You are on page 1of 11

Tensiz Aşk ( Yüzyıllık Ayrılık )

Celal, odayı aydınlatmaktan ziyade sarıya bürünmüş bir loşluk katan ışığı kapatıp, yatağına uzandı.
Gözlerini karanlığın içinde yok oluveren odanın duvarlarına dikip, düşünmeye başladı. Çok tedirgindi,
hiç bu kadar rahatsız olduğunu hatırlamıyordu. Anlam veremediği bir korku vardı içinde,
okuduklarının oldukça etkisinde kalmıştı. Dışarıda yağan sağanak yağmurun sesini dinlemeye
başladı. Yere düşen damlaların çıkardığı sesi musikinin nağmeleriyle eşleştirmeye çalışıyordu,
damlalar orkestranın çalgı aletleriydi; ağaçlara sürtünerek ıslık çalan rüzgâr şarkıyı söyleyen kadın
olmalıydı. Bir süre yağmura eşlik etti ama yine de beynini kemiren, aklının bir kenarında tetikte
bekleyen düşüncelerinden sıyrılamadı. Dişlerini gıcırdatarak “ Bu ne ya? “ dedi ve yataktan fırladı.
Salona geçti, masasının üzerinde duran sigara paketinden alelacele bir tane sigara çıkartıp, yaktı.
Gözleri karanlığa alışmıştı ama karanlıktan ilk defa korkuyordu. Elektrik anahtarına tokat atar gibi
vurdu, fersiz sarı ampul titreyerek yanmaya başladı. Koltuğa yığılırcasına oturdu ve gözlerini
sehpanın üzerinde açık bir halde duran eski deftere dikti. Gergin bir şekilde sol eliyle çenesini sıktı,
bacaklarını oynattığını fark etti, dişlerini gıcırdatarak defterin açık sayfasına korkuyla bakmaya
başladı.

Celal kitap delisi bir adamdı, çocukluğundan beri okumaktan büyük bir zevk alırdı. Odalarının
neredeyse tüm duvarlarını kendi yaptığı kitap rafları süslüyordu, o raflarda çizgi romanlardan,
ansiklopedilere, şiir kitaplarından, klasiklere; adı sanı duyulmamış yazarların unutulmuş
eserlerinden, sahaflardan tek tek topladığı el yazması kitaplara kadar birçok eser vardı. Kimi düzgün
sıralanmış, kimi diğer kitapların üstüne rastgele bırakılmış, bazıları raflarda üst üste yığılmış bir halde
duran bu kitaplar onun yaşamındaki tek lüksüydü. Matbaacılar sitesinde serigraf ustası olarak
çalışıyordu, Cuma günleri haftalığını aldığı gibi şehrin dört bir yanına dağılmış kitapçı dostlarından
birine uğrar ve hatırı sayılır bir kısmıyla kitap alıp, rahmetli annesinden miras kalan evine dönerdi. O
kitapları hafta boyunca gecelerine misafir edecek, Cuma gelmeden hepsini okuyup raflarda boş
bulduğu yerlere bırakıverecekti. Yıllardır böyle yaşıyordu, rahmetli annesi öldükten sonra evdeki
televizyonu hurdacıya yok pahasına satmış, parasıyla yeni kitaplar almıştı. Ne televizyon seyrederdi,
ne de radyoya merakı vardı. Zaten sessiz, sakin bir adamdı, işyerinde iş harici biriyle muhabbet
ettiği görülmüş şey değildi. Her akşam iş dönüşü yıllardır mahallenin bakkalı olan Hacı Naci’nin
yanına uğrar, akşam nevalesini kısa bir selam faslıyla düzer ve koşar adımlarla evine giderdi. Ya
yarısında kaldığı bir kitaba devam edecek, ya da sehpanın üzerinde okunma sırasını bekleyen yeni
aldığı kitabının ilk sayfalarıyla tanışacaktı.

Pek gelen, gideni yoktu. Ara sıra evini ziyarete gelen ablasının kocasından, geçim sıkıntısından,
komşularının huysuzluğundan, çocuklarının kötü giden derslerinden bahsetmesini sessizce dinler ve
tüm derdini döken ablanın sonunda hatırını sormasına da “ Hiç kendimi bu kadar iyi
hissetmemiştim, çok rahatım, çok “ diye cevap verip biran evvel onu başından savmaya
bakardı. Yaşamında kimse olsun istemiyordu, günlük dertler onu pek fazla ilgilendirmiyordu. Çoğu
kez bekâr kaldığı için Allah’a gizlice teşekkür ederdi: “ Eğer evli olsaydım ben de ablam gibi
olacak, ıvır zıvır bir sürü sıkıntıyla günlerimi heba edecektim. “ diye düşünür ve karşısına
evlenebileceği bir kadın çıkmadığı için şükrederdi.
Son Cuma günü hiç yapmadığı bir şeyi yaptı, her ne kadar işyerinden çıktığında hedefi Sümbül
sokaktaki o mızmız yaşlı kitapçıydı, geçen hafta parası yetmediğinden alamadığı Kanuni Sultan
Süleyman’ın yaşamını anlatan deri ciltli büyük kitabı bu hafta alacaktı. Tam sokağın yokuşunu
çıkmaya başlamıştı ki yukarıdan aşağıya yavaş, yavaş gelen eskicinin arabası dikkatini çekiverdi.
Adam ufacık tahta arabayı kamyon yükler gibi yüklemişti, en altta emayesi dökük eski bir şofben,
onun yanında diklemesine oturtulmuş tekerleksiz çocuk arabası, bunların etrafına bir kale duvarı
misali dizilmiş gazete balyaları ve bunların üstüne öylesine fırlatılmış üç, beş kitap vardı. Celal
kitapları gördüğü gibi hemen eskiciye doğru yöneldi, her şey hurdaya çıkardı ama kitap asla
çıkmamalıydı. Adam durdurdu, arabanın üzerinde sağa sola dağılmış olan kitapları tek tek topladı.
Kitapların ismi neydi, yazarı kimdi bakmadı bile. Eskiciye şöyle bir göz attı, kaşlarını çatıp “ Kaça
bunlar efendi? “ diye sordu. Adam Celal’in çatık kaşlarına hiç aldırmadan tamamına 50 lira istedi.
İçinden: ” Nasılsa pazarlık yapar, 20 koparsam yeter “ diye geçiyordu. Celal elini cebine attı, bir
ellilik bulup adama uzattı. Eskici “ Bereket versin abi “ deyip aldığı parayı pantolon cebine
teperken, Celal gazete balyalarından bir gazete çıkartıp, kitapları güzelce sardı. Sonra adamın hiç
yüzüne bakmadan “Allah hayırlı müşteri versin, efendi “ deyip gerisingeri döndü ve evine doğru
gitmeye başladı.

O akşam aldığı kitapları şöyle bir elden geçirdi, birkaç Hüseyin Rahmi eseri vardı, “ Onlar zaten
ben de var ama fazla mal göz çıkarmaz “ deyip, raflardan birine bırakıverdi. Bir iki otobiyografi
vardı ama yazarlarını hiç tanımıyordu; “ Okur, bir şeyler öğreniriz “ dedikten sonra onları da en
yakın rafa lalettayin atıverdi. Osmanlı musikisini anlatan renkli büyük boy kitabı sehpasının üstüne
koydu, kitaplarla birlikte aldığını eve gelince fark ettiği sarı kaplı bir defteri en sona bırakmıştı.
Öylesine bir bakacak ve atacaktı. Kitaplarının arasına asla bir defter sokmazdı, odanın ruhani
havasını bozar, kitaplarım bana küser diye düşünürdü.

Defterin ilk sayfasını açtı, güzel bir kadının karakalem çizilmiş resminin altındaki el yazısını okumaya
başladı.

Celal eve geldiğinden beri yemek yememiş, hatta oturma odasından dışarı adım atmamıştı. Beynini
toplamakta zorlanıyordu, o kadar rahatsız olmuştu ki defterin sayfalarını tekrar tekrar çevirip,
okuduklarının yanlış olmasını umar gibi bir daha aynı sayfaları okuyordu.
Münevver adında genç yaşta veremden ölmüş bir kızın günlüğüydü bu defter. Zavallı kızcağız ölüme
doğru yaptığı yolculuğun her anını yazmıştı ve her sayfada tekrarladığı bir şey vardı. Yitik aşkına
öldükten sonra kavuşacağından bahsediyor, onunla yeniden hayat bulacağına inanıyordu. Celal’i
olduğu yerde donduran satırlar ise defterin ikinci sayfasında ve Celal’in karakalem yapılmış bir
resminin altında yazıyordu.

“ Celal’im… Belki çok farklı yüzyıllarda yaşayacağız ama inanıyorum ki bir gün sana
kavuşacağım “

Münevver Rumeli göçmeni bir ailenin tek çocuğuydu. Çok zorlu ve çetin geçen bir yolculuk sonrası
batı Anadolulun ufak bir köyüne yerleşmişlerdi. Amansız hastalığı babasından miras kalmıştı, göç
yolculuğu esnasında güçsüz düşen zavallı adam köye yerleştiklerinin ikinci haftası Allah’ın rahmetine
kavuşmuştu. Hastalığıınn ilk evrelerini yaşadığından bihaber olan Münevver, cenazenin defin
işlemlerini müteakip devlet tarafından aileye hibe edilen iki dönümlük arazide yaşlı anacağızıyla
çalışmaya başlamıştı.

Akşamları tek göz odalı kulübelerinde ana kız yan yana oturur, gaz lambasının ışığı altında
Rumeli’de geçirdikleri günleri özlemle yâd ederlerdi. Bir sabah ezanı vakti yaşadıkları kasabayı,
doğup büyüdükleri evi, eşyalarının tamamını orada bırakıp; yola koyulan bir kafilenin arkasına
takılmışlar, yolculukları boyunca her türlü sıkıntıya zorlukla göğüs gerip, buralara kadar gelmişlerdi.

Anacağızı geride bıraktığı malına, mülküne ağıtlar düzerken, Münevver de Balkan harbine gidip, bir
daha geri gelmeyen yavuklusu Celal’i hatırlar, yitip, giden sevdasına için için ağlardı.

Genç kızlığa ilk adımı attığı yıllarda tanımıştı Celal’i. Uzun boylu, siyah saçlı yağız bir delikanlıydı.
Akranlarının sağda solda gezdiği o yıllarda Celal, tek başına kasabanın dışında çıkar; uçsuz bucaksız
ovalarda saatlerce dolaşırdı. Kimseyle muhabbeti olmayan, kendi içine kapanık bir gençti. Yanık
sesiyle türküler okur, civardaki tarlalarda iş gören kadınlar, kızlar kazmalarını bir kenara fırlatıp, onu
dinlerlerdi.

Hele “ dağları “ söylemeye başladı mı; “ Çalışacağına türkü çığırtıyor, haylazın önde gideni
bu çocuk “ diye ona kızan babalar, dedeler bile seslerini keser; türkünün gökyüzünde dalga dalga
yayılan ritmine kendilerini kaptırıverirlerdi.

Dağlar, dağlar viran dağlar


Yüzüm güler, kalbim ağlar
Yüreğimden kanlar damlar

Bir olaydı pir olaydı


Ne olur benim olaydı

Münevver önce türkülerin sesine, sonra yüzünü uzaktan hayal meyal görebildiği delikanlının kendisine
âşık olmuştu. Her sabah herkesten önce uyanır, tarhana çorbasını ateşe koyduğu gibi bahçeye
çıkar; Celal’in ovaya doğru yola çıkışını beklemeye başlardı. Karanlığın aydınlığa nöbet devrettiği o
saatlerde Celal de evinden çıkıp, yola koyulurdu. Kasabanın tarlalara çıkış yolundaki en son ev
Münevverlerin eviydi. Tam evin önünden geçerken başını çevirir, dünyalar güzeli Münevver’e
gülümser, sonra ardına bile bakmadan yoluna devam ederdi.
Aşk bakışmaktı o zamanlar, sevda gülümsemelerde saklıydı. Sevgi, sevgilinin bir anlık
görünmesiyle büyür, koca bir çınar olurdu. Birbirlerine tek kelam etmeden Celal ve Münevver öyle bir
aşka tutulmuşlardı ki ikisinin de gözleri gördükleri her şeyde sevgiliyi görür olmuştu.

O yaz böyle geçti, her sabah aydınlık Celal’in gülümsemesiyle çoğaldı, her gün tarlalar onun
türküleriyle bereketlendi. Bir türküyle ateş alan aşk, gökyüzüne nağme nağme yayılan diğer türkülerle
alevlendi, ikisini de sımsıkı sarıverdi.

Kına yakmış pamuk eline


Kemer belin üstüne
Fistan giymiş Balkan güzeli
Nakış yapmış eteklerine

Havalar bozmaya, yazın tatlı güneşi çoktan geri çekilmiş, ovalar da bahçeler de yağan yağmurun
insafına boyun eğmişti. Böyle soğuk ve yağışlı günlerden bir gün kasabanın meydanında sancak
dikildi. Gür sesli bir adam kasabanın gençlerini sancak altına çağırdı. Erkekler hızlı adımlarla
meydana doğru giderlerken kadınlı, kızlı, çoluklu, çocuklu bir kalabalık da onların peşi sıra yürümeye
başladılar.

Meydanın ortasında büyük bir sancak, sancağın altında pala bıyıklı bir zabit ve yanında da kasabanın
ileri gelenleri durmaktaydı. Kalabalık toplandı, erkekler bir yana dizildi. Çocuklar analarının
terslemesiyle sustular, ağlayan bebeler bile derin bir sessizliğe gömüldüler. Kadınlar gözlerini
kocalarından ayıramıyor, kızlar duyacakları haberi bilircesine şimdiden gözyaşı döküyordu.

Bir süre sonra zabit gönüllülerin isimlerini yazmaya başladı. İlk adım atan Celal oldu, Celal’in öne
doğru fırladığını gören Münevver olduğu yere yığılıverdi. Sonra başkaları da isim yazdırdı, dualar
okundu, gençten bir çocuk yanık sesiyle Eûzu besmele çekip Bakara suresinin “ Allah yolunda
öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Aksine onlar diridirler ancak siz fark edemiyorsunuz “
ayetini okumaya başladı. Celal’i son kez görmek için çırpınan Münevver kalabalığın içinde onu
ararken bir anda tam karşısında yaşlı bir adamcağızı gördü. Oldukça zayıf bir adamdı, üstünde
yamalı bir mintan, altında uzun süredir giyildiği her halinden belli olan keçe bir pantolon vardı.
Gözlerini Münevver’den ayırmadan yanına doğru yaklaştı; kısacık sakallarını sağ eliyle sıvazlayıp
“ Ne aşk ölür yeryüzünde, ne de âşıklar “ dedi ve kalabalığa karışıp, kayboluverdi.
Münevver o gün Celal’ini dünya gözüyle son kez görmüştü. Hasretle dönüşünü beklemiş, sonra her
gün korkusunu içinde yaşattığı o acı haberi almıştı. “ Şehit oldu “ diyordu herkes ama arkasından
da ekliyorlardı “ Gencecik öldü işte “

O günden sonra kasaba hep kan ağladı, işgali yaşadı, zulme uğradı. Tarlalara bile gidemediler,
gitseler ne olacaktı ki? Ne ekilecek ekin, ne de dinlenecek türkü kalmıştı. Zaten bir süre sonra göç
kararı alındı, yola koyulabilecek herkes ocaklarını düşmana bırakıp Anadolu’ya hicret etti.

Köye yerleştiklerinin ikinci yılında annesi yine Rumeli göçmenlerinden olan Rıza ile evlendi. Rıza göç
ettikleri kasabanın bağlı olduğu vilayette memurluk yapmış, efendi halleriyle tanınan orta yaşlı bir
adamdı. Rumeli’de evlendiği ve Allah’ın bir evlat nasip etmediği sevgili karısı Anadolu’ya
geldiklerinden kısa bir süre sonra vefat etmiş, aradan birkaç ay geçince de eşin dostun teşviki, biraz
da şartların zorlamasıyla Münevver’in annesiyle evlenmişti. Rıza şehirli bir adamdı, köylerde
yapamazdı; bundan dolayı nikâhın kıyılmasını müteakip hemen toparlanacaklar, eşyaları yüklenip
Rıza’nın şehirdeki evine taşınacaklardı.

Nitekim de öyle oldu, köyün yaşlı imamı cemaatten iki şahidin huzurunda nikâhı kıydı, köydeki tarla
üç kuruş paraya alelacele satıldı ve bir sabah şehirdeki yeni yaşamlarına doğru yola koyuldular. Rıza
Bey iyi bir adamdı, çalışkandı da. Biraz da varlıklıydı, gelirken yanında bir miktar altın getirdiği ve
şehirdeki bahçeli evi onlarla satın aldığı söylenirdi. Sabah ezanlarından önce yola koyulur, akşama
dek civar köylerden deri toplar, gecenin geç saatlerine kadar tüm derileri tek tek tuzlayıp, boylarına
göre balyalar ve ertesi gün deri ticareti yapan tüccarlara satmaya götürürdü. O kadar çalışkan ve o
kadar iş düşkünüydü ki bir süre sonra şehirde Karınca Rıza diye anılmaya başlanmıştı. Münevver
yaşamı boyunca Rıza babasından tek bir kötü söz duymadı, zavallı adamcağız zaten iş güçle meşgul
olmaktan etrafında kim var, kim yok pek fark edemiyordu. İşini bitirir, karısının hazırladığı sofraya
bağdaş kurar; yemekleri biran evvel bitsin de hemen yatayım dercesine hızla yer, yemek sonrası
hazırlanan sade kahvesini yudumlamaya başladığında gözleri hafiften kapanır, başı ikide bir, öne
arkaya düşmeye başlardı. Sokağa bakan odaya serdikleri yer yatağına kadar zor gider, geceliğini
giyip yastığa başını koyduğu gibi de uyuyuverirdi.
“ Koca yataktayken, karı dolanmaz “ diyen anası da namazını kılıp, yatağa uzanır; Münevver
gecenin ilerleyen saatlerine kadar tek başına oturup, Celal’ini düşlerdi. Rumeli’nde medrese eğitimi
almış, okuması yazması olan bir kızdı. Üvey babasına bilmem kaç kez rica edip sonunda bir defter
ile kurşunkalem aldırmış ve günlük tutmaya başlamıştı. Allah vergisi bir yetenek, sanata meyilli bir
ruh taşıyan Münevver günlüğün ilk sayfasına kendini resmetmeye çalışmış, altına da hayallerinden
asla gitmeyen, tüm rüyalarında her daim yanında olan aşkına hitaben: “ Celal’im… Belki çok
farklı yüzyıllarda yaşayacağız ama inanıyorum ki bir gün sana kavuşacağım “ diye not
düşmüştü.

Şehre yerleştikten bir iki ay sonra Münevver’in hastalığı şiddetini artırmış, o zamanın kıt imkânları
nispetinde uzun bir süre verem hastanesinde tedavi görmüştü. Hastanelere gidip, gelmeler; orada
geçen sıkıntılı günler umulan sonucu vermemiş ve çarenin tükendiğini gören doktorlar anasını bir
kenara çekip, yaşamının son günlerini evde huzur içinde geçirmesinin daha evla olduğunu münasip
bir dille anlattıktan sonra kızcağızı evine göndermişler.

Münevver babasıyla aynı hastalığa yakalandığını ve verem denen bu illetten kurtulamayacağını


bildiğinden olsa gerek, günlüğünde hep ölüm ve ölümden sonrasını dile getirmiş ama her sayfada
Celal’ine kavuşmadan ölmeyeceğini umut eden satırlar yazmıştı. Celal’in sancak altına gidip, gönüllü
olduğu o ayrılık gününde yanına yaklaşan yaşlı adamın: “ Ne aşk ölür yeryüzünde, ne de
âşıklar “ sözünü hiç unutmuyor ve bitmeyen bir ümit ile aşkına bir şekilde kavuşacağına inanıyordu.

Bir gece sabaha karşı ateşler içinde uyandı. Anasının söndürmeyip, kısık bıraktığı gaz lambasının
ışığı tavanda gölgeler yapıyor, kimi zaman kendini çekip içine alıverecek karanlık dehlizler, kimi
zaman da her yerinde güller olan bir bahçeyi andıran görüntüler oluşturuyordu. Nefes almakta çok
zorlanıyordu, her derin nefesinde ardı arkası kesilmeyen öksürükler başladığından dolayı kısık kısık
nefes almayı tercih ediyordu. Göğsü o kadar çok yanıyordu ki, acıya dayanamaz olmuştu. Bir anda
kapı açıldı, annesi geldi sandı “ He anam! “ dedi, sessizce. Gaz lambasının kısık ışığında içeri
girenin bir erkek olduğunu fark etti. Başka zaman olsa çok korkardı ama nedense en ufak bir korku
duymadı, adamın adım adım başucuna yaklaşmasını bekledi.
“ Sensin “ dedi, yine çok yavaş bir sesle. “ Celal’imin gittiği gün bana öğüt veren yaşlı
amcamsın, hoş geldin “
Yaşlı adamın üzerinde yine aynı kıyafet vardı, yine gülümseyerek sağ elinle kısa sakallarını sıvazladı.
Sonra biraz daha yaklaşıp Münevver’in ateşler içinde yanan elini tuttu. “ Benim güzel kızım,
sonsuz aşk yolunun güzel meleği, hazır mısın? “
“ Nereye? Neye? “ dedi Münevver. Yaşlı adam elini tutunca bir kor gibi yanan vücudunun sıcaklığı
düşüvermiş, nefes alırken bir bıçak gibi batan göğsündeki acı kaybolmuştu. Derin bir nefes almaya
çalıştı, alabiliyordu. Bir daha, bir daha aldı. Öksürmüyordu işte. Demek ki iyileşmişti. Yaşlı adam eğik
başını kaldırdı, Münevver’in güzel gözlerine bakmaya başladı. “Birazdan ufak bir yolculuğa
çıkacağız cancağızım, yeryüzünü terk edip acıların ve sıkıntıların olmadığı bir mekâna
doğru yola koyulacağız. “

Münevver öleceğini anlamıştı, ama yaşlı adam ona o kadar çok güç veriyordu ki ölümü bir kenara
bırakıverip: “ Ya Celal’im… Celal’ime kavuşamayacak mıyım artık? “ dedi. Yaşlı adam bir kez
daha gülümsedi, odanın içini tarifi imkansız güzellikte bir koku kaplamıştı, Münevver bu kokunun ve
ruhunu saran bu mutluluğun hiç kesilmemesini istercesine yaşlı adama bir kez daha baktı ve
sorusunu tekrarladı. “ Celal’im? Hani âşıklar ölmezdi “

“ Ben sana öleceksin demedim ki ey güzeller güzeli, gönlünde aşkın ve sevdanın damlası
olan asla ölmez ki… Sadece bir yolculuk, biz söz verdik mi sözümüz hayat bulur, canlanır.
Şuna emin ol, çok kısa bir süre sonra Celal’in seni bulacak, üzülme “

Münevver diğer elini de adamın eline koydu, odadaki güzel koku artık tüm bedenine yayılmıştı.
Gözlerini kapattı, derin bir rüyaya dalıverdi.

Münevver’in annesi sabah odaya girdiğinde zavallı kızcağızının dudaklarının kenarında bir damla kan
gördü, telaşla koşup “Yavrum! “ diye bağırdı, kızın soğumuş bedenini “ Uyan, ne olur uyan. Beni
bırakıp da gitme kuzum, ne olur uyan “ diye dakikalarca sarstı.

Sonrası malum, cenaze telaşı, bahçede kaynayan sıcak su kazanları, bir kenarda tahta bir tabut;
arka bahçede birkaç kadın lokma pişirmekle meşgul. Hocanın “ Nasıl bilirdiniz? “ sorusuna hep bir
ağızdan verilen “ İyi bilirdik “ cevabı, hakların helal edildiğinin sözle ve cemaatle teyidi. Hızlı
adımlarla mezarlığa gidiş, kefenlenmiş bedeni kıbleye dönük olarak toprağa bırakış. Birkaç dua, bir
iki hayır… Sonra evlerde okunan Kuran, dillerde mırıldanılan salâvatlar…

Münevver’in odasındaki o güzel koku yıllarca gitmedi, anası yıllarca o odaya kendinden gayri kimseyi
sokmadı… Yüreği yandıkça içeri girer, “ Bu koku benim canım ciğerim, yavrum Münevver’imin
kokusu “ der, misli olmayan o kokuyu derin derin içine çekip, hıçkırıklarla ağlardı.

Celal o gece sabaha dek gözünü kırpmadı, kızın günlüğü sehpasının üstünde sayfaları açık bir halde
duruyor, Celal de sehpanın karşısındaki tahta iskemlede oturuyordu. Ellerini saçlarının arasına
sokup, iki de bir karıştırıyor, uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözlerini defterden ayırmıyordu.
Beyninden türlü düşünceler geçiyor, bazen “ isim benzerliği bu, abartmama gerek yok “ diye
kendini rahatlatırken, “ iyi de o resim bana neden bu kadar benziyor? “ sorusuyla yüz yüze
gelince hem korkuyor hem de bu esrarengiz işin sonunun nereye varacağını merak ediyordu.

Bedeni ve beyni olabildiğince yorulmuş olan Celal, ezanlar okunurken oturduğu sandalyede
uyuyakaldı, rüyasında defterdeki kızı görmüş, birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı. Sokaktan geçen
zerzevatçının bet sesi ortalığı ayağa kaldırmasaydı belki akşama kadar o sandalyede uyurdu ama
gürültüyle aniden uyanıp, iskemleden fırladı. Deftere hiç bakmadan doğru lavaboya gidip, yüzünü
yıkamaya başladı. Avuçlarına doldurduğu soğuk suyu suratına bir şamar gibi çarpıyor, yüzünden
bedenine yayılan serinlik kendine gelmesini sağlıyordu. Sokak kapısını açıp, dışarı bakmaya başladı.
Okuldan dönen öğrencilere bakılırsa saat bir gibi olmalıydı, “ İşe de gidemedim “ diye hayıflandı.
Bir sigara çıkarıp, gelen geçeni seyrederek içmeye başladı.

Sokağın en sonundan yukarı doğru yaşlı bir adam geliyordu. Üzerinde eski bir gömlek, altında
gömlekten de eski keçe bir pantolon vardı. Yaşlı adam yavaş adımlarla yokuşu çıkarken bir yandan
da sağ eliyle sakallarını sıvazlıyordu. Dudakları kımıldıyordu, ya meczubun biriydi kendi kendine
konuşuyordu ya da tarikat ehli bir adamdı, zikir fısıldıyordu. Celal’in kapısının önüne kadar geldi,
soluklanmak için bir mola verircesine durdu, elini kapının kasasına yaslayıp, derin bir nefes aldı.
Celal adamcağızın o yorgun halini görünce: “ Babam, takatini tüketmişsin anlaşılan, bir
bardak su getireyim mi? İçer misin? “ diye sordu. Yaşlı adam gülümsedi: “ Su temizliktir,
yaşama yeniden başlamaktır. Zahmet olmazsa içerim tabi“
Celal bir koşu içeri gidip, büyük cam bardağına suyu doldurdu ve getirip yaşlı adama verdi.
Adamcağız diz çöktü, sağ elini başına koyup suyu yudum yudum içti. “ Allah razı olsun Celal
oğlum, su gibi aziz ol “ dedi. Celal bir kez daha şaşırmıştı, iki elini iki yana açtı “ Amcam,
dünden beri zaten kimi tanımıyorsam bana ismimle hitap eder oldu, ben seni ilk kez
görürüm; yanılıyor muyum acaba? Adımı söyledin de…”
“ Boş ver be evlat! Bir isim zikrettik sana denk geldi. Tevafuk de, geç. Kader yazıldı,
kalem kırıldı, bundan gayri detayların değil aslın peşinde olma zamanındayız. Münevver’i
okudun mu? “
Bu son cümlecik Celal’in bir kez daha irkilmesine sebep oldu, iki adım geri gidip sırtını kapıya
dayadı. Günlüğün sırrı bu adamdaydı, buna o kadar emindi ki yaşlı adamın sorusuna cevap bile
vermeden kenara çekildi, eliyle içerisini gösterip “ Gel babam, gel… Hele otur, hele anlat. Anlat
ki bu garip adam delirmeye, söyle ki neler oluyor o da bile “ dedi ve içeriye davet etti.

Odaya geçtiler, yaşlı adamcağız kanepenin bir köşesine oturdu, Celal her zamanki gibi tahta
iskemlesine kendini bırakıverdi. Adam tane tane Münevver’i anlattı, başına gelenlerden bahsetti.
Vefatını, geride kalan anasının çektiği acıları sanki o yıllarda oralarda yaşamışçasına teferruatlı bir
şekilde Celal’e nakletti. Celal bir yandan hayretle dinliyor diğer yandan da bir gün dahi aşkını dile
getirmeden yaşayıp, genç yaşında hakkın rahmetine kavuşan Münevver’e karşı içinde merhametle
süslenmiş bir ilgi duymaya başladığını fark ediyordu.

Birden adamın sözünü kesti: “ Bak babacım, o günlük Osmanlıca yazılmış, tahminime göre
de 1910’lu yıllar olmalı. Sen şimdi ben tüm bunları gördüm dercesine bana anlatıyorsun
ama benim bütün bu anlatılanlara inanmamı beklemiyorsun, değil mi? En basitinden
şayet sen o yıllarda yaşadıysan şimdi en az 100 yaşını devirmiş, bir piri fani olman
gerekirdi. Ama maşallah altmıştan yukarı göstermiyorsun. “

Yaşlı adam gülümsedi: “ Allah senin ömrünün bereketini artırsın Celal, bakma bu yaşlarda
göründüğüme, bedenim binlerce yıldır bu kisveyi taşır; yüzümdeki izler kendimi bildim
bileli hep böyledir. “

“ Kimsin sen? “ Celal bu soruyu o kadar sert ve bir o kadar da kendinden emin sormuştu ki yaşlı
adam cevap vermeden önce uzun uzun Celal’i süzdü, sonra yine aynı yavaşlık ve aynı kendinden
emin ses tonuyla “ Yeryüzünde dolanıp duran bir gezgin, zahir ile batın arasında asılı
kalmış bir derviş ya da sevdasının bedelini sevdaya kapılmış olanlara el uzatarak ödeyen
bir âşık. Ne dersen de, öyle bir adamım işte. “ dedi. Sonra sağ elini uzatıp, Celal’in dizine
koydu. “Sakın bana ben doğduğumda ne harp vardı, ne sürgün deme. Bir söz etmeden bir
dinle beni. Türkü söylemesini bilir misin? “

Celal gülümsedi, adamın anlattıklarını ne kadar anlamaya çalışırsa çalışsın her cümlesinden sonra
kafası daha da karışıyor, yaşadıkları içinden çıkılmaz bir bilmeceye dönüyordu. “ Belki inanmazsın
babam ama ben kendimi bildim bileli ne türkü söyledim, ne şarkı dinledim. Sevmem de
zaten “ dedi.
Yaşlı adam bulunduğu halini hiç bozmadan ve gözlerini Celal’in gözlerinden bir an dahi ayırmadan:
“ Dağlar, dağlar diye bir türkü vardı. Rumeli Türküsü, onu da mı bilmezsin “
Celal omuzlarını silkti “ Vallahi demin dedim ya hiç türkü söylemem ki ben. Bilmiyorum
da. “

Yaşlı adam tok bir sesle “ Hele bir söyle “ dedi, Celal karşı konulmaz bir cezbeye doğru
yürüyormuşçasına adama bir daha baktı “ Bilmiyorum babam “ diye fısıldadı. Yaşlı adam aynı
cümleyi tekrarladı sadece “ Hele bir söyle, söylemeye niyetlendiğinde öğrenirsin belki de “

Celal adamın bu ısrarına bir anlam verememişti ama baktı ki bir şeyler mırıldanmaz ise bu sohbet
buradan bir adım ileri gitmeyecek, sırtını arkasına rastladı, başını hafifçe geriye doğru attı ve
“ Neydi babacım, nasıl başlıyordu? “ diye yaşlı adama sordu. Yaşlı adam “ dağlar, dağlar de
sen, gerisi düşer beynine “ deyip, arkasına yaslandı.

Celal gülümseyerek, dilinden dökülüveren dağlar türküsüne başladı. Kontrolü birden kendinden
çıkıvermişti sanki, türkünün tüm sözlerini makamıyla birlikte söyleyebildiğini, o hiç beğenmediği
sesinin gittikçe güzelleşip odasının duvarlarında yankılar yaptığını duydukça şaşırıyor ama hiç ara
vermeden türküyü okumaya devam ediyordu.

Dağlar, dağlar viran dağlar


Yüzüm güler, kalbim ağlar
Yüreğimden kanlar damlar

Bir olaydı pir olaydı


Ne olur benim olaydı

Gözlerini kapatmıştı, türkünün ritmi yerini hayallere bıraktı. Bir anda at kişnemelerinin ortalığı
sardığı, tozdan dumandan bir adım ilerisinin görülmediği bir yerde olduğunu fark etti. Geniş bir
meydandı burası, her yerden silah sesleri, topların kulakları sağır eden gürültüleri geliyordu. Sağıda
solunda kendisiyle aynı safta olan arkadaşlarının “ Allah! “ nidalarıyla yere düşüp, kan revan içinde
kaldıklarını görüyor; güllelerin düştüğü yerlerde oluşan derin çukurlardan yüzüne taş ve toprak
parçaları fırlıyordu. İçinde siper aldığı çukurdan yan tarafa geçmek için hamle yaptı, hafifçe
doğrulduğu anda sol gözünde şiddetli bir acı hissetti, elini yüzüne götürdü, çenesinden kulaklarına
kadar yüzünün sol tarafının paramparça olduğunu hissetti. Ellerinin dermanı kesildi, tüm vücudu
kaderine boyun eğercesine derin bir sessizliğe gömüldü. Son nefesini vermek üzereydi, bütün gücünü
toplayıp “La ilahe illallah… “ dediği anda kendine geliverdi.

Sandalyesinde oturuyordu, yaşlı adam yine tam karşısında aynı gülümsemeyle ona bakmaktaydı.
Hemen elini yüzüne götürdü, suratını aceleyle yokladı, sol gözünü açıp, kapadı. Hiçbir şeyi yoktu,
ölmemişti ama neden yüzü hala acıyordu ki. “ Neredeydim ben, nereye gittim. Ölmüştüm.”
diye ardı ardına cümlecikler kurup, yaşlı adama sormaya başladı.
“ Balkan Harbindeydin, doğru, cephede şehit düşmüştün. O anı bir kez daha yaşadın
sadece evlat, dünya hayatı bir oyun ve eğlence yeridir; aynı sahnede bir kez daha rol
aldın, işte o kadar. Bence fazla büyütme. “

Celal kendini toparlamaya çalışırken açık olan oda penceresinden esen rüzgar sehpanın üzerindeki
defterin yapraklarını çevirmeye başladı. Tam ilk sayfaya, Münevver’in karakalem resmi olan sayfaya
gelince rüzgâr duruverdi. Aklı karmakarışık olan zavallı Celal Münevver’in resmine bakmaya başladı.
Resimdeki kız hafifçe başını Celal’den yanan çevirdi, oturduğu eski koltuktan birden kalkıp,
defterden sehpanın üstüne indi. Celal korkuyla ayağa kalkıp, odanın duvarına kadar geri çekildi. Şu
her şeyi bilen yaşlı adama baktı, yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesiyle onları seyrediyordu.
Sehpanın üzerindeki kız sureti büyümeye başladı, kısa bir süre içinde gencecik bir kızın görünümüne
büründü. Yavaş adımlarla Celal’in yanına doğru gelmeye başladı. Gözlerinde yüzyıllık bir hasretin
yükü olan suratı ne kadar da güzeldi. Yanlara salıverdiği saçları ne kadar hoştu. Hele gamzeleri,
hayran kalmamanın imkânı mı vardı? Kız kollarını açtı, Celal’in bir adım önünde durdu. Çok duru, çok
şiirsi bir ses tonuyla: “Kavuşmak bu güneymiş Celal’im. Seni çok özledim “ dedi ve ağlamaya
başladı.

Celal kollarını uzatıp, kıza sarılmaya çalıştı. Bir anda iki kolunun da kızın vücudunun içinden geçip,
birbirine hızla vurduğunu fark etti. Eliyle kızın yüzüne dokunmak istedi, eli yüzü delip, boşlukta
kalıverdi. Münevver’in teni yoktu, bedeni yoktu!
Yaşlı adama döndü birden “ Beni onunla kavuştur artık, ne olur “ dedi.

Evin kapısının akşama kadar açık kaldığını fark eden komşular polise haber verdiler. Mahalle
karakolundan gelen ekip, içeri girdiğinde odanın kenarında boylu boyunca yatan Celal’in cesediyle
karşılaştı. Zavallı adamcağızın elinde “ eski bir günlük “ vardı, savcı çağırıldı, hükümet tabibi geldi.
Kalp krizinden öldüğü tespit edilip, tutanak tutuldu. Komşulardan biri o kargaşa anında Celal’in
ablasına haber uçuruvermişti zaten. Cenaze işlemleri yapıldı, şehrin eski mezarlığından alınan bir
yere defnedildi.
Cenazeyi gömüp dönenler, Celal’in mezarının hemen yanındaki kırık gonca gül işlenmiş mezar
taşının kime ait olabileceğini tartışıyorlardı. Eski yazı bilen yaşlı bir amca “ Gelinlik giymeden
ölen bir kızcağızınmış orası, yanlış okumadıysam ismi de Münevver’miş “ diye cemaati
bilgilendirdi. Cemaatten birkaç kişi “ Allah rahmet eylesin, mekânı, makamı Cennet olsun“
duaları etti.

El ayak çekilip, mezarlık kendi ıssızlığına büründüğü saatlerde iki mezarın başında bir yaşlı adam dua
etmeye başladı. Duasını tamamlayıp, ayağa kalkan adam “ Münevver ve Celal’im… Allah
birlikteliğinizi sonsuz eylesin. Sevdanızı kendi sevdasında cem etsin. Aşkınız kaleme
gelsin, satır olup; okunsun “ dedi ve gitti.

Mezarlığı daha önce hiç benzeri olmayan çok güzel bir koku kaplayıvermişti.

You might also like