You are on page 1of 21

-1-

JULIA PARDOE’NUN
SULTAN’IN ŞEHRİ
VE
1836 YILINDA TÜRKLERİN YAŞAMLARI
KİTABI ÜZERİNE BİR İNCELEME

GİRİŞ

Bir İngiliz kadının yazdığı bu iki ciltlik, 575 sahifelik kitabı büyük bir ilgi ile
okudum. Kitap beni en çok II:Mahmut çağında yapılan bazı yenilikleri ve o
devirde yaşayan kadınların hayatını anlatması bakımından ilgilendirdi.

On altıncı yüzyıldan beri Osmanlı imparatorluğuna muhtelif nedenlerle gelen


yabancılar imparatorluğun birçok yönleri üzerine kitaplar yazmışlardır. Bunlar
arasında en fazla Venedikliler, Fransızlar ve İngilizler bulunur. Bu kitapların
yazarları Osmanlı İmparatorluğunu daha çok ticaret, askerlik ve politika
açılarından incelemekle beraber yaşam biçimleri ve insan ilişkilerine de yer
vermişlerdir. Ayrıca Türkiye’ye gelen ressam ve gravürcüler de aynı yüzyıllarda
Osmanlı hayatını yarı gerçek yarı hayal bir şekilde tasvir etmişlerdir. Bu ressamlar
ve gravürcüler arasında bu gün yapıtlarını bildiğimiz Nicolas de Nicolay, Pieter
Coeke van Aelst. Melchior Lorichs, J.B. van Mour ve Melling vardır.

Osmanlı imparatorluğu üzerine kitap yazan yabancılar arasında kadın yazarlar da


vardır. Bunların ilki 1717 – 1718 yıllarında Edirne ve İstanbul’da yaşayan İngiliz
elçisi Lord Montagu’nun eşi Lady Montagu’dur. Lady Montagu’nun Sefaret
Mektupları başlığı ile ölümünden bir yıl sonra, 1763’de basılan kitabı birkaç dile
çevrilmiş ve harem konusundaki bilgilerinden ötürü önemli bir yapıt sayılmıştı.
Harem yabancıların merakını en fazla kurcalayan bir konu idi ve erkek gezginler
bu konuda yazmak için ya kulaktan kulağa geçen dedikodulara ya da kendi hayal
güçlerine başvurmak zorunda kalıyorlardı. Julia Pardoe (1806 – 1862) İstanbul’a
Lady Montagu’den 118 yıl sonra geldi ve Türkiye üzerine üç kitap yazdı. The City
Of The Sultan And The Domestic Manners Of The Turks In 1836 (1837),
Romance Of The Harem (Harem Aşkları, 1839) ve Beauties Of The Bosphorus
(Boğaziçi’nin Güzellikleri, 1839). Boğaziçi’nin Güzellikleri kitabı Veziri Azam,
Müşir, Babıali’nin hariciye nazırı, Fransa, Belçika ve İspanya devletlerinin
nişanları ile taltif edilmiş Mustafa Reşit Paşa hazretlerine ithaf edilmişti.
-2-

Julia Pardoe 30 Aralık 1835’de babası Binbaşı Thomas Pardoe ile bir İngiliz
gemisi ile İstanbul’a geldi. Babasının hangi görevle İstanbul’a geldiğini
söylememekle beraber o yıllarda İngilizlerle Osmanlı imparatorluğu arasında bir
yaklaşma olması binbaşının rasgele bir gezgin olmadığı kanaatini veriyor.
(Nitekim 1838’de bir ticaret anlaşması imzalanacaktır.) Kızı Julia ise Türkiye
üzerine bir kitap yazmak niyetindedir. Babası 1833’de Portekiz ordusunda görevli
iken onunla Portekiz’e gitmiş ve Traits And Traditions Of Portugal (Portekiz’in
Eğilimleri ve Gelenekleri) başlıklı bir kitap yazmıştı. Bu kitabın ön sözünde Julia
Pardoe yalnız gezdiği yerleri ve izlenimlerini anlatacağını, bilimsel ve politik
tartışmaların kadınca olmadığını söyler. Onun anlattığı Portekiz romantik aşklar,
gitarlar, kastanyetler ve portakal ağaçları diyarıdır. Bu kitaptan yalnız dört yıl
sonra çıkan Sultan’ın Şehri kitabında Julia Pardoe bu ön sözde söylediği
düşünceleri fersah fersah aşmış, politika da dahil hemen hemen dokunmadığı
hiçbir konu bırakmamıştır. Kendini “titiz bir vakanüvis” diye tanımlayan Julia
Pardoe bir bakımdan modern bir gazeteciye benzer. Dokuz ay yaşadığı İstanbul’da
içine girmediği hiçbir yer yoktur. Kimlerden aldığını söylememesine rağmen
Türkiye’ye bir sürü tavsiye mektubu ile gelmişti. Sultan’ın Şehri’nin ön sözünde
yazdığı gibi Türkçe bilmemesinin büyük bir engel olduğunun farkındadır. Gittiği
her yere Rum asıllı kadın tercümanlarla gider. O çağda Rumlar arasında eğitim
görmüş Fransızca, İtalyanca ve hatta İngilizce bilen bazı kadınlar vardı. Julia
Pardoe ata biner ve İstanbul’un sırtlarında dolaşır, kayıklarla Haliç ve Boğaz’da
karşıdan karşıya geçer, Tophane’den Pera’ya çıkan yokuşu tırmanır -- o çağda
bütün yabancılar gibi o da Pera’da oturuyordu. Onun bir Bursa gezisi ve Uludağ’a
çıkışını anlatması vardır ki, bunlar o günler için çok gözü pek serüvenlerdir.

Bütün bu pratik yönlerine rağmen Julia Pardoe aynı zamanda bir ondokuzuncu
yüzyıl romantiğidir. Sultan’ın Şehri’nin metninde sık sık modern bir anlatma
biçiminden çıkıp hikayeler anlatmaya başlar. Bu hikayeler hayal ürünü olan doğu
masallarının yeniden düzenlenmesi gibidir. Bundan başka metin Shakespeare,
Coleridge gibi ünlü şairlerden aldığı dizeler ve muhtelif vesilelerle gezdiği,
gördüğü yerlerden ve olaylardan esinlenerek yazdığı kendi şiirleri ile de
süslenmiştir. Metinde kulaktan kulağa dolaşan dedikodular da epeyce yer tutar.
Julia Pardoe Pera’daki diplomat çevresinin son derece dedikoducu olduğunu
söyler. Ayrıca metinde Osmanlı imparatorluğunun tebasının bazı töreleri
incelenmiş ve onların karakterleri üzerine hükümler verilmiştir. Böylece elimizde
her sahifesinde bin bir türlü bilgi olan ve yazarın tek sesle değil, birkaç sesle
konuştuğu bazen Fransızca deyimler bazen imlası tuhaf fakat yerinde kullanılan
Türkçe ifadelerle bezenmiş bir kitap vardır. Bizim için önemli olan bu materyal
zenginliği içinde bir mana çıkarabilmek ve 1836 İstanbul’unda yaşayanların
toplumsal ve kişisel boyutlarını görebilmektir. Gerçi Julia Pardoe çocukluğunda
-3-

okuduğu Binbir Gece Masallarının kendisini çok etkilediğini söyler ama


Türkiye’yi yalnız bu açıdan gören yabancıları da eleştirir ve Doğu’yu statik değil
değişen bir yer olarak ele alır. Kitabın önsözünde kendini liberal görüşlü bir yazar
diye tanıtır. Bundan kastettiği geniş bir hoşgörünün ve dostluğun bütün politik
düşünceler ve ayırımlar üzerinde yer alışıdır. Burada kendinden çok sonra gelen
E.M. Forster (1879–1970) gibi bir yazarın aynı düşünceleri ifade ettiğini
hatırlamamak mümkün değil.

Bu incelemede Julia Pardoe’nun 1836’da gözlemlediği İstanbul yaşamını dağınık


bir şekilde anlatan kitabının bölümlerine bir yapı vermeye ve bu yapıyı esas tutarak
değişik konularda anlattıklarından bir mana çıkarmaya çalıştım, fakat buna
geçmeden önce o çağda Osmanlı imparatorluğunun hem iç hem dış ilişkilerinde bir
tarihi arka zemin vermekle Sultan’ın Şehri kitabında yazılanların hem zaman hem
de mekan bakımından daha iyi anlaşılabileceğini sanıyorum.

TARİHİ ARKA ZEMİN

İngiliz, Fransız ve Rusların Osmanlı imparatorluğu üzerinde nüfuzlarını sağlamak


için büyük entrikalar çevirdiği II. Mahmut devrinde (1808 – 1839) bir yandan
reformlar yapılırken öte yandan imparatorluğun girdiği savaşlarda yenilmesi ve
arazi kaybetmesi ve küçülmesi olayı da vardı. Burada bu olayların bir özetini
vereceğim.

III. Selim’in yeniliklere yönelmiş saltanatı (1789 – 1807) yeniçeri isyanları ile sona
ermiş ve yerine yenilikleri onaylamayan IV. Mustafa getirilmişti. Fakat III. Selim
ile aynı kafeste bulunan ve onun yenilikçi görüşlerine sempati duyan kuzeni II.
Mahmut Selim’in öldürülmesinden sonra canını kurtarmış ve 1808’de Rumeli
ayanının desteği ile tahta çıkarılmıştı.

II. Mahmut otuz yıllık bir saltanatında Osmanlı imparatorluğunun en önemli


yeniliklerini başlattı. İlk olarak ayanlarla yapılan meşveretten sonra Senedi İttifak
imzalanmış (1808) ve devlet idaresinde merkezi otorite kavramı
kuvvetlendirilmiştir. 1826’da Vaka-i Hayriye diye bilinen olayda sürekli bir
şekilde merkezi otoriteye baş kaldıran Yeniçeri ocağı kaldırılmış ve modern bir
ordunun kurulmasına girişilmiştir. Yeniçerilerle olan çatışmada yalnız İstanbul’da

Bu tarihi arka zemin yazmakta en fazla yararlandığım kitaplar :
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara Bilgi Yayınevi, 1973, Miller, William, The
Ottoman Empire And Its Successors, 1801-1927, Cambridge University Press, 1936, (İlk Baskı
1913) Ortaylı, Ilber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul, Hil Yayın, 1983 Tanpınar, A.
Hamdi, 19.uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi (1976) İstanbul (İlk Baskı,1949)
-4-

binlerce Yeniçeri ölmüş, daha sonra da Bektaşilik yasaklanmıştır. 1828’de ordu


başta gelmek üzere erkekler için bir kıyafet devrimi yapılmıştır. Avrupa’ya sefirler,
İngiltere ve Fransa’ya askerlik eğitimi için öğrenciler yollanmıştır.

Tercüme bürosunun kuruluşu, Takvim-i Vekayı gazetesinin basılması, posta


servisinin kurulması, Rumeli ve Anadolu’da orduya asker almak için erkek nüfus
sayımı yapılması, 1836’da Maçka’da Ulumu Harbiye ve Galatasaray’da Tıbbiye
okullarının açılması, Batı müziği ve Batı resminin saraya girmesi bu yenilikler
arasındadır. Kısacası dağınık bölgeler imparatorluğundan merkeziyetçi bir devlete
geçişin temelleri atılmış ve ulemanın gücü göreli olarak azaltılmıştır. Bütün bu
yenilik hareketleri II. Mahmut’a Gâvur padişah lakabını vermişti. Mahmut aynı
zamanda bir hattat ve müzisyendi.

Bütün bu yeniliklerin uygulandığı yıllarda Osmanlı imparatorluğu varlığını sarsan


savaşlarla da uğraşıyordu. Ruslarla olan savaşlarda hem batıda hem doğuda önemli
arazi kayıpları oldu. 1821’de çıkan Yunan isyanına Ruslar, Fransızlar ve İngilizler
destek verdiler. 1827’de bu üç devlet Navarino’da Osmanlı-Mısır donanmasının
büyük bir kısmını yaktılar. 1822’de Yunanlılar özgürlük ilan ettiler. Başta
Osmanlılarla beraber Yunanlılara karşı olan Mısır valisi Mehmet Ali Paşa da isyan
edip, Suriye’yi işgal etti. Oğlu İbrahim Konya’ya kadar gelip Osmanlı ordusunu
yendi.

II. Mahmut Fransız ve İngilizlerin ilgisiz kalmasından dolayı Ruslardan yardım


istedi. Ruslar Boğaza girdiler, gemileri Beykoz açıklarında demir attı ve sahile
çıkarak çadırlar kurdular. Sonuç 1833’de imzalanan ve Ruslara Boğazları kontrol
etme hakkını veren Hünkâr İskelesi anlaşması idi. Bu İngilizleri endişelendirdi ve
Türkiye’ye askeri ve ticari yardımda bulunmaya yönetti. Fransızlar Mısır’da M.
Ali’yi desteklemeyi sürdürüyorlardı. Fransızlar 1830’da Cezayir’i işgal ettiler.
Ruslar Osmanlı imparatorluğundaki Ortodoks nüfusu, Fransızlar da Katolikleri
kontrollerine almışlardı. Ayrıca Sırp, Arap, Bosna ve Makedonya isyanları da
vardı.

İşte Julia Pardoe bu göreli İngiliz – Osmanlı yaklaşmasının olduğu yıllarda


İstanbul’a gelmişti. Pardoe’lar II. Mahmut’un İngiltere’ye eğitim için yolladığı
bazı Türklerle Londra’da tanışmışlardı. İngiliz imparatorluğunun büyük bir
sömürgeci güç olarak ortaya çıktığı bu yıllarda İngilizler hem asker, politikacı ve
tüccar olarak doğrudan doğruya bu gücün temsilcileri hem de muhtelif bilim,
coğrafya, etnografya, dil ve din organizasyonlarının temsilcileri olarak bütün
dünyaya yayılıyorlardı. Bilgi ve güç elele gitmektedir. Nasıl ki Napolyon’da 1798
Mısır seferinde yanına bilginleri almıştı. Orta Doğu, Hindistan, Afrika, Çin
-5-

İngilizlerin bütün ilgilerini çeken keşifler, araştırmalar yaptığı ve kitaplar yazdığı


alanlardı, artık “Doğu” bir meslek olmuştu.

Bu yazıya koyduğumuz resimde görülen bukle saçlı zamanın modasının dekolte


giysisini taşıyan, tombul elli, otuz yaşlarında, hiç evlenmemiş Julia Pardoe
İstanbul’da neleri nasıl gördü ve nasıl anlattı ? Bu incelemedeki amacım bu
özellikleri ortaya çıkarmaktır. Kuşkusuz benim bazı konulara göre yeniden
yapılandırdığım bir metnin incelenmesi kitabın İngilizce aslının ya da çok iyi bir
çevirisi okunması ile aynı değildir. Çünkü bütün ayrıntılara yer verilemediği gibi
orijinal üslupta tam olarak yansıtılamaz. Buna rağmen bu incelemenin 1836’da
İstanbul yaşamı üzerine bize bazı bilgileri verebileceğini sanıyorum.

1836 İSTANBUL’U NASIL BİR ŞEHİRDİ?

Julia Pardoe için İstanbul her şeyden önce bir doğa ve bitki cennetidir. O bütün
bitkilerin, ağaçların, çiçeklerin, kuşların ve balıkların adlarını bilir. İstanbul’a
vardığı gecenin sabahında güverteye koşar – aralık ayının son gününde İstanbul
karla kaplanmıştır, denizin üstünde martılar uçuşmaktadır. İstanbul’un camiler ve
selvi ağaçları ile çizilmiş silueti altındaki liman kayıkların vızır vızır işlediği çok
canlı ve hareketli bir yerdir. İlk kez kayıklarla karşıdan karşıya geçen yaşmaklı
feraceli kadınların da seslerini duyar. Julia Pardoe İstanbul’u “Devinime geçmiş bir
şiir” olarak tanımlar (Cilt I, s.17). Shakespeare Romeo ve Juliet’in bahçe sahnesini
yazdığı zaman Boğaziçi’ni hayal etmiştir. Boğaziçi dünyada bir eşi olmayan bir
peyzajdır (Cilt II, s.109).

Bu insanı büyüleyen güzellikler bir yana İstanbul aynı zamanda cıvıl cıvıl
kaynayan çok renkli kozmopolit bir şehirdir. İçinde Türkler ve Rum, Ermeni ve
Yahudi azınlıklarından başka hemen hemen her milletten insan yaşamaktadır. Bu
insanlar, değişik tipleri ve kıyafetleri ile İstanbul’a eşsiz bir hava verirler. Kitap


Edward W.Said, Orientalism, Vintage Books, Random House Inc., New York,1994 (İlk baskılar
1978, 1979). S.5.
Disraeli’nin Tancred adli romanından alınmış bu ifade Said’in kitabının başında yer alıyor.

Sultan’ın Şehri’nin bir Türkçe çevirisi bilinmez bir nedenden dolayı 18.inci Yüzyılda İstanbul
başlığı altında İnkilap Kitapevi tarafından basılmıştır (1997). Bu kitap 63 bölümlük asıl metnin 23
bölümünün eksik bir çevirisidir. Çevrilen bölümlerde J. Pardoe’nun asıl metninde bulunan şiirler
ve bazı paragraflar atlanmıştır. Bu çeviriye J. Pardoe’nun Beauties Of The Bosphorus (1839)
kitabından alınan William F. Bartlett’in desenleri konulmuş, fakat bu desenlerin kimin olduğu ve
nereden alındığı söylenmediği gibi aslı siyah beyaz olan desenlerin neden renklendirildiği de
açıklanmamıştır.
-6-

boyunca Julia Pardoe bu değişik etnik grupların yaşamlarını anlatır ve onlar


hakkında bazı çelişkiye düşen düşüncelerini de yazar. Bu günün “politik doğruluk”
kavramı açısından onun klişelerini kabul etmek zordur.

Burada bir örnek vereceğim : “Heybetli Türk, ciddi Ermeni, düzenbaz Yahudi,
açıkgöz Yunanlı, zarif Çerkes, bozkırı seven Tatar, avare Arap, şehvetli İran’lı,
Hintli derviş, saygılı Frenk”, (Cilt I, s.72). Görülüyor ki en kötü klişe ve önyargı
Yahudilere yöneltilmiştir; kitapta bunun birkaç örneği daha vardır ama öteki etnik
gruplar da kendini “liberal” sanan yazarın ara sıra bu klişelerden kaçınmadığını
gösterir. Heybetli Türk, dindar Türk v.b. diyen Julia Pardoe bazen ruhen ve
bedenen tembel, devrim sevmeyen Türk demekten de kaçınmaz.

KONAKLAR, YALILAR, İÇ MEKÂNLAR

Julia Pardoe’nun İstanbul’da ilk ziyaret ettiği ev bir tüccarın evidir. Bu tüccara bir
mektup yazmış ve kendisinden bir davetiye almıştır. Oraya tercümanı ile gider;
kapıda onları harem ağaları ve halayıklar karşılarlar. Evin hanımları onları misafir
odasında kabul ettikleri zaman tandırlar üstünde oturuyorlardı, ipek yastık ve
yorganlarla çevrilmişlerdi. Ramazan olduğu için Julia Pardoe iftar zamanına kadar
bekler, hatta ikram edilen suyu bile içmez. Siniler üzerine kurulan iftar ve yemek
sofraları çok zengindir. Havyardan hamur tatlılarına meyva ve şerbetlere kadar
hiçbir şey eksik değildir. On dokuz çeşit yemek çıkarılmıştır, yemeklerin çoğu
ortadaki tabaktan elle yenilmektedir. Yemekten sonra kahveler içilir ve büyük
hanım çubuğunu yakar. Ramazan gecelerinde böyle evlerde masalcı kadınlar
hikayeler anlatırlardı. Daha sonra evin beyi de hareme gelir. Konuşmalar pek ilginç
değildir. Julia Pardoe’ya yaşını, neden evli olmadığını, okuyup yazma bilip
bilmediğini, İstanbul’u nasıl bulduğunu sorarlar. Pardoe bu sınıf kadınların
yaşamlarının rahat ve tembel olduğunu söyler. Öte yandan konaklar son derece
temiz ve düzenlidir. Elbette bu yerlerde çok halayık vardır ama bu düzenin nasıl
işlediğini anlatmaz.

Julia Pardoe’nun gittiği ikinci yer Mısır maslahatgüzarı Mustafa Efendi’nin


Topkapı sarayı civarındaki konağıdır. Bu konakta da aynı düzen sürmektedir. Julia
Pardoe evin temizliğini, eşyalarını bütün ayrıntıları ile anlatır. Burada on dokuz
yaşındaki çerkez cariye onbin akçeye (piastres) satın alındığını, şimdilik evin
oğlunun odalığı olduğunu fakat bir erkek çocuk doğurursa onun karısı
olabileceğini umutlandığını anlatır. Julia Pardoe halayıklar, cariyeler ve kölelerin
iyi muamele gördüklerini ve hepsinin yaşları gelince evlendirildiklerini söyler.
-7-

Gidilen üçüncü konak İşkodralı Mustafa Paşanın konağıdır. Mustafa Paşa ve ailesi
II. Mahmut ile yapılan bir anlaşma sonucu İstanbul’a gelmeye mecbur olmuşlardı.
II.Mahmut’un kıyafet yeniliklerine karşı koyan Arnavut askerleri isyan etmişler ve
Mustafa Paşa da ister istemez askerlerinin yanında yer almıştı. II.Mahmut
İstanbul’da oturmak koşulu ile onu affetmişti. Julia Pardoe bu konağa babası ve
başka erkeklerle gider ve kapıda haremlik selamlık ayrılırlar. Julia Pardoe haremde
paşanın eşi ve çok güzel kızı Heymine (Emine) Hanım ile sohbet eder. Emine
Hanım memleketini çok özlediğini anlatır. Arnavutluk’ta kendini daha mutlu ve
özgür sanmaktadır. Belki bu on altı yaşındaki güzel kızın söyledikleri bir iç hayatı,
bir özlemi göstermesi bakımından öbür kadınlarla yapılan konuşmalardan değişik
bir boyut göstermektedir.

Işkodralı Mustafa Paşanın konağında misafirlere Avrupa usulünde yemek verilmiş,


masaya oturularak servis yapılmış, hatta şarap bile ikram edilmişti. Yemekten
sonra Julia Pardoe Mustafa Paşa ile sohbet eder,. Paşa çok iyi Fransızca bilmiyordu
ama kütüphanesinde Voltaire, Racine, Boileau ve Moliere’in kitapları vardı; Paşa
bir gün bu kitapları okuyacağını umuyordu. İstanbul’un sık sık çıkan
yangınlarından dolayı Paşanın en ilgilendiği konu İngiltere’deki yangın sigortası
idi ve bu konuda Julia Pardoe’dan bilgi almıştı.

Bu gezilen konakların hepsinde Avrupa’dan gelen eşya, saatler, kristal ve porselen


vazolar bulunuyordu. Kadın giysilerinde bile bazı Avrupa modaları etkileri
görünmeye başlamıştı.

Julia Pardoe II. Mahmut’un ablası Esma Sultanın sarayını ziyaret ettiği zaman bu
etkilerin daha yaygın olduğunu görecekti. Esma Sultanın sarayı müzik, dans ve şiir
faaliyetlerinin yoğun olduğu bir yerdi. Aslında sarayları demek gerekiyor çünkü
hanedan mevsimine göre değişik yerlerde otururlardı. Julia Pardoe bu mekânları
çok iyi betimlemiş, odaları, eşyayı ve kadın giysilerini bütün ayrıntıları ile
anlatmıştır. Bundan başka sarayda şiirler yazan Esma Sultanın katibesi Perousse
(Julia Pardoe’nun imlası) Hanımın bir aşk şiirini önce bir arkadaşına Fransızca’ya
çevirtmiş ve kendiside Fransızca’sını İngilizce’ye çevirmiştir. Bu şiir Mecnun’un
ağzından Leyla’ya yazılmış bir aşk şiiridir (Cilt I, s.187).

Julia Pardoe İstanbul’un varlıklı Rum, Ermeni ve Yahudi ailelerinin evlerine gitmiş
ve izlenimlerini yazmıştır. Evleri, kadınların giysilerini ve davranışlarını bir
etnoğraf gibi bütün ayrıntıları ile anlatmıştır. İlginç olan bir gözlemde bu değişik
etnik grupların Müslüman Türklerle müşterek olan taraflarıdır. Örneğin Rumlarda
da tandır üstünde oturma adeti vardı.
-8-

Anlatılan ev ziyaretleri içinde belki en ilginç olan Askeri okul kumandanı Azmi
Beyin Boğazdaki yalısında verilen akşam yemeğidir. Azmi Bey Julia Pardoe ve
babasını yalıya gelmeleri için kayığını ve tercümanını yollar. Bu yemeğe birkaç
milletten misafir davet edilmiştir. Azmi Bey Julia Pardoe’nun tek hanım olmaması
için büyük bir nezaketle bir Rum hanımı da davet etmiştir. Azmi Bey kayıktan inen
Julia Pardoe’ya kolunu verir ve çok güzel bir salona geçerler. Bu salonun
pencereleri Boğaza ve içinde meyva ağaçları olan bir bahçeye bakmaktadır. Bu
toplantıda Türkçe, Fransızca, İngilizce ve Arapça dilleri konuşulmakta ve kültür
konuları tartışılmaktadır. Von Hammer’in tarihinden falan söz edilir.
Constantinopolitan Journal başyazarı Hassuna de Ghies’de davetliler arasındadır.
Ziyafet masası tamamıyla Avrupai tarzda olup, Fransız şarap ve şampanyaları,
Edinburgh birası eşsiz tatlılar ve meyvalar sunulur. Hamur tatlılarından yapılan
piramitler İngiliz ve Türk bayraklarıyla süslenmiştir.

Bu batılı üslupta yemekten sonra Azmi Bey hanım konukları hareme götürür ve
onları ilk eşi öldükten sonra yeni evlendiği on sekiz yaşındaki yeni eşi ile tanıştırır.
Haremdeki oturma salonu modern, “İngilizvari” bir görünüştedir. Genç kadının
giysileri de oldukça Avrupaidir. Bu hanım İstanbul’un iyi bir ailesinden gelen
eğitim görmüş biridir. Odasında bir masa, kitaplar ve mürekkep hokkası vardır.
Haremde iki saat oturulur ve kahveler orada içilir. Ne yazık Julia Pardoe bize neler
konuşulduğunu anlatmaz ama “Ah Bu güzeli hapishanesinden nasıl uçursam da
bütün dünyayı onun güzelliği ile büyülesem” diye düşünür. (Cilt II, Bölüm XI).

Azmi Beyin yalısındaki ziyafet 1836 yılında Osmanlı imparatorluğunda bazı


çevrelerin Tanzimat’tan önce bile batılı addedilen töre ve davranışları kabul
ettiklerini ama kadınların ayrı bir alemde yaşamlarının bu göreli modernleşmenin
ne kadar asimetrik bir modernleşme olduğunu gösteriyor. Buna rağmen Azmi Bey
ve maiyetindeki bazı Türk erkeklerinin bazı sosyal durumlarda bir İngiliz kadınına
hatta onun Rum ahbabına eşit muamele etmeleri insanı düşündürüyor.

Julia Pardoe’nun bütün yalı ve konak ziyaretleri içinde beni en çok hayrete düşüren
Reis-ül Küttab Yusuf Paşanın yalısına gitmesidir. Hariciye nazırı Yusuf Paşa bu
buluşmayı kendi teklif etmiş ve Julia Pardoe’yu yalısına davet etmiştir. Bu yalı
Julia Pardoe’nun gördüğü yalıların en güzelidir. Havuzlu, fıskiyeli, meyva ağaçları
dolu bahçeleri bir cennet gibidir. Paşanın çocuklarının annesi olan eşi yeni vefat
etmişti. Fakat Paşanın dünya güzeli bir Gürcü cariyesi Devlehai Hanımla güzellikte
ondan pek aşağı kalmayan Çerkez cariyesi Koncefem Hanım vardır. Sabah
erkenden bu iki hanım Julia Pardoe’yu ve onun Rum tercümanını Yusuf Paşanın
çalışma odasına götürürler. Paşa Koncefem Hanıma Julia Pardoe’ya bir sandalye
getirmesi için işaret eder, fakat Rum tercüman konuşma boyunca ayakta kalır. İki
-9-

cariye de elpençe divan dururlar. Paşa epeyce yaşlı olmasına rağmen altmış
yaşından fazla görünmeyen her hali çok genç bir zattır. Onları içi samur kaplı
beyaz ipek cüppesi ve arkaya itilmiş fesini giyerek karşıladığı için özür diler. Bir
iki nezaket lafından sonra Paşa sadete gelir ve Julia Pardoe’ya Londra’daki Türk
elçisi hakkında ne düşündüğünü sorar. Julia Pardoe Nuri Efendinin çok iyi bir
insan olduğunu fakat hiçbir Avrupa dili bilmediği için Londra’daki insanlarla çok
iyi kaynaşamadığını söyle. Paşa o zaman Julia Pardoe’ya samimi olarak bana
söyleyin siz olsanız kimi seçerdiniz der. Julia Pardoe’da o zaman Paris’te elçi olan
Reşit Beyin en yetenekli elçi olabileceğini söyler.

Reis-ül Küttab Julia Pardoe’ya bütün hizmet nişanlarını ve yaldızlı harflerle yazılı
vezirlik beratını da gösterir, hatta bunlardan bazılarını Koncefem Hanımın eliyle
ona taktırır ve ona çok yakıştığını söyler.

Bu ziyaretin üstünden çok zaman geçmeden Reşit Bey Londra’ya elçi olarak
atanır. Julia Pardoe’nun Osmanlı siyasetinde bu kadar önemli bir rol oynaması
mümkünmüydü? Bu anlattıkları doğru olabilir mi? Belki bir tarihçi bunları
araştırabilir. Ben burada bu satırları hayretle okuduğumu söylemekle yetineceğim.

Julia Pardoe Bursa’ya gittiği zaman Çekirge kadısının on altı yaşındaki genç eşinin
loğusa törenini de izlemiştir. Genç kadın Kaşmir şalları ile süslenmiş, bütün
mücevherlerini takmış, ipek yastıklarla çevrili, işlemeli yorganlarla örtülü loğusa
yatağında yatmaktadır. Bebekte baştan aşağı ipek örtülerle kundaklanmıştır.
Davetli hanımlar divanlarda oturmuş, çubuklarını tüttürürler ve kendilerine sunulan
kahve ve şerbetleri içerler. Konukların eğlenmesi için sazlı şarkıcılar ve çok güzel
bir rakkase getirilmiştir. Bu törene her sınıftan kadın davet edilmiştir. Julia Pardoe
bunların arasında üstü başı oldukça fakir, kolları güneşten yanmış, ayakları çıplak
kadınlar olduğunu söyler. Çok katı sınıf ayrımları olan İngiliz toplumundan gelen
Julia Pardoe için bu oldukça hayret verici bir olaydır. Ne yazık bu kadınların
kimlikleri, nasıl yaşadıkları üzerine hiçbir bilgi eklenmemiştir (Cilt II, s.66).

SOKAKLAR, MESİRE YERLERİ, TÖRENLER

Julia Pardoe gittiği varlıklı konakların temizliğini, güzelliğini ve düzenini över ama
bu evlere giderken geçtiği sokaklar son derece düzensiz ve pistir; yer yer çöp
yığınları vardır. Bunlardan başka sokaklarda başıboş köpek sürüleri dolaşır. Julia
Pardoe Türklerin hayvanlara karşı çok merhametli olduğunu ve bu köpeklerin her
zaman beslendiklerini söyler. Kuşlar da kutsal addedilir, cami avluları kuşlarla
doludur; kuşlara ait bir sürü efsaneler vardır.
- 10 -

İstanbul sokaklarındaki halk Londra’nın gürültülü güruhu ile karşılaştırılınca çok


daha sakin ve terbiyeli görünürler. Julia Pardoe, rakamları nereden aldığını
söylemez ama 600.000 nüfuslu İstanbul’da yalnız 150 polis bulunduğunu,
sokaklarda kavgacı sarhoşlar ve kumarbazların görülmediğini, kendisi gibi
Türklere çok acayip gelen giysilerle dolaşan bir kadının hiçbir zaman tacize
uğramadığını söyler.

İstanbul’un asırlık çınarları, servileri, ilkbaharda pembe çiçekler açan badem


ağaçları, akasyalar, kır çiçekleri hatta Karacaahmet ve başka mezarlıkların
güzellikleri onu büyülemiştir. Julia Pardoe bunları uzun uzun anlatır ama onun en
fazla üzerinde durduğu yerler Kağıthane ve Göksu gibi mesire yerleridir. Havalar
düzelir düzelmez renk renk feraceli ve beyaz yaşmaklı kadınlar çocukları ile bu
mesire yerlerine taşınırlar. Bu yerlerde ayı ve maymun oynatanlar vardır. Kadılar
II. Mahmut çağında da kadınlara buyruklar vermişler ve kıyafetlerin ehli İslama
yakışır bir şekilde olmasını emretmişlerdir ama bu mesire yerlerinde kadınlar için
göreli bir serbestlik vardır. Satıcılar kürek biçiminde kaşıklarla yenilen su
muhallebisi, yoğurt, şerbetler, meyvalar ve su satarlar. Bu çok canlı ve hareketli
mesire yerlerinde her sınıftan kadın bulunduğu gibi etnik grup kadınları da bu
eğlence yerlerine giderler. Hanedan kadınları ve varlıklı kadınlar buralara gelincik
tarlalarına benzeyen kırmızı ipeklerle döşenmiş, yaldızlı arabalarla gelirler;
arabaları çeken öküzler ve atlar bile süslenmiştir. Julia Pardoe’nun mesire
yerlerinde bazı ilginç gözlemleri vardır. Örneğin, yaşmaklara rağmen bazı genç
kadınların gözlerini son derece manalı bir şekilde kullanmaları ve el aynaları ile
yaşmaklarını çok çekici bir şekilde düzeltmeleri. Daha araba sevdalarının
romanları yazılmamışsa da bunu akla getirebilecek durumlar vardır. Bir de bu
yerlere gelen kadınlar yabancılara yakınlık gösterirler onlara bir şeyler ikram
ederler. Julia Pardoe İngilizlerin hiçbir zaman bu kadar alçak gönüllü
olabileceklerini sanmaz.

Bir ağaç altında seccadesinin üstünde oturan ve doğayı izleyen bir Türk imajını
Lady Montagu’de yazmıştı. Julia Pardoe da aynı şeyleri söyler ve mavi gök altında
güzel bir peyzajın fakirler tarafından bile zevkle izlenebileceğini ileri sürer.

Mesire yerlerinden başka muhtelif törenlerde kadınların evlerinden çıkıp kamu


alanlarına girmeleri için bir vesiledir. İstanbul halkı Sultanın bayramlarda maiyeti
ve askerleri ile Ayasofya’ya gidişini seyreder. Kadınlar da bu törenlere katılırlar.
Bu alaylarda Donizetti’nin kardeşinin kurduğu Hümayun orkestrası Padişahın
marşını çalarak alayın başında gider. Alaylarda süslü takımlı atlar, mücevherleri ve
altın nişanları pırıl pırıl parlayan paşalar ve boz renkli üniformalı askerler geçerken
halk “Padişahım çok yaşa” diye seslenir. Rengarenk feraceli kadınlardan maada
- 11 -

Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler de törenleri seyrederler. Julia Pardoe ve babası bu


törenleri en iyi izlemek için bazı evlerde pencereler ayarlarlar. Julia Pardoe uzaktan
atı üstünde giden II. Mahmut’u da görür ve onun heybetli tam bir sultan
görünüşünde olduğunu anlatır; onun fesinin altından görülen siyah saçlarının ve iyi
kesilmiş sakalının boyanmış olabileceğini, çünkü Doğuda bu kadar güçlü bir
sultanın yaşlandığının kabul edilemeyeceğini söyler. 1836’da II. Mahmut elli bir
yaşında idi ve üç yıl sonra vefat etti.

Julia Pardoe’nun İstanbul’da kaldığı sürede en önemli tören Sultanın kızı


Mihrimah Sultanın nişan ve evlenme törenidir. Mihrimah Sultana eş olarak Şeyh-
ül-İslam manevi evladı Sait Paşa seçilmiştir. Bu konuda Julia Pardoe bir sürü öykü
ve dedikodu anlatmaktan kendini alıkoyamaz. Ona inanmak gerekirse Mihrimah
Sultan gönlünü başka bir Paşaya vermişti ama Şeyhülislam’ın entrikaları ile Sait
Paşa ile evlenmeye zorlandı. Sekiz gün süren düğün törenlerini kadınlar ahaliyi
kontrol eden askerlerin arkasından seyrederler. Divan yolundan Ayasofyaya gelen
alaylar gene Sultanın bandosunun çaldığı marşlarla yürürler. Paşalar, padişahın
muhafız alayı subay ve askerleri, bütün etnik grupların din temsilcileri de bu
alayda yer alırlar. Diplomatik temsilcilere yemekler verilir. Harem ağaları
başlarında gazlı bez (tülbent) örtülü tel kafeslerde Mihrimah Sultana gönderilen
hediyeleri taşırlar.

Kuşkusuz kadınlar bu törenleri ve eğlenceleri seyretmek için evlerinden çıkmışlar


ve sınırlı bir serbesti içinde bunları izlemişlerdir, ama kadınlar yalnız seyircidirler.
Padişahın en yakın akrabaları bile bu törenleri görkemli arabalarının perdeleri ve
yaldızlı kafesleri arasından seyrederler.

Eğlencelerde ve oyunlarda kadınların genç erkekler, zenne ve köçekler tarafından


temsil edilmesi Julia Pardoe’yu rahatsız etmiştir. O onları bayağı ve müstehcen
bulur ve Türk kadınlarını karikatürize ettiklerini ve bunun kadınlara hakaret
olduğunu yazar (Cilt I, s.268).

RESMİ KURUMLAR, OKULLAR, DİNSEL YERLER, TARİHİ


ANITLAR, ÇARŞILAR

Burada Julia Pardoe’nun gezdiği ve ayrıntıları ile anlattığı yerlerin çoğunun


listesini veriyorum:

Galata’ya inen yoldaki Mevlevi tekkesi, Selimiye kışlası, Askeri okul, Tersane,
Dolmabahçe’deki silah deposu, Rumelihisar’ındaki devlet hapishanesi, Darphane,
- 12 -

Feshane, Camiler (Ayasofya, Sultanahmet), Süleymaniye’deki akıl hastanesi,


Fener ve Beyoğlu’ndaki Rum kiliseleri, Yedikule, Yerebatan sarayı, Binbirdirek,
Bedestan, Esir pazarı, mezarlıklar, sefarethanelerdeki balolar, Rum, Ermeni
düğünleri, v.b., v.b.

Bunlardan yalnız bir kaçı üzerine Julia Pardoe’nun yaptığı gözlemleri ve


yazdıklarını ele alacağım.

Askeri okul Dolmabahçe sırtlarında bir binadadır. Londra’da tanıştığı Azmi Bey bu
okulun kumandanıdır. Julia Pardoe okula babası ile gider. Azmi Bey onlara okulu
gezdirir. Bu okulda Lancastrian sistemi uygulanmaktadır (Bu 18.ci yüzyılın
sonunda İngiltere’de icat edilmiş yöntemde çalışkan öğrenciler öteki öğrencilere
derslerinde yardım ederler). Askeri okul çok moderndir. Her yerde haritalar,
küreler bulunur. Çok iyi bir litografi atölyesi de vardır. Ofisler batılı tarzda
döşenmiştir ve duvarlarda II. Mahmut’un portreleri asılıdır. Modern, masaları
sıraları olan, çatal bıçak kullanılan bir yemekhanesi ve çok temiz bir hastanesi
vardır. Julia Pardoe okulda siyah subaylar görür ve renk farkının bu okulda görev
almada bir engel olmadığını söyler. Öğretmenler arasında bir de Prusya asıllı olup,
Müslüman olmuş birçok dili çok iyi konuşan Sadık Ağa vardır. Julia Pardoe
Türkiye’de bu tip eğitimin daha ilk aşamasında olduğunu, gençlerin taklitçi değil
yaratıcı olmalarının önemini okullarda daha yetenekli eleman gerektiğini ilave
eder.

Selimiye kışlası dünyanın en güzel kışlasıdır. Oraya gittikleri zaman Muhafız


alayının subayı Julia Pardoe’yu içeri sokmak istemez, fakat Ahmet Paşa’dan alınan
izin gösterildiğinde bırakır. Muhafız alayı okulu da bir temizlik örneğidir. Her
yerde haritalar, küreler vardır.

Julia Pardoe babası ile Sarayburnu’ndaki silah deposuna gider ve burada başına
gelen bir olayı anlatır (Cilt II, s.184). Silah deposunun muhafızı o tarihe dek hiçbir
kadının girmediği bu yere onu sokmak istemez. “Bir Frenk kadını silahlara
bakmaktan ne zevk alır? Bizim kadınlarımız bunlardan korkarlar, bu kadın nereden
gelmiş ?” der. Tercümanın cevabı onu şaşırtmıştır. “Maşallah ! onu paşa mı
göndermiş, ama o sadece genç bir kız, bizim hiç kitap yazmayan kadınlarımızdan
kitap yazmayı nasıl daha iyi bilebilir ?” deyince tercüman da, “Sizin kadınlarınız
kapatılmış !“ cevabını verir. Muhafız “Doğru, doğru, duvarlardan bir şey
öğrenemezler; Frenkler her şeyi görüyor ve işitiyorlar, karada ve denizde seyahat
ediyorlar, onun için her şeyi dışarı çıkmayan ve sual sormayan bizlerden daha iyi
biliyorlar” der. Julia Pardoe’da şöyle düşünür : “Evet, bir şeyler öğrendim, ama
bunları öğrenmek için epeyce sıkıntı çektim. Halbuki onlar (Türk kadınları)
- 13 -

evlerinde yorulmadan, dert görmeden rahat rahat oturuyorlar.” Julia Pardoe’nun bu


tip hükümleri üzerine bu incelemenin sonunda yorum yapacağım.

Eski bir Bizans sarnıcı olan Binbirdirek ipek eğiren işçilerin çalıştığı yer olmuştur.
Bu karanlık, havasız ve rutubetli yerde çalışan işçilerin görünüşü çok sağlıksız ve
yüzleri mumya gibi sarıdır. Julia Pardoe buraya Sultan’ın başhekimi, Tıbbıye’de
öğretmen olan İsmail Efendi ile gider ve onun bu çok sağlıksız insanlara baktığına
tanık olur.

Yerebatan sarayını gezen Julia Pardoe orayı anlatışında bazı hikayeleri de ekler;
bunlardan biri kayığa binip esrarengiz bir şekilde kara sularda kaybolan bir
İngiliz’in hikayesidir. Yedi kule zindanlarını gezdiği zaman ise orda III. Mustafa
çağında, 1786 Rus savaşında, vezir Koca Yusuf paşa tarafından hapsedilen Rus
elçisi Baron Bulhakoff ile zindan komutanının güzel kızı Reşide Hanım arasında
geçen romantik bir aşk hikayesini anlatır. III. Selim tahta çıktıktan sonra Rus elçi
serbest bırakılmış ama Reşide Hanım kederinden ölmüş ve her zaman buluştukları
selvi ağacının altına gömülmüştür. Bu hikaye Julia Pardoe’nun hayalinden çıkmışa
benziyor. Kitapta bu tip romanslar boldur.

Bunlardan biri de bir Rum delikanlısı ile yaşlı bir Türkün genç eşi arasındaki sonu
ölümle biten acıklı aşk hikayesidir.

Julia Pardoe içinde 3000 işçinin çalıştığı, ayda on beş bin fes yapan ve ordunun
bütün feslerini sağlayan modern Feshane fabrikasını da gezmiştir. Feshane’nin
müdürü Mustafa Efendi Julia Pardoe ve yanındakileri büyük bir nezaketle karşılar
ve onlara bütün fabrikayı gezdirerek feslerin nasıl yapıldığını anlatır. Julia Pardoe
II. Mahmut’un giydiği ve herkese giydirdiği fesi beğenmez ama onun kuzey Afrika
kaynaklı olduğunu ve Türklerin bunu imal etmeyi öğrendiklerini ayrıntıları ile
anlatır. Feshaneye ait bilgilerin en ilginç yönü burada kadın işçilerin de olmasıdır.
Sayıları beş yüz kadar olan Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi kadınlar kendilerine has
bir kapıdan içeri girerek geniş bir avluda yünlerin dağıtılmasını beklerler, dağıtılan
yumakları evlerine götürüp fesleri örerler ve Feshaneye geri getirirler. Bu yaşmaklı
feraceli Türkler, büyük türbanlı, saçları örgülü Rumlar, peçelerinin arkasından kara
gözleri parlayan Ermeniler ve kaba ketenden örtülerine bürünmüş Yahudiler
arasında çok güzel kızlar vardır. Julia Pardoe göğüs boyu tezgahlardan yünleri
dağıtan katiplerin karşısına güzel kızlar geldiği zaman muamelelerin daha uzun
sürdüğünü kaydeder (Cilt II, s.205).

Osmanlı imparatorluğunun kayıtları arasında belki Feshanede çalışan kadınlara


verilen ücretler, v.b. yazılıdır. Nitekim Julia Pardoe da bunu shilling ve pence
- 14 -

olarak vermiştir, ama güzel kızların muamelelerinin daha uzun sürmesi bu


anlatmayı daha canlı ve zamanımıza daha yakın kılmaktadır.

VEBA

Julia Pardoe’nun ev ziyaretleri yaptığı, Pera’daki sefaret balolarına, danslarına,


mesire yerlerine gittiği Sultan’nın kızının düğününü, fener alaylarını seyrettiği
1836 yılında İstanbul’da bir veba salgını sürmekteydi. Her zaman İstanbul’un üç
felaketi olduğu söylenirdi: Veba, yangınlar ve dragomanlar (tercümanlar). Veba
Sultanın sarayından fakir mahallelere kadar herkese bulaşabilirdi. Üsküdar sırtları
vebalı insanların tecrit edildiği çadırlarla doludur. Kız Kulesi bir veba hastanesi
olmuştur. Yedikule’de Rumların veba hastanesi bulunur. Kemirgenlerden ve
pirelerden geçen veba mikropları henüz keşfedilmemişti ama vebanın temasla
bulaştığı, özellikle vebalının giysilerinin bir bulaşma kaynağı olduğu biliniyordu.
Bundan başka su kaynaklarının kuruması ve içilen suyun pis yerlerden alınmasının
da hastalık nedeni olduğu anlaşılıyordu. Bu iki kuşku o zaman hem tifüs hem de
kolera salgınları olabileceği izlenimini veriyor. Daniel Panzac Osmanlı
imparatorluğunda veba (1700 – 1850) adlı kitabında 1838’de Takvim-i Vekayı
gazetesinde II. Mahmut’un veba üzerine bir buyruğunun yayımlandığını yazıyor.
Bu Türkçeye çok güzel çevrilmiş, tarihi belgelere dayanan bilimsel kitaptan 1840
yıllarından sonra Türkiye’de vebanın gittikçe azaldığını öğreniyoruz, çünkü artık
karantina fikri kesin olarak uygulanmaya başlamıştı. Burada ilginç olan II.
Mahmut’un başlattığı yenilikler arasında bunun da olması.

JULIA PARDOE’NUN BAŞKA YAPITLARI

Kişisel yaşamı az bilinen Julia Pardoe çok verimli bir yazardı; kitapları hem
İngiltere hem de Amerika’da basılmış, bunlardan bazıları birden fazla baskı
yapmıştı.

Türkiye’de dinlediği bazı masalları kendi hayal gücü ile süsleyerek yazdığı
Romance Of The Harem (Haremde Aşklar) iki ciltlik kitabı 1839’da basıldı. Bu
kitapta amacı gerçeküstü, perilere cinlere dayanmayan bir anlatma biçimi
kullanarak Türkiye’deki insanların Avrupalıların tahayyül edemeyeceği
durumlardaki serüvenlerini anlatmaktı. Bunları anlatırken maşallah, inşallah,


Panzac, Daniel., Osmanlı imparatorluğunda Veba (1700 – 1850)
Fransızca basımı 1985, Türkçesi, Tarih vakfı Yurt Yayınları, 1997, (çeviren Serap Yılmaz) S.220
- 15 -

yallah, çıfıt, yavaş, korkma v.b. gibi Türkçe kelimeleri kullanması hikayelere canlı
ve özgün bir üslup vermiştir.

Reşit Paşaya ithaf edilen Beauties Of The Bosphorus (Boğaziçinin Güzellikleri,


1839) kitabında Julia Pardoe Sultan’ın Şehri kitabında yazdığı İstanbul doğa
betimlemelerini yeniden ele almıştır. Bu kitap William F.Bartlett’in İstanbul’un
muhtelif manzaralarını, tarihi yerlerini, çarşı ve sokaklarını gösteren güzel
desenleri ile süslemiştir. Kitabın sonunda II. Mahmut çağındaki politik durumu
özetleyen bir ek vardır. Burada Ruslar amansız bir şekilde eleştirilmiştir.

Julia Pardoe 1839’da Macaristan’a gitmiş ve burada birkaç ay yaşadıktan sonra


City Of The Magyar, Or Hungary And Her Institutions In 1839 – 1840 (Macar’ın
Şehri, 1839-1840’da Macaristan ve Kurumları, Virtue, London, 1840) adlı üç
ciltlik 1081 sahifelik kitabını yazmıştır. Bu kitap o çağın Macaristan’ının toplumsal
ve politik kurumlarını, senato ve parlamentosunu, kültür, sanat hayatını, okullarını,
hastahanelerini, hapishanelerini, soylu ve köylülerini ve içindeki millet gruplarını
anlatmaktadır. Bundan başka Macaristan’da tanıştığı önemli şahısları da
anlatmıştır. Bu kitap Türkiye kitaplarıyla karşılaştırıldığında hikaye ağırlığı daha
az fakat sosyal yönü daha önemli olan bir kitaptır.

Julia Pardoe’nun Fransız tarihini konu alan birkaç kitabı vardır : Rhone ve
Chartreuse Hatıraları (1838), XIV.üncü Louis ve 17.ci Yüzyılda Fransa Sarayı
(1847), I. François’nin Sarayı ve Saltanatı (1849), Fransız İmparatorluğunun
Consulat Döneminde Fransız Tarihi Olayları (1859), IV.üncü Henri’nin eşi Marie
de Medicis’in Hayatı (sonradan düzenlenmiş baskısı (1890), İspanya Kraliçelerinin
Anıları (1850) ve başka bir sürü unutulmuş romanı vardır. Ölmeden iki yıl önce
1860’da İngiliz Hükümeti ona otuz yıllık yazarlığından ötürü sivil listeden bir
emekli maaşı bağlamıştı.

BİR OKUMANIN YARATTIĞI DÜŞÜNCELER VE BAZI


SONUÇLAR

Bu yazının başında Sultan’ın Şehri’ni okumaktaki amacımın 1836 yılında


İstanbul’daki ev yaşamlarını anlatan bir kitabın içinden kadınlara ait bilgileri
çıkarmak olduğunu söylemiştim. Bir İngiliz kadını Türkiye’ye gelmiş, bir Türk
konuyu kendine maletmiş, hatta yazdığı kitaptan para kazanmış ama kendisini her
ne kadar “titiz bir vakanüvis” olarak tanımlasa da Türkiye’yi kendi değerleri
açısından görmüştür. Burada bu değerlerin ne olduğunu daha yakından görebilmek
- 16 -

için Julia Pardoe’nun kadınlar üzerine yazdıklarından birkaç alıntı ile


başlayacağım:

“Türk kadınlarının eğitilmiş olmaması ve bundan dolayı düşüncelerinin kısıtlı


kalması onları tembel bir mutlulukla sınırlandırıyor; duyarlıkları hiçbir zaman
uyandırılmamış, hisleri ve alışkanlıkları oldukça gevşek, fazla derin düşünmekten
gelen uyumsuzluk çıkaracak arzuları yok; kendilerini daha iyi yetiştirilmiş
kadınların içini sıkan ve ruhunu karartan bin bir dert, kuşku ve kuruntularla cefaya
sokmuyorlar... Türk kadınına şallar, mücevherler, İstanbul’da bir konak,
Boğaziçi’nde güneş gören bir saray verilsin yeter, o mutluluk örneği olacaktır... o
görünüşte kadın fakat kalben çocuktur” (Cilt I, s.69)

Julia Pardoe bu satırları yazmıştır ama aynı zamanda kadınların evlerinde mutlak
otoriteleri olduğunu ve kocalarına söz geçirdiklerini yadsımaz. Onun tanıştığı
kadınların hepsi varlıklı sınıftandı; bu kadınlar değil bütün Osmanlı
imparatorluğunda fakat imparatorluğun en varlıklı şehri İstanbul’da bile bir
azınlıktılar. Onların hüküm sürdüğü haremlerde hiyerarşik bir düzen, ilk eş büyük
hanımdan en küçük cariyeye kadar inen, kadınlar dünyasına has bir otorite ve
etiket düzeni vardı. Bu erkeklerin ataerkil dünyasından ayrı, kapalı, fakat esas
itibarıyla o dünyaya tabi bir düzendi. Adeta ataerkil dünyanın aynadaki soluk imajı
gibi en fazla doğurganlığa ve erkek evlat yetiştirmeye dayanan bir dünya.

Batılı yazarlar ve batılı ressamlar, özellikle on dokuzuncu yüzyılda harem


dünyasını hedonist imajlarla yaratmışlardır, Julia Pardoe’da yalnız varlıklı ailelerin
evlerini ziyaret ettiği için bu imajdan fazla dışarı çıkamamıştır. Gene de harem
dünyasına modern eğitim açısından bakışının her şeyden çok kendi dünyasını
yansıtmasına karşın yeni bir düşünceyi getirdiği de yadsınamaz. II. Mahmut çağı
modernleşmenin başlangıcı idi ama eğitimin kadınlara ulaşması daha uzun
sürmüştür. Aşağıdaki iki alıntı eğitim ve özgürlük ilişkisi üzerine Julia Pardoe’nun
kişisel düşüncelerini özetliyor.

“Mutluluk ne kadar göreli bir şey! ... Yaratana şükür Türkiye’de doğmamışım.
Aklı başında Osmanlılar bile Frenk kadınlarına neredeyse gülünç denecek bir hisle
acıyorlar; hiçbir köleliğin bizimkinden daha kötü olamayacağını düşünüyorlar.
Bizler bazı küçük amaçlar için kendimizi eziyete sokuyoruz, bir yerler görmek için
memleketten memlekete koşuyor, gördüğümüz yerlerden uzaklaşınca da
üzülüyoruz, erkek akrabalarımızın dertleri ve bakımları ile de uğraşıyoruz, yalnız
erkeklere özgü tehlikeler ve cesaret isteyen durumlarla karşılaşıyoruz, karşı cinsle
daimi temasta olmaktan gelen tecrübeler ve ayartmalarla da başa çıkmalıyız – bizi
köle addediyorlar çünkü özgürlüğümüzü kazanmak bize çok pahalıya mal oluyor...
- 17 -

ve bir de yüzlerimizi rahatça bir yaşmakla kapatmaktansa güneşe, rüzgara açıyoruz


(Cilt I.s.78).

Kayıkla Sarayburnundan geçerken düşündükleri:

“Kayıkla geçerken gözlerimiz saray bahçelerinin güzel yerlerine takıldı; dilber


mahkumların zevkle dışarıyı seyretmeleri için yapılmış bir sürü kafesli pencereleri
gördük—kubbelerin ve minarelerin, her taraftan fışkıran yeşilliklerin, mermer
çeşmelerin ve yaldızlı köşklerin görünüşü eşsizdi ! Ama, ne yazık! En lükse
düşkün sultanların en lüks icatları bile bu rengarenk hapishanenin sakinlerini mutlu
edemez. Dalgaların üstünde uçan deniz kuşlarına, tepemdeki mavi gökte uçuşan
tüy gibi bulutlara, ilerde denizde zıplayan yunus sürülerine baktım – Marmara’nın
akıntısı ile sallanan kayığın hareketini hissederek ne kadar mesafe aldığımızı
gördüm ve sessiz bir şükran duası ettim, çünkü ben de özgürdüm: gidip gelmede
özgür, sevip sevmemekte özgür, doğanın her aydınlık ve güzel görüntüsüne
bakmakta özgür, hiçbir kayıt olmadan ve soru sorulmadan özgür – hiçbir sultan
bana boyun eğdiremez - hiçbir Kızlar Ağası beni korku ile iki yüzlü olmaya
zorlayamaz – velhasıl ben şahane Sultan Mahmut hazretlerinin tebası değilim (Cilt
I, s.131).

Bu alıntılarda Julia Pardoe’nun söz ettiği özgürlük hem seyahat edebilmek, kitap
yazmak hem de bir iç özgürlüğüdür. Onun özgürlük kavramı 1718’de Türkiye’de
yaşayan ve Türk kadınlarını Osmanlı imparatorluğunun en özgür insanları addeden
Lady Montagu’nun görüşlerinden oldukça farklıdır. Lady Montagu’nun sefir eşi
maaşını Levant Kumpanyasından alan mülk sahibi bir soylu idi. Yaşamını
sürdürmek için onun eline bakan Lady Montagu böylece kadınların özgürlüğünü
tümüyle mülkiyet üzerine dayandırmıştır. Paşaların kelleleri uçsa da padişah
haremin ayrıcalıklarına dokunmaz ve onların eşleri konaklarını, mallarını ve
cariyelerini kaybetmezler. Lady Montagu tesettürü bir masquerade (maskeli balo,
tebdili kıyafet) addetmiş, ferace ve yaşmakla örtünmenin kadınlara geniş bir cinsel
serbesti verdiğini ve sevgilileri ile buluşmalarını kolaylaştırdığını yazmıştır. Bu
söylediklerinin bazılarını İngiltere’de mektuplaştığı soylu ahbaplarını hayrete
düşürmek için icat etse bile, kendi yaşamı çok serbest olan ve ömrünün önemli bir
kısmını İtalya’da eşinden ayrı serüvenli bir hayat yaşamakla geçiren Lady
Montagu’nun 19.cu yüzyıl yazarı Julia Pardoe’dan değişik bir söylemi olduğu
gözden kaçmıyor. Lady Montagu klasik Yunan ve Latin edebiyatları ile yetişmişti.
O gittiği Türk hamamlarını bile klasik bir tablo gibi betimler.

Halbuki ondan sonra kadın hamamlarına giden başka gezi yazarları daha değişik
anlatmalarla karşımıza çıkarlar, hiç kimsenin anadan doğma çıplak olmadığını ve
- 18 -

bellerine peştamal sardıklarını ve herkesin Titian’ın tablolarındaki mitolojik


varlıklar kadar güzel olmadığını söylerler. Julia Pardoe 1830’lu yıllarda
İngiltere’de bir üniversiteye giremezdi, hatta Virginia Woolf A Room Of One’s
Own kitabında 1928 yılında bile İngiltere’de üniversiteye giden kadınların
erkeklerle aynı haklara sahip olmadığını yazmıştır. Buna rağmen Julia Pardoe’nun
kendi kendine bir şeyler öğrenmesi ve eğitimi ön planda tutması göz ardına
alınamaz.

Bu eğitim elbette Türkiye’ye de gelmiştir. 1870’de Darulmuallimat açılmış,


şehirde oturan üst tabaka kadınları arasında okuma yazma artmış, yabancı diller
öğrenilmeye başlanmıştır. 1890’lara gelindiğinde suallerde sorulmaya başlanmıştır.
Fatma Aliye Hanım bu yıllarda bir din adamı ile yazılı polemiğe girmiş ve İslam
dininin erkeklerin çok eş almalarını şart koşmadığını söylemiştir. Artık iç özgürlük
kavramının ifade edilmesi de çok uzak değildir. Halide Edib Adıvar bu kavrama
aşinadır. O anılarının ilk kitabı Mor Salkımlı Ev’de , poligamiyi hem babasının
evinde hem de ilk evliliğinde yaşamış bir kadın olarak, bu törenin çocukken içinde
çok çirkin ve üzücü bir his yarattığını ve onun etkisinden hiç kurtulamadığını
yazar. Onun Handan romanı bir iç yaşam romanıdır.

Bir bakımdan Sultan’ın Şehri’ne 1836 yılında İstanbul yaşamının bir yarı romanı
(quasi – novel) ya da roman taslağı gözü ile bakılabilir. O yıllarda Osmanlıların
romanı daha yazılmamıştı. Elbette halk arasında anlatılan serüven ve aşk hikayeleri
vardı, ama Batı tipinde roman 1870’li yıllara kadar yazılmamıştı. Sonra romanlar
çıktı. Örneğin : Seyreyle Dünyayı – Cefakâr-u Cefakeş, Taaşşuk-u Talât ve Fitnat,
İntibah, Hasan Mellah, v.b. On dokuzuncu yüzyıl biterken ev yaşamlarını ve özel
ilişkileri daha özel ve derinliğine inceleyen romanlar yazılmaya başlandı (Mai ve
Siyah, Aşk-ı Memnu, Eylül, v.b.)

Julia Pardoe da dahil Türkiye’deki yaşamı hedonist bir çerçeve içinde gören ve
betimleyen gezi yazarları aynı zamanda İstanbul’daki mezarlıkları da uzun uzun
anlatmışlardır. Lady Montagu İstanbul’daki mezarlıkların çok geniş alanları içine
aldığını söyler. Pierre Loti ise ömründe hiçbir yerde bu kadar çok mezarlık
görmediğini yazmıştır. Julia Pardoe Karacaahmet’i bugün bile ilgi ile
okuyabileceğimiz bir şekilde çok güzel anlatmıştır. Savaşların, göçlerin, binbir
türlü hastalığın, iç çatışmalarının sebep olduğu ölümlerin çok olduğu bu yıllarda
yaşamın yalnız hedonist bir çerçeveden görülmesi elbette gerçeğe uymamaktadır.
Varlıklı bir aile bile çocuklarını kaybettikleri zaman elbette hüzünlü idiler.

Nitekim Julia Pardoe Sultan’ın Şehri’nin metnine ölüler için yazılan şiirleri de
almış, hatta kendisi de vebadan ölen çocuklar için bir şiir yazmıştır. Belki
- 19 -

ölümlerden bahseden yazarlar sonuçta bir Doğu kaderciliğinin varlığına


inanıyorlardı ama Türkiye’de ölüm ve yaşamın bu kadar iç içe oluşu onlarda hem
hayret hem de bir tür hayranlık yaratmıştı.

Çocuk sevgisi, konukseverlik, dindarlık fakat aynı zamanda dinsel hoşgörünün


varlığı hemen hemen bütün gezi yazarlarının Türkiye’yi anlatırken birleştikleri bir
özelliktir. Onlar bu hükümlere çok zaman kendi ülkeleri ile karşılaştırmalar
yaparak varmışlardır. Çok ilginç olarak bu gezi yazarları kendilerinden önce gelen
yazarları da eleştirmişlerdir. Örneğin, Lady Montagu’nun kendinden önce gelen
erkek yazarları eleştirmesi gibi.

Burada Doğu – Batı ikici karşıtlığının (binary opposition) derinliğine incelenmesi


üzerinde durmayacağım, hatta Julia Pardoe’nun ne dereceye kadar bir oryantalist
olup olmadığını tartışmayacağım. Onun yazdığı kadınların iç alemlerini
bilemiyoruz; Öte yandan bu yazarın kendi iç alemini daha iyi anlayabiliyoruz.
Gene de kütüphane mahzenlerinde bulunan bazı gezi kitaplarının içinde bazı şeyler
öğrenmek mümkündür. (Ben Sultan’ın Şehri’ni New York Public Library’nin
koleksiyonlarında buldum. Kütüphanenin mahzeninde saklanan bu ciltleri ancak
yerinde okumak mümkündü). Bizim kendimizi bu biçimde yazmadığımız
zamanlarda yabancı yazarların satırları arasında az buçuk bir şeyler bulabilsekte
gene sevinmeliyiz. Örneğin ünlü Fransız şairi Gerard de Nerval 1843 yılında
birkaç ay Kahire ve Lübnan’da kaldıktan sonra üç ay İstanbul’da oturdu ve bu
gezisi üzerine Le Voyage En Orient adlı bir kitap yazdı. Onun bu kitapta
İstanbul’da gördüğü Karagöz temsilini anlatışı eşsiz bir gözlem ve algılamanın
ürünüdür. Acaba 1843’de Karagözü daha iyi anlayan ve anlatan başka bir gezi
yazarı bulunabilir mi?

Bizi yazan eski kitapları okurken bazı şeylerin geriye dönmeyecek şekilde
değişmiş olması bizleri sevindiriyor. Elbette bunların başında eğitimin, okuma –
yazmanın artması, özellikle kadınların Cumhuriyetin ilanından sonra yalnız
kamusal, politik ve toplumsal haklara kavuşması değil erkeklerin girdiği her
mesleğe girebilmeleri olayı da var. Türk kadını Julia Pardoe’nun 160 kusur yıl
önce eleştirdiği eğitim eksiklerinin üstüne çıkmayı başarmıştır.

Bazı şeylerin, örneğin kürek gibi kaşıklarla yenilen su muhallebisinin, yoğurdun,


güzel meyvaların da ortadan kaybolmadığına seviniyoruz. Ama gezi yazarlarının


Gerard de Nerval, Le voyage En Orient (2 Cilt) Garnier – Flammarion, Paris, 1980, Cilt II,
s.209
- 20 -

cennet gibi betimledikleri Türkiye bu açıdan çok değişmiştir. Kuşkusuz 160 yılı
aşan bu uzun süre içinde sanayileşme, şehirleşme, nüfus artışı dünyanın her
yerinde olduğu gibi Türkiye’de de kaçınılması zor değişiklikler yaratmıştır.
Küreselleşmenin hüküm sürdüğü yirminci yüzyıl sonunda zaten yapay bir kavram
olan Doğu – Batı karşıtlığı manasını büsbütün kaybetmiştir.

Bu yazıyı bitirirken Julia Pardoe’nun Bursa gezisi izlenimlerine ait birkaç satırı
buraya nakletmekten kendimi alamıyorum. Julia Pardoe babası ve bir rehber grubu
ile İstanbul’dan Mudanya’ya bir yelkenli ile geçmişti. Mudanya’dan Bursa’ya
atlarla gittiler ve hatta Uludağ7a da tırmandılar. Julia Pardoe Bursa’yı İstanbul’a
kıyasla daha “Doğu” olan bir şehir diye tanımlar; II. Mahmut’un kıyafet devrimi
daha oraya varmamıştır. Julia Pardoe Bursa şehrini, camilerini, kiliseleri ve başka
kurumları ayrıntıları ile anlatır, fakat onun doğa betimlemelerini çok önemli
bulduğum için burada yalnız onların bir özetini vereceğim. O, Mudanya – Bursa
yolundan geçerken bu arazinin ömründe gördüğü en zengin bitki örtüsü ile kaplı
olduğunu ve dünyada bundan daha güzel bir yerden geçmediğini söyler. Her tarafta
tüy gibi zarif çalılıklar, mis kokan otlar, rengarenk bahar çiçekleri vardır. Bir yanda
dağlar ve kayalar, öte yanda yemyeşil bir ova... mısır tarlaları ve üzüm bağları...
şurda burda köyler ve sık sık çeşmeler görünür; çeşmelerin birinde çamaşır
yıkayan kadınlar kafileyi görünce yaşmaklarını düzeltirler. Julia Pardoe’nun
adlarını yazdığı ağaç ve bitkileri veriyorum. (bunlardan bazılarının Türkçe
karşılıklarını sözlükte buldum). Kâfur ağacı, kurtbağrı, yaban hatmisi, boru çiçeği,
ebegümeci, yüksükotu, hanımeli, çarkıfelek, sarısabır, yılan yastığı, öd ağacı, kiraz,
dut ve ceviz ağaçları. Kuşlardan guguk kuşu, keklik, dere kuşu, kartal ve başka
yırtıcı kuşlar... ve her yerde rengarenk kelebekler .
(Cilt II, s.17).

Bu bilgiler bugün bir çevreciyi ilgilendirebilir. Bu zengin bitki örtüsünden hangisi


kalmış hangisi yok olmuştur ? Kuşkusuz çeşmede çamaşır yıkayan kadınlar da bu
bitki ve kuşların hepsinin adını biliyorlardı ama 1836 yılında onları yazmak Julia
Pardoe’ya nasip olmuştu.

Yirminci yüzyılın sonuna yaklaştığımız bu günlerde Türk kadınlarının başkaları


tarafından değil, fakat doğrudan doğruya kendilerini temsil ettikleri bir gerçektir.
Yazan ve yazılan birleşmiştir. Türk toplumunun çoğunluğu sözlü kültürden yazılı
kültüre geçmiştir. Kendi adıma çok çabuk geçtiğini sandığım yirminci yüzyıl
Türkiye için bir çağdaşlaşma ve kadın özgürlüğü yüzyılı olmuştur. Elbette hala her
şey mükemmel değildir ama kadın özgürlüğü bilinci geriye döndürülemeyecek
tarihsel ve evrensel bir gerçektir. Bu gün kadınların örtünmeleri için buyruk veren
kadıların yerine dini politikaya alet eden politikacılar geçip yeniden bir kadın-
- 21 -

erkek ayrımı ideolojisini savunsalar bile yirminci yüzyıl Türk kadınının geriye
dönülmesi olanaksız bir özgürlük yüzyılı olarak tarihe geçecektir.

Nilüfer Mızanoğlu Reddy


1999 summer, New York

You might also like