan yapılar, yani an- oluşmasında olduğu kadar etkili değildir. Anlamın doğ-
lamlandıranın, anlam merkezinden alıp zihnin teknik rudan dile yansıması olayında zihnin görevi, o anlamı
işlemine uğratmaksızın doğrudan seslendirdiği, doğru- anlatabilmek için kurulacak olan cümleleri ve o cümle-
44

lerde gerekli kelimeleri sıralamaktan ibarettir. Anlamın Şiirin anlamını açıklamak için kullandığımız, şiir; an-
oluşmasına katkısı yoktur, fakat anlamın aktarılabilmesi lamın kendisini karşılamaya en yakın doğal seslenişidir cümlesi-
için zihnin –tabiri caizse– teknik desteği gerekir. Dola- nin yardımıyla konuya açıklık kazandırabiliriz. Teksesler;
yısıyla doğrudan vurguyla kurulmuş yapıların kurgusal anlamın, en doğal ifade şekli olan vurguyla ortaya çık-
anlamı çok şey açıklamayabilir. Hatta açıklamaması da mıştır. Herhangi bir sese, sesin daha içeriden çıkartılması
gerekir. Doğrudan vurguyla kurulmuş yapıların, kurgusu suretiyle daha içtenlikli bir vurgu kazandırılabilmesine
çok anlaşılır olmamak durumundadır. Çünkü kurgu, an- ya da ses daha içeriden çıkmasa bile o sese daha içtenlikli
lamın aktarılması esnasında, anlamı önce kendi formuna bir anlam yüklenmesine sadece vurgu imkan tanır.
uyarlamaya fırsat bulamamıştır. Bunun yanında, sonuçta Tekseslerde aktarılmak istenen anlamın en doğal
zihin bir şiire, dilin sınırları içinde ifade edilecek kadar karşılığı olan ses, özel bir belirlemeyle belirlenmez. Yani
kurgusallığı ister istemez eklemek durumundadır. Bu teksesler, “eğer şöyle şöyle yaparsam bu ses şu anlama ge-
yapının kurgusal anlamı çözümleyene göre değişebilir, lir” türünden bir önbelirlemeden uzaktır. Daha doğrusu
fakat doğrudan vurguyla kurulmuş olması, yapının ken- bu sesler kurgusal bir iç mantık yürütmeye izin vermez.
disinin tekrar ya da yeniden oluşturulmasına izin vermez. Böylelikle çıkartılmış olan ses, o sesi çıkartanın anlat-
Bu yüzden doğrudan vurguyla kurulmuş yapıların yapısı mak istediği anlama, en doğal karşılıktır ve hesapsızca-
esastır, anlamı değişkendir. dır. Bunu tekseslerin başlangıç noktasına; anlamı ortaya
Vurguyla oluşturulan anlama, ilkeye en yakın örnek çıkartmak isteyenin, bu işi başka hesaplara başvurmadan
olarak teksesleri vermiş olduğumuzu hatırlatarak şunu doğal olarak yapmasına bağlayabiliriz. Teksesler aktarıl-
söyleyebiliriz: Vurguyla oluşan anlamın, anlamla doğru- mak istenen anlama en yakın doğal seslerden oluşur.
dan bir ilişkisi vardır. Olaylar karşısında refleks hareket- Bir teksesin, kurgusal anlamdan uzak olarak, bir ki-
lerin ya da başka doğal tepkilerin, o olayın anlamına doğ- şiden diğerine aktarılması; o teksesin çözümlenmesine
rudan verilmiş olan tepki olduğu düşünülürse, vurgunun (kurgusunun/kurgusallığının incelenmesine) olanak
anlamla doğrudan ilişkisinin nasıl bir ilişki olduğu daha vermeyecek küçüklükte bir birim olduğu için kurgusal
iyi anlaşılabilir. Doğrudan vurguyla kurulmuş olan an- açıdan anlamsızdır. Tekseste kurgu/kurgusallık bulun-
lamda, yapının kurgusal olarak çözümlenmesiyle ortaya madığı için, bu olmayan kurguyu incelemek de mümkün
çıkan anlamın değil de, yapının kendisinin önemli olması, değildir. Fakat buradaki anlamsızlık, kurgusal anlamın
yapının anlamla doğrudan ilişki içinde olmasıyla ilgilidir. çözümlenememesindendir. Oysa insanlar birbirlerine
Yapı ile anlam arasında başka bir aracı bulunmamaktadır. tekseslerle bir şeyler anlatabilirler. Burada önemli olan,
Yapıyı kuranla o yapıyı çözümleyen arasında zaman ola- tekseslerin kendisidir çünkü teksesler, taşıdıkları anlam
rak bir yakınlık olmasa bile, bu tür yapıların anlaşılması, çözümlendikten sonra ortadan kalkmazlar. Her zaman
kurgusal bir yapının anlaşılmasından çok daha doğru bir ve her durumda yakın anlamlara gelmeye devam eder-
sonuç verir. Yani yapının anlamı, kurgusal olarak çö- ler. Bütün tekseslerin kullanımda olmaları ve bir teksesin
zümlenmeye ihtiyaç duyurmaksızın, doğrudan kavranır. (örneğin t/d) herkes için aynı anlama gelmesi bu sebep-
Vurguyla oluşturulmuş kurgusal bir yapı, vurgulayanla o ledir.
vurguyu anlayan arasında bağ kurar. Vurguyla anlatılan, Anlamın kurguyla aktarımında, anlamın çözümlen-
yine vurguyla anlaşılmış gibidir; doğrudan vurgulanmış mesiyle birlikte ortadan kalkan yapı, anlamın vurguyla
ve doğrudan anlaşılmıştır. İşte bu yapıyı kuranın (örne- aktarımı söz konusu olduğunda kalıcı oluyor. Bir teksesin
ğin şairin) vurguladığı anlam, anlamla ne kadar doğru- vurgulanmasıyla oluşan anlamın vurgulayandaki karşılı-
dan ilişkiliyse, yapıyı anlayanın, yapıdan anladığı anlam ğıyla, o teksesi anlayanın o teksesi karşılayan anlamı işte
vurgulanan anlamla o kadar doğrudan ilişkilidir. Oysa bu yüzden birbiriyle ilişkilidir, ilişki içindedir. Anlamın,
kurgusal bir yapıda (örneğin haber metninde) aktarılan yapı önemli olmaksızın anlamla ilişkisi vardır. Teksesle-
anlamla, anlaşılan anlamın doğrudan hiçbir bağı yoktur. rin çözülemeyen yapılarından kaynaklanan doğal anlam-
Tekseslerde anlam, kendisine en yakın olan doğal ları, o teksesi anlayanın doğal olarak anladığı anlamdır.
sesle vurgulanmıştır (refleks hareket gibi). Tekseslerle Tekses, bir anlamı başka birindeki anlamla ilişkilendirir.
benzer bir konumda bulunan şiir; anlamın kendisini karşı- Kurguyla aktarılan anlamda ise, anlam kurgusal bir ya-
lamaya en yakın doğal seslenişidir, denilebilir. Fakat her şiirin pıyla ifade edilir ve başka biri o yapıyı çözümler. Bu yapı,
bütünü, vurguyla kurulmuştur demiyoruz. İçinde sonra- anlamla birlikte kurulur ve birlikte çözümlenir. Yapı çö-
dan kurgulanmış eklemeler bulunabilir. Şiire sonradan zümlendikten sonra bir anlam oluşmuştur ve anlam olu-
eklenen kurgusal anlam, o bütün yapı içerisinde asıl şiirin şurken yapı çözülmüştür, başka bir ifadeyle yok olmuştur.
bulunduğu yeri açığa çıkartmak, –böyle bir niyet yoksa Oysa tekseslerde, yapının kendisi, anlamın doğal karşılığı
bile– şiirin vahiyden farkını belirginleştirmek içindir. olarak o sesi duyanı o anlama uyarır. n
kitap 45

akif’te buluşmak
hakan arslanbenzer

Akif’te buluşalım dediğimi hatırlamıyorum. Ama sağlam Güntan, onun üzerinden de Efe Murad meseleyi böyle
bir laf. Ahmet Güntan’ın yazısını okurken gördüm bu anlamış olabilir. O halde Akif’te buluşmak nedir, bu bir
lafı. “Akif’te buluşmak”. Ben bir yerde (email grubunda öneri olduğuna göre ne olmalıdır?
filan mesela) farkında olmadan söylemişsem de, Ahmet Akif’te buluşmak, Akif’ten beri geçen zamandaki
Güntan benim önerilerimi bu şekilde formüle ediyorsa gelişmeleri ve kazanımları gözardı ederek tıpkısının ay-
da, yani neresinden bakarsanız bakın, bu tür öneriler, bu nısı Akif gibi şiir yazmak değildir; öncelikle bunu söy-
tür formüller ya bir çılgının trans halinde kafadan attığı, lemeliyiz. Heves editörleri böyle anlamışa benziyor. Akif
gerçekliği ve geçerliği olmayan bir ilginçlik olabilir, veya gibi yazmak, Nazım gibi yazmak, Necip Fazıl şiirini ihya
sahici ve sağlam tarafları olan, yani nesnel bir temele da- etmek, Yahya Kemal ruhunu şad etmek ilanihaye… me-
yanan bir öneri olarak hesaba katılması gerekir. selemiz olamaz. Bunlar ancak şiir parodisi yapılacağı,
Akif’te buluşmaktan benim anladığımı Heves dergi- postmodern numaralar çekileceği zaman devreye girebi-
si editörleri anlamamış olacak ki, Efe Murad’ın yazısı  lecek, metinselleşmiş, yazınsallaşmış, kaynaklaşmış say-
hakkında, “Bizce tek kusuru, Akif’tir” gibi karın ağrısı gın eserler konumuna indirgenebilir şiir söyleyeceğimiz
imasında bulunan bir not eklemişler derginin giriş yazı- zaman. Bu parodi de yıkmak veya çözmek için de yapı-
sına. (Çiğ yemezsen karnın ağrımaz; başka deyişle, ide- labilir, ilham almak ve bir noktayı genişletmek için de.
olojik takıntıların yoksa Akif’in günümüz şiiri üzerinde Ama buna etki diyemeyiz. Bu sadece kullanım olabilir.
etkisi yoktur filan gibi ezbere laflar etmezsin. Biraz sert Ki Akif’i kullanalım da demiyorum ben zaten.
oldu galiba.) Akif’in günümüz şiiri üzerinde bir etkisini Nazım’ı taklit eden, yahut Necip Fazıl’ı kullanan çok in-
göremiyorlarmış zira. Tabii göremezsiniz, çünkü sizin san var. Bıktırıcı bir İkinci Yeni tekrarı, taklidi, parodisi
anladığınız dar manada olması da zaten mümkün değil. hakim günümüz şiirine. Garip şiirinin taklitleri ise ar-
Ama zaten ne ben böyle bir şeyi önermiştim. Ne Ahmet tık şiir sayılmıyor; yazdıklarını şiir, çaldıklarını düdük

1
“Halk Tatile Gitti”, Kitap-lık, Mayıs 2007,
2
“Şiirde Serbest Çalışmalar”, Heves, Temmuz 2007.
46 kitap

zanneden amatör kamu kalabalığı Garip’ten kıyamete Şiir nasıl başlar? İlk mısra çalışması yaptım uzun süre.
kadar vazgeçmeyecek gibi görünmesine rağmen. Hala Her dönemin, her akımın ilk mısralarına dikkat ettim.
nükteli iki tane acayip lafı bir araya getirmenin şairlik Bunları alt alta yazdım.
ve şiir yazmak olduğunu zanneden binlerce yurttaşımız
natürmort şiirler karalıyor ikinci sınıf ideolojik edebiyat Aynada yeni uyanmış izlenimi edinen kızlar geliştirdim
dergilerinde. Heves de yola böyle çıkmıştı unutmayalım.
O kadar ki, derginin adı Heves değil “Tahattur” olsay- Heves dergisindeki herhangi bir şiirin başlangıcı (s.
dı zerre kadar şaşırmayacaktım. Garip şiirinin, Orhan 19). Üç parçalı cümle yani.
Veli’nin günümüzdeki etkisi mi diyeceğiz buna? Orhan
Veli’de buluşalım. Tabi tabi… Aynada yeni uyanmış
İşte mesele de biraz zaten budur. Garip’i sürdüremez, İzlenimi edinen kızlar
taklit ve tekrar edemez, ihya edemezsiniz. Garip bugü- Geliştirdim
nün ölüdoğa şiirlerine yol açıyor olabilir, ama bunları şiir
kabul etmek zorunda mıyız, değiliz. Bunun bir geçmişi olmalı. Müzikte buna şarkı ailesi
diyorlar.
reklam
panosundaki külotlu Geçenler varsa İslamın şu çiğnenmiş diyarından
kadına üst üste beş uzun
paçalı don giydirdim. ne olur ne Akif’in Hakkın Sesleri kitabındaki şiirlerden birinin
olmaz elimde çüküm. soyuldukça başlangıcı. Açarsak,
güzelleşen bir soğanı ağlattım
ben. gözümü yaşartmadan Geçenler
elimde çüküm. Varsa İslamın şu
(Heves, Temmuz 2007, s. 103) Çiğnenmiş diyarından

Garip, değil mi? Biçimcilik gayreti içerse bile, özün- Gene üç parçalı cümle. Bundan milyonlarca bulabi-
de 2000’lere uyarlanmış Garip şiirinin ölüdoğası bu. lirsiniz Türk şiirinde. Hatta şiirlerin yarısı, en azından
Garip’in doğasındaki otomatizmin pek de çekici sayıla- bir şey söyleyecekmiş gibi açılan hemen bütün şiirler üç
mayacak (çünkü Garip şairleri yıkmak istedikleri ustala- parçalı cümlemizle açılır. Bunun gerçeklikte, dilsel ger-
rından çekici olmanın yolunu öğrenmişlerdi en nihayet) çeklikte, konvansiyon dediğimiz bir dilin uzlaşı sahasında
bir ifadesi. Amorf desek, formalizm desek, yahut benim da bir karşılığı tabii ki vardır. Herhangi bir anlatıma baş-
bir başka önerime göre “Yeni Biçimci Şiir” yahut Yeni- langıç cümlesi alalım: “Bak şimdi sana ne anlatacağım iyi
den Garip, değişen bir şey yok. Atasından daha boş beleş dinle.” Özelliksiz, sıradan, anlatmaya başlangıç cümlesi.
bir şiir bu. Yani böyle şiirler. Zaten Garip şiiri de savaş
öncesi, savaş ve savaş sonrası boşluk, bungunluk, namı Bak şimdi
diğer melal hissinden doğmamış mıdır? Haşim’den biraz Sana ne anlatacağım
daha enerjik, bin kat daha düşük bir şiir hepsi bu. İyi dinle
Garip’in kalbi ise, yani herşeye rağmen Akif’te bu-
luşurken Garip’ten de geçmemizi sağlayacak olan şey, Üç parçayı görebiliyorsunuzdur artık. Üç parçalı
muhaverede yatar. Şairin konuşması. Şiirde günlük dilin cümlede fiziksel olarak birini tutup, bir yöne çevirip, bir
belirleyiciliği. Bunu Garip şairi kendisi mi icat etmiştir? şey gösterme davranışı, jesti saklıdır. Epik şiirle günlük
Nazım Hikmet’ten mi almıştır? Yoksa Yahya Kemal mi hayatta birine bir şey göstermenin, anlatmanın ortak ta-
öğretti onlara konuşmayı, o tıknefes, mısra tutkun ve rafı. Unutmayalım ki Brecht “köşebaşı tiyatrosu”ndan
tutsak hal-i pürmelaliyle? Tabii ki değil, tabii ki hayır. çıkarır epik tiyatronun bazı temel ilkelerini. Bir olayı,
Bunun için biraz daha diyafram lazımdı, hançere lazım- mesela bir kazayı köşebaşında birikmiş insanlardan biri
dı; o da memleket şairinin, hececilerin konuşmasıdır. diğerine nasıl anlatırsa, parça parça ve kesik kesik, olayın
Arkasında Fikret ile Akif’in, bilhassa Akif’in durduğu dikkate değer taraflarını seçip geri kalan şeylerden ayırt
akıcı, konuşkan, söyleyen ve söyleten şiir. ederek ve mükemmel bir Aristotelyen bütünlük ve birlik
Şiirde ben önce bu konuşma, söyleme konusunu fark kesinlikle olmaksızın, değil mi? Der Brecht; işte epik ti-
etmiştim. Bir şiirin ilk cümlesini, ilk satırını, mısra diye- yatromuzun ilkeleri de bu şekilde çalışır, tabii biraz daha
lim demeyelim, ilk ibareyi nasıl kurarız? Kurabilir miyiz? incelikli olarak.
kitap 47

Şiirin yapısını geçmişi, derinliği, fiziksel temeli olma-


yan bir sözdizim rasgeleliği olarak alırsanız, ki mesela
Efe Murad’ın yaptığı biraz budur, yapı diye sözdizimle
morfoloji (kelimelerin görünen yapısı, işte kökler ekler
falan fıstık) arasında sıkışıp kalırsınız. Kipleri, pattern
mü deniyordu İngilizce’de, tense, participle, clause filan gibi
şeyler dahil olmak üzere, Türkçe’de ise kısaca kip diyoruz
bunların tamamına, es geçerek duvara toslamış olursu-
nuz. Kipler sözdizimin boş beleş, rasgele bir şey olma-
dığının altını çizer kalın hatlarla. Geliyorum, gelirim, geldim
arasındaki ayrımlar kadar basit değil tabii bu.

Geçenler varsa İslamın şu çiğnenmiş diyarından

Çok karmaşık da bir şey bu aslında. Üç tane fiil, ey-


lem, ya da adına her ne diyorsak ondan var üç parçalı
cümlemizde. Geçenler, varsa, çiğnenmiş. Bir de Heves’ten
aldığım epik şiirin açılış mısraına bakalım:

Aynada yeni uyanmış izlenimi edinen kızlar geliştirdim

Uyanmış, edinen, geliştirdim. Gene üç fiil, üçünün


de kipi tarzı yönü farklı, gördüğünüz gibi. Çıplak gözle
görülebilecek bir şey bu; tabii şiiri rasgeleliği içinde de
ayrıca rasgele bir şey sanmıyorsanız. Şiir okumaktan ha-
beriniz varsa. Bir de isterseniz köşebaşı tiyatromuzdan,
günlük konuşmamızdan, herhangi cümlemizden baka-
lım olaya.

Bak şimdi sana ne anlatacağım iyi dinle Burda saklı gizli üç fiil olduğunu görebiliyorsunuz-
dur, verdiğim ipucundan sonra. Ne demek bu? Adam
Bak, anlatacağım, dinle. Gene üç fiil, üçünün de kipi burda bir şey söyleyecek, bizi tutup yönümüzü bir yöne
birbirine benzemez fiil. Ben işte Türkçe’nin bir dil ve çevirerek bize bir şey gösterecek, namı diğer epik şiir
Türk şiirinin bir şiir olduğuna böyle karar vermiştim ilk söylüyor adam buz gibi. Ama bunu çok da hoş, kendi-
20’li yaşlarım sırasında yaptığım incelemelerin neticesin- ne mahsus bir şekilde yapıyor ve Türkçe’nin bir yönünü,
de. Bu tür şeyleri İngilizce’de yaptıklarını görmüştüm ve isimlerin de fiil altyapısı taşıdığı gerçeğini işe koşarak
bundan daha iyisini Türkçe’de, Türk şiirinde bulamaz- yapıyor. Görünüşte TDK’nın fiil diyeceği tek bir kelime
sam gavur olayım diyerek kolları sıvamış, mısra mısra veya ibare yok. Ama tam üç tane fiil var. Ben İsmet Özel
şiir incelemeye başlamıştım. Üç kuralını, iki kuralını, bir, Şair iki, Kırk yaşında üç. Açarsak: Benim adım İsmet
dört kuralını filan görünce önce oh, sonra (pardon) oha Özel’dir. Ben bir şairimdir. Kırk yaşındayımdır. Hala
demiştim haliyle. Türkçe de Türk şiiri de okuyucusuna anlamayan varsa, kendisine yurtdışında eğitim öneririm,
oha dedirtecek, çüş artık dedirtecek kadar organik, yapı- benim kendisine başöğretmenlik yapmaya sabrım yok-
sı özünden, biçimi muhtevasından ayrılamayacak inanıl- turur.
maz bir dil ve şiir çünkü. Size üç kuralının bir yönünü, Neyse işte, Akif’te zaten buluşuyoruz. Mesela Ersun
fiil kipleri ve epik şiir ya da anlatıma başlangıcın birinci Çıplak, Heves dergisindeki yazısında Kan Uyku şiirini in-
cümlesiyle ilgili olanını anlattım mesela. Bunu bununla celemiş Turgut Uyar’ın. Kan Uyku nasıl başlar, bakalım:
sınırlamak budalalık olurdu elbet.
Bir biz ikimiz varız güzel öbürleri hep çirkin
Ben İsmet Özel
Şair Bunu da üçe bölmemiz ve üç fiili görmemiz çocuk
Kırk yaşında oyuncağı. Morfoloklar bunun bir hece sayısı mesele-
48 kitap

si olmadığını, ritmin hece sayısıyla değil, fiil kipleriyle devirlerinde başlayıp günümüze uzanan bir tarihi var)
sağlandığını (ve bu nedenle de her ritmin teganni –Efe Akif’i yerleştiriyormuşum ben. Bunu da günlük konuş-
Murad terennüm diyor- olmadığını) anlamadıkları için ma cümlesinin esas ritmine, fiillerinin kipsel çoğullu-
morfolok. ğunun geçişmeli dizilişine dayandırıyormuşum. Hamid
Akif için, “Nazmı pürüzsüz söyleyen odur,” derken beni
Bir biz ikimiz varız bir anda uyandırıvermişti. Bu nasıl bir nazım, nasıl bir
Güzel pürüzsüzlük ve söylemektir diye merak ettim. Eski ve
Öbürleri hep çirkin yeni mısraları derledim toparladım, üç parçalı üç kipli
fiil cümlesini yakaladım ve bunun üstadının da Akif ol-
Varız, güzel, çirkin. Gene üç parçalı cümle, gene duğunu görünce, Akif’te buluşmaklığımızı önermiş bu-
üç fiil. Çünkü adam bir şey anlatacak. Bizi bir yerden lundum naçizane. İşte Cemal Süreya’dan bir şiirin açılış
yakalayıp bir başka yöne yöneltip bir şeyi işaret etmesi, satırı:
göstermesi, anlatması gerekiyor. Epik şiir. Neo-epik şiir.
Neden neo-epik, bu da belli bir şey aslında. Epik dersek İşte tam bu saatlerde bir yara gibidir su
Greklerin iambic, yahut İngiliz Rönesansının blank, ya da
Türk klasik şiirinin 11-12 heceli destanî hece ölçüsünü Üç parçayı görebiliyorsunuzdur artık alıştınız, isim-
kastetmiş oluruz. O biraz şey bir şeydir. Yani bizim bura- lerin sıfatların (ne ismi ne sıfatı, Türkçe’de böyle şeyler
daki üç parçalı (ham) ilk satır cümlemize bizi vardırmaz. yok, Fransız gramerinden çeviri hepsi) fiil olarak kulla-
Başka şeylere de vardırmaz. Efe Murad, benim neo- di- nılışını da.
yerekten filan epopeyi ıskaladığımı söylemiş ki bravo;
sadece, ıskalamak istediğimi anlamamış görünüyor, onu İşte tam bu saatlerde
da ben söylemiş olayım. Epope yazılamaz. Çünkü epope Bir yara gibidir
yahut epik, destan, fesane, hikayat… ne alaka yani şimdi, Su
2007 senesinde? Neo-epiktir. Çünkü mesela,
Ya da dilerseniz,
Mey ver ki sühan hitame erdi
Sermaye-yi gam tamama erdi İşte tam bu saatlerde
(Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk) Bir yara
Gibidir su
yahut
Üç parçayı, anlatıma başlangıcı, tutup yönünü çevi-
Allah Allah demeyince işler on(g)maz rip işaret etmeyi değiştirmez bu değişik okuma biçimleri.
Kadir Tan(g)rı vermeyince er bayımaz Alın size Edip Cansever’den görünüşte hiç-fiilsiz, ama
(Dede Korkut Oğuznameleri) fiil olmayanların fiilleştiği bir açılış:

Demek ki neymiş, demek ki klasik destanın veya Ey sonbahar! ey düşsel yolculuk! seni
mesnevinin ritmi, vezni geçişmesiz, parçasız ve bütün-
süz, ayrı ayrı tipik ifadelerin arka arkaya dizilmesinden Edip Cansever’in çalışkanlığını bilirsiniz. Eylerle,
oluşup dururmuş ki (Muğla ağzı, Dondurmam Gay- senilerle, virgüllerle, ünlemlerle şiirinin nasıl okunması
mak filminden kaptım; ki yörel ağızlarda inanılmaz bir gerektiğini de bize açıkça verir.
Dede Korkut ritmi akıp gitmektedir; aksine gibi bense
neo-epikten söz ederken tamamen yapma bir şey olan Ey sonbahar
ulusal dilin anlatım ve ifade araçlarını esas alıyorum, Ey düşsel yolculuk
tıpkı Akif’in, Uyar’ın, Çamlıbel’in yaptığı gibi) günümüz Seni
şiirinin bize adam gibi bir sonuç verebilmesi açısından
son derece verimsiz, ancak sevimli olabilecek bir folklo- Her bir parçanın fiile benzer okunuşu dikkatinizi
rik öte geçmişten ibarettir. Artık onu oradan alamayız, çekmiyorsa, bütün bu örnekler size Akif’te buluşmanın
onunla orada buluşamayız. temelini göstermiyorsa, ben de o halde Turgut Uyar’ın
Ulusal dilin, günümüz Türkçe’sinin buluşma noktası- Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma’da dediği gibi “bir şey
na (çünkü Nefi ve Nedim döneminde, yahut Karacoğlan yapmam, biraz daha beklerim”. n
kitap 49

eren safi’nin kamaşır ’ı


üzerine konuşkan,
müdahil ve patlayıcı bir
şiir
ali düz

Eren Safi 1977 doğumlu, 1995’ten beri şiir yayımlayan bir


şair. İlk şiir kitabı Kamaşır, Fayrap Kitaplığı’ndan çıktı. Ka-
maşır, Eren Safi’nin biri hariç (Mürşidim Kocakarı) hepsi
2000’den sonra yayımlanmış şiirlerinden oluşuyor. Eren
Safi, kitabın hacminin yarısı kadar şiirini kitaba almamış;
fakat Kamaşır, Eren Safi şiirinin seyri ve Türk şiirine getir-
diği imkanlar açısından bize güçlü bir bütün sunuyor.
Dergilerdeki bazı değinileri ve internet yazılarını dı-
şarıda tutacak olursak, Eren Safi şiiri ve Kamaşır kitabı
hakkında pek yazı yazılmadığını söyleyebiliriz. Bu, Türk
şiirinin şimdiki yollarının, imkanlarının konuşulması ve
şiirin ve edebiyat ortamının adaleti açısından bir eksik-
lik. Eren Safi şiiri özellikle çağdaşları ve biçimciler dahil
kendisinden sonrakiler üzerindeki etkileriyle genişle-
yen bir şiirdir. Safi’nin şiirindeki konuşma biçimi, üslup
özellikleri, günlük hayattaki dilin şiirde yer alması gibi
özelliklerin başka şairler üzerindeki etkilerini rahatlık-
la görebiliyoruz. Şimdi Eren Safi’nin ilk kitabı Kamaşır,
tüm bu özellikleri ve tabii bunlarla birlikte akan siyasi
yönüyle, ortalama bir ilk kitap olgunluğunun üzerinde
bir olgunlukla Türk şiirine eklenmiş bulunuyor.
Kitapta, Bir Kişi Bomba, Mme. Katia, Fenerli Sone-
ler, Mp3ler şeklinde bir bölümleme yapılmış. Bölümler,
içindeki şiirlerin yayımlanma sırasına göre değil içerik,
anlatım ve siyasi yakınlıklarına göre belirlenmiş.
Bir Kişi Bomba bölümündeki şiirler özellikle Okuyu-
cuya, Kamaşır ve Bir Kişi Bomba şiirleri Eren Safi şiirin-
deki siyasi hareketin konuşma biçimi ve üslupla mükem-
mel bir uyum göstererek kitabın zirvesine çıkıyor. Şairin
50 kitap

çevreyi, bazı konumları ve ilişkilerdeki kabulleri yorum- durağan, imgesel bir dille anlatmak gülünç olurdu. Mese-
layışını ve bu ilişkiler arasındaki insanı değerlendirişini, la ironiyi de şiirde sıklıkla kullanıyor Safi. Ama Safi’deki
kendisinin bu çevredeki konumunu ve tavrını görüyoruz ironi, arayış içindeki tavrın başvurduğu ya da şiiri devam
bu şiirlerde. ‘Değersiz olup geçerli’ olana karşı şairin ettirmek için açılan bir alan olarak oluşmuyor, güçlü ve
koyduğu tavrı ve mesafeyi, kendini uzak tuttuğu hayat tarafı belli bir karekterin konu içindeki olaya mesafe koy-
biçimlerinin bayağı, yüzeysel, traji-komik yanlarını; bu- ma biçimi veya olanı olduğu gibi anlatma yöntemi olarak
nunla beraber, doğru, sahici, hakiki olana verilen değe- beliriyor. Bunu başarılı bir şekilde yapıyor Safi. Üslupta-
rin, mesela Türkçe’ye verilen değerin şiirlerdeki/şairdeki ki özelliklerin karekterlere doğru giden ahlaki bağlamı
bağlamını görüyoruz. Bu saydığımız şiirlerin başarısını gözüküyor. Eren Safi konuşurken, bazen yukarıdaki gibi
artıran şey, şairin, insanı şiirin içinde hareketlendirebil- doğrudan okuyucuya veya konuya seslenerek bir karar
mesi, anlatılanlardan insanın haline, tavrına ve insanın ya da müdahelede bulunurken, bazen de okuyucuyu ara-
tavrından anlatılanlara doğru geçişi, müdaheleyi başarılı ya alarak daha çok çıkışa doğru bir ifade ya da söylem
bir şekilde sağlaması, konunun siyaseti içinde insanla- üretiyor:
çevreyi iç içe anlatabilmesidir. Bu şiirleri okurken metnin
arkasındaki kişiyi ve kendi konumumuzu hissediyoruz. Ah seçkin bir toplulukta okuyucu inanamazsın
Konuşma üslubu okuru hareketlendiriyor, canlılık ve he- Broşu patlamalı
yecan hissi uyandırıyor. Fakat üslup, anlatılanın önüne Derin dekoltesi derinleşmeli eşinin
geçerek okuru yönlendirmiyor. Okuyucuya, Kamaşır ve Parlamalı en uygun kazayla aranız
Bir Kişi Bomba şiirleri, bu özellikleri bünyesinde barın- Aranız bozulmasın yo
dırma biçimi; çağını, çevresini ve çağdaş ilişkileri yo- Nüfus artar okuyucu öpüşme
rumlayışı ve bunlara müdahele edişiyle Kamaşır kitabının Boşanma toplum kızar
zirvesini paylaşıyor. (Okuyucuya, s. 13)

Ağzınızı ağzını bu şiirle açıyoruz Konuşmanın sayıp dökmeye ve söyleyişselliğe, söy-


Sevgili okuyucu aziz lerken bulmanın sürekliliğine doğru kaymaması için şi-
Aziz okuyucu sevgili okuyucu pek sayın irde insanın, öznelerin yerini, hareketini, müdahelesini
Dostoyevski, Baudelaire, Eliot ve ben görmemiz gerekir. Bununla beraber şiirin tek bir sesle,
Ben bir de bu sapık rabıtanın öbür ucunda ritimle akmaması gerekir. Safi şiirindeki siyaset bu özel-
Hattın diğer tarafında liklerin gerçekleşme oranına göre netlik ve kuvvet kaza-
Okuyucu sen okuyucu nıyor. Mme. Katia’daki şiirler ise (Mürşidim Kocakarı,
Sen hypocrite lecteur! Mon semblable mon frere Nerdesin Şiiri, Mme. Katia) bu bakımdan daha tek yönlü,
daha kişisel ve lirik; yeni bir hayata yönelmiş ve yeni bir
Bu mısralar kitabın ilk şiiri Okuyucuya’nın girişin- durumdaki şairin kendi halinin ifadesi şeklinde. Mürşi-
den. Konuşma, başlangıçta da öne çıkardığımız gibi, dim Kocakarı şiiri, bu kendine dönüklüğü ve arayışı için-
Eren Safi şiirindeki en genel teknik olarak gözüküyor. Bir de çevreden şaire, şairden çevreye şeklinde hareket eden
konuşma içinde yer alabilecek espri, alay-ironi, uyarı, nida siyasi etkiyi ve tavrı göstermesiyle daha öne çıkan, temsil
gibi pek çok özelliği şiirlerde bulunuyor. Bunu günlük edici bir şiir:
hayattaki dili şiire sokarak yapıyor Safi. Şiire doğrudan
nüfuz edilebiliyor. İki insanın konuşmasındaki ham ve Kendimi çok ölü hissediyorum bugünlerde
dolaysız paylaşım şiirde görülüyor. Bu, şiirin siyasiliğini Bir güneş düşüyor bir yağmur damlıyor
kuvvetlendiren bir şey. Eren Safi’nin tamamen kendine Kendini bıçaklıyor günler
özgü bir konuşma biçimi var. Safi şiirinden etkilenenle- Çirkin bir kız güzel bir kızdan özür diliyor
rin bu etkiyi hemen göstermesi de, onun yeni bir biçimle Kendimi katil hissediyorum
konuştuğunu gösteriyor. Safi şiiri mısraa dayalı bir şiir (Mürşidim Kocakarı, s. 43)
değil; şiiri okuduktan sonra sessel bir etki ya da şairin
şiirdeki davranışı zihnimizde hareket eder. Mısralardan Mürşidim Kocakarı’daki bu hareketten sonra, Bir
bölümlerden ziyade şairin davranışı, tavrı aklımızda ka- Kişi Bomba bölümündeki şiirlerde konuşma özellikleri
lıyor. Yani Eren Safi söylemek istediği şeyi söylenmesi de daha çok yer almaya başlıyor ve Eren Safi şiirinin siya-
mümkün olduğu şekilde söylüyor. Onun tavrıyla şiirin si gövdesi daha belirginleşiyor. Şehrin ve günlük hayatın
tekniği tam bir uyum gösteriyor. Şiirde ifade edilen iliş- daha çok içinde, daha uzun konuşan ve yorumlayan bir
kileri ve müdaheleleri, şairin sayıp ortaya çıkardığı şeyleri şiir ortaya çıkıyor. Safi, şehrin içindeki çağdaş ilişkileri ve
kitap 51

kabulleri şehrin kenarında bir insan olarak değil, şehrin gülünce dişlerinin güzel değil çirkin oluşundaki farklılığı
içinde fakat olup bitenlerle uyumsuzluk yaşayan bir kişi hareketli üslubu içinde şiire katıyor. Mısralardaki anla-
olarak anlatıyor. Uyumsuzlukla beraber ironiyi de daha ma göre öznelerin, fiilerin yerlerini değiştirerek bir üslup
çok kullanmaya başlıyor. Bunların sonucunda daha ger- oluşturuyor. Bu şiirlerde üslup, kendini metnin üzerine
çekçi, anlatımcı, ham, belirleyen ve müdahele eden epik çıkararak şiirde ham ifadenin önüne geçmiyor genelde;
bir şiir ortaya çıkıyor. Şairin karşılaştığı, anlattığı şeylerle ayrı bir yönlendirme ve engel oluşturmuyor. Bu, mısra-
yaşadığı uyumsuzluk, şiirde, kendini olayların içine daha larda fiillerin kullanılma biçimine göre de oluşan bir şey.
fazla katmak ve dışarıya doğru davranmak şeklinde bir Kitabın üçüncü bölümü Fenerli Soneler’de (14 mısralı 7
hareket de doğuruyor. “Ne kadar uzun bir şiir diye otursam şiir), üslup daha geriye çekiliyor. Üslubun dolaylılığı so-
ne zaman o kadar kısa / Ne zaman ne kadar ödemeler tutacaksa nelerde daha geriye çekiliyor, söyleyeceğini direkt damar-
o kadar açık çıkar”. “İşte ne kadar ne zaman otursam kalkıyor- dan ham bir biçimde ifade ediyor şair. Şiirlerdeki coşku
sunuz / Ben gelince gidiyor herkes borsa kapanıyor ben satacakken ya da üzüntü hemen okuru kendine çekebiliyor. Soneler-
kağıtları / Evrakı yetiştirince ben mesai bitiyor televiz yonu açtı- de ve Mp3ler bölümündeki Hakan Arslanbenzer Şiiri’nde
ğımda / Bir programın daha sonuna geliyoruz” (Alakası Yok). yoğun miktarda fiil kullanılıyor, fakat fiiller şiirde akan
Bu uyumsuzluklar şairi sadece bir taraf olarak değil yani bir sese, edaya eklenmeden mesela sürekli mısraın aynı
mesela ‘acı çeken bir palyaço’ olarak değil, karşılaştığı yerinde yer alarak sesin ifadenin önüne geçmesine des-
şeylerdeki bozuklukları belirleyen ve kendi müdahelesi- tek olmadan, doğrudan anlamın ve ifadenin merkezine
ni yapan siyasi bir kişilik olarak var ediyor şiirde. “Farz oturuyor. Bu da okuru daha çok çekiyor şiire. Güçlü bir
edelim ben istemişim yapacak bir şey yok / Yolda takılınca insan atmosfer yaratıyor. Mp3ler bölümündeki Müslüm Gürses
zenci olur farz edelim / Farz edelim insan zenci olunca zenci olur MP3 şiiri ve Eren Safi’nin kitabına almadığı Fayrap’taki
yolda / Zencileri almayın zenciler zencileri almasın / Kongrede bazı şiirler, bu bakımlardan zaaflar taşıyor. Sesin söyle-
yeterli sayı çıksın bahtınıza / Zenciler zencileri kongreye almasın” yişselliğe doğru kayabilmesi, ve farklı ritimlere ihtiyaç
(Gecikir). duyulmasına rağmen genelde tek bir ritmin şiirde öne
Bir Kişi Bomba bölümündeki bu şiirlerde( Okuyucuya, çıkması, insanın şiirdeki özne konumunu karşıtıyla bera-
Kamaşır, Gecikir, Alakası Yok, Bir Kişi Bomba) günlük ber güçlü bir şekilde hissedemeyişimiz, bu şiirlerin taşı-
konuşma dili ve bu konuşma dilinin siyaseti daha fazla yer dığı zaaflardır, diyebiliriz.
alıyor. Halkın kullandığı dili kelimelerden ziyade sözlerle Sonuçta Eren Safi şiiri Türk şiirinin son dönemdeki
şiire katarak bir harekette bulunuyor şair. Ama bunu halk en çağdaş, yeni, siyasi şiirlerindendir, Kamaşır kitabı da
dilini ya da şiir dışı olanı şiirleştirmek şeklinde eklenti, en iyi kitaplarından. Eren Safi şiiri bünyesinde taşıdığı
figüratif bir durum olarak değil; zaten şiir olanı görüp, özelliklerle açıla açıla ilerleyen bir şiir. Türkiye ve Türk
şiirin akışı içinde şiir şeklinde ifade ederek yapıyor. şiiri meselesi üzerinde güçlü bir yoldan ilerliyor, bazen
“Yine arasam mı diye düşündüm yine o arar ikna ettim ken- zaaf noktalarına temas etse de bunları bünyesinde taşıya-
dimi / Yine sonra ikna ettim kendimi bunu bilmezsin gülünce bilen özgün bir karakter sergiliyor. Eren Safi şiiri, gücü
dişlerin aslında ne çirkin”. Bu mısralardaki konuşma bir şiir- ve etkileri dolayısıyla, C-4’ten ziyade misket bombası
dir. Şair kendi durumunu itiraf ediyor ve karşısındakinin özellikleri taşıyor. n
52 kitap

meryem koçaklamaları
şehre ve kalabalığa karşı
bir “kalkan”
murat sözer

“Bana göre, şiir hakkında yazmak bir savunma değil, bir fetih olmalıdır.”
Hakan Arslanbenzer

Genç bir şair ve ilk kitabı… Hem şair genç hem de bu


onun ilk kitabı. O zaman elimize aldığımız bu kitapta,
gözlemleyebileceğimiz bazı özellikler olması gerektiğini
düşünebiliriz. Şairin olumlu veya olumsuz etkisinde kal-
dığı usta şairler, üslubunun zaman içindeki değişimi ve
dönüşümü, şiirinin gelecekte neler yapacağından (veya
yapamayacağından) verdiği haber veya ipuçları, şiirinde
gördüğümüz –varsa- meseleler, karakterler ve hikayelerin
kullanım sıklığı… Tüm bunların, sanıyoruz en çok deği-
şiklik göstermesini beklediğimiz mekan; genç bir şairin
ilk kitabı olacaktır.
Hakan Kalkan’ın Fayrap Kitaplığından çıkan ilk ki-
tabını* eline alan, ortalama bir şiir okuyucusunun, şairin
kitaptaki şiirlerini yayımlandığı dergilerden takip etme-
diğini varsaysak dahi, bu kitabı okurken, oturmuş bir
üslupla karşı karşıya olduğunun farkına varabileceğini
tahmin edebiliriz. Çünkü Hakan Kalkan, şiirini kendi-
ne özgü cümlelerle oluşturan bir şairdir. Kalkan şiirinin,
okuyucuyu içine çeken, anlatımı ses olarak durgun ol-
masına rağmen bir alan oluşturan, okuyucunun önüne
çeşitli görüntüler sunan bir üslupla ayakta durduğunu
düşünüyoruz. İmgelerden arınmış, fakat okuyucunun
gözünde, tastamam görüntüler, kareler ve nihayet bu
karelerin, şiirin sonunda birleştiği bir bütün bıraktığını
düşünüyoruz. Şiirin içinde kalarak ve fakat başlı ve sonlu
bir şekilde hikayesini de anlatarak ve bunu da kendi dili-
ni ve dize kuruşunu oluşturarak yapmanın, Türk şiirine
yeni bir soluk getirdiğini yeni bir kapı açtığını söyleye-
biliriz. Mısra içi kafiyeleri, bir mısrada kurulmuş birden

*
Meryem Koçaklamaları, Fayrap Kitaplığı, 2007.
kitap 53

fazla cümleleri, mısra içi tekrarları şiirinde eritebilmiş ve dedikten sonra, kısmen konudan uzaklaşmış yaklaşık
kendi sesini yakalamış bir şairden beklememiz gereken yirmi mısra sıralar şair. Ardından ise:
şiirdeki anlam ve meseleyi de Kalkan şiirinde buluyoruz.
Şairin zaman kavramını şiirinde işleyişi ise, istisnaları ol- İn!
makla birlikte, bir sürekliliği, bir uzantıyı işaret ediyor Bu dağın ardı deniz sanadır söylediğim
bize. Fakat şair, bu çizgisel zamanın, durağan mekânın Çık!
içinden birden bire okuyucuyu kovalayabilmektedir. Ka- Denizin ardı büyük bir dağ sanadır söylediğim
pısız odalarda bir paranoya ile birlikte yaşayan öznenin
anlatıldığı mısralarda gezinirken örneğin, birden bire Gibi oldukça da güçlü mısralarla söylediğini tamam-
“aşağılara inmesi paranoyanın eylemler başlatması sana lamak amacı ile o mısraa geri döner. Bu son alıntıladığı-
karşı” diyen bir mısraın içinde bulabiliyoruz kendimizi mız mısralar Bulantı şiirindendir. Şair akılda kalan ilk
çünkü. mısraını çıkarmıştır bu şiirde. “…sana bir ekmeği uza-
Girişte söylediğimiz önermeleri açarsak; yukarıda tıyorum.” “…bir gülü uzatmıyorum sana.” “…çünkü se-
söylediklerimizi göz önünde bulundurarak, şairin ilk şiir nin güllerini kullandılar.” demiştir şair. Kalkan şiirinden
kitabı olmasına karşın, Meryem Koçaklamaları’nda karşı- bize, yolda yürürken mırıldanacağımız mısralar yerine,
laştığımız şiirlerin, bize; özgül bir mısra kurulumu oluş- otobüste otururken hatırlayacağımız, düşüneceğimiz
turmuş, kendisinden bir şeyler beklenilmesi gerektiğini hikâyeler, görüntüler ve karakterler kalır çünkü. Bu, şa-
söyleyen, meseleleri, hikâyeleri olan, karakterleri şiirinde irin oluşturduğunu söylediğimiz “alan”ın başarısından
gerçekleştirebilmiş bir şairi işaret ettiğini söyleyebiliriz. kaynaklanır.
Şiirin imgeli ve köşeli zamanları: Üçgen Şairin anlattığı destan: Salgın
İmgelerden arınmış bir şiir dedik, fakat şairin Üçgen şii- Tek sesli bir şiirdir Salgın. Şairin sesi vardır yalnızca.
rine imgenin yoğun ve anlaşılmaktan korkar bir biçimde
Şairin sesiyle oluşan başka sesler vardır. Ama Kalkan,
girdiğini söyleyebiliriz. Tam olarak emin olamasak da,
bunu kendi sesiyle sağlar yalnızca. Sonra yine o tek ses-
farklı olduğunu anladığımız üç kişinin; kalabalık içinde,
le gözümüze çarptırılıp duran görüntülerle karşılaşırız.
cemaatlerde, sokaklarda yaşadıkları silme ve silinmeyi
Oluşturmak istediği gerilimi şiir boyunca sağlar şair. Za-
konu eden bu şiir, şairin içe dönük bir şiiridir. Tüm bu
manı daraltıp genişletmek için yaptığı geçişler oldukça
kalabalıkların, şeyhlerin, kadınların (ve güzel kadınla-
başarılıdır. Odasından çıkmayan, paranoyanın, alkolün
rın), üç başlı ejderhaların, çocukların ve görüntülenen,
değişen farklı mekânların karmaşıklaştığını barındıran etkisinde durulamamış, dervişler gören dervişler arayan
bu şiirin içe dönük olduğunu söylememizi doğru kılan bir kişinin kafasını ellerinin arasına alıp salınmalarını iz-
mısralar vardır: ler gibiyizdir şiirin girişinde. Kalkan’ın yaptığı bir başka
şey ise, ikinci tekil kişiye seslenirken, birden bire şiire
Diğeri teneke zırhını ağırdan temizledi kendini sokuşu veya üçüncü tekiller, çoğullar dâhil edi-
Zırhının içindeki ölüyü usulca sevdi şidir. Bu, şiirin genişlemesine katkıda bulunan ve şairin
başarıyla yaptığı bir şeydir.
Bu mısralardaki “zırhın içi” hem çok imgesel hem de
çok içsel bir ibaredir. Şiirin anlaşılmaya açık veya anla- dışarı çıkacaksan hava güzel ama dikkat dışarı çıkacaksan
şılmaya kapalı uçları arasındaki gerilim ve tedirginlik de elbet kırılacaksın biri selam verirken sana alışamamışsan
şiirin içe doğru bükümlü olduğunu düşünmemiz için bir yeni durumlara…
tutamaktır. Bu şiirde Hakan Kalkan’ın devamlı yaptığı
bir şey de çok bariz bir şekilde gözümüze çarpmaktadır. …şaşıracaksın beni gördüğünde de geçeceğim yanından diğer-
Şiirin ilk bölümü bir dibace niteliği taşır ve ilerleyen bö- leri gibi ben de…
lümlerde anlatılacak olan bozulmaları, eylemleri, silip
çizmeleri birinci bölümde önsöz olarak anlatır şair. Fakat Şair burada kendini “diğerleri” yapmıştır. Bu, an-
bunu ileriki şiirlerinde, -bir önsöz olarak değil de- şiir lattığı destanın bizce başarısını sağlayan bir unsurdur.
içinde bir değini olarak, dönüp tekrar bir göz atma olarak Destan ortadadır. Anlatanı ise aklımızda bile değildir,
yapacaktır Kalkan. hikâye bizi içine çekmiştir çünkü.

Bu dağın ardında deniz denizin ardında büyük bir dağ Gelecekler dedin
diyemediğin Gelmeliler dedin
54 kitap

Şiirindeki hikâyenin deveranı öyle yoğundur ki, şiirin şarısı, şiir sesinin bu haykırışlara gelene kadar potansiye-
sonuna gelmek için okuyucu da hızlanarak gerilime kat- le çevrilerek, zamanı bekletilerek sürüklenmesidir.
kıda bulunmaktadır. Beklenilenlerin gelenler olmadık-
larını; buğdayın yanına elma koyuşları, seccadeyi dağlı Söylemek bir yaşanmamışlığı yaşayarak seninle
giysilerinin yanına asışları gibi mısralarla kanıtlanır oku- Gördüm ben de bir rüya içinde
yucuya. Ve şiiri bitirdiğinde, okuyucu, önünde kaskatı Seslendim ben de
bir hikâye bulur. Uzandı ellerim
Açıldı bir kucak…
Şairin anlattırdığı destan: Meryem
Koçaklamaları Bu ifadeleri bulabilmenin belki de o kadar zor olma-
dığını söyleyebiliriz. Ama bu sese gelene kadar yapılan
Sen gidersin hazırlık, bu mısraları önemli ve yüksek sesli yapan et-
Başın alır gidersin… kendir. Etkileyici bir hikâye, “üzgün” bir üslupla anlatıl-
mıştır bu şiirde. Büyük ve neo-epik bir şiirdir tastamam.
Böyle başlıyor Meryem Koçaklamaları. Bu mısralar Modern bir koçaklamadır. Sesi tırmandırır şair ve şu
altı doldurulması gerekecek derecede büyük veya altı dol- mısraların akabinde şiir biter:
durulması gerekecek derecede küçük mısralardır. Hangisi
olduğunu tam olarak fark edemeyiz. Farkına vardığımız …Susmak aşkla
ise, zaten kendisi bir risk olan bu şiire bu mısralarla baş- Aşkla dedim sesim ulaşır mı duyulur mu sesim
lamanın zor ve cesaret isteyen bir iş olduğudur. Hakan Aşkla dedim bu benim üz günlüğüm
Kalkan, kendi destanını başka birine, hem de karşı cin- Aşkla dedim bu benim üşümem Rabbim beni bir kucak sa-
sinden birine anlattırarak riskli bir işin altına girişmiştir hibi kıl
bu şiirde. Çabucak karikatürize oluverebilecek bir anla- Aşkla dedim Hakan
tımdır bu. Fakat şair bunun altında kalmaz ve Salgın’ın Hakan dedim aşkla
yanına ikinci direği de diker. Tastamam bir aşk şiiridir Hakan aşkla!...
bu. Mısraları okurken bir kızın günlüğünü okuduğumuz
hissine kapılabiliriz. Hakan Kalkan kendine bir kızın se- Burada neredeyse, erkeğin yakasına yapışmış ve sil-
sinden seslenmektedir. keleyen bir kadının haykırışlarını izleriz/dinleriz. Daha
sonra ses tekrar ve yavaş yavaş düşüşe geçer:
Çekip alırsın kendini babandan
Ben derim ki Aşkla dedim Hakan bu benim üz günlüğüm
Yok ben bir şey demem Aşkla dedim bu benim üşümüşlüğüm yaşayamamaktan ta-
nımlar arasında
Kızların kızlara özgü edalarıyla, rahatsızlık hissettik- Aşkla dedim bu benim bir kucak üşümüşlere aşkla…
leri, zorlandıkları durumlarda, tartışmalarda kendilerini
geri çekip “yok ben bir şey demem” deyişlerini görürüz Haykırış, yerini ağlamaya ve hatta sayıklamayla mırıl-
bir anda bu mısralarda. Bunu yapmanın riskli bir şey ol- danma arası bir sese bırakır burada. Ve şiir biteceğinden
duğunu yinelemekte fayda görüyoruz. Çünkü biz bu şii- haber verir.
rin, Salgın şiirinin bölümlerinden biri olmadığını, başlı Hakan Kalkan’ın ilk kitabı olan Meryem
başına, başka bir duruş, mesele ve arter oluşturduğunu Koçaklamaları’na, üç şiir üzerinden taslak mahiyetinde
düşünüyoruz. Ama İbrahim Aladağ’dan ayrılmadığımız bir göz atmış olduk –şiirlerin seçimi şairin ana basamak-
nokta –bir önceki cümlede ayrılmıştık-, Salgın’nın ilk larını bize göstermesi amacıyla bu üçü olmuştur. Hülasa,
büyük destan olduğudur. Fakat Meryem Koçaklamaları bu kitabı okuduktan sonra, genişlemesini sürdüren ve
da en az onun kadar, ondan sonra oluşmuş “büyük” bir kendini dönüştüren şiirler bekleme hakkını kendimizde
destandır bize göre. buluyoruz. Şair bir üçüncü direği dikmelidir, bu kitabın
Bu şiirde sesin tırmandığı yerler vardır. Bunların ba- üzerine çıkmak için. n
kitap 55

didem madak şiiri üzerine


mutsuza iyi bak
ömer yalçınova

Pulbiber Mahallesi (2007) Didem Madak’ın üçüncü şiir kita- kurdum yıllar sonra.” İlk iki kitaptaki ‘ben’ vurgusunun
bı. Kitapta 16 şiir var. Bölümleme yapılmamış. Şairin ilk belirgin, üçüncü kitapta yer yer ‘biz’e dönüşmesi, ‘biz’i
iki şiir kitabının ismi: Grapon Kağıtları (2000) ve “Ah”lar anlatması, konuşturması –fakat tamamen ortadan kalk-
Ağacı (2002). mıyor- sözümüzü destekleyen bir örnek.
Didem Madak şiirinin seyrini yakalamaya çalıştığı- “Ah”lar Ağacı’nda işaretlerini gördüğümüz siyasileş-
mız zaman ona has bir yolun varlığından artık rahatça me ya da epik açılım ihtiyacı Pulbiber Mahallesi’nde hak
söz edebiliriz; ona has bir söyleyiş, ses, konu seçimi, ko- ettiği yeri almış, daha merkezi bir konuma taşınmış. İlk
nuları ele alış biçimi... Üç kitap arasında ince bağlar var. iki kitaptaki başat içeriden dışarıya seslenmek olgusu,
Kasti olmayan, doğal bağlar. Bunlara ince geçişler de di- üçüncü kitapta dışarıdan içeriye ve daha da zenginleşe-
yebiliriz. Şiilerde konuşan öznenin serüvenini yansıtan, rek dışarıdan dışarıya seslenmeyle yer değiştirmiş. İlk iki
bu serüvendeki kırılma noktalarını belli eden; öznenin kitaptaki içe dönüklüğün ispatı için bu kitaplarda sık sık
kendinden söz etmesi, kendini ve çevresini anlatması tekrar edilen şu kelimeleri anmak yeterli: aşk, kalp, ço-
sonucu ister istemez ortaya çıkan bir seyir. Üç kitap bu cukluk, tanrı, anne, iç ses. Taksi şoförüyle geçen şu kısa
açıdan kıymetli. diyalog da üçüncü kitaptaki dışa dönüklüğün göstergesi:
Pulbiber Mahallesi ilk iki kitaba göre daha olgun ve usta- “–Ne onbir eylülü baba ya yoksa on ikimiydi/ -Dolaştırı-
lıklı, artıları fazla; bununla birlikte eksileri de var. Didem yorsun sen beni/ -Dolaştırmıyorum abla/ -Şikayet etcem
Madak şiirine has bütün özellikler bu kitapta mevcut; şi- seni şoförler odasına...”
irde konuşan öznenin matraklığı, en acı olayları bile dile Didem Madak’ın üç kitabı arasındaki ince bağların
getirirken ard arda espriler yapması, buluşçuluğu, günlük varlığından söz ettim. Bunlardan bir tanesini göstermeye
hayatla roman karakterleri ya da siyasi olaylar arasında de- çalışalım: Grapon Kağıtları’nda “İki kendim varmış ma-
ğişik ve orijinal bağlantılar kurması gibi. Bu şiirlere de viş anne/ Biri benmişim, biri mutsuz” ve “Ben ölürsem
melankoli hakim. Bir farkla: Şair Pulbiber Mahallesi’nde mutsuza iyi bak!” demişti şair. Anlamıştık ki mutsuzluk
melankoliye elini verip kolunu kaptırmamış. Denetimi zaten var. Ama bir de mutlu olmasından ümit kesilme-
daha sıkı. Önceki kitaplarında oysa konuşan özne sesle- yen ‘ben’ var. Gözyaşları ve beklentiler onun içindi. O,
nen konumundaydı; acı dolu, kendinden bir türlü dışarı çok acı çekiyordu, yaşaması mümkün değildi. İlk kitapta
çıkamamış ve içerden bir bakış açısıyla konuşmuştu. Bu ‘ben’ öldü. “Ah”lar Ağacı’nda “Vasiyetimdir:/ En güçlü-
yüzden ilk iki kitaptaki şiirler lirik ve içe dönüktü. Pulbiber lerden seçilsin/ Beni taşıyacak olanlar./ Ahtım olsun,/
Mahallesi’nde ise konuşan özne kendine dışarıdan bakmış, Yükleri ağırlaşsın diye iyice,/ Tabutumun içinde tepine-
kendinden dışarı çıkmış, anlatıcı konumunda, kendini ve ceğim.” diyerek şair ‘ben’in cenazesini kaldırdı. Hayatta
çevreyi görmüş; kendiyle çevre ya da kendi tarihi ve ülke kalan yani ‘mutsuz’. Tabutun içinde tepinmek; insanların
tarihi arasında bağlantılar kurmuş. Bunlar kitabın başarı- karşıya alınması ve onlara karşı öfke duyma, hatta onlar-
ları. “Hiç, diyor, içeriden yazanla dışarıdan yazan bir olur dan intikam alma duygusunun, bizim tabirimizle siyasi-
mu?” leşmenin işareti. “Ah”lar Ağacı’ndaki şiirler, yoluna devam
En önemlisi; ilk iki kitapta kendinden ve hayattan edecek, onu yaşayacak ve kuracak olan ‘mutsuz’un konuş-
memnunsuzluk duyan, şikayette bulunan, kendini acıya malarıydı. Pulbiber Mahallesi’ni kuracak olan kişi de yine bu
bırakmayı mücadeleye tercih eden, edilgin özne (Akyurt, ‘mutsuz’du. “Sonunda kendime bir acısavar dili bulmuş-
2007), üçüncü kitapta kendini ve hayatı olduğu gibi ka- tum.” “Ah”lar Ağacı’nda ‘mutsuz’un konuşmaya başlayışı,
bul etmiş. Şartların farkına varıp, edilgin kalmaktan vaz- Pulbiber Mahallesi’nde devam edişi Madak şiirinde mevcut
geçmiş, kısaca daha gerçekçi ve etkin hale geçiş yapmış: olduğunu söylediğimiz seyri oluşturmuş.
“o zamanlar inanan bir ümitvar acısı ile ağlardım.”, “Ne Ki Pulbiber Mahallesi’nde anılan şiir kedisi Zeyna, kır-
yapalım. Elimizde bunlar var.”, “Sıkıntılardan bir ev mızı şeyleri çok içmiş bay keltoş ve yan yan bakan Burcu
56 kitap

da keza mutsuzdur. İlk iki kitabında mekan ev içiyken, hallesi, gelişirken bir bütünlenmeye ve sonuca varmamış.
üçüncü kitabında mahalle, Taksim ve Galata’dır. Grapon Şiirlerde tahkiye unsuru da yeter miktarda yok. Kitaptan,
Kağıtları’nda “Artık bazen gözlerime tırmanıp bakıyor bazı olayların gözde canlandırılması, film kareleri ben-
sokağa” denilen özne, Pulbiber Mahallesi’nde milletvekili zeri görüntüler ya da fotoğraflar kalıyor zihinde. Deği-
seçiliyor, muhtar Leman’la arkadaşlık kuruyor, yan yan şik karakterleri de konuşturmuş değil Didem Madak
bakan Burcu’yla bara gidiyor. “Şimdi daha iyiydi, sanki –ki bunu çok rahat yapacak bir kaleme sahip. Kahraman
halktan biriymişim gibi.” Aynı özne “Ah”lar Ağacı’nda belli; şiirleri söyleyen, anlatıcı kişi. Kitap bu kişinin dü-
“Geçmişim acıyor şimdi, yalnız benim değil/ Benim ül- şünceleri, yaptıkları, geçmişi, gördükleri ve arkadaşlarıyla
kemin geçmişi de acıyor mesela.” demişti. kendi arasında geçen kısa diyaloglardan ibaret. Mahalley-
Didem Madak ilk iki kitabında, şiiri bir zamanla sa- le kişi özdeş bu noktada. Kişinin konuşmaları, duyguları,
bitliyordu. Yani aslında onun şiiri çok kalabalık. Verdiği öfkesi ve neşesini mahallenin hali olarak anlayabiliriz;
örnekler sayıca çok. Bu kalabalık ve çokluğu belli bir za- keza kişinin tarihiyle mahallenin tarihi bu noktada bir.
man dilimi içinde ele alması, şiirini kolayca toparlaması- Bir farkla: Halktan biri olmuyor bu kişi. Sanki halktan
na yetiyordu. Bir çocukluk anısıyla başlıyordu mesela şiire biriymiş gibi oluyor. Kahraman kendiyle söyledikleri ve
ya da şiire başladıktan sonra bir anısını söyleyerek zamanı anlattıkları arasındaki mesafeyi bu şekilde koruyor. Fakat
sabitliyordu, şiirin çerçevesini bu şekilde oluşturuyordu, bu, halkı benimsemediği anlamına da gelmiyor. “Şimdi
bu da şiirde toparlayıcı fonksiyon görüyordu: “İlk üç viş- daha iyiydi...”
neyi verdiğinde bahçedeki ağaç”. Pulbiber Mahallesi’nde ise Grapon Kağıtları esprileriyle dikkat çekmişti. Şiirlerde
şiiri toparlayan ve sabitleyen unsur, zaman olmaktan çı- bir sürü espri vardı, hiçbir şiirde görülmeyecek oranda
kıp mekana dönüşmüş: “Mahallemizde bomba patladı”. çok, arka arkasına patlıyordu -bunlar ironi mi, humour
Didem Madak şiirinde konuşan özne hep matrak- mu, grotesk mi, yoksa mizahi şeyler mi tartışmaya de-
tı, Pulbiber Mahallesi’nde de matrak. Sesi pürüzsüz, eski ğer- ve başarılıydı. Espri unsuru Didem Madak şiirinin
bir deyimle selis. Üslubu ise melankolik. Ama Grapon karakteristik özelliği, belki de taklit edilemez bir yönüy-
Kağıtları’ndaki akıcılık ve müzikalite; esnek, tempolu ve dü. Oysa şiirlerde de bahis konusu edilenler: melankoli,
mısraa ağırlık veren söyleyiş, ikinci ve üçüncü kitapla- yalnızlık, acı, aşk, babasızlık, kalp, modernizmin tahri-
rında zayıflamış olarak var. Özellikle mısralar ve kıtalar batıydı. Şiirde sesini duyduğumuz özne ise çok üzgün-
arası geçişlerdeki söyleyiş edası çeşitliliği azalmış. Pulbiber dü. Okuyucuya direnç veren, onun zihnini açan, sağlam
Mahallesi’ndeki uzun şiirlerde yer yer monotonluğa dü- duruşu güçlendiren, yani şifa veren sözler bulunmuyor-
şüldüğü de olmuş, düz söyleyişe sırtını fazla vermek de. du Grapon Kâğıtları’nda; aksine alıştırıcı, donuklaştırıcı
Örn: Kaza Anılar. ve umutsuzluk doluydu bu kitaptaki şiirler. Yenilmişlik,
Pulbiber Mahallesi’ndeki şiirler uzun olmasına rağmen kendini olayların akışına ve acıya bırakış atmosferi kitaba
okuyucunun dikkati dağılmadan bitiyor; sıkıcı, uzatılmış, hâkimdi. Kısaca bir mücadelenin izi yoktu şiirlerde, daha
yapmacık, zorlama ve kasıntı değil. Sohbet, dertleşme, çok durum tespiti yaparak kendini avutma, durumdan
konuşma, sesleniş havası var şiirlerin genelinde. Oku- hoşnutsuzluk ve şikayet vardı. Bu olumsuzluklar Pulbiber
yucu, seslenen ve seslenilen kişi tüm şiirlerin çatısını Mahallesi’nde terk edilmiş gibi.
oluşturuyor. Anlatım ve söyleyiş, okuyucu duysun diye Didem Madak, özel bir dünyası ve dünyaya özel bir
yapılmış. Şiirlerdeki içtenlik, samimiyet, duygululuk ve bakışı olan şairlerden. 71’liler kuşağı içinde kendine has
sahicilik hissedilir şekilde ve ölçüde. Şairin şiir yazarkenki bir yere sahip, bireysel bir şair. Kendinden önceki ve son-
hali, yani psikolojisi de şiire dahil edilmiş. Şair şiirinden raki şairlerin şiirlerinden oldukça bağımsız bir şiiri var,
ve okuyucusundan kendini soyutlamamış. İmajlarla, ses- şiirlerinde bazı şairlerden sessel ve söyleyiş açısından et-
lerle şiir yazdığı söylenebilir Didem Madak’ın. Şiirlerinde kiler bulunsa da. İlk kitabındaki olumlu özelliklerin güç-
mutfak eşyası, yemek, sebze veya meyve isimlerini, roman lendirilmesi, olumsuzların ise “Ah”lar Ağacı’nda kısmen,
veya masal kahramanlarını, çocukluk yıllarına ait olayları Pulbiber Mahallesi’nde ise büyük ölçüde giderilmiş olması
kullanması, şiirini aşırı soyutluktan kurtarmış. Halktan Didem Madak’ın dördüncü şiir kitabını beklemek için ye-
insanların sözlerine ve diyaloglarına son kitabında daha ter sebeptir. n
sık rastlıyoruz.
Pulbiber Mahallesi’yle ilgili belli bir, başlayan, gelişen kitabiyat
ve biten hikaye kitapta yok. Kitaptaki şiirler tek tek veya Madak, Didem. (2007) Pulbiber Mahallesi, Metis y.
toplu olarak ele alındığında, bunlara ‘öyküsel şiirler’ de Madak, Didem. (2002) “Ah”lar Ağacı, Everest y.
denilemez. Başarılı ve etkili ‘öyküsel şiirler’ olan İsmet Madak, Didem. (2000) Grapon Kâğıtları, İnkilap y.
Özel’in Bir Yusuf Masalı veya Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Akyurt, Ali. (2007) “Çiçekli Perdeler Arasında: Didem Ma-
Yekta’sıyla karşılaştırıldığında görülecektir ki Pulbiber Ma- dak”, Fayrap, Sayı: 6, Ocak-Şubat.

You might also like