You are on page 1of 11

ETNİSİTE, MODERNİZM VE MİLLİYETÇİLİK

M. Naci BOSTANCI

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi

Bir Latin, özdeyişi "tanımlamak tehlikelidir" der. Çünkü her tanım bir soyutlamadır ve her
soyutlama karmaşık gerçekliğin zihinde yeniden inşası, anlaşılır olması için basitleştirilmesi,
bir bakıma pornografik bir tasarımla kimi niteliklerinin devre dışı bırakıp kimilerinin öne
çıkartılması vasıtasıyla kategorik hale getirilmesidir.

Böyle bakıldığında tanımlamaların ifade etmek istediği alanın ne ölçüde sahih bir karşılığı
olduğu hususu tereddüt doğurur ve inandırıcılığı zedeler. Çünkü soyutlamalar ile
"gerçeklik"i zihnimize transfer ederken, aynı zamanda burada oluşturduğumuz teorik
söylemi yeniden hayata aktarmayı umarız. Dolayısıyla bu sürecin her iki aşamasında da
tartışmaya açık bir transfer söz konusudur. Bir bakıma aynı çağın tanıklarının niçin farklı
tasavvurlara sahip olduğunun cevabı buradaki "transfer"dedir. Düşünürü olduğu kadar
siyasetçiyi ve nihayet kalabalıkları aynı çizgide bir araya getiren, toplumsal ve politik
pozisyon ortaklığı ve bunun çevresinde oluşan hayata dair "bakış-transfer" beraberliğidir.

L. Althusser, "Gelecek Uzun Sürer" isimli hatıratında şöyle diyor. "Marks'ın Feurbach
üzerine tezler'indeki ünlü sözü (Dünyayı yorumlamak değil dönüştürmek söz konusudur) de
eleştirdim. Buna karşı, bazen dönüştürmek, bazen geriletmek, bazen de tehlikeli sayılan bir
değişim tehdidine karşı olduğu gibi korumak ve güçlendirmek amacıyla bütün büyük
filozofların dünya tarihinin gidişine müdahalede bulunmaya kalkıştıklarını gösterdim"(1)
"Dünya tarihinin gidişine müdahalede bulunmaya kalkışan" filozof, gerek olup-biteni
yorumlarken ve gerekse nasıl olup-bitmesi lazım geldiğini anlatırken inşa bir dünya içinden
konuşur. Teorik söylemi gücünü toplumsal hakikatin karşılığı olmaktan değil, böyle
olduğuna dair ikna ediciliğinden alır. Buna "ikna edici' bir örnek", Amerika ve Sovyetler
Birliği'nin uzun yıllar iki farklı kutbu, iki farklı hakikat tasavvurunu temsil etmeleridir.

Şüphesiz, zihni kategorilerin oluşturulmasında yaşanan zorluk ve hayattaki karşılığıyla bire


bir örtüşmemesi soyutlamaların beyhude olduğu anlamıma gelmez. Tüm eksik ve
kusurlarına rağmen soyutlamalar, tanımlamalar ve kategoriler vazgeçemeyeceğimiz analiz
araçlarıdır. Çünkü elimizde henüz daha iyi bir başka yöntem yoktur. Muhakeme etme
biçimimize ilişkin bu kısa değinmenin amacı, her tür politik iddiaya, özellikle de etnik
kimlik millet gibi "kutsallıklar;" a karşı belli bir ihtiyatı öngörme lüzumu içindir.

Etnisite

Kavramın sözlük anlamı "ethnos"dan geliyor ve "halkın karşılığı olarak kullanıyor.(2)


Politik tartışmalara konu olan kavramlar, sözlük anlamlarından öte çağrışımları ve politik
duruşlarıyla birlikte varolurlar. Etnisite de aynı tarihi kaderi izleyerek günümüze ulaşmış,
"halk" kelimesinin masumane ifadesinin ötesine geçmiş ve çatısı altında toplama iddiasında
olduğu kesimin ortak/özgün çıkarlarını dile getiren gelecek projesini de bağrında taşımaya
başlamıştır. Genellikle beraberindeki "kimlik" kelimesiyle birlikte kullanılan etnisiteyi daha
iyi anlayabilmek için öncelikle kimlik üzerinde durmak gerekiyor.

Kimlik en genel manada, kolektif aidiyetlerden katıldıklarımız, arzularımız, hayallerimiz,


kendimizi tasavvur etme, yaşama ilişki kurma-tanınma biçimimiz gibi 'hayattaki duruş
yerimizi bildiren niteliklerin toplamıdır. Bireyler toplumsal hayata kimlikleriyle katılırlar.
Meslek, gelir, yaş, cinsiyet bu anlamda kimliğe ilişkin olan ve toplumsal ilişkilerde
kendilerine atıf yapılan belli başlı kriterlerdir. Bunların yanı sıra "dürüstlük, cesaret,
yetenek, entelektüel güç vs." gibi daha spekülatif değerler de kimliğe ilişkindir.
Kimliğimizin sadece bizim tarafımızdan ifade edilmesi yetmez, ancak başkaları tarafından
da teyid edilmesi halinde bir kimlik biçimi olarak tasdik edilir. O yüzden kimliğin
kamusallığı onu öznelliğin istikrarsız dünyasından çıkartır, parametrelerini daha belirgin
hale getirir. Geleneksel dünyada daha çok "verili" bir kimlik egemenken, modern dünya
bunu önemli ölçüde "kazanılma" yönünde değiştirmiştir. Toplumsal mobilite imkanları,
yaygın enformasyon, eşitlikçi anlayışlar, temel hak ve hürriyetlerinin yaygınlaşması vb.
gelişmeler kimliğe ilişkin "iradi" etkinliği önemli hale getirmiştir.

Bireysel kimlikle ilgili "öznellik, kamusallık, verili, kazanılma, ötekilerce tanınma vb."
kategorileri, içine doğulan "etnik kimlik"in açıklanmasında da önemlidir. Hepimiz "verili"
bir etnik aidiyet çevresinde doğarız. Ancak yüz yüze geldiğimiz "kolektif fantezi", "duruş
yerimiz” "kazanarak" nasıl inşa edersek edelim akli olduğu kadar ruhani yanlarıyla da bizi
etkiler, nezdimizde kritik bir konu olma niteliğini sürdürür. Evrensel humaniter bir
perspektiften dünyayı görenlerin dahi kimi zaman siyasal mücadeleleri etnik milli kimlikler
ekseninde okumaları ve tavır almaları dikkat çekicidir. Esasen daha baştan ayrıntılı bir hayat
haritasını bize sunan ve büyümemizin her aşamasına bir şekilde mührünü vuran etnik
kimliğin, onun dilinin, değerlerinin, hissedişlerinin "salt akli önermelerle tüketilmesi" son
derece zordur. Üstelik böylesi bir süreçte birey/ etnik kimlik ilişkisi, müdahil olunamayan
etnik kimliklerarası ilişkilerden de derin şekilde etkilenir. Kolektif fantezilerin her vesileyle
ısrarla öne sürülmesi, aynı türden diğer fantezileri de uyarır. Böylelikle "öznellik ve
nesnellik" içice geçerken, "ötekilerin tutumu ve dünyaya ilişkin kavrayışları bizi, biri
entelektüel planda ve zihni, ikincisi ise, dünya gerçekliğine tekabül eden, pratik tasavvur ve
eylemlere itebilir. Mazeretler, meşrulaştırmalar bu ikili ve çelişik tutumu birbirinden
bütünüyle bağımsız kılıp iki ayrı alanda tahkim edebilir. Buna örnek özellikle sanatçılar
dünyasından verilebilir. Kimi sanatçılar, eserlerindeki evrensel temalarla yüzleri bütün
insanlığa dönükken, aynı zamanda etnik kimliklerinin "duyarlı" bir müdafii rolünü de
üstlenebilmektedirler.

Kişiyle etnik kimlik ilişkisine yeniden dönecek olursak, bu "doğal endoktrinasyon


sürecinde, algı, tutum ve değerlendirmeler akli olduğu kadar akıldan bağımsız fenomenlerin
de tesiri altındadır. Özellikle belli bir kolektiviteye aidiyette güçlü bir duygusallık ve
rasyonel analize tabi tutulması son derece güç bir metafizik alan sözkonusudur. Kolektif
bilinçlerin nesnelerine yönelik meşrulaştırma girişimlerinden etnik kimlik daha fazla pay
alır, çünkü onun dili taraftarlarına aidiyetten kaynaklanan eşsiz bir deneyimin yaşandığını
anlatır. Cohen bu yüzden "etnik kimliğin sadece entelektüel konsepte göre
değerlendirilemeyeceğini, duygu ve heyecanlarla kışkırtıcı bir şekilde güçlendirilmiş
sembollerin hesaba katılması gerektiğini," belirtir.(3)

Etnik kimliği öne çıkartan birbiriyle ilişkili iki temel zeminden bahsedilebilir: Birincisi,
nesnel şartlar itibariyle teşekkül etmiş bir etnisite olgusu; ikincisi ise, varlığından
kaynaklanan semboller, ritüeller, seronomiler gibi duygusal bağlılık elamanları. Yine A.
Cohen'in ifadesiyle, bir etnik grup, a.) Tutum ve değerlendirme normlarında ortak kalıpları
paylaşan; b.) Bir sosyal sistem çerçevesinde diğer (öteki) kolektivitelerden ayrılan ve bir iç
ilişkiler ağına sahip olan nüfus kesimidir.(4)
Cohen'in tesbitleri bir etnik kimliğin ilk elde görünenleriyle ilgilidir. Bu manada "ortak
kalıplar, iç ilişkiler"ce oluşturulan aidiyet bilinçlerinin iç dünyası tarih içinde sürekli
değişmiştir. Gerek Marksizan yaklaşımın ortaya koyduğu "üretim araçlarının sahipliği ve
üretim ilişkileri biçimi"ne, gerekse farklı tarih ekollerinin iklimden kültüre, fikirlerden
inançlara kadar geniş bir alanda işaret ettikleri değişkenlere bağlı olarak insanoğlunun
örgütlenme biçimi ve aidiyet bilincinin sınırları da farklılaşmıştır.

Hemen hatırlanacağı gibi Roma için temel toplumsal ayrım Patricia ve Plebti. Eski Yunan'da
insanlar, aynı zamanda dini bir örgütlenme biçimi olan sitelerde yaşıyordu ve şehre bağlılık
en önemli siyasal ülkülerden biriydi. Atina, Isparta, Attica siteleri "aynı etnik köken"e sahip
insanların yaşadığı yerlerken, bunların birbirleriyle ilişkilerini belirleyen, o dönem için
hayatta hiçbir karşılığı olmayan bu ortak payda değil, içinde yaşadıkları şehirlerin
çıkarlarıydı. Ortaçağ Avrupa'sında ise yine "siyasal ve duygusal" aidiyetin kaleleri "senyör
malikaneleri", ya da çağın sonlarına doğru 13. yüzyıldan itibaren beliren "şehir
devletleri”ydi. 15. yüzyılda Avrupa'da İngiliz, Fransız, İspanyol merkezi devletlerinin ortaya
çıktığı bir zamanda bile, İtalya'da nesnel şartlar henüz olgunlaşmadığı için ortak bir bilincin
kucaklayıcılığında birleşilememişti. Machiavelli'nin trajik çabaları sonuç vermemiş,
1860’lar beklenmek zorunda kalınmıştı. Görünen tablo ile toplamsal dip dalgaların resmi her
zaman belli bir mesafede oluşur. Nitekim Paul Hazard, Aydınlanma Dönemi'ni anlattığı
eserinde, o tarihte ırk üstünlüğü düşüncesinin henüz icad edilmediğini, vatan, millet
kavramlarının nelere sebep olacağının bilinmediğini, toprağın, kilisenin "gönüllerde
yarattığı titreşimlerin" felsefesinin yapılmadığını söyler. Ama buna rağmen zikredilen
kavramlara ilişkin duygular bütün canlılığıyla mevcuttur; temsil ettikleri semboller büyük
itibar görür.(5) Hazard'ın tesbiti, toplumsal siyasal parselasyonun "egemen" sınırlarıyla
"potansiyel" sınırlarının mutabakat içinde olmadığına işaret ediyor. Hiç şüphesiz etnik
kimliğin de, mensuplarıyla ilişkisi arkadaki tarihi dekorca belirlenen belli bir mesafeye
sahiptir.

Toplumsal alanda yeralan dinamikler, sadece zaman boyutundan değil, ait olduktan
medeniyetin değişimlerinden ve interaktif ilişkilerden de etkilenirler. Tıpkı aynı ortaçağ
döneminde Batı, Doğu, Uzakdoğu kavramsallaştırmaları çerçevesinde şekillenen farklı
siyasal toplumlar, farklı kültür, üretim ve yönetim biçimleri gibi. Burada birbirinden ayrılan
sadece görünürdeki coğrafya, ya da siyasi haritaların biçimi değil, insanların "biz" bilincine
atfettikleri anlamlar, geliştirdikleri siyasal asabiyeler ve onları bütünleyen duygular,
heyecanlardır. Nitekim, batılı ülkelerin tarihinde kimi zaman so, kimi zaman ise bir kültürel
müştereklik olarak etnik kimliğin önemli rol oynamasına karşın, Selçuklu-Osmanlı hattında
gelişen tarihsel süreçte, etkin bir siyasal araç, bir müdahil faktör olarak etnisiteye
rastlamayız. Berkes'in ifadesiyle Türklerde, "ırk, din, kan, şecere hatta dil birliği" toplumsal
birliğin temeli sayılmamıştır. "Türkler bunların hepsinde tekçiliği değil çokçuluğu kabul
ettiğinden toplumsal birliklerin temeli ya zenaat birliği ya da devlet birliği olmuş, Türk,
tarihte en çok bu iki kavramla var olmuştur. Türkler hiç bir zaman teokrasi, aristokrasi,
ırkçılık rejimleri kuramamışlardır. Devlet birliği kuramadıkları zaman çoğunlukla
hayvancılık çiftçilik, zenaatçılık birimleri ve kardeşlikleri halinde yaşamışlar, devlet
kurdukları zaman da ne ırk prensibine, ne de kan ya da din prensibine yer vermişlerdir."(6)

Keza Vambery, 1860’larda Orta Asya'ya yaptığı seyahatte İran topraklarından sonra başlayan
bölümde Türklerin hanlık; beylik gibi adeta kabilevi bir örgütlenme içinde bulunduklarını,
(aynı etnik kökene rağmen) ganimet, talan elde etmek için birbirleriyle savaştıklarını
belirtir.(7) B. Lewis, "millet"'in milla'dan geldiğini, "bir söz" anlamını taşıdığını ve vahyi
kabul eden insan topluluğunu tanımladığını belirtiyor. "Nation" manasında millet
kavramının ve tabiatıyle toplumsal karşılığının olmadığı Osmanlı'da da, aslolan etnik değil
dini farklılıktır.(8)

Etnisitenin Önemi

Gerek etnisite gerekse benzeri türden kolektif bilinçleri önemli kılan "siyasal mücadelede"
ne ölçüde işlevsel olduktandır. Mesela İbn Haldun, geleneksel dünyada siyasi asabiyyeyi
"kabile"nin temsil ettiğini bildiriyordu. İktidarla kabile arasındaki bu ilişki hiç şüphesiz
kabile bilincini yükselten, onu önemli bir ortaklık olarak yeniden üreten bir atmosfer sağlar.
Günümüzde Irak yönetiminin "Tikrit" kabilesine ait olması, Afrika'daki kimi devletlerde
parti ve kabilenin örtüşmesi, kolektif bilinci değerli kılanın siyasi işlev olduğunu bir kez
daha doğrular.

Siyasi mücadelede belli bir topluluk ortak amaçlar için seferber edilirken dayanışmanın bir
kardeşlik kültü üzerinde yükselmesi başarı şansını artırır. Bu yüzden, her tür asabiyye
kendini tanımlamada kardeşlik kültüne hayat veren, onu bir hukuk olarak canlandıran
sembollere, seromonilere sahiptir. Modern dünyada siyasi nitelikteki kimi örgütlenmelerin
adeta "yeniden kabileleşme" şeklinde tezahür etmesi de, bu manada siyasi işlevdeki
"kardeşlik kültü" ihtiyacını vurgular. Etnisitenin "anlamı" tartışılırken, bu tür bir ihtiyaca
yüksek performansla cevap verme kabiliyeti dikkate alınmalıdır. Etnisiteyi siyasi
mücadelenin merkezi örgütü ve dayanışmanın kaynağı kılan bir başka neden, bireylerin
uzun bir tarihi süreçte, toplumsal hayata soyları, etnik kimlikleri üzerinden katılmalarıdır.
Bu etkili sosyal kategoriyi siyasetin özellikle milliyetçi siyasetin ıskalaması düşünülemezdi.
Ancak bu yeni bir tarz, moderniteye uyarlanmış bir biçimdir. Burada kavramsal bir zorluğu
aşmak için, Marks'ın "sınıf bilinci" için kullandığı "kendiliğinden ve kendisi için"
kategorilerini etnisite için ödünç almak açıklayıcı olacaktır.

Kendiliğinden varolan etnisite tarihin bir müdahil gücü değildir. Bu "kendiliğindenlik"in


siyasi mücadele için yeniden üretilmesi gerekir. Adeta etnisite bir tarihsel özne olarak
"çağrılmalı"dır. Bir etnik kimliğin tüm üyeleri aynı anda "kendileri için" bir aydınlanma
yaşamazlar; tıpkı daha sonra bahsedilecek milliyetçilikte olduğu gibi, entelektüel/politik bir
önder kadronun bu çağrıyı haklı/meşru bir söylemle dile getirmesi gerekir. Çağrının bayrağı
altında saf tutanlar için artık etnisitenin ortak çıkarlarını tahakkuk ettirecek yegane siyasi
güç, o etnik kimliği, paylaşanlar olur. Bu aşamada etnisite ile kendisi için üretilmiş olan
ideoloji bir buluşma yaşar. Siyasi mücadelenin belirleyeni olarak alana sürülen etnisitenin
sosyolojik karşılığı için A. Smith'e bakalım. Smith, etnik bir topluluğun altı ana niteliğini
sayar. Bunlar 1) Kolektif bir özel ad; 2) Ortak bir soy miti; 3) Paylaşılan tarihi anlar; 4)
Ortak kültürü farklı kılan bir ya da daha fazla unsu; 5) Özel bir yurtla bağ; 6) Nüfusun
önemli kesimleri arasında dayanışma duygusu.(9)

Dikkat edilecek olursa tüm kategoriler için adeta öncelikli bir şart olarak "dayanışma
ortaklık, kolektivite" kavramları bildirilmektedir. Bu paylaşma ve ortaklık kendiliğinden
etnisiteden kendisi için etnisiteye geçirilirken sosyolojiden siyasete transfer edilir ve
dayanışmanın gerekçelendirilmesi için yeniden üretilir..

Modernizm, Etnisite ve Millet

"Modern hayatın girdabı bir çok kaynaktan beslenmiştir. Fiziksel bilimlerde gerçekleşen,
evrene ve onun içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel
bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yokeden, hayatın tüm
temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan
sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın bir
başka ucundan yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik alt-üst oluşlar; hızlı ve çoğu
kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve
toplumları birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından
bürokratik diye tanımlanan her an güçlerini daha da artırmak için çabalayan ve gitgide
güçlenen ulus-devletler; siyasal ve ekonomik alandaki egemenlere karşı direnen, kendi
hayatları üzerinde biraz olsundenetim sağlayabilmek için didinen insanların kitlesel
toplumsal hareketleri; son olarak tüm bu insanları ve kurumları bir araya getiren ve
yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı. Yirminci yüzyılda, bu
girdabı doğuran ve onu sürekli bir oluş halinde yaşatan süreçler "modernleşme" diye
adlandırılmıştır."(10)

Bermann, Marks'ın Manifestosu'ndaki şairane ifadeyi isim olarak aldığı "Katı Olan Herşey
Buharlaşıyor" kitabında modernleşmeyi bu şekilde özetler. "Girdap, altüst oluş, yitirilen
kutsallık, mekan, aidiyet..." gerçekten de modern zamanları tanımlayan kategoriler, aynı
zamanda onu öncekilerden köklü bir şekilde ayıran unsurlardır.

Modernizm üzerine yürütülen tartışmalarda siyasetten toplumsal yapılara ve gündelik hayata


kadar hemen herşey ele alınır ve nihayet kendisine özgü koordinatları belirlenmeye çalışılır.
Ancak, modernizm denildiğinde kastedilen zaman üzerine bir mutabakat olsa dâhi, kavramın
tarihinin daha eski olduğu gözden kaçınmamalıdır. J. Habermas, her çağın kendini öncekine
göre "modern" olarak nitelendiğini ve tutumun tarih içindeki izi takip edildiğinde 5. Yüzyıl
Roma dönemine kadar gidildiğini belirtir.(11) Kavramın yaygın kullanımı, Avrupa Ortaçağı
sonrasındaki bir dizi gelişmenin ürettiği özgün bir toplumsal/siyasal durumu anlatmaktadır.
Ayrıntıya girmeksizin belli başlı kavramsal durakları şu şekilde ortaya koyabiliriz: Ticaretle
birlikte ortaya çıkan burjuvazi ve onun aristokrasiye karşı verdiği siyasal mücadelenin
dinamikleri, rönesans ve reform, şehir devletlerinden merkezi krallıklara geçiş, aydınlanma
çağı, tabiatın parçası insandan tabiatın ve kuşkusuz "öteki"lerin efendisi insan tasavvuruna
geçiş, Thomas Hobbes’la başlayıp Rousseau'yla devam eden, Fransız İhtilaliyle fiiliyata
yansıyan "siyasal egemenliğin kaynağı yurttaş" anlayışı, şeylerin doğasına nüfuz
edebilmenin bir yöntemi olarak geliştirilen pozitivizm, keşifler, bilimsel bilginin teknolojiye
dönüştürülmesiyle elde edilen kitlevi üretim, sanayi devrimiyle birlikte teşekkül eden
proleterya ve yeni orta sınıflar, kentleşme, göçler, değerlerin alt-üst oluşu ve yabancılaşma,
kitleler çağı, kitle iletişim araçtan, yıkılan imparatorlukların yerine kurulan milli devletler,
milliyetçilikler ve milletler.

Tüm bu asırlar boyunca, kaotik, birbiriyle çelişen, birbirini provoke eden, paralel düşen,
destekleyen mücadele eden gelişmelerin neticesinde dünyanın dört bir yanındaki
toplumların ne tür teşekkül süreçleri yaşadığı, nasıl örgütlendiği, tutumların ve hayat
telakkilerinin ardında ne tür anlam haritalarının (düştüğü ilginç bir çalışma alanıdır.
Faucault'un mikro tarihçiliği, Sennet'in kamusal dünyaya ilişkin analizleri, şüphesiz hemen
başta zikredilmesi gereken Marks'ın, Weber'in çalışmaları nihayet Badelaire, Goethe,
Dostoyevski gibi edebi tanıklıklar modernleşme sürecini anlamamızda bize yardımcı olurlar.
"Yeni hayatlar" gerçekten de yeni bir dünyanın üzerinde yükselmiştir; T.Kuhn'un
terminolojisiyle ifade edecek olursak, modern dünyanın paradigması geçmiş zamanlardan
bütünüyle farklıdır.(12)
Yeni bir adlandırma ve geçmişten radikal bir kopuş iddiası, bir yanda kendine özgün bir
imge yaratmaya yardımcı olmakta, ancak diğer yandan "tarihi süreklilik" konusunu bir
ölçüde muallakta bırakmaktadır. Çünkü, "süreklilik" benzeşen ya da dönüştürülen
kategoriler arasında takip edilebilir; köktü değişiklikler sürekliliğin aradığı illiyet bağlarını
zayıflatır, hatta bazen iyice görünmez hale getirir. "Süreklilik" ile ilgili bir başka sorun,
veciz ifadesini "Tarih galiplerin tarihidir"le bulan(13) tarihin "egemenlerce" yeniden
üretildiği tezinden kaynaklanır. Günümüz iktidarını meşrulaştırma girişimi olarak tarih, en
azından yöntem olarak "geçmişten bugüne" bir iz takibinden ziyade tersi bir bakışla
bugünden geçmişe bir izi inşa etmeye dönüşebilir. Özellikle ortaya koyduğu gelecek
tasarımında haklılığını tarih tarafından onaylanan bir temsiliyette arayan "etnik kimlik ve
milliyetçilik" hareketleri tarihe daha fazla müracaat ederler ve alana ilişkin yapılan
tartışmalar, onların dünya görüşlerinde merkezi bir yer işgal eder. Tarihten getirilen kanıtlar,
spekülatif tartışma unsurları değil, ideolojiyi tahkim eden kanıtlardır. Etnik kimlik ve
milliyetçiliğin modernizm içindeki yeri, bir tahayyül olarak üretilmeleri çok kapsamlı bir
çalışma gerektirir. Burada sınırlı bir şekilde, modernizmin tam bu değiştirme ve dönüştürme
ameliyesi içinde belki de en fazla göze çarpan "kutsallığın kaybı" ile 19. yüzyıldan itibaren
düşünce dünyasınınmerkezi kavramlarından biri haline gelen "yabancılaşma" üzerinde
durulacaktır.

Kutsal Olanın Dünyevileşmesi

Modern zamanlara damgasını vuran Marks’ın 1848'de kaleme aldığı Manifesto'dan


yapılacak iki alıntı, çağın etkileyici düşünürünün gözlemleri olarak "durumu" daha iyi
açıklayacaktır: "Üretimin surekli dönüştürülmesi, tüm toplumsal ilişkilerin durmaksızın
sarsılması, dinmek bilmeyen belirsizlik ve kaynaşma... Bunlar burjuva çağını öteki tüm
devirlerden ayırdediyor. Tüm yerleşik donuk ilişkiler, arkalarında sürükledikleri saygıdeğer
düşünce ve kanaatler silsilesiyle birlikte süpürülüp atılıyor. Yeni oluşan her şey daha
kemikleşmeden miyadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal
olan her şey dünyevileşiyor. İnsanlar nihayet yaşamlarının gerçek koşulları ve diğer
insanlarla ilişkileriyle ciddi olarak yüzleşmeye zorlanıyorlar."(14)

"Burjuvazi insanları" "doğal üstleri"ne bağlayan bir çok feodal bağı kopartıp attı ve insan ile
insan arasında çıplak çıkardan başka, hissiz parasal ödemeden başka bir bağ bırakmadı. Sofu
fanatizmin, şövalyece coşkunun, cıvık duygusallığın göklere yükselen vecdlerini bencil
hesapların buzlu sularında boğdu... Burjuvazi "şimdiye değin onurlu görülmüş, saygılı bir
çekingenlikle bakılmış her bir iştigalin etrafındaki peçeyi yırtıp attı ve aile ilişkisini salt
para ilişkisine çevirdi... Dinsel ve siyasal yanılsamaların peçesi altında örtülü sömürünün
yerine açık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü koydu."(15)

Marks, egemen burjuva dünya görüşü çerçevesinde şekillenen kapitalizmin, tabiatında


varolan ve "insani olan herşeyle" derin bir çelişkiye düşen yapısının içindeki bu açmazlar
nedeniyle kendi kendini tüketeceği düşüncesindedir. Hayati rolü üstlenen, "zincirlerinden
başka kaybedecek bir şeyleri olmama" haliyle en mağdur, fakat bir paradoks olarak egemen
ilişkilerce mecburen üretilen ve gitgide çoğalan proleteryadır. Komünizm, maddi şartlara
esaretin biteceği, insani özgürlüklerin kazanılacağı son durağın adıdır. Böylelikle Marks bir
bakıma, burjuva sınıfının ilga ettiği kutsallığı insani özgürlükler temelinde yeniden kurar.
Fakat Marks'ın inşa kutsallığının güçlü çağrısı bir başka ondan daha güçlü inşa kutsallık
çağrısının karşısında etkisiz kalır. Bu, milliyetçiliktir.
Mektubun niçin öteki adrese gittiğinin tartışması uzun bir bahis teşkil eder; galip ihtimal,
iktidar mücadelesinin en önemli unsuru olan asabiyyelerin yeniden inşasında "milli
bilinç"in, "evrensel proleter bilinç"e göre daha işlevsel, tarihi arka planı itibariyle de daha
hazır olmasıdır. Böylelikle milliyetçilik, mevcut zeminde yürütülen ideolojilerin hegemonya
mücadelesinde öne çıkmış, akli önermeleriyle olmasa da yarattığı güçlü metafizik etkiyle bir
kolektif bilinç olarak tarihi akıştaki yerini almıştır.

Milliyetçilik bir yandan da, aynı millete dahil olmanın getirdiği müştereklik duygusuyla
adeta kapitalizmin iç çelişkilerini kısmen stabil hale getiren bir uzlaşma alanı doğurmuş,
ürettiği kutsallık, birincil grup niteliğindeki dayanışma vaadiyle yabancılaşmaya karşı bir
cevap oluşturmuştur. Nihayet sınıf çelişkilerinin, çıkar farklılıklarının kendini acımasızca
var ettiği bir dünyada, ezenlerin ve ezilenlerin aynı bayrak altında aynı kutsallığın çocukları
olarak eşitleştiği bir canlandırmaya zemin hazırlamış, dünyevinin kahrediciliğine karşı vecd
dolu bir teselli sığınağı işlevini üstlenmiştir.

Modern dünyanın iki önemli ismi Marks ve Freud arasında bir düşünce köprüsü oluşturan
Eric Fromm, günümüz insanının bir özdeşlik duygusuna kavuşabilmek için kitleye, sürüye
uyma yolunda nasıl hayatını tehlikeye attığını, sevgisinden vazgeçtiğini, özgürlüğünü
bırakıp kendi düşüncelerini feda ettiğini anlatır.(16) Fromm'un bireyde teşhis ettiği özdeşme
duygusu sadece kitleye ilişkin değildir. Her tür entite, özdeşme duygusuna çağrı çıkardığı bir
cazibe üretir. Bir entite olarak milliyetçiliğin farkı "meslek, sınıf, hemşerilik"in etkileyici bir
özdeşlik için küçük, tüm insanlığın ise zihnen tasavvur edilemeyecek, ayrıca gündelik hayat
içinde bir şekilde temasa geçilemeyecek kadar büyük kalmasıdır. İşte milliyetçiliğin önemli
bir işlevi de bu özdeşlik arayışını "uygun büyüklüğüyle" maharetle karşılamasıdır.(17) "Katı
olan herşeyin buharlaştığı, kutsal olan herşeyin dünyevileştiği" bireyin hayat üzerine
müdahil olma özelliğini kaybettiği, daha yaşarken fanileştiği bu dünyada millet, bireyin
özdeşleşerek temsil edildiğini kurduğu büyük güç, faniliğe karşı ölümsüzlüğün adresi, ezeli
ve edebi kutsallığın soyut mekanıdır.

Etnisite ve Millet İlişkisi

Milliyetçiliğin inşa niteliği, onun birden icad edilmesi değil etnik bilincin mevcut siyasal
coğrafya da dikkate alınarak bir millet tahayyülü olarak yeniden üretilmesi manasındadır.
Esasen etnisite ile millet arasındaki yakın bağ bu yeniden üretimle tesis edilir. Bağın oluşum
sürecine ilişkin değerlendirme konu bakımından daha açıklayıcı olacaktır.

Önce, dünyanın dört bir yanında değişik versiyonlarına rastlanabilen bir şiire gözatalım.

"Gururluyum, İslav olmaktan gururluyum

Sevgili vatanım yüz milyon insana sahip

Kürenin yarısına hükmediyor!

İslav dili dünyanın dört köşesine gitmeye imkan veriyor

Kardeşlerinden birisi palmiye dikerken

Bir diğeri ebedi buzulları seyrediyor.


Üçüncüsü dalgalara ıslık çalıyor...

Gururluyum, İslav olmaktan gururluyum."

(Svetozar Hurban Vajansky)(18)

Şairler aşk, sevinç, coşku, hüzün gibi duygusal temaların yanısıra en çok millet ve
milliyetçiliğin ruhaniyetini dile getiren şiirler yazmışlardır. Hatta milliyetçiliğin,
önermelerindeki güçlü metafizik vurgu: dolayısıyla düz yazıdan daha çok şiir diliyle
kitlesine ulaştığı söylenebilir. Şiir, reeli ifadeden çok imajitatif bir dünyayı anlatır. Sanatın
karakterindeki, gerçekliğin tahrif edilerek öznel bir perspektifin tecrübe edişiyle yeniden
kurulması faaliyeti herhalde en çok şiir için söz konusudur. Milliyetçi şiirin şairi ise, bu
"bozup/yapma"ya ilişkin bireysel tecrübesinde kolektif ruhun "hissedişlerini" temsil eder.
Dile gelen, milliyetçi tahayyülde toplanan kitlelerin "duyup da anlatamadıkları"dır. Böyle
bir karşılıklılık olmaksızın şiirin muhataplarıyla bir bağ oluşturulması düşünülemez.
Vajansky'nin yukardaki şiiri kaleme aldığı dönem Çarlık Rusyası'na denk düşer: Bugünkü
mukabili "milli-devlet"de olduğu gibi o dönemde de imparatorluğun siyasal sınırları tüm
Slavları kapsamıyordu. Ancak durumun böyle olması Slovak şair Vajansky'nin tüm Slavlari
kucaklayan bir yürek taşımasına engel değildi.

Şairin "İslav olmaktan duyduğu gurur"u diğer İslavlarla paylaşmak istemesinin gerekçeleri
vardır "nüfusu çok olan ve dünyanın yansına hükmeden", sıcak ülkelerde palmiye diken,
-muhtemelen kutup bölgesinde- "ebedi buzullar"ı seyreden (ve elbette ebediyen
seyredilmekte olan) nihayet -ancak Okyanus olabilir- dalgalara ıslık çalan kardeş. Dünyanın
dört bir yanında "İslavlık" adına egemenliklerini sürdüren bu kardeşlerin destani varlığı,
büyüklüğünü, "aynı millete ait olma" müştereğiyle bütün İslavlara -sıradan hayatlar için
kışkırtıcı bir hayal olarak- taşırken, zikredilmeyen ama gizli bir "öteki" olarak varolan diğer
milletlerin kıskanacağı bir yüceliğe ortak kılıyor. Elbette nisbet edilecek ve milletler
hiyerarşisinde daha mütevazi yerlerde bulunacak "ötekiler" olmaksızın "gurur"a gerekçe
göstermek mümkün değildir. Şair açıkça bahsetmese de, şiirin İslav olmayanlar üzerinde
yaratması beklenen duygu "hayıf"tır. Burada, kardeşlik hukukunun temeli olarak İslavlık
hem etnik hem milli kimlik çağrışımlarına sahiptir. Şiirin 19. Yüzyılda yazılmış olmasını
dikkate almak gerekir. Bugün de etnisite ve millete, dair ayrım çizgisi spekülatiftir ve
değişik eğilimlerden etkilenmekledir; ancak tablo 18. Yüzyıldaki görünümünden farklıdır.
Bugünkü milliyetçiliklerdeki hakim görüş, etnik kimlikten daha geniş bir beşeri coğrafyacı
kucaklama iddiasıdır.

Etnisiteden millete yürünen süreçte ilk sözü söyleyenler etnik entelijiansiyadır. A. Smith bu
kesimdekilerin görevlerini şu şekilde sıralar: Edilgen haldeki cemaati keşfedilen-üretilen
yerli tarihi kültür etrafında bir millet oluşturacak şekilde seferber etmek. Devrimci dönüşüm
için topluluğu etkin siyasete geçirmek; kendi (tarihi, kutsal, doğal) yurduna yerleştirmek;
ekonomik entegrasyonu sağlamak; halkı bir meşruiyet kaynağı haline dönüştürürken milli
değer, anı ve mitlerle kutsamak; sivil, sosyal, siyasi haklar vererek onları tebaalıktan
yurttaşlığa yükseltmek.(19)

Etnisite ile millet arasındaki ilişki için yine Smith "etnik köken olmadan millet olma süreci
yarım kalırdı" diyor. Çünkü, diğer milletlere örnek olan ilk milletler, modern öncesi etnik
çekirdeklere dayanmışlardır. Ayrıca bir millet inşa ederken modernite öncesinden süregelen
topluluğu referans almak egemen görüştür ve benzeri teşebbüslere kolaylık sağlamaktadır.
Yine millet olmanın dinamik ve ajitatif duygusu, can damarı olan "farklılık"ın ve "gurur"un
hissedilebilmesi, ancak uzun bir geçmişin sürekliliğine atıfla sağlanabilirdi. Bu süreklilik
yoksa bile nüve halindeki mitler ve semboller daldıktarı derin uykularından uyandırılarak
haklı gururun kaynakları olarak işlenip dolaşıma sokulmalıydı.(20)

Milliyetçiliğe yönelik tartışmalarda, sürecin belirgin bir niteliği olarak "biz ve öteki"
temelindeki ayrımda şekillenen canlı bir dünya tasavvurunun altı çizilir. Ancak bu "biz ve
öteki" ayrımı, sadece millet aşamasında değil, daha baştan etnik bilincin keşfi sürecinde
ortaya çıkar. Çünkü, doğa! olarak her "biz" bilinci, kendini diğerlerinden ayıran (sadece
ayırmakla kalmayan aynı zamanda dışlayan) bir sınıra ve ötekinin varlığına ihtiyaç duyar.
Burada sınırı kesinleştiren ve bu özelliğiyle "biz" bilincinin şiddetini yükselten katalizör
çatışmadır. Uzlaşmaya, doğal olarak ortak yaşamanın gerektirdiği ortak paydalara açık bir
etnik bilinç, kendi varoluşunu izahta, üyelerini birbirine bağlayacak sıkı bağları
oluşturmakta güçlük çekecektir. Bu yüzden daha etnik bilincin oluşma aşamasında,
periferide yer alan etnik kimlikler ve milletler bir çatışma kaynağı olarak algılanır. Çünkü
"bazı düşmanların var olduğunu görmek bir politik bilgelik ürünü olabilir."(21)

Etnik kimlik, teşekkül sürecindeki mirası (biz bilincini, çatışmayı vs.) milliyetçiliğe taşır;
ancak millet, ekseninde belli bir etnik kimlik olmakla birlikte, kendi sınırlarını etnisiteden
daha geniş şeklinde çizmek zorunda kalır. Milli devletin egemenliğindeki toprak üzerinde
sadece çekirdekteki etnisitenin olmayışı, onun etnik kimlikten daha yumuşak bir dokuda
oluşumunu sağlar.(22) Milletin bu niteliği kendisine yönelik eleştiriler korosuna kendi
eksenindeki etnisitenin de katılımını doğurur. Onlar milleti öz kimliklerinin temsilcisi olarak
görmekte zorlanırlar.

Diğer yandan milletin genişlemesine yönelik bir diğer eleştiri, kimi zaman bir "politik
bilgelik" damarında pozisyon almış bulunan "ötekiler"in ısrarla zikrettiği asimilasyon
tezidir. Milletin egemen konumu en azından modern zamanlar için bu eleştiriye haklılık payı
tanır; ancak bunun mekanik, tek taraflı olduğu söylenemez; gündelik hayatın tecrübeleriyle
şekillenen kültür, "milliyetçi tahayyüllerden öte" gerçek bir ortaklık alanı olarak tezahür
eder. Ayrıca modem dünyanın sunduğu hayat üslubu, özenli bir çaba gösterilse dahi etnik
sınırları korumaya elverişli değildir. Evlenmeler, kültürel diyaloglar, "gurur duyulacak"
başka tür kimlik kategorileri, aidiyetlerin çeşitlenmesi, modern teknolojilerin benzeştirici
etkisi vb. faktörler etnisiteye meydan okur ve bir bakıma daha geniş bir çatı olarak -ortak-
milliyetçiliğe destek verir. Asimilasyon tezinin, bir tesbitle birlikte, hakim millet karşısında
etnisiteden millet bilincine taşınmak istenen kitleler için uyarıcı bir politika olarak
kullanılma yönü de gözardı edilmemelidir.

Etnik kimliklerin millet haline gelmesi karşısında tersine bir hareket olarak milletlerin
etnikleşmesi diyebileceğimiz bir başka eğilim daha vardır. Daha çok, bir milli egemenliğe
meydan okuyan ve kendi milliliğini inşa etmek isteyen kalkışmalar sürecinde hakim
milliyetçilikte görülür. O milletin bir kısım efradı, "içlerinde" ortaya çıkan bu "öteki"ne
karşı, kendilerini daha sınırlı biçimde, hatta çatışmanın şiddetine göre kendi etnik alanları
içinde tanımlamaya başlarlar. Bu tür örnekler milliyetçiliğin içindeki hakim etnisite
bilincinin bir gizli bilinç olarak yaşadığını, "lüzumu halinde" bir müdafaa unsuru olarak
yeniden düzenlendiğini gösterir.
Türkiye Günlüğü, Ankara, 1998, No:50, s:38-55.

(1) Louis Althusser - Gelecek Uzun Sürer, Can Yay., İstanbul, 1996, s:198.

(2) C. W. Anderson, Fred R. Wonder Mehden, Crowford Young - Issues of Political Development, New
Jersey, 1967, s:234.

(3) Aber Cohen - Two Dimensional Man: An Essay on the Anthropolog of Power and Symbolism in
Complex Society, Berkeley/Los Angeles, Ün. Calif Press, 1974, Zik. F. Willams Brackette - "A CLASS ACT:
Anthrpology and the Race to Nation Across Ethnic Terrain", Annual Reviews Anthtpology, 1989, s:403

(4) a.g.e. s:403.

(5) Paul Hazard - Batı Düşüncesinde Büyük Değişme, (çev: Erol Güngör), Tur Yay., İstanbul, 1981, ss:409-
410.

(6) N. Berkes - Türk Düşüncesinde Batı Sorunu, zikr. Şerif Mardin - Türk Modernleşmesi, Makaleler 4,
s:244.

(7) Arminius Vambery - Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi, Rey Yay., İstanbul, 1993.

(8) Bernard Lewis - İslamın Siyasal Dili, Rey Yay., İstanbul, 1992, s:62.

(9) Antony D. Smith - Milli Kimlik, İletişim Yay., İstanbul, 1991, s:42.

(10) Marshall Berman - Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, İletişim Yay., İstanbul, 1994, s:12.

(11) Jürgen Habermas - "Tamamlanmamış Bir Proje" Postmodernizm, Jamesin, Lyotard, Habermas, Zeka,
Kıyı, (Der. Necmi Zeka),

İstanbul, 1990, s:31. "Modern kelimesi Latince modemus biçimiyle ilk defa 5. yüzyılda, resmen Hıristiyan olan
o dönemi, Romalı ve Pagan

eçmişten ayırmak için kullanıldı. İçerikleri sürekli değişse de, modern terimi hep, kendini eski'den yenice bir
geçmişin sonucu olarak görmek

çin, antik çağla kendi arasında bir ilişki kuran dönemlerin bilincini dile getirmiştir."

(12) Thomas Kuhn, geliştirdiği "paradigma" "kavramının yeteri kadar açık olmadığını biliyordu. "Bilimsel
Devimlerin Yapısı" kitabının 1970 baskısına yazdığı ek'te "disciplinary Matrix"i açıklayıcı olması için önerdi.
(T. S. Kuhn - The Structure of Scientific Revolutions, Chicago On. Press, 1970, 16 Şubat 1995'de “Milliyet"
gazetesinde yayınlanan bir röportajında kavramı herkesin öznel bir yorumla kullandığını ve artık tanınmaz hale
geldiğini söylüyordu. Ancak kavramı cazip kılan, çeşitli tarihi dönemlerin, bilimlerin verileriyle de bütünleşen
ve meşruluğu onaylanan hakim bir perspektife sahip olduğuna dair bir anlama atıf yapmasıdır.
(13) Walter Benjamin - Pasajlar, "Tarih Kavramı Üstüne", Yapı Kredi Yay., (2.b) (çev: Ahmet Cemal),
İstanbul, 1995.
(14) Samuel Moore'un Manifesto çevirisi, zikr. Berman - a.g.e., s:118-9. a.g.e.,s:133.

(16 Erich Fromm - Sağlıklı Toplum, (çev: Yurdanur Salman-Zeynep Tanrıseven), Payel Yay., İstanbul, 1982,
s:77.

(17) a.g.e., s:76.

(18) Hans Kohn - Panislavizm ve Rus milliyetçilîği, (çev: A.O. Güner), Kervan Yay., İstanbul, 1983, s:38

(19) A.D. Smith – a.g.e., s:106-7.


(20) a.g.e.,s:73.

(21) Kemal Kirişçi, Gareth M. Winrow - Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Tarih Vakfı Yay., İstanbul, 1997,
s:12.

(22) Martin E. Marty - "Fundamentalism as a Social Phenomenon", Bulletin The American Academy of and
Science 42/2, Kasım 1988, s:20-1, zikr. E. J. Hobsbawm - 1780'den Günümüze, Milletler ve Milliyetçilik,
Program, Mit, Gerçekçilik, Ayrıntı Yay, İstanbul, 1993,

You might also like