You are on page 1of 62

MEVLANA ve KONFÜÇYÜS

Yeni Bir Yüzyıla Mesajlar

İbrahim ÖZDEMİR

1
AÇIKLAMA:

Bu kitapçık İngilizce yazıldı. Türkçeye tercüme edilirken, metne sadık kalınmaya çalışılmakla
birlikte, bazı ilave ve tasarruflarda bulunuldu. Amaç, metnin daha okunur olması ve
Mevlana’mızın daha iyi anlaşılmasıdır.

İbrahim Özdemir

2
2007 Yılının tüm dünyada “Mevlana'nın 800. doğum yıldönümü olarak
kutlanmasını karara bağlayan UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve
Kültür Kurumu), başta savaşların, fakirliğin ve çevre sorunlarının ortadan
kaldırılması veya en aza indirilmesi ile barış, huzur ve refahın hâkim olduğu bir
dünya oluşturmak için çalışan bir kurum.

Bunu gerçekleştirmek içinde Mevlana gibi insanlığa mal olmuş büyük


şahsiyetleri anlamaya ve anlatmaya çalışmaktadır.
Nedeni ise:
“Şair ve filozof Mevlana hayatı boyunca hoşgörüyü, akılcılığı ve sevgi ile
bilgiye ulaşmayı savundu.
Sufi bir anlayışla telif ettiği eserleri, Türkiye’nin sınırlarını aşmış; İslam
kültürünü ve adanmışlığını etkilemiştir”.

********

UNESCO Genel Direktörünün kurumun gelecekteki rolüyle ilgili danışma


toplantısında yaptığı konuşmadan:

“Uluslararası işbirliği aracılığı ile “ırkçılık ve ayrımcılığın” her türlüsüne karşı


mücadelede ve çeşitli alanlarda patlak verebilecek anlaşmazlıkları engellemede,
hoşgörüyü barış kültürünün temeli olarak tanımlama ve telkin etme
gayretlerinin arttırılmasına ihtiyaç vardır.

UNESCO, barış kültürünün yükselmesini çok çeşitli yollardan ve tüm ana


programları aracılığı ile üstlenmeye devam etmektedir.

İlgili etkinlikler, medeniyetler, kültürler ve insanlar arası diyalogu içerir. Fakat


burada insandan kasıt eğitimin kalitesinin yükseltilmesi, müfredatta köklü
değişim, okul ders kitapları ve malzemelerinin tekrar gözden geçirilmesi gibi
diyalogları ve mantığı yeniden tanımlamayı hedeflemiş insanlar olmalarıdır.

Medeniyetler arası diyalog bağlamında, kültürlerin ve insanların dinlere ve


inançlara daha yaygın iltihakı, UNESCO’nun da karşılık vermesini gerektiren
yeni boyutları ortaya çıkaracaktır”.

3
ÖNSÖZ

Bu çalışmanın ilk şekli 26-29 Ekim 2006 tarihlerinde Güney Kore’nin Pusan şehrinde
düzenlenen ikinci Asya Felsefeler Konferansına tebliğ olarak sunuldu. Konferansın konusu
“Asya Toplumunun Yükselişi ve Geçmiş ile Gelecek Arasında Diyalog”tu. Konfüçyüs ve
Mevlana’nın dünya görüşlerini ve öğretilerini incelemek zamanımızın belli-başlı sorunlarını
daha iyi kavramaya yardımcı olabileceği gibi, Konferansın adına da tam tamına uymaktaydı.
Bu çalışmanın Konfüçyüs geleneği ile İslam medeniyeti arasında anlamlı ve yapıcı bir
diyaloga sebep olmasını umuyoruz.

Ünlü İngiliz tarihçi ve düşünür Arnold Toynbee “21. yüzyılın toplumsal sorunlarını
çözmek için Konfüçyüs” ve geçmişin diğer büyük temsilcilerinin öğretilerine dayanmamızı
söyler. Bu nedenle Konfüçyüs ve Mevlana’nın görüşlerini incelemenin ve anlamanın tam da
zamanı olduğunu düşünüyoruz.

UNESCO’nun 2007 yılını “Dünya Mevlana Yılı’olarak ilan etmesi bu bağlamda ne


kadar da anlamlıdır. Küreselleşen, küreselleştiği ölçüde de bir şaşkınlık içerisindeki
dünyamızın bu iki düşünürün hikmetlerinden öğreneceği çok şey var. Bilim ve teknolojideki
tüm gelişmelere rağmen her gün 35 bin çocuk ölüyor, savaşlar devam ediyor, fakirler ve
zenginler arasındaki uçurum genişliyor; aileler paraçalnıyorsa, parçalanan ailelerin fertleri ve
çocukları bazen sokakta yaşamaya ve yaşamını sürdermeye çalışıyorsa her şeyi yeni baştan
düşünmenin zamanıdır. İşte tam da bu bağlamda insanlık tarihinin iki büyük düşünürünü
anlamanın vaktidir.

Bu vesile ile böyle önemli bir konferansı düzenleyen Prof. Dr. Alpaslan AÇIKGENÇ
ve Prof. Dr. C.W. WON’a en kalbi teşekkürlerimi sunmak isterim. Aslında onların teşvik ve
ısrarı olmasaydı, bu çalışma meydana gelmezdi. Daha önemlisi ise bu iki bilim adamı, sadece
Doğunun ve Batının felsefecilerini ve bilim adamlarını bir araya getirmediler; daha önemlisi,
dünyamızın kırılganlaştığı bir zamanda farklı medeniyet ve kültürler arasında diyalog için çok
olumlu bir zemin hazırladılar.

Ayrıca Konya Musiki Cemiyeti mensubu gönül insanı; musikişinas, neyzen,


mevlevihan ve hafız dostum Ahmet ÇALIŞIR’a da teşekkür ederim. Hem Amerika’daki

4
sohbetlerimizde, hem Kore’deki gezilerimiz esnasındaki konuşmalarımızda kendisinden çok
şey öğrendim. Tebliğimi bir kitapçık haline getirme fikrini de ona borçluyum.

Metni dikkatle gözden geçiren Zafer Günal ve Aydın Arslan’a da katkılarından dolayı
teşekkür borçluyum.

Metnin okunabilir ve akıcı olması için tüm dipnotları kaldırdım. Bununla beraber
alıntıları tırnak içinde verdim. Ayrıca yararlandığım tüm kaynakları da son kısma ekledim.

Bu mütevazı çalışmanın Mevlana’mız ile Konfüçyüsün öğreti ve hikmetleri arasında


bir köprü oluşturması en büyük temennim. İslam’ın kalbi ile Doğunun hikmeti arasında bir
köprü! Bu köprüden geçenler daha kapsamlı çalışmalar yapacaklardır

Ayrıca, küreselleşen dünyamızda insanlar çok sık seyahat etmektedir. Dünyanın


neresine gitsem, genç Türk müteşebbislerle karşılaşıyorum Birçok işadamımız başta Çin
olmak üzere, Konfüçyüs kültür ve değerlerinin hala hüküm olduğu Güney Asya ve Pasifik’te
iş yapmaktadırlar. Bu kitapçığı hazırlarken onları da düşündüm. Meslektaşları ile çalışırken
bizden bir şeyler sunmak için, onlardan bir şeyler bilmenin diyalog ve anlaşmaya yardımcı
olacağını umuyorum.

İbrahim ÖZDEMİR
Ankara, Temmuz 2008

5
Bilgi insanı kuşkudan,
iyilik acı çekmekten,
kararlılık korkudan kurtarır.

Konfüçyüs
“Güneş ve Ay için grup tehlikeli mi?

Sana batıyor görünseler de, onlar doğuyor.”

Mevlana

I. GİRİŞ
Güneş her sabah doğudan doğar. Her yeni güne başlarken doğuya bakarız: Güneşi ve onun
dünyayı dolduran şavkını görmek için. Güneşin huzmeleri ve ışığı sadece dünyamızı ve
evlerimizi aydınlatmaz. Gönlümüzü de aydınlatır. Bize yaşama sevinci verir. Yoğun
mesaimizden veya evde oturmaktan sıkıldığımızda, kendimizi dışarı atarız. Eğer hava
güneşlikse, yürüyüşe çıkarız. Bırakırız kendimizi güneşin huzmelerine. Gözümüz, gönlümüz
ve tüm benliğimiz aydınlanır. Rahatlarız. Evimizin perdelerini açıp, içeri güneş girdi mi bir
hoş oluruz. Hele hasta yataklarında veya hastane köşelerinde şifa bekleyenler için güneşin
bambaşka bir anlamı vardır. Yeniden gün yüzünü ve güneşi görmek hayatı görmektir onlar
için.

Asırlardır insanlık sadece güneş için değil, ezeli hikmetin pırıltılarını görmek ve yakalamak
için de doğuya bakıyor. Doğunun büyük öğretilerinin başında Konfüçyüs’çülük, Budizm,
Zerdüştlük, Hinduizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gelmektedir. Doğu tarih boyunca hep
hikmeti temsil etmiş. İnsanlık kuru bir özlemin ötesinde, bir şeyler öğrenmek için de bakmış
doğuya. Batı kültürünün büyük dehaları Hegel, Nietzsche, Goethe ve daha nice hikmet aşığı
incelemiş doğuyu. Aslında aradıkları insanlığın ortak hikmetiydi ve hepimize ait. Hz.
Peygamberin “hikmet inanan herkesin yitiğidir, nerede bulursa alır” sözü bu bağlamda ne
kadar da anlamlı.

Bu anlayış ve espri ile doğunun iki büyük temsilcisinin görüşlerini karşılaştırmaya


çalışacağız. Başta kâinat merkezli âlem anlayışları olmak üzere, insan, aile, musikî ve ahlakla

6
ilgili görüşlerini kısaca irdelemeye çalışacağız. Benzerliklere işaret edecek, farklılıkların altını
çizeceğiz. Konfüçyüs (MÖ.551-479) ve Mevlana’nın (1209-1271) görüşlerinin insanlık ve
çevre bilincimizi zenginleştireceğini; bizim dışımızdaki varlıklara karşı duyarlılığımızı
arttıracağını umuyoruz.

İki düşünürün aile, insan, musikî ve sevgiyle ilgi anlayışlarının da toplumsal ve kişisel
hayatımızı zenginleştireceğini; medeniyetler arasında anlamlı bir diyaloga da mütevazi bir
katkıda bulunacağını umuyoruz.

Aslında geçmişin büyük şahsiyetlerinin görüş ve felsefelerine sık sık müracaat ederiz. Büyük
bir çölde, ovada veya dağda kaybolan insanların zirvelere ve yüksek noktalara bakıp yollarını
bulmaya çalıştıkları malumdur.

Konfüçyüs, Sokrates, Buda, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Hz. Mevlana ve diğer zirve
şahsiyetlerin de küreselleşen dünyada yolumuzu bulmada; anlamlı ve mutlu bir hayat
yaşamada bize yardımcı olabileceklerini umuyoruz. Hayatın anlamını arayan yirmi birinci
yüzyıl insanına, bu büyük insanların katkı yapabileceğini umuyoruz.

Ancak unutmayalım; Güneşin evimizi aydınlatabilmesi için perdelerimizi açmamız gerekiyor.


Bizi sarmalaması için güneşe çıkmamız, kendimizi ona teslim etmemiz şart. Aynı şekilde, her
türlü ön yargıyı bir kenara bırakıp; insanlığın ve hayatın bu üstatlarını önce anlama ve sonrada
yararlanmaya çalışmalıyız.

Geçmişin bu dev simalarını ilk keşfedenlerden biri çağdaş Alman filozof ve tıp doktoru Karl
Jaspers (1883–1969). Hayatın ve insanın anlamını arayan Jaspers, bilimin ve hele hele
anatominin verdiği bilgilerle tatmin olmaz, olamaz. İnsan anatominin bize sunduğundan daha
fazla bir şey olmalıdır. Jaspers’in felsefe serüveni de böyle başlar. Zaten o felsefeyi “yolda
olmak” olarak tanımlar: Hakikati ve hayatın anlamını sorgulamak ve anlamak için sürekli
yolda olmak, arayışta olmak. O yolculuğuna insanlığın en eski felsefelerini incelemekle
başlar.

Jaspers M.Ö. 800 ile 2000 yılları arasında ortaya çıkan büyük simalara özellikle dikkatimizi
çeker. Zira başta Konfüçyüs, Buda, Zerdüşt ve İsrailoğullarının birçok peygamberi bu
bereketli dönemde yaşadılar. Upanişdler bu dönemde yazıldı. Jasper bu dönem için “Mihver
Çağı” der. Her şeyi belirleyen ve herşeye ölçü olan bir “mihver”. Kâinatı, kendimizi ve
hayatımızı tanımlarken sorduğumuz sorular ilk kez bu dönemde soruldu. Düşünce
hayatımızda kullandığımız kategoriler ve kavramlar bu dönemde şekillendi. Bu nedenle bu
çağ, kadim Doğu ve Batı medeniyetleri için bir dönüm noktası oldu.

7
Önce Konfüçyüs, daha sonra Sokrates kendi dönemlerinin hâkim anlayışlarını radikal
sorularıyla sorguladılar. İsrail peygamberleri ve Zerdüşt yaygınlaşmaya yüz tutan çok
tanrıcılığa karşı, tek tanrıcılığı (Monoteizm/Tevhid’i) savundular. Buda, Hinduizmi kökten
değiştirdi.

Kısaca, bu çağın büyük dehaları insanlığın en hayati ve nihaî sorularını sormakla insanlık
durumu ve varoluşuyla yakından ilgilendiler. Sokrates “sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya
değmez” diyerek her şeyi sorgulamaya başladı:

Kimim?

Nerede n geliyorum?

Nereye gidiyorum?

Tabiatın anlamı nedir?

Kâinatın anlamı nedir?

Bunlar hiçbir kimsenin kaçamayacağı nihaî ve önemli sorulardır. Erteleyebiliriz, ama


kesinlikle ihmal edemeyiz ve yok sayamayız. Hele hele bu sorulardan asla kaçamayız. Daha
doğrusu kaçarak kurtulamayız onlardan.

Bu soruların ağırlığını yine büyük şahsiyetlerin hayatında görebiliriz. Sokrates’in


“sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” sözü asırlarca insanları etkilemiş; hayatlarını
sorgulamalarına neden olmuştur. Bu soruları kendine sormuş ve gereğini yapmış
düşünürlerden biri, belki de en çarpıcı biri ünlü Rus yazar ve düşünürü Leo Tolstoy’dur.

Tolstoy bir yazar olarak mesleğinin zirvesindeydi. 50 yaşını çoktan geçmişti. Mal-mülk, para,
şöhret ve hepsinden önemlisi mutlu bir aile hayatı vardı. Tüm bunların ortasında kaçınılmaz
soru gelip onu buldu:

“Hayatımın anlamı nedir?”

Ünlü yazar bu soruya tutarlı ve anlamlı bir cevap vermek için tam otuz yılını harcadı.

“Mihver çağının” peygamberleri, sufileri, filozofları ve şairleri de bu soruyu kendilerine göre


cevapladılar.

Tanrı’nın Tarihi kitabının yazarı Karen Armatrong son kitabı Büyük Değişim’de bu büyük
şahsiyetlerin mesajlarının özünü yakalamaya çalışır. Mihver Çağının tüm geleneklerinin
adaleti, “disiplinli sempati ve merhameti” vurgulaması düşündürücü olduğu kadar, ilginçtir.

8
Mihver çağının büyük simaları gibi “büyük toplumsal değişimler ve huzursuzlukların hâkim
olduğu bir dönemde yaşadığımızı” hatırlatan Armstrong, “merhameti, şefkati ve adaleti”
yerleştirmeye çalışmamızı salık verir. “Mihver çağının bu manevi yıldızlarında” çok büyük
hazineler bulacağımızı söylemeye gerek mi? diye sormadan edemez.

İşte tam da bu anlamda, on üçüncü asrın büyük mutasavvıfı ve gönül insanı Mevlana’yı da
Mihver Çağı’nın simalarına eklemeliyiz. Aradaki uzun zaman dilimine inat, dünya görüşleri,
hayata bakışları, o kadar benzer ki. Hele hele sevgi ve merhameti öğretilerinin temeli
yapmaları çok dikkat çekicidir.

Dahası Konfüçyüs ve Mevlana’nın dünya görüşlerinde manevi, felsefi ve toplumsal birçok


ortak motif görülüyor. İki düşünürün sandığımızdan ve düşündüğümüzden daha çok ortak
noktaları var. Her ikisinin de görüşleri çağdaş insana hitap ediyor ve ilgisini çekiyor. Bu
nedenle, her iki düşünürün de bizlere hala yardım sunabilen insanlığın manevi mirası olarak
bakıyoruz. Arnold Toynbee’yi bir kez daha hatırlamanın yeridir: “21. yüzyılın sorunlarını
çözmede Konfüçyüs’ün ve mazinin diğer büyük şahsiyetlerinin sunacağı katkıya
güvenebiliriz”.

Çevre sorunlarının küresel boyutları, yoksulluk, parçalanan aileler, sokaklarda yaşamaya


terkedilmiş nesiller, her tür şiddet ve diğer sorunlar bizleri yeni çözümler aramaya ve bulmaya
adeta mahkûm ediyor.

Ayrıca bu tür bir çaba Doğu ve Batı arasında bir diyalogun başlamasına da katkıda
bulunabilir. Malezya eski Başbakanı ve fikir adamı Dr. Enver İbrahim’in altını çizdiği gibi
küreselleşen dünyada “medeniyetler arasında diyalog bir mecburiyettir.” Hepimiz birbirine
bağlanmış ve eklemlenmiş küresel bir köyde yaşıyoruz. Adeta tüm medeniyetlere mensup
insanlar bu köye sıkışmış durumda.

Daha önce duymadığımız ve görmediğimiz insanlarla komşuyuz. Aynı mahallede, bazen aynı
apartmanda oturuyoruz. Aynı çok uluslu şirketlerde çalışıyoruz. Ya da onların müşterisiyiz.
Tersi de mümkün.

Bu insanlarla konuşmamak, diyalog kurmamak mümkün mü?

Değil.

Bu nedenle farklı kültürlere, dinlere ve ülkelere mensup bu insanlarla diyalogun yolunu


bulmak mecburiyetindeyiz. Karen Armstrong bu gerçeği “öğrenme mecburiyeti” olarak
tanımlarken tamamen haklı. Huzur ve barış içerisinde yaşamak “birbirimizi cehaletten ve

9
önyargılardan kaynaklanan nedenlerden dolayı üzmemek için birbirimizin dini ve değerleri
hakkında malumat sahibi olmak” durumundayız.

Bu çalışmanın bir diğer nedeni daha var: Her iki düşünürün görüşlerinin tarihte ve
günümüzdeki etkisi. Daha doğrusu her iki düşünürün görüşleri yaşamaya devam ediyor.
Konfüçyüs geleneği Çin, Japonya, Kore’den başlayarak Vietnam’a kadar tüm Güney Asya’da
çoğunluğun hayatını etkilemiş; davranışlarını, eylemlerini, toplumsal değerlerini oluşturmuş
ve oluşturmaya da devam ediyor. Dahası Çin’in uzun devlet geleneğini ve kurumlarını kökten
etkilemiş ve biçimlendirmiştir. Konfüçyüs’ün siyasi kuram, kurumlar, toplumsal ilişkiler ve
ritüeller, eğitim felsefesi ve moral değerler üzerindeki etkisini de hatırlamalıyız. Buna
ABD’nin Batı kıyılarında yaşayan çok sayıdaki Çinli ve Güney Asyalıyı da eklemeliyiz. Bu
insanlarla daha selamlaşır selamlaşmaz Konfüçyüsün etkisini görüyorsunuz.

Geleneklerine bağlı Koreli modern bir ailede, babadan önce sofraya oturulmaması, baba işe
giderken aile üyelerinin babalarını rukù derecesinde eğilip selamlanması hala devam
etmektedir. Asyalı aile yapısı, Batıdakine göre daha güçlü ise, bunun en büyük nedeni
Konfüçyüs’çü değerlerdir.

Mevlana’nın durumu ise daha da ilginçtir. Asya kıtasının Batı ucunda yaşayan Mevlana’nın
vatanı Asya-Avrupa arasında fiziki bir köprü konumundadır. Felsefesinin ve dünya görüşünün
etkisini sadece Türkiye’de yaşayan insanların hayatında değil, İranlılar ve Araplar başta
olmak üzere bölgedeki birçok kesimde görmek mümkündür. Tarih boyunca Anadolu’nun
bereketli toprakları üzerinde farklı din, dil ve kültürlere mensup insanlar barış ve huzur içinde
birlikte yaşaya geldilerse, bunda en büyük pay; aşk, sevgi ve hoşgörü temelli Mevlevî
anlayışındadır. Yetmiş iki milleti, daha doğrusu tüm varlığı ve varlıkları bir ve kardeş gören
Mevlana’mızın eseridir. Mevlana’nın Batı dünyasında “tüm zamanların en büyük şairi” olarak
selamlanmasının nedeni de bu dünya görüşünde aranmalıdır. Amerika’nın en önemli yayın
dergisi Publisher’s Weekly’nin Mevlana’yı Amerika’da tüm zamanların en çok okunan şairi
olarak sunmasını da hatırlamak gerekir.

Dünyanın sanal âlemdeki en büyük kitapçısı Amazon.com Mevlana’yla ilgili 6000’den fazla
kitap, teyp kasedi, CD, DVD ve videokasetini okuyuculara sunmaktadır. Bu sayı her gün
artmaktadır. New Age grubunu önde gelenlerinden Deepak Chopra ve Madonna gibi metal
dünyanın en büyük sanatçıları albümlerinde Mevlana’nın şiirlere yer vermektedir. Ancak tüm

10
bunların içerisinde en önemli ve anlamlı olanı “çağdaş Anglo-Amerika felsefe çevrelerinin “
arayışlarıdır.

Bu çevreler de “postvisit ve diyalektik” olmayan bir söylem arayışındadırlar. Bu sebeple de,


“hayatın anlamını, tarihi ve insanın var oluşunu” yeniden sorguluyorlar. Bu bağlamda
Mevlana kullandığı evrensel sevgi diliyle onlara yardımcı oluyor. Son zamanlarda Batı
dünyasında Konfüçyüs ve Mevlana’ya gösterilen yoğun ilgiyi anlamaya çalışırken be ve
benzeri oluşumlara dikkatle incelenmelidir.

Görüldüğü gibi, doğumundan 800 yıl sonra, Mevlana’nın ünü doğduğu, seyahat ettiği ve
yaşadığı toprakları taşmış; Orta Doğu, Asya ve Hint alt kıtasına nüfuz etmiş. Mevlana üzerine
yapılan bilimsel araştırmalar da görüşlerinin Batılı ve Doğulu insanlar için olumlu mesajlar
içerdiğini vurgulamaktadır. Öğretisinin tüm insanlık için arzettiği önemin en güzel
göstergelerinden birisi ise UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür
Kurumu)’nun 2007 yılını “Mevlana Yılı” olarak ilan etmesidir.

UNESCO gibi ulsular arası bir kuruluş neden Mevlana’yı öne çıkarıyor? Cevabını UNESCO
şu şekilde veriyor: “Şair ve filozof Mevlana hayatı boyunca hoşgörüyü, akılcılığı ve sevgi ile
bilgiye ulaşmayı savundu. Sufi bir anlayışla telif ettiği eserleri, Türkiye’nin sınırlarını aşmış;
İslam kültürünü ve adanmışlığını etkilemiştir”.

Tabii, haklı olarak sorulabilir: Batının dünya görüşüne ve kültürüne yabancı ve uzak biryerde
dünyaya gelen Mevlana’nın görüşleri neden bu kadar meşhur olmakta ve sevilmektedir.
Mevlana’yı okumanın nedeni?

Mevlana’nın şiirlerini İngilizceye tercüme eden İranlı Shahram Shira bu haklı soruyu şu
şekilde cevaplıyor: “Mevlana kolay anlaşılabilir biri. Adeta insanlara ulaşmaya hazır, onlara
dokunan, onlara yardım eden ve yükselten biri. Onun şiirleri sadece kâğıt üzerindeki güzel
kelimelerden ibaret değil. Bu 800 yıl önce yaşamış Mevlana’nın kozmik gücünün, farklı bir
biçimde hala bugün yaşamakta olmasıdır. Tıpkı bir veli ve nebi gibi aramızda olmasıdır”

S. Sadık’a göre ise “Mevlana’nın önemi, maneviyat ve anlam arayışındaki çağdaş insanın,
onun şiirlerinde insanlığın aşk arayışını yansıtmasıdır.”

Yirmi birinci yüzyılda yeniden filizlenen, ancak çoğunlukla şiddet ve olumsuz bir rene
bürünen dini canlanış konusundaki çalışmalarıyla tanıdığımız Karen Armstrong’a göre ise,
“Mevlana’nın şiirlerinde kozmik yalnızlık ve Allah’tan ve ilahî kaynaktan ayrılığın hüznü
hâkim olduğu için bu kadar etkili olmaktadır. “

11
Konfüçyüs’ün öğretileri şimdiye kadar başta Sokrates ve öğrencisi Platon olmak üzere birçok
düşünürle karşılaştırıldı. Dahası, Hong Kong’lu düşünür Tang Junyi (1909-1978)
Konfüçyüs’ün “kendini yetiştirme ve mükemmelleştirme” anlayışını, Yunan, Hıristiyan ve
Budist gelenekleriyle karşılaştırdı. Ulaştığı sonuç, Konfüçyüs’çü anlayışın Gök’e (Heaven)
olan büyük saygınlığına rağmen, dünyaya olan bağlılığı modern zamanlarda insanın
gelişmesine eşsiz bir katkı yapmıştır. Bu çalışmada ise, insanlığın bu büyük öğretmeni
Mevlana ile karşılaştırılacaltır.

Bu karşılaştırmayı yaparken, sadece belli konulara değineceğiz. Öncelikle onların kâinat


merkezli âlem anlayışlarını karşılaştıracağız. Tüm kâinatı evimiz, tüm varlıkları bir aile olarak
gören düşünürlerimizin aile, birey ve müzikle ilgili görüşlerini de kısaca özetleyeceğiz.

İnsanlığın bu büyük üstatlarının görüşlerinin bir bütün olarak dünyamızı, çevremizi,


toplumumuz, ailemizi ve kendimizi anlama, anlamlandırma ve korumada bizlere çok değerli
kavrayışlar sağlayacağı ve katkı yapabileceğine inanıyoruz. Dahası, bakış açılarımızı ve
dünya görüşlerimizi zenginleştireceğini ve bakışaçılarımızı genişleteceğini umuyoruz.

Konfüçyüs’çü terminolojiyi kullanırsak, onların öğretilerinin bizi “yeniden eğiteceğini”


temenni ediyoruz. Böylece gezegenimizi ve bizleri tehdit eden en büyük sorunlara karşı daha
duyarlı olabiliriz. Bu sorunlara bütüncül ve tutarlı bir cevap oluşturabiliriz. Jared Diamond’ın
son kitabı “Çöküş: Medeniyetler Nasıl Ayakta Kalır ya da Yıkılır?” ikna edici bir şekilde
ortaya koyduğu gibi dünyamız ve çağdaş medeniyet topyekûn bir çöküşle karşı karşıyadır ve
bizden acil çözümler beklemektedir. Konfüçyüs ve Mevlana’nın mesajlarına kulak kabartır;
insanlığın bu iki büyük evladını anlarsak, devasa sorunlarımızı çözmede ve üstesinden
gelmede daha etkin olabiliriz.

Her iki üstadın hayatlarına şöyle bir göz attığımızda, her ikisinin de “sosyal çalkantıların ve
siyasi başkaldırı ve huzursuzlukların” hüküm olduğu bir zamanda dünyaya gözlerini
açtıklarını görürüz. Ünlü şair W.B. Yeats’in o muhteşem şiirsel ifadesiyle;

“Her şey ayrılmakta;

Merkez hiçbir şeyi istememekte.

Anarşi dünyaya musallat olmuş durumda.”

Bu nedenle, her iki düşünür de öğrenci ve takipçilerine zor zamanlarda ayakta kalma; meydan
okumalara cevap verme ve varolmanın yollarını öğretmişlerdir. Bunun için de öncelikle,
insanî imkânlarını anlamayı, geliştirmeyi, gerçekleştirmeyi ve böylece önce kendilerini, sonra

12
da ailelerini ve toplumlarını dönüştürmeyi öğretmişlerdir. Tabii, Mevlana’nın çağlar üstü
çağrısı da hatırlanmalıdır.

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel”.

Mevlana, anlamlı bir hayat arayışında olanları, hayatı ve kendisini anlamak isteyenleri, kısaca
tüm dünyayı kendine katılmaya davet etmektedir. Hem de hiçbir ayrım yapmadan! Kendine
gelenlerin, yaklaşanların hakikate ve hayatın kaynağına yaklaşacağından ise hiç şüphesi yok
Mevlana’nın. Zira ona gelenler ışığın, hayatın ve aşkın kaynağına gelecekler. Işık ve aşk
onları değiştirecek ve dönüştürecektir. İnsan olmayı, mükemmel insan olmayı deneyecekler.

Mevlana’nın “mükemmel insan olma” sürecine davetine her gün yeni insanlar katılıyor.
UNESCO’nun çalışmaları da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Onun şiirleri bu nedenle çok
satıyor. Konya onu ziyarete gelenlerle dolup taşıyor. Mevlana ve çağrısına olan ilginin en
önemli nedeni hayatın ve ışığın kaynağına; mutluluğa ve gerçek hayata olan bir çağrı
olmasıdır. Mevlana herkesin kendinse sormadan edemeyeceği “en hayati soruya” cevap
vermede insanlara yardımcı olmaya, onlara yol göstermeye çalışmaktadır.

Tolstoy’un ifadesiyle “en aptal çocuktan en bilge ihtiyara kadar her insanın ruhunda var
olan” o ezeli soruya Mevlana doyurucu ve ikna edici cevaplar sunuyor. Tolstoy’a göre “onsuz
hayatın mümkün olmadığı soru” şuydu: “Bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyin sonucu ne
olacak, bütün hayıtımın sonu ne olacak?

Niçin yaşıyorum?

Niçin arzuluyorum?

Niçin çalışıyorum?

Hayatımda kaçınılmaz olan ölümle yok olmayacak bir anlam var mıdır?

Aslında bunlar hepimiz için hayati sorulardır. Er-geç kendimize sormamız,


yüzleşmemiz ve cevap vermemiz gereken sorular! Bu sorulara geçmişin büyük bilgelerinin
öğretileri yoluyla tutarlı ve anlamlı cevaplar bulmak zorundayız. Onların öğretilerinden ve
mesajlarından çok şeyler öğreneceğimiz kesin. Ama cevabımızın bize ait olma zorunluluğu

13
var: İnsanlığın ortak tecrübesinden ve hikmetinden beslenmiş, yararlanmış ama özgün bir
cevap. Mevlana’nı o görkemli ve umut dolu ifadesiyle: Bu gün yeni şeyler söylememiz lazım!

14
II. Konfüçyüs (MÖ. 551–479)

1.Hayatı

Konfüçyüs bugünkü Güneydoğu Shandong’taki Lu eyaletinde doğdu. Asıl adı “üstad”


anlamına gelen Kung-Fu-Tse’dur. Konfüçyüs’ün Latincesi bu kelimeden türetilmiştir ve
dilimizde bu şekliyle kullanılmaktadır.

Konfüçyüs sıradan bir insandı. Ailesi aristokrasinin en alt tabakasına mensuptu. Doğduğunda
ailesi ekonomik olarak zor günler geçiriyordu. Dahası, çok küçük yaşta yetim kaldı ve bir
kardeşi özürlüydü. Bundan dolayı Konfüçyüs bir genç olarak ailesinin geçimini temin etmek
için bir süre muhasebecilik yaptı.

Konfüçyüs’ün hiç okula gitmediği anlaşılıyor. Kendi kendini yetiştirerek, Çin’in en meşhur
öğretmeni, filozofu ve siyaset kuramcısı oldu. Bununla beraber bir gün fakirlikle ilgili şunları
söyledi:

“Mutlu olmak şartıyla fakir olmak; arkadaşları tarafından sevilmek şartıyla da zengin
olmak iyidir.”

“Ellerimi kendime yastık yaparak, sebze yiyerek ve sadece su içerek de hala


mutluyum.”

Mihver çağının diğer büyük şahsiyetleri gibi, Konfüçyüs’te ülkesi Çin’in sosyal çalkantıların
ve siyasi kargaşanın hüküm sürdüğü bu dönemde doğmuştu. Bundan dolayı, doğduğu eyaleti
terk ederek, sürgüne gitmek zorunda kaldı. Aslında, sadece erken dönem Çin’de değil, diğer
kadim kültürlerde de sürgün ve çile büyük şahsiyetlerin ve kahramanların ortak kaderiydi. Bu
bakımdan Konfüçyüs bir istisna değildi.

Konfüçyüs Lu’yu terk ederek, Wei, Chen, Cai ve Chu eyaletlerini gezdi. Öğrencileri de
üstatlarına refakat ediyorlardı. Kendisini istihdam edebilecek bir yönetici arıyordu. Başka bir
deyişle, kendisine iş arıyordu. Aradığı sempati ve destek yerine, ilgisizlik, ciddi sıkıntılar ve
tehlikelerle karşılaştı.

15
Yönetici sınıfın davranışlarından hayal kırıklığına uğrayan Konfüçyüs M.Ö. 484’te memleketi
Lu’ya geri döndü. Hayatının geri kalan kısmını öğrencilerini yetiştirerek ve klasikler üzerinde
çalışarak geçirdi. Geleceğin liderleri olacak gençleri eğiterek, dünyayı değiştireceğini
umuyordu.

Tıpkı Sokrates gibi geriye hiç kitap bırakmadı. Bununla beraber öğretisi sadık öğrencileri
tarafından derlendi ve Analektler olarak muhafaza edildi. Sokrates nasıl Batı dünyası için
felsefenin ve hikmetin babası olarak kabul ediliyorsa, Konfüçyüs de Doğuda felsefesin,
hikmetin ve zekânın babasıydı. Öğretilerinin muazzam etkisini Doğu ve Güney Doğu Asya da
hayatın her kesiminde hala görülmektedir.

Konfüçyüs musikiye tutkundu. Bir gün altmışaltı yaşındayken, efsanevi imparator Shun’un
tahta çıkışının yıldönümü kutlamaları esnasında geçiş dansının müziğini duydu. Bu muhteşem
musiki onun tüm benliğine nüfuz etti. Üstat konuşamıyordu. Adeta dili tutulmuştu. Kendine
geldiğinde: “Var olan müzikler içerisinde hiçbirinin bu mükemmelliğe ulaşabileceğini
tasavvur etmemiştim” dedi. Musikinin etkisi o kadar güçlüydü ki, üç ay boyunca başka
şeylerin tadının farkına bile varmadı. Bununla beraber Konfüçyüs’ün en büyük vurgusu
eğitim ve araştırma üzerineydi.

Konfüçyüs için araştırma ve öğrenmenin anlamı iyi bir hoca bulmak ve onun söz ve
hareketlerini aynen taklit etmekti. Öğrenci adayı “azimli ve yorulmaz olduktan sonra”
toplumsal seviyesi ne olursa olsun herkese öğretmeye hazırdı. “Öğrencilerine ahlak, güzel
konuşma, yönetim ve güzel sanatları öğretiyordu.”

Ayrıca “altı sanatı” iyice öğrenmenin önemini vurguluyordu: Ayin, musikî, okçuluk,
savaş arabasına binmek, güzel yazı ve hesaplama. Bununla beraber, düşünür, siyaset adamı,
eğitimci ve Çin düşüncesindeki Ru Okulunun kurucusu olan Konfüçyüs için en önemli ve
değerli olan ahlâktı.

Uygulamadaki yeteneklerine ve hikmet sahibi oluşuna rağmen, hükümette uygun bir görev
bulmada çok zorluk çekiyordu. Hâlbuki ahlâkî olmak şartıyla herhangi bir işi yapmaya
hazırdı. Ancak onurlu ve şerefiyle yapacağı bir iş bulamadığından, çalışmalarına devam
etmekten de mutluydu.

“Fakirlikten kurtulmanın herhangi bir fırsatı ortaya çıktığında, yeter ki yanlış yapmayı
içermesin, onu yapmaya hazırım. İsterse bu iş, kamçı tutma olsun. Ancak meşru ve uygun
olmayan bir işse, sevdiğim işe [öğretim] devam etmeyi tercih ederim.”

16
Konfüçyüs’ün tevazusu ve çok çalışkanlılığı herkes için güzel ve örnek bir davranış modeli
oluşturdu. Ayrıca ona sıradan insanları anlamanın derin kavrayışını verdi.

Çok erken yaştan itibaren kendini öğrenmeye verdi. Konfüçyüs kadim Çin’in bilinen ilk
profesyonel öğretmenidir. Siyaset adamı olarak başarısız olmasına rağmen, tüm dünyanın en
büyük öğretmenlerinden biri olduğundan kimsenin şüphesi yoktur. Çin’de doğmuş ve
yetişmiş dinler tarihi uzmanı Huston Smith’in sözleriyle “tıpkı Sokrates gibi Konfüçyüs’te tek
kişilik bir üniversiteydi.” Daha ilginci ise, öğretme yöntemi de Sokrates’inkiyle aynıydı.
Derslerinde daha çok “tarih, şiir, hükümet, nezaket, matematik, musiki, fal ve spor”
öğretiyordu.

Konfüçyüs büyük bir şevkle öğrenmeye çalışıyordu. Özellikle kadim kültür ve klasikler onun
hayranlığını cezp ediyordu. “Bilgili biri olarak dünyaya gelmedim. Kadim öğretileri
seviyorum ve büyük bir şevkle onları arıyorum” diyerek, tıpkı diğer birçok benzerleri gibi
ilim öğrenmede şevke, arayış ve kararlılığın altını çiziyordu.

Hudson Smith’ e göre “eğer iktidarda olanlara taviz verseydi güç ve servet sahibi olabilirdi.”
Bununla beraber, Konfüçyüs dürüstlüğü tercih etti ve tercihinden dolayı da hiçbir zaman
pişmanlık duymadı.

Konfüçyüs’ün öğrencileri ile olan tartışmaları daha öncede ifade edildiği gibi ölümünden
sonra Analektler olarak derlendi ve eser onun felsefesinin ve görüşlerinin bir özeti
niteliğindedir.

Konfüçyüs kendisini büyük bir âlim olarak takdim etmek yerine sürekli öğrenme açlığı
içerisinde olan biri olarak takdim eder. Bundan dolayı da Plato ve Aristoteles gibi hayatın ve
toplumun sistemli bir kuramını inşaya girişmez. Talebelerine nasihati: “Kendileri için
derinlemesine düşünmek ve bıkmadan-usanmadan dış âlemi incelemek” idi.

Bir gün öğrencileri büyük üstatlarının bilgisine olan derin hürmetlerinden dolayı, onun
çalışmalarını nasıl yaptığını ve bu bilgiyi nasıl elde ettiğini merak ettiler. Üstadın cevabı:

“Eskiden tek başıma oturur bu veya şu, etrafımdaki şeylerle ilgili düşünürdüm. Bazen
yemek ve uyku zamanlarımı bile unuturdum. Buna rağmen çok az şey elde ettim. Daha sonra
elime geçen her şeyi okumaya başladım. Ancak yine çok büyük bir değişim meydana
gelmedi. Sonuçta, beynimi kullanmadan okumanın faydası olmadığını anladım. Diğer yandan
düşünme gerçeklikten kopuk olarak yapılırsa ve okumaya da yeterli önem verilmezse, insan
okuduğu ve karşılaştığı şeylerin çokluğu karşısında şaşırabilir. Bundan dolayı kişi, düzenli ve
sürekli olarak okuduklarını gözden geçirmeli ve okumayı düşünme ile birlikte yapmalıdır.

17
Böylece öğrendiği kuramları düşüncesini yönlendirmede kullanma ve karşılaştığı sorunları
tahlil etmeyle ilerleme kaydedilebilir.

Konfüçyüs, hayatının son beş yılını sakin bir şekilde öğretime devamla ve klasikleri gözden
geçirmeyle geçirdi. M.Ö. 479’da vefat ettiğinde yetmiş üç yaşındaydı. Ölümü öğrencileri için
büyük bir üzüntü kaynağı oldu ve onun için yas tuttular. Bazıları ise mezarının civarını
mesken tuttu ve üç yıl boyunca buradan ayrılmadılar. Sadık talebeleri, üstatlarının tüm
öğretisini ve felsefesini kayda geçirerek bizlere ulaştırdılar.

Analektler Doğu Asya toplumları için binlerce yıldır bir ilham ve rehber kaynağı olma
niteliğini hala sürdürmektedir. Dahası, Büyük Üstat’ın öğretisini ve eserlerini araştırmayan
ve öğrenmeyen biri ahlaki olarak doğru veya aydınlanmış kabul edilmez.

Ünü tüm Çin’e ve Güney Doğu Asya’ya yayıldıktan sonra, tarih boyunca “on binlerce nesil
için üstat ve model” olarak kabul edildi. Huston Smith bize şunları söylemektedir: “Son
zamanlara kadar geçmiş bin yıllar boyunca Çin’li öğrenciler her sabah sınıflarında büyük
üstadın adına düzenlenmiş köşedeki bir kitabe karşısında ellerini birleştirerek kaldırırlar”.

Hemen hemen her Çinli öğrenci onun sözleri üzerinde saatlerce düşünür ve bu sözlerin “Çinli
zihin yapısının” bir parçası olmasını sağlamaya çalışır. Dahası, Konfüçyüs’ün tarih boyunca
Çin hükümetleri üzerindeki etkisi hatırlanınca, Konfüçyüs’çülük “tek başına tarihteki en
büyük entelektüel güç” olarak kabul edilmiştir.

2. Konfüçyüs’ün Öğretisi

Kâinat ve Tabiat

Konfüçyüs’e göre tabiat her şeyin kaynağıdır. Bu nedenle tabiatı büyük bir dikkatle
araştırmalı ve anlamalıyız. Böylece, benliğimizi ve bilincimizi aydınlatacak ve bizi ahlakî bir
hayata yönlendirecek hikmete ulaşabiliriz. Sokrates de Konfüçyüs’ün izinden giderek,
“gerçek bilgi her tür erdemin ve moral değerin” kaynağıdır diyecektir. Tabiatın işleyişindeki
temel ilke ise bir cümlede özetlenebilir: “Tabiat, kendisi dışında ve üstünde başka bir neden
olmadan kendi başına varolmuştur.”

18
Konfüçyüs’ün tabiat anlayışını daha iyi anlamak için konuyu bütüncül ve kapsayıcı bir bakış
açısıyla ele almalıyız.

“Tabiat geniş, derin, yüksek, zeki ve sonsuzdur. Önümüzde görünen gök, sadece
parıldayan ve aydınlık noktadan ibarettir. Ancak ölçülemez enginliğinde ele
alındığında ise güneş, ay, yıldızlar ve takımyıldızları tabiatın içerisindedir. Her şey
onun şemsiyesi altındadır. Başka bir ifadeyle tabiat tıpkı bir anne gibi her şeyi bağrına
basar.”

Gözümüzün önündeki yere bakarsak, bir avuç toprak olarak görürüz. Ancak bütün derinliği ve
boyutuyla ele alınınca gücünden hiçbirşey kaybetmeden güçlü Himalaya Dağlarını besler.
Nehirler ve denizler sürekli ona karşı akar ve hiçbir eksilme olmaz.
Dağlar bize sadece kayalardan meydana gelmiş bir kitle olarak görünür. Ancak tüm enginliği
ile ele alındığında, çimenler ve bitkiler onun üzerinde yetişir; kuşlar ve hayvanlar onun
üzerinde yaşar, tüm değerli taşlar onda bulunur.
Su bize bir kepçe dolusu sıvı olarak görünür. Ancak dipsiz derinliği ile ele alınınca en büyük
denen hayvanından, balıklara, sürüngenlere birçok canlıyı barındırır.
Deniz ve nehirler daha birçok ürünle doludur”.

Böyle bir tabiat karşısında Konfüçyüs’ün duyarlı ve erdemli bireyden istediği ilk davranış üç
boyutlu bir hayret ve huşu duygusudur:
Göklerin iradesi karşısında hayret ve huşu
Büyük insanlar için hayret ve huşu
Azizlerin sözleri için hayret ve huşu duymak
Kısaca, insanın tabiata karşı temel davranışı hayret ve huşu olmalıdır. Büyük Üstat: “gizli
olandan daha açık bir şey yoktur. Çok küçük ve dakik olandan daha zahir olan bir şey yoktur.
Bundan dolayı, üstün insan yalnız da olsa hep kendini gözetir; dikkatli olur.” Bundan dolayı
da tabiatı büyük bir dikkatle incelemek ve her şeyin canlı, hareketli, anlamlı olduğu
“kâinattaki moral düzeni” keşfetmek en önemi görevimiz olmalıdır.
Mevlana’nın düşüncesinde de yankılanacağı gibi kâinatta tüm insanlığı da kuşatan bir
moral düzen vardır. Makro kozmostaki moral düzen araştırılmalı, saygı ile incelenmelidir.
İnsan makro kozmosun tam ve küçük bir kopyası, mikro kozmos olduğunu ortaya
çıkarmalıdır. Ve moral düzenin her ikisini nasıl idare ettiğini de keşfetmelidir. Metafizikten
çok ahlak, fikri birikim; edimlerden çok moral değer tavsiye edilmelidir.”

19
Tabiat, tıpkı anlamlı bir kitap gibi hikmet doludur. Bu kitabı öğrenmek ve anlamak
zorundayız. Tabiatı anladıktan sonra anlamlı ve ahlâkî bir hayat geliştirebiliriz. Bu da
“evrensel moral düzenin” bir örneğinden başka bir şey değildir.

Chung Yung’un altığını çizdiği gibi: Kaba-saba bir insanın hayatı, aslında evrendeki moral
düzene terstir. Bunun anlamı, herşeyin anlamlı ve yerli yerinde olduğu bir âlemde, insanın
başıboş olamayacağıdır. Bundan dolayı da, tabiatı bir kitap gibi okuyarak, ondaki manevi
düzeni yakalamak bir insanın ulaşabileceği en yüksek makam olmalıdır. Sıradan aptal insanlar
çevrelerindeki mana dolu bu âlemi görmezken; yüksek ruhlar gördükleri ile yetinemez, hep
daha ilerisine bakarlar. Görünürlerin arkasındaki anlamı yakalayama çalışırlar. Evet, herkes
yer içer. Ancak yediklerinin ve içtiklerinin tadını ve değerini bilip takdir edenler azdır.

Konfüçyüs’ün işaret ettiği ve bizlere göstermeye çalıştığı âlemdeki muhteşem düzenle insan
olma, moral değerleri keşfetme arasındaki ilişkiyi en iyi kavrayanlardan biri ünlü Alman
filozof ve aydınlanma felsefesinin babası Immanuel Kant’tır. (1724–1804). Tıpkı
Konfüçyüs gibi o da içinde yaşadığımız makro kozmos karşısında hayretler
içerisindedir:

Üzerinde düşündükçe iki şey, aklımı gittikçe yenilenen ve artan bir hayret ve takdirle
doldurmaktadır:

Birincisi, üzerimdeki yıldızlarla dolu muhteşem gök kubbe;


İkincisi, bizzat kendi içimdeki ahlaki vicdan (moral kanun)...

Bunlardan birincisi, benim en yakın çevrem olan duyular dünyasında işgal ettiğim hemen
kendi etrafımdan başlayıp dünya içinde dünyalar, sistem içinde sistemlerin sınırsız
büyüklüğünde ve bütün bunların düzenli hareketlerinin sonsuz zamanlarında bulunduğum
bağlamına, başlangıçlarından devamlarına kadar uzanmaktadır.

İkincisi ise, benim görünmeyen benliğimden ve şahsiyetimden başlayıp gerçek bir sonsuzluğa
sahip: ancak, sadece tecrübe sınırları içerisinde bilinebilen bir dünya içerisindeki beni
sergilemektedir.

Yine bunlardan... birincisi, hayvani bir varlık olarak benim önemimi adeta ortadan
kaldırmakta, ve bu yön itibariyle bu gezegenden aldığı maddeyi yine ona iade etmektedir...

Ancak bunun aksine ikincisi ise, ahlaki vicdanın, bütün hayvani varlık düzeyinden ve hatta
bütün duyusal yaşantıdan bağımsız olarak ortaya koyduğu bir hayatın sergilediği şahsiyetimin
sahip olduğu fikri yön itibariyle benim önemimi sonsuz bir şekilde artırmaktadır.

20
İnsanın kâinatı ve kâinatın içerisinde kendi yerini ve anlamını anlaması bu nedenle çok
önemlidir. Kendini bilen ve anlayan bireyden bahsediyoruz. Bu geleneğin büyük
üstadlarından Mencius (M.Ö. 371-289), insanın Göğe karşı kendini tanımasını ve bundan
çıkarması gereken sonuçları çok özlü olarak ortaya koyar:
“Bir insana kalbini tam olarak kavrama/anlama imkânı verilirse, kendi
doğasını tam olarak anlayacaktır.
Kendi doğasını bilen bir insan Göğü de bilecektir.
Kalbini tutmakla ve doğasını yetiştirmekle Göğe hizmet etmektedir.
İnsan ister genç biri ve isterse erdemli yaşlı biri olarak ölsün, amacının
kararlılığında hiçbir değişiklik yapmaz. Mükemmel bir karakter ve
metanetle başına gelecekleri sağlam bir şekilde bekler.”(Adler)

Konfüçyüs’ün öğretisini anlamaya çalışırken şunu unutmamak lazım: Devleti


oluşturan bireydir. Birey önce ailesine, sonra da devlete karşı sorumluluklarına öncelik tanır.
Kendi kişisel çıkarlarını ikinci plana iter. Böylece “hakların öncelendiği Batı bireyselciliğine
alternatif, sorumluluk ve ödevlerin öne çıktığı bir birey anlayışı ile karşı karşıyayız.
Dikkat çeken nokta, bu felsefenin “ilişki-temelli” bir felsefe olmasıdır (Adler). Burada önemli
olan bireyin toplumsal ilişkiler ağında ve kültürel çevrede saygı ve sorumluluk duygusuyla
hareket etmesidir. Daha doğrusu insan hayatının anlamlı olabilmesi veya
anlamlandırılabilmesi ancak toplumsal bir bağlamda mümkün olabilmektedir. Bu şu şekilde
ifade edilmiştir:
Eskiler, erdemin ışığıyla ortalığın aydınlanması için önce devlet işlerini
yoluna koyarlardı, devlet işlerini yoluna koymak için önce ev işlerini
yoluna koyarlardı, ev işlerini yoluna koyabilmek için önce kendi
kendilerine çeki düzen verirlerdi, kendi kendilerine çeki düzen verebilmek
için önce kendi içlerindeki düzeni yoluna koyarlardı, kendi içlerindeki
düzeni yoluna koyabilmek için önce düşüncelerini yoluna koyarlardı,
düşüncelerini yoluna koyabilmek için ise önce bilgi eksikliklerini
giderirlerdi.( Störig )

Burada bir kez daha ahlaki hayatın tabiattan devşirildiğine tanık oluyoruz. Evet, insan
anne-babasına saygıda kusur etmemelidir. Zira onun fiziki varlığının nedeni anne-babasıdır.
Aynı mantıkla hareket edersek bizim ve anne-babamızın varolması ancak tabiat âlemindeki
düzen sayesinde mümkündür. Tabir yerinde ise tabiat tıpkı bir anne gibi bizi besleyip,
büyütmekte ve her ihtiyacımızı karşılamaktadır. Biz tabiatın bir parçasıyız ve hayatımızın
devamı tabiata bağlıdır.
Başka bir ifadeyle:
“sadece ve sadece tamamen özgün olanlar doğalarını tam olarak geliştirebilirler.

21
Eğer doğalarını tam olarak geliştirebilirlerse, başkalarının da doğalarını
geliştirebilirler.
Eğer başkalarının doğasını tam olarak geliştirebilirlerse, diğer varlıkların da doğasını
geliştirebilirler.
Eğer başka varlıkların doğasını tam olarak geliştirebilirlerse, işte o zaman Göğü ve
Yeri değiştirme ve geliştirme sürecinde yardımcı olabilirler.
Eğer Göğün ve Yerin değişme ve gelişme sürecine yardımcı olabilirlerse, o zaman
Gök ve yerle beraber bir üçlü oluşturabilirler.” (Joseph A. Adler)
Harvard Üniversitesi tarih bölümünden Profesör Tu Weimeng Konfüçyüs ve Çin tarihi
hakkında büyük bir otorite olarak kabul edilir. Mesleğinin hatırı sayılır bir bölümünü
Konfüçyüzmü incelemek ve anlamaya; bu kadim geleneğin öğretilerini çağdaş bir bağlamda
yeniden anlamlandırmaya ve canlandırmaya adamış.
Konfüçyüs’ün değerlerinin çevre sorunlarını da ihtiva edecek şekilde yorumlayan ilk
kişidir. Mayıs 1995’de Harvard Üniversitesinde kendisini bizzat dinleme fırsatı buldum. Daha
sonra Güney Afrika’da yeniden dinledim. Aydınlanma ve Batı felsefesine yönelttiği eleştiriler
ufuk açıcıydı. Konfüçyüs ve Doğu hikmetiyle ilgili değerlendirmeleri ise hepimizi fikren
zenginleştirmiştir. Israrla vurguladığı nokta: Konfüçyüs’çü âlem anlayışının bir çevre ahlakı
oluşturmamızda bize gerekli ahlaki zemini temin edebileceğiydi. Bu iddiasını desteklemek
için Büyük Öğretiden şu alıntıyı yaptı:
“Evrenle bir beden oluşturmanın harfi anlamı şudur: varoluşun tüm
biçimleri (modalities) ch’i’den meydana geldiğinden insan hayatı kozmik
süreci meydana getiren kan ve soluğun sürekli akışının bir parçasıdır.
İnsan, böylece, kayalar, ağaçlar ve hayvanlarla organik olarak (ortak bir)
bağa sahiptir.”( Störig )

Klasik Çin düşüncesinde önemli olan “ev” ve “aile” iken, Neo-Konfüçyüsçülüğün


yeni yorumcuları, “dünyayı” evimiz olarak tanımlayarak, ev imgesine yeni bir boyut
kazandırmışlardır. Zira evimizin dirliği, düzeni ve iyiliği dünyamızın iyiliğine ve sağlıklı
olmasına bağlı olduğunu “ev bilimi” olan Ekoloji Bilim ortaya koymaktadır. Ancak Neo-
Konfüçyüs düşüncesinin “ev imgesi” bağlamında insan-doğa arasında kurduğu “organik”
ilişkinin kökleri çok daha derinlere uzanmaktadır. Kısaca, tüm varlıklar arasında ortak bir
akrabalık oluşmaktadır. Görüldüğü gibi insan-doğa arasındaki otantik ilişki “aile/ev halkı”
imgesi üzerine kurulmaktadır. Akraba ilişkileri ise Konfüçyüs diskurunda tüm insan
ilişkilerinin temel modelini oluşturmaktadır. Bu akraba ilişkilerinin insan dışındaki diğer doğa

22
varlıklarını içerecek şekilde genişletilmesi ise en iyi ifadesini Neo- Konfüçyüsçü düşünür
Chang Tsai’nin (1020-1070) şu sözlerinde bulmaktadır:
Gök babam, Yer ise annemdir. Çok küçük bir varlık olmama rağmen onların
ortasında çok candan bir yer bulmaktayım. Bundan dolayı evreni dolduran her
şeyi bedenim ve evreni yönlendiren her şeyi de doğam olarak kabul edeceğim.
Tüm insanlar biraderlerim ve kız kardeşlerim, tüm varlıklar da
arkadaşlarımdır.(age)

Tabii burada doğal olarak şöyle sorulabilir: İnsan ile doğal nesneler arasındaki ilişki
nasıl bir ilişkidir? Ailenin fertleri arasında bir kan bağı söz konusu iken, kaya ve ağaçlarla
nasıl bir bağ söz konusu olacaktır? Bunlar meşru sorulardır. Bununla beraber Neo-
Konfüçyüs’çülüğün temel kavramlarında biri olan ch’i (hayati enerji) anlaşıldığında, insan-
doğa arasındaki akrabalık bağı daha da netleşecektir. Chang Tsai’nin de belirttiği gibi, ch’i
kavramı “doğa ile akrabalığın” felsefi temelini oluşturmaktadır: “İnsanlık ailesinin bir üyesi
olarak insan (jen) diğer her şeyle herhangi bir farklılık olmadan bir beden oluşturur”(Adler).
Buna da ortaklığın organik boyutu denilebilir. Tu Weiming’in ifadesiyle:
“Evrenle bir beden oluşturmanın harfi anlamı şudur: varoluşun tüm
biçimleri (modalities) ch’i’den meydana geldiğinden insan hayatı kozmik
süreci meydana getiren kan ve soluğun sürekli akışının bir parçasıdır.
İnsan, böylece, kayalar, ağaçlar ve hayvanlarla organik olarak (ortak bir)
bağa sahiptir.”(age)

Bununla yetinmez Tu Weiming ve bazı somut örnekler sunar:

Kuyuya düşmek üzere olan bir çocuk gördüğümüzde hemen telaşa kapılır;
çocuğa karşı merhamet ve şefkat hissederiz. Bu örnek bizlere
insanlığımızın (ren) çocukla bir beden oluşturduğunu gösterir. Buna
çocukla aynı cinse mensup olduğumuz şeklinde itiraz edilebilir. Ancak,
yine kesilmek üzere olan kuşların ve hayvanların acıklı seslerini
duyduğumuzda onların acısını giderememenin acizliğinin verdiği duyguyu
hissederiz. Bu da insanlığımızın kuşlar ve hayvanlarla bir beden
oluşturduğunu gösterir. Buna da kuşların ve hayvanların bizler gibi duygu
sahibi varlıklar olduğu şeklinde itiraz edilebilir. Ancak, ağaçların kırıldığı
ve tahrip edildiğini gördüğümüz zaman yine bir acıma ve üzüntü hissini
engelleyemeyiz. Bu da insanlığımızın bitkilerle bir beden oluşturduğunu
gösterir. Buna da bitkilerin bizler gibi canlı olduğu söylenebilir. Hatta çini
ve taşların kırıldığını ve parçalandığını gördüğümüzde bile bir üzüntü
duygusunu engelleyemeyiz. Bu da insanlığımızın çini ve taşlarla bir beden
oluşturduğunu gösterir.(age)

Görüldüğü gibi Konfüçyüs felsefesine ilgi sadece bir nostalji ve romantizmden


kaynaklanmamakta, aksine bazı pratik yönleri de içermektedir.

23
Görüldüğü gibi sorumluluklarımız tabiat âlemini ve ötesini de içermektedir. Başka bir
ifadeyle, sadece “kendimize, ailemize, topluma ve devlete karşı değil, tüm kâinata karşı
sorumluluklarımız” bulunmaktadır.
Prof. Tu Weiming’a göre, insanlarda çevre bilinci ve duyarlılığı oluşturmak için bu
anlayış önemli mesajlar içermektedir. “Bunları ifade ederken, Asya kıtasındaki devasa çevre
sorunlarının elbette ki farkındayım” diyor Weiming. Ancak ona göre, Asya’da tanık
olduğumuz çevre sorunlarının nedeni Konfüçyüs’çü değerler değildir.
Tam tersine, çevre sorunlarının nedeni Avrupa merkezci zihniyetin kalkınma hırsı ve
arzusudur. Kalkınma için her şeyi meşru ve mubah gören bu anlayış, diğer birçok sorun
yanında çevre sorunlarına da neden olmuştur. Bu nedenle günümüzde bu anlayışın yerini
“sürdürülebilir kalkınma” anlayışına bırakmıştır.
Çağdaş bilimsel dünya görüşünün Batının ürünü olduğu doğrudur. Bu Batılı dünya
görüşünün etkilerini dünyanın her yerinde görmek mümkündür. Doğu Asya ve İslam Ülkeleri
de buna dâhildir.
S.Hüseyin Nasr da, Tu Weiming’i doğrulamakta ve desteklemektedir. Ona göre
Müslüman ülkelerindeki çevre tahribatının en büyük nedeninin Batılı kalkınmacı ve pozitivist
zihniyete sahip Müslüman idareciler ve teknokratlardır.
Nasr’a göre, İslam dünyası bir bütün olarak İslami değildir. Dahası İslami olarak
bildiğimiz birçok şey, geçen yüzyılda Müslümanlar tarafından belli bir mükemmellikte veya
beklide eksik bir şekilde denilmeli, benimsenmiş ve taklit edilmiş Batı kültür, bilim ve
teknolojisi tarafından perdelenmektedir.
Bu bağlamda Prof. Weiming Asya’ya “Avrupa’nın ötesinde, kendi geleneksel
değerlerine dayanan sembolik kaynaklara bakmayı” teşvik etmektedir. İşte tam da bu
bağlamda Konfüçyüs ve Mevlana’nın bazı temel görüşlerini incelemek; bunların günümüz
için taşıdığı anlam ve önemi gündeme gelmekte ve dikkatimiz çekmektedir.

Konfüçyüs’çü Değerler

Konfüçyüs ahlakının “anahtar” kavramları genellikle “sevgi” olarak tercüme edilen


“Jen” iyilik, insanilik, doğruluk, töreye bağlılık, bütünlük ve kardeşlik olarak özetlenebilir.
Başka bir ifadeyle:
- Başkalarını sevme
- Anne-babaya hürmet

24
- Çıkarına olanı değil de, doğru olanı yapma
- Başkalarının kendisine yapmasını istemediğini başkalarına yapmama
- Güç ve şiddet yerine, hal ve hareketleriyle iyi örnek oluşturarak idare etme
İşte “bu temel değerler” tarihselliğe, değişimlere ve çalkantılara meydan okuyarak bir dünya
görüşü oluşturmuştur. Bu dünya görüşü ise:
- Dinamik bir kamoloji bağlamı ya da değişen bir âlemde denge ve ahengi esas alan
bir dünya görüşü.
- Bireyin birbirinin içine geçmiş halkalar misali, âlem, insan ve ailesiyle ahlaki
ilişkisi ve sorumluluğu.
- Geçmiş, mevcut ve gelecek nesilleri de ihtiva edecek şekilde ailenin önemi.
- Yaşlılara ve öğretmenlere sadakat ve saygının önemli olduğu hiyerarşik toplumsal
sistem.
- Bireyi yetiştirme ve mükemmelleştirmede, toplumu zenginleştirmede ve siyasal
düzene katkı yapmada eğitimin anahtar rol oynaması.
- Büyük sayıda insanları yönetmek için devletin siyasi bürokrasiyi kurması.
- Medeniyetin devamı ve ahlakî sağlamlık için tarih ve geleneğin değeri.

Kısaca, modern bilimsel dünya görüşünün aksine, Konfüçyüs’çü değerler “değişim


içinde ahengi” destekler. Birçok çevreci için sadece bu “ahenk içinde yaşama” bile tabiatı
kendi başına değerli ve önemli görme ve insanın tabiata karşı olan sorumluluğunun önemini
anlamak için yeterlidir.
Bu dünya görüşüne daha yakından bakıldığında “dört anahtar unsur” tarafından
belirlendiği görülür:
1. İnsan merkezli bir bakış açısından çok kainat-merkezli bir bakış açısı
2. Varlığın devamlılığını ifade eden organik bütünlük
3. Maddi gücün dinamik canlılığı
4. İnsanı ve tabiatı kucaklayan içerici bir ahlak sistemi

Konfüçyüz konusundaki çalışmaları ve uzmanlığı ile tanınan Mary E. Tucker bu kavramları


açıklamaya çalışır. Buna göre “kâinat merkezli” kavramıyla belirleyici ve yönlendirici güç
olarak “gök”, yer (tabiat) ve insanların birlikteliğine vurgu yaparız. Bu ilk dönemden son
döneme kadar Konfüçyüs’çü düşünce sisteminin özünü ve temelini oluşturan bir düşüncedir.
“Organik bütünlük” kavramıyla kâinat birleşmiş, birbirine bağımlı ve birbirine nüfuz
etmiş canlı bir varlık olarak görülür. Her şey her şeyle ilişki halindedir. Makro kozmos ve

25
mikro kozmos kavramlarının Çin kozmolojisinin özü olmasının nedeni de budur. Gerçekliğin
birbirine bağımlı oluşu baş elementin mevsimler, yönler ve erdemlerle olan ilişkisinde
görülebilir.
Bu tür bir sınıflandırma M.Ö. 3. yüzyılda başladı ve Değişimler Kitabında etkisini
gösterdi. Bu tür holizmin (bütüncülüğün) en belirleyici özelliği kâinatın ve varlığın ötesinde
yaratıcı bir Tanrı fikrinin olmamasıdır. Çin düşüncesi Prof. Tu’nun “varlığın sürekliliği”
şeklinde ifade ettiği kâinattaki değişim ve dönüşümle ilgilenmiş ve bunun ötesine ise pek ilgi
duymamıştır.
Merhum Hocam Prof. Dr. Günay Tümer’e göre Konfüçyüs “her ne kadar bir ahlâk
eğitimcisi olarak gözükse de onun diğer bir yönü devrinin dinî âyin ve törenlerine önem
vermesi, her şeyi idare eden bir ilâhî inayete büyük bir bağlılık göstermesi idi. O, Göğün
Rabbi anlamında Tien denilen bir Yüce Varlıkla irtibatlı bulunduğundan bahsetmişti”. Buna
göre “Tien, insanlar ve bütün varlıkların kaderini tayin eden kudrettir.” (Tümer-Küçük).
“Dinamik canlılık” varlığın birliğinin en temel niteliği ifade eder. Bu da kâinatın
maddi gücü oluşturan Ch’i’yi gösterir.
Bu da, kâinatın birleştirici birazda tutucu olup, insan-tabiat arasındaki karşılıklı
muazzam durumu ifade eder. Materyal güç (ch’i) hayatın temel maddesi olarak, kâinattaki
değişim ve dönüşüm sürecinin de temelini oluşturur. Konfüçyüs metinlerde çok sık kullanılan
“üreme ve yeniden üreme” kavramları tabiattaki yaratıcı yönü ifade eder.
Kâinattaki sonsuz hareketin tanınması ve kabul edilmesi, tabiatın sürekli hayat
bahşeden üretkenliği üzerindeki derin tefekkürün sonucudur. Dahası, bu çok karmaşık bir
duyarlılığa da neden olur: Değişim, mineral, bitki, hayvan ve insan, tüm hayat sistemleri
ağının sürekliliğinin ve birbirine bağımlı olmasının temeli olması.

Son olarak, dönüşümü insanın kendi hareketlerine uyum haline getirmesi gerektiği yaratıcı
hayat sürecinin en açık-seçik ifadesi olarak kutsar. Dahası, insan “kozmik sürecin bitmez-
tükenmez canlılığı” üzerine kendi hayatını şekillendirmelidir. Bir kez daha, insanın ahlaklı bir
hayat sürmesi, kozmik âlemdeki düzen ve dengenin sonucu olduğu açık ve net olarak ortaya
konur. Mikro âlemdeki düzenin esası, makro âlemdeki düzendir.
John Huxley’in ifadesiyle “tabiat bir mekanizma değil, bir süreçtir.” Bundan dolayı da,
“insan tabiat içerisindeki konumunu belirleyebilmek için, onun bu süreçte işgal ettiği durum
ve mevkisini keşfetmemiz gerekir. Onun rolünü ve görevini belirleyebilmemiz için, sadece
tabiatı değil, insanın içerisinden çıktığı süreci de anlamamız gerekir. Bu keşif bilginin
birliğiyle ilgili yeni keşiflere götürecektir.

26
Bu kavrayışın bir sonucu olarak modern tabiat anlayışımızı on yedinci yüzyıldan bu
yana belirleyen Kartezyen düalizm kaybolacaktır. İnsanlar ise “biyolojik-tarihsel-ahlakî
varlıklar olarak, herşeyin birbiriyle karmaşık ilişkiler içerisinde olduğu evrendeki yerlerini
alacaklardır. Prof. Arthur Kane Scotte göre bilimdeki son gelişmeler de bu tezi
desteklemektedir. “Hubble teleskopunun bize sağladığı ve sunduğu resimler ile Einstein,
Heisenberg ve Bohr’dan bu yana modern fiziğin kesifleri Descartes, Bacon ve Newton’un on
yedinci yüzyıldan bu yana çizdiği mekanistik-dualistik- indirgemeci alem anlayışından
tamamen farklı bir anlayışı bize sunmaktadır.”
A.N. Whitehead’in de altını çizdiği gibi “tabiat sessiz, kokusuz, renksiz mat bir ilişki
değildir: sadece sonsuz olarak anlamsız olarak acele ile akıp giden maddenin akışı da
değildir.” Dahası, “duygusuz ve anlamsız” bir âlemde yaşamıyoruz.
Konfüçyüs’çü değerlerin bizi nasıl dönüştürdüğünün ve dönüştürebileceğinin güzel bir
örneğini Pekinli eski Marksist düşünür Feng Youlan’da (1895-1990) görmek mümkün.
Youlan, Marksizm’in hayatı mücadele olarak gören anlayışına olan bağlılığını terk ederek,
sadece “insanlar arasında değil, toplum ve tabiatta da denge ve uyumu” vurgulayan
Konfüçyüs’çü anlayışı benimsememiştir.
Feng’in Zhing Zai’nun (1010-1077) uyum felsefesine dönüşü, Çin Halk
Cumhuriyetinin kuruluşundan önce benimsediği Marksist düşüncelerden bir kopuşu işaret
eder. Ching Zai’nin Western Inscription: (Batı Yazıları) şunu ifade eder:

Gök babamdır, yer ise annem. Çok küçük bir yastık olmama rağmen onların ortasında
özel bir yer bulurum.
Bundan dolayı kâinatı dolduran her şeyi bedenim ve kâinatı yönlendiren her şeyi de
tabiatım olarak kabul ederim.
Bütün insanlar erkek ve kız kardeşlerim ve bütün varlıklar ise arkadaşlarımdır.

Prof. Tu’ya göre Batı Yazıları “Neo-Konfüçyüzmün Gök, Yer ve İnsanlığın birliğini ifade
eden kâinat merkezli vizyonunu ifade eden en temel metni” olarak kabul edilebilir.
Aynı şekilde, Ferg insanın kendisini gerçekleştirmesinin en yüksek mertebesi olarak
“Gök ve Yerin ruhuyla” kendisini bütünleştirmesini görür.
Tucker’in ifadesiyle “insan hayatı ve kültür, tabiatla bir süreklilik olarak görülür”.
Aslında Han Döneminin önde gelen Konfüçyüs düşünürlerinden Turg Ch’ung-shu (MÖ. 179-
104)’nun şu sözleri bu durumu çok güzel özetlemektedir:

27
“Gök, yer ve insanlar tüm varlıkların temelidir.
Gök onlara hayat verir, yer onları besler, insanlar ise onları tamamlar.
Gök onlara daha doğumda kardeşçe bir sevgi verir: yer ise onlara yiyecek ve giyecek
sağlar: insanlar ise bunu ibadet ve müzikle tamamlar.
Her üçü de tıpkı el ve ayak gibi bedeni meydana getirmek için bir araya gelenler.
Hiç biri diğeri olmadan olmaz”.
Konfüçyüs’çü bir anlayışa göre, birey tek başına değil, içinde bulunduğu ilişkiler
ağına göre anlam kazanmaktadır. Bundan dolayı da bir çevre ahlakı oluşturmak için muhtaç
olduğumuz “ortak iyi” için Konfüçyüs geleneğinde güçlü destek bulmak mümkündür.
Öyle anlaşılıyor ki, Batı medeniyeti bireyin önemini vurgulamak için, bireyin hak ve
özgürlüğüne daha çok vurgu yapmıştı. Konfüçyüs’çü gelenek ise, ortak grup veya topluluğun
önemini öne çıkarır.
Böylece bireyden çok “ortak iyi” öne çıkarılır. Bu anlayışa göre, ortak bir amaç için
bencillik ve fedakârlık birbirini karşılıklı olarak içermez ve haklardan çok sorumluluklar
vurgulanır. Sürdürülebilir topluluklar oluşturmak için bu tür toplumsal değer sistemi bir
zorunluluktur.
Sonuç olarak, Konfüçyüs’çü düşüncenin çağdaş yorumuna göre insan ve doğa
arasında bir ayırım ve dolayısıyla insanın kendine ve doğaya yabacılaşması sorununun
olmadığı görülmektedir. Dahası, bu felsefe geleneği insana öncelikle özünü, daha sonra da bir
parçası olduğu doğayı “doğru” olarak tanımayı önermektedir. Bunun sonucu ise, insan-çevre
ilişkisi karşılıklı hak ve sorumluluklardan çok, karşılıklı “saygı” üzerine temellendirilir. İnsan,
üyesi olduğu aileye karşı sevgi ve saygıyla yükümlü olduğu gibi, üyesi olduğu “Gök, Yer ve
binlerce varlığa” karşı da sevgi ve saygı temelli bir davranış geliştirmelidir.

Aile
Konfüçyüs’ün ailenin sürekliliğine yaptığı vurguda geçmiş atalara ve gelecek nesillere
karşı büyük bir ahlakî sorumluluk bulunmaktadır. Bu anlayışta, ahlakî bağlamda çevreye ve
gelecek kuşaklara karşı toplumsal bir sorumluluk imkânı bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle,
Konfüçyüs’ün ailenin devamlılığına (dedelerden-torunlara) yaptığı vurgu bizlere farklı bir
ahlaki perspektif kazandırabilir. Bu da “sağlıklı bir çevrenin muhafazasında nesiller arası
sorumluluk” duygusudur. Bundan hareketle, sınırsız kalkınma ve kontrolsüz tüketim
sınırlandırılabilir.
Konfüçyüs’çü hiyerarşik toplum sisteminde, doğal dünyadaki biyolojik sıra düzeni
kavramı insanı da kapsayacak şekilde genişletilebilir. Bu anlamda, yaşlılara, öğretmenlere ve

28
bizden önce gidenlere karşı saygı da, insanı önceleyen ve onu yakından ilgilendiren karmaşık
ekolojik sistemleri içerecek şekilde genişletilebilir. Böylece biyolojik çeşitlilik bir değer
olarak görülebilir. İnsanın, varoluşunu sürdürmek için diğer hayat formlarına olan tam
bağımlılığı bu senaryoda vurgulanabilir. Böylece “sadakat” kavramı insanlararası ilişkilerden,
tüm tabiat âlemini ihtiva edecek şekilde genişletilmiş olur. İnsan ailesine, komşusuna ve
birlikte yaşadığı insanlara karşı “sadakatle” yükümlü olduğu gibi, gezegenimizde birlikte
yaşadığı tüm varlıklara karşı da “sadakatle” mükelleftir.
Kısacası, Konfüçyüs’çü dünya görüşü “kendinden değerli olması bakımından tabiatın
takdir edilmesiyle ilgili büyük bir potansiyele sahiptir”. Dahası, “yeryüzünde bir bütün olarak
hayatın sürdürülebilirliği için kişisel hayatiyet ve ahlakî bütünlüğün önemini vurgulaması
açısından da önemlidir”. Bu bakış açısı, tabiatı hayatımızın devamını sağlayan temel
gıdalardan, giyime ve barınmaya kadar sayısız nimetlerin anası olarak görür ve değer verir.

Musikî
Konfüçyüs önde gelen bir müzisyendi. Çok çeşitli müzik aletlerini çalmakla kalmıyor,
aynı zamanda beste yapmada ve söylemede de çok iyiydi.
Üstad Ch’i’de iken Shao’yu duydu, ve üç ay boyunca yemeden-içmeden kesildi.
Başka bir ifadeyle, duyduğu musikiden aldığı zevkten sonra bedeni tüm zevkleri fark etmedi
bile. “Musikinin bu kadar mükemmel olabileceğini düşünmemiştim” diyerek hayretini ifade
etti.
Konfüçyüs oğluna, şiir tahsili yapmazsa “konuşacak bir şeyinin olmayacağını; ayinleri
iyi öğrenmezse etmezse, “duruşunun bir yolunun/anlamının olmayacağını” söylemiştir.
“Eski şiiri ve musikiyi öğren. Bunlar başka şeyleri daha iyi anlaman için bakış açını
genişletir; konuşman için daha çok malzemen olur; dahası aile ve iş hayatında başarılı olmanı
sağlarlar”.
“İşler başarılı bir şekilde yerine getirilmezse, nezaket ve musiki gelişmez. Nezaket ve
musiki gelişmezse, cezalar gerektiği şekilde yerine getirilemeyecektir. Cezalar gerektiği
şekilde yerine getirilmediğinde ise, günlük hayatta nasıl hareket edeceklerini; ayaklarını ve
ellerini nasıl oynatacaklarını bile bilemezler”.

III. Mevlana

29
1. Hayatı

İslam âleminin yetiştirdiği en büyük mutasavvıflardan olan Mevlana, 1207 yılında


günümüzde Afganistan sınırları içerisinde kalan Belh şehrinde doğdu. Asıl adı Muhammed
Celaleddin’dir. Müslüman dünyası O’nu “Efendimiz” anlamına gelen Mevlana adı ile
onurlandırdı. O’nun konumuz açısından önemi ve eşsizliği ise aşk’ı varlığın, var oluşun ve
yaratılışın merkezine alan kâinat merkezli (antropokozmik) dünya görüşüdür. Onun derin
tabiat ve âlem anlayışı başta çevreciler olmak üzere birçok kesimi cezp etmeye devam
etmektedir.

1219 yılında Celaleddin daha 12 yaşındayken ailesiyle birlikte Belh’ten ayrıldı. Anlaşılan
ailesi yaklaşmakta olan Moğol istilasını tahmin ederek göç etmişti. Aile öncelikle Hac
vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye yöneldi. Zahmetli ve uzun bir yolculuktan sonra
Selçuklu İmparatorluğu’nun başkenti olan Konya’ya yerleşti.

Yolların kesişme noktasındaki Konya, o zamanın bir ilim ve ticaret merkezi olmasının
yanında; farklı dinlerden, ırklardan ve kültürlerden insanların birlikte yaşadıkları bir yerdi. Bu
uzun yolculuğun etkileri büyük oldu. Dört yıl süren bu yolculuk boyunca Celaleddin sadece
büyük şehirleri, insanda haşyet uyandıran heybetli ve muhteşem dağları, güzel ve bereketli
ovaları ve uçsuz-bucaksız çölleri görüp dolaşmadı. Aynı zamanda döneminin iyi tanınan
gönül erleri ve âlimleri ile de tanıştı. Mevlana’nın biyolojik çeşitlilik ve kültürel zenginliği
kucaklayan âlem anlayışında bu seyahatin büyük etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Mevlana’nın
kişiliği psikanalist yöntemle inceleyen Prof. R. Arasteh bu uzun yolculuğun etkilerini şöyle
anlatır:

Ailenin birkaç yıl süren uzun seyahatleri Celalettin'in aydınlanmasına


büyük ölçüde katkıda bulundu. O dönemde ergen olduğu için, gördükleri
ve yaşadıklarından hayatının en çok yararlanabilecek çağındaydı;
doğrusunu söylemek gerekirse, o yeni ve manevi bir yeniden doğuş
[dönemine] giriyordu. Bunlara ek olarak babası ile birlikte olduğundan
aynı zamanda çağının en önde gelen manevi liderleri ile görüşme
ayrıcalığına sahipti. Bunlar arasında birçok sufi bulunmaktaydı; kendisine
Esrarname [sırlar kitabı] adlı tasavvufu konu edinen eserini hediye eden

30
Attar, ve büyük işrakî [düşünürü] Suhreverdi bunlar arasındaydı (Arasteh,
37).

İlk eğitimini çağının ünlü âlimlerinden birisi olan babasından aldı. Ancak daha genç yaşta bile
kelam, fıkıh, felsefe, tefsir, mantık vb. klasik ilimler onun ruhunun ve kalbinin susuzluğunu
gidermeye yetmiyordu. Ona göre bu ilimler şekilcilikle doluydu ve varlığın özüne
inemiyorlardı. Alman Filozof Karl Jaspers’in tabiriyle hakikati aramak ve bulmak için sürekli
“yolda” ve arayış halinde olan Celaleddin, zamanın ilim merkezler, olan Halep ve Şam’a gitti.
Önde gelen âlimleri tanıştı ve tartıştı. Ancak bir okyanus gibi engin, Himalaya’lar gibi yüksek
gönlü okudukları, duydukları ve öğrendikleriyle bir türlü tatmin olmuyordu.

Mevlana yirmi-bir yaşında evlendi. Yirmi-dört yaşına geldiğinde hukukta ve kelamda belli bir
düzeyde şöhrete ulaştı. Babasının ölümünden sonra halkın ve yetkililerin isteği üzerine
babasının yerine geçti. Mevlana bu makamı bir yıl işgal etti. Görünüşte herkesin imrendiği ve
onun gibi olmak istediği “örnek bir hayatı” vardı. Saygın bir müderristi. Genç olmasına
rağmen mesuliyetli bir makam işgal ediyordu. Bazıları meşhur zevat olmak üzere, yaklaşık
dört yüz kişi onun konuşmalarına katılmaktaydı. Padişahlar, şehzadeler ve vezirler de onun
sohbetlerine ve derslerine katılıyorlardı.

Bu sıralarda babasının öğrencilerinden biri olan Burhan ed-Din-i Tirmizi, kendisini ziyaret etti
ve klasik tasavvufu anlama konusunda ona yardımcı olabileceğini teklif etti. Celaleddin teklifi
kabul etti. Burhan ed-Din ile dokuz yıl süren bir yoğun bir eğitim ve öğretim devresi başladı.
İlk üç yılda bilgisini arttırdı, ruhi ve davranışsal varoluş düzeyini değiştirdi. Bundan sonraki
dört yıl yalnız ve şeyhi ile birlikte meşhur diğer tasavvuf merkezlerine seyahat etti.
Öğrencisinin fikri ve ruhi gelişimini yakından takip eden Burhaneddin, onun yeni bir göreve
hazır olduğunu şu sözleriyle ifade etti:

“Oğlum! Şu anda görev için hazırsın. Hiçbir ilimde eşin yok. İlimlerin
aslanı oldun. Ben de böyle bir aslanım. Burada iki aslana ihtiyaç
olmadığından, gitmek istiyorum.

Dahası, büyük bir dost sana gelecek ve birbirinizin aynası olacaksınız.


Manevi hayatın en deruni yönlerine seni götürecek, sen de onu. Her biriniz
bir değerini tamamlayacak. Tüm dünyadaki en iyi dost siz olacaksınız”.

31
Tıpkı Konfüçyüs gibi Mevlana’nın zamanında kabul gören tüm geleneksel ilimleri tahsil edip,
hazmettiği anlaşılmaktadır. Ancak bu ilimlerin sınırlılığını her gün daha çok kavrıyor; bu
ilimlerin yeniden doğuş için yeterli olmadığını anlıyordu. Fihi Ma Fihi’deki bir anekdot bu
durumunu ve öğrencilerine karşı olan davranışını çok güzel anlatmaktadır:

Bilgiler elde etmeye çalıştım; öğrendim-belledim. Yüksek kişiler, gerçeğe


erenler, akıllı-fikirli adamlar, uzağı görenler, derin bilginler, yanıma
gelince onlara eşi olmayan, güzel mi güzel, ince mi ince şeyler anlatayım
diye bütün o bilgileri burada topladı, o zahmetleri buraya getirdi, yığdı;
ben ne yapabilirim? Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda şâirlikten daha
ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların tabiatlarına uygun bir ömür
sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt vermek, va'zetmek,
zâhitlikte bulunmak, ibâdetlere koyulmak gibi onların istediği şeylere
sarılırdık. (FM, AG, 16. Bölüm )

Geleneksel ilimlerle tatmin bir türlü tatmin olmayan Celaleddin, kendisini tamamen
Tasavvufa adamak için sahip olduğu prestijli makamı bıraktı. Tasavvufun zamanındaki
geleneksel kelamî ve entelektüel yaklaşımlara üstünlüğünü göstermeye çalıştı ve bunda
başarılı da oldu.

Mevlana’nın hayatındaki asıl büyük değişim ise 1244 yılında, beklenen dost “esrarengiz
şahsiyet Şems-i Tebrizi” Konya’ya gelmesiyle başladı. Mevlana otuz yedi yaşındaydı.
Şems’te “uzun zamandır aradığı İlahi Sevgilinin mükemmel bir yansımasını gördü”. Şems
“ruh denizinin derinliklerinden” Mevlana’yı uyarınca “nurun hayali açığa çıkmaya başladı”.
Bundan sonra onun için Şems “gözün ışığı, aklın berraklığı, ruhun parlaklığı ve kalbin
aydınlığıydı”. Şems “çokluğun arkasındaki birliği gören ve birliğin nasıl çokluğa döndüğünü
bilen biriydi”. “Şems tamamen [kendisinin, âlemin, âlem üstü varlığın] farkındaydı. Hayatı,
bütün varlığı ve hayatın özünü, tecrübe ile yaşadı. Şems, çiçeğin yapraklarının içinin ve
dışının aynı olduğu gibi içte ve dışta aynıydı; Şems evrenin gelişmekte olan hafızasında
insanlığın açığa çıkmasıydı”.

Mevlana, Şemsi hemen evine davet etti. Bir-iki yıl ayrılmamacasına beraber kaldılar. Bu
birliktelik onun üzerinde çok derin ve kalıcı etkiler bıraktı. Şems ile tanıştıktan sonra adeta

32
yeniden doğdu ve aşkı kâinatın canlı gücü olarak keşfetti (Arasteh, 2000). Bundan sonra her
şey değişmeye başladı. Onun muhteşem ifadesiyle:

Ölüydüm, dirildim;
Ağlıyordum, gülmeye başladım.
Aşkın gücü geldi ve ebedi güç oldum.
Gözüm keskinleşti, ruhum ise cesur,
Bende bir aslanın kalbi var,
Parlayan bir Venus oldum.

Babasındaki büyük değişimin yakından izleyen oğlu Sultan Veled babasını içine alana “güçlü
ve kontrol edilemez duyguları” şu şekilde ifade eder:

Bir an bile ney dinlemeye ve semaya ara vermedi;


Gündüz ve gece asla dinlenmedi.
Müftüydü, şair oldu;
Zahit idi; Aşk ile sarhoş oldu.
Üzümden yapılan şarap değildi: aydınlanmış ruh sadece Nur şarabını içer”.

Peki, Şems ne yapmıştı? Ünlü Mevlana ve tasavvuf uzamanı William Chittick’e göre “Şems,
Mevlana’yı daha önce asla tecrübe etmediği ilahi aşkın farklı boyutlarıyla tanıştırdı”. Mevlana
eğitim-öğretim görevlerini tamamen terk ederek, tüm vaktini Şems’le geçirmeye başladı.
Adeta ruhları bir, fakat bedenleri farklıydı. Çok geçmeden Şems’le aralarındaki dostluk ve
yakınlık Mevlana’nın bazı talebelerinin kıskançlığına ve çekememezliğine sebep oldu. Bir
süre sonra Şems ortadan kayboldu. Bazıları katledildiğini söylese de, Mevlana buna hiçbir
zaman inanmadı. Ancak şurası kesin ki, Şemsin kaybolması Mevlana’nın kendini şiire
vermesine ve coşkun bir şair olmasına sebep oldu. Mevlana bunu birçok yerde açıkça ifade
eder. Mesnevi’nin o muhteşem başlangıç beyitlerinde bunu şu şekilde ima eder:
“Dinle neyden, zirâ o bir şeyler anlatmada
Ayrılıklardan şikâyet etmededir.
Ney der ki: Beni kamışlıktan kopardıklarından beri,
İniltim kadın - erkek herkesi ağlattı.
Ayrılık bağrımı delik deşik eylesin,
Tâ ki aşk derdini anlatabileyim.”

33
17 Aralık 1273 yılında büyük bir aşkla bağlı olduğu “Dosta” yürüdüğünde, Konya ve
civarında yaşayan Yahudi, Hıristiyan, Müslüman kısaca herkesimden büyük bir topluluk
cenazesine katıldı. Herkes onu “Efendimiz” olarak kabul ediyordu. O gün bu gündür o sadece
Müslümanların değil, tüm dünyanın Mevlana’sı olarak kabul edilmektedir (Barks, 1995;
Chittick, 1993).

Fani dünyaya veda ettiği geceyi “şebi-i arus” (düğün gecesi) olarak adlandırdı. Ölüm onun
için yokluk, hiçlik ve dostlarından ve sevdiklerinden ebedi olarak ayrılış değildi. Aksine onun
için ölüm, yeniden doğuştu; dosta kavuşmaydı. Hayatının son anında bizlere verdiği en büyük
ders, ölümün çirkin, sevimsiz, ürküten ve korkutan perdesini yırtıp atarak; bizlere adeta ölümü
sevdirmesiydi. O gün bugündür Mevlevi dervişler bu geceyi bir bayram gibi kutlamaktadırlar.

Mevlana’nın Vedası
"Öldüğüm gün, tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman,
bende bu cihanın derdi var sanma..
Bana ağlama,"yazık yazık, vah vah deme.
Şeytanın tuzağına düşersen, vah vah'ın sırası o zamandır,
yazık yazık o zaman denir..
Cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme, benim,
buluşmam, görüşmem o zamandır.
Beni mezara koydukları zaman "elveda elveda" deme..
Mezar cennet kapısının perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir.
Sana batma görünür ama, o aslında doğmaya hazırlıktır, yeniden doğmadır.
Mezar ise hapishane gibi görünür ama, aslında can'ın hapisten kurtuluşudur.
Yere hangi tohum atıldı da bitmedi.
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun.
Hangi kova kuyuya salındı da dolu olarak çıkmadı.
Can Yusufu kuyuya düşünce, niye ağlasın.
Bu tarafta ağzını yumdun mu. o tarafta aç..
Çünkü artık, hayhuydan uzak. mekânsızlık âlemindesin"

34
2. Başlıca Eserleri

Konfüçyüs’ten farklı olarak, Mevlana’nın tüm eserleri kendi zamanında telif edilmiştir. En
önemli eseri en son yazdığı Mesnevî’dir.

Mevlana Mesnevî’yi çok sevdiği talebesi ve kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin talebi üzerine
yazmıştır. Daha doğrusu o söylemiş, talebesi de yazmıştır. Altı cilt olan Mesnevî’nin beyit
sayısı konusunda farklı görüşler olsa da genel kabule göre 25585 ila 26660 beyitten
oluşmaktadır. Mevlana bu ölümsüz eserine şu sözlerle dikkat çekmektedir:

“Bu kitap, Mesnevî kitabıdır. Mesnevî, hakîkate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din
temellerinin, temellerinin temelidir. Allah’ın en büyük fıkhı, Allah’ın en aydın yolu, Allah’ın
en açık delilidir... Şüphe yok ki Mesnevî, gönüllere şifadır; hüzünleri giderir, Kur’ân’ı apaçık
bir hale koyar...” (Mesnevî, I, Önsöz)

Haklı olarak Mevlana daha çok bu eseriyle tanınmıştır. Eser birçok dünya dilini çevrilmiştir.
Hala büyük bir ilgi ile okunmaktadır.

On beşinci yüzyılın önde gelen mutasavvıf ve şairlerinden Abdurrahman Câmi’ye göre


"mânâ cihânının eşsiz pâdişahının zâtının değerini ispatlamak için Mesnevî kâfidir. O büyük
varlığın vasfı ve üstünlüğü hakkında ben ne söyleyeyim? O peygamber değildir fakat kitabı
vardır."

Yarım yüzyıla yakın bir zamanı Mevlana’yı anlamaya adayan ve Mesneviyi İngilizceye
tercüme eden ve yorumlayan Prof. R. A. Nicholson’a göre "Mevlâna, bütün asırların
yetiştirdiği mutasavvıf şairlerinin en büyüğüdür". Ünlü Psikanalist ve düşünür Erich
Fromm’a göre "Mevlâna sadece büyük bir şair, eşsiz bir mutasavvıf değildir. O aynı zamanda
insan tabiatının derinlerine inmiş, insanın iç yüzünü keşfetmiştir”. Böylece de insanın kendi
mahiyetini ve kâinatın anlamını anlama arayış ve çabalarına büyük katkı tapmıştır.

Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği ve yaklaşık kırk bin beyitten oluşan diğer önemli
kitabı ise Dîvân-ı Kebir’dir. Mesnevi gibi dili Farsça’dır. Ancak yer yer Arapça, Türkçe ve
Rumca şiire de yer verildiği görülmektedir.

Mevlâna'nın başta zamanın yöneticileri ve önde gelen şahsiyetleri olmak üzere çeşitli kişilere
yazdığı yüz kırk yedi mektup Mektûbât adlı eserinde bir araya getirilmiştir. Mektupların
içeriğine bakıldığında, çoğu zaman nasihat niteliğinde olduğu ve bazen de sorulan sorulara
verilen cevaplardan oluştuğu görülmektedir.

“Ne varsa içindedir” manasına gelen Fîhi Mâ Fih Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı
sohbetlerinden oluşmaktadır. Oğlu Sultan Veled tarafından bir araya getirildiği sanılmaktadır.

Mecâlis-i Seb'a adlı eseri ise Mevlâna'nın çeşitli vesilelerle yaptığı vaazlarının bir araya
getirilmesinden oluşmaktadır. İçeriğine bakıldığında daha çok toplumsal ve ahlaki Hadisleri
yorumladığı görülmektedir.

35
3. Allah ve Yaratılış

Mevlana, Allah’ın fizik âlemi yoktan var ettiğini (ex nihilo) ve yeni şeyler yaratmaya da
devam ettiğini kabul eder. Allah’ın her an âlemde yarattığı şeylerden “akıllar bile hayret
içinde” kalmaktadır: Taşları, lâl ve yakut, dağları altın ve gümüş madeni yapıyor.
Yeryüzündeki bitkileri harekete getirip diriltiyor ve adeta “adn cenneti” haline getiriyor. Yer,
taneleri kabul ediyor, ürün veriyor, ayıpları örtüyor ve daha anlatılamayacak kadar çok, yüz
binlerce tuhaf şeyleri kabul ediyor, meydana getiriyor. Bunun gibi dağlar da türlü türlü
madenleri ortaya çıkarıyor (FM, 24).

Ona göre, Allah her şeyi özel bir düzen, görev, amaç içerisinde yaratmaktadır. Dahası
âlemdeki her şey canlıdır. Bu sistem içerisinde hiçbir şey ruhsuz ve cansız değildir; varlığın
en alt derecesinde olmasına rağmen madde bile canlıdır. Mevlana “yeryüzü ve suyun, ateş ve
havanın bize cansız gibi görünmelerine rağmen Allah’ın nezdinde canlı olduğunu,” asla
“yeryüzünü boş ya da ölü” olarak düşünmememizi; yeryüzünün sürekli uyanık olduğunu ve
yaratıcısını tanıdığını Kur’anî bir bağlamda ısrarla ifade eder.

“Bulut, güneş, ay ve yücelerdeki yıldızlar... hepsi de bir nizamla gelirler, giderler.


Her biri, ancak vaktinde gelir... vaktini ne geciktirir, ne de erken gelip çatar.
Bunu nasıl oldu da peygamberlerden anlamadın sen?
Onlar, taşa sopaya bilgi ihsan ettiler. Bunları gör de diğer cansız şeyleri de şüphesiz bir halde
sopaya, taşa kıyas et!
Taşla sopanın itaati meydana çıkar, görünürde öbür cansız şeylerin halinde de haber verir...
onlar da “Biz, Tanrıyı biliriz, ona itaat ederiz... hepimiz de tesadüfen halk edilmiş abes şeyler
değiliz” derler (Mesnevi 4, 759).

Büyük Alman filozof Hegel Mevlana’nın felsefesini dikkatle incelemiş ve onun Allah’ın
Birliği kavramına hayran olmuştur. Mevlana uzmanlarına göre “Hegel Mevlana’nın
[kullandığı dilin] sembolik gücünden ve kesinliğinden o kadar etkilendi ki ondan uzun
alıntılar yapmaktan kendini alamamıştır”. (Bina-Vaziri)

36
Allah’ı her yerde keşfeden ve yaratılışın her bir parçasını Allah’ın azametinin bir tezahürü
olarak gören “gerçekliğin bu müthiş vizyonu” tasavvufa has bir nitelikti. Abdurrahman
Cami’ye göre:

“Her dal, yaprak ve meyve Allah’ın mükemmelliğinin bazı yönlerini açığa vurur: servi ağacı
onun saltanatını ima eder, gül O’nun cemalinden haber verir”. Her atom Allah tarafından
yaratıldığından, insan hakikat-ı uzmayı [en büyük hakikati] bilebilir ve aşkın sırlarını
öğrenebilir.

Kur’an merkezli bu Allah anlayışının Mevlana’nın düşüncesinde merkezî ve temel bir


konumu olduğu yukarıdaki alıntıda açıkça görülmektedir. Bu anlayış onun antropokozmik
dünya görüşünün de kilit noktasıdır. O’nun beyitleri “yaşamın farklı yönlerinde kendini açığa
vuran Allah’ın azametini” anlama ve onunla konuşmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Ancak, bu bağlamda Allah’ın özellikle iki niteliği çok önemlidir.

Allah bütün âlemleri ve her şeyi besleyendir.


Allah her şeyi sevgiyle yaratır ve hayatını sürdürür.

Dahası, Allah durağan ve statik bir varlık değildir. Belki, kâinat vasıtasıyla Saltanatını,
Hikmetini ve İlmini sürekli olarak gösteren ebedi hayatın kaynağıdır.

Bu anlayışla bakıldığında bizi şefkatli bir anne gibi kucaklayan etrafımızdaki âlemdeki her
şey, İlâhi İrade, Hikmet ve Kudretin sonucu olarak meydana gelmektedir; âlemde büyük bir
plan işlemekte ve her şey bu plana göre şekillenmekte ve oluşmaktadır. Arılar bile Allah’tan
gelen ilhamla kendi evlerini yapmaktadırlar.

Böylece O’nun coşkulu ifadelerinde renkli ve canlı bir dünyanın kendini açığa vurduğu
görülmektedir. Her şey hem birbiriyle ilişkili ve bağlantılıdır hem de özel bir alan, anlam,
görev ve önem içindedir. Âlem, Allah’ın “sıfat ve özellikleri”ni açıkça gösteren değerli bir
sanat parçası ve anlamlı bir kitap haline dönüşmektedir. Dahası bütün dünya Allah’ı sevmek
ve O’na ibadet etmek için yaratılmıştır. Atomlardan, güneş sistemine; arıdan balığa kadar tüm
varlıklar “mest edici ve hayranlık uyandırıcı” bir uyum içerisinde hareket etmekte ve bizi
kucaklamaktadır.

37
Örneğin ons göre sıradan bir bahçe estetik bir boyuta sahiptir. Yeni açmış yeşil yapraklar
Allah’ın sonsuz inayetini ve hayat ihsan eden gücünün en iyi kanıtları ve şahitleridir. Bu
nedenle Mevlana’nın bahçesindeki her çiçeğin bir görevi vardır; insan yaşamının çeşitli
özelliklerini ve durumlarını tasvir etmektedir. Kendi bahçesinin buğusunda Mevlana sadece
çiçeklerin ve bahçedeki bütün sakinlerin dile getirdiği sonsuz övgüyü dinlemez aynı zamanda
onları dua vaziyetinde canlandırır. Örneğin çınar ağacı bir müminin ellerini dua için açtığı
gibi, dallarını semaya açmış dua etmektedir.

Öte yandan bulutlar okyanusun aşkından gebedir. “Bulutlar gözyaşı dökmeden, bahçe nasıl
gülümser?” Sabah rüzgârı sevgilinin nefesini veren yaşamın sembolünün bir parçasıdır. Bu
nedenle rüzgâr dokunduğunda ince dallar mest olur ve bu ilahi musikiye eşlik ederek dans
etmeye başlar. Kısaca yeşil taze dilleriyle ve uzun elleriyle konuşan her ağaç; dalları ve
yapraklarıyla Allah’ın yaratıcı gücünü herkese duyuran birer haberci olmaktadır. Saba
rüzgârının bize söyleyecek sırları olduğunu vurgulayan Mevlana, sabah namazından sonra
yeniden uykuya gitmemizi ister:

Saba rüzgârının sana söyleyecekleri var.


Lütfen, tekrar uyumaya gitme.
Gerçekten istediğin içi dua etmelisin
Lütfen, tekrar uyumaya gitme.
İki dünyanın birbirine dokunduğu kapı eşiğinde insanlar gidip-gelmekte.
Ve kapı sonuna kadar açık;
Lütfen, tekrar uyumaya gitme.

Görüldüğü gibi, Mevlana etrafımızdaki âleme sadece çıkarcı, faydacı ve araçsal bir nazarla
bakan zihin yapımızı da değiştirerek, her şeye bütüncül bir gözle bakan yeni bir bakış açısı
sunmaktadır. Mevlana’nın etrafımızdaki tabiatı ve içindekileri nasıl gördüğüyle ilgili bir kaç
alıntıyla yetinmek istiyoruz:

Toprak, su, hava bize ölü görünseler de, Allah nezdinde canlıdırlar (Şerif 49).
Rüzgâr, toprak, su ve ateş kölelerdir. Benimle, seninle ölüdür. Hak’la diridirler, ancak onun
emrini tutarlar (Mesnevî 1, 66, beyit 835).

38
Bu cansız olan bulut vaktinde yağmur yağdırmanın gerekli olduğunu ne bilir? Bu bitkiyi
kabul edip, bir yerine on veren toprağı da görüyorsun. Bunları bir kimse yapıyor. İşte sen asıl
O’nu gör!(Fihî Mâfih, 61).

Toprak bile ulu Tanrı’nın kendisine verdiği her şeyden, cemad (cansız) olmasına rağmen,
haberdardır. Eğer öyle olmasaydı suyu nasıl kabul ederdi ve her şeye nasıl sütannelik eder ve
onu beslerdi(age, 340).

Dünya her nefeste yeniden yaratılmada, yenilenmektedir. Fakat biz dünyayı öylece durur
gördüğümüzden, bu yenilenmeden haberdar değiliz.
Her an âlem yenilenmekte,
ve biz, görünüşte aynı kaldığından,
onun yenilenmiş olduğunun farkında değiliz,
bedende, benzerinin devamlılığı olmasına rağmen
hayat, ırmak gibi her zaman bir yeniliğe akmakta (Bayraktar 1989, 80).

Ey gün, doğ! Atomlar oynuyor, cezbeye kapılmış ruhlar oynuyor. Kulağına, dansının onu
nereye sürüklediğini söyleyeceğim. Havada ve çöldeki bütün atomların bizim gibi divane
olduklarını iyi bil (Bayraktar, 67).

Bu deniz, can balıklarıyla dopdoludur. Sen görmüyorsun ama etrafında uçuşup duruyorlar. O
balıklar sana kendilerini çarpmaktadırlar. Gözünü açta apaçık gör. Balıkları görmüyorsan bile,
bari kulağın tesbihlerini duysun (Mesnevi, III, 305, beyit 3735).

Kısacası Mevlana mahlûkatın her birinin, akıl ve temyiz sahibi olanların da, olmayanların da
Allah’ı tesbih ettiklerinden, her birinin tesbihinin bir diğerinden farklı olduğundan
bahsetmektedir (Yaylalı 1975, 178). Bu tesbihleri dinlemekte ve kendisi de bu kozmik zikre
katılmaktadır. Mevlana’ya göre “hayatsız madde yoktur; madde en düşük derecedeki
varlıklarda bile canlıdır”( Şerif 49). Ona göre her şey beden diliyle O’nu tesbih etmektedir:
“Şu dilsiz uzuvlarının yüzlerce dili vardır. Âleme rızk veren Tanrının nimetlerinin zikri zaman
yapraklarında gizlenmiştir”.
Bu bakış açısının kaynaklarına bakıldığında, diğer Müslüman düşünürler gibi, Mevlana’da da
Kur’an’ın etkisi ve yansımasının açık olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’daki bazı ayetlerin
Mevlana’nın dilinde şiirleştiği görülmektedir.

39
Mevlana, mevsimlerdeki değişimi çok canlı bir şekilde tasvir eder. “Gece gündüz hikâye
arayıp duranlara”, etrafındaki âlemin beden diliyle (lisan-ı hal) ile söylediklerine kulak
vermesini ister. Zira insanın her organı ve bedeni de “Allah’ın bir nimetini söylemektedir”.
Dahası tabiat tıpkı bir annenin çocuğunu emzirmesi gibi, bizi emzirmekte ve beslemektedir.
“Bahar olmayınca bahçelerde bir şey doğar mı? Gebelerle kucaklarındaki çocuklar, baharın o
kadınlarından aşkına delalet eder. Her ağaç çocuklarını emzirmededir” (Mesnevi 6, 93-95).

Mevlana’nın şiiri âlemde yansıyan sonsuz Güzelliğe hayranlığı addettiği için O aynayı,
Allah’ın sonsuz Güzelliğini yansıtan yaratılmış dünya için bir sembol olarak kullanmaktadır.
Etrafımızdaki âlemi bir ayna olarak gören Mevlana’nın Allah’ı insana onun şahdamarından
daha yakındır. Dostunun işaretlerini her yerde gördüğü içindir ki, O’nun asla bitmeyen İstek
ve Gücünün kendini açığa vurmasından başka bir şey olmayan etrafındaki âlemde gördüğü
Allah’ın yarattığı mucizeleri seyretmekten kesinlikle bıkmaz. Örneğin ağaçtaki her yaprak
çalılardaki her kuş Allah’ın büyüklüğünü anmakta ve övmektedir. Aslında bütün âlemden
yükselen kozmik ve ilahi müzikten başka bir şey değildir. Müzik hayatın kaynağıdır; bitince
hayat da biter.

Etrafımızdaki âlemin bize sağladığı “fayda boyutunu” çok sığ ve yetersiz bulan Mevlana,
derinlere işaret etmekte; inci ve mercanlara işaret etmektedir:

Denize varıp oradan birazcık veya bir testi su almakla yetinmek yazık olur. Denizden alınacak
inciler ve daha başka binlerce şeyler varken, yalnız su almanın ne değeri olabilir? Akıllı
insanlar bununla nasıl öğünürler ve ne yapmış olurlar?( Fihî Mâfih, 17).

Ona göre etrafımızdaki âlemin “fayda boyutu" bir köpüktür. “Bu âlem, çer-çöple dolu bir
köpüktür; fakat bu köpük, dalgaların çalkalanmasından, oynamasından ve denizin köpürüp
kaynamasından temizlik, saflık ve güzellik bulur. İnsanların kadınlar, oğullar, yük yük
altınlarla gümüşler, güzel cins atlar, davarlar, ekinler gibi şeyler gösterişleriyle, içini çeker ve
hırsım gıcıklar”. Ancak ona göre “bütün bunlar dünya zevkidir”. Ayetin “süslendirildi”
ifadesinden hareketle, bu âlemde “gerçek güzellik ve iyilik yoktur; bu güzellik onda iğreti
olarak bulunuyor ve başka bir yerden gelmiştir” ifadesiyle âlemin arkasındaki Mutlak Varlığa
dikkat çekilerek; insanların “kıymetsiz bir köpükçük olan” boyuttan ziyade, bu alemi bir

40
bütün olarak kavrayıp, gerçek varlılığı bulmaya davet edilir (Fihî Mâfih, 18). Âlem ise O’na
ayna olmak, O’nu göstermek açısından bir değer kazanır.

Çevreci bir bakış açısıyla bakıldığında onun etrafımızdaki âlemi aşağıladığı ve önemsemediği
sonucu çıkarılabilir. Ancak Mevlana’nın öğretisi bir bütün olarak ele alındığında, onun
âlemin “sığ ve dar boyutuyla” tatmin olmadığı, tüm büyük ve engin ruhlar gibi âlemin derin
boyutunu anlamaya çalıştığı söylenebilir. Bu yönüyle de Mevlana’nın âlem anlayışı “derin
çevrecilerin” kavramlaştırmaya çalıştığı âlem anlayışını bile aşmaktadır. İnsan, kesinlikle
düşman ve vahşi bir âlemde tek başına değildir ve etrafı da düşmanlarla değil, dostlarla
kuşatılmıştır. Çiçekleriyle, gülleriyle, bahçeleri, dağları, taşları; geceleyin bize göz kırpan
yıldızları ve sayısız hayvan çeşidiyle âlem insana gerçek bir evdir ve onu kucaklamaktadır.

Onun âlem ve yaratılış anlayışını irdelerken “tekâmül” anlamındaki “evrim” anlayışına da


işaret edilmelidir. Ancak O, Darwin ya da Spencer gibi mekanik veya biyolojik bir evrim
kuramcısı değildir. Darwin varlığın ve yaşamın çevreye uyumu için kör zorlayıcı bir
mücadele ile yaratılışın daha üst türlerin biyolojik bir görünümü olduğunu söylerken
Mevlana, bütün yaratılış sürecini büyük bir sistem içinde anlamakta ve mekanik dinamikleri
açıklamak yerine aşka, çekiciliği ve çekimi yaratan en önemli güç olarak sığınmaktadır.
“Evrendeki bütün atomlar âşıklar gibi birbirlerini çekmektedir, herkes aşkın manyetik gücüyle
eşine doğru sürüklenmektedir.”
Bundan dolayı onun evrim teorisi yaşamın yaratıcı ve evrimsel boyutlarını tartışan Bergson
ile karşılaştırılabilir. Fakat Bergson’a göre yaratıcı evrim süreci amaçsız ve anlamsızdır.
Mevlana ise Allah’ı varlığın amacı ve esası olarak görmekte ve yaşamın amaç arayan bir
faaliyet olduğunun altını çizmektedir(Bayraktar, 1987).

BU anlayışta, daha yüksekteki bir varlığın içine dâhil olan alt mertebedeki varlıklar, aşamalı
bir imha sürecinin aksine, üstteki varlık tarafından özümsenmektedir. Aynı şekilde, ona göre
semavî hareketler kör ve mekanik bir hareket olmayıp, “sonsuz aşk okyanusunda
dalgalanmalardır”. Eğer ortada “evrensel aşk” yoksa tüm varlık donabilir ve hiçliğe
çekilebilir. Canlı, bitkilerde ortaya çıkmayı ve onlarla birleşmeyi reddedebilir ve bitkiler ne
hayvanların yaşamına yükselebilirler, ne de yaşamın mantık ve ruhuna ulaşabilirler.(…) Zira
aşksız hiçbir şey hareket etmez.

41
Mevlana’nın “güçlü olanın yaşamını sürdürmesi” ilkesi yerine aşk ve karşılıklı bağımlılık
temeline dayanan; Allah’ın ilmi, iradesi ve kudretinin kendisini belli bir süreçte açığa vurması
anlamında farklı bir tekamül anlayışı geliştirdiği görülmektedir.

4. Dinamik bir güç olarak aşk

Mevlana tabiatta gizli bir enerjiye sahip bir güç keşfetmiştir ve bu görünmez gücü
insanoğlunun evrenin kalanını paylaştığı bütün formların sebebi olarak görmektedir. Daha
sonra cismani ve ruhani dünyanın altında ne yattığını anlamaya çalışmış ve bulmuştur. Buna
göre, kainatta ve bizim içimizde olan görünmez ve sürekli artan değişimin altında yatan aşktır.
Aşk, böylece, Allah’tan gelmektedir ve Allah’a doğru hareket etmektedir. Yaratılışın yukarı
doğru hareketinde bir evreden başka bir evreye geçişinde olduğu gibi aşk da her adımda
varlığın yeni biçimlerine dönüşmektedir. O’na göre evrendeki her şeyi, her şeyle birleştiren
zerrecikler arasındaki etkileşimden sorumlu olan bu pozitif enerjidir. Böylece hiçbir şey bu
sistemden bağımsız değildir. Her şey birbirine bağlı ve bağımlıdır.

Buna ilaveten aşk her hissi yücelttiği, sezgi gücünü artırdığı ve anlayışı yönettiği içindir ki
Mevlana insanda aşkın zekâdan üstün olduğunu itiraf etmektedir. Günlük sosyal yaşamda,
örneğin, aşk daha önemli ve uygulanabilir bir iştir. Bu demektir ki aşk tüm anlaşmazlıkları
çözer, bencilliği ve akla gelen birçok bahaneyi ortadan kaldırır. Bu suretle aşk sadece dini ve
ahlaki yaşam için basit ve gereksiz değil aynı zamanda evrensel düzen için de
sürdürülebilirdir.

Kısaca ifade etmek gerekirse Mevlana birbirleriyle güçlü bir şekilde birbirine bağımlı bir hissi
ifade eden doğal dünyaya ve kendimize yönelik daha derin ve kapsamlı bir anlayış
sunmaktadır.

Annem sevgidir
Babam sevgidir
Peygamberim sevgidir
Allah’ım sevgidir
Ben sevginin çocuğuyum
Sadece sevgiden bahsetmek içi geldim.

42
Bunun zorunlu bir sonucu olarak Mevlana, dünyanın gerçekliğini, tüm yaşamın saygınlığını
ve özellikle kendini ve ilâhi başlangıcı ve amacı düşünen insan yaşamını yeniden
yapılandırmıştır. Bundan dolayı Mevlana “aşkın kâinatın ruhu olduğunu; bu ruhun sınır
tanımadığını ve tüm insanları, ülkeleri ve dinleri içine aldığını büyük bir şevkle ilan eder.

Varoluşçu psikanalist Erich Fromm, Mevlana’nın aşk kavramının ve sonuçlarının farkında


olan bir düşünür. Fromm’a göre “aşık olduğumuzda dünya daha tatlı, daha güzel ve daha
muhteşem görünür. Aşık olduğumuzda, her şeye ve herkese aşık oluruz.” Bununla beraber,
Mevlana sadece “aşkın gücünün” farkında olmanın yeterli olmayacağını vurgular. “Aşık, bu
şefkatini, cömertliğini ve sevgisini hal ve hareketleri ile tercüme etmeli; göstermelidir.”
Mevlana’nın, fikri ve zihni bir değişimle yetinmediği, daha doğrusu tatmin olmadığı
görülmektedir. İnsan inancını ve fikir hayatını günlük hayatta uygulamalıdır.” “Daha ileri bir
adım atarak, kendisini diğer hemcinsleri ve kâinatta birlikte ve beraber hissetmek için
varoluşun sevincini gerçek iyi olmada keşfetmelidir” (Fromm, 1993).

Bundan dolayı, Mevlana hayatın anlamını ararken aile ve okul gibi toplumsal kurumların ve
hayat tecrübelerinin ötesine geçmiş ve bu kurumları “insanın olgunlaşmamasının” bir sonucu
olarak görmüştür. Bütün bunlar insanın nihai yeniden doğuşuna; “sevme sanatını” elde etmesi
için yönlendirmelidir. “Bu sevme sanatının ve insanın kendi insani tabiatına ve doğal
çevresine karşı olan bu derin kavrayışın, insanın iç âleminde tecrübe ettiği mutluluğu dışa
yansıtması için teşvik etmesi” gerçekten ilginçtir.

İşte bu anlayıştan bir çevre ahlakı oluşturabiliriz. İnsan iç âlemindeki barış ve huzuru diğer
tüm varlıklara karşı ifade eder. Daha önemlisi ise, bu davranışın faydacı ve araçsal olmaması;
kâinatın mütevazı bir ferdi ve üyesi olan insanın durumu olmasıdır.

5. Kardeş olarak hayvanlar

Mevlana’nın, şiirlerinde hayvanlara şaşırtıcı derecede yer verdiği; adeta onlarla farklı bir
iletişim kurduğu görülür. Mesnevi’yi okuyan biri, hayvanların hiç de Kartezyen felsefenin

43
bize sunduğu “ruhsuz otomat makineler” olmadığını fark eder. Dünya cansız, anlamsız ve
amaçsız olmadığı gibi, dünyayı şenlendiren hayvanlar da amaçsız değildir.

Mevlana’nın bakış açısında hüthüt kuşu, Hz. Süleyman'nın postacısı olur, Sebe Melikesi
Belkıs’a onun mesajını götürür-getirir (Mesnevi, 6, 194).

Allah sivrisineği Nemrud’a musallat etti ve onu helak etti. Ateşin İbrahim'i (Ona selâm
olsun) yakmasına izin vermediğinden, ateş İbrahim için soğuk bir madde ve güvenilir bir yer
oldu; yeşillik, güllük gülistan haline geldi (FM, 88).

Mevlana’ya göre kurt, horoz ve aslan bile aşkın ne olduğunu bilir. Bu anlayışın doğal sonucu
olarak Mevlana hayvanlara karşı son derece hassas ve naziktir. Örneğin yürürken uyuyan bir
köpeği uykusundan uyandırmaz ve rahatsız etmemeye çalışır. Zavallı hayvan uyanana kadar
bekleyecek kadar ona saygılıdır.

Bir gün öğrencileriyle Konya sokaklarında yürüyordu. Genç bir dana ona yaklaştı ve boynunu
onun önünde eğdi. Dananın gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Zavallı hayvanın bir şeyden
korktuğu ve kaçtığı her halinden (beden dili) anlaşılıyordu. Mevlana hayvanın başını,
boynunu ve sırtını okşamaya başladı. Onu sakinleştirdi. Derken ellerinde bıçak olan iki kişi
çıka geldi. Daha danayı istemeden, Mevlana bu hayvandan ne istediklerini sordu. Dananın
kendilerine ait olduğunu ve keseceklerini söylediler. Kısa bir müzakereden sonra, Mevlana
danayı kesmemeleri konusunda onları ikna etti. Olup-biteni seyreden herkes gördükleri
karşısında şaşırmış ve çıt çıkmıyordu. Dananın sahipleri, hayvanı alıp gitmeden, bir kez daha
Mevlana’ya onu kesmeyecekleri konusunda söz verdiler.

Bir başka gün Mevlana evden biraz ekmek alıp, ayrıldı. Talebelerinden biri onun gizlice takip
etti. Birazdan Mevlana’nın, yeni doğurmuş ve yavrularını emziren bir köpeğe kendi elleriyle
ekmek yedirdiğini gördü. Takip edildiğini anlayan Mevlana talebesine döndü ve şu
açıklamayı yaptı. Zavallı köpek! Bir hafta önce doğurdu. Yavrularını terk etmeyerek, şefkatle
onları bekliyor.

Sevgili Peygamberimiz buyuruyor: “Merhamet sahibi kimselere Allah da merhamet edecektir.


Yeryüzünde bulunanlara merhamet ediniz ki gökte bulunan da size merhamet etsin”.

44
5. İnsanoğlu

İnsanoğlu Allah’ın yarattığı varlıklar arsında merkezi konuma sahiptir ve bu niteliğiyle de


O’nun yeryüzündeki halifesidir. Varlık zincirin en tepesinde olmak ve hatta ötesine
geçebilmek insanı sadece daha sorumlu yapar. Zira tüm sistemi “gözetmek” ve “korumak”
insana emanet edilmiştir. O, Allah’ın yeryüzündeki elçisidir.
A insan, Tanrı kitabı sensin, sen.
Padişahın güzelliğine bir aynasın sen.
Kâinatta ne varsa senden, dışarda değil;
Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara...
Ne arıyorsan sensin, sen. (FM)

Allah âlemdeki bütün sistemleri yarattığı ve bu sistemlerin sürekliliğini sürdürdüğü için


insanoğlu dünyayı kendi bencil amaçları için ve istediği şekilde kullanamaz. İnsan-âlem
ilişkisinin mantığı, gerçeğin özü olan merhamet ve aşka dayanmalıdır.

Tasavvuf düşüncesi bize tüm yaratılanların Allah’ın yaratıcı kudretinin işaretleri ve lütfu
olduğunu öğretir. Tabiatta var olan tüm ekolojik sistemler Allah tarafından yaratıldığı için,
insanoğlu tabiatla olan ilişkilerinde daha dengeli ve akıllıca hareket etmelidir. Dahası, tabiat
kaynaklarını daha dikkatli kullanmalı; kâinatın özü ve esası olan sevgi temelli bir ilişki
geliştirmelidir.
Bazen, melekler bile saflığımızı kıskanır,
Bazen de şeytan korkusuzluğumuzu görüp kaçar.
Bu toprak, Allah’ın güveniyle meşbu bizim toprağımızdır.
Allah gücümüzü muhafaza etsin ve kötülükten korusun.

Kısaca, insan Allah’ın yeryüzündeki “emanetçisi” olduğudan tabiat tüm muhteşem


güzellikleri ve kaynaklarıyla ona “emanet edilmiştir”. Bu nedenle kâinatın ve tabiatın efendisi
değil; dünya da istediği gibi ve sorumsuz bir şekilde kullanabileceği bir malı değildir. Tam
aksine, tabiat Allah tarafından yaratılmış ve O’na aittir. İnsan ise, son tahlilde tüm yapıp-
ettiklerinin hesabını verecek bir emanetçidir.

45
Sonuç olarak, ruhanilik, akılcılık ve evrensel ahlakın Mevlana’nın düşüncesinde
sağlıklı bir sentez kurduğu görülmektedir. Allah, kainat ve insanlık yaratıcı aşk görüşünde bir
araya gelmektedir.

6. Aile
Mevlana ve Konfüçyüs arasındaki diğer bir benzerlik, aile kavramlarında görülebilir. Her iki
düşünür de aileye ve aile değerlerine önem verir. Dünyayı bir ev olarak görürler. Aralarındaki
en belirgin farklılık, Mevlana’nın kâinat evindeki her şeyi bilen, her şeyi gören ve her şeyin
hayatını devam ettiren evin gerçek sahibi olan Allah anlayışıdır.

Daha önce Mevlana’nın toplumsal kurumların ötesine geçtiğini ifade etmiştik. Ancak
onun aile kavramının çok geniş olduğunu ve tüm dünyayı ve varlık âlemini bir aile olarak
görecek imaları ihtiva ettiğini unutmamak lazım. Bu anlamda hepimiz Allah’ın ailesiyiz:

Biz Efendimizin ailesiyiz ve O’nun süt emen bebekleriyiz.


Hz. Peygamber: “İnsanlar Allah’ın askeridir” dedi;
Göklerden yağmuru gönderen O;
Bize günlük ekmeğimizi veremez mi?
Bütün mahlûkat nasıl da hayatlarının devamı için Allah’a yakarır?

Dünyanın evimiz olduğunu belirtmeye gerek bile yok. Ancak bu evin gerçek sahibi Allah’tır.
Bizler dünyamızın Rabbi, Sahibi, Efendisi olan Allah’ın ailesiyiz. Hepimiz O’nun koruyup,
gözetmesine ve hayatımızı devam ettirmesine bağımlıyız. Diğer varlıklar gibi, bizler sadece
ailenin bir üyesiyiz. İnek, aslan, kurt, karınca, arı, kısaca tüm hayvanlar kardeşlerimizdir.
Ailenin diğer üyelerine karşı olan sorumluluğumuz, bir kâhya ve emanetçinin sorumluluğu ve
duyarlılığıdır. Mevlana’ya göre bu büyük ailenin tüm fertleri varlıklarını ve hayatlarını
sürdürmeyi O’na borçludur:

deniz dalgaları arasındaki bütün balıklar,


yücelerde uçan bütün kuşlar bile...
Fil, kurt, avlanan aslan, koca ejderha, karınca, yılan...
Hatta toprak, su, yel ve her bir kıvılcım bile kışın da dileğini ondan elde eder, baharda da!
Bu gökyüzü, her an, “yarabbi, beni bir zaman bile aşağılatma” diye ona yalvarır...

46
Benim direğim, senin korumandadır...
bütün gökler sağ elinde dürülmüş, yayılmıştır, der.
Bu yer, “beni su üstünde yükleyen sensin, kararımı elden alma” diye niyaz eder.
Hepsi keselerini onun nimetiyle doldurup büzmüşler...
hepsi hacet vermeyi ondan öğrenmişlerdir (Mesnevi, c.4).

Kısacası, gökyüzü güneşi, ayı ve yıldızlarıyla; yeryüzü çiçekleri, çimenleri, ağaçları,


bahçeleri ve tüm hayvanlarıyla Allah’ın azamet ve saltanatının ihtişamını ilan eder. Nehirlerin
ve derelerin yeryüzünde akıp gitmesini sağlayan, gökleri direksiz tutan; yağmuru yağdıran;
gece ve gündüzü birbirinden ayıran O olduğu gibi, tüm sistemin sürekliliğini ve devamını
sağlayan da O’dur. Kâinat bütün canlılığı ve zenginliğiyle O’nun ezeli cemalini tıpkı bir ayna
gibi yansıtan ve gösteren müşahhas bir eseridir.

Görüldüğü gibi dünya, üzerinde yaşayan canlıların evi olarak tasvir edilmektedir.
Daha önemlisi ise, her gün ve her an tüm sistem Allah tarafından korunmakta, beslenmekte ve
devam ettirilmektedir. Bu anlayışın, sürdürebilir bir dünya için ihtiva ettiği anlam ve önemin
yanında; bizlere sağladığı psikolojik boyut daha da önemlidir. Bu da yabancı bir âlemde değil,
evimizde ve ailemizin içinde olduğumuz gerçeğidir. Bu ailede Kartezyen felsefesinin
düalizmi olmadığı gibi; bazılarının ileri sürdüğü yabancı ve düşman bir dünyaya “fırlatılıp,
atılmış” da değiliz. Kaba ve düşman bir çevre ortasında yabancılar hiç değiliz. Dahası, yalnız,
yardımsız ve dostsuz da değiliz. Aksine, evimizdeyiz. Canlı ve cansız her şeyin bizimle
manevi bir bağı var. Aynı ailenin üyeleriyiz. Yaratıcımız, Sahibimiz ve Rabbimiz bize can
damarımızdan daha yakın olan aynı Allah.

Mevlana’nın Fihi Ma Fihi de bize hatırlattığı gibi

Tanrı, pek yakındır sana. Ne düşünsen, ne kursan seninle biledir o.


Çünkü düşünceyi, kuruntuyu var eden de odur, sana eş eden de o. Yalnız, pek yakın
olduğundan
göremezsin. Ne şaşılacak şey ki, yaptığın her işte aklın, seninle; onunla girişiyorsun
giriştiğin işe. Fakat aklı
hiç göremiyorsun, ancak eseriyle görüyorsun; asıl aklı görmene imkân yok. (FM, AG,
44. Bölüm)

47
Aynı şekilde Allah’ı her yerde ve her şeyde görebiliriz. Her ne kadar Allah görüş ve
kavrayışımızın ötesinde olsa da, aynı zamanda bize “can damarımızdan daha yakındır: “İnsanı
Biz yarattık. Onun için, nefsinin kendisine neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini de Biz
pekiyi biliriz. Çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız”. (Kur’an 50:16). Bundan dolayı da
sadece Mevlana değil tüm Müslümanlar hiçbir aracıya müracaat etmeden doğrudan doğruya
Allah’a ibadet eder. Kalplerimizin tüm sırlarını bildiği için de sadece O’ndan yardım isterler
(Kur’an 5:7). Allah’ın onlara “pek yakın” olduğunu, Allahın “dua edenin duasına icabet
ettiğini” bilirler (Kur’an: 2:186). Dünya evindeki her şey sürekli olarak bu gerçeği insana
hatırlatır.

Mevlana’ya göre dünya evimiz olduğu gibi, tabiat ta annemizdir. Bizler süt emen bebekleriz.
Ancak bebek annesini emerken memesini ısırmamalı ve ona acı vermemelidir. Aksi takdirde
anne bebeği memesinden uzaklaştıracak ve belki de cezalandıracaktır. Bundan hareketle,
çevre sorunları tabiat ananın bencil ve faydacı davranışlarımıza verdiği ceza olarak
görülebilir.
Bu farkındalığın sonuçları açıktır: Aile ve ailenin direği olan anne kavramı çok geniş bir
anlama sahiptir. Konfüçyüs öğretisinde ve İslam’da anneye hürmet esastır. Dahası ecdadımıza
saygı ve torunlarımıza da sevgi göstermemiz; onları korumamız gerekir. Bu saygı ve sevgiye
tabiat ana da dâhil edilmelidir.

7. Musiki

Musiki Mevlana’nın öğretisinin en önemli ve belirgin yönlerinden birini teşkil eder. Bu


yönüyle de Konfüçyüs’le aralarında çok benzerlik görmekteyiz. Mevlana’ya göre, musiki
hayatın kaynağıdır. Dahası, musikiyi, şiiri ve sema’yı Allah’a daha yakın olmanın; O’na
yaklaşmanın bir yolu olarak görür. Bu anlayışın doğal bir sonucu olarak derviş ve semasıyla
Mevlevilik tarikatı meydana geldi.

Mevlana’ya göre sema; deruni bir kavrayış ve aşkla manevi bir yükseliş ve yolculuk sonucu
mükemmelleşmeyi ifade eden bir simge olmasıdır. Amaç ise her şeyi ve herkesi sevmek;
farklı inanç, ırk, sınıf ve milletler arasında hiçbir ayrım yapmadan tüm yaratılana hizmet
etmektir. Aşağıdaki beyit musikinin onun öğretisindeki yerini göstermesi açısından
önemlidir.

48
“Tüm gün ve gece boyunca müzik,
Sakin ve parlak bir ney sesi.
Biterse, biz de biteriz.

Gördüğümüz gibi, musiki ile hayat arasında doğrudan bir bağ var. Dahası, varoluşçu bir
boyutu var. Buna göre neyden çıkan musiki ile bu musikiyi hem oluşturan hem de takdir eden
yapımız Allah’tandır.

İşte Mevlana’nın kozmik âlemdeki İlahi musikiyi yakaladığı yer de burasıdır. Musiki tüm
âlemin özünde mevcuttur ve bunu en iyi neyin sesi temsil etmektedir. İnsanın musikiye olan
tutkunluğu ve yatkınlığı da tabiatından gelmektedir.

Bunun bir sonucu olarak Mevlevi dervişlerin seması Allah’la bir olmayı amaçlayan ilahi aşkı
ve sufi cezbeyi simgelemektedir. Sema ile birlikte musikinin araçsal bir amacı da
bulunmaktadır. O da Allah aşkı üzerinde tefekkürü bir hali oluşturmak üzere tasarlanmış
olmasıdır. Konunun uzmanlarına göre, bu özellikleriyle Mevlevi musikisi “Klasik Doğu
Musikisinin en temel niteliklerini” içermekte; Mevlana ve diğer mutasavvıf şairlerin şiirlerine
fon olarak eşlik etmektedir.

Coşkun musikinn etkisiyle dervişler sürekli ve adeta uçarcasına sema edip, dönerler.
Dönerlerken de, hem kendi eksenleri üzerinde döner; hem de belli bir yörüngeyi takip ederler.
Sağ el Allah’ın taşan rahmetini almak için gökyüzüne çevrilmiştir. Sol el ise sağ el ile alınan
ve kalpten geçirilen rahmetin tüm mahlûkata ulaştırılmasını sembolize etmek üzere aşığa
doğru çevrilir. Bu aynı zamanda, verecek bir şeyi olanın bunu insanlara vermesini de ima
eder. Böylece sema, zengin ve fakir arasında bir köprüye dönüşür. Vermenin üretici bir kişilik
için “tümden farklı bir anlam taşıdığını” yine çağdaş psikanalist E. Fromm çok güzel bir
şekilde ortaya koymaktadır(Fromm, 30-31, 1993). Buna göre verme taşınılan gücün en üst
düzeyde anlatımıdır. Mevlevi derviş, sağ eliyle aşkın, sevginin, şefkatin, merhamet ve
cömertliğin kaynağından aldığını, sol eliyle tüm varlığa vermektedir.

Burada diğer önemli bir nokta, semadaki “ötekine ve yeniliklere” açık olma durumudur. Sema
edenin bir ayağı sağlam ve sabit bir şekilde yere basar. Diğer ayak ise sürekli hareket eder ve
döner. Sağ ayağın kalkması ve inmesi “Allah, Allah, Allah” zikrinin sürekli tekrar edilmesiyle
dengelenir.

49
Sabit ve belli bir eksen etrafında dönme Mevlâna’nın “Ben pergel gibiyim. Bir ayağımla
İslâm şeriatında sağlamca durduğum halde diğer ayağımla yetmiş iki milletle beraberim.
Bütün milletler kendi sırrını bizden dinlerler” ifadesinde dile getirilmiştir. Bir yandan
sabiteler vurgulanırken diğer yandan farklı inanç ve kültürlerle olan ilişkiye ve diyaloga kapı
aralamaktadır. En önemlisi ise, farklı kimliklerle karşılaşmasında Mevlana’nın öz güvenini
göstermesidir.

Dahası Mevlevi seması üç aşamadan oluşan büyük bir yükseliş olarak görülebilir.
 Allah’ı bilme
 Allah’ı görme
 Ve Allah’la bir olma.

Batı dünyasında ve bazen de ülkemizde semâ bir dans türü olarak görülür. Hâlbuki tasavvuf
tarihine bakıldığında, semâ sıkı kuralları olan ve şeyh-mürit eksenli bir eğitimi gerektiren bir
ibadet tarzıdır. Nihai amacı da Allah’la birleşme ve bütünleşmedir. Bundan dolayı semazen
her dönüşte “Allah ismini okur, Allah'ı düşünür ve bu sayede Allah'ın sevgisini kazanmayı
amaçlar”. Semânın anlamını bize en iyi öğretecek olan yine Mevlana’nın kendisidir:

Semâ' nedir? Gönüldeki gizli erlerden haberler almaktır. Onların


mektupları gelince garip gönül, dinçelir, rahata kavuşur. Bu haberler
rüzgârıyla, akıl ağacının dalları açılır, uykudan uyanır. Bu sarsılışla beden,
darlıktan kurtulur, genişler, huzura kavuşur.
Bedende tuhaf, görülmemiş bir tatlılık başlar. Ney sesinden,
mutribin, çalgıcının dudaklarından dile, damağa hoş, manevî zevkler gelir.
Dikkatle bak da gör, şu anda sema edenlerin ayakları altında
binlerce gam akrebi ezilmede, kırılıp ölmede. Binlerce ferahlık ve neşe
hali aramızda kadehsiz dolaşmada, bize mâna şarabı sunmadadır.
Her taraftan bir Yakub, kararsız bir halde, neşeyle kalkar, sıçrar.
Çünkü, burnuna Yusuf un gömleğinin kokusu gelmededir.
Canımız da; "Ona ruhumdan ruh üfürülmüştür" sırrıyla dirilmiştir.
Bu ruh üfürülüşünü, yemeye, içmeye benzetmek doğru değildir. Çünkü,
bunun bedenle ilgisi yoktur.
Mademki bütün yaratılmış varlıklar, surun üfürülmesiyle haşr
olacaklar, surun üfürülmesinin zevkiyle ölüler uykularından uyanacaklar,
sıçrayıp kalkacaklardır; sen de "ney"in feryadıyla uyan, kalk, kendine gel!
Semâ' musikîsinin tesirine kapılmayan, dönüp, buz kesilen, ölüp
yok olanlardan da aşağı olan kişinin toprak başına olsun! Çünkü o, gerçek
bir insan değildir. Gezip dolasan bir ölüdür.
Semâ 'in kadehsiz verilen bu helal şarabını içen beden, bu şarapla
mest olan gönül, ayrılık ateşinde kavrulur, pişer, tam olgunlaşır.

50
Gayb âleminin güzelliği, söze sığmaz, anlatılamaz, övülemez. Onu
görebilmek için ödünç olarak binlerce göz al, binlerce göz!
Senin içinde öyle parlak bir ay vardır ki, gökyüzündeki güneş bile
ona; "Ben sana kulum, köleyim" diye seslenip duruyor. (Dîvân-ı Kebîr, IV,
1734; http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=97)

Özetlersek, Mevlana’nın öğretileri bize Allah tarafından yaratılmış ve hala O’nun tarafından
sürdürülen anlam dolu bir dünya sunar. Bu dünya bizlere emanet edilmiştir. Bizleri bir
annenin kolları gibi kucaklayan ve kuşatan çevremizin sahip ve efendileri değiliz. İnsanoğlu
yeryüzünde sadece emanetçidir. Dünya evinden sorumlu bir kâhyadır.

51
IV. Sonuç
Mevlana ve Konfüçyüs’ün âlem merkezli âlem anlayışlarını ayrıntılı olarak ortaya
koyduktan sonra, aralarındaki benzerlikleri ve farklılıkları özetlemeye çalışacağız.
Aralarındaki ilk benzerlik, her ikisinin de “ilahi bir misyonları” olduğunu anlamaya
başlamalarında görülebilir. Konfüçyüs göklerin iradesini anladığında ellisinde olduğunu ifade
eder. Bununla beraber Mevlana’nın hayatındaki büyük dönüşüm daha erken yaşlarda, kırk
yaşındayken başladı. Ünlü Psikoanalist Prof.Dr. R. Arestah büyük şahsiyetlerin hayatlarındaki
görülen büyük değişim ve dönüşümleri ”yeniden doğuş” olarak isimlendirir. Bundan dolayı,
Beck’in Konfüçyüs ve Socrates’i karşılaştırırken altını çizdiği hususlar, Mevlana için de
aynen geçerlidir. Her ikisi de büyük bir “misyonlarının” olduğuna inanıyordu ve bu “ilahi
görevlendirme” daha sonraki hayatları üzerinde büyük bir etki icara ettiği görülmektedir
(Beck).
“İlahi veya aşkın bir güçte olan bu ilişkilerinden dolayı, her iki düşünürün de ölüm
dahih, hiçbir şeyden korkmadıkları anlaşılmaktadır. Bütün hareket ve davranışları ise; neyin
doğru olduğuyla ilgili aklî ve sezgisel değerlendirmelerine dayanmaktaydı” (ibid).
Konfüçyüs doğal bir ölümle 72 yaşında vefat ederken, Mevlana yine doğal bir şekilde
62 yaşında öldü. Her ikisi de ölümü büyük bir metanetle karşıladı. Dahası, Mevlana
“ölümünün sevgiliye kavuşma günü (şeb-i arus) olduğunu ölümsüz iafadelerle ilan etti.
İki düşünürü karşılaştırırken dikkat çeken diğer önemli bir nokta ise, Mevlana’nın tüm
öğretisinin özünü, İbrahimî dinlerin yaratıcı ve aşkın Allah anlayışını oluşturmasıdır. Bu
anlayışa göre, Allah, her şeyi yoktan ve yaratıcı bir sevgi ile yaratır. Bundan dolayı da, aşk
veya sevgi hayatın kaynağıdır. Mevlana’nın kâinat merkezli (antropokozmik) dünya görüşünü
aşk ilkesi üzerine temellendirmesinin nedeni de budur.
Diğer taraftan Konfüçyüs te “Gök veya tabiat dediği yaratıcı bir güce inanmaktadır.
Ancak âlemin dışında ve aşkın bir Tanrı inancının Konfüçyüs te olmadığı anlaşılmaktadır. “O,
Göğün Rabbi anlamında Tien denilen bir Yüce Varlıkla irtibatlı bulunduğundan” söz
etmektedir. Buna göre “Tien, insanlar ve bütün varlıkların kaderini tayin eden kudrettir” (
Tümer). Bunun bir sonucu olarak da, Çin düşüncesinin, ferdi bir Tanrı düşünceyle ilgili
kuramlardan çok; Tu Weimeng’in “Varoluşun Sürekliliği” olarak tanımladığı kendi kendini
düzenleyen; her şeyin birbirine tıpkı bir ağ gibi bağlı olduğu bir tabiat anlayışını
benimsemiştir (Tucker). Bundan dolayı da erken dönem Çin düşüncesi sık sık “aşkın ve
düalist olmayan organik bir kozmos anlayışını benimsemiştir. (Tucker, Gezney). Bununla

52
beraber, konunun otoriteleri arasında Konfüçyüs’ün “Gök” kavramıyla neyi anladığı
konusunda tam anlamda bir fikir birliği bulunmamaktadır (Tümer-Küçük)
Burada dikkat çeken nokta, farklı zaman ve kültürlerde yetişen her iki düşünürün de
âlem anlayışlarını evren merkezli bir dünya görüşü üzerine bina etmeleridir. Bu anlayış,
tabiatın kendi başına bir değeri olduğunu vurgulamasının yanında; hayatın ve tüm canlıların
devamlılığı için şart olan kişisel canlılık ve ahlaki sorumluluğa kaynaklık etmesi açısından
önemlidir.
Dahası bu anlayış, tabiatı hayatın devamlılığını sağlayan her şeyin temeli olarak görür.
Başka bir ifadeyle, gıda, giyim ve barınmadan tutun da sayamadığımız diğer tüm şeylerin
kaynağı olarak tabiata büyük değer verilir.
Tabii; bu değerlendirme Konfüçyüs’ün olumsuz etkilerinin görmezden gelindiği veya
Çin kültürnünün tarihsel olarak ekolojik sitemlerle ve tabiatla uygunluk için bir model
oluştuğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Burada vurgulanmak istenen husus, içinde bulunduğumuz
bağlamda Konfüçyüs geleneği çerçevesinde Prof. Weimeng ve yeni Konfüçyüsçülerce
yapılan yeni yorumların bize yardımcı olacağı; tabiat ve çevreyi farklı bir şekilde görmemizi
sağlayabileceğidir. Bu çalışmada bu yeni yorumların sonuçlarını yansıtmaya çalışmaktadır.
Bununla beraber, bu yeni anlayışın Doğu Asya ve Konfüçyüs mirasının hâkim olduğu diğer
bölgelerde olgunlaşması beklenmektedir.
Vurgulanması gerken diğer bir nokta ise, Konfüçyüs vefat ettiğinde geriye hiçbir kitap
veya yazılı metin bırakmadı. Mirası öğrencileri ve gelenek tarafından nakledildi. Bundan
dolayı da, Konfüçyüs değerlerinden bahsederken, Konfüçyüs dışındakilerin de katkısını her
zaman hatırlamalıyız. Bununla beraber, Mevlana’nın tüm eserlerini ve şiirlerini öğrencilerine
bizzat kendisi yazdırmıştır. Ancak Mevlevilik daha sonraki bir dönemde onu takip edenlerce
oluşturulmuş bir tasavvuf geleneğidir.
Her iki düşünürün de kainat, alem ve insanla ilgili görüşlerini incelediğimizde, çağdaş
insan için hâlâ önemli olduklarını keşfetmekteyiz.
Bundan dolayı da, her iki düşünür tabiat ve kendimizle ilgili görüşlerimizi ve bakış
açılarımızı zenginleştirip genişletebilir. Bu da çevre sorunları ve doğal kaynakların bilinçsizce
yok edilmesi gibi konularda daha duyarlı olmada ahlakî bir duyarlılık oluşturabilir.

53
EK – I Konfüçyüs’ten Alıntılar

Aşağıdaki bölümde Konfüçyüs’ün “kolaylıkla uygulanabilecek”; aslında asırlardı insanlar yol


gösteren güzel ve özlü sözlerinden bazılarını derledik.

 Hata yapan ve hatasını düzeltmeyen bir kişi bir hata daha yapmıştır.
 Bilgeliği üç yolla öğrenebiliriz: Birincisi, tefekkürle ki bu en asil yoldur; ikincisi,
taklit ederek ki bu en kolay yoldur ve üçüncüsü, tecrübeyle ki bu en zor yoldur.
 Öğrenen ama düşünmeyen kişi kaybolmuştur.
Düşünen ama öğrenmeyen kişi ise büyük tehlikededir.
 Bilginin özü ona sahip olmak ve onu uygulamaktır; veya, ona sahip olmamak ve
cahilliğini itiraf etmektir.
 Doğru olanı bilmek ve onu yapmamak cesaret eksikliğidir.
Ben bilgiye sahip olarak doğmadım; ben antik çağlara merak duyan bir kişiyim ve
bilgiyi orada arıyorum.
Öğrenmek ve öğrendiklerini zaman zaman uygulamak zevkli değil midir?...
Düşünmeden öğrenmek işgücü kaybıdır; öğrenmeden düşünmek ise tehlikelidir.
 Kendiniz için istemediğiniz bir şeyi başkası için de istemeyiniz.
 Her şeyin bir güzelliği vardır ama herkes onu göremez.
 Eşitlik dünyadaki bütün insan davranışlarının ondan beslendiği büyük bir köktür, ve
uyum herkesin takip etmesi gereken evrensel bir yoldur.
 Geleceği tanımlamak istiyorsan geçmişi araştır.
 Bizim en büyük zaferimiz asla düşmemek değil, her düştüğümüzde tekrar kalmaktır.
 Sevdiğin bir meslek seç ve hayatın boyunca asla çalışmak zorunda kalma.
 Hayat gerçekten çok basittir ama bizi onu karmaşık hale getirmekte ısrar ediyoruz.
 Her gerçeğin dört köşesi vardır: ben öğretmen olarak bir köşeyi veriyorum, diğer dört
köşeyi bulacak olan ise sizlersiniz.
 Binlerce kilometrelik bir yolculuk tek bir adımla başlar
 Bir intikam yolculuğuna başlamadan önce iki çukur kazınız
 Kötülükleri unutun ama iyilikleri asla unutmayın.
 Her nereye giderseniz gidin, bütün kalbinizle gidin.
Her nerede olursanız olun, bütün kalbinizle olun.
 Bilmek sevmek kadar iyi değildir; sevmek ise eğlenmek kadar güzel değildir.
 Öğretmeni öğretmen yapan şey eskiyi incelemek ve yeniyi anlamaktır.
 Kibar bir insan dürüstlüğü anlar, sıradan bir insan ise çıkarını anlar.
 Dürüstlüğü arzula, erdemli davran, cömert ol ve kendini bilime ada.
 Sadakat ve samimiyeti birinci ilkeler olarak gör.
 Hataların olduğunda onları terk etmekten korkma.
 Aşka gönül veren bir kalp yanlış yapmaz.
 Meçhul olmaktan üzülme, kayda değer biri olmaya çalış.
 Anne-babanın yaşı bir yandan neşe ile diğer yandan korku ile hatırlanmalıdır.
 Bir beyefendi konuşurken yavaş, bir iş yaparken ise hızlı olmayı tercih eder.
 İyilik insanlardan uzak bir şey değildir. Onun hep komşuları vardır.
 Neden yaptığını anlamadan bir şeyler yapan insanlar olabilir. Ben onlardan değilim.
Çok dinlemek, iyiyi seçip onu takip etmek; çok görmek ve ona kafa yormak; işte bu
anlamanın yanında yer alan şeydir.
 Öğütlediklerini uygulayana kadar uyguladıklarını öğütlemez.
 Başkalarının iyiliğini korumaya çalışan bir kimse kendini korumuş olur.
 Gerçek bilgi cahilliğinin boyutlarını bilmektir.

54
 Üstün bir insan konuşmadan önce eyleme geçer ve sonra eylemine göre konuşur.
 Gerçek bilgelik bir kişinin ne bildiğini ve ne bilmediğini bilmesidir.
 Şu beş şeyi her koşulda uygulamak mükemmel fazileti oluşturur: ciddiyet, ruhun
cömertliği, samimiyet, dürüstlük ve iyilik.
 Bir şeyi biliyorsan, bildiğini muhafaza et; bir şeyi bilmiyorsan, onu bilmediğini itiraf
et. İşte bilgi budur.
 Tasarruf yapmayan kimse ileride acı çekmek zorunda kalır.
 Yaşlılık, inanın bana, iyi ve hoş bir şeydir. Sahneden kibarca omuzlarda indirildiğiniz
doğrudur; fakat sonra, size seyirci olarak ön sıradan rahat bir dinlenme yeri verilir.

55
EK 2 Mevlana’dan Alıntılar
Aşağıdaki bölümde Mevlana’nın aşk ve yaşam dolu hikmetli sözlerinden bir derleme yaptık.
Mevlana’mızın da bize tavsiye ettiği üzere söz konusu sözler eyleme dönüştürüldüğünde;
günlü hayatımızda uygulandığında hayatımızı zenginleştirebilir ve değiştirebilir.
- Yağmur damlaları ve güneşin yakıcı ışıkları bizi büyütmek için biraya gelir. Bilginizi
akkor halinde ve kederinizi parlar tutunuz. Böylece, hayatınız taze kalacaktır. Küçük
bir çocuk gibi kolayca ağlayınız.
- Kendimizi kontrol etmede Allah’tan bize yardım etmesini isteyelim
Kendini kontrol edemeyen kimse, O’nun merhametinden mahrum kalır.
- Çocuklar şeker, akıllı insanlar ise kendi kendilerini kontrol etmeyi ister.
- Düşman safını yaran bir aslan kendine hâkim olan bir aslanla kıyaslandığında küçük
kahramandır.
- Konuşmak için kişi öncelikle dinlemeyi, dinleyerek konuşmayı öğrenmelidir.
- Kalbiniz sırların mezarı olduğunda istekleriniz hızlı bir şekilde gerçekleşecektir.
Peygamberimiz, en içten düşüncelerini sır olarak saklayan kimsenin isteklerine kısa
sürede ulaşacağını söyler. Tohumlar toprağa atıldığında, içlerindeki sırlar gelişen bir
bahçe olur.
- Gerçeğin kılıcı azizin korumasıdır.
- Sabır neşenin anahtarıdır.
- Dermanın ilk prensibi oruç tutmaktır.
- Yanıyorum. Kişi çıradan mahrumsa onun çöpünün ateşimle yanmasına izin veriniz.
- Dostum! Sufi içinde bulunduğu şu anın dostudur. “Yarın” demek bizim yolumuz
değildir.
- Yolda bundan daha zor bir geçiş yoktur. Dost olarak yanında kıskançlığı taşımayan
kişi talihlidir.
- Bu konularda sizi destekleyen dostlarla birlikte olunuz. Onlarla kutsal metinler, nasıl
yaptığınızı ve onların nasıl yaptığını ve eylemlerinizi beraber sürdürmek hakkında
konuşunuz.
- “Kardeş, acıya dayanınız
Dürtülerin zehrinden kaçınınız
Bu şekilde davranırsanız gökyüzü güzelliğinize baş eğip sizi selamlayacaktır.
Kandili yakmayı öğreniniz. Güneşle yükseliniz.
Uyku mağaranızdan uzak durunuz.

56
Bu şekilde bir diken güle yaklaşır.
Bir parça evrenle parlar”.

- Kendinizi azar azar sütten kesiniz.


Bu söylemek zorunda olduğumun özüdür.
Beslenmesi kan ile gelen bir embriyondan
Bebeğin içtiği süte,
Çocuğun beslendiği katı yiyeceğe,
Bilgelikten sonra araştırmacı olmaya,
Görünmez oyunun avcısı olmaya geçiniz”.

- Aniden ağızdan çıkan bir sözün yaydan çıkmış bir ok gibi olduğunu biliniz. Oğul!
Fırlatılan bu ok geri dönmeyecektir. Seli kendi kaynağında tutmalısınız.
- Kainattaki her şey hizmet ve güzellikle dolu bir testidir.
- Her ovmadan huylanırsanız, nasıl terbiye olunacaksınız?
- Sorumluluklar huzur ve huzurun temeli olup sevincin müjdesidirler.
- Ne mutlu kendi hatasını gören ruha!
- Kurnaz öğrenciler kalplerini tüketmektedirler ve yalnızca hileyi öğrenmektedirler;
Zenginliğin yolu açmasına karşın gerçek zenginlik olan sabrı, kendini adamayı ve
cömertliği bir kenara itmektedirler.
- Kin ve nefretin oluşmasının altında yatan neden dünyevi isteklerdir ve söz konusu
istek alışkanlıkla perçinleşir. Kötü bir eğilim alışkanlıkla teyit edildiğinde, birisi sizi
sınırladığında öfke körüklenir.
- Geleneksel fikir ruhlarımızın harabesidir.
- Hiçbir ayna tekrar demir olmadı
Hiçbir ekmek tekrar un olmadı.
Tatlanan hiçbir üzüm tekrar ekşi meyve olmadı.
Kendini ongunlaştır ve daha kötüye dönüşmekten kendini koru.
Işık ol.
- Bu dünyanın insanları kendilerine bakmazlar ve böylece birbirlerini suçlarlar.
- Gölgenin öz [cevher] olduğunu düşünürsünüz.
- Gezginler! Artık geç. Hayat güneşi batacak. Bu kısa günlerde güçlü ve hızlı
olmalısınız ve kanatlarınız için çaba harcamamalısınız.
- Yanlışlar kalbinize rahatsızlık verirken, hakikat sizi sevinçli sükûnete götürür.

57
- Hikmete giden yol orta yoldur.
- Gerçekten değer verdiğiniz işlerle meşgul olunuz ve böylece hırsıza diğer şeyleri
almasına izin veriniz.
- Uçmak için bir değil iki kanadınız olsun diye Allah sizi bir duygudan diğerine
döndürür ve zıtlıklar vasıtasıyla sizi eğitir.
- Dikkat ediniz! “Sonra tövbe ederim ve Allah’tan bağışlanma dilerim” düşüncesine
güvenerek yanlış bildiğiniz şeyleri yapmada kendinize izin vermeyiniz.

58
Kaynakça:
Adler, Joseph A. “Response and Responsibility: Chou Tun-i and Confucian Resources for
Environmental Ethic” Mary Evelyn Tucker and John Berthrong, eds., Confucianism and
Ecology: The Interrelation of Heaven, Earth, and Humans (Cambridge: Harvard University
Center for the Study of World Religions, 1998) içinde, 123-149.

Arasteh, Reza. Mevalana Celaleddin Rumi’nin Kişilik Çözümlemesi: Aşkta ve Yaratıcılıkta


Yeniden Doğuş, (Bekir Demirkol ile birlikte), Kitabiyat, Ankara, 2000.

Armstrong, Karen .The Great Transformation: The Beginning of Our Religious Traditions, 2006.

Barks, Coleman. The Essential Rumî. San Francisco: Harper, 1995.

Bayraktar, Mehmet, İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1987.

Beck, Sanderson. Confucıus and Socrates, < http://san.beck.org/C&S-Contents.html>

Bina, Cyrus- Vaziri, Mo. “On the Dialectic of Rumi’s Discourse”,


<http://cda.morris.umn.edu/~binac/Essays/RUMI.FINAL.pdf>

Chittick, William. The Sufi Path of Love: the Spiritual Teaching of Rumî. N.Y.: State University of
New York Press, 1983.

Christian Science Monitor, 11/25/97.

Diamond. Jared. Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed, Viking Boks, 2005.
Geaney, Jane “Chinese Cosmology and Recent Studies In Confucian Ethics”, Journal of Religious
Ethics, Sep2000, Vol. 28 Issue 3.

E. Fromm, Sevme Sanatı, çev.: Işıtan Gündüz, Say, İstanbul, 1993.

Hardy, Julia M. "Confucianism: The Neglected "Eastern Religion"


<http://www.muhlenberg.edu/moyer/NEWCONF.html>

Huxley, Julian “Man’s Place and Role in Nature” in New Bottles for New Wine Harper & Brothers,
New York 1957.

Iqbal, Afzal. The Thought of Mohammad Jalal-ud-Din Rumî. Lahore, Pakistan: Bazm-i Iqbal, 1955.
Jaspers, Karl; Bullock, Michael (Tr.) The Origin and Goal of History (1st English ed.). (London:
Routledge and Keegan Paul, 1953).

Keshavarz, Fatemeh. Reading Mystical Lyric: The Case of Jalal al-Din Rumî, University of South
Carolina Press, 1998.

Mevlana, Mesnevi, çev: Veled İzbudak, (Istanbul: MEB Yayınları, 1988).

Mevlana, Fihi Mafih, çev. Meliha Ambarcıoğlu, (Istanbul: MEB Yayınları, 1989).

Lewis, Franklin D. Rumî, Past and Present, East and West: the Life, Teachings and Poetry of Jalal al-
din Rumî (Oxford: Oneworld Publications, 2000).

59
Nasr, S. Huseyin, “İslam ve Çevre Bunalımı”, çev: Mevlüt Uyanık, İslami Araştırmalar, c.4, no:3,
1990.

Needham, Joseph. “Human Laws and Laws of Nature in China and the West (II): Chinese Civilization
and the Laws of Nature”. Journal of the History of Ideas, Vol. 12, No. 2 (Apr., 1951), pp. 194-230.

Nicholson, Reynold A., İslam Sufileri, çev: Mehmet Dağ vd., (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,
1978),

Özdemir, İbrahim. “Rumî, Jalal al-Din,” in Encyclopedia of Religion and Nature, ed. Bron Taylor and
Jeffrey Kaplan (New York: Continuum, 2003).

Özdemir, İbrahim. “Towards an Understanding of Environmental Ethic from a Qur’anic Perspective”,


in Islam and Ecology, ed. Richard Foltz (Harvard University Press, 2003).

Rolston, III. Holmes “Can the East Help the West to Value Nature?” Philosophy East and West, Vol.
37, No. 2, Environmental Ethics (Apr., 1987), pp. 172-190.

Sadigh, Soudabeh. “Rumi, Poet of Love and Justice”.


<http://www.payvand.com/news/06/oct/1235.html>

Schimmel, Annemarie. Ben Rüzgarım Sen Ateş / Mevlana Celaleddin Rumi / Büyük Mutasavvıfın
Hayatı ve Eseri, Tercüme: Senail Özkan, İstanbul, 1999.

---------------------------. The Triumphal Sun: A Study of the Works of Jalaloddin Rumî. Albany, N.Y.:
State University of New York Press, 1993.

---------------------. Look! This Is Love: Poems of Rumî. Boston, Mass.: Shambhala Publications, 1991.

Smith, Huston. The Religions of Man, Harper&Row (New York:1986).

Star, Jonathan. Rumi: In the Arms of the Beloved (New York: Penguin Putnam, 2000).

Tucker, Mary Evelyn -John Berthrong (edts.) “Introduction to Confucianism Confucianism and
Ecology: Potential and Limits” in Confucianism and Ecology (Harvard/CSWR, 1998).

Tümer, Günay – Küçük, Abdurrahman. Dinler Tarihi, Ankara 1988.


Weiming, Tu. “The Ecological Turn in New Confucian Humanism:Implications for China and the
World” Daedalus, Fall 2001.

Whitehead, A. N., Science and the Modern World, (New York: Macmillan
Company, 1926).
Vitray-Meyerovitch, Eva de. The Whirling Dervishes: A Commemoration. London: International
Rumî Committee, 1974.
-------------------------. Rumî and Sufism, trans: Simone Fattal, Sausalito: The Post-Apollo Press, 1987.
-------------------------. Mesnevi. Mutlağın Aranışı, Meyerovitch, Eva de Vitray, trc. Mehmet Aydın,
Konya: Selçuklu Belediyesi Yayınları, 1996,.
--------------------------. İslam’ın Güler Yüzü, çev. Cemal Aydın, Şule Yayınları, 1998.

http://www.semazen.net/ (Mevlanamızla ilgili, Internetteki belkide en kapsamlı ve doyucrucu Web


sayfasıdır.)
http://en.wikipedia.org/wiki/Confucius

60
http://www.globalwebpost.com/farooqm/main.htm
http://environment.harvard.edu/religion/religion/confucianism/index.html
http://www.globalwebpost.com/farooqm/study_res/rumi/intro_nicholson.html

http://www.wisdomworld.org/additional/ancientlandmarks/Confucianism.html

61
Yazar Hakkında:

İbrahim Özdemir Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Felsefe Tarihi Doçentidir.


Yüksek Lisansını ve doktorasını ODTÜ Felsefe Bölümünde tamamladı.

Batıda ve İslam Dünyasında birçok ülkeyi ziyaret etti. ABD, Endonezya, Güney Afrika başta
olmak üzere çeşitli ülkelerde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi, bilimsel toplantılara
katıldı ve bildiriler sundu. Yerli ve yabancı birçok kitap ve makalesi bulunmaktadır.

http://www.ibrahimozdemir.com

E-mail: iozdemir@yahoo.com

62

You might also like