You are on page 1of 11

26 NISAN 2008

Ermeni Meselesi
Sayın Orhan Çekiç'in uzun yıllarını alan bir çalışmasının, özeti. Bu kadarı bile
ne kadar haklı olduğumuzun kanıtıdır.

GİRİŞ

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi son sınıfında (1966), Siyasal


Doktrinler Tarihi dersinin bir yerinde, Bülent Hoca (Prof. Dr. Bülent Daver),
birden aklına gelmiş gibi, “…Çocuklar!” demişti. “İçinizde ilerde araştırma
yapacak birileri çıkacaktır. Şu Ermeni meselesini inceleyin. Göreceksiniz ki bu
konu kadar Türkiye’nin haksız eleştirilere uğradığı bir başka sorunu yoktur ve ne
yazık ki, bu mesele bizde de yeterince incelenmemiştir. Oysa mutlaka
araştırılmalıdır. Olanak bulursanız bu tür çalışmalara katkıda bulunun.”

Bu öğüdü dinleyen o sınıftan şu anda iki şehidimiz var: 1761 Bahadır Demir ve 1839
Reşat Moralı. Ermeni terörü Bahadır’la başladı. Ermeniler Konsolos Muavini Bahadır
Demir’i Los Angeles’da, Santa Barbara kentindeki Biltmore Oteli’nde, 27 Ocak 1973
Cumartesi günü katlettiler.

Bir Rus Ermenisi olan katil Gourgen Mıgırdıç Yanıkyan’ın davetine Başkonsolosumuz
Mehmet Baydar da katılmıştı. Başkonsolos ve yardımcısı ölüme birlikte yürüdüler.
Nedenini bile anlayamadan… Çünkü Mıgırdıç konuşmalarına bile fırsat vermemiş,
tabancasını çekip her ikisini de vurmuştu.

Paris Büyükelçiliğinde Çalışma Müşaviri olarak görev yapan Reşat Moralı ise 4 Mart
1981 Çarşamba günü Paris’te, Sen Nehri üzerindeki köprülerden birinde ASALA
teröristleri tarafından kıstırıldı ve hunharca katledildi. Beraberindeki mesai
arkadaşı, din görevlisi Tecelli Arı da bu saldırıdan kurtulamadı.

Bu incelemenin iki amacı var. Biri Daver Hoca’nın öğüdünü tutmak, diğeri sevgili
sınıf arkadaşlarım Bahadır ve Reşat’ın ve tüm terör şehitlerimizin önünde saygı
ile eğilmek.
Tüm insanlık, hatta Ermeniler adına.

Yan sütunlarda anlattıklarımın, içinde bulunduğumuz coğrafyayı vatan bilen ve bu


anlayışla bizimle paylaşan Ermeni asıllı yurttaşlarımızla hiçbir ilişkisi yoktur
ve olamaz. Sözümüz devletine silah çeken, bağımsızlık kisvesi altında emperyalist
düşmanla işbirliği yapanlaradır.
Bunun adı tüm dillerde “ihanettir”.

O halde sözümüz de hainleredir.

Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç

ERMENİ SORUNU’NUN TARİHSEL GELİŞİMİ

Bilindiği gibi, emperyalist Hıristiyan batı dünyası, kendisine nazaran doğuda


bulunan İslâm dünyasının lideri konumundaki Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve
toprakları üzerinde kendisine bağlı “uydu devletler” kurmak için bu devletin
içindeki Hıristiyan unsurları ayaklandırmayı planladığı zaman, bu olayı tüm
dünyaya “Doğu Sorunu” olarak sunmuştur.

Artık Batı’nın, doğuda önemli bir sorunu vardır, o da “hasta adam” olarak
nitelediği Osmanlı Devletini yıkmak ve topraklarını paylaşmaktır. Asya’nın, Latin
Amerika’nın, Afrika’nın paylaşımı neredeyse tamamlanmış, sömürgeciler şimdi de
gözlerini dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olan ve üç kıtanın
birleştiği, dünya ticaret yollarının kesiştiği bölgeye, Ortadoğu’ya
çevirmişlerdir. Bu bölgenin coğrafya olarak en büyük ve güç olarak en zayıf
devleti olan Osmanlı Devleti tüm emperyalistlerin iştahını kabartmaktadır. Artık
Osmanlı için zor günlerin yakın olduğu açıkça belli olmuş, konu gazete ve
dergilerde açıkça yazılır, çizilir hale gelmiştir. (İngiliz dergisi Punch’da
yayınlanan karikatürlere göre, dünyanın emperyalistler arasında pergelle ölçülerek
paylaşılacağı günler de, Avrupa’nın birlik olup dev bir piton yılanı gibi
Osmanlı’yı sarıp sarmalayacağı günler de yakındır. Osmanlı Padişahı 5. Murat’ın
ayaklarına salınmış dört köpek olarak çizilen Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve
Arnavutluğun yakında Osmanlı’dan koparılacağı mesajı da çok kısa süre sonrasında
gerçek olacaktır ). Bir plan sinsi şekilde değil açıkça uygulanmaya konmuştur.

Bu planın başarılı olabilmesi için, imparatorluk bünyesinde yaşamakta olan


“azınlıklardan” büyük ölçüde yararlanılacaktır. Nitekim kısa bir sürede,
imparatorluğun batısında yaşayan çeşitli Hıristiyan unsurlar bağımsızlıklarını
birer birer kazanacaklardır. Tüm imparatorluğa dağılmış olmakla birlikte,
özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşamakta olan Ermeniler ise, aralıksız 35
yıl süren ve tüm Anadolu’yu kana bulayan terör eylemlerine rağmen başarılı
olamayacaklar, sonuçları günümüze kadar uzanan pek çok trajedinin yaşanmasına yol
açacaklardır. Böylece “Doğu Sorunu” “Ermeni Sorununa” dönüşecektir.

Bu incelemenin kapsamı ve amacı, bu trajedinin tarihsel gelişimini özetlemek ve


Ermenilerin çıkış yolu olarak benimsedikleri “terör” yönteminin boyutunu
irdeleyerek, Osmanlı Devleti’nin almak zorunda kaldığı tedbirlerin neden bir
“soykırım” sayılamayacağını kanıtlamaktır.

SORUN NASIL ORTAYA KONDU?

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, imparatorluk sınırları içinde yaşayan pek çok


ulus ve kavim arasında “millet-i sadıka” –sadık millet- diye anılan Ermenilerin
daima çok özel bir yeri olmuştur.

XIX. Yüzyıl ortalarına kadar Ermeniler, Türkiye’de büyük bir huzur ve refah içinde
yaşamışlar, Tanzimat’tan sonra kendilerine devlet memurluğuna da girme hakkı
tanınınca kamu yönetiminde de çok önemli görevlerde bulunmuşlardır.

Daha çok ticaret ve sarraflık, kuyumculuk gibi meslek ve sanatlarla uğraşan


Osmanlı Ermenileri arasından 29 Paşa, 22 Bakan, 33 Milletvekili, 7 Büyükelçi, 11
Başkonsolos ve Konsolos, 11 Üniversite öğretim üyesi ve 41 yüksek rütbeli memur
Osmanlı Yönetiminde görev almıştır. Ermeni Bakanlar arasında Dışişleri, Maliye,
Ticaret ve Posta Bakanlıkları gibi son derece önemli ve kilit mevkilerde
bulunanlar olmuştur. Balkan Savaşı esnasındaki dışişleri bakanımız Gabriel
Nuradunghiyan, bir Ermeni olarak buna güzel bir örnektir.

Müslümanlara tanınan her türlü haktan yararlanan Ermeniler, askere alınmamak gibi
bazı ayrıcalıkları nedeniyle ailelerinin sürekliliğini, dolayısıyla refahını
sağlamışlardır. Böylece, o dönemin Çarlık Rusya’sında yaşayan Ermenilerle
kıyaslandığı takdirde Osmanlı Ermenilerinin büyük bir huzur ve refah ortamında,
geniş bir din, dil, eğitim serbestliği içinde özgürce yaşadıkları kolaylıkla
gözlenebilir.

XIX. Yüzyıl ortalarına kadar devam eden bu durum özellikle Tanzimat ve Islahat
dönemlerinden itibaren yavaş yavaş değişmeye başlamış, Tarihimizde 93 Harbi diye
geçen 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra ise dış görünüşü ile milliyetçi
akımların etkisiyle, gerçekte ise emperyalist güçlerin kışkırtmalarıyla giderek
tehlikeli boyutlara ulaşmaya başlamıştır.

Bu neden böyle olmuştur? Neden adeta birden bire Osmanlı Devleti’nin başına Ermeni
Sorunu diye bir gaile çıkarılmıştır? Bu sorun, beklenmez bir şekilde, aniden mi
çıkmıştır veya çıkarılmıştır, yoksa büyük bir “master planın” zaman içerisinde
uygulanmaya konulan birer parçası olarak, beklenen bir olgu mudur? Arkasında
kimler vardır? Şimdi de bu noktaya daha yakından bakalım.

Osmanlı İmparatorluğu’nu içten yıkmak için azınlık unsurları kullanan emperyalist


güçler kendi çıkarları doğrultusunda Ermenileri de kullanmışlar ve bir Doğu
Sorunu’nun yaratıcısı olmuşlardır. Daha önce Balkanlar’da oynanan ve başarılı olan
oyun, bu defa Doğu Anadolu’da tekrar sahneye konmuş, bölgenin özellikle stratejik
ve jeopolitik konumu İngiltere ile Çarlık Rusya’sını bu kez bu sahnede karşı
karşıya getirmiştir.

Çarlık Rusyasının 1.Petro’dan bu yana izlemekte olduğu temel dış politikası, sıcak
denizlere, yani Akdeniz’e inmek olmuştur. Genelde yayılmacı(expansiyonist) bir
politika güden Rusya, Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden Akdeniz’e inmeyi ulusal bir
hedef olarak görmüş, tüm dış politika hesaplarını bu amaca yöneltmiştir. Rusya’nın
bu hedefe ulaşmasında ise en büyük engel Osmanlı İmparatorluğu’dur. İşte bu
sebepledir ki, Osmanlı İmparatorluğu, tarihi boyunca en çok Rusya ile savaşmıştır,
hatta savaşmak zorunda kalmıştır. Zira Ruslar 1.Petro’nun siyasi vasiyetine sıkı
sıkıya bağlanmışlardır.

Petro, daha tahta çıkmamış bir prensken, Hollanda’ya geçmiş, işçi olarak gemilerde
çalışmış ve deniz aşırı ülkeleri görerek sömürgeleşmenin önemini kavramıştır. O
günlerde Moskova ve çevresinde küçük bir kara devleti olan Rusya’yı büyütmek için
Petro, denizlere açılmanın gerektiğini görmüş ve Rusya’nın 200 yıl boyunca
uygulayacağı dış politikasının temelini atarak iki önemli karar almıştır:
1.”…Rusya’nın hiçbir limanı yoktur. Oysa denizlere açılmalıdır. O halde kuzeyde
Baltık Denizi’ne çıkmak zorundayız. Bu durumda, bu kıyıları elinde tutan İsveç’le
savaşmak, kaderimizdir. Başka türlü yaşamamız mümkün değildir…”

Petro bu kararı üzerine İsveç’le savaşır ve Şarlken’i 1706 ‘da Paltova’da yenerek
Baltık kıyısında ilk limanını, kendi adını taşıyan Petrograd’ı kurar ve Rusya
böylece Baltık Denizi’ne çıkar.

2. “… Karadeniz üzerinden Boğazlar yoluyla sıcak denizlere, Akdeniz’e inmeli,


İskenderun limanını ele geçirmelidir. Karadeniz ve Akdeniz’e egemen güç Osmanlı
Devleti’dir. O halde kaçınılmaz olarak Osmanlı Devleti ile sürekli savaşta olmak
da gene kaderimizdir...”

Bunu da göze alır ama Osmanlıya karşı 1711 yılında Prut Savaşı’nı kaybeder,
hayatını zor kurtarır. Hesap yanlış tutmuştur. Osmanlı Devleti bir İsveç değildir,
dönemin en güçlü imparatorluğudur.

Bu mağlubiyete rağmen Rusya ana hedeften sapmayacaktır. Hele ileriki yıllarda


Süveyş Kanalı açılıp da Kızıl Deniz üzerinden Hint Okyanusu’na kolayca çıkmak, en
büyük rakip İngiltere’nin Hint yolunu kesmek olanağı doğunca, Rusya Osmanlı
Devleti’ni yaşam alanı içindeki en büyük engel olarak görmeye başlayacaktır. O
halde, Boğazlardan geçemediği takdirde Balkanlar üzerinden Ege’ye çıkmak,
Kafkaslar üzerinden de Basra Körfezi’ne çıkarak Hint Okyanusu’na açılmak, bu yol
kapatılırsa bu kez de Kilikya üzerinden Akdeniz’e inmek Rusya’nın temel dış
politikası olacak, bu politikanın da uygulanmasında baş aktörler, Osmanlı Devleti
bünyesindeki “azınlıklar” olacaktır. Ortodoks dünyasının hamisi rolünü üstlenen
Rusya, bu azınlıklar silahını başarıyla kullanacaktır.

1877 Osmanlı-Rus Savaşı da Rusların bu amaçlarının ürünüdür ve savaşı gerçi Rusya


kazanmıştır ama bu savaş aynı zamanda Balkanlar’daki Rus emellerine de mezar
olmuştur. Rusların desteğiyle yaratılan Muhtar Bulgaristan Prensliği Ruslara karşı
bir durum almış, bağımsızlığına Rus silahları sayesinde kavuşan Sırbistan bile
Avusturya’ya yaklaşır bir tutum içine girmiştir. Böylece Rusların Balkanlardan
Akdeniz’e inmeleri olanak dışı hale gelmiştir. Bu durumda elde kalan tek
alternatif, acaba Ermeniler vasıtasıyla Kafkaslar üzerinden Basra Körfezine veya
Kilikya üzerinden İskenderun Limanı’na ulaşılamaz mı?
İşte Ermeni Sorunu’nun embriyonu böylece yaratılmıştır.

Ayrıntısını özetle de olsa göreceğimiz üzere emperyalist Rusya – İngiltere


rekabeti ve konuya değişik açılardan kendi çıkarları doğrultusunda katılan Fransa
ve ABD, bu sorunun baş mimarlarıdırlar. Bugün de aynı rolü oynamaktadırlar zira bu
emperyalistlerin Ermenilere ödenecek diyet borçları vardır. Yerlerinden
yurtlarından olan ve bu toprakların insanı Ermenileri kendi çıkarları
doğrultusunda yönlendirerek sonu olmaz bir yola sokanlar, bu sorunu sadece 1915
yılında alınan “zorunlu göç” kararına bağlayarak açıklayanlardır ve tam bir
suçluluk kompleksi içinde kıvranmaktadırlar. 1915 olayları “Ermeni Sorunu
Aysbergi”nin (iceberg) sadece görülen zirvesidir, oysa sorunun kökü çok derinlere
gider. Bu anlamda olayların İttihat ve Terakki Partisi ve yöneticileriyle de bir
ilgisi yoktur. Kimi Türk aydınlarca da desteklenen ve İttihat Terakki
yöneticilerini birer soykırım suçlusu olarak suçlayanlar ve bu görüşe destek
verenler, 1915 yılı öncesinde olup bitenleri görmeyen veya görmek istemeyenlerdir
ki, bu da tarihe şaşı bakmak olur, bizi gerçeğe ulaştırmaz. Örneğin, 1878 yılında
İstanbul’un kapılarına kadar gelip Yeşilköy’e (Ayastefanos) dayanan Rus
ordularının komutanı ve Çar’ın da amcası Grandük Nikola’yı ziyaret edip, ondan
bağımsız bir Ermenistan kurulması için yardım isteyen Osmanlı tebası Ermeni
Patriği Nerses Varjabedyan’ı anmaz ve bu ziyareti görmezden gelirsek, ekilen
tohumları, yeşeren sorunları elbette görmez, göremeyiz. Oysa o tarihte ortada ne
bir İttihat Terakki Partisi vardır, (zira parti 21 sene sonra 1899’da
kurulacaktır), hatta ne de Enver Paşa sağdır.
Özetle, İttihatçı liderler olan Enver, Cemal ve Talat Paşalar henüz dünyada bile
yokken, Osmanlı Devleti’nin ciddi bir Ermeni Sorunu vardır.

Gerçekten de, örneğin ihtilalci birer parti olarak kurulan ve Anadolu toprakları
üzerinde bağımsız bir Ermenistan kurmak için sonuna kadar savaşacağını, amaca
ulaşmak için ise başvurulacak yöntemin terör olacağını açıkça kuruluş tüzüğünde
ilan eden Hınçak Partisi 1887’de Cenevre’de kurulduğu zaman, Talat Paşa henüz 13
yaşında bir çocuk, Cemal Paşa ise 15 yaşında bir gençtir, muhtemelen her ikisinin
de yaklaşan tehlikeden haberleri bile yoktur. Mutlak görülen odur ki, İttihat
Terakki Partisi daha kurulmamışken, sonradan yöneticisi olacak olanların bir kısmı
daha dünyada bile değilken, kimi yöneticileri ise birer çocukken Anadolu’da bir
Ermeni Sorunu vardır ve devletin güvenliğini ve bütünlüğünü ciddi şekilde tehdit
etmektedir. Bu sorunu 1915’teki Tehcir (Zorunlu Göç) kararından itibaren ele alma
alışkanlığından bir türlü kendilerini kurtaramayan kimi aydınlarımız acaba
1880’lerden itibaren ülkede cereyan eden bölücü faaliyetleri sahiden mi bilmezler,
yoksa görmezden mi gelirler, hep merak etmişimdir. Anlaşılan odur ki, 1915 yılında
bir zorunlu göç olayı yaşanmasaydı bile, Osmanlı Devleti benzeri bir kararı almak
zorunda kalacaktı, zira Ermeniler Osmanlı Devleti’ni zecri tedbirler almak yolunda
sürekli zorlamaktaydılar. 35 senedir süren ve tüm Anadolu’yu kana bulayan isyanlar
bunun kanıtıdır ve esasen buraya kadar anlatılanlar birer tarihi gerçek olarak
ortadadırlar ve hiç kimse tarafından da bir itirazla karşılanmazlar.

Oysa o günlerde devleti yönetenler ise, doğal olarak ülkenin bütünlüğünü ve


güvenliğini sağlamak çabasındadırlar. Doğal olmayan ise, dış müdahalelerdir.

İşte Ermeniler, önce muhtar, sonra bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmak
hayaliyle ve fakat aslında bir sıçrama tahtası görevini üstlenmek üzere Ruslar
tarafından böylece isyana teşvik edilmişler ve kullanılmışlardır. Bu oyunu gören
İngiltere Akdeniz’e inen ve Hindistan yolu için son derece yaşamsal bir yere
ulaşan Rusya’nın kendisi için ne denli tehlike olacağının bilinciyle karşı tedbir
almaya çalışmış, bu meyanda, Hindistan yolu için son derece önemli bir stratejik
konumu olan Kıbrıs’ı Rusya’ya karşı müştereken korumak önerisi ile Osmanlı
Devleti’ne başvurmuştur. Savaştan henüz çıkmış olan Osmanlı Devleti bu öneriyi
kabul etmek zorunda kalmış ve İngiltere bu maksatla 1878’de Kıbrıs’a çıkmıştır.
Bunun karşılığında İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Rusya ile imzaladığı Ayastefanos
Anlaşmasını hükümsüz kılmış, konuyu Berlin Kongresi’ne taşımış ve Osmanlı
toprakları üzerindeki İngiliz-Rus rekabeti farklı bir boyuta ulaşmıştır.

O ana kadar, takriben 100 senedir izlediği dış politika ile Osmanlı Devleti’nin
toprak bütünlüğünü koruma siyaseti güden İngiltere artık görmüş ve anlamıştır ki,
Osmanlı Devleti’nin sonu gelmiştir ve ne yapılırsa yapılsın onu ayakta tutacak güç
artık yoktur. Bu durumda Rusların güneye inmesini engellemek üzere arada tampon
devletler kurmak gereklidir, o halde Kafkasları ve Doğu Anadolu’yu içine alacak
büyüklükte bir Ermenistan kurulmalı, bu kuruluş İngiliz desteğinde olmalı, böylece
kurulacak Ermenistan bağımsızlığını Rusya’ya değil, İngiltere’ye borçlu olmalıdır.
Birer Türk dostu olan Palmerston, Salisbury, Disraeli gibi hükümetlerin dönemi
artık geride kalmıştır ve şimdi Gladstone yepyeni bir politika ile Osmanlı’nın
karşısındadır. Kısacası “bağımsız bir Ermenistan kurmak için” şimdi iki ülke yarış
halindedirler ve işin aslı, Rusya muhtar bir Ermenistan’dan yana değildir, zira
Ermeniler bu kozu İran Ermenistanı’nda Ruslara karşı kullanacaklardır. Rusya, Doğu
Anadolu toprakları üzerinde bir Ermenistan’dan yanadır, kendi topraklarında değil.

Böylece Osmanlı Devletine başkaldıran Ermeniler özellikle 1878–1914 yılları


arasında Anadolu’nun çeşitli yörelerinde sınırsız sayıda ayaklanmalar çıkarmışlar,
büyük katliamlara girişmişler, bunu engellemek üzere üstlerine gönderilen meşru
güvenlik kuvvetleriyle çatışmışlar, alınan her tedbiri “Türkler bizi katlediyor”
şeklinde dış dünyaya yansıtmışlardır.

Kurdukları ihtilalci Hınçak (1887) ve Taşnak (1890) partileri ve bunların


destekleyicileri vasıtasıyla dünya kamuoyunu sürekli olarak yanıltmışlardır. Her
ayaklanma tam bastırılacakken dış güçlerin müdahalesini sağlamışlar, bu güven
nedeniyle de her fırsatta yeniden ayaklanabilmişlerdir. Dünün sadık milleti artık
Osmanlı’nın başındaki en önemli gailedir. Bu durum Birinci Dünya Savaşı boyunca da
bütün şiddetiyle sürmüş, tüm emperyalist güçlerin desteği ve önderliğiyle tam
hayal ettikleri devleti kurduklarını sandıkları anda bu kez Kurtuluş Savaşı
Ermenilerin tüm hayallerini yıkıvermiştir.

Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan Rus İşgal Kuvvetleri Başkanı Grandük Nikola’dan,
1878 yılında“Yeşilköy Buluşması”nda şu sözü ve öğüdü almıştır:
“Size hiç kimse kendiliğinden vatan kuramaz. Bunu bizden de istemeyin, yapamayız.
Eğer bağımsız bir devlet kurmak istiyorsanız, ayaklanın, isyan edin. Biz gereken
silah ve para yardımını yaparız. Hükümet güçleri üstünüze gelince de ‘Müslümanlar
Hıristiyanları katlediyor’ diye dünyayı ayağa kaldırırız”... demişti. Bu öğüdü
dinleyen Patrik, bu sözleri İngiliz Büyükelçisi’ne aynen söyleyecek ve
“Avrupa’nın bizim bağımsızlık meselemizle ilgilenmesi için ille de oluk gibi kan
akmasını görmesi gerekecekse, yakın bir zamanda tüm Anadolu’yu yangın yerine
çevireceğimize emin olabilirsiniz” diyecektir. İngiliz Büyükelçi, bu mesajı aynen
Londra’ya bildirecektir. O halde Osmanlı Hükümeti ne yaparsa yapsın, gelecek
günler karanlıktır ve Ermeniler sonu karanlık bir yola girmektedirler. Bütün bu
hazırlıklar sürerken ortada ne bir İttihatçı hükümet vardır, ne de bir “zorunlu
göç” kararı vardır. Böyle bir kararın zorunlu olarak alınması tarihine daha 25
(yazıyla yirmi beş) yıl vardır ama, gene de oluk oluk kan akmaktadır ve cinayet
işleyen Ermeninin işlediği cinayet yanına kâr kalmaktadır, zira derhal dış
müdahale ve kapütilasyonlar devreye girmekte ve bu tür olayları konsolosluk
mahkemeleri yargılamakta, çoğu kez de failler serbest bırakılmaktadırlar. Tıpkı
günlerce süren, onlarca kişinin ölümüne, yüzlercesinin de yaralanmasına yol açan
“Osmanlı Bankası Baskını” olayında olduğu gibi. Hatta Padişah Abdülhamit’e yapılan
suikast olayında olduğu gibi. Her iki olay da dünyanın gözü önünde cereyan etmiş
ve bu olayların failleri ellerini kollarını sallayarak ülkeyi serbestçe terk
etmişlerdir. Osmanlı Hükümetleri bunlara bile sabır göstermiş ve bir “göç” kararı
almamıştır.

1880 yılından itibaren Doğu Anadolu’daki İngiliz konsoloslarından gelen


raporlardan, bölgedeki Ermeni unsuru içerisinde hızlı bir örgütlenme ve silahlanma
faaliyetinin öne çıktığı anlaşılmaktadır. Tüm İngiliz arşivleri, söylediklerimizi
teyid eden belgelerle doludur ve bu belgeler tüm araştırmacılara açıktır. (Bk.
F.O. 424/107, No.194, Ek 1; F.O.424/107, No.185 ve 212)..

Bu arada sosyal içerikli cemiyetler kurulmaktadır. Bunların ilki, 1860 yılında


İstanbul’da kurulan “Hayırsever Cemiyeti”dir.( Benevolent Union). Amacı Kilikya’yı
kalkındırmaktır. Üyeleri arasında bulunan Hasip Şişmanyan ve Mıgırdıç
Beşiktaşyan’ın Zeytun olaylarında rol oynadığı söylenmiştir. (Bak. Louise
Nalbandian, The Armenian Revolutionary Movement, sf.71).

1870 ile 1880 arasında, Van’da “Araratlı”, Muş’ta “Okulsevenler” ve “Doğu”,


Erzurum’da “Milliyetçi Kadınlar” isimli dernekler kuruldu. Sonra ilk üçü bir araya
gelip birleşerek “Ermenilerin Birleşik Cemiyeti”ni kurdular.

Bu sosyal amaçlı derneklerin yanı sıra, ihtilalci cemiyetler de kuruluyordu.


1878’de Van’da kurulan “Kara Haç” cemiyeti bunlardandı. ABD’deki Clu Clux Clan”
benzeri, bir kuruluştu. Ermeni davasına destek vermeyen Ermenileri öldürerek kısa
zamanda ünlenmişti. Öldürdüğü kurbanının alnına kara bir haç işareti kazıyor,
böylece imzasını bırakıyordu. Kullandığı slogan “…kurtulmak istiyorsan, komşunu
öldür” idi. Bu emri yerine getirmeyen Ermeniyi ise kendileri katlediyordu.

1881’de Erzurum’da “ Anavatan Müdafileri” (Pashtpan Haireniats) Cemiyeti kuruldu.


Bu derneğin de gayesi Ermenileri silahlandırmaktı.

İhtilalci bir parti olarak kurulan ilk kuruluş ise “Armenekan” partisidir.
Kurucusu, aynı zamanda bir öğretmen olan Portakalyan, ihtilalci bir gençlik
yetiştirmiş olmakla ünlenmiştir. Van’da oturması yasaklanınca 1885’de Fransa’ya
gitmiş, Armenia gazetesini yayınlamış ve “kan dökmeden hürriyetin
kazanılamayacağı” sloganını yaymaya başlamıştır.

İşte Portakalyan’ın talebelerinden olan dokuz öğrenci bir araya gelip, Armenia
gazetesinin isminden yola çıkarak, 1885 yılında Armenakan Partisi’ni kurdular.(Bk.
Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası, sf.129).Bu gazetenin Türkiye’ye girmesi 1885,
Rusya’ya girmesi de 1886 yılında yasaklanacaktır.

Armenekan Partisi’nin kuruluş amacı, ihtilal yoluyla Ermenilerin kendi kendilerini


idare hakkını ellerine almalarıdır. Parti programında bu husus belirtilmektedir.
Partiye sadece Ermeniler girebilir. Halkı silahlı eyleme hazırlamak, onlara silah
sağlamak, diğer ihtilalci kuruluşlarla işbirliği yapmak, partinin amaçları
arasındadır ve sene henüz 1885’dir. Yani bu hazırlıklar 1. Dünya Savaşı’nın
başlamasından 20 sene önce yapılmaktadır.

Dikkati çekenler arasında elbette İhtilalci Hınçak Partisi önde gelir. Bu parti
1887 yılında Cenevre’de kuruldu. Paris’te okuyan, Marksist ve hali vakti yerinde
öğrencilerin kurduğu bir partidir. Portakalyan’ın Armenia gazetesinin okurları
çevresinden bir grup, partiyi kurmuşlardır. Kurucularının hiçbiri Osmanlı teb’ası
değildir ve Türkiye’yi hiç görmemişlerdir. Buna rağmen, görmeden düşman
olmuşlardır. Yayınladıkları parti programının hedefleri dehşet vericidir. Buna
göre:
“ 1. Bugünkü düzen bir ihtilalle ortadan kaldırılmalı, onun yerine ekonomik
gerçeklere ve sosyal adalete dayanan yeni bir cemiyet oluşturulmalıdır.
“ 2. Partinin ilk ve yakın hedefi Türkiye Ermenistanı’nın politik ve milli
bağımsızlığını sağlamaktır.
“ 4. Türkiye’de ihtilal yoluyla gerçekleştirilecek olan hedeflere varılmak için
kullanılacak metod, propaganda, tahrik, tedhiş, teşkilatlanma ile köylü ve işçi
hareketidir.
“ 6. Parti’de bir merkez komitesi kurulacaktır. İşçilerden ve köylülerden oluşacak
iki geniş ihtilal grubu kurulacaktır. Bunlardan ayrı olarak gerilla çeteleri
teşkil edilecektir.
“7. İhtilali gerçekleştirmek için en müsait zaman Türkiye’nin harbe girdiği dönem
olacaktır.
“8. Süryaniler, Kürtler, Türklere karşı mücadelede kazanılmalıdırlar.
“9. Türkiye Ermenistan’ının bağımsızlığı elde edildikten sonra ihtilal, Rusya ve
İran Ermenistan’ına teşmil edilecek ve Federatif bir Ermenistan kurulacaktır.

İşte bu hayallere kapılan Ermeniler, bu yola onları itip teşvik edenlerin de


gayretiyle ülkede anarşi ortamını hazırladılar. Böylece, bu ülkeyi bölmek
isteyenlerle böldürmek istemeyenler arasında kıyasıya bir mücadele başladı. Ama
her şeye rağmen, hükümetlerin hâlâ Ermeniler için verilmiş toplu bir sürgün kararı
bile yoktur. Bu kadar olaylara rağmen, hükümetler olabildiğince serinkanlılıkla
olayları yatıştırmaya çalışmaktadırlar. Hınçak Partisi Kumkapı nümayişi olayını,
Sasun isyanını, Babıâli nümayişini, Zeytun isyanını üstlenecektir.

Görüldüğü gibi, 1887 yılından itibaren Ermeniler tüm Anadolu’da her türlü tahrik
ve tedhiş hareketlerine girişeceklerdir. Devlet uzun süre bu olanlara seyirci
kalacak, eli kolu bağlanacaktır Bu durumda, aniden yıllardır ağır gelmeyen
vergiler ağır gelmeye başlayacaktır. Bahane peşinde koşanlar her defasında bu
bahaneleri kolayca bulacaklar, parti programının gereğini yapacaklardır.

Ermeni İhtilalci Taşnak Partisi (Daşnaksutyun) ise 1890 yılında Tiflis’te


kurulmuştur. Daha ziyade sosyalist olmayan, milliyetçi gençlerden oluşmuştur.
Ermenice “federasyon” anlamına gelmektedir. Bu durumda Hınçak Partisi’nin de bu
gruba katıldığı anlaşılmaktadır. Ancak bu birlik fazla sürmemiş, 1891’de Hınçaklar
Federasyon ile ilişkilerini, onları çok yavaş ve ağır buldukları gerekçesiyle
kesmişlerdir.

Taşnak Partisi’nin programı 1892 yılında ortaya çıkmıştır. Buna göre:


Çeteler teşkil etmek,
Her yola başvurarak halkın maneviyatını ve ihtilalci faaliyetini arttırmak
Halkı silahlandırmak için her yola başvurmak
İhtilal Komiteleri teşkil edip, aralarında sıkı irtibatı temin etmek
Kavgayı teşvik etmek ve hükümet yetkililerini, muhbirleri, hainleri, soyguncuları
yıldırmak,
Hükümet müesseselerini yağmalamak ve harap etmek sayılabilir.

Bu parti ayrılıktan, bağımsızlıktan söz etmemekte, reformları talep etmektedir. Bu


şekilde bir terör örgütü olarak ortaya çıkan Taşnaklar, Osmanlı Bankası Baskınını,
1904 Sasun İsyanını, Yıldız Suikastini üstlenmişlerdir.

Böylece isyanlar dönemi başlatılmıştır. Bu olayları:


Anavatan Müdafileri Olayı ( 8.12.1882), Armenekan Çeteleriyle Çatışma (Mayıs
1889), Musa Bey Olayı (Ağustos 1889), Erzurum İsyanı (20 Haziran 1890), Kumkapı
Nümayişi ( 15 Temmuz 1890), Merzifon, Yozgat, Kayseri olayları (1892-1893),
Birinci Sasun İsyanı (Ağustos 1894), Zeytun (Süleymanlı) İsyanı (1-6 Eylül 1895),
Divriği (Sivas) İsyanı 29 Eylül 1895), Babıali Olayı (30 Eylül 1895), Trabzon
İsyanı (2 Ekim 1895), Eğin (Mamüratül Aziz) İsyanı (6 Ekim 1895), Develi (Kayseri)
İsyanı (7 Ekim 1895), Akhisar (İzmit) İsyanı (9 Ekim 1895), Erzincan İsyanı ( 21
Ekim 1895), Gümüşhane İsyanı (25 Ekim 1895), Bitlis İsyanı (25 Ekim 1895), Bayburt
İsyanı(26 Ekim 1895), Maraş İsyanı ( 27 Ekim 1895), Urfa İsyanı ( 29 Ekim 1895),
Erzurum İsyanı ( 30 Ekim 1895), Diyarbakır İsyanı (2 Kasım 1895), Siverek
(Diyarbakır) İsyanı ( 2 Kasım 1895), Malatya İsyanı ( 4 Kasım 1895), Harput İsyanı
(7 Kasım 1895), Arapkir İsyanı ( 9 Kasım 1895), Sivas İsyanı ( 15 Kasım 1895),
Merzifon İsyanı ( 15 Kasım 1895), Gaziantep (Ayıntap) İsyanı ( 16 Kasım 1895),
Maraş İsyanı (18 Kasım 1895), Muş İsyanı ( 22 Kasım 1895), Kayseri İsyanı (3
Aralık 1895), Yozgat İsyanı (3 Aralık1895), Zeytun İsyanı (1895-1896), Birinci Van
İsyanı (2 Haziran 1896), Osmanlı Bankası Baskını (14 Temmuz 1896), İkinci Sasun
İsyanı ( Temmuz 1897), Sultan Abdülhamit’e Suikast (Yıldız Suikastı) (21 Temmuz
1905), Adana İsyanı (14 Nisan 1909).

Olayların birbirine ne kadar yakın tarihlerde cereyan ettiği görülürse, hepsinin


bir tertip eseri olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. Sadece 1897’ye kadar kırka
yakın ilde tedhiş ve cinayet eylemlerine tanık olunacak, gene de sabır
gösterilecektir. Böyle bir hükümetin, bir de üstelik 1. Dünya Savaşı gibi, var
olup olmama savaşının verildiği bir ortamda, benzer tedhiş hareketlerine maruz
kalınca, Ermenileri savaş alanının dışına toplaması veya sürmesi kadar doğal ne
olabilir. Hangi devlet benzer durumda aynı kararı almazdı, sormak gerekir.

İşte 1. Dünya Savaşı günlerine bu koşullarla gelinir. Osmanlı Devleti savaşa


girince, Ermeniler bekledikleri fırsatın doğmuş olduğu inancıyla toplu olarak
harekete geçerler ve Kafkas Ordusu’nun geri hatlarını vururlar. Rus ordularıyla
işbirliğine giderler ve Van içerden vurularak 15 Nisan 1915’te Rus ordularına
teslim edilir, büyük bir Müslüman kıyımı yaşanır. Bunun üzerine 24 Nisan 1915’te
Hükümet Ermeni ileri gelenleri olarak 2345 kişiyi tutuklar. Bu olayı Ermeniler
sanki bir kıyımın yıldönümüymüş gibi, her yıl 24 Nisan’da protesto eylemlerine
dönüştürürler. Oysa o gün kimsenin burnu bile kanamamıştır. Olayların yatışmayıp,
üstelik daha da artması üzerine Hükümet 27 Mayıs 1915 günü, zorunlu olarak, bazı
Ermenileri “zorunlu göçe” tabi tutar. Çıkan yasanın adı “Sevk ve İskân Yasası”dır
ve yukarda açıklanan sebeplerden dolayı zorunlu olarak çıkarılmıştır.

Ermeniler hükümetin aldığı bu kararı “bir soykırım” olarak nitelemekte ve bu


ısrarlarını inatla sürdürmektedirler. Oysa olayların bir soyu kırma amacını
taşımadığı son derecede açıktır ve aksini kanıtlayacak tek bir belgeye
rastlanmamıştır. Esasen benzer iddialar Lozan Konferansı esnasında da dile
getirilmiş, olayı 3,5 yıl boyunca inceleyen ve araştıran İngiliz Harp Divanı,
Malta’da tutuklu bulunan tüm zanlıları serbest bırakmıştır. Avrupa Adalet Divanı
29 Ekim 2004 tarihinde aldığı bir kararla Marsilya’daki bir Ermeni Derneği’nin
açtığı davayı reddetmiş, Ermenilerin ortaya attıkları “soykırım” iddialarının
hiçbir “hukuki” dayanağı olmadığını, Avrupa Parlamentosu’nun 1987 yılında aldığı
ve “…Türkiye soykırımı tanımadığı takdirde Avrupa Birliği’ne giremez” yolundaki
kararın da siyasi bir karar olduğunu, hukuki bir temele dayanmadığını, bir fiilin
soykırım olup olmadığının hukuki bir konu olduğunu ve ancak buna bir mahkemenin
karar verebileceğini, oysa Avrupa Parlamentosunun bir yargı organı olmadığını
ifadeyle davanın reddine karar vermiştir. Bu sonuç da Ermenilerin hâlâ ne boş
hayaller peşinde koştuklarını göstermektedir.

TÜRKİYE VE ÜÇÜNCÜ ÜLKELERE YÖNELİK ERMENİ TERÖRÜ

TÜRKİYE’YE YÖNELİK ERMENİ TERÖRÜ

Gurgen (Karekin) Yanikian adlı yaşlı bir ermeninin 27 Ocak 1973’de ABD’nin Santa
Barbara kentinde Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ile Konsolos Yardımcısı
Bahadır Demir’i katletmesiyle başlayan “bireysel ermeni terörü”, 1975’den itibaren
“örgütlü Ermeni terörü” izlemiş ve yurt dışındaki görevlilerimiz, misyonlarımız ve
kuruluşlarımıza yönelik Ermeni saldırıları kısa sürede hızlı bir tırmanma
göstererek yoğunluk kazanmıştır.

Türkiye’yi hedef alan Ermeni terörünün 27 Ocak 1973 - 5 Kasım 1982 tarihleri
arasındaki bilançosu şöyledir:

1. 18 Ülkenin 32 kentinde değişik türde 65 saldırı yapılmıştır.

Bu ülke ve kentler ile saldırıların ülkelere göre dökümü aşağıda gösterilmiştir:

2. Saldırıların Lübnan ve İran dışında, hemen hepsinin müttefikimiz olan Batı


ülkelerinde meydana gelmesi özellik arz etmektedir. Lübnan ve İranda’ki
saldırılar, bir ölçüde, bu ülkelerin iç istikrarsızlıkları ile açıklanabilir.

3.Saldırılarda, görevlilerimiz ve vatandaşlarımızın yanı sıra 6 yabancı hayatını


kaybetmiş, 83 yabancı yaralanmıştır. Ölenlerin 1 i İspanyol, 2 si İtalyan, 1 i
Alman, 1 i Amerikalı, 1 i İsviçreli, yaralananlardan 16 sı İtalyan, 4 ü Amerikalı,
2 si İsviçreli, 2 si Danimarkalı, 1 i Lübnanlıdır.

4.Saldırıların Yıllar itibariyle incelenmesi, Ermeni terörünün özellikle 1979’dan


başlayarak büyük bir artış gösterdiğini ortaya koymaktadır. Buna göre,

1973’de 3
1975’de 5
1976’da 3
1977’de 4
1978’de 4
1979’da 11
1980’de 17
1981’de 9
1982’de(4 ayda) 13 saldırı yapılmıştır.

Bu tablodan şu iki sonucu çıkarmak mümkündür:

a) Ermeni terörü özellikle 1979’dan itibaren etkin bir örgütlenme kaydetmiştir.

b) 1979–1980 yıllarındaki saldırı yoğunluğu ile Türkiye’de o dönemdeki anarşi


arasında bir paralellik mevcuttur.

ERMENİ TERÖR ÖRGÜTLERİ

Yurt dışındaki görevlilerimize, misyonlarımıza ve kuruluşlarımıza yapılan saldırı


ve eylemleri şu ermeni terör örgütleri ya da grupları üstlenmiştir.

1. Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni gizli Ordusu (ASALA)


2. Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları (ESAK)
3. Yeni Ermeni Direnişi
4. Ermeni Kurtuluşu
5. Ermeni Kurtuluş Cephesi
6. Yanikion Komandosu
7.Genç Eylem Grubu

Bu terör örgütlerinin en önemlileri ilk dört sırada yer alanlardır. Son üç örgütün
adı yalnızca bir kez duyulmuştur. Cinayetlerden asıl sorumlu olanlar ise ASALA ve
ESAK’dır. ASALA 8, ESAK 7 görevli ve vatandaşımızın katledilmesinden
sorumludurlar. 4 görevlimizin katlini ise iki örgüt ayrı ayrı üstlenmişlerdir.
Yine ASALA silahlı saldırılarda 10 görevli ve vatandaşımızı, ESAK 3 görevlimizi
yaralamışlardır, 1 görevlimizin yaralanmasına da birlikte sahip çıkmışlardır.

Saldırıların, üstlenen örgütler itibariyle dökümü de ASALA ve ESAK’ın diğer Ermeni


terör grupları karşısındaki önemlerini ortaya koymaktadır. Buna göre, 69
saldırıdan,

33 ünü ASALA
16 sını ESAK
5 ini Yeni Ermeni Direnişi
1 ini Ermeni Kurtuluş Cephesi
1 ini Yanikian Komandosu
1 ini Ermeni Kurtuluşu
6 sını ayrı ayrı Asala ve Esak
1 ini ayrı ayrı Yeni Ermeni Direnişi ve Genç Eylem Grubu
Gerçekleştirmişler.

5 saldırı ise açıkça üstlenilmemiştir.

Bu 69 saldırıdan yalnızca 8 inin failleri(Yanikian, Kilndjian, Jamgotchian ve


Sesliyan, Kozliyan, Basmadjian, Joflian Sassounian ve son olarak Levon Ekmekçiyan
yakalanabilmiş diğer saldırganların failleri meçhul kalmıştır.

Burada, saldırıları ve işledikleri cinayetler itibariyle diğer Ermeni tedhiş örgüt


ve gruplarından çok daha önemli görünen ASALA ve ESAK hakkında özet bilgi
verilmesinde yarar görülmektedir.

1. ASALA
20 Ocak 1975 de Beyrut’ta kurulmuştur. Aynı tarihte Beyrut’taki Dünya Kiliseler
Konseyi Bürosuna yaptığı bombalı saldırı ile adını ilk kez duyuran örgüt,
“Marksist-Leninist devrimci bir çizgi izlediğini” açıklamakta, kendisini “uluslar
arası devrim hareketinin parçası” olarak “silahlı mücadele” ile çözümlenebileceği
görüşünü savunmaktadır. Örgütün ilan ettiği amaçları şunlardır:
a) İşgal altındaki Ermeni topraklarını kurtarmak ve birleşik, demokratik ve
sosyalist bir Ermenistan kurmak.(ASALA, işgal altındaki Ermeni topraklarından
“Batı Ermenistan” diye adlandırdığı Doğu vilayetlerimizi kasdetmekte, Sovyet
Ermenistan’ını “kurtarılmış bölge” olarak kabul etmektedir.

b) Topraklarına döndüğünde Ermeni halkına en azından kendi kaderini tayin hakkı


tanınmasını sağlamak.

c) “Soykırımın” tarihi bir gerçek olarak Türkiye tarafından kabulünü temin etmek.

d) Türkiye’yi “Soykırım” nedeniyle tazminat ödemeye zorlamak.

ASALA, açıklamalarında, Türkiye’nin “Soykırımını tanıması” ve “tazminat


yükümlülüğünün” hedef sıralamasında sonda yer aldığını özellikle vurgulamakta ve
“emperyalistlerin ajanı” olarak tanımladığı Taşnakları yalnızca bu son iki amacı
temin etmeye çalışmakla suçlamaktadır.

Uluslar arası terörün parçası olan ASALA, “Türkiye’deki Kürt ve Türk


devrimcilerle” işbirliği yaptığını ve dayanışma içinde olduğunu belirtmekte,
Türkiye içinde de, İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır ve Van’da bazı eylemler
gerçekleştirdiğini, içinde asker ve subayların da bulunduğu bir Türk uçağının
düşürülmesinden sorumlu olduğunu ileri sürmektedir. Komandoların sık sık
Türkiye’ye girdiğini iddia eden ASALA “Türkiye’deki Kürt ve Türk devrimcilerle
işbirliğini” bu “devrimcilerin” “Ermeni davasının haklılığını kabul etmeleri”
koşuluna bağlamaktadır.
Bilinen liderleri Hagop Hagopian ve Mihran Mihraniandır (Bu iki ismin takma adları
olması muhtemeldir) Merkezi büyük bir olasılıkla Beyrut’dadır. Ancak ASALA
merkezinin Beyrut’da olduğunu reddetmekte ve Türkiye dâhil Ermenilerin yaşadığı
her ülkede merkezleri bulunduğunu belirtmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Orhan ÇEKİÇ


Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
Bölüm Başkanı

You might also like