You are on page 1of 3

Yokluğum Türk Varlığına Armağan Olsun

Yokluğum Türk Varlığına Armağan Olsun

Egemenlerin “İnkâr Hanı”nda konaklamaları geçicidir hep; o, hanın jeopolitik


önemindendir, konjonktür baskısındandır, meşruiyet derdindendir. Zincirinden
boşaldı mı “İkrar Evi”ne dönmek ister, evi gibi yoktur onun. Gönlünde yatan aslan
kükrer: Yaptımsa yaptım; yine yaparım!

Taraf - İstanbul

17 Kasım 2008, Pazartesi

Arat DİNK

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül soruyor: “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam
etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı
milli devlet olabilir miydi?”

Soru basit, hadi cevap ver.

Tek başına bir anlamı yok tabii. Hatta tek başına okunsa “Allah söyletmiş” ya da
“gönülden söylenmiş sözler” de denebilir. Nitekim dünyanın birçok yerinde “Türkiye
etnik temizliği kabul etti”, “Türkiye’de resmî görüş değişiyor” gibi olumlu yorumlarla
karşılayanlar da olmuş.

Oysa işin aslı öyle değil. Zira Bakan “bugünkü devlet”i olumlayarak soruyor
sorusunu. “Şunlar devam etseydi bugünkü devlet olur muydu” derken de eğer
bugünkü devleti olumluyorsan, o devam etmeyen şeylerin devam etmemesinden de
memnunsun demektir. Açık açık da söylemiş zaten –ben niye bu kadar
uğraşıyorsam?..

Birçok yabancı, “bir savunma bakanı niye bunlarla ilgileniyor” diye de sorabilir tabii.
Türkiye’yi biraz bileni de “savunma”nın bu ülkede başka bir egemenin tekelinde
olduğunu bildiğinden, savunma bakanının asıl işini yapamadığı için mecburen başka
şeylerle (demografik yapı, ekonomi vs.) ilgilendiğini düşünebilirdi. Ama Türkiye’yi
biraz daha tanısa, azınlıkların bu ülkede tam da bu alanda değerlendirildiğini bilecek,
hatta eğitim kitaplarında azınlıklardan sadece Lise Milli Güvenlik Ders Kitabı’nda
bahsedildiğini bilecek ve Bakan’ın bu ilgisine hiç şaşırmayacaktı. Kısacası, savunma
bakanı işini yapıyor.

Ciddiyete davet edildiğimi duyar gibi oluyorum. O yüzden bundan sonrası çok ciddi
olacak. Soru neydi?..

“Rumlar, Ermeniler (YAŞAMAYA) devam etseydi, bugün Türkiye aynı milli devlet
olabilir miydi?”

“Hayır olmazdı.” Basit soruya basit cevap.

Sen kalk, yokluğuma övgü düz, sonra da o yokluğum üzerine bir ülkenin
kurulduğunu ifade et, o ülkenin bugünkü halini makbul gör, ondan sonra da
‘olsalardı ne olurdu halimiz’ diye iç geçir. Kendi ayağına kurşun sıkmanın tarifi gibi
bir şey. ‘Sana ne’ diyeceksiniz. Sıkmışsa sıkmış. O ayakla sizin birlikteliğinizi çoktan
koparmadılar mı zaten? Gerçekten de işin bu bölümünden artık bana ne...

Tabii işin en acı tarafı, Bakan’ın söylediklerinin büyük bölümünün maalesef doğru
olması. Peki, doğruysa doğru, sorun ne? Bakan doğruyu söylüyor ama doğruyu
yanlış söylüyor. Yüreğimizin tavan aralarına, bodrum katlarına koyup, gittiğimiz her
yere beraberimizde götürdüğümüz, kırılgan acılarla dolu sandıklarımızı oradan oraya
savuruyor. Zar zor, ite kaka vardığımız “O dönem herkes çok acılar çekti”
kavşağından, direksiyonu birden bire “iyi oldu” sokağına kırıyor. Olanları doğru
söylüyor ama olanların doğru olduğunu da söylüyor.

Şu soruya hakkıyla cevap verelim şimdi...

“Hayır, aynı olmazdı. Süper olurdu.”

Sen ne diyorsun?

Bütün ülke üç noktaya birikmez, kırk küsur merkez olurdu. Yirmi, otuz yıllık fidan
hayatlarımız değil, kadim bir orman gibi kültürümüz olurdu. Anasının doğduğu yerde
doğabilirdi herkes, işte o zaman ülke, “memleket” olurdu.

Ben neler söylüyorum?

Hiçbir şey değişmese bile en azından o insanlar bugün yanımızda, bizimle yaşıyor
olurdu. Hiçbir şey değişmese bile en azından sen bu ülkede savunma bakanı
olmazdın. Olsan da böyle düşünmezdin. Düşünsen de böyle konuşacak cesaret
bulamazdın. Konuşsan da ertesi gün hâlâ bakan olmazdın.

Bir daha bakalım, savunma bakanı neyi savunuyor?..

Olmamamızın iyi olduğunu savunuyor. Tehcir ve mübadelenin Türkiye için çok hayırlı
olduğunu savunuyor. Bunca yıl söyleyip duracaksın ‘öyle bir niyet yoktu, bunlar
savaş tedbiri’ falan filan diye; ondan sonra da, bu “gönülsüz tedbirler”den nasıl
fayda sağladığını, onların üzerine nasıl inşa olduğunu falan, rahat rahat anlatacaksın.

Bu gönülsüz tedbirlerin anlamının “milyonlarca can” olduğunu ayrı bir cümlede


söyleyeyim dedim, yoksa ağır olacak...

Çok sık unutulan ilginç bir şey söyleyeceğim: Biz hâlâ varız. İşte şu kadarız bu
kadarız. Azız mazız, azınlığız, ama varız. Bizim de (yani şu an olanlarımızın da)
olmamamızı mı istiyor Bakan?

“Yok” diyecek elbet. “Estağfurullah. Olur mu hiç öyle şey; sizin başımızın üstünde
yeriniz var.” Madem bizim olmamızın bir mahzuru yok o ölenler, o gidenler de
olsaydı... Ama o bunun cevabını vermiş. Onlar işte verimli topraktaydı, adadaydı
modadaydı, paralar onlardaydı... “O verimli topraklar, o paralar babanın malıydı da
hileyle hurdayla mı aldılar, yalanla dolanla mı aldılar? Onlar, o verimli topraklara
gökten zembille mi indiler” diye sorarlar adama.

Bu resmî tez benim kafamı iyice karıştırdı. O insanlar tedbiren mi sürüldüler, yoksa
verimli topraklardalar diye mi sürüldüler? Unutmuşum, zaten Ermeniler Ermeni
oldukları için sürülmemişlerdi... Sadede geliyoruz galiba. Tabii o zaman
“soykırım”dan yırtmak için verimli topraklardaki müslim-gayrimüslim herkes
sürüldü” gibi bir şey söylemek gerekecek –o tarih de yakında yazılır herhalde.

Sermayenin “milli”leştirilmesiyle (hele böyle millileştirme) liberal ekonominin aynı


cümlede nasıl kullanıldığını da bir uzman bize anlatır artık. Sen “milli”yi böyle tarif
et, “millet”i, “Türk”ü böyle tarif et ondan sonra da çıkıp “tek millet” diye slogan
attığında karşı çıkanlara kapıyı göster. “Ben Türk değilim” diyene de kız.

Çok ciddi bir önerim var. Hani göz bebeklerimizi, civcivlerimizi her pazartesi sabahı,
torna-tesviye sıralarına oturtmadan önce, beton bahçelerde topluyoruz ya, hani
onlara şuur aşılayıp, tekleştirip, kutsal amaçlara kanalize edip, dar borulardan
geçiriyoruz ya. Hani hep bir ağızdan ant içtiriyoruz ya: “Varlığım Türk varlığına
armağan olsun” diye... Azınlık okullarında şöyle dedirtelim çocuklara mesele
kapansın: “Yokluğum Türk varlığına armağan olsun.”

İnkârdan ikrara doğru yol alınacağını elbette öngörebilirdik de, o ikrarın böyle
gönülden bir ikrar, yaşananı olumlayan bir ikrar olacağını da doğrusu tahmin
edemezdik.

“Gönülsüz tedbirler”den, “gönüllü yokluğumuz”a, resmî ağzın önlenemez evrimine


tanık oluyoruz. İç ses artık işkembede durmuyor, duramıyor. Ne de olsa egemenler
inkârı sevmez. “Madem egemenim, niye inkâr edeyim?” Egemenlerin “İnkâr
Hanı”nda konaklamaları geçicidir hep; o, hanın jeopolitik önemindendir, konjonktür
baskısındandır, meşruiyet derdindendir. Zincirinden boşaldı mı “İkrar Evi”ne dönmek
ister, evi gibi yoktur onun. Gönlünde yatan aslan kükrer: Yaptımsa yaptım; yine
yaparım!

Sür kardeşim o zaman. Gönlümüz zaten sürüldü çoktan. İliklerimize işlemiş kör olası
ilkeler sayesinde zaten zar zor durduğumuz memleketimizden, atalarımızın, daha da
önemlisi torunlarımızın yüzüne bakacak onurlu bir duruş uğruna ağız dolusu lafı yiyip
yuttuğumuz, her gün yaşamaya çalışarak yaşadığımız DÜNYAMIZDAN, sür bizi de
gayrı. Sür gitsin, sür bitsin. Bu lafı yutmayacağım ben.

Ama niye süreceksin? Bizim etimiz ne budumuz ne? Dişinin kovuğuna gitmez. Zaten
biz sürüyüz. Egemenliğe ortak olmayı istemek yerine, egemenin akıllısını ister ya
sürüler, bizimki de o misal; oturmuş egemenin akılsızlığından bahsedip, egemen
uyarıyoruz. Bu kadarı da fazla, bu iş böyle göstere göstere de yapılmaz ki. Vicdan
evinden hiç mi geçmedi yolun?(AD/EÜ)

* Arat Dink'in yazısı Taraf gazetesinde 14 Kasım'da yayınlandı.

Kaynak: Bianet

Kişisel notum; Hoş ben Türk olarak da hiç anlayamamışımdır, "ne isterler 7 yaşındaki
çocuğun varlığından" diye ya neyse...

You might also like