You are on page 1of 23

TÜRKiYE’DE

ERMENi
SORUNUN
TARiHÇESi
HAZIRLAYAN:

YELİZ ÖZ
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
İLETİŞİM FAKÜLTESİ
GAZETECİLİK BÖLÜMÜ
2’NCİ SINIF
101000120050101
***1915 neden önemli bir tarihtir? 1915'te yaşananların gerekçesi olarak gösterilen Tehcir
Kanunu nedir, amacı neydi, nasıl ve kimlere uygulandı? Tehcir kararı alındığı sırada Osmanlı
Devleti'nde hangi siyasal ve askeri koşullar hüküm sürüyordu? Tehcir edilenler nereye ve hangi
şartlarda gönderildi? Gönderilen insanların ne kadarı yerine ulaşabildi, ne kadarı yollarda öldü
veya öldürüldü? Tehcir ve sonrası hakkındaki temel görüş ayrılıkları neler?
Türkiye'de Ermeni sorunun tarihçesine bakarken, şüphesiz öncelikli olarak yanıt verilmesi
gereken sorular bunlardır. Tarih boyunca, bu sorulara yanıt aranmış ve konu birbirine zıt
görüşlerin açıklamalarıyla tartışılmıştır. Bu yazıyla, araştırmalarım doğrultusunda
incelemelerimi aktarmaya çalışacağım.

TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİNE GENEL BAKIŞ:


Asya ve Avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olan Türkiye, Karadeniz'i Akdeniz'e
bağlayan boğazları, Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu'daki doğal enerji kaynaklarının kesiştiği
noktadaki jeopolitik konumuyla bütün dünyanın dikkatini çekmektedir. Geçmişte Osmanlı
devleti, bugün de Türkiye, bu jeopolitik ve jeostratejik konumundan dolayı gücüne güç katmak
isteyen ülkelerin planlarına merkez olan bir alan olmuştur. Osmanlı devletini parçalayarak tarih
sahnesinden silmek isteyen sömürgeci devletler, bu entrikalarında yüzlerce yıldır Türklerle dostça
yaşayan Ermenileri sıkça kullanmışlardır.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de, Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar
sağlamaya çalışan ülkeler vardır. Bazı ülkelerde Türkleri ve Türkiye'yi sözde soykırımla suçlayan
anıtlar dikilmekte, bazı ülkelerde de soykırım iddiasını tanımaya yönelik kararlar parlamento
gündemlerine getirilmekte, hatta kimi ülke parlamentolarında kabul edilmektedir. 12 Ekim
2006'da Fransa Parlamentosu'nun Ermeni soykırım iddialarını inkar etmeyi suç sağlayan yasayı
kabul etmesi de bunun en açık örneğidir. Artık Fransa Parlamentosu, Sosyalist Parti'nin sunduğu
Ermeni soykırımı iddialarını inkar edenlere, hapis ve 45 bin Euro'ya kadar ağır para cezası
öngörüyor. Görülüyor ki bu önemli konu siyasetçilerin elinde çıkar aracı haline dönüştürülüyor.
Ve Türkiye açısından bakıldığında Ermeni sorununda gelinen noktada Avrupa Birliği üyeliğinin
neredeyse en baş koşulu olarak dayatılan “soykırımı tanıyın çağrısı”, Türkiye’yi bir açmazla karşı
karşıya getirdi. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik müzakereleri için tarih aldığı 17 Aralık
zirvesi, Ermeni sorununun gündemde uzunca bir süre kalacağını açıkça gösterdi. Gerçi zirvede
soykırımın tanınması bir şart olarak sunulmadı ama Fransa ve Hollanda gibi bazı üyeler,
müzakere sürecinde bu konuyu gündeme getireceklerini açıkça belirttiler. Bu dönemde, daha
önce hiçbir aday ülkeye böyle bir yaklaşım sergilemeyen Avrupa Birliği, Türkiye’ye ‘tarihiyle
yüzleşmesi’ni tavsiye etti. Bugün 1915’te soykırım yapıldığının Türkiye tarafından kabul
edilmesi gereği artık tavsiyeyi aşmış, dayatmaya dönmüş durumda. Bu yaşananlar karşısında
tepkiler giderek artıyor. Özellikle Fransa Parlamentosu’ndan geçen kararından ardından
Türkiye’nin dört bir yanında düzenlenen gösteriler, eylemler, açıklamalar tepkinin boyutunu
gözler önüne serdi.
Tarihte, "Ermenistan neresidir? Nerede başlar, nerede biter?" sorularına cevap vermek çok
güçtür. Ansiklopedik kaynaklarda; Erivan, Gökçegöl, Nahçıvan, Rumiye gölü kuzeyi ve Mako
bölgesine, yukarı memleket anlamına gelen "Armenia", bu yörelerde yaşayan halka ise "Ermeni"
denildiği yer almaktadır.
Ermeni tarihçilerin bir kısmı, M.Ö. altıncı yüzyılda Kuzey Suriye ve Kilikya Bölgesi'nde yaşayan
Hititlerden olduklarını, bir diğer kısmı ise Nuh'un oğullarından Hayk'a dayandıklarını iddia
etmektedir. Bunun yanında, Ermenistan denilen coğrafyada yerleşen ve bugün Ermeni diye
adlandırılan toplumun, bölgenin kesin olarak neresinde yaşadıkları, sayıları ve aynı yörede
ikamet eden diğer unsurlara kıyasla nüfus oranları bilinmemektedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin internet sitesinde yayınlanan belgelerde, 1960'lı yılların ikinci
yarısından itibaren, çeşitli ülkelerde yerleşik olan Ermeni grupların, Türkiye aleyhine başlattıkları
karalama kampanyaları ile varlığını hissettiren sözde Ermeni sorununun, 1973'den sonra "Kanlı
Ermeni Terörizmi"ne dönüştüğü belirtilmiştir.
Bu tarihten itibaren Türkiye'ye yönelik Ermeni faaliyetleri, "Dört T" planı çerçevesinde
uygulamaya konulmuştur. Bu plan, sözde Ermeni sorununun tüm dünyada Tanıtılması,
soykırımın Tanınması, Türkiye'den Tazminat alınması ve Toprak elde edilmesi aşamalarını
içermektedir. Türkiye'ye yönelik hedef gösterilen sözde Ermeni sorunun hangi türdeki çıkar
kavgaları ile ortaya atıldığını daha iyi anlayabilmek için konunun tarihsel gelişimi incelenmelidir.
1071'de (Malazgirt Savaşı’yla) Türk hakimiyetine giren Ermenileri, Bizans'ın zulmünden
kurtaran ve onlara insanca yaşama hakkını sunan, Selçuklu Türkleri olmuştur. Fatih Sultan
Mehmet döneminde ise, Ermenilere din ve vicdan hürriyeti verilmiş, Ermeni cemaati için dini ve
sosyal faaliyetlerini yönetmek üzere Ermeni patrikliği kurulmuştur. Ermeni patriğine, ruhani
reisleri azletme, dini ayinleri yasaklama, cemaatinden haraç toplama, nikah işlerini yürütme ve
hapis cezaları verme yetkileri verilmiştir.
Ermeniler, 19 uncu yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı idaresinde, Türk insanının hoşgörüsünden
de yararlanarak, adeta altın çağlarını yaşamışlardır. Askerlikten muaf tutulan ve kısmen vergi
muafiyeti tanınan Ermeniler, ticaret ve tarım ile idari mekanizmalarda önemli görevlere yükselme
fırsatını elde etmişlerdir. Rum isyanından sonra boşalan Osmanlı hariciyesine yerleştirilen
Ermenilere Osmanlı Devleti'ne hizmetlerinden dolayı "milleti sadıka" adı verilmiştir.
Bu nedenle 19 ncu yüzyılın son çeyreğine kadar Osmanlı Devletinin bir Ermeni sorunu olmadığı
gibi, Ermeni halkın da Türk yöneticileriyle halledemedikleri bir sorun kaynaklarda
görülmemektedir.
Ancak Osmanlı devletinin zayıflamaya başladığı dönemlerde, hemen her konuda Avrupa'nın
müdahalesi baş gösterince, Türk-Ermeni ilişkilerinde de bir bozulma başlamıştır. Böylece, çoğu
defa Türklerin zararlı çıktığı trajik olaylar başlamış, Doğu Anadolu'da başlatılan ve İstanbul'a
kadar yayılan isyan hareketlerinde binlerce Türk ve Ermeni hayatlarını kaybetmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ise Osmanlı askeri olarak düşmanlara karşı savaşan veya geri
hizmetlerde çalışan Ermenilere karşılık, Ermenilerin önemli bir kısmı düşman kuvvetlerinin
yanında Türklere karşı savaşmıştır. Cephe gerisinde de komitacı Ermeniler kadın, çocuk, yaşlı
ayrımı yapmaksızın katliamlara girişmişler, yüz binlerce Türk'ün hayatına kastederek Doğu
Anadolu'yu bir harabe haline çevirmişlerdir.
Anadolu dışında kurulan Hınçak, Taşnak, Ramgavar, Hınçak İhtilal Komitesi, Silahlılar Cemiyeti,
Ermenistan'a Doğru Cemiyeti, Genç Ermenistan Cemiyeti, İttihat ve Halas Cemiyeti ve Karahaç
Cemiyeti gibi örgütler, halkı silahlı ayaklanmaya sevk etmişlerdir. Osmanlı Devleti, Birinci
Dünya Savaşı içinde, Ermeni isyanının yoğun olduğu Doğu Anadolu'da, bir yandan cephede Rus
ordularıyla ve Rusların yanında yer almış olan Ermeni kuvvetleriyle savaşmak zorunda kalmıştı.
Diğer yandan da cephe gerisinde Türkleri katleden, Türk köy ve kasabalarını yakıp yıkan,
ordunun tesislerine ve konvoylarına saldıran Ermeni çeteleri ile mücadele etmek zorunda
kalmıştır.
ERMENİ SORUNU VE SORUNUN ORTAYA ÇIKIŞI:

Osmanlı Devleti zayıflamaya başlayıp, hemen her konuda Avrupa'nın müdahalesine maruz
kalınca, Türk - Ermeni ilişkilerinde de bir bozulma devri başlamıştır. Batılı ülkeler Osmanlı
Devleti'ni bölerek bölgesel çıkarlarına ulaşabilmek için Ermenileri Türk toplumundan koparmayı
hedeflemişlerdir. Özellikle Avrupa'nın bazı büyük devletleri "ıslahat" adı altında bir yandan
Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışırken, bir yandan da Ermenileri, Osmanlı yönetimine karşı
teşkilatlandırmışlardır. Böylece ülke içinde ve dışında teşkilatlanan ve silahlanan Ermeni
komiteleri ile Ermeni Kiliseleri'nin kışkırtıcı faaliyetleri sonucunda, Ermeni toplumu yavaş yavaş
Türklerden uzaklaşmaya başlamıştır.
Islahat Fermanı ile Müslümanlar ve Gayri Müslimler eşit statüye getirilince ayrıcalıklarını
kaybeden Ermeniler, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda, Rusya'dan "işgal ettiği Doğu
Anadolu topraklarından çekilmemesini, bölgeye özerklik verilmesini veya Ermeniler lehine
ıslahat yapılmasını" talep etmişlerdir. Bu isteklerle birlikte Ermeni sorunu ilk kez ortaya çıkmaya
ve uluslararası bir şekil almaya başlamıştır.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın ardından imzalanan Ayastefanos Anlaşması'nın Osmanlı
Devleti'nce kabullenilmek zorunda kalınan 16. maddesi şöyledir:
"Ermenistan'dan Rusya askerinin istilası altında bulunup Osmanlı Devleti'ne verilmesi
gereken yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane ilişkilerinde zararlı
karışıklıklara yol açabileceğinden, Osmanlı Devleti Ermenilerin barındığı eyaletlerde
mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve
Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder".
Anlaşmanın bu maddesi bağımsızlık kazanmak isteyen Ermenileri tam anlamıyla tatmin etmemiş
olsa dahi "Ermeni Sorunu"nun tarihte ilk kez bir uluslararası belgeye yansıması ve
"Ermenistan" diye bir bölgenin varlığından söz edilmesi yönünden büyük önem taşımaktadır.
1878 yılında toplanan Berlin Kongresi sonucunda imzalanan Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi
de Ayastefanos Anlaşması'nın 16. maddesi yerine şu hükmü getirmiştir:
"Osmanlı Hükümeti, halkı Ermeni olan eyaletlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği
ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti
etmeyi taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildireceğinden, bu
devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir".
Berlin Antlaşması'nın bu hükmü ile Türk-Ermeni ilişkilerine yabancı güçlerin müdahale
edebilmesi hakkı tanınmıştı.
Böylece Ermeniler, Ruslar ve İngilizler tarafından kullanılmaya başlanmış ve İngiltere'nin elinde
Rus yayılmacılığına karşı bir ileri güç görevi görmüşlerdir. Birçok kaynakta yer alan "İngiltere
ve Rusya tarafından tarih sahnesine sunulan Ermeni Sorunu, aslında emperyalizmin
Osmanlı Devleti'ni yıkma ve paylaşma politikasının bir uzantısıdır" ifadesi de sorunun en
açık ifadesidir.
Alpay Kabacalı tarafından hazırlanan Talat Paşa'nın Anıları kitabında, Ermeniler'in Balkan
Savaşı patlayıncaya kadar, genel bir isyana kalkışmadıkları belirtilmiştir. Ermeniler bu dönemde
bütün faaliyetlerini örgütlenmelerinin tamamlanmasıyla sınırlı bırakmıştı.
23 Ocak 1913'te Babıali Baskını'yla iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki yönetimi, Balkan
bozgununun acısını hiç değilse bir miktar hafifletmek için birtakım askeri tedbirler almıştır.
Almanlar safında yeni bir savaşa girmenin kaybedilen toprakları geri kazandırmasa bile, Turan
hayallerini gerçekleştirmeye yardım edeceğini düşünen Enver Paşa, Osmanlı Devleti 20 Temmuz
1914'te tarafsızlığını ilan ettiği halde, savaşa girmenin yollarını aradı. 10 Ağustos'ta Almanya'yla
gizli bir anlaşma yapmış konu, İngiliz gemilerinin önünden kaçan Goeben ve Breslau adlı iki
Alman zırhlısının Çanakkkale'den Türk karasularına girmesiyle sonuçlanmıştı. İtilaf
Devletleri'nin protestanları karşısında ise bu iki zırhlının Osmanlı Devleti tarafından satın alındığı
ilan edilerek, Yavuz ve Midilli adları verilen gemiler donanma saflarına katıldı. Tam da o
sıralarda donanma komutanlığına getirilen Amiral Souchon, Enver Paşa'dan aldığı yazılı izne
dayanarak Türk bayrağı çekilen Yavuz ve Midilli'nin de aralarında bulunduğu Osmanlı
donanmasıyla Karadeniz'e açılıp Rus gemilerini batırarak başta Sivastopol olmak üzere muhtelif
Rus limanlarını bombalamakta gecikmeyecekti. Bunun üzerine Ruslar 2 Kasım 1914'te Osmanlı
Devleti'ne savaş ilan edecek, İngilizler de 3 Kasım'da Çanakkale'yi topa tutacaklardı.
Balkan bozgununun yorgunluğunu ve moral bozukluğunu üzerinden atamayan Osmanlı ordusu,
üç cephede birden yeniden savaşa girmişti. Çanakkale'de 1. ve 2. Ordu, Kafkaslarda 3. Ordu,
Suriye ve Filistin cephesinde ise 4. ordu görev yapıyordu. Ermeni meselesi, 3. Ordu'nun görev
alanında kalıyordu. Balkanlar'daki milliyetçilik hareketlerine paralel bir biçimde, Osmanlı
tarafından "millet/i sadıka" (sadık millet) olarak tanımlanan Ermeniler'in milliyetçi unsurları,
bağımsız bir Ermenistan kurma arzusuyla öteden beri örgütleniyorlardı. Özellikle "93 harbi"
olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı sırasında Doğu Anadolu'da giderek güçlenen
Ermeni çeteleri, Ruslar'la işbirliği yaparak büyük hayal kırıklığına sebep olmuşlar, daha sonra da
Sultan 2. Abdülhamit'e suikast teşebbüsüne kadar uzanan isyanlar, söz konusu hayal kırıklığını
beslemişti.
İşte 1914 yılında Ruslarla yeniden savaşa giren 3. Ordu'nun en büyük sorunu, cephe gerisinin
güvenliğini ve lojistik desteğin sürdürülebilmesiydi. Daha önce, 2. Abdülhamit tarafından Kürt
aşiret reislerine kurdurulan "Hamidiye Alayları"nın bölgede yarattığı terör, Müslüman halk ile
Ermeniler arasında gerginliği iyice artırmış, Ermeni çetelerinin isyanları ise yaşananları
körüklemişti. Çetelerin kışkırttığı sivil halkın birbirine girmesi için bir kıvılcım yeterliydi ve bu
kıvılcım da, Rus'larla başlayan savaştı. Üstelik o sırada, Osmanlı ordusunda pekçok Ermeni silah
altında bulunuyordu. Enver Paşa, ilk önce bu Ermeni askerlerin silahsızlandırılması emrini verdi.
18 Mart'taki Çanakkale Savaşı'ndan kısa bir süre sonra, Ermeni örgütlerinin 15 Nisan'da Van'da
başlattıkları isyan üzerine İttihatçı yönetim yeni tedbirler alma yolunu tuttu.
24 NİSAN 1915:

Rus ve İngiliz kışkırtmaları sonucunda meydana gelen isyan ve katliamlar karşısında Osmanlı
hükümeti, herhangi bir önleme başvurmadan önce Ermeni Patriği, Ermeni milletvekilleri ve
Ermeni cemaatinin ileri gelenlerine "Ermenilerin Müslümanları arkadan vurmaya ve
katletmeye devam etmeleri halinde gerekli önlemleri alacağını" bildirdi. Ancak, olaylar
durmak yerine giderek yoğunlaşınca, ordunun bir çok cephede savaş halinde bulunması nedeniyle
cephe gerisinin emniyete alınması ihtiyacı doğmuştur. Bu maksatla, 24 Nisan 1915 tarihinde
Ermeni Komiteleri kapatılarak, yöneticilerinden 2345 kişi devlet aleyhine faaliyette bulunmak
suçundan tutuklanmıştır. Kamuran Gürün'ün Ermeni Dosyası adıyla yayımlanan kitabında,
Osmanlı Hükümeti'nin bu kararı üzerine hareket geçen Eçmiyazin Katalikosu Kevork, ABD
Cumhurbaşkanı'na gönderdiği telgraf yer almaktadır. Telgrafta şu sözler yer verilmiştir:
"Sayın Başkan, Türk Ermenistanı'ndan aldığımız son haberlere göre, orada katliam
başlamış ve organize bir tedhiş Ermeni halkının mevcudiyetini tehlikeye sokmuştur. Bu
nazik anda Ekselanslarının ve büyük Amerikan Milletinin asil hislerine hitap ediyor,
insaniyet ve Hıristiyanlık inancı adına, büyük Cumhuriyetinizin diplomatik temsilcilikleri
vasıtasıyla derhal müdahale ederek, Türk fanatizminin şiddetine terkedilmiş Türkiye'deki
halkımın korunmasını rica ediyorum."
Başpiskopos Kevork'un telgrafını, Rusya'nın Washington Büyükelçisi'nin ABD'deki temasları
izlemiştir. Bütün olup biten, yasadışı Ermeni komitelerinin kapatılması ve elebaşlarının
tutuklanması olmasına rağmen, olayı bir "katliam" gibi göstermeye çalışan Ermeniler, başta
ABD ve Rusya olmak üzere, çeşitli sömürgeci devletleri kendi saflarına çekmeye çalışmışlardır.
Diaspora Ermenilerinin her yıl sözde "Ermeni soykırımının yıldönümü" diye andıkları 24
Nisan, devlet aleyhine faaliyette bulunan ve masum insanları katleden 2345 komitecinin
tutuklandığı tarihtir. Sözde soykırım iddialarına temel oluşturan bu iddia tehcir yani yer
değiştirme uygulamasıyla bile ilgili değildir.
TEHCİR (YER DEĞİŞTİRME):

Doğu Anadolu'daki Ermeni isyanları gün geçtikçe artıyordu. Başkumandan vekili Enver Paşa,
İçişleri Bakanı Talat Paşa'ya 2 Mayıs 1915'te bir telgraf çekerek, bölgede yaşayan Ermenilerin ya
Rus ordularının üzerine ya da Anadolu'nun muhtelif bölgelerine doğru sürülmesini talep etmişti.
Enver Paşa'nın telgrafının son satırları ise belli bir düşüncenin yürürlüğe konduğunu gösteren
işaretler açısından hayli dikkat çekiciydi.
"Bir mahzur yoksa, isyancıların ailelerini ve isyan bölgesi halkını sınırlarımız dışına
göndermeyi ve onların yerine sınırlarımız içine dışarıdan gelen Müslüman halkın
yerleştirilmesini tercih ederim."
Aslında daha kanun çıkmadan Ermeniler tehcir edilmeye başlanmıştı. Padişah Mehmet Reşat
imzalı ve 27 Mayıs 1915 tarihli tehcir kanunu sadece bunu resmi hale getiriyordu. Ermeni halk,
kıymetli eşyalarını yanlarına alabilecekler, geride kalan mülkleri ise mahalli yönetimler
tarafından satıldıktan sonra parası kendilerine ulaştırılacaktı. Devlet, sürgün güzergahındaki
güvenliği sağlamakla kalmayıp beslenme ve sağlık gibi temel ihtiyaçları da karşılayacaktı. Ne var
ki, kimi yerlerde Teşlikat-ı Mahsusa bünyesinde bulunan Topal Osman gibi çete reislerinin
kafilelerin güvenliğini sağlamakla görevlendirilmeleri, yaklaşan sıkıntıların da habercisi gibiydi.
Ermeni kafilelerin yanlarında başta altın olmak üzere değerli eşyalar taşıdıkları dedikodusu ise
yağmacıların iştahlarını kabartan ana unsurdu.
Talat Paşa, yıllar sonra yayımlanan hatıralarında tehciri şu sözlerle anlatmıştı:
"Ermenilerin göç ettirilmesi (tehciri)" hakkında bir kanun hazırlanarak, nazırlar kuruluna
sunuldu. Ben bu kanunun tamamıyla uygulanmasına karşıydım. Jandarmalar tamamen,
polisler ise kısmen ordu hizmetine alınmış ve yerlerine milisler konulmuştu. Göçün bu
yollarla yapılması durumunda çok çirkin sonuçlar elde edileceğini biliyordum. Dolayısıyla
geleceği düşünerek, bu kanunun uygulanmamasında ısrar ettim ve yürürlüğe girmesini
geciktirmeyi de başardım.
Bir süre sonra Van, Ruslar -daha doğrusu Ermeni gönüllü çeteleri- tarafından işgal edildi.
Bu çetelerin, Taşnak Komitesi'nin Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda da üye bulunan iki reisi,
Pastırmacıyan ve Papazyan'ın buyruğu altında oldukları sonradan öğrenildi. Canlarını
kurtarmayı başaran bazı kimselerin verdikleri ifadeden, Van'ın işgali sırasında kaçamamış
Müslüman halkın öldürüldükleri, kadınların namuslarıyla oynandığı ve birçok evli
kadınlarla kızların evlerde toplattırılarak, bu evlere genelev gözüyle bakıldığı anlaşılıyor.
Van'dan kaçan binlerce kadın, erkek ve çocuktan oluşan silahları bulunmayan halk üzerine
Ermeniler tarafından makineli tüfek ateşi açılmıştır. Van'daki bu olayları, içteki öteki
başkaldırma olayları izlemiştir. Kıtalarına katılmak üzere gönderilen bazı münferit askeri
birliklerin, bu çeteler tarafından öldürüldüğü anlaşılmıştır. Kumandanların genel
karargaha gönderdikleri rapordan anlaşıldığına göre, Müslümanlara karşı şehir, köy ve
yollarda yapılan kıyım ve saldırılar, Rus cephesindeki o çevre halkından oluşan askerler
üzerinde çok kötü etkiler bırakmıştır. Ordu, göç ettirme kanununun uygulanmasında
yeniden ısrar etti. Ben yine karşı çıktım. Birçok acı durumlar bana göstermişti ki,
Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları zulümler Avrupa'da büyük bir hoşgörüyle, sessiz
karşılandığı halde, Müslümanların en ufak bir hareketi gereğinden fazla büyütülüyordu.
Bu bakımdan Rusların bu savaşta Ermenilerin yanı başında bulunması yüzünden çıkacak
olan düzensizliklerin bize karşı kötüye kullanılacağını önceden biliyordum. Bu görüşmeler
sırasında meslektaşlarımdan bazıları beni duygusuzluk ve vatana bağlı olmamakla
suçlayacak kadar ileri gitti. Gerçi ordu, son derece tehlikeli bir durumda bulunuyordu.
Ordunun bu konuda bir kanun çıkmadan önce gereken tedbirleri alması imkanı vardı. Bu
bakımdan kanunu daha fazla uzatmakta yarar yoktu. Bu kanun ordu ve kolordu
komutanlarına, isyan eden halkı tek tek ya da topluca başka bölgelere gönderme yetkisini
veriyordu. Savaş yüzünden ülkenin her yanında sıkı yönetim ilan edilmiş olduğundan, sivil
yönetim de askeri kuvvetin elinde bulunuyordu. Göç uygulamasına önce Erzurum'dan
başlandı. Erzurum Valisi Tahsin Bey, Dahiliye Nezareti'ne Ermenilerin gönderilmeleri
sırasında Kürtlerin saldırısına uğradıklarını bildirdi. Valiyi telgraf başına çağırarak,
yardım için orduya başvurmasını ve saldıranların da şiddetle cezalandırılmasını emrettim.
Nitekim ordu komutanlığı bir tabur asker gönderdi ve ele geçirilebilenler kurşuna dizilerek
cezalandırıldılar.
Göç ettirilme sırasında Karahisar ve Urfa'da isyan çıkmıştı. İsyan hareketleri önce
Zeytun'da başlamıştır. Seferberliğin ilanından sonra Ermeniler açıkça isyana başlamış,
vergilerini ödemekten kaçınmış ve asker toplanması konusunda verilen emirlere karşı
çıkmışlardır. Askerlik görevlerini yapmak üzere askerlik şubelerine giden Müslümanlara
sokakta saldırılmış, bunlar soyulmuş ve öldürülmüştür. Zeytun halkı, subay ve
komutanların emri altında bir milis oluşturmuştu; böylelikle "Zeytun İhtilalci Alayı" adı
altında kentlerini savunmak istiyorlardı. Tabii bu imkanı bulamadıklarından Mavzer ve
Martin silahlarıyla dağa çıkmışlar ve Müslüman köylerine saldırmaya ve askeri nakliyata
engel çıkarmaya başlamışlardır."
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA ERMENİ SORUNU:

Ermeni sorununu incelerken, Dr. Rifat Uçarol tarafından hazırlanan Siyasi Tarih kitabına da göz
atalım. Osmanlı Devleti'ni Birinci Dünya Savaşı içerisinde en çok meşgul eden konulardan
birisinin de, 19'uncu yüzyılın sonlarından itibaren gelişerek süren ve daha önceki konularda
başlangıcı ile sonrası belirtilen Ermeni Sorunu olduğu belirtilen kitapta sorunun savaşa yansıması
açıklanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında Üçlü İttifak ve İtilaf blokuna dahil, yani dost veya düşman
olsun, büyük devletlerin herbirinin Osmanlı Devleti'nden istekleri vardı. Bu devletler savaş
içerisinde kendi çıkarlarını korumak, geliştirmek amacındaydılar ve bunun için de Ermenileri bir
araç olarak kullanmaya devam etmek istiyorlardı.
Ermeniler de, Osmanlı Devleti daha savaşa girmeden önce, komitaları ve başta patrikhaneleri
olmak üzere, hükümetin savaşa girmesi halinde alacakları durumu kararlaştırmak için bağımsız
bir toplummuş gibi toplantılar düzenlemeye başlamışlardı.
Nitekim; Galata'daki Büyük Ermeni Merkez Okulu'nda, Patrikhane'nin görevlendirdiği bir rahip
başkanlığında bir kurul, "Birleşmiş Milli Ermeni Kongresi" adı altında toplantı yapmıştır. Bu
toplantıda, görünüşte, Osmanlı Hükümeti'ne sadık kalmak, aslında ise el altından ve gizlice bütün
güçleriyle Türklere karşı hazırlanma kararı alınmıştı. Aynı şekilde, Haziran 1914'te Erzurum'da
Taşnaksutyun Kongresi toplanmış ve iki hafta süren çalışmalardan sonra, Osmanlı Hükümeti'ne
karşı şiddetle mücadeleye girişmeye karar verilmişti ve bunlar açıkça yapılmıştı.
Ermeniler yurt içerisinde bu gibi çalışmaları ve hazırlıkları sürdürürken, yurt dışında da benzer
girişimleri yürütmekteydiler. Bunlardan Marsilya'da yaşayan Türk Ermenileri, 5 Ağustos 1914'te
büyük bir toplantı yaparak, bunun sonunda bir bildiri yayınlamışlar, bunda Ermenilerin Osmanlı
ordusunda hizmet yapmamaları ve Fransa ile müttefiklerinin ordularına gönüllü yazılmaları
istenmiştir.
İşte, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yurt içinde ve dışında Ermenilerin, büyük devletlerin
kışkırtmalarıyla da, düşünce ve girişimleri, tamamen Türklerin aleyhine bir gelişme içerisindeydi.
Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesiyle de, bu düşüncelerini uygulamaya koydular. Savaşın ilk
anlarında en çok ilişkide oldukları devlet de Rusya idi.
Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ve Osmanlı Devleti'nin de savaşa girmesiyle birlikte Ermeni
komitaları, ülke çapında Türklere karşı sistemli şekilde harekete geçmişlerdir. Komitacıların
savaş içinde yapmayı planladıkları eylemler şu şekilde özetlenebilir:
1-Askere alınan Ermenilerin teker teker veya toplu bir halde, silahlarıyla birlikte ordudan
kaçmaları ve Rus ordusuna katılmaları,
2-Yurt içinde, karışıklık yaratmak suretiyle Türk askerlerini; köylerini ve ailelerini korumak
amacıyla memleketlerine dönmeye zorlamak, propagandalarla Türk askerlerinin morallerini
bozmak,
3-Seferberlik, askeri ulaştırma düzenini bozmak, asker, erzak ve mühimmat ulaşımını aksatmak
veya kesmek,
4-Rus Silahlı Kuvvetleri, sınırı geçer geçmez silahlı bir ayaklanmayla Türk ordusunu iki ateş
arasında bırakmak,
5-Boşaltacakları köylerde, kiliselerini, evlerini, yiyeceklerini yakmak, yangınlar çıkarmak
suretiyle Türklere bir şey bırakmamak ve yabancı devletlerce zulüm görmüş kimseler olarak
tanınmak,
6-Kendilerine dost devletler hesabına casusluk yapmak.
Nitekim bu genel çerçeve içerisinde Osmanlı Devleti'nin seferberlik ilan etmesinden hemen sonra
17 Ağustos 1914'te ilk Ermeni isyani yine Zeytun'da çıktı. Bundan sonra da özellikle savaşa
girilmesiyle isyan hareketleri yaygınlaştı ve silah altındaki Ermeni askerler, tek tek veya toplu
olarak hemen ordudan kaçmaya başladılar. Silahlarıyla birlikte kaçan bu Ermeniler, köylerde
eşkiyalık yapmaya, güvenlik kuvvetlerine ateş açmaya, çeteler ve Ruslar ile işbirliğine giriştiler.
Bu da öncelikle Doğu Anadolu'da Ermenilerin yol açtığı önemil olay ve gelişmelere neden oldu.
Özellikle yabancı ülkelerde yetişerek Anadolu'ya gelen Ermeni komitacıları kendilerine
katılanlarla birlikte, bu bölgeyi ateş içinde bıraktılar. Bölgede askeri birlikler ve sivil Türk halkı
için güvenlik kalmadı.
Ortamın bu şekilde geldiği sırada Ermeniler, daha önce de belirtildiği gibi, Van'da isyan
hareketini başlattılar. Rus subayları tarafından eğitilmiş olan çok sayıda Ermeni gönüllü taburları
ve çeteleri, 15 Nisan 1915'te Van'ı kuşattılar. Bunun üzerine Van'ın Türk halkı Bitlis yönüne göç
etmeye başladı. Bunların birçoğu yollarda Ermeniler tarafından öldürüldü. Sonuç olarak savunma
yapan çok az sayıdaki Türk askerinin kenti boşaltmak zorunda kalması üzerine, Ermeniler, 15
Mayıs 1915'te Van'ı işgal ettiler. Sonra da Ruslara teslim ettiler.
Kısaca özetlenen Doğu Anadolu'daki bu olaylar sürerken Anadolu'nun diğer bölgelerinde de
örnek olarak adana, Urfa, Antakya, Erzurum, Bursa, Sivas ve daha başka yerlerde benzer önemli
olaylar meydana gelmekteydi.
Bu sıralarda ise Osmanlı Devleti, bütün şiddetiyle süren savaşta Yemen'den Galiçya'ya kadar çok
geniş bir alan içerisinde ve çeşitli cephelerde dünyanın en büyük devletlerine karşı kendisini
savunmak için, çarpışmaktaydı.
İşte Osmanlı hükümeti, Nisan 1915'te başlayan Van İsyanı'na kadar daha önce çeşitli yerlerde
ortaya çıkan isyan hareketlerini, sınırlı önlemlerle büyümeden yerinde sonuçlandırmayı ve her
tarafta isyanlara karşı savunma durumunda kalmayı esas almıştı. Ancak Osmanlı Devleti, değişik
cephelerde üstün düşman kuvvetleriyle büyük güçlükler içerisinde savaşırken, ülke içerisinde
Ermenilerin çıkardıkları isyan ve diğer hareketlerin yaygın hal alması, bunların devletin varlığını
bütünüyle içten de tehdit etmeye başlamasıyla, çok zor duruma düşmesi üzerine, ilk defa bazı
genel önlemler almak gereğini duymuştur.
Nitekim İçişleri Bakanlığı ilk olarak 24 Nisan 1915'te yaptığı çeşitli uyarılara uymayan,
Anadolu'daki olaylara ve gittikçe büyüyen tehlikelere neden olan Ermeni komita merkezlerinin
kapatılmasına, belgelerine el konmasına ve komita elebaşlarının tutuklanmasına karar vermiştir.
Bu karar üzerine İstanbul'da oturan ve isyan hareketlerine katılmaktan sanık 77 bin 735
Ermeniden, sadece 2 bin 345 kişi tutuklanmıştır. Bundan iki gün sonra da 26 nisan 1915'te
Başkomutanlık birliklere şu emri göndermiştir:
"Hınçak ve Taşnak gibi komitelerin İstanbul merkez ve taşra şubelerinin kapatılması, evrakına el
konulması, silah aranması ve komite elebaşlarının askeri mahkemelere verilmeleri ve suçluların
cezalandırılmaları."
Daha önce belirtildiği gibi Ermenilerin birçok ilde, özellikle Doğu Anadolu'daki ayaklanmaları ve
diğer hareketleri, ülkenin varlığı ve geleceği yönünden birçok tehlike olmaya başlamıştı. Cephe
gerisinde beliren bu tehlikeyi önlemek için tek çare, ancak o bölgedeki bozguncu Ermenileri
zararı dokunmayacak bir bölgeye göndermekle sağlanabilirdi. Bu nedenle isyan çıkan
bölgelerdeki Ermenilerin hükümet tarafından belirlenen yerlere gönderilmesine karar verilmiştir.
Ermenilerin göç ettirilmesi sırasında Osmanlı Hükümeti, göçmenlere her türlü yardımı yapmış ve
ilgiyi göstermiştir. Bu arada Ermeniler bazı kayıplara uğramışlardır. Ancak Ermenilerin
çıkardıkları olaylar ile onların Türkleri göçe zorunlu bırakan hareketleri sırasında ölen Türklerin
sayısı ise Ermenilerden çok fazla olmuştur.
Bütün bunlarla beraber, daha Birinci Dünya Savaşı Sürerken Ermenilerin yer değiştirme işlemi
ile katliam iddiaları, Avrupa'da hemen savaş propagandası olarak kullanılmaya başlanmıştır.
İtilaf Devletleri özellikle Birinci Dünya Savaşı'nın başlarından itibaren Ermenilere çok büyük
yardımlar yaparak gönüllülerini silahlandırarak, bunların çıkaracakları isyanlarla Osmanlı
Devleti'ni içten yıkacaklarını ummuşlar, ancak bu gerçekleşmemiştir. Bunun üzerine de
Ermenilerin yer değiştirme konusunu ileri sürerek, Osmanlı Devleti aleyhine harekete
geçmişlerdir. Nitekim İngiltere, Fransa ve Rusya, 6 Haziran 1915 tarihli bir nota ile olaylardan
dolayı Osmanlı Hükümeti'ni sorumlu tutacaklarını bildirmişlerdir. Ancak savaş halinde
bulundukları için Osmanlı Devleti'ne birşey yapmamışlardır.
Ne var ki, Osmanlı Devleti, savaşta yenilgiyi kabul edip 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkesi'ni
imzalayınca, yeni Osmanlı Hükümeti ve İtilaf Devletleri, Ermeni konusunda suçlu avına
çıkmışlardır. İtilaf Devletleri'nin amaçları bu konuyu bahane ederek, Türkiye'ye çıkarları
doğrultusunda müdahale ve baskı yapabilmekti. Nitekim bundan sonra daha önce aralarında
imzaladıkları gizli anlaşmalara göre, OSmanlı Devleti'ni parçalayıp bölüşmeye kalkışmışlardır.
Böylece Ermeni Sorunu Birinci Dünya Savaşı içerisinde ve sonrasında, Osmanlı Devleti'nin en
önemli iç ve dış konularından birisi olmuş ve büyük devletlerin çıkarlarının aracı olmakta devam
etmiştir.
SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI İDDİASI:

26 Şubat 1921 tarihinde Türk Milli Mücadelesinin Önderi Mustafa Kemal Paşa, "11 Public
Ledger" (Philadelphia) muhabirine şunları söylemiştir:
"Rus Ordusu, 1915’te bize karşı büyük taarruzunu başlattığı bir sırada o zaman Çarlığın
hizmetinde bulunan Taşnak Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni
ahalisini isyan ettirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye
mecbur kaldığımız için kendimizi daima iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk. İkmal ve
yaralı konvoylarımız acımasız şekilde katlediliyor, gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip
ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürdürülüyordu. Cinayetleri işleten ve saflarına
eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini, bazı
küçük devletlerin daha sulh zamanından beri kendilerine kapitülasyonların bahşettiği
dokunulmazlıklardan bilistifade ve bu maksada matuf olarak büyük stoklar husule
getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinden yapıyorlardı."
24 Nisan 1915'de Ermeni Komiteleri kapatılmış ve yöneticilerinden 235 kişi, "devlet aleyhine
faaliyette bulunmak" suçundan tutuklanmıştır. Ermenilerin her yıl "sözde soykırım anma günü"
olarak andıkları 24 Nisan, bu tarih olup tehcirle alakalı değildir.
Komitelerin kapatılması, elebaşlarının ve bazı teröristlerin tutuklanması, olayları yatıştıracağına
daha da şiddetlendirmiştir. Osmanlı Hükümeti son insani çare olarak; savaş bölgelerindeki halk
ile Osmanlı Devleti'ne karşı casusluk ve hıyanetleri görülenlerin, savaş alanlarından uzak yerlere
"sevk ve iskanı" için 27 Mayıs 1915'de "Tehcir Kanunu"nu çıkarmıştır.
1914 yılı resmi verilerine göre Osmanlı Devleti'nde 1.234.671 Ermeni nüfusu bulunmaktadır. Bu
sayı Ermeni Patrikhanesi'ne göre 2.5 milyon, Lozan Konferansı Ermeni Heyeti'ne göre 2.2
milyon, Fransız Sarı Kitabı'na göre 1.5 milyon, Britannica'ya göre 1.5 milyon ve İngiliz yıllığına
göre 1 milyon olarak belirtilmektedir. Birçok yazılı kaynağa göre, Katolik ve Protestan
Ermenilerin tehcir edilmediği de yer almaktadır.
ABD'li Ermeni profesör Hovannisian, 1982 yılında Münih'te yapılmış olan "Dünya Ermenilerinin
Problemleri Kongresi'nde bu gerçeği, "Ermeni soykırımı ispatlanamamıştır. Soykırım hukuken
geçersizdir ve zaten zaman aşımına da uğramıştır." şeklinde dile getirmiştir.
ABD'li Prof. Bernard Lewis ve Prof. Stanford Shaw da, sözde Ermeni soykırımının gerçek
olmadığı konusundaki tezleri nedeniyle, Ermenilerin yoğun tepkisine maruz kalmıştır. Soykırım
iddiası ile ilgili olarak Bernard Lewis, 1993 yılında "Le Monde" gazetesinde yayımlanan
makalesinde şöyle yazmıştır: "Osmanlı Hükümeti'nin Ermeni ulusuna karşı kitlesel imhayı
öngören bir planı olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur. Türklerin "tehcire" (Ermeni halkın
savaş alanından alınarak başka yerlere gönderilmesi) başvurmalarının meşru nedenleri vardır.
Çünkü Ermeniler, Osmanlı topraklarını işgal eden Rusya ile ittifak halinde Türklere karşı
çarpışıyorlardı". Yine Dr. Karekin Pastırmacıyan'ın "Anadolu-yı Şarki Şimendifer Meselesi" adlı
kitabında, Erzurum çevresinde yaşayan 15.000 civarındaki Ermeni'nin kendi isteğiyle Türkiye'yi
terk ettiği, Ermenilere Türkler tarafından baskı yapılmadığı ve soykırım gibi bir muamelenin
olmadığı yer almaktadır.
SOYKIRIM NEDİR?

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu dünyada soykırım suçunu önlemek ve cezalandırmak için
1948'de kabul ettiği Soykırım Sözleşmesinde, Soykırım; “bir milli, etnik, ırki veya dini grubu,
grup niteliğiyle, kısmen veya tümüyle, yok etmek kastıyla;
a. Grubun mensuplarını katletmek,
b. Grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zarar vermek,
c. Grubun maddi varlığının kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına
kasten tabi tutmak,
d. Grup içinde doğumları önlemek amacıyla önlemler dayatmak,
e. Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek” olarak tanımlanmıştır.
Türkiye bu sözleşmeye 1950 yılında taraf olmuştur.
Bugün resmi/hukuki olarak; II nci Dünya Savaşı boyunca Nazilerin Yahudilere ve diğer etnik
gruplara karşı giriştikleri kitlesel kıyım ve Srebrenitsa (Bosna) da Sırp milliyetçileri tarafından
Boşnaklara yapılan katliam, soykırım kapsamında kabul edilmektedir.
Soykırım suçu, gerçek anlamda yukarıda örneklenmiş olan olaylarda işlenmiştir. Ermenilerin
iddia ettiğinin aksine, 1915 yılında Doğu Anadolu bölgesindeki Ermenilere yönelik uygulama,
sadece güvenliğin sağlanması amacıyla imparatorluk içinde başka bir bölgeye göç ettirme olup
soykırım değildir.
Ermenilerin Doğu Anadolu'da savaş ve tehcir sırasında kayıplar verdikleri doğrudur. Ancak Doğu
Anadolu'da yaşanan savaş ve isyanlar nedeniyle asayişin sağlıklı olarak sağlanamaması, araç,
yakıt, gıda, ilaç yetersizliği, ağır iklim şartları ile tifüs gibi salgın hastalıkların yol açtığı tahribat
sonucu ölümler de meydana gelmiştir.

NE SÖYLENİLEBİLİR? :

Ermenilerin Türklere karşı silahlı terör metodolojisini kullanmaya başlamaları, Türkiye açısından
Ermeni sorununa önemli bir boyut kazandırmıştır. Özellikle Türk devlet adamlarına yöneltilen bu
terörist strateji ilk defa 1905'te II. Abdülhamit'e yapılan bombalı saldırı ile başlamıştır. 1965
yılına kadar devam eden sakin bir dönemden sonra, Ermeni lobisinin desteğiyle terör hareketleri
birdenbire tekrar ortaya çıkarılmıştır. Basın ve yayın faaliyetleri programlı olarak uygulamaya
konulmuştur. Ermeni terörü, yurt dışındaki Türk görevlilerine, temsilciliklerine ve kuruluşlarına
yönelik silahlı saldırılar şeklinde kısa zamanda hızlı bir tırmanış göstererek yoğunluk
kazanmıştır. 1973 yılından 1994 yılına kadar 36 devlet görevlisi öldürülmüştür.
Ermeni terör örgütlerinin müşterek amacı; her fırsattan yararlanarak Türkiye'yi istikrarsızlığa
sürüklemek ve sözde işgal altındaki Ermeni topraklarını kurtararak, "bağımsız bir Ermenistan"
kurmaktı.
Ermenistan, bağımsızlığını elde etmesini takiben, bağımsızlığını kazanmadan önceki yayılmacı
politikasını uygulamaya koyarak Dağlık Karabağ üzerinde iddia ettiği haklarını gerçekleştirmeye
çalışmaktadır. Türkiye, Ermenistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan devletlerdendir. Buna rağmen
Ermenistan, Türkiye ile ilişkilerini “Büyük Ermenistan’ı Kurma Hayali” çerçevesinde yürütmüş
ve bugün dahi aynı politikasını ısrarla devam ettirmektedir.
Ermenistan, soykırım iddialarının kabulü ve tesciline bağlı olarak, Türkiye'den yüklü bir tazminat
almak ve son aşamada Türkiye sınırları içerisinde bulunduğunu iddia ettikleri sözde Ermeni
topraklarının iadesini sağlayarak büyük Ermenistan'ı kurmak yönünde bir siyaset izlemektedirler.
Ermenistan parlamentosu 23 Ağustos 1990'da kabul ettiği bildiride; "Ermenistan Cumhuriyeti,
Osmanlı Türkiyesi ve Batı Ermenistan'da gerçekleştirilen 1915 soykırımının uluslararası kabul
görmesi çabasını destekler." maddesine yer vermiştir.
Ermenistan Parlamentosu, 1992 yılında Sovyetler Birliği ve Türkiye arasında imzalanan Kars
Anlaşmasıyla belirlenen Türkiye - Ermenistan sınırını tanımadığını açıklamış, bunun üzerine
Türkiye, Ermenistan’ın Türkiye’nin mevcut sınırlarını tanıdığını resmen ve yazılı olarak
açıklamaması halinde Ermenistan’la ilişkilerini resmileştirmeyeceğini duyurmuştur. Sonraki
yıllarda iyileşmeye başlayan Türk-Ermeni ilişkileri, Dağlık Karabağ’da savaş durumunun
devamı, Azeri topraklarının 1/5’inin hala Ermeni işgali altında olması ve binlerce Azeri’nin
topraklarından göç etmek zorunda kalması nedeniyle Türkiye’yi Ermenistan ile ilişkilerinde
temkinli davranmaya itmiştir.
Sözde soykırımın tanınmasını hedefleyen girişimler, özellikle Belçika, Fransa, Avustralya,
Yunanistan, Lübnan, Kanada, Rusya, ABD ve Arjantin'de yoğunlaşmış ve bu ülkelerde ardı
ardına soykırım anıtları dikilmeye, söz konusu devletlerin bazılarının okullarında sözde soykırım
ders olarak okutulmaya başlanmıştır.
Ermenistan’da Ter-Petrosyan yönetiminin nispeten ılımlı tutumundan sonra, Nisan 1998'de
Koçaryan'ın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte, aşırı milliyetçi hareketler serbest bırakılmış ve
Ermenistan Türkiye ile ilişkilerinde sertlik yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır.
Bunun yanı sıra Koçaryan, yapmış olduğu resmi bir açıklamada; "soykırımı hiçbir zaman
unutmayacaklarını, dünyaya bu trajediyi hatırlatmak durumunda olduklarını, soykırımın cezasız
kaldığını ve uluslar arası tanıma ile kınamanın layık olduğu şekilde gerçekleşmediğini" ifade
etmiş, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 53. oturumunda da bilinen iddialarını tekrarlayarak,
Ermenistan'ın Türkiye ve Azerbaycan tarafından abluka altına alındığını dile getirmiştir.
Ermenistan ve Ermenistan dışında yaşayan Ermeniler sözde soykırım iddiaları aracılığıyla
sorunun tüm dünyada tanınmasını, soykırım olarak kabul edilmesini, bu yolla Türkiye'den
tazminat ve toprak talebinde bulunulmasını amaçlamaktadırlar.
EK—1

1915'TE NE OLDU?
1915'te ne oldu sorusuna yanıt arayan gazeteci Sefa Kaplan, Gündüz Aktan'la yaptığı röportajda
çarpıcı yanıtlar almıştı.
1941 Safranbolu doğumlu olan Gündüz Aktan, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdikten
sonra İçişleri Bakanlığı'nda çalışmaya başladı. 1967'de Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Nairobi'de
büyükelçilik, Birleşmiş Milletler'de Türkiye temsilciliği yaptı. Bern büyükelçiliğinden sonra
Başbakan Özal'ın danışmanı oldu. Siyasi işlerden sorumlu müsteşar yardımcılığı ve Japonya
büyükelçiliğinin ardından ASAM'ın başına geçen Aktan, aynı zamanda Radikal gazetesinde
yazıyor. Emekli büyükelçi ve Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi ASAM'ın başkanı olan
Gündüz Aktan, 1948'de imzalanan Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ne
göre, Ermeni trajedisinin soykırım kapsamına girmediğini söylüyor. Aktan'a göre siyasi
mücadeleler soykırım kapsamının dışında kalıyor. Tartışmaların sürdüğü şu günlerde, Gündüz
Aktan'ın yanıtları oldukça çarpıcı. Farklı sorular ve yanıtlara sahip olan söyleşiyi paylaşmak
istiyorum.
Tehcir sırasında neler oldu?
Tehcir, bir halkın yaşadığı yerden alınıp başka bir yere götürülmesidir. O günün koşullarında yani
özellikle Doğu Anadolu'da Ermeniler'in yoğun bir şekilde yaşadıkları yerlerde yol durumu parlak
değil. Demiryolu yok, doğa şartları malum. Savaş içinde, tüm Türkiye'de olduğu gibi orada da
gıda sorunu var. Salgın hastalıklar var. Bunlar ortamın arka planını oluşturuyor. Bu şartlarda
yaşayan insanlara, on beş gün içinde hazırlanmalarını söylüyorsunuz. Yanlarına istediklerini
alabiliyorlar. Malları mülkleri ise sonradan satılıp paraları kendilerine ulaştırılmak üzere devlete
kalıyor. O tarihlerde binek hayvanı olan binek hayvanını, arabası olan arabasını alıyor,
olmayanlar ise yürüyerek yola çıkıyorlar. Üstelik, bu Suriye'nin kuzeyine uzanan uzun bir
yolculuk. Burada doğal ölümler var. Ayrıca Ermeni kafilelerini koruyacak çok fazla birlik de yok.
Dolayısıyla koca bir kafileyi korumak üzere çok az sayıda asker verebiliyorsunuz. bütün bunlar
bir araya gelince yola çıkanlar ile Suriye'ye varabilenler arasında sayıca önemli bir farklılık
bulunduğu görülüyor. Şimdi önemli olan, bu tehcir sırasında ne kadar insanın öldüğü.
Sizce ne kadar insan öldü tehcir sırasında?
Kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Ben mesela, 300 bin kişinin ölmüş olabileceğini düşünüyorum.
300 bin önemli bir rakam. Ama bunun çok daha aşağıda olması da muhtemel. Ne var ki kesin
rakam söylemek doğru değil. O dönemde bölgenin Müslüman nüfusunu oluşturan Türkler ve
Kürtler'den çok ciddi ölümler var. Biraz önce saydığım savaş, salgın hastalık ve açlık gibi
koşullar dolayısıyla o bölgede 2.5 milyon müslüman'ın öldüğünü, Paris Barış Konferansı'na
katılan Ermeni Milli Komitesi'nin başkanı Bogos Nubar Paşa kendiis söylüyor.
İttihat ve Terakki'nin tehcirdeki amacı, Ermeniler'i sürüp etnik temizlik yapmak mıydı?
Bana madem ki İttihat ve Terakki'nin amacını soruyorsunuz, yapılan işin bugünkü hukuka göre
soykırım olup olmadığına bakmak lazım. Soykırım, bir suç kategorisi, üstelik en ağır suç
kategorisi. Bu suçu, 1948'de kabul edilen Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi
gayet açık bir biçimde tanımlıyor. Bu sözleşmenin ikinci maddesinde dört grup sayılıyor ve "Bu
dört grubu yok etmek amacıyla aşağıda işlenen filler soykırımdır" deniliyor. Şimdi bu dört gruba
bakalım. Çünkü, "Bu tarihçi işidir, bu iş diplomat işidir, bu iş sivil toplum işidir, bu iş siyaset
işidir. Onlar bir araya gelerek oturup konuşsunlar, sorunu çözsünler" demenin hiçbir anlamı yok.
Bu iş temelde hukuk işidir. Soykırımın ne olduğunu ancak hukuk tanımlar. Tarihçi eğer hukuku
biliyorsa yani ayrıca bir hukukçu formasyonuna sahipse, daha farklı bir şey söyleyebilir. Ama
böyle bir formasyona sahip değilse, söyleyebilecek fazla bir şeyi yoktur. En fazla rakamları size
verir ve olayları anlatır. Ancak bunun soykırım olup olmadığını sadece hukukla saptayabilirsiniz.
Nedir sözleşmede zikredilen dört grup?
Etnik gruplar, dini gruplar, ırki grup, milli grup. Hukuk tabiriyle bu dört grup, soykırıma karşı
sözleşmenin himayesi altındadır. Bir başka açıdan bu, "Başka gruplar bu himayeye giremez"
anlamına gelir. Maddenin devamında, bu dört grubu yok etmek için eşlenecek beş fiilden söz
ediliyor.
1.Öldürmek 2.Yaralamak 3.Bir grubun yok olmasını sağlayacak şartları oluşturmak ve o gruba
dayatmak. 4.Bir grubun çoğalmasını engellemek. 5.Bir grubun çocuklarını bir başka gruba
vermek.
Türkiye'ye isnat edilen suç, üçüncü maddede yer alıyor. Deniliyor ki: "Öyle bir ölüm yürüyüşü
tertiplediniz ki, bu yürüyüşe katılanların sağ kalmayacağını zaten biliyordunuz."
Peki doğru mu bu?
Şimdi İttihat ve Terakki'nin yaptığını üçüncü madde açısından değerlendirelim. Bütün arşivleri
okuyup kendiniz de bir sonuç çıkartabilirsiniz ama asıl konuya ilişkin iki temel telgraf var. Biri
Enver Paşa'nın, diğeri Talat Paşa'nın telgrafı. Enver Paşa, Doğu Cephesi komutanı ve ayın
zamanda Genelkurmay başkan yardımcısı. Talat Paşa da vezir-i azam yani başbakan. Enver Paşa
telgrafında diyor ki: "Rus orduları, Kafkaslar'dan önlerine kattıkları Müslüman kitleleri sürerek
sınırlarımıza giriyorlar. Bu şartlar altında, cephenin selametini sağlayabilmek için biz de
bölgedeki Ermeni nüfusu cepheye sürelim. Veya aynı Ermeni nüfusu imparatorluğun başka bir
yerine tehcir edebiliriz. Karar, Talat Paşa'nın kararıdır. Eğer Ermeniler Rus ordusuna doğru
sürülseydi, hiçbiris hayatta kalmazdı. Balkan Savaşı'nda Türkler Anadolu'ya böyle gönderilmiştir
ve muazzam telefat verilmiştir. Buna rağmen, Talat Paşa bu öneriyi kabul etmemiş, tehcir kararını
vermiş ve uygulamıştır. Şimdi burada "yok etme" kastı var mıdır? Hayır, yoktur. Olsa,
Balkanlar'da bize yapılanı veya Ruslar'ın Kafkas Müslümanları'na yaptıklarını yapardı. Burada,
düzenli olsun, mümkün olduğu kadar az telefat verilsin diye elden gelen yapılmıştır. Bu arada
arşivlere baktığımız zaman mesela Erzurum valisinin ne kadar dikkatli olduğunu görebilirsiniz.
İlk gönderdiği kafile eşkıyalar tarafından basıldığı zaman tehciri durduruyor. Üstelik bunu Enver
ve Talat paşalardan gelen emirlere rağmen yapıyor. "Ancak güzergahın emniyeti sağlandıktan
sonra gönderirim" diyor. Şimdi bu öldürmek, yok etmek niyetiyle hareket eden insanların
yapacakları şey midir?
Bu noktada Ermeniler'in itirazları nedir?
Ermeniler, "Bunların amacı bütün dünyayı aldatmaktır" diyor. Allah aşkına, o şartlarda dünya
kimin umurunda ki? Siz savaşta yaşayıp yaşamayacağınızı bile bilmiyorsunuz ki. İleride İkinci
Dünya Savaşı olacak, ondan sonra nurnberg Mahkemeleri olacak, orada ortaya soykırım diye bir
suç çıkacak, Ermeniler de Nurnberg Mahkemeleri'nden on yedi yıl sonra kendilerine soykırım
yapıldığını keşfedecekler, onun da üzerinden on yıl geçtikten sonra hayatlarında ilk defa
söyleyecekler. Enver ve Talat paşalar, bütün bunları engellemek için mi bu tertibi yaptılar?
Nurnberg'den on yedi yıl sonra keşfettiklerin isöylediniz...
Çünkü ilk defa 1965'te dile getirdiler kendilerine soykırım yapıldığı iddiasını. Daha önce
başlarına gelene kadar soykırım filan demiyorlardı. Onun için 90ıncı yılını anmaları da ilginç bir
şey. Bu iş, çok ciddi yönleri olan bir iş. O sırada Osmanlılar ölüm kalım savaşı veriyorlar. Böyle
bir şeyi yapmak isteseler, kendilerini kim engelleyebilirdi ki?
Peki uluslararası hukuka göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin "Bu Osmanlı döneminde
yaşanmış bir hadisedir, bizi ilgilendirmez" deme hakkı var mıdır, yok mudur?
Burada bilinmeyen husus şu: Sevr Anlaşması'na göre bir Ermeni ülkesi kuruluyor. Bunun batı
sınırlarını saptamak işi de Amerika'ya bırakılıyor. Derken Lozan Antlaşması yapılıyor. Lozan'da
Ermeni yurdu yok. Ermeni yurdu olmadığı gibi, metinde Ermeni kelimesi bile yok. Ama Lozan
içinde Ermeni sorunu halledilmiştir.
Nasıl halledilmiştir?
58'inci maddede "Ekonomik konular" başlığı altında da ele alınmıştır. Burada, bütün tazminat
hükümleri mevcuttur.
Mal ve mülklerine el konulan Ermeniler'in tazminat hakları da dahil mi buna?
Evet, hepsi dahil. Bütün bunlar alt alta yazılmış, itiraz için de altı aylık bir süre tanınmış. Bir sene
içinde, yabancı hakimlerin bulunduğu hukuk mahkemelerine müracaat hakkı tanınıyor. Metnin
altında küçük bir madde daha var. Orada, "Bütün bunlar Balkanlar'dan Anadolu'ya zorla göç
ettirilen Türkler için de aynen geçerlidir" deniliyor. Bu madde, Balkanlar'da Türkler'in başına
gelenler ile Anadolu'da Ermeniler'in başına gelenlerin aynı hukuki statüde mütalaa edildiğini
gösteriyor. Lozan'la birlikte bu iş kapanmıştır. Dolayısıyla, redd-i mirasa filan gerek yok. Çünkü
Lozan'da hesabını görmüş ve bu işi bitirmişsiniz. Bu karşı tarafın da kabul ettiği bir şey.
Uluslararası toplum diyebileceğiniz bütün ülkeler orada.
Türkiye'nin bugüne kadar sergilediği siyasi tutumun pek bir anlamı yok o zaman.
Şimdi olayın niteliğini inkar etmenin bir anlamı yok. Her ne kadar Türk'ü de, Müslüman'ı da
ölüyorsa da, önemli sayıda Ermeni de ölüyor. Büyük bir trajedinin cereyan ettiğinden kimsenin
şüphesi yok.
Niye kabul edilmiyor o zaman?
Kabul edilmez olur mu? Biz her zaman bunu ciddi bir trajedi olarak kabul ediyoruz. Ama buna
soykırım dediğiniz zaman iş değişir. Çünkü bu soykırım değil. Şimdi bakın, biraz önce sözünü
ettiğim dört grup, aslında beş gruptu. Jenosit yani soykırım kelimesinin babası Rafael Lemkim, o
dört gruba bir de politik grup eklemişti. Politik grup, müzakere sürecinde dışarıda bırakıldı.
Politik grup şu demek: Bir toprak parçasına sahip olmak istiyorsunuz ve bunun için mücadeleye
giriyorsunuz. Bu mücadelede taraflar birbirlerini öldürürler. Silahlı güçlerin birbirini öldürmesi
savaş hukukunun içerisine girer. Bu mücadelede sivillerin öldürülmesi savaş hukukunun içerisine
girer. Bu mücadelede sivillerin öldürülmesi ise yine suçtur. Ama Soykırım Sözleşmesi politik
grubu sözleşme dışında bırakmıştır. Neden? Çünkü burada yok etme kastı değil, toprağa sahip
olma kastı önemlidir. Yani taraflar bir amaç için yapılan mücadele sonucunda birbirlerini
öldürmüşlerdir. Bu siyasi mücadelede insanlar ölür, siviller ölür, bu suçtur ama adı soykırım
değildir. Çünkü, mesele Yahudi soykırımına dayanıyor. Yahudiler Almanya'yı bölüp bir toprak
parçasına sahip olmak istedikleri için öldürülmediler. Yahut Rus ordularına yardım ettikleri için
öldürülmediler. Rus ordularıyla savaşmakta olan Alman ordularını arkadan vurdukları için de
öldürülmediler. Niçin öldürüldüler? Sadece Yahudi oldukları için öldürüldüler. Başka hiçbir sebep
yoktu. Osmanlı Devleti'ne bakın bir de, Osmanlı Devleti, Ermeniler'i Ermeni oldukları için mi
öldürdü? Avrupa'da minimum bin, aslında iki bin yıllık bir antisemitizim yani Yahudi nefreti var.
Yahudilerin aşağılık, insan altı bir grup olarak görmek ve yok edilmeleri gerektiğini düşünmek
eğilimleri var.
Bütün Avrupa'da böyle mi?
Öyle ve üstelik bu çok güçlü bir eğilim. Bunun Almanya'da ortaya çıkması, sadece Almanlar'a
mahsus olduğunu göstermez. İkinci Dünya Savaşı'nda bütün Avrupa, kendi Yahudileri'ni
birbiriyle yarışarak teslim etmiştir. Almanlar'a ırkçılığın en ilkel ve en vahşi biçimi budur.
Osmanlı'da antiarmenianizim diye bir şey hiç bir zaman olmamış, tam tersine, Ermeniler ile
Türklerin arası her zaman çok iyi olmuş, Ermeniler her alanda en yüksek kademelere kadar
gelmişlerdir. Buna karşılık Ermeniler ne yapmışlardır?
Ne yapmışlardır?
Tıpkı Balkanlar'da Bulgarlar'ın, Sırplar'ın, Yunanlılar'ın yaptığı gibi, bağımsız olmak için çeşitli
isyanlar çıkarmışlardır. devlet de bu isyanları bastırmak için güç kullanmıştır. Elbette siviller de
ölmüştür ama zaten ERmeni çeteleri de sivilleri öldürerek başlamıştır bu isyanlara. Dönemin
Robert Kolej müdürünün hatıralarında var. Ermeni arkadaşı ona, "Biz Türk sivilleri öldüreceğiz,
Türk siviller bizim sivilleri öldürdüğü zaman da Avrupa ayağa kalkacak" diyor. Müdür, "Böyle
bir şey yaparsanız çok tehlikeli olur" diyor. Ermeni arkadaşı, "Bulgaristan'da böyel oldu ve Batı
yardımlarına geldi" diyor. Ermeniler'in şanssızlığı fazla doğuda kalmalarıydı belki de. Robert
Kolej'in Amerikalı müdürü isyan ediyor ama arkadaşı "Milli dava için elbette siviller de ölecek"
diye susturuyor onu. Bu grup her anlamıyla siyasi bir grup. Yoksa, "Biz bağımsızlık mücadelesi
filan vermiyorduk, Türkler ani bir nefretle bizi kesmeye başladılar" mı deniliyor? Tarihi
çarpıtmanın da bir derecesi olur. Biz Ermeniler'i Ermeni oldukları için ne küçük gördük, ne
toplumun dışına ittik, ne belli mesleklerden mahrum ettik. Bizim içimizde bizim gibi
yaşıyorlardı.
Bütün bunlar tehcir sırasında yaşananları meşrulaştırmaz yine de, öyle değil mi?
Hiç şüphesiz ihmalleri, istismarları ve suistimalleri meşrulaştırmaz. Bazı yerlerde Ermeniler'i
korumakla görevli birlikler, korumaları altındaki Ermeniler'e saldırtmıştır. Bazı memurlar
görevlerini yapmamışlardır, bazıları hırsızlık yapmıştır. bazıları kabul edilemeyecek olaylara
girmişlerdir. Bunun sonunda 1200'den fazla görevli Divan-ı Harp'e verilmiştir. Bunların da 600'ü
idam edilmiştir. Yani siz SS subaylarının Yahudiler'i öldürdükleri için idam edilebileceklerini
düşünebilir misiniz? Bunları yapan bir devletin Ermeniler'i yok etme kastı olabilir mi? Öyle olsa,
bu adamları idam etmek yerine teşvik etmesi lazımdı.
Peki ya arşivler?
Türkiye'deki arşivlerin zenginliği inanılmaz boyutlardadır. Kimse bir şey okumadığı için herkes
kulaktan dolma konuşuyor. Biraz okusanız, olup biteni görebilirsiniz. diyelim ki, ilk ciddi
okudunuz, ikinci cildi okumanıza gerek bile kalmaz. Orada adamların, Ermeniler sağ sağlim
yerlerine varsınlar diye parçalandıklarını görüyorsunuz. Üstelik birçoğu Ermeniler'in tehcir
edilmesini istemiyor zaten, tersine yerlerinde kalmalarını istiyor. Bence tehcir sırasında Türk
yönetimi her türlü iyi niyeti göstererek insanlar ölmesin diye çırpınıyor. Ama olay büyük olduğu
için ölümler de kaçınılmaz hale geliyor.
Bütün bu söylediklerinizin ışığında sizce bugün Türkiye'nin yapması gereken nedir?
Beni bu konuda konuşmam için Amerikan Kongresi'ne çağırdılar. Orada fikirlerimi açıkladım ve
şunları söyledim: "Bu işin çözümü gayet basit. Soykırım Sözleşmesi'nin 9'uncu maddesine göre,
ilgili ülkeler veya ilgili olsun olmasın herhangi bir ülke, soykırım iddiasını doğrudan Lahey
Uluslararası Adalet Divanı'na götürmek hakkına sahip. Burada hemen bir sorun çıkar ortaya:
1948'den önce vuku bulanlar soykırım olarak nitelendirilemez. Çünkü sözleşme geriye doğru
işleyemez. Bu önemli değil. Siz bunu Lahey'e götürün. Mesela bu işe en meraklı ülke olarak
Fransa götürsün. Götürdüğünüz zaman, "Geriye doğru işleseydi soykırım olurdu" tezini kabul
etmiş olursunuz. Amerika olarak siz getirin bunu. "Efendim Türkiye bunu kabul eder mi?" Siz
getirin, Türkiye kabul etmesin ve o zaman konuşun" Ama kimse buna teşebbüs edemiyor. Neden
edemiyor? Çünkü Ermeniler çok iyi biliyorlar ki, bu sözleşmenin 2'nci maddesine göre bu
soykırım değildir. Benim hiç kuşkum yok, Ermeniler ve diğer ülkeler bunu bizden çok daha önce,
kendi hukukçularına dört dörtlük inceletmişlerdir. Biliyorlar ki, sözleşmeye göre soykırıma
sadece mahkemeler karar verir, parlamentolar karar vermezler. Dolayısıyla diyelim ki otuz
parlamentodan soykırım kararı çıktı. Bu otuz çarpı sıfır demektir. Hukuken hiçbir çıkış yolları
yok.
Her şey bu kadar açıkken Türkiye neden tedirgin oluyor sizce?
Ben de onu merak ediyorum zaten. Ermeniler aslında davayı baştan kaybederek başladılar.
Türkiye, arkasından tazminat davalarının geleceğinden endişe ediyor. Nasıl gelecekmiş ki,
Lozan'da bitti bu. Diyelim ki, parlamentolar karar alıp bizi kötülüyor. Söylenecek şey gayet basit.
Siz bir karar aldınız ama buna yetkiniz yok, yaptığınız şey hukuken tamamen geçersizdir. Olay
aslında çok basit.
Ermeni sorunu uluslararası arenaya taşınmadan iki ülke arasında çözülemez mi? Bunun
için ne gibi önerileriniz olabilir? Sonuçta bir trajedinin yaşandığı ortada...
Ortada ama Ermeniler trajedi kelimesine razı değil. Çünkü trajedi dediğiniz zaman bunun iki
tarafı var. Oysa Ermeniler, Türk tarafının acılarını kabul etmeye hazır değiller. bunu yüzümüze
karşı da söylediler ama o kadar önemli değil. Biz tek yanlı da yapabiliriz bunu. Bizim
kabahatimiz şu: Ter Petrosyan döneminde, Ermenistan'ı tanımakla yetinmeyip diplomatik ilişki
kuracaktık. Tanıyanların başında Türkiye vardır ama diplomatik ilişki kurmamakla hata etmiştir.
Diplomatik ilişki halkın halka, devletin devletle iletişim içinde olmasını sağlar. İkinci talihsizlik,
Petrosyan'ın gitmesi ve Koçaryan'ın gelmesidir. Koçaryan'ın yönetimindeki rejim, uluslararası
alanda yüz karası bir rejimdir. bunun demokrasiyle filan alakası yoktur. Ermenistan sadece
ekonomik bakımdan perişan, ruhsal bakımdan kendini yaralamış bir ülke değil ki, aynı zamanda
demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir ülke. Ve adam Taşnak, Karabağ'ı işgal etmiş
grubun adamı.
EK—2
FARKLI GÖZLERDEN ERMENİ SORUNUNA BAKIŞ:
1915 olaylarının yoğun olarak tartışıldığı bu dönemde diaspora Ermenileri, Ermenistan’da
yaşayanlar ve Batı dünyası ile Türkiye yine karşı karşıya geldi. 92 yıl önce yaşananlar, bugün
sıcak bir gündem maddesi olarak hâlâ karşımızda ve görülüyor ki uzun yıllar karşımızda kalmaya
devam edecek.
Tehcir kararı, Ermenilerce farklı, Türkiye tarafından farklı tanımlanıyor. Her iki tarafta acılara
neden olan olaylar, bugün Türkiye’nin karşısına konulan siyasi bir gündem maddesi halinde
yeniden tartışılıyor. Tartışmalar sürerken birçok gazete ve televizyon da 24 Nisan tarihi etrafında
kopartılan fırtınalar ve oluşan toz-duman arasından gerçekleri ayıklayabilmek ve tarafların
görüşlerine serin kanlı biçimde kulak verebilmek için özel dosyalar hazırladı. Bu dosyalarda yer
alan örneklerden bazıları şöyle sıralanabilir:

***
1915 yılı Osmanlı İmparatorluğu için bir faciayla başladı. Son kırk yılını cephede geçiren ordu,
nefes almaya fırsat bulamadan cihan harbinin ateşine düştü, ilk acı deneyimini de Sarıkamış’ta
yaşadı. Binlerce asker donarak öldü, Çarlık Rusyası orduları tüm Doğu Anadolu’yu ele geçirmek
fırsatını yakaladı. Rus ordusunda, Osmanlı vatandaşı Ermenilerin oluşturduğu taburlar vardı.
Aslında Ermeniler’deki hareketlenme yeni değildi. 19. yüzyılın başlarından itibaren, artık her
yönüyle dağılmaya başlamış devlete karşı örgütlenmişlerdi. Ülkeden tek tek kopan diğer etnik
unsurlar gibi toprak davası güdüyor ve özellikle Doğu Anadolu’da, Türklere karşı ölümcül
saldırılar düzenliyorlardı.
Yusuf Halaçoğlu (Türk Tarih Kurumu Başkanı): Bu tarihlerde artık terör başlıyor. Terör
hareketleri 1895 Sason isyanı ile daha geniş bir hal alıyor. Ardından Anadolu’nun pek çok
şehrinde kundaklamalar, insan öldürmeler oluyor. Ardından da Van’da, Elazığ’da, Adana’da,
Zeytun’da isyanlar çıkıyor. Yine İstanbul’da Osmanlı Bankası’nın bombalanmasından Yıldız
suikastına kadar, çeşitli suikastlar var.
TEHCİRDEN ÖNCE
Eski büyükelçi ve CHP Milletvekili Şükrü Elekdağ da olayların 1915’ten çok öncelere
dayandığı görüşünde.
Şükrü Elekdağ: Osmanlı devletine büyük devletlerin müdahalesi için daima kullanılan, Osmanlı
devletinin Hıristiyan tebaasının özgürlükleriydi. Bu işin uluslararası alana intikal etmesi bu
şekilde olmuştur. Böyle bir yaklaşım içersinde Hınçak ve Taşnak gibi kurumlar ortaya çıkmış ve
Anadolu’yu kana boyamışlardır. 1878’den 1. Dünya Savaşı’na kadar 40’tan fazla isyan olmuştur
Anadolu’da. Bu isyanların temel amacı Hıristiyanların Türkler tarafından baskıya maruz kaldığı
gerekçesiyle dış devletlerin müdahalesini sağlamaktır. Önemli olan şudur burada; Birinci Dünya
Savaşı’ndan önce Ermeni partileri şöyle bir plan üzerinde anlaşmışlardı. O da Birinci Dünya
Savaşı’nın bağımsızlığı elde etmek için bulunmaz bir fırsat teşkil edeceği idi.
1915 olaylarına ilgi duyanlar yalnızca tarihçiler, diplomatlar değil. Bu soruna ilişkin
derinlemesine araştırma yapan bağımsız araştırmacılar da var. Bunlardan birisi de Almanya’da
yaşayan Derya Tulga da şunları söylüyor.
Derya Tulga: Şimdi 1915 bir nokta değil. 1915, ta 1774’te başlıyor. Neden başlıyor? O tarihten
itibaren insanlar başlıyorlar yerleştikleri toprakları terketmeye... Bütün o tarihlerdeki
anlaşmalarda madde var; isteyen istediği yerde yaşar diye... Yani birarada yaşama gibi durum
kalmamış. Fakat ondan sonra bu gönüllülük ortadan kalkıyor. Bu, Gladstone’un meşhur 1876’da
‘Türkler pılını pırtısını toplasın, defolsun’ hikayesi geliyor. İş ciddiye biniyor. 1915 yılında
Türkiye’de bir nesilde üçüncü defa kovulmuş adam var. Ondan sonra Ermeniler tarafından bir de
dördüncü defa gündeme gelince, bazı adamların sabrı patlamış.
Resmi teze karşı yaptığı açıklamalarla çoğu zaman büyük tepki çeken tarihçi Halil Berktay ise,
1915 öncesi olayların tek taraflı resmedildiği görüşünde.
Halil Berktay: Ermeni meselesinde resmi tarihçiliğin yazıp çizdiği, Türk Tarih Kurumu’nun,
Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun, Ermeni Masası Başkanı Hikmet Özdemir’in
ve diğerlerinin yazıp çizdiği herşey, aslında bu örtük kabullerden kaynaklanmaktadır. Yani ortaya
Ermeni milliyetçi devrimci örgütleri çıktıysa; ‘bunun hiçbir mantıki açıklaması yoktur bu
adamlar haindir’, ‘verdikleri mücadele başından itibaren bir ihanet mücadelesidir’, ‘bir dış
ajanlık, Rus Çarlığı’ndan, Panslavizmden falan kaynaklanan’... -O boyutları hiç yoktur
demiyorum ama- ona indirgenen ‘bir ihanet çıkışından başka birşey değildir’. Söylemek
istediğim şey şu: Bu bütünsel tarih kurgusu Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dikensiz gül bahçesi
gibi resmedilmesinden ve buna karşılık bütün isyan, başkaldırı, reform taleplerinin hepsinin
ihanet girişimleri olarak resmedilmesi anından başlayarak toptan sakattır. Savaşla birlikte durum
daha da kritikleşti. 1915’in ilk aylarında yaşananlar Türklerle Ermeniler arasında daha kötü
olayların habercisiydi. Anadolu’nun dört bir yanında isyanlar çıkıyor, Ermeni örgütleri Türk
ordusunun ikmal hatlarına yoğun saldırılar düzenliyordu.
Yusuf Halaçoğlu: Gözünüzde Türkiye haritasını canlandırın. Çanakkale’de savaşıyor ordunun
bir tanesi, ikincisi Kafkasya’da savaşıyor. Bir ordunuz da Suriye’de savaşıyor. Bir çizgi çekin bu
savaş olan alanlara. Deniz yolları biliyorsunuz kapalı. Rus donanması Karadeniz’i tutmuş. İtilaf
devletleri donanması da Akdeniz’i tutmuş, herhangi bir şekilde denizden ikmal şansınız yok.
Şimdi bir çizgi çekin İstanbul’dan Kafkasya’ya, Kafkasya’dan Suriye’ye, Suriye’den
Çanakkale’ye. Bu üçgen içersinde kimler var; işte Ermeni nüfusu var. 24 Nisan öncesinde Patrik
başta olmak üzere bütün ileri gelenler ikaz ediliyor. Bakın bu tür hareketler yaptığınız takdirde
sert tedbirler uygulanacaktır diye. Bu da var elimizdeki belgelerde. Bu ikazda bulunulduğunu
Amerikan belgelerinde de görüyoruz, Konsolosluk raporlarında... Ama olmadığı için 1800
Ermeni’nin tutuklandığını görüyoruz. Bakın yine 24 Nisan, sürgün kararının alındığı tarih değil.
TEHCİR NASIL BAŞLADI?
Ülkeyi ve iktidarını tehlikede gören İttihat ve Terakki hükümeti, 24 Nisan’da değil belki, ama bir
ay sonrasında harekete geçiyordu. Alınan bir karara göre, savaş alanlarındaki Ermeniler başka
yörelere göç ettirilecekti. Yani tehcir.
90 yıllık soykırım tartışması işte alınan bu karar ile başladı. Binlerce Ermeni yollara düştü. Bu
uzun yolculuk sırasında bazısı saldırılar sonucu, bazısı açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle
hayatını kaybetti.
Yusuf Halaçoğlu: Siz bir devletsiniz, ne yaparsınız? Telgraf telleriniz kesiliyor, ikmal yollarınız
sabotaja uğruyor. Ve düşmanla işbirliği yapmışlar, Fransızlarla işbirliği yapmışlar. 1914-1918
arası Fransız belgelerine bakın. Fransa için ölen Ermenilerin listeleri var. Hatta Paris’te anıtları
var ve orada isimler yazılı.
Ermeniler o çizdiğimiz çizgi vardı ya, Kafkasya’dan Suriye’ye, çektiğimiz çizginin dışında bir
yere naklediliyor. Musul-Zor bölgesine nakletmiş. Osmanlı devleti diyor ki; nakil sırasında
bunların bütün yiyecekleri karşılanacaktır. Gittikleri yerlerde nüfus kayıtları tutulacaktır. Siz yok
etmek istediğiniz bir topluluğun nüfus kaydını tutar mısınız?
Eleştiri oklarına hedef olan isimlerden biri tarihçi Taner Akçam ise 1915 olaylarını İttihat ve
Terakki’nin Ermenileri imha etmesi olarak niteliyor;
Taner Akçam: 1915’te Sarıkamış yenilgisinden sonra İttihat ve Terakki Partisi, Doğu
Anadolu’yu kaybedeceği hükmüne vardı ve bu kaybetmede Ermenilerin önemli rol oynayacağına
inandı. Büyük bir panikle Anadolu’daki bütün Ermenileri Suriye çöllerine sürerek imha etti.
Özetle 1915’te ne olduğunu anlayabilmek için, tabii çok öncelere bakmak gerekiyor ama asıl
önemli noktası İttihat ve Terakki Partisi’nin Ermeni vatandaşlarını Osmanlı Devleti’nin devamı
için bir tehdit olarak görmesidir.

Yıllardır Türk tezlerine olan yakınlığı ile bilinen Amerikalı Tarihçi Justin McCarthy de,
kayıpların karşılıklı olduğunu söylüyor.
Justin Mccarthy: Evet, Türkler Ermenileri öldürmüştü, bu doğru ama Ermeniler de bir çok
Türk’ü öldürmüştü. Bu bir katliam, etnik bir temizleme değildi, savaş koşullarında yaşanmış bir
şeydi. Hükümetlerin yanı sıra halklar da savaşmıştı ve bu savaşta yüzbinlerce insan ölmüştü. Bu
şekilde olayı anladım. Bu araştırmayı burada yaşadığım ya da Türkleri sevdiğim için
yapmamıştım. Bulduğum gerçekler beni bu sonuca götürmüştü. Rakamlar vardı ve bunlar doğru
söylüyorlardı.
KAYNAKÇA
*Talât Paşa’nın Anıları
Hazırlayan:Alpay Kabacalı
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

*90’ıncı yılında Ermeni trajedisi


1915’te ne oldu?
Sefa Kaplan
Hürriyet
(Söyleşi yazıları: Gündüz Aktan, Taner Akçam, Arsen Avegyan, Prof. Dr. Halil Berktay, Prof. Dr.
Selim Deringil, Hrant Dink, Şükrü Elekdağ, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Nüzhet Kandemir, Etyen
Mahçupyan, İlter Türkmen)

*Siyasi Tarih
Dr. Rifat Uçarol
Filiz Kitabevi

*Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu


Taner Akçam
İletişim Yayınları

**internet siteleri:
www.tsk.mil.tr
http://ermeni.org
http://www.ntvmsnbc.com/news/
www.ermenisorunu.gen.tr

You might also like