Professional Documents
Culture Documents
İçindekiler:
MÜSİAD HÜKÜMETİNDEN..
TKP TARİHİNE BAKIŞ
ÖDP ÜZERİNE
Tutuklanma ve yargılanmalarım 1
MÜSİAD HÜKÜMETİNDEN..
Geçen sayımızda yaptığımız siyasal değerlendirmede şunlar yer almıştı: "Silahlı Kuvvetler
tarafından karşıya alınan; en büyük holdinglerin örgütü TÜSİAD'la kavgaya tutuşan; Türkiye Odalar
ve Borsalar Birliği; Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar
Konfederasyonu, Türk-İş ve DİSK tarafından istifaya davet edilen; iki büyük medya grubuyla kanlı
bıçaklı olan ve büyük ortağının 'laik cumhuriyete aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiği ve ülkeyi
bir iç savaş ortamına sürüklediği' gerekçesiyle kapatılması süreci başlatılan Refahyol hükümetinin
ayakta kalması artık imkânsız görünüyor. Amerikan emperyalizminin, Türkiye'ye biçtiği role ilişkin
olarak bir süre 'ılımlı İslam' ve 'laik Kemalizm' politikaları arasında ikircim göstermesinden sonra
yeniden Kemalizme meyletmeye başlaması Refahyol için denizin bittiği anlamına geliyor." (Ürün,
Haziran 1997, sayı 2, s. 4)
Gerçekten de Refahyol hükümeti çok kısa bir süre sonra, 18 Haziran 1997'de istifa etmek zorunda
kaldı. Cumhurbaşkanının desteği ile özellikle DYP'den ayrılma furyasına CHP'nin dıştan desteği
eklenince Mesut Yılmaz'ın başbakanlığında kurulan ANAP-DSP-DTP hükümeti güvenoyu aldı.
Oltan Sungurlu, Eyüp Aşık, Necdet Menzir, Mustafa Taşar, Murat Başesgioğlu, Güneş Taner, İsmet
Sezgin, Bülent Ecevit gibi ünlü isimlerin içinde bulunduğu sağcı hükümet bir yandan "irticaya karşı
8 yıl eğitim seferberliği"nin bayraktarlığını yaparken bir yandan da ağır zamları birbiri ardına
sıralamaya başladı.
Hükümet 8 yıl eğitim yasasını uzun bir maratondan sonra çıkardı. Ancak hükümetin zorunlu din
derslerini kaldırmak şöyle dursun, din eğitimi ve öğretimini yaygınlaştırmak niyetinde olduğu daha
hükümet programında belli olmuştu. Durmadan laiklik yeminleri edilmesine rağmen laikliğin
gerektirdiği yalın önlemlerin alınması -yani din ile devlet, din ile eğitimin birbirinden kesin olarak
ayrılması, vicdan özgürlüğüne açıkça aykırı olan zorunlu din derslerinin eğitim programından
çıkarılması, diyanet işleri başkanlığının lağvedilmesi, din işlerinin devletin kesin olarak dışında
cemaatlerin kendilerine bırakılmasına yönelik bir politikanın benimsenmesi ve uygulanması-
düşünülmedi bile. Müfredatın bilimsel, laik ve emeğe saygılı bir içeriğe kavuşturulması, eğitim ve
öğretimin bütünüyle parasız olması, irtica kurumlarına yönelişin temel kaynaklarından birini
kurutmak üzere öğrencilerin yiyecek ve giyeceklerinin, barınmalarının, ders kitap ve gereçlerinin
bedava sağlanması için kaynak sağlamak amacıyla bankaların ve holdinglerin ağır oranlarda
vergilendirilmesi ve kamulaştırılması yerine bütün yük insafsız zam ve vergilerle emekçilerin sırtına
bindirildi. Üstelik açılan bağış kampanyasıyla kamu kaynaklarını talan ederek bizi bugünkü
çıkmazlara getiren sömürü suçlularının "hamiyetli iş adamı" pozuna bürünmeleri sağlandı.
Sağcı iktidar ağzımıza bir parmak bal çalarken bir fıçı zehri gırtlağımıza boca ediyor. 8 yıl için
eğitim seferberliği açıp irticayı önleme görüntüsü altında, işçi ve emekçilerin direnişi sonucunda
küreselleşmeci kapitalist özelleştirme ve vurgun programında ta Özal zamanından beri yarım kalan
bütün adımları atıyor. Bir şantaj politikası güdüyor, 8 yılın diyeti olarak bütün bu adımlara razı
olmamızı istiyor.
TÜSİAD oligarşisinin gözdesi, Özal'ın meşhur prensi ve şimdiki hükümetin ekonomiden sorumlu
devlet bakanı Güneş Taner aslında herşeyi açık açık söylüyor: "Dünyada sermaye kâr
maksimizasyonu, hammadde ve işçilik ucuzluğu ile tam serbesti arıyor. Amacımız bunları
sağlamaktır. Öncelikle 6224 sayılı Yabancı Sermaye Kanunu ortadan kaldırılacak. Teşvik sistemi
değişecek. Yerli ve yabancı yatırımcıların tümüne ister kira, ister satış yoluyla arazi tahsis edilecek,
5-10 yıl vergi istisnası getirilecek, teknoloji yüksek ürün ithalatlarında yüzde 100 gümrük vergisi
istisnası verilecek. Bir destek sistemi getirilecek". (Milliyet, 19 Ağustos 1997, s. 7) Üstelik Güneş
Taner bu "sermayeye cennet" programını çok beğenen İMF'nin hükümete destek mektubu
gönderdiğini övünerek açıklıyor.
Yani ekonomiden sorumlu bakanın açıklamasına göre Türkiye yerli ve yabancı sermaye için
dikensiz gül bahçesi haline getirilecek, işçilerin ücretleri ve küçük üreticilerin ürün fiyatları asgari
seviyeye indirilirken, yerli ve yabancı kapitalistlerin kârları azamileştirilecek. Kısacası, Umur
Talu'nun sözcükleriyle sermayenin kârları maksi, işçilerin ücretleri mini olacak! (Milliyet, 20
Ağustos 1997, s. 4)
Bu programın gereği olarak sağcı iktidar stratejik kamu işletmelerini özelleştirme, SSK'yı ve diğer
sosyal güvenlik kuruluşlarını kuşa çevirme, emeklilik yaşını daha da yükseltme, sağlık hizmetlerini
özelleştirme, işçilerden ve memurlardan kesilen zorunlu tasarrufları ve bunların nemalarını gaspetme
doğrultusunda büyük bir hücuma hazırlanıyor. Hatta iktidar Boğaziçine üçüncü köprü yapmak gibi
arsa spekülatörlerinin, otomotiv, petrol, lastik ve inşaat tekellerinin kârlarına kârlar katarken
İstanbul'un trafiğini, şehir dokusunu ve doğayı daha da mahveden bir projeyi insanda tiksinti
uyandıracak bir pişkinlikle yeniden ısıtıp programa alıyor. Bu iktidar irticaya karşı ulusal bir
mutabakatın değil, İMF'nin ve TÜSİAD oligarşisinin iktidarıdır.
İktidarın işçi ve emekçilerin kazanımlarına yönelik büyük bir saldırıya hazırlandığı böylesi bir
dönemde DİSK'in, Türk-İş'in ve Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonunun sermaye örgütleri
ve yüksek bürokrasi ile birlikte "Ekonomik ve Sosyal Konsey"de yer alması emeği ile yaşayan
insanları savunmasız bırakan inanılmaz bir gaflet olmuştur.
Öte yandan Lale Sarıibrahimoğlu'nun haberine göre Türkiye "silahlanmaya 3 katrilyon" ayırıyor.
Bu muazzam kaynak ABD'den Standard füzeleri, Güney Kore'den MK-82 tipi uçak bombası,
Rusya'dan 30 çıkarma botu alımında ve İngiltere'yle ortaklaşa kısa menzilli Rapier füzeleri üretimi
için kullanılacak (Cumhuriyet, 22 Ağustos 1997). Tabii iktidarın barış treni girişimi gibi sembolik bir
eylem karşısında böylesine celallenmesi ve bu girişimi durdurmak için uluslararası bir diplomasi
kampanyası başlatması silahlanmayla bu kadar meşgul oluşu dikkate alındığında yerli yerine
oturuyor.
Militarizmin Türkiye'ye kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Amerikan stratejik planlarının bir öğesi
olmayı kabul etmek, petrol oltasına kapılarak Ortadoğu ve Kafkasya'da İsrail'le ittifak kurmak ve
Suriye, Filistin, İran ve Rusya'ya karşı bir pakt arayışına girmek batakta sonuçlanacak bir maceradır.
Mecliste 8 yıl görüşmeleri sürerken yapılan komisyon toplantısında özellikle ANAP'lı ve DSP'li
iktidar milletvekillerinin olumsuz davranışı sonucunda Mehmet Ağar ve Sedat Bucak gibi Susurluk
dosyasındaki iki kilit ismin dokunulmazlıklarının kaldırılması reddedildi. Oluşan tepkiler karşısında
hükümet konuyu yeniden ele alacağını söylediyse de meclis konuyu ele almadan tatile girdi. Böylece
çetelerin, yolsuzlukların ve hukuk dışı her hareketin üzerine gideceğini iddia eden iktidarın sözünü
tutmadığı görüldü. Üstelik bu olaylar sürerken Ecevit'in mutemet adamı devlet bakanı Hüsamettin
Özkan'ın Mehmet Ağar'ın yakın dostu olduğu ortaya çıktı. Çete bağlantılarının, karanlık ilişkilerin
bürokrasi ve sermaye örgütlerinin yanısıra yerleşik bütün partileri saran sistemsel bir olgu olduğu bir
kez daha kanıtlandı.
Refah Partisiyle doğrudan bağlantılı kadroların yerine başta İçişleri Bakanlığı olmak üzere birçok
bakanlıkta bu kez MHP'yle doğrudan bağlantılı kadroların getirilmesi, Metin Göktepe duruşması ve
Barış Treni olaylarında faşist ülkücülerin baskı önlemlerini kışkırtan provokatör olarak kullanılması
önemli göstergelerdir.
Bütün bunlardan anlaşıldığı kadarıyla iktidarın ve ardındaki sermaye çevreleri ile yüksek
bürokrasinin irticayla esaslı bir sorunu yoktur. Bu çevrelerin sorunu Refah'ın ve MÜSİAD'ın tekeller
oligarşisinin çıkarlarına ters düştüğü ölçüde sınırlanması ve kırpılmasından ibarettir. Önceliğin ve
ağırlığın kendilerinde olması şartıyla irticaya güneşin altında bir yer vermeye razıdırlar. İrticaya karşı
alt kademelerden kaynaklanabilecek daha radikal olası eğilimleri budamak kaygısıyla
Cumhurbaşkanına ve ANAP yönetimine yakın sözcülerin ve sermaye medyasının "batı çalışma
grubunun çalışmalarına son verilsin" talebini dillendirmeleri bunun işaretidir. Tabii İkinci Dünya
Savaşı sonundan beri egemenlerimizin dinci gericiliği kullanma ve geliştirme politikasının irticanın
baş tehlike olarak ilan edilmesiyle sonuçlandığı düşünülürse bu politikanın ne işe yarayacağı meraka
değer. Bu konuda bir iç çekişmenin sürdüğü anlaşılıyor.
Hükümetten düştükten sonra stratejisini tamamıyla anti-sol, anti-komünist ve anti-ateist bir
platforma oturtan, Metin Göktepe'nin katillerine bile açıkça sahip çıkacak kadar her türlü faşist ve
gerici çevreyle kol kola giren ve provokasyonlar tezgahlayan Refah Partisini "demokratik" bir güç
sayarak destekleyen, kapatılmasına karşı çıkılmasını savunan liberallerin bu gelişmelerden ne ölçüde
ders aldıklarını bilmiyoruz. Ancak, Erbakan'ın Fransa'nın ırkçı-faşist Ulusal Cephe partisinin lideri
Le Pen'le gizlice saatler boyunca görüşmesi, bu görüşmenin yapıldığı açığa çıkınca da Refah
sözcülerinin "Le Pen milliyetçi karakterde büyük bir politikacıdır", "dünya çapında önemli liderlerin
görüş alışverişinde bulunması tabiidir" demeleri liberal aydınlarımızın ayaklarını artık suya
erdirmelidir. Refah'ın dostları her yerde faşistler, ırkçılar ve gericilerdir.
İşçi sınıfının karşı cephedeki farklılıkları dikkate alan, nüansları gözden kaçırmayan ama kendi
yolunda yürümeyi esas alan esnek ve ilkeli bir yol planına ihtiyacı var. MÜSİAD'ın veya TÜSİAD'ın
peşine takılmak bizim işimiz değil.
TKP 77 yıl önce 10 Eylül 1920'de Bakû'de kuruldu. Büyük Ekim Sosyalist Devriminin çağ açıcı
etkisi altında ve ülkenin emperyalist istilacılar tarafından işgal edildiği ortamda Türkiye'de ve
yurtdışında çeşitli komünist örgütler ortaya çıkmıştı. Anadolu'nun Ankara, Eskişehir, İzmir, Erzurum,
Rize, Kars, Samsun, Zonguldak, Ereğli, İnebolu, Trabzon, Konya, Adana gibi şehirlerinde,
İstanbul'da ve Sovyet ülkesinde kendi başlarına çalışmalar yapan bu örgütleri bir çatı altında toplama
ihtiyacı artık kendini iyice duyuruyordu. Mustafa Suphi'nin başkanlığındaki yurtdışı örgütü ile
İstanbul ve Ankara'daki örgütler birleşme kongresini ülke içinde, Ankara'da yapmak istediler. Ankara
hükümeti, kongrenin yapılmasına izin vermedi. Bunun üzerine kongrenin yurtdışında yapılması
kararlaştırıldı. Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti hükümeti kongrenin Bakû'da yapılmasını kabul etti.
TKP'nin birinci kongresi 10 Eylül günü Kızıl Ordu kulübünde toplandı. Anadolu'da, İstanbul'da ve
Sovyet topraklarında faaliyet yürüten 15 komünist grup ve örgütü temsil eden 75 delegeyi bir araya
getiren ve merkezi bir yönetim altında birleştiren bu kuruluş kongresiyle Türkiye işçi sınıfı marksist
leninist öncüsüne kavuştu. Program ve Tüzük kabul edildi. Mustafa Suphi'nin liderliğinde bir Merkez
Komitesi seçildi. ("Türkiye Komünist Partisi 58 Yaşında", Ürün Sosyalist Dergi, sayı 51, Eylül 1978,
s. 29)
Mustafa Suphi kongrenin kapanışında şunları belirtti: "Teşkilat devirlerini geçiren ve şimdiye
kadar birer grup halinde yaşayan Türkiye Komünistleri bu kongreden örgütlü ve birleşik bir parti
olarak çıkmakla yeni bir hayat devresine ayak basıyorlar. Partinin önünde duran birinci görev:
Bundan sonra memleketimiz amele ve fukara rençberleri arasında fikirlerimizi kuvvet ve süratle
yayarak, halkın mukadderatını kendi eline verecek sebep ve kabiliyetleri hazırlamaktır". (Türkiye
Komünist Fırkası'nın Birinci Kongresi, Türkiye Komünist Fırkası Neşriyatı, Bakû, 1920'den aktaran
Mete Tunçay,Türkiye'de Sol Akımlar-I (1908-1925) Belgeler 2, BDS Yayınları, İstanbul, 1991, s.
313)
Burjuvazinin Saldırısı
O dönemlerde emperyalist işgal altında bulunan bütün topraklarda bolşevizmin emekçilere ve
halklara kurtuluş yolunu gösteren görüşleri sempatiyle karşılanmaktaydı. Kitleler nezdinde büyük bir
prestije sahip olan bolşevizm, ulusal kurtuluş savaşının içinde yeralan burjuva önderlerinin bile
sosyalist ideolojiye doğrudan cephe almasını önlüyordu.
Böylesi bir hava içerisinde ülkede bulunan üye ve sempatizanları aracılığıyla hızla örgütlenen
TKP, burjuva kadrolar gözünde, bertaraf edilmesi gereken en büyük tehlike haline geldi. Komünist
kadroların kendi kapitalist düzeni için ne kadar büyük bir tehdit olduğunu bilen Türk burjuvazisi,
TKP'nin işçiler, silahlı köylü kuvvetleri ve genç aydınlar üzerinde önemli bir etki sağladığını görür
görmez kanlı ve sinsi bir planı uygulamaya koydu. Kemalist burjuvazi bir yandan gelişen toplumsal
devrim hareketini kontrolüne almak için geçici olarak resmî bir "komünist partisi" oluştururken öte
yandan da altı aylık kısa bir zaman diliminde Çerkez Ethem liderliğindeki köylü partizan birliklerini
dağıttı, Ankara'da Halk İştirakiyun Partisi önderlerini istiklal mahkemesine vererek ağır cezalara
çarptırdı ve mücadeleye katılmak üzere Anadolu'ya dönmekte olan TKP lideri Mustafa Suphi ve 14
yoldaşını tuzağa düşürerek Karadeniz'de katletti. Bu ağır saldırılarla kurtuluş savaşının burjuvazinin
denetiminde kalması sağlanmış, emperyalizme ve kapitalizme karşı köklü bir devrim hareketine
dönüşmesi önlenmiş oldu. Burjuva cumhuriyetinin yolu işte böyle açıldı. (agy., Ürün Sosyalist Dergi,
sayı 51, Eylül 1978, s. 29)
Uzun yıllar CİA'nın Türkiye istasyon şefi ve ABD Dışişleri Bakanlığı Türkiye masası sorumlusu
olarak çalışan CİA ajanı George Harris, 10 Eylül 1920'de yapılan TKP birinci kongresinin hemen
ardından, 18 Ekim 1920 tarihinde, yani gerçek TKP kongresinden yalnız 38 gün sonra kurulmuş olan
ve komünist önderlerin yok edilmesi ve komünistlere dost güçlerin dağıtılmasıyla birlikte görevini
tamamladığı düşünülerek faaliyeti durdurulan bu sahte partinin kuruluş nedenini Türkiye'deki
komünist akımları incelediği kitabında şöyle değerlendiriyor: "Komünizm muhakkak ki bir kitle
hareketi olamamış, bunu başaramamıştır. Yine de, istiklal mücadelesinin ilk safhaları esnasında, bir
yerde, komünistlerin iktidarı elde etmelerine hemen hemen ramak kalmıştı. Bu tarihte komünist
liderleri, Anadolu ihtilal hareketinin başlıca askeri gücünü teşkil eden önemli partizan birlikleriyle
özel bir ilişki kurmayı becermişlerdir. Komünistlerin etkisine kapılmış bu güçlere, bu, Ankara
rejimine karşı öylesi bir kafa tutma, meydan okuma tavrı takındırmıştı ki, Atatürk, filizlenmekte olan
bu komünist hareketini kontrol altına alıp hizaya getirmek çabasıyla kendi resmi Türk Komünist
Partisini kurmak zorunda kalmıştı." (George Harris, Türkiye'de Komünizmin Kaynakları, Boğaziçi
Yayınları, İstanbul, 1979, s. 10-11)
Önder kadroları fiziksel olarak ortadan kaldırılan TKP'nin yaralarını sarmasını sağlayan ikinci
kongresi 15 Ağustos 1922'de Ankara'da toplandı. Henüz işgalci Yunan ordularına karşı belirleyici
zaferin kazanılmadığı, ulusal mücadele açısından bu kadar kritik bir dönemde bile Ankara hükümeti
kongreyi yasakladı ve geniş tutuklamalara girişti. Fabrikalardan gelecek işçi komünist delegelere
engeller çıkarıldı. Kongreyi izlemeye gelen Fransız Komünist Partisi delegesi kurşunlandı. Tüm
bunlara rağmen kongre Küçükesat bağlarında gizli olarak çalışmalara devam etti ve beş oturum
gerçekleştirdi. Partinin savaşım politikası onaylandı. Parti Kemalist burjuvazinin emperyalizmle
uzlaşma ve işçi köylü kitlelerine terör uygulama siyasetini teşhir etti. Yeni merkez komitesi seçildi ve
Salih Hacıoğlu genel sekreterliğe getirildi. (aynı yazı, s. 30)
Kongreden yaklaşık üç hafta sonra 12 Eylül 1922'de, Ankara hükümeti o güne kadar yasal çalışma
yürüten TKP'yi yasakladı. (aynı yerde)
1923'de işçi sınıfını milliyetçi bir merkez etrafında toplayarak doğrudan doğruya kontrol etmek
isteyen burjuvazi İstanbul'da bağımsız bir işçi birliği oluşturan komünistleri vatana ihanetle suçlayıp
zindanlara attı.
Daha kurulduğu günden başlayarak yoğun baskılara maruz kalan ve yasal çalışma olanağı da
ortadan kaldırılan TKP'nin üçüncü kongresi 31 Aralık 1924-1 Ocak 1925'de İstanbul Akaretler'de
illegal olarak toplandı ve Şefik Hüsnü genel sekreterliğe getirildi. (aynı yazı, s. 31) Kongreden
hemen sonra, Şeyh Sait liderliğindeki Kürt başkaldırısını bahane eden burjuvazi Takrir-i Sükun
(Sessizliğin Sağlanması) kanununu çıkararak açık diktatörlüğünü kurdu. TKP'ye tekrar saldırdı ve
birçok devrimciyi kürek cezasına mahkum etti.
Likidatörler
1925 tutuklamalarının yol açtığı dağınıklığı gidermek üzere 1926 mayıs ayında Şefik Hüsnü'nün
girişimiyle Viyana'da parti konferansı yapıldı. Yeni bir faaliyet programının taslağı hazırlandı ve
Vedat Nedim genel sekreterliğe getirildi. Vedat Nedim dönemi tam bir menşevik yönelim dönemi
oldu.
1927 yılında TKP'ye karşı yeni bir tutuklama kampanyası açıldı. Vedat Nedim ve Şevket Süreyya
menşevik çizgilerini polisle işbirliği noktasına getirdiler ve parti belgelerini polise teslim ettiler.
Marksizm-leninizmi geçersiz ilan ettiler ve kemalizmin tek geçerli ideoloji olduğunu savundular.
Daha sonra, 1932 yılında Kadro dergisini çıkardılar. Sosyalizme ve liberalizme karşı üçüncü yol
olarak sundukları kemalizmin bayraktarlığını yaptılar, şeflere tapınmanın, devleti yüceltmenin ve
Türk milliyetçiliğinin teorisini işlediler.
1928-1945 Yılları
1928 ve 1929 yılları TKP'ye yönelik iki yeni tutuklama kampanyasına tanık oldu. 1929 yılında
TKP içinde, kemalist iktidara karşı takınılacak tutum konusunda, bölünmeyle sonuçlanan bir
anlaşmazlık çıktı. Burjuvaziyle uzlaşmaya karşı çıkan ve daha sol bir mücadele çizgisi öneren
partililerin topladığı kongrede oluşturulan yeni merkez komitesi Komintern tarafından kabul
edilmedi. Nazım Hikmet'in de içinde bulunduğu adıgeçen muhalif grup troçkizm suçlamasıyla
partiden çıkarıldı. Muhalefet bu kararı tanımadı, kendisini asıl parti sayarak faaliyetlerine devam etti.
(Mete Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar-II (1925-1936), BDS Yayınları, İstanbul, 1992, s. 76)
Düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün en küçük belirtilerine bile tahammül edemeyen kemalist
devletin artık gelenekselleştirdiği TKP tutuklamaları 1930 ve 1931 yıllarında da devam etti. 1932
yılında TKP'nin dördüncü kongresi İstanbul'da Haliç semtinde toplandı. 4. Kongre, 1. Partinin
durumu ve politik platformu üzerine rapor; 2. Program ve tüzüğün yenilenmesi; 3. Yeni çalışma
platformunun onaylanması; ve 4. Yeni merkez komitesinin seçilmesini gündeme alarak toplandı.
Partinin gizlilik koşullarına uygun çalışmalar yürütebilmesi amacıyla kararlar alındı. Yeni ve geçici
bir merkez komitesi seçildi. Partiye ihanet etmiş olan Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya
Aydemir'in partiden kovulmaları resmen onaylandı. (agy., Ürün Sosyalist Dergi, sayı 51, Eylül 1978,
s. 31-32)
Dördüncü kongreden sonra daha düzenli hale giren TKP çalışmalarına Türk burjuvazisi aynı yıl
içinde dört büyük komünist tutuklaması ile karşılık verdi. Hükümet, komünistlerin ağır koşullarda
büyük bir yiğitlik ve fedakârlıkla sürdürdükleri mücadeleyi söndürmek amacıyla 1933, 1934, 1935
ve 1936'da da tutuklamalar yaptı.
Separat kararı
1935 yılında toplanan yedinci Komünist Enternasyonal kongresinde "faşizme karşı birleşik cephe"
çizgisi benimsendi. Bu çizginin Türkiye koşullarında uygulanabilmesinin ilk adımı olarak Komintern
yönetimi TKP'nin Komintern bünyesinden ayrılmasını ve ayrı çalışmasını kararlaştırdı.
"Desantralizasyon" veya "Separat" kararı olarak adlandırılan bu kararla Türk hükümetinin Sovyetler
Birliği ile dostluk ve faşist devletlerden uzak durma çizgisine daha kolay çekilebileceği
düşünülüyordu. Karara uygun olarak, TKP faaliyet programının öngördüğü "Türkiye Komünist
Partisi iktidarda bulunan Halk Partisi'ne karşı barışmaz azimkârane bir tarzda mücadele eder" hükmü
(Türkiye Kommunist Fırkası Fealiyet Programı, İnkılâp Yolu külliyatı, sayı 1, 1931'den aktaran Mete
Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar-II (1925-1936), BDS Yayınları, İstanbul, 1992, s. 252) bir yana
bırakıldı ve Parti "o zamanki İsmet İnönü hükümetinin, memleketin milli bağımsızlığına, sosyal
gelişmesine hizmet eden, memleketin ve halkın yararına olan bütün icraatında aktif olarak
desteklenmesine karar verdi. Partiye bağlı gizli işçi sendikaları ve gizli Komünist Gençlik Teşkilatı
kaldırılarak üyeleri legal işçi ve gençlik teşkilatlarına girmekle görevlendirildi". (Zeki Baştımar,
"Komintern 7. Kongresi'nin 30. Yıldönümü Konuşması", Yeni Çağ, Ekim 1965'den aktaran Mete
Tunçay, yukarıdaki eser, s. 126)
Yeni çizgi devletin komünistlere karşı tutumunda herhangi bir yumuşamaya yol açmadı. 1938'de
büyük bir komünist tutuklaması yapıldı. Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı dahil birçok TKP üyesi
ağır cezalara çarptırıldılar. İkinci Dünya Savaşı sırasında TKP üzerindeki baskılar daha da
şiddetlendi. Faşizme karşı yoğun bir teşhir kampanyası yürüten TKP üyeleri ve yöneticileri işkenceli
sorgulardan geçirildiler ve zindanlara kapatıldılar.
İkinci dünya savaşının sonlarına doğru, 1943 yılında faşizmin yenilgiye uğrayacağı kesinleşince
uygun hale gelen ulusal ve uluslararası koşullardan yararlanan TKP bir canlanma ve genişleme
dönemine girdi. Partinin üye sayısı ve örgüt birimleri arttı. Kitle örgütleri içinde daha yoğun
çalışmalar gerçekleştirilirken, parti kendi girişimleriyle de yeni kitle örgütleri kurmaya soyundu;
siyasi ve kültürel yayınlar çıkartmaya başladı.
MDD Akımı
Türkiye Komünist Partisi eski yöneticilerinden Mihri Belli'nin girişimiyle 1967 yılında Türk Solu
dergisi çevresinde yeni bir hareket başlatıldı. Milli Demokratik Devrim (MDD) akımı olarak
adlandırılan bu hareketin yöneticileri, bir yandan TKP'yi kendilerinin temsil ettiğini, TKP'nin,
yurtdışı bürosundan ibaret bir "mülteciler grubu" olduğunu iddia ediyor; öbür yandan TİP'i
zayıflatmaya ve parçalamaya yönelik bir taktik güdüyorlardı. Türkiye'nin kapitalist değil, yarı-feodal
yarı-sömürge geri bir ülke olduğunu ve buna bağlı olarak Türkiye işçi sınıfının çok güçsüz durumda
bulunduğunu, devrime önderlik edemeyeceğini, sosyalizm mücadelesinden önce tam bağımsızlık ve
demokrasi mücadelesinin verilmesi gerektiğini, asker-sivil aydın zümre olarak adlandırdıkları
Kemalistlerin bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde çok önemli, hatta önder bir rol oynayacağını,
bu mücadele başarıya ulaşmadan işçi sınıfının öz örgütünün bile kurulamayacağını söylüyorlardı.
Tek parti diktatörlüğü dönemini yüceltiyor, Kemalizmi sosyalizmin dostu ve müttefiki olarak
değerlendiriyorlardı. Kemalist diktatörlüğün bürokratik devletçiliğini sosyalizme yakın ilerici ve
devrimci bir uygulama olarak övüyor, kemalizmin zaman zaman ırkçılığa varan milliyetçiliğini anti-
emperyalizm adına savunuyorlardı.
TKP'nin eski yöneticilerinden Hikmet Kıvılcımlı da yine 1967 yılında yayımlanmaya başlayan
Sosyalist dergisi çevresinde, "İkinci Kuvayı Milliyecilik" olarak özetlenen doğrultuda faaliyetlerini
yürüttü. Kısa süre sonra yayınına ara veren dergi 1970 yılında yeniden çıkarıldı ve daha etkili oldu.
Mihri Belli ve arkadaşları TKP geleneğini kendilerinin temsil ettiğini iddia eder ve TİP'i dağıtma
taktiğini izlerlerken yakın bir zamanda "sol" bir darbeyle iktidara geleceklerini umdukları
Kemalistleri ürkütmemek adına da kurallı ve kalıcı bir örgütlenmeye gitmekten kaçınıyorlardı.
Legalist ve parlamentarist çerçeveyi aşamayan TİP'in eylemsizliğine tepki duyan gençlik arasında
kısa zamanda sol söylemleriyle büyük bir etki sağlayan MDD yöneticileri kalıcı örgütlenmeden
kaçınan tutumlarıyla bu etkilerini yitirmeye başladılar.
Yeni Örgütler
15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişi işçi sınıfının devrime önderlik edebilecek çapta güçlü bir
sınıf olduğunu göstererek MDD tezlerine ağır bir darbe vurdu. Marksizm-leninizme yönelen
devrimci gençlik önderleri arasında her koşula uygun bağımsız örgütlenme eğilimi güçlendi.
Bunların bir kesimi proletarya içinde çalışmaya ağırlık verip komünist parti arayışına girdiler. Diğer
bir kesim ise ideolojik önderliğin işçi sınıfına ait olduğunu kabul etmekle birlikte, fiili savaşımın
çeşitli küçük-burjuva ve köylü katmanlarca yürütülmesi gerektiğini söylediler.
Mahir Çayan ve arkadaşları Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C), Deniz Gezmiş ve
arkadaşları Türkiye Halk Kurtuluş Ordusunu (THKO) kurdular. Doğu Perinçek ve çevresi ise daha
sonra Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP), 1980 sonrası ise Sosyalist Parti (SP) ve bugün İşçi Partisi
(İP) adını alan, Kemalizm ve Maoizm karması anti-sovyet, milliyetçi bir çizgiyi savunan Türkiye
İhtilalci İşçi Köylü Partisini (TİİKP) oluşturdular. TİİKP'den ayrılan İbrahim Kaypakkaya ve
arkadaşları ise Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusunu (TİKKO) kurdular.
Bu dönemde, Türkiye Komünist Partisi kendi öz kimliğiyle fiilen örgütlü bir akım olarak henüz
gençlik hareketi içinde yer almıyordu.
12 Mart Darbesi
1960'ların devrimci yükselişine, burjuvazi 12 Mart 1971 faşist askeri darbesiyle karşılık verdi. İşçi
sınıfına, devrimci gençliğe, Kürt uyanış hareketine vahşice saldıran 12 Mart faşizmi TİP'i ve
demokratik kitle örgütlerini kapattı. Onbinlerce insan tutuklandı ve işkenceden geçirildi.
12 Mart paşaları, görevden aldıkları Demirellerin de desteğiyle Sinan Cemgil ve yoldaşları ile
Mahir Çayan ve yoldaşlarını vurarak, Deniz Gezmiş ve iki yoldaşını asarak, İbrahim Kaypakkaya'yı
işkence ederek öldürdüler. 12 Martçıların elinden kurtulmak için yurtdışına çıkmak zorunda kalan
Hikmet Kıvılcımlı Yugoslavya'da öldü.
Türkiye Komünist Partisi TİP'in kapatıldığı ve tüm devrimci örgütlerin ağır baskılara uğradığı 12
Mart darbesinden sonra örgütsel çizgisinde değişiklik yaparak, ülke içinde örgütlenme çalışmalarını
hızlandırdı.
Atılım Dönemi
1973 yılında Zeki Baştımar'ın ölümünün ardından İ.Bilen'in TKP Genel Sekreteri olmasıyla TKP
yeni bir yönelim benimsedi ve büyük bir atılıma başladı. Daha önce değişik örgütlerde çalışmış ve
proletarya partisini arayan devrimci kadrolar TKP'ye yöneldiler. TKP Merkez Komitesi düzenli bir
yayın organına kavuştu: Atılım dergisi yayınlanmaya başladı. Yeni bir program ve tüzük hazırlandı.
1977'de yapılan Parti Konferansında Program ve Tüzük onaylandı. (agy., Ürün Sosyalist Dergi, sayı
51, Eylül 1978, s. 33)
Böylece TKP bir diriliş yaşayarak Türkiye'de önemli bir siyasal güç haline dönüştü. Sendika,
gençlik, memur, köylü, kooperatif ve kadın hareketi içinde kitleselleşti. Ülke çapında parti örgütleri
ağı oluşturuldu. 1 Mayısların kitlesel olarak kutlanmasında, Devlet Güvenlik Mahkemelerine karşı
direnişte, faşist teröre karşı kitlesel direnişlerin örgütlenmesinde, kapitalist sınıfa karşı güçlü grevler
düzenlenmesinde, 1 Mayıs komiteleri ve can güvenliği komiteleri gibi özgün yapıların
yaratılmasında, 141. ve 142. maddelerin kaldırılması kampanyasında, barış hareketinin
örgütlenmesinde, Marksizm-leninizmin ve proletarya enternasyonalizmin propagandasında, sosyalist
ülkeler ve ulusal kurtuluş hareketleriyle dayanışma kampanyalarının geliştirilmesinde TKP öncülük
yaptı. Basın-yayın, kültür ve sanat cephelerinde etkili bir çalışma yürüten TKP aydınların işçi
sınıfıyla bağlaşmasında önemli bir etken oldu.
Bütün bu mücadeleler içerisinde TKP'nin birçok üyesi ve taraftarı şehit düştü. Sınıf mücadelesinin
alabildiğine keskinleştiği bu ortamda devletin ve sivil faşist hareketin saldırılarının yanı sıra birçok
TKP militanı sol içi çatışmalarda özellikle Maocu çevrelerin saldırılarında yaşamını yitirdi. Doğu
Perinçek'in liderliğindeki TİKP çevresinin yayın organı Aydınlık gazetesi TKP'yi "Rus sosyal
emperyalizminin beşinci kolu" ilan ederek TKP militan ve taraftarlarını polise ihbar etti.
TKP bu dönemde işçi-köylü kitlelerinin mücadelesi temelinde bir ulusal demokratik cephenin
oluşturulması, bu cephe aracılığıyla ileri demokratik bir düzenin kurulması ve kesintisiz olarak
sosyalizme geçilmesini öngören bir siyasal strateji izliyordu. Bununla birlikte, grevlerin, direnişlerin,
sokak gösterilerinin olağanüstü yoğunlaştığı; sosyalizmin emekçi kitlelerle buluşup neredeyse her
fabrika, köy ve semtte etkisini duyurduğu; solun devlet mekanizmasının en ulaşılmaz kısımlarına bile
nüfuz etmeye başladığı; faşist teröre ve kapitalist sömürüye karşı mücadelenin genel bir meşruiyet
kazandığı adı konmamış bir iç savaşın yaşandığı bu dönemde parti berrak ve ikircimsiz bir emekçi
iktidarı hedefine sahip değildi. Sınıf mücadelesinin her yöntemi ve biçimi fiilen uygulanıyordu ama
mücadelenin nasıl taçlandırılacağı, politik iktidarın nasıl alınacağı konusunda açıklık yoktu; kadrolar
yollarını el yordamıyla bulmaya çalışıyorlardı. Politik iktidar fırsatı nesnel olarak sosyalizmin ve
solun önüne gelmişti, ama bu konuda yeterli bir bilinç yoktu; böyle bir deneme bile yapılamadı.
Yıkıcı Rekabet
Sosyalist hareketin tarihsel ve güncel nedenlerle çeşitli sosyalist parti ve örgütler halinde
bölünmüş olduğu bu yıllarda, sözü edilen örgütlerin kendilerini benimsetme ve güç kazanma
çabaları, aralarında yıkıcı bir rekabete yol açtı. Kimi zaman bu rekabet öbür sosyalist çevrelerin
zararına sosyalizm dışı bir çevreyle işbirliği yapma boyutlarına ulaşıyordu. TKP de bu sekter
anlayışın dışında kalamadı. Özellikle TİP, TSİP, TKSP gibi uluslararası komünist hareketin genel
çizgisine uygun bir yönelimi bulunan sosyalist partilerle ilişkiler uzun süre düzgün bir temele
oturtulamadı.
1970'lerin sonlarına doğru, TKP içinde izlenecek taktik çizgi konusunda bir ayrışma yaşandı. Bu
ayrışma sonucunda "daha sol" öneriler getiren İşçinin Sesi grubu partiden ayrıldı. Grubun görüş ve
tezleri kapsamlı biçimde tartışılamadan, ikna edilebilecek ve böylece partide kalmaları
sağlanabilecek insanlar idari bir kararla partiden uzaklaştırıldılar. Bu, döneme hakim olan sekter
havanın parti içerisindeki bir yansımasıydı. Verimli sonuçlar doğurabilecek bir fikir alış verişi
yapılamadan meydana gelen kopma işe yaramadı. Ana gövdeden kopan grup başlangıçtaki "sol"
yönelimini bir süre sonra yitirdi, mezhepçi ve sağ uzlaşmacı bir rotaya girdi.
12 Eylül Darbesi
TKP, ülke içindeki bunalımın derinleşmesi sonucu emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin faşist bir
askeri darbe hazırladığı tespitini yapmıştı. İşçi sınıfının ve devrimci örgütlerin böyle bir darbeyi
önlemek, bu mümkün olmazsa darbeye karşı direnmelerini sağlamak üzere politik, örgütsel ve teknik
hazırlıklar yapmalarının zorunluluğunu defalarca vurgulamıştı. TKP yerel birimleri bu doğrultuda
küçümsenmeyecek adımlar atmışlardı.
Ne var ki, TKP Merkez Komitesi, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin ardından yaptığı politik
durum değerlendirmesinde, cuntanın "biz sadece terörizme karşıyız" ve "Sovyetler Birliği'yle iyi
komşuluk ilişkilerini sürdüreceğiz" demagojisini ve Alpaslan Türkeş ile ülkücü katillerin
tutuklanmasını esas alarak, darbenin faşist nitelik taşımadığını, Kenan Evren cuntasının ılımlı bir
askeri cunta olduğunu öne sürdü. NATO'nun oluşturduğu kontr-gerilla dilinde "terör"ün işçi, emekçi
ve aydınların sermayeye ve emperyalizme karşı her türlü mücadelesi ve özlemi anlamına geldiğini
değerlendiremedi. Faşizme karşı aktif direniş stratejisi yerine geriye çekilme ve küçülerek kendini
koruma stratejisi önerdi.
Bu değerlendirme parti örgütlerinin yoğun tepkisiyle karşılaştı ve düzeltilmesi istendi. Düzeltme
yerine hatalı durum değerlendirmesini haklı gösterecek sözümona teorik gerekçeler üretildi. Arjantin
Komünist Partisi'nin o dönemdeki liderlerinin Arjantin faşist askeri cuntasıyla uzlaşmayı esas alan ve
binlerce devrimcinin kaybından sorumlu caniler cuntasını "teröristlerle mücadele eden ılımlı askeri
yönetim" olarak alkışlayan faşist-işbirlikçisi çizgisini mekanik olarak Türkiye'ye uyarlayan ve örnek
gösteren bir belge parti örgütlerine dayatıldı. [Arjantin Komünist Partisi'nin bir süre sonra faşizm
işbirlikçisi bu çizgiyi mahkûm ederek düzelttiğini ve bu ihanetten sorumlu yöneticilerini partiden
ihraç ettiğini yeri gelmişken belirtelim].
İşçi sınıfına ve emekçi halka karşı acımasızca saldıran, sınıf ve kitle sendikacılığının merkezi
örgütü DİSK'i kapatan, sendikal faaliyetleri yasaklayan, sosyalist partileri kapatan, işçi sınıfının ve
ezilen halkların politik ve kültürel örgütlerini dağıtan, binlerce devrimciyi Diyarbakır, Metris ve
Mamak zindanlarına tıkan, tüm ülkeyi bir toplama kampına çeviren, yaşı onsekiz bile olmamış
komünistleri ve devrimcileri idam eden, anayasayı ortadan kaldıran kanunsuz faşist cuntanın
yaptıkları ortadayken merkez komitesinin bu tutumu parti saflarında büyük bir kargaşaya yol açtı.
Ülkenin hemen hemen her bölgesinde devrimci pratik içinde yer alan kadroların şiddetli tepkisini
çeken ve sadece erken bir devrim umuduyla partiye üye olan geçici kimi yol arkadaşlarının desteğini
alan bu teslimiyetçilik, orta ve alt kademelerde yaygın bir hoşnutsuzluk ve muhalefet doğurdu. Parti
üst yönetimi içinde hizipleşmeler ve tasfiyeler yaşandı. 1981 Mayısında cunta ülke çapında büyük bir
TKP tutuklamasına girişti. Birçok il örgütü dağıtıldı, bini aşkın parti üyesi hapse atıldı. Birçok üye
işkencelerde sakat kaldı, Mustafa Hayrullahoğlu (Deniz) ve Av. Ahmet Hilmi Feyzioğlu öldürüldü.
Sorumsuz bir teslimiyetçiliğe kapılan üst yönetim faşizme karşı ülke çapında bir direnişi örme
yeteneği şöyle dursun, örgütlerini ve üyelerini koruma becerisinden, düzenli bir geri çekilmeyi
gerçekleştirme yeteneğinden bile yoksun olduğunu gösterdi.
5. Kongre
1983 yılında Haydar Kutlu grubunun kesin hakimiyeti altında toplanan 5. Kongre'de Haydar Kutlu
parti genel sekreterliğine getirildi; İ Bilen başkan seçildi. Yeni bir parti programı kabul edildi.
Program, ülke içindeki parti birim ve üyelerinin tepkilerini yatıştırmak üzere gecikmiş olarak "faşist
diktatörlük" değerlendirmesini yaptı. Ayrıca "faşist diktatörlük devrimin barışçıl yoldan utkuya
ulaşmasını büsbütün olanaksız kıldı" tespitinde bulunarak direniş gereğini vurguladı. Haydar Kutlu
hizbi programdaki bu değerlendirmeler doğrultusunda hiçbir girişimde bulunmadı. TKP'nin atılım
döneminin lideri İ. Bilen kongreden hemen sonra, 18 Kasım 1983'te öldü.
Burjuvaziye Teslimiyet
Sovyetler Birliği'nde Gorbaçov'un başa geçmesinden ve "yeni politik düşünce" uygulamalarının
başlamasından sonra, Haydar Kutlu yönetimi "Barış ve Ulusal Demokrasi Alternatif Programı"nı
kabul etti. 5. Kongre'de kabul edilen programın ruhuna ve lafzına tamamıyla aykırı bu "yenilenmeci"
program TKP'nin likidasyonunda sondan bir önceki adımı oluşturdu. Likidasyon zehiri,
komünistlerin birlik yönündeki içten duyguları sömürülerek "TİP ve TKP birliği" ambalajıyla
kadrolara sunuldu. Böylece burjuvaziye teslimiyet programını içine sindiremeyen birçok üye ve
sempatizanın "birlik hatırına" örgütlü bir tepki göstermemeleri sağlanmış oldu. Haydar Kutlu ve
Nihat Sargın'ın Türkiye'ye dönüp polise teslim olmaları, TKP'nin 6. ve TİP'in 8. kongreleriyle
varlıklarına son verdiklerinin açıklanması, TBKP'nin 1. kongresinin yapılması, TBKP'nin Türkiye'de
legal olarak kurulması, SBP'nin oluşturulması ve TBKP'nin Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılması ile TBKP dönemi sona ermiş oldu.
Likidasyon sürecine çok sayıda komünist karşı koydu. Ancak bu karşı koyma eş zamanlı ve
örgütlü tepkiye dönüşemedi, grupsal ve bireysel nitelikte kaldı. Kimi kadrolar 10 Eylül çevresinde
TBKP girişimine cepheden muhalefet ederken kimi kadrolar TBKP ve ardından SBP girişiminde yer
alarak içten muhalefet etmeye çalıştılar. Ne yazık ki bu devrimci muhalefet cephesi likidasyon
sürecini önleyebilecek bir yapıyı ortaya çıkaramadı.
Tarihimizden Geleceğe
TKP tarihi devrim ve sosyalizm için fedakarca mücadelenin, "halkın mukadderatını kendi eline
alması"nın koşullarını hazırlamak uğrunda sabırla, dirençle çalışmanın, enternasyonalizmi ve
savaşsız, sömürüsüz yeni bir kardeşlik dünyası kurma özlemini işçiler ve emekçiler arasında yayma
azminin tarihidir.
TKP tarihi Türkiye'de aydınlanmanın tarihidir. Nazım Hikmet'ten Orhan Kemal'e, Hikmet
Kıvılcımlı'dan Behice Boran'a, Sabiha Sertel'den İbrahim Güzelce'ye, Ruhi Su'dan Ahmet Arif'e,
Mehmet Ali Aybar'dan Jak İhmalyan'a, politika, bilim, kültür, edebiyat ve sanat alanlarında sayısız
isim bunun kanıtıdır.
TKP tarihi marksizm-leninizmin ideallerini işkence odalarında, zindanlarda, sürgünlerde, "ateş ve
ihanet" çemberlerinde savunmanın onurlu tarihidir. Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Salih Bozışık,
Vedat Demircioğlu, Harun Karadeniz, Ali Talip Öztürk, Mustafa Hayrullahoğlu gibi sayısız isim
bunun kanıtıdır.
1917 Büyük Ekim Devrimi'nin dünyaya yaydığı, kapitalist düzene son verilmesi; burjuvaların
cahil, kültürsüz ve beceriksiz baldırıçıplaklar diye nitelendirdiği işçilerin ve yoksul köylülerin
dünyayı yönetip dönüştürebilecekleri; proletarya iktidarı; ortak mülkiyet sistemine geçilmesi; tüm
devlet görevlilerinin seçimle belirlenmesi; yöneten-yönetilen ayırımının kalkması, uluslar arasında
kardeşliğin kurulabilmesi için ezilen halkların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkının
tanınması gereği; ulusal sınırların ortadan kalktığı enternasyonalist bir dünya gibi yepyeni kavramları
Türkiye topraklarına taşıma ve kökleştirme onuru Türkiye Komünist Partisi'ne aittir.
Dersler
TKP emperyalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesinde her zaman yeterli uyanıklığı gösteremedi.
İşçilerin ve köylülerin sosyal bir devrime kalkışma ihtimalinden ölümüne korkan Türk burjuvazisi,
TKP'nin kuruluşu üzerinden daha altı ay bile geçmeden TKP yöneticilerini tuzağa düşürerek katletti,
partinin etkisinde bulunan siyasi ve askeri güçleri dağıttı. TKP, burjuvazinin bu kadar erken bir
saldırısını beklemiyordu. Burjuvazinin işçi ve köylülerden duyduğu korkunun farkında olmakla
birlikte onun en azından emperyalist işgal sürerken bu kadar gözükara davranabileceğini, ulusal
kurtuluş davasına bu kadar ters bir adımı atabileceğini düşünemedi.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, TKP yönetimi Kürdistan'daki Şeyh Sait isyanına karşı ilan
edilen Takrir-i Sükun kanununun kendisini de biçeceğini hesaplayamadı. Kemalist iktidarla iyi
ilişkiler içerisinde bulunan Sovyetler Birliği yönetiminin ve Komintern'in yönlendirmesiyle Kemalist
burjuvazinin ilerici potansiyelini zaman zaman abarttı. Kemalist devlet terörünün yoğunlaştığı
1920'lerin sonlarında CHP'ye karşı tam boy mücadele çizgisini savunan partililerin girişimleri
Komintern'in müdahalesiyle önlendi. Faşizme karşı birleşik geniş cephe siyasetinin dünya komünist
hareketince benimsendiği yıllarda "milli şef" İsmet İnönü hükümetlerinin "ilerici ve halktan yana"
icraatlarının olabileceği hayaline kapıldı.
1946 yılında Türkiye'de "çok partili demokrasi"ye geçilirken, legal şartların uzun süreceğini
sanarak, yeterli önlemleri almadan legale çıktı ve ağır kayıplara uğradı.
1974-1980 arasında yürüttüğü görkemli mücadeleyi emekçilerin politik iktidarına yönelen bir
hücumla taçlandıramadı. 12 Eylül darbesine karşı direnişe geçemedi. Soldaki bütün siyasal güçlerin
çare umarak gözlerini kendisine çevirdiği bir sırada kararsız kaldı.
12 Eylül'den sonra faşist cuntanın aslında ordunun "ılımlı" bir kanadı olduğu sanısıyla, cuntanın
komünistlerin üzerine vahşice saldıracağını yeteri açıklıkla öngöremedi. Faşizme karşı direnişi
öremedi.
TKP, kapitalizmin ve emperyalizmin her türlü baskısına rağmen sınıf mücadelesinin gereklerini
yerine getirmekten geri kalmadığı halde kendi içinde demokrasiyi aynı ölçüde gerçekleştiremedi;
bütün örgütün kollektif aklını hiçbir yöneticiyi ve kurumu eleştiri dışında bırakmayan bir anlayışla
harekete geçiremedi. Sovyetler Birliği'nden veya parti üst yöneticilerinden gelen yanlış önerileri
kararlılıkla sorgulayıp gerekenleri yapamadı. Kritik zamanlarda mekanik bir disiplin anlayışının
kurbanı olmaktan ve sonuçta likidasyondan kurtulamadı. Komünizmin her üyenin her koşul altında
tam ve eşit haklı bir siyasi özne olmasını gerektirdiği kavranamadı.
TKP, tüm bu hatalarının bedelini işkence, kan, hapis ve ölümle çok ağır ödedi.
Bu Tarih Bizim
TKP tarihine topluca baktığımızda, parti içinde burjuvaziyle kararlı mücadele taraflısı ana
gövdenin yanısıra, burjuvaziyle uzlaşmaya yatkın eğilimlerin de bulunduğu görülür. Bununla birlikte,
burjuvaziyle uzlaşmaya yatkın olanlar arasında işi döneklik boyutuna, burjuvazinin kampına geçme
noktasına vardıranlar, 1927'de Şevket Süreyya ve Vedat Nedimler ile 1980'lerde Haydar Kutlu ve
Zülfü Dicleliler olmuştur.
Kimi zaman ciddi yanlışlar yapsalar da Mustafa Suphi, Salih Hacıoğlu, Şefik Hüsnü, Zeki
Baştımar, İ. Bilen, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Reşat Fuat, Hüsamettin Özdoğu, Mihri Belli
ve Behice Boran yoldaşların tümü -kimisi parti dışına düşmüş olsa da- komünizm davasına bağlı
kaldılar ve bu uğurda ağır bedeller ödediler.
BİZLER, Mustafa Suphi'den Deniz yoldaşa, Boz Mehmet'ten Ali İhsan Özgür'e, Amele Birliği'nin
adsız sıra neferlerinden Maden-İş militanlarına, Türkiye Komünist Gençler Federasyonu üyelerinden
genç savaşerlerine, Komünist Kadınlardan ilerici kadın aktivistlerine, Birlik-Dayanışmacılardan
Köy-Kooplulara, Savaş Yolu emekçilerinden Güneşli Dünya emekçilerine, devrim ve komünizm
davasını bugüne taşıyan tüm onurlu insanlarımıza şükran borçluyuz. Bu yeni dönemde, onların
mirasını ileriye taşıyacak ve sosyalist devrimi zafere ulaştıracağız.
ÖDP ÜZERİNE
Bu yazıda Özgürlük ve Dayanışma Partisi ÖDP'yi program ve tüzüğünü esas alarak kısaca
değerlendireceğim. Daha yazıya başlarken marksist-leninist bakış açısını benimsediğimi, yeni bir
dünya ve yeni bir Türkiye için sınıf partisinin zorunlu olduğuna inandığımı, işçi sınıfının
önderliğinde politik bir devrim olmadan Türkiye'nin temel hiçbir sorununun çözüm yoluna dahi
giremeyeceği düşüncesinde olduğumu açıkça belirtmek isterim. Dolayısıyla ÖDP'yi değerlendirirken
tabii ki böylesi bir düşünsel temelden yola çıkacağım ve değerlendirmelerimi bu anlayışla
yapacağım.
Herhangi bir yanlış anlamayı veya kaçamağı önlemek için burada sosyalist devrim mi demokratik
devrim mi, aşamalı devrim mi aşamasız devrim mi, Türkiye'de egemen olan sermaye sınıfı mıdır,
işbirlikçi tekelci sermaye midir, oligarşi midir gibi bir tartışma yürütmediğimi vurgulamak isterim.
Bu konularda benimsenen tutum ne olursa olsun ve nasıl bir tanımlama getirilirse getirilsin,
emperyalistlere ve yerli kapitalist holdinglere ait bankaların, sigorta şirketlerinin, sanayi, ticaret ve
tarım işletmelerinin kamulaştırılması, dış ticaret şirketlerinin kamulaştırılması, büyük toprak
sahiplerinin mülkiyetine el konulması, büyük medya şirketlerinin kamulaştırılması, bütün bu
kurumların işçi ve emekçilerin kollektif mülkiyeti haline getirilmesi ve emekçilerin kollektif
yönetimi altına alınması sağlanmadan sosyalizm ve devrimden söz edilebilir mi?
Demokrasi Mücadelesi
Bu noktada yaygın olarak savunulan bir görüşü ele almak istiyorum. Bu görüşün savunucularına
göre, evet, ÖDP sınıf partisi değildir, sosyalist parti değildir, ama Türkiye'nin öncelikle demokrasi
mücadelesine ihtiyacı vardır ve bu mücadelenin taşıyıcısı ÖDP'dir. Bu yüzden herkesin ÖDP'de
buluşması, sınıf partisi ve sosyalizm gerekçesiyle dışarıda kalıp demokrasi mücadelesini bölmemesi
gerekir.
Sosyalistlere yöneltilen "demokrasi mücadelesini bölme" suçlamasının daha sosyalizmin ortaya
çıktığı tarihten beri burjuva çevrelerinin dilinden düşmeyen beylik bir suçlama olduğunu belirttikten
sonra işin özüne gelelim.
Türkiye'nin bütün temel sorunları, demokrasisizlik ve hukuksuzluk dahil, Türkiye'nin emperyalist-
kapitalist dünya sistemi içerisinde kapitalist bir ülke olmasından kaynaklanıyor. Türkiye'de -başka
ülkelerde de olduğu gibi- ne ölçüde demokrasi olacağını belirleyen ana etken emek ile sermaye
arasındaki güç dengesidir. Türkiye'de işçi sınıfı kapitalizme karşı ne ölçüde güçlü bir mücadele verir
ve diğer emekçi kitleleri de kendi etrafında toplayarak kapitalist sınıfa karşı seferber ederse, o kadar
demokrasi olacaktır. Sınıf mücadelesinden ve bu mücadelenin dengelerinden bağımsız bir demokrasi
olmamıştır ve olmayacaktır. Türkiye tarihinin nispeten en demokratik dönemlerini sosyalist
mücadelenin en güçlü, sınıf mücadelesinin en yaygın olduğu dönemlerde, örneğin 1960'larda ve
1970'lerdeki yükseliş dönemlerinde yaşadı. Dolayısıyla demokrasi mücadelesini geliştirmek adına
sosyalizmi, sosyalist mücadeleyi, sınıf partisini reddetmek insanın kendi bindiği dalı kesmesi
anlamına gelir. Sosyalist mücadele işçi sınıfının kendi öz hedeflerine, emeğin kurtuluşuna kavuşması
açısından gerekli olduğu gibi, yan ürün olarak demokrasiyi geliştirmesi sonucunu da doğurur.
Demokrasi mücadelesi sosyalizm mücadelesine bağlı olarak sürdürülmediğinde demokrasi
mücadelesi de aslında sekteye uğratılmış olur.
Türkiye'de demokrasi mücadelesine kuşkusuz ihtiyaç vardır, ama açıkladığım perspektifle
yürütülmediğinde bu doğrultuda bile pek yol alınamaz. ÖDP'nin programında dile getirilen anlayışı
aslında salt demokrasi mücadelesi açısından bile çok geridir. ÖDP programı kapitalist mülkiyetin
hiçbir şekline dokunmayı öngörmeyen, "tapuyu deldirmeyen", kapitalist batı ülkeleri ölçüsünde bir
burjuva demokrasisi programıdır. Henüz sosyalist olmayan devrimci ve radikal bir demokrasi
programında bile tapunun delinmesi, hiç olmazsa egemen tekel mülkiyetinin kamuya devredilmesi
öngörülür. ÖDP'yi oluşturan çevreler kendi eski programlarına bile bir göz atsalar bu hükmü
görebilirler. Üstelik ÖDP kurucuları arasında daha önce böyle programların yazılışına bizzat katılmış
ve kapitalizmi aşabilmek için böylesi hükümlerin zorunlu olduğunu yazılarıyla, konuşmalarıyla,
dersleriyle savunmuş, bu bilgileri çevrelerine öğretmiş isimler de var. Yani sorun bilgisizlikten,
tecrübesizlikten kaynaklanmıyor. Sosyalizmden liberalizme doğru bir görüş değişikliği, bir bakış
açısı değişikliği meydana gelmiş. Tercihler, idealler, değerler değişmiş. Bu değişime rağmen, kimi
ÖDP yöneticilerinin geldikleri çevrelere göre zaman zaman "TİP bugün ÖDP'dir", "TSİP bugün
ÖDP'dir", "TKP bugün ÖDP'dir", "Dev-Yol bugün ÖDP'dir", "Kurtuluş bugün ÖDP'dir" veya "Emek
bugün ÖDP'dir" demeleri bu gerçekler bağlamında tümüyle temelsizdir. ÖDP ile bütün bu sayılanlar
arasında -öncekilere yöneltilebilecek bütün eleştiriler hesaba katıldığında bile- öncekilerin lehine,
ÖDP'nin aleyhine siyasal ve ideolojik bir nitelik farkı vardır.
Kimileri de sosyalizmi savunduğumuzda tecrit olacağımızı, kitlelerin geri bilinçleri nedeniyle bizi
dışlayacağını, bu yüzden taleplerimizi ister istemez yumuşatmak zorunda olduğumuzu, bu nedenle
ÖDP'nin kapitalist sınırlar içinde kalsa da bir demokrasi programıyla ortaya çıkmasının haklı
olduğunu savunuyor. Bu görüşe katılmak mümkün değil. Emekçi kitlelerin içinde bulunduğu
sefaletin boyutlarını, insanların nasıl bir çıkış yolu arayışı içinde olduğunu bilmeyenlerin
üretebileceği bir görüş bu. Hastalandığında ameliyat parası bile bulamayan, çocuklarına insanca bir
hayat yaşatamayan, sürekli horlanan ve itilip kakılan, buna karşılık kapitalist azınlığın nasıl bir
saltanat içinde yaşadığını her gün televizyonlardan gören insanların bankerlerin, büyük patronların,
kodamanların mülküne dokunulacak diye sosyalistlerden uzaklaşacağını sanmak gülünçtür. Aksine
insanların çoğu zulümden nefret ediyor, eşitlik ve adalet arıyor. İnsanlar içinde bulundukları
çaresizlikle eşitlik ve adaletin sırf demagojisini yapan, aslında ortaçağ düzenine dönüşü talep eden,
en saçma ve bağnaz görüşleri savunan şeriatçılara, faşistlere bile kulak veriyor. İşçi ve emekçilerin
kurtuluş öğretisini, hem insanca hem de akılcı olan sosyalist fikirlerimizi, bu fikirlerin asıl sahibi
olan işçi ve emekçilere anlattığımızda, bütün engelleri aşıp onlarla birebir ilişki kurduğumuzda bize
kulak vereceklerdir. Yeter ki bu çabayı gösterelim. Bu çabanın ilk adımı düşüncelerimizi açık açık,
herhangi bir otosansüre tabi tutmadan, kendi bütünlüğü içinde dile getirmektir. Sosyalizmi, insanlık
tarihinin en haklı ve en tutarlı felsefesini, kendi inancımızı savunmaktan utanmamaktır.
ÖDP'deki Sosyalistler
Peki bu kadar eleştiri yönelttiğim ÖDP'de sosyalistler ve devrimciler yok mu? Tabii ki var, hem de
sayıları hiç de küçümsenmeyecek kadar. Ancak, bu sosyalist ve devrimcilerin bulundukları yapının
sosyalist ve devrimci bir yapı olmadığını bilmeleri gerekiyor. Sosyalizm ve devrim için mücadele
etmeyen sosyalist ve devrimciler nasıl tuhaf bir gerçeklik olursa, sosyalist ve devrimci olmadığını,
burjuva demokrasisini hedefleyen reformcu bir parti olduğunu programı ve tüzüğüyle açıkça ortaya
koyan bir partiyi ille de sosyalist yapacağım, ille de devrimcileştireceğim diye uğraşmak da nafile bir
çabadır. Bu kafa karışıklığı hem sosyalizm mücadelesinin hem demokrasi mücadelesinin yerli yerine
oturmasını da engeller. Her ikisini de zayıflatır. ÖDP yönetiminin sosyalist bir cumhuriyet değil de
özgürlükçü demokratik bir cumhuriyet sloganını öne sürmesi karşısında ÖDP içindeki sosyalistlerin
gösterdiği tepki içsel haklılığının yanısıra ÖDP'nin yerli yerine oturması açısından bir
kafakarışıklığını da gösteriyor.
Asıl Yönelim
Hâlâ sosyalist olduğunu iddia eden ama sosyalizm için mücadeleyi "gerçekçi" olmadığı için
"şimdilik" (bana göre süresiz bir şimdilik) kabul etmeyen, demokrat oldukları halde kendilerini
demokrat olarak niteleyenlere kızan yeni demokrat liderlerin ister istemez ilkesiz politika
cambazlarına dönüşeceklerini, Türkiye'de gerçekten ağır koşullarda sürdürülen sınıf mücadelesi
bağlamında yozlaşıp bir tür Tony Blair veya son olarak bir halk ayaklanması dalgasının Arnavutluk
başbakanlığına getirdiği Fatos Nano'nun "pragmatik bir politikacı olarak kendimi Tony Blair ile
Lionel Jospin arasında bir noktaya yerleştiriyorum"10 demecindeki gibi bir ikbal avcısı adayı
olduklarını düşünüyorum. ÖDP'nin sosyalist olmayan demokratik yönelimi aslında günlük
pratiğinden ve hedef kitlesinden de anlaşılıyor. Program ve tüzükte işçi sınıfı nasıl sınırları
belirlenmemiş bir "emek güçleri" terimi içinde eritiliyor, sınıfa ağırlık verilmiyorsa, örgütlenme ve
siyaset pratiğinde de fabrikalarda ve işletmelerde çalışan proletaryaya değil, reklam yazarları, küçük
işletme sahipleri, üst ve orta düzey yöneticiler, zaman zaman borsada oynayan küçük yatırımcılar
gibi kaybedecek şeyleri olan kesimlere yöneliniyor. Bunun sonucu olarak da, doğrudan doğruya
emekçileri örgütlemeye yönelik sabırlı ve uzun vadeli çalışmaların, birebir ve kalıcı ilişkilerin yerini
medyatik eylemler alıyor. Burjuva medyasının olası tepkileri siyasal çalışmalarda adeta belirleyici bir
etken durumuna getiriliyor.
Sonuç
Sosyalizm mücadelesinin günümüzde hiç de moda olmadığını biliyorum. Ne yazık ki baskı ve
sömürüden kurtulmak, bebelerimize sağlıklı, dürüst, mutlu ve eşit insanlardan oluşan yeni bir dünya
verebilmek için zahmetli sosyalizm mücadelesi dışında başka bir yol yok. Kestirme ve kolay yollar
vaadeden moda akımlar ta Marks ve Engels'in zamanından beri hep oldu, hep olacak. Bunlara
kapılınca bir yere varılmadığı, sömürü düzeninin değişmediği, insanın kendisine yabancılaşmasına
son verilemediği dünyadaki ve Türkiye'deki örneklerle sabittir. Sınıf partisi, sınıf mücadelesi,
devrim, sosyalizm hâlâ kilit kavramlarımız olmak zorunda. ÖDP Program ve Tüzüğünü de bu
anlayışla değerlendirmek gerekiyor. Bu yazı bu yolda alçak gönüllü bir deneme niteliğindedir.
Tutuklanma ve yargılanmalarım 1
Nüfus cüzdanımın, kimlik kartımın kaydettiğine göre bugün şu satırları yazdığım şu anda, yani 10
Eylül’e çok kısa bir süre kala yaşım tam tamına 96. Bu süre içinde 10 Eylül 1920 hareketlerini
yaratanların saflarında, yani Türkiye işçi sınıfının gerçek partisi, reel sosyalist partisinin, Komünist
Partisi’nin saflarında işçi sınıfının komünist bir neferi olarak, işçi sınıfının mücadelesine girişimin
70. yıldönümü.
Bu süre içinde, sömürücü, soyguncu burjuva sınıfı ile mücadelede, kavgada işçi sınıfının
hakimiyeti için, reel sosyalizmin kurulması için giriştiğim sınıf mücadelesinde burjuva polisi
tarafından birçok kez tutuklandım, hapishanelere yatırıldım, ağır işkenceler gördüm ve de sürgünlere
gönderildim. Bu işçi sınıfı mücadelesinde uzun süre hapiste yatmak rekoru Dr. Şefik Hüsnü, Hikmet
Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet yoldaşlara ait olmasına rağmen komünistlik suçundan burjuvazi
tarafından tutuklanma, yargılanma ve en çok sürgüne gönderilme rekorunun bana ait olduğu
kanısındayım. İşte şimdi sizlere sayın ÜRÜN DERGİSİ yoldaşlarıma ve onu okuyan sayın
okuyuculara, bu kavgaya Türkiye’de nasıl girdiğimin ve bu günlere nasıl geldiğimin kısa bir
muhasebesini yapıyorum.
Üçüncü Tutuklanmam
Üçüncü tutuklanmam, iki ayağımın baş parmağının tırnaklarının ağır işkence sonucu
sökülmesiyle sonuçlanan Karaköy Yüksekkaldırım’da Trakya Otel hadisesi, provokasyonu. Bu
olayda yargılanmış ve beraat etmiştim. Ağır Ceza Mahkemesinin başkanıın ismi Nüsret Baştimar idi.
Duruşmalarımız çok hadiseli geçmişti. Mahkeme sonuçlanıncaya kadar birinci kez 60 kişiden ibaret
olan biz tutuklular 9 gün açlık grevi yapmış, karardan sonra da biz komünist tutukluların da başta
Reşat Fuat olmak üzere bir bölüm yoldaşımız Ankara’ya sürülmüş, ben, Zeki Baştımar ve Babaeskili
Cevat yoldaş beraat ettiğimiz halde koyverilmediğimiz için 14 gün olmak üzere ikinci kez açlık grevi
yapmış ve 14. günü serbest bırakılmıştık. Bu olaylarda tutuklama tarihi 1932 Şubat, tahliye tarihi 1
Ocak 1933.
Dördüncü Tutuklanmam
Dördüncü kez komünist faaliyetimden tutuklanmam ve yargılanmam tarihi 6 Mayıs 1936
senesinde Karadeniz’in Samsun kentinde olmuştu. Olay şöyle olmuştu: Samsun kentinde illegal
olarak faaliyet sürdüren Türkiye Komünist Partisi’nin Samsun İl Örgütü 25 Nisan 1936 senesinde
Türkiye işçisi için 8 saatlik iş kanunu, sigortalarının oluşması, emekli sigortalarının kabulü, 1
Mayıs’ın serbestçe yapılması hakkının iktidar tarafından tanınması istekleri ile beraber parti
tarafından Samsun kent telgraf direklerine orak çekiçli kızıl bayrakların asılması ve bu bayraklarda
‘Komünist Partisine Özgürlük’ ve daha başka işçi haklarının verilmesi sloganlarının dile
getirilmesinin baş sorumlusu olarak tutuklanmış, yargılanmış ve yıl cezaya çarptırılmıştım.
Bu olayda ben Boz Mehmet, Küçük Ali, Musevi olan Efraim, kardeşi Jako, tren lokomotif ateşçisi
Faik yoldaş ve bağırsak fabrikasında çalışan Ömer ismindeki 6 kişi yakalanmıştık. İşkenceli
sorgudan geçtikten sonra duruşmamız olmuş, Ömer’den başka hepimiz 4’er sene cezalandırılmıştık.
Benim hakkımda verilen karar oy birliği ile değil, oy çokluğu ile olmuştur. Baş yargıcın ismi Hidayet
Bey’di.
Beşinci Tutuklanmam
Beşinci kez tutuklanıp yargıç önüne çıkarılmam Amasya kentinde olmuştu. Suçum, hükümeti ve
yargıcı tahkir. Bu olay şöyle olmuştu: Samsun Ağır Ceza Mahkemesinin hakkımda verdiği 4 sene
kararından sonra 300’e yakın vatandaşın bulunduğu salonda ayağa kalkmış, gür sesimle: “İşçi
haklarının elde edilmesi için, komünizmin yurdumda kurulması için 4 sene değil, idam verseniz vız
gelir.” diye bağırmıştım. Bu hareketim salonda bulunan bazı vatandaşlar tarafından alkışlanmıştı. Bu
olaydan ötürü bir sene ceza yediğim Amasya Asliye Ceza hakiminin ismini unutmuş bulunuyorum.
Tarih 1939, Aralık, Amasya.
Altıncı Tutuklanmam
Altıncı kez, Askeri Mahkeme. Sene 1942, aylardan Mayıs ortaları. Alman Hitler faşist orduları
dayanmış Moskova kapılarının önüne. Türkiye’de gerici faşist sempatizanları bayram havası içinde.
Bunlar arasında Sabiha Zekeriya’nın ve Mehmet Zekeriya’nın çıkardığı Tan gazetesinden maada
bütün belli başlı Türkiye gazeteleri, ki bunlar içinde Cumhuriyet, Yunus Nadi’nin emperyalizm-
aleyhtarlığı ve demokratlık yaptığını iddia ettiği Cumhuriyet gazetesi de olmak üzere “komünizmin
sonu geldi” yazılarıyla Hitler ordularını alkışlamakta, tebrik etmekte.
Bu atmosfer içinde biz Türkiye komünistleri, kulağımızı Moskova’da Türkçe yayın yapan
radyoya çevirmiş, Moskova Radyosu’nda Türkçe yayın yapan Komünist Partisi faal üyesi olan İ.
Bilen yoldaşı dinliyoruz. Alman faşist Hitler ordularının Moskova kapılarının önüne dayandığı o
günlerde Moskova Radyosunun Türkçe yayınında spiker İ. Bilen yoldaş, Stalin’in şu sloganını
yayınlıyordu: “Pobet Budet Naşa.” Türkçesi: “Zafer bizim olacak.” Biz Türkiye komünistleri bu
sloganları sesli olarak işçi sınıfımıza, halkımıza açıkça anlatıyorduk. Bu hareketimiz neticesinde
İstanbul’da yaşamakta olan bütün komünistler tutuklanıp Anadolu’nun ayrı ayrı kentlerine sürgün
edildik. Bu arada ben de Kırşehir Mucur ilçesine sürgün edildim. Hatta sürgüne giderken Abidin
Dino ile başparmaklarımızdan bir kelepçeye vurularak Yerköy istasyonuna kadar bu şekilde gittik.
Orada ayrıldık, çünkü Abidin Dino başka bir kente gönderiliyordu. Mucur’da iki sene kadar
kaldıktan sonra TKP kararıyla oradan kaçtım. Bursa’da tutuklanıp İstanbul’a gönderildim ve Tophane
askeri hapishanesine yatırıldım. O sırada Tophane askeri hapishanesinde Rıfat Ilgaz’la komuna kurup
beraber yiyip içtik. Aynı hapishanede Nihal Atsız ve Türkeş de içinde olmak üzere 6 faşist
bulunuyordu. Bu hapishaneden askeri mahkemeye sevk edildim. Bu mahkemenin kararı üzerine
sıkıyönetim mıntıkasına girdiğim iddiasıyla 2 sene Gaziantep’e sürgün gönderilmek cezasına
uğradım. İşte benim 6. kez askeri mahkemedeki duruşmam böyle olmuştur.
Bu arada Tophane askeri cezaevinde bana yapılan bir saldırıyı kısaca anlatmayı uygun buldum.
Olay şöyle olmuştu: Bir sabah uykudan uyanmış, ihtiyacımı gidermek için tuvalete gidiyordum.
Yolun üzerinde bulunan adi tutuklular koğuşundaki vatandaşlar tarafından yolum kesildi ve onların
koğuşuna götürüldüm. Yere yatırılıp falakaya şu suallere cevap vermek üzere çekildim: “Sovyetler
Birliği’nde 15 cumhuriyet mi var?” diye soruyor ve vuruyorlardı. 1932 senesinde Sultanahmet
tevkifhanesinden tanıdığım Boksör Rifat isminde bir vatandaş imdadıma yetişti. İyi boksör olduğu
için işkencecileri dağıttı. Adi suçlularla konuşma sonucu ve onların haklarını elde etme mücadelesini
veren bir kişi olarak senelerce savaş veren ve bugün de sosyal konumlarının elde edilmesi kavgasını
veren bir adam olarak tutuklanmış olduğumu, kısaca sizlerin haklarınızı savunduğum için
soyguncuların iktidarı tarafından tutuklandığımı, kısacası sizlerin adamıyım diye onlara anlattım.
Benden özür dilediler ve bana yapılan hareketin kendilerine hapishane müdürü ve faşist Nihal
Atsızlar tarafından teşvik ettirildiğini anlattılar.
Yedinci Tutuklanmam
Yedinci kez tutuklanmama ve yargılanmama gelince olay şöyle olmuştur. TKP’nin kararı ile
Antep’ten kaçtım. TKP’nin kararını bana Antebe kadar gelerek bildiren gene Abidin Nesimi yoldaş
olmuştu.
İstanbul’a gelmiştim. Reşat Fuat yoldaşın tutuklanmasından ötürü yara alan TKP’nin yaralarını
gidermek için bana verilen görevi iki seneyi aşkın bir süre elimden geldiği kadar yapmış, İstanbul il
örgütünü kurmuş, Kızıl İstanbul gazetesinin çıkmasını sağlayacak bir tesisat yapılmış, velhasıl zaman
ve zemine uygun herşey işçi sınıfını tatmin edecek şekilde yerine getirilmişti. Ta ki bu faaliyetimiz
İsmet İnönü’nün 1946 senesinde yaptığı sınıf esasına dayalı ve ona göre partiler kurulabilir demecine
kadar sürmüştü.
İsmet Paşanın bu demeci üzerine TKP MK’si toplanmış ve Dr. Şefik Hüsnü’nün başkanlığında
Sosyalist Emekçi Köylü Partisi kurulması kararı alınması üzerine partinin faal unsurlarından oluşan
35 kişilik bir parti grubu Tatavla’da, Kurtuluş’ta toplanmış, bir parti yöneticisi tarafından yeni karar
yoldaşlara bildirilmişti. Bu faaliyet üzerine üzerimde bulunan TKP görevi sona ermişti ve gizli
çalışma, yani illegal faaliyet şartlara uyduğunda tekrar yapılmak koşuluna havale edilmiş ve benim
de yaptığım illegal TKP faaliyeti son bulmuş, parti tarafından bana verilen 100 lirayı aldıktan sonra
İstanbul’u terk etmiş, İzmir’e gitmiştim.
İzmir Dönemim
15 Mayıs 1946’da İzmir’de Anafartalar caddesindeki Karaburun otelindeyim. Otelin sağında
Anafartalar polis karakolu. Yapmam gerekli ilk şey kendime iş bulmak. Bunu sağlamakta
gecikmedim. Mürettip olarak Ergenekon gazetesindeyim. Bir süre sonra gazete kapandı. İşsiz
kalmadım. Güzel Demokrat İzmir gazetesinde çalışmaya başladım. Ve Türkiye Sosyalist Emekçi
Köylü Partisi’nin resmen kurulduğunun haberini gazete satırlarına yazan ilk mürettip olmanın sevinci
içinde bir süre yaşadım, amma bu uzun müddet sürmedi.
Altı ay sonra hükümetin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer’in Türkiye Büyük Millet Meclisindeki
raporunun kabul edilmesi sonucu Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisinin komünizm faaliyetinde
bulunduğu ithamiyle TBMM tarafından TSEKP’nin resmen kapatıldığını gazete yazdı.
Bir süre daha Demokrat İzmir gazetesinde çalıştım. Gazetenin tirajı düştü iddiası üzerine işime
son verildi. Otelime gelince otelin temizlik işlerinde yardımcı olmam nedeniyle otel sahibinin
sevgisini, itimadını kazanmıştım. Bundan yararlanarak yazıhanede bulunan 30 kadar otel
müşterilerinin nüfus cüzdanlarının arasından kendiminkini polis kontrolüne girmeden aldım.
Gazetede işime son verilince kendime yeni bir iş bulmak kesinlikle ihtiyaç halinde idi. Çok işyerleri
vadı, ama beni orada tanıyan göçmen Kavalalıların bulunması, benim o sahada iş aramak girişimimi
engelledi.
Yapacağım tek şey İzmir İşsizler Bürosuna başvurmaktı. Nitekim onu yaptım. O sırada İzmir
Alsancak İş Bürosuna işçi aramak için uzun boylu güzel bir kadın geldi. Kendisine işçi arıyordu.
İşyeri ise İzmir’de Karşıyaka’daydı. Küçük Yamanlar’da gazinoda çalışacak garson arıyordu.
Gaziantep’teyken Mehmet Uğraş ismindeki patronun çalıştırdığı içkili gazinoda komilik yapmanın
bana verdiği derse, cesarete dayanarak kadına garsonluk yaptığımı söyleyerek, onunla anlaştım. Ve
ondan Küçük Yamanlar Gazinosunun adresini alarak ertesi günü Küçük Yamanlar’da Madam Beti ve
Selanikli Galip Bey’in çalıştırdığı gazinoda garson olarak çalışmaya başladım.
Menderesler
Küçük Yamanlar Gazinosuna Adnan Menderes, Refik Koraltan ve daha başka kişiler gelirdi.
Onlara çay ve taze börek servisini yaparken onların konuşmalarını dinliyordum. Demokrat Parti
henüz iktidar olmamıştı. Onlar iktidara gelirlerse yapacakları işlerin neler olacağını konuşmalarından
dinliyordum. Gazinonun taze yapılmış böreklerini ve çaylarını verirken, mümkün mertebe yanlarında
fazla duruyordum.
İl Komitesinin Kuruluşu
1947 senesinin 1 Mayıs günü gazinomuza bir grup vatandaş geldi. Onlara biralarını verdim. Az
sonra 1 Mayıs şarkılarını topluca yapmaya başlamaları beni harekete getirdi ve TKP’nin şu sloganını
hatırlattı: “Nerede bir komünist varsa, Türkiye Komünist Partisi oradadır.” İşte 1947 1 Mayıs’ında
harekete geçtim ve İzmir’de TKP’nin il komitesini kurma görevini yerine getirmek için bu gruptan
tanıştığım Macit Bilge, Ahmet Bilge ile sıkı temas kurarak İzmir il komitesini kurma başarısını
yapmış oldum. Ve 1947 Mayıs’ının 5. günü İzmir TKP il komitesi Karşıyaka’da Macit’in evinde
kurulmuş oldu.
TKP İzmir il komitesine şu yoldaşlar girmişti. Macit Bilge, Ahmet Bilge, Cazım Aktemur, Fadıl
Barkan ve Şükrü Dinsel. Bu ilk kuruluş toplantısında mali durumumuzun konuşulması sırasında
Şükrü Dinsel Sovyetler’den mali yardım etmemiz önerisinde bulundu. Bu gibi işlerde Sovyetler
Birliği hakkında söz edilmesinin doğru olmayacağı eleştirisini yaptım. Türk Hava Kuvvetlerine
mensup olan Şükrü, benim eleştirilerime karşı, Sovyetler Birliği Amerika Komünist Partisine yardım
yapıyordu iddiasında bulundu. Bunun doğru olmadığını söyledim ve her ihtiyacımızın giderilmesini
dışarıdan değil, kendimizin karşılaması lazımdır karşılığını vermekle konuyu kapatıp diğer
yapmamız icap edenleri yerine getirmemizi karar altına aldık. Ne var ki, Şükrü’nün iddiası hiçbir
zaman aklımdan çıkmamıştı.
Büyük bir heyecan içinde çalışıyor ve TKP hücreleri kuruyor ve onlar hakkında yoldaşlar bana
bilgi veriyorlardı. Macit yoldaşın hücreler hakkında bana verdiği bilgilerden bir tanesi, Fırıncılar
hücresinden gelmişti. Fırıncılar hücresi parti talimatına aykırı görüşler ileri sürmesi üzerine, bu
hücrelerden bir yoldaşla görüşmek ihtiyacını ileri sürerek, görüş ayrılığını gidermek için bir yoldaşla
konuşma arzusunda bulundum. Ve benimle temasa geçecek yoldaşla görüşmek üzere İzmir
postanesine ve rıhtıma yakın yerde saat 21.00’de buluşmak üzere randevu aldım. Randevu aldığım
kişi TKP faaliyetinde bulunmuş ve 4 sene hapiste yatmış, Libyalı olarak tanınan Yusuf Atik adındaki
yoldaşımızdı. Randevu yerine 15 dakika önce gittim. Etrafı kontrol ettim. Şüphe edilecek bir durum
yoktu. Saat dokuz olmuştu, yoldaştan ses seda yoktu. Vaktinde gelmeyen yoldaştan tedirgin duruma
kapılmıştım. Bekledim, bekledim, tabii sinir içindeyim. 20 dakika geç gelen yoldaşla krşılaştım.
Elimi sıkmak için yaklaştı, elini uzattı. Elini uzatırken leş gibi ağzının kokusunu hissetmekte
gecikmedim ve yoldaşa elimi sıkarken kol saatimi gösterdim. 20 dakika geç gelmiş bulunuyorsunuz.
Üstelik ilk göreceğiniz yoldaşla konuşmak için leş gibi içki kokan bir sarhoş herif olarak
geliyorsunuz. Siz komünist değil, adi bir sarhoşsunuz. Lanet olsun senin gibilere, defol karşımdan
sarhoş herif. Bunları söyleyerek Yusuf Atik’in yanından ayrıldım.
Beş yoldaştan oluşan İzmir il komitemiz, ben içlerinde 6. kişi olmak üzere İzmir Kültür Parkında
toplantımız sona ermişti. Yoldaşlar birbirimizden vedalaşarak ayrılmıştık. Ben Şükrü ile Kültür
Parkından çıkarken, Şükrü arkamızdan gelen iki vatandaşı bana göstererek, bunlar polistir, demişti.
Nereden biliyorsunuz diye sormuştum. Polis müdüriyetinden diye yanıt vermişti. Sizin polis
müdüriyetinde ne işiniz var demiştim. Altson Geri Amerikan tütün şirketinin raporlarını müdüriyete
getirmiş, orada görmüştüm, diye karşılık vermişti. Siz çalışılan işyerinde istifçi başısınız, katip falan
değilsiniz dediğimde, verdiği yanıt, İngilizce bildiğim için polisle olan muamelat benim tarafımdan
yapılır, olmuştu.
İzmir Anafartalar Caddesinde Arnavut aşçı lokantasında en çok sevdiğim “Elbasan tavası”
yemeğini yemiş, caddeye çıkmıştım. Birden Şahabettin Kıvılcımlı ile karşılaştım. Kendisi komünist
idi ve onu iyi tanıyordum. Aynı zamanda 1946 senesinin son günlerinde Türkiye Sosyalist Emekçi
Köylü Partisinin kapatılması günlerinde Doktor Şefik Hüsnü yoldaşlarla beraber tutuklanıp hapis
yatmış bir yoldaşımızdı. Beni iyi tanıyordu. Hoşbeş dahi etmeden bana buralarda ne geziyorsun,
herşey senin üzerine atılmış bulunuyor. Polisçe tutuklanacak olursan derin yüzülecek, haberin olsun
sözleriyle konuşmamız sona ermişti.
(Devam edecek)