You are on page 1of 217

“Geleceği Geçmişten

Geçmişi Gelecekten
Kurtarmak”

Dünyanın Halleri Üzerine

D e n e m el e r
Demir Küçükaydın
1
“Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak”

(Dünyanın Halleri Üzerine Denemeler)

Đçindekiler

Hayat Hızlı Gideni Cezalandıracaktır ........................................................................................ 4


Politik Olan Özeldir ................................................................................................................... 7
Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak .............................................................................................. 11
1 Mayıs'ın Doğuşu, Bugünü ve Geleceği Üzerine Düşünceler ................................................ 25
Türk Nedir? .............................................................................................................................. 32
Hayat ve Ölüm ......................................................................................................................... 35
1 Mayıs Düşünceleri................................................................................................................. 39
Taşralılık................................................................................................................................... 45
Requiem ve 11 Eylül ................................................................................................................ 47
Kıyafet Kavgasının Đlk Anlamı ................................................................................................ 49
Umutsuzluk Đlkesi .................................................................................................................... 56
Eurovizyon, Modernleşme ve Demokratikleşme ..................................................................... 59
Bonapartizm ............................................................................................................................. 62
Sıfırın Değeri............................................................................................................................ 66
Minima Politika........................................................................................................................ 68
“Almanların En Đyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide Zaferi Kutlamak.................................. 78
Fizikte Bunalım: Karanlık Madde ve Karanlık Enerji ............................................................. 88
Doğu Toplumları ve Ütopya .................................................................................................... 93

2
Saçma Dünya............................................................................................................................ 99
Polemik Yapmak Ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün Đzlerinin Ardında ......................... 101
Che’nin Che Olmadan Önceki Yolculukları .......................................................................... 107
Doğa ve Toplum..................................................................................................................... 112
1905 – Özel Görelilik ve Sürekli Devrim .............................................................................. 115
Kurban Bayramının Ekonomi Politiği.................................................................................... 118
„Pardus – Ulusal Đşletim Sistemi”.......................................................................................... 126
Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler ............................ 133
Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar........................................................ 148
Yaradılış Teorisi, Tanrı ve Ulusçuluk .................................................................................... 157
Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir? ........................................ 161
Da Vinci Şifresi’nin Şifresi .................................................................................................... 169
Dünyanın Temel Sorunu: Uluslar .......................................................................................... 174
Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri ...................................................................................... 189
Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol....................................................................... 197
Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler....................................................................................... 206

3
Hayat Hızlı Gideni Cezalandıracaktır

Đnsanın hiç bir zaman bugünkü kadar çok zamanı olmadı ama hiç bir zaman da bugünkü kadar
zaman sıkıntısı çekmedi. Geçen yüzyılda iş saatleri haftada 80 saati buluyordu; bugün birçok
ülkede 48 saat yasalaşmış durumda, hatta birçok ileri ülkede 40 veya 35 saatlik iş haftaları
giderek kural oluyor. Buna rağmen günümüzün insanının en büyük problemlerinden biri
sürekli zaman kıtlığı çekmek; modern toplumda herkes zamanın çok süratli akıp gittiğinden
şikayetçi.
Yeryüzündeki insan sayısından daha fazla üretilmiş tek sofistike tüketim aracı belki de saat.
Modern şehirlerde hemen hiç bir büyük alan, istasyon, salon yoktur ki orada bir kocaman saat
bulunmasın. Zamanı kontrol altına almak için yatırılmış bu muazzam emeğe rağmen insanın
zamana köleliği giderek pekişiyor.
Bir toplumun refah düzeyinin ve günlük yaşamdaki ortalama hızın artması insanların daha bol
zamana sahip olmalarına değil; bir zaman kıtlığı içinde yaşamalarına yol açıyor. Modern
toplumun en büyük sorunlarından biri zamansızlık. Son yılların en ilginç tarih ve sosyoloji
araştırmalarının özellikle zaman kavramı üzerinde yoğunlaşmaları; Dali'den M. Ende'ye kadar
bir çok sanatçının insanın zamanın kölesi oluşunu estetik imgelerle ele almaları bu problemin
yansımalarıdır.
Yeni bir yıla giriş, zaman üzerinde düşünmek için bir fırsat olamaz mı?
***
Zaman fiziksel bir kavram olarak, Newton'un "dışındaki herhangi bir nesneyle ilişkisi
olmadan, doğası gereği eşit şekilli ve kendi kendine akan mutlak, gerçek ve matematiksel"
Zaman'ından Einstein'ın değişken ve ancak uzay ve madde ile birlikte var olabilen relatif
zamanına doğru bir evrim geçirir. Fiziksel zamanın, sadece kavranışının değil ama bizzat
kendisinin de bir tarihi vardır ve bugünkü bilgi seviyesine göre zamanın tarihinin popüler bir
özeti Stephan Hawking'in "Zamanın Kısa Tarihi"nde bulunabilir.
Đnsanın Zaman duygusu, köklerini her ne kadar Termodinamiğin Đkinci Yasası'ndan
("Entropi") alsa da, insanın zaman kavrayışının ve bilincinin bir de sosyolojik boyutu vardır
ve sosyolojik bir olgu olarak zaman bilincinin ve kavramının tarihi fiziksel zamanın
tarihinden hiç de daha az heyecan verici değildir.
***
Doğuşu ve yaygınlaşması topu topu bir kaç yüz yıllık bir geçmişi olan burjuva uygarlığının
zaman kavrayışı doğrusal ("Linear") bir niteliktedir. Herkes ilkokuldaki dershanelerin
duvarlarındaki bir ucu uzak bilinmeyen geçmişten gelen, diğer ucu bilinmeyen geleceğe giden
bir doğrudan oluşan doğa ya da toplum tarihi şemalarını hatırlayabilir. Bilim kurgu film ve
romanlarının en çok sevilen konularından biri olan zaman içinde ileri veya geri gidişler yine
zamanın doğrusal bir yapısı olduğu varsayımına dayanır.

4
Kapitalizm öncesi uygarlıklarda üretim her şeyden önce bir tarım üretimiydi ve bu nedenle
doğanın ritmine bağlıydı. Mısır'daki Nil taşkınları; Güneş'in, Ay'ın hareketleri; Mevsimler;
hatta insanların hayatları sürekli tekrarlar değil miydi? Bu nedenle modern kapitalizmin
doğuşuna kadar insanlığın zaman kavrayışı aslında doğrusal değil, dairesel ya da helezonikti.
Modern kapitalizmin doğuşu ile birlikte, üretim doğanın ritminden kurtuldukça ve artı değerin
kaynağı işgücü oldukça ve emek süreci ancak zamanla ölçülebilir bir süreç olarak ortaya
çıktıkça; bu "görünmez, elle tutulmaz şey"i, Zaman'ı, ölçmek ve birimlere ayırmak ihtiyacı
doğdu. Doğal Zaman'dan Mekanik Zaman'a geçildi. Dairesel zaman fikrinin yerini dairesel
çarklarla ölçülen ve birimlere ayrılan ama doğrusal zaman fikri aldı. Denebilir ki, insanın
hayatında dairelerin (tekerlek, çark vs.) önemi arttıkça zamanın dairesel kavranışının yerini
doğrusal kavranışı almıştır.
Kapitalizm öncesinde her uygarlığın kendine göre bir tarihi ve zamanı vardı. Modern
kapitalizmin dünya ticaretine egemen olmasıyla birlikte Dünya Zamanı fikri (1884) doğdu ve
kapitalizmin anavatanı Đngiltere'deki Greenwich rasathanesine göre bütün dünya bir tek
zaman birimine bağlandı (1911) ve zaman dünya ölçüsünde standardize edildi.
***
Olabildiğince az zamanda uzun yol; olabildiğince az zamanda daha çok enformasyon; daha
çok üretim. Đnsanoğlu hiç bu kadar hızlı değildi, ama hiç bu kadar zamansızlık da çekmedi.
Denizin ortasında susuzluktan ölürcesine bir enformasyon denizi içinde
enformasyonsuzluktan boğuluyoruz. Kapitalizmin bayrağında tek slogan var: "Daha Hızlı!"
Kapitalizmle ilk karşılaşan insanlar modern burjuva uygarlığının bu sürati ve dakikleşmesinin
insan doğasına aykırı niteliğini seziyorlardı. Henüz artizanlığın güçlü izlerini taşıyan Paris
kömünarları belki bu yüzden; burjuva devleti gibi saatleri de parçalamışlardı.
Ama sosyalist harekette bu güzel gelenekler unutuldu. Sosyalistler burjuva zaman modeli ve
idealinin en ateşli savunucuları oldular. Süratte burjuvaziyle yarışa girdiler. Đngiltere ya da
Amerikan tekniğine; yani o sürate, yani o zamansızlığa; zaman köleliğine ulaşmak tek hedef
oldu.
Bizler artık insanlara daha büyük süratler ve daha çok enformasyonlar; dolayısıyla daha az
zaman değil; daha çok zaman; yani daha yavaş, daha ritmi düşük bir hayat ve üretim; daha
değerli ve özgürce seçilmiş enformasyonlar vaadetmeliyiz.
Doğrusal, programlanmış, neredeyse sonsuz küçüklere bölünmüş burjuva uygarlığının
mekanik zamanına karşı; insan doğasına ve doğanın ritmine daha uygun; değişen, büyük
birimli ve yumuşak bir zamanı ezilenlerin bayraklarına yazması gerekiyor.
Bu gibi sorunları gündemine almayan, tartışmayan ve programına koymayan bir geri ülke
devriminin; ne uluslararası kapitalizm karşısında dayanabilme ne de ona karşı bir zafer
kazanabilme; yani ne insanlığın çoğunluğunu ne de zengin ve ileri ülkelerin ezilenlerini
etkileme, yanına alma şansı yoktur.
***

5
Kemalizm Batı uygarlığını Zaman kültürüyle de örnek almıştı. Miladi takvimden, alafranga
saate ve radyo saat ayarına kadar insanların günlük hayatını belirleyen; kapitalist üretime
uygun kültürel koşulları oluşturan tedbirler alındı.
Biz sosyalistler Kemalizmi hiç bir zaman bu yönüyle eleştirmedik. Hatta eleştirimiz onun bu
kültürel koşulları yeterince başaramaması yönünde yoğunlaştı.
Türk solu sadece burjuva zaman kültürünü idealize etmek ve bayrağına yazmak hatasını
işlemedi; küçük burjuva ve kapitalizm öncesi ilişkiler ortamı nedeniyle, örgütlerin
çalışmasının büyük bir bölümünü, normal olarak kapitalizmin kendiliğinden gerçekleştirdiği,
modern toplumun kültürünü üye ve taraftarlarına benimsetmeye harcadı. Örneğin randevulara
zamanında gelmeyi, yani modern zaman kültürünü öğretmek örgütlerin daima önemli bir
sorunu olmuştu. Bırakalım sosyalist olmayı, burjuva anlamda bile politik olmayan; özünde
kültürel nitelikteki bu çalışmalar politik çalışmanın özü ve kendisinin yerini bile aldı. Bu
nedenle sosyalistlerin faaliyetlerinin çok büyük bir bölümünü, Türkiye'nin geri kapitalizminin
bir türlü yeterince beceremediği, modern topluma uygun kültürel niteliklerle donatılmış insan
yetiştirme çalışması aldı. Bir bakıma Tarih sosyalistleri Türk kapitalizmini güçlendirmek için
kullandı. Bu anlamda Türk sosyalistleri sadece Burjuva Uygarlığını ve Kemalizmi
eleştirmemekle kalmadılar; nesnel olarak Kemalizmin hedeflerine ulaşmasına hizmet eden,
hem de Kemalizme rağmen hizmet eden, kültürel değişimin araçları oldular.
***
Ezilenler elbette ezenlere karşı savaşlarında, savaşın kendisinin dikte ettirdiği kurallara uymak
zorundalar. Örneğin elbet dakik olmak zorundalar. Ama bunun insanın doğasına aykırı
olduğunu bir an bile akıldan çıkarmadan.
Pratik çalışmada elbet: "Hayat geç kalanı cezalandırır" ya da "Geç gelmenin faziletlerinden
yararlanamayanlar, geç kalmanın reziletleri içinde bunalırlar" ilkeleri geçerliliğini
koruyacaktır. Ama tarihsel ve programatik düzeyde; burjuvazinin bayrağında "daha hızlı"
yazdığına göre, bizim de bayrağımıza şunu yazmamız gerekiyor: "Hayat hızlı gideni
cezalandıracaktır!"
Ve de cezalandırıyor: Zamansızlıkla.

6
Politik Olan Özeldir

Kadın hareketinin ezilenlerin kavgasına yaptığı en büyük katkı, onun "özel olan politiktir"
parolasında özetlenebilir. Bu parola sadece kadınların ezilen bir cins olarak mücadelesini bir
politik mücadeleye dönüştürmenin olanaklarını sunmak ve dönüştürmekle kalmaz, ama aynı
zamanda kapitalizme karşı radikal bir reddiye olarak, kadınların mücadelesini diğer
ezilenlerin mücadelesiyle bağlamanın olanaklarını yaratır. Çünkü kapitalizm, aslında hiç bir
şekilde birbirinden ayrılmayan insan hayatının çeşitli yönlerini, özel hayat, iş hayatı, politik
hayat, kültürel hayat gibi, birbirine karşı su geçirmez bölümlere ve gettolara ayırır. Bu
"hayat"ların her biri için, her biri diğeriyle çelişen ayrı ahlaklar ve normlar yaratır. Böylece
bir fotoğrafçının hiç bir insani kaygı duymadan bir felaketi "profosyonelce" çekmesi; "özel
hayat"ında çocukları seven bir politikacı veya askerin, "politika" ya da "iş hayatı"nda binlerce
çocuğu öldürecek kararlara imza ya da çocukların başına bomba atabilmesi, ve bütün bunları
tam bir vicdan rahatlığıyla yapabilmesi bu ayrımın zihinlerdeki gizli, alışılmış egemenliğiyle
mümkündür.
Đş ya da politika hayatının normları, "özel" hayatın normlarından ayrılmış, ve ona tamamen zıt
normlar koyulmuştur. Đş ya da politika hayatında sevginin duygunun yeri yoktur örneğin.
Orada "aklın" kuralları geçerlidir. Akıl ise eni sonu kar ya da zaferi sağlamanın aracıdır.
Böylece insani her şey sermayenin zaferine kurban edilir. Bu ayrım insanları sürekli değişen
kimlikler ve roller içinde bir yaşam sürdürmeye zorlar. Kapitalizme aslında her birey
şizofrenik bir vakadır. En "başarılı" politikacıların, sanatçıların, savaşçıların ardında, zavallı,
tükenmiş, kendisine bile saygısını yitirmiş insan posaları yatar. Bu şizofrenik duruma karşı
durabilmenin bir yolu, tüm diğer alanları yok edip ya da onları tek başarılı olan alanın
kurallarına tabi kılıp hayatı çölleştirmektir. Ya da, bu bölümlenmeye karşı çıkmaktır. Ama
karşı çıktığınız an, toplumun kurallarını anlamayan, tanımayan bir ruh hastası muamelesiyle
akıl hastahanesine tıkılırsınz ya da en iyisinden amatör görülürsünüz. Profosyonellik, bir işi
ya da mesleği iyi bilmek anlamından çıkmış, her alanın kurallarını bilen, birinin normlarını
değirinin alanına sokmayan anlamını kazanmıştır. Yaralı bir insanı gören bir foto muhabiri,
orada fotoğraf çekmeyi değil de, o yaralı insana yardım etmeyi düşünüyorsa, henüz bir
amatördür. Geçici olarak hoşgörülebilir belki ama biraz ileri giderse, geri zekalı ya da
uyumsuz damgası yiyip akıl hastahanesine tıkılabilir.
Kapitalizmle yüzyüze gelen henüz kapitalist olmamış toplumlardan gelen insanların modern
burjuva uygarlığında anlamakta en çok zorlandıkları ve en çok uyum zorluğu çektikleri konu
bu hayatın ve alanların parçalanmışlığı ve birbirinden soyutlanmışlığıdır. Modern sanatın en
önemli eserleri bu bölünmüşlüğün yolaçtığı durumları anlatır.
Đşte kadın hareketi "özel olan politiktir" parolasıyla, zihinlere egemenlik kurarak sermayenin
düzenine en büyük desteği sağlayan bu ideoloji, en zayıf yerinden su almaya başlar. Bu
ayrımın kendisi tartışma konusu olur.

7
Ne var ki, şu ihtiyar diyalektiğe göre, herşey kendi zıttına döner. En şifalı ilaçlar, yerinde ve
dozunda kullanılmazsa, en öldürücü zehir olurlar. Bunun tersi de doğrudur. "Özel olan
politiktir" parolası da, tarihsel bir program ve radikal bir eleştiri olarak yüzde yüz doğru olan
bu parola, eğer yerinde ve zamanında kullanılmazsa, bir zamanlar vülger marksistlerin "temel
neden ekonomiktir" dedikleri gibi, her duruma uygun her kapıyı açan sihirli bir anahtar haline
getirilirse, kendi zıttına döner ve aslında "özel" olanı gizlemenin bir aracı haline dönüşür.
Bu durum en çok küçük politikleşmiş gruplarda ve çevrelerde görülür. Her özgül çatışma,
ayrılık, çelişki böyle tarihsel sosyolojik kavramların ardına gizlenerek açıklanmayı çalışılırsa,
aslında baskıya karşı çıkmış bu parola bir baskı aracı haline dönüşür.
Küçük grupların alanında, insanlar arası ilişkileri belirleyen, tarihsel ya da sosyolojik yasalar
değildir, ya da şöyle diyelim, tarihsel ya da sosyolojik yasalara göre belirlenmiş küçük
gruplara ilişkin yasalardır. Bir toplumdaki değişimleri, belirli sınıfların eğilimlerini, belki
üretici güçlerdeki, teknikteki ya da iktisadi ilişkilerdeki bir değişimle açıklayabilirsiniz ama
orada tabiri caiz ise, iktisadi, teknik, sınıf kuvvetleri geçerlidir. Ama küçük gruplardaki
insanlar arası ilişkiler alanında, cinsel eğilimler, en basıt doğrudan maddi ya da manevi
çıkarlar, kültürel ya da duygusal yakınlıklar veya zıtlıklar çok daha belirleyicidir.
Bu farklılık belki modern fizikten bir benzetmeyle daha iyi açıklanabilir. Modern fizik
teorilerine göre evrende dört temel kuvvet bulunmaktadır: çekim kuvveti, manyetik kuvvet,
güçlü ve zayıf kuvvetler. Aynı yüklü parçacıklar birbirini iterler. Ancak atomun çekirdeğinde,
protonlar pozitif yüklü oldukları halde bir arada bulunurlar. Atom-altı alanda, artık başka
kuvvetler geçerlidir. Atom-altında örneğin gravitasyon (çekim) kuvvetinin esamesi okunmaz.
Etkisi rahatlıkla sıfır kabul edilebilir. Ama evrenin kaderi, galaksilerin, yıldızların,
gezegenlerin oluşumları ve hareketleri söz konusu olduğunda, orada son sözü gravitasyon
söyler.
Toplumda da böyledir, teknikteki gelişmeler, bunun yolaçtığı toplumsal ilişkiler son
duruşmada tarihsel gidişi belirler. Gravitasyon gibidir onlar. Tarihsel sürecin kaderini onlar
belirler. Ama küçük gruplar alanına girince, tıpkı atom altı dünyada ya da çekirdek fiziğinde
olduğu gibi, orada başka kuvvetlerin egemenliği vardır. Örneğin orada sınıfsal çıkarlar veya
eğilimler değil de örnegin cinsel sempatiler ya da eğilimler çok daha belirleyici olur. Đktisadi
ilişkiler değil de, kişilerin en çimçiğ maddi çıkar beklentileri çok daha belirleyici olur.
Davranışları belki idelolojiden çok modern toplumdaki yalnızlık korkusu belirler. Örnekler
çoğaltılabilir.
Bu noktaya niye geldik. Politik mücadelenin bir problemini açabilmek için. Kitlesel partilerde
ya da örgütlerde, o örgütlerin davranışlarını ya da sorunlarını, değişimlerini, sosyolojik,
gravitasyon kuvveti benzeri değişmeler belirler. Örneğin bir sosyalist partini reformistleşmesi,
pekala, o partinin dayandığı sınıfın ya da tabakaların toplumsal konum ve çıkarlarındaki,
dolayısıyla iktisadi ilişkilerdeki ve teknikteki değişmelerle açıklanabilir. Binlerce üyenin
seçtiği delegelerin kongrelerde aldıkları kararları bu tür güçler belirler.
Ama küçük bir grubun ya da çevrenin kararlarında, sempatilerin, antipatilerin, küçük
hesapların öylesine büyük bir yeri ve ağırlığı vardır ki, o kararlar bir tarihsel, toplumsal

8
eğilimle açıklanamaz. Küçük bir toplulukta, birkaç kişinin tavrının çoğu kez büyük bir ağırlığı
olur. O tavırlar ise, tarihsel ya da sosyolojik ölçülerle bakıldığında rastlantısal denilecek
durumlar tarafından belirlenir.
Hele böyle küçük grupların, büyük tarihsel deneyleri yaşamadan, kadın ya da işçi hareketinin
yeterince içe sindirilememiş, kulaktan dolma ya da yüzeysel bilgileriyle, ve de bir gericilik
döneminin tecrit ortamında varolduklarını düşünün, ortaya tam anlamıyla bir saçma durum
çıkar. Kahramanlar, büyük sosyal hareketlerin vokabüleriyle (ya da " söylemiyle" diyelim)
konuşur.
Fransız devriminin önderleri eski Yunan ve Roma yurttaşlarının dilini kullanıyorlardı. 48
devrimcileri 89'un. Marks buna bakarak, birincisinde trajedi, ikincisinde, (taklidinde anlaşıla)
komedi olur diyordu. Ama küçük gruplarda büyük sosyal hareketlerin diliyle konuşmak,
ortaya komedi bile değil, saçma şizofrenik bir durum çıkarır.
Fikir ayrılıkları: sınıfsal ihanet; tartışmada biraz yüksek sesle konuşmak "seksizm" vs. vs.
olarak tanımlanır. Đşin ilginci, ezilenlerin çoğu kez kendi ezilmişliklerini, bu ezilmişliğe karşı
mücadeleye sempati duyan ezen gruplardan bireyler üzerinde bir egemenlik ve baskı aracı
olarak kullanması gibi olgular nedeniyle, toplumsal bir ezilmişlik durumu, kişisel ya da küçük
grup ilişkileri alanında, diyalektik olarak tam zıttına döner, ve bir baskı durumuna dönüşür.
Sosyolojik olarak ezilen bir cins, "sınıf", "ırk" ya da milliyetlerden kişiler, küçük gruplarda
pekala bu konumundan dolayı ezen ve egemen duruma geçebilirler o küçük grubun ilişkileri
bağlamında. Baskıya karşı tarihsel mücadelenin parolaları, küçük gruplar içinde birden
baskının ideolojik araçları haline dönüşürler. Örneğin "özel olan politiktir" parolası, son
derece "özel" bir çıkarı veya konumu korumanın ve güçlendirmenin; onu politik gibi
göstererek, gerçek çıkarı gizlemenin bir aracı haline dönüşebilir ve dönüşür de. Aslında küçük
grupların tarihsel kaderini bu tür sorunlar belirler. Canlı ve yükselen bir harekete
dayanmayan, gücünü ondan almayan her türlü küçük politik gruplaşma ya da gruplaşmayı
koruma çabası, küçük grupların davranışlarına yön veren kuvvetlerin baskısı altında kalmaya
mahkumdur. Ve bu nedenle de, müthiş enerji ve güç tüketen, moral bozukluğu yaratan,
kemikleşme ve buharlaşma eğilimini bir arada taşıyan küçük gruplaşmalara basit insani
ilişkiler ötesinde fazla bir değer vermemek gerekir. Hatta mümkün olduğunca bu tür
şekillenmelerden uzak durmak yararlıdır.
Politik küçük gruplarda kadın hareketinin tarihsel parolası değil onun zıttı doğrudur. "Politik
olan özeldir". En politik gibi görünen, ya da öyle anlamlandırılan tartışma, ayrılık ve
kararların ardında, aslında tamamen "apolitik", ama tamamen insani , "hatalar ve unutkalaklar
karmaşası insan", "insanım, insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir" anlamında insani,
"akrebin sokması kötülüğünden değil, tabiatı icabıdır" anlamında insani zayıflıklar, eğilimler,
beklentiler yatar. Özel olan politik olarak görünür.
Ama bu görünüm gerçekliği çarpıttığı, onun özünü anlamayı zorlaştırdığı, hatta bir baskı aracı
olduğu için, çoğu kez aslında gerici tarihsel bir ruh halinin, gerici bir "zeitgeist"ın, sol bir
grubun içinde gizlenmesinin aracı da olur. Ve orada daire kapanıp bir üst düzeyde tarihsel

9
yasa hükmünü yine gerçekleştirir. Politik biçimde görünen özel aslında politiktir. Fakat tam
da zıt konumda.
Onun için küçük gruplar alanında, gerçeğin özünü daha iyi verdiği için, "Politik olan özeldir"
parolası, genel bir parola olarak, o küçük grubun ilişkileri içinde kullanılmamak şartıyla, o
ilişkileri genel olarak tanımlamak için, "özel olan politiktir" parolasından çok daha devrimci,
özeleştirel, ayıktırıcıdır.
Pazartesi, 3 Mart 1997

10
Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak

Evreni sayılar mı yönetiyor yoksa? Bugünkü modern – batı uygarlığının benimsediği takvime
göre ikinci bin yılın bitişi, sanki ilahi bir sağ duyunun nehirleri kentlerin ortasından geçirmesi
gibi, tam da bir tarihsel dönemin bitişine denk geliyor. Đnsanlık tarihinde eşi benzeri olmamış
bir kırılma çizgisi, bir fay, aynı zamanda, tarihin bütünü göz önüne alındığında pek önemli
olmayan on yıllık bir hata payıyla, şiddet ve acıyla dolu yirminci yüzyılın ve ikinci bin yılın
bitişiyle çakışıyor.
Sayıların sihirli gücüne inanış, bütün antik uygarlıklarda görülür. Tek tanrılı dinler öncesi
Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Akdeniz uygarlıklar zincirinin son halkası eski Grek
uygarlığında, Pisagorcular değil miydi evrenin hakiminin sayılar olduğuna inananlar. Bütün
bu uygarlıklarda, diğerlerinin yanı sıra on ve katlarının daima özel bir anlamı olmadı mı?
Uzak Asya'ya giden ticaret yollarının destanı Bin Bir Gece Masalları'nın adında, bin sayısının
büyüsüne bir gönderme yok mudur?
Bu gelenek aslında bir doğu dini olan Hıristiyanlık aracılığıyla, Avrupa'nın geleneğine de
geçmedi mi? Avrupa Orta Çağında, dünya tarihi, Yaradılış, Sel, Đbrahim'in Dönemi, Davud'un
Dönemi, Babil Esareti, Đsa'nın Doğumu gibi her biri bin yıl tutan dönemlere ayrılmamış
mıydı? Ve ilk bin yılın sonunda, Avrupa Orta Çağında insanlar kıyameti beklemiyorlar mıydı,
aynı dönemde doğu uygarlıkları yeni çiçeklenmelerini yaşarken ve örneğin Đslam uygarlığı
kendi takvimine göre ilk yüzyıllarındayken.
Đkinci bin yılın sonunda, geleceği kendisinden kurtarmanın konu olduğu, binin büyüsüne
inanan geçmişin hiç mi izi yok bu yarışmada. Ve o geçmiş, kendisinden kurtarılacak
gelecekten önce, üçüncü bin yılın kapısında karşımıza çıkıp, bizlere alaycı bir gülümsemeyle,
kendisinden kaçılamayacak bir alın yazısı olduğunu hatırlatmıyor mu?
***
Üstelik, bin yıl değişimiyle çakışan çağ değişimi, rakamların büyüsüne inanan mistisizme
ölümden sonra yeniden bir diriliş yaşatan koşulları besliyor.
Bütün uygarlıklar ve imparatorluklar, kendilerini ciddi olarak tehdit edebilen, bir maddi güce
dayanan muhalefetlerle, gençliklerini solurken karşı karşıya gelirler. Ve bütün bu direnişleri
öylesine şiddetle bastırırlar ki, artık gençlikleri bittiğinde, yatalak olduklarında, beyinleri
skleroza uğradığında, ortada bu can çekişmeye, bu sürünüşe son verebilecek, ona bir
merhamet atışı yapabilecek hiç bir güç kalmaz ortada. Silahlı ve isyancı partilerin yerini bir
şeylerin değişebileceği inancının bittiği noktada mistik tarikatlar alır. Mistisizm çürümeye bir
tepki ve kişisel düzeyde bir direnişin ifadesi olduğu kadar, bir uygarlığın çürüyüş döneminin
de göstergesidir.

11
Spartakist ayaklanmasında Roma henüz gençliğini yaşıyordu. Spartakistlerin yenilgisinden
sonra hiç bir güç Roma'yı öylesine tehdit edemedi. Roma'nın çöküşüne, bir tür mistik direniş
olan Hıristiyanlık eşlik etti.
Đslam uygarlığında da farklı olmadı. Đlk bir kaç yüz yıl boyunca, bu uygarlık gençliğini
yaşarken, aynı zamanda en güçlü halk ayaklanmaları, en güçlü kitlesel ihtilalci mezhepler
ortalığı kaplamıştı. Ama sonunda öylesine yenildiler ve ezildiler ki, memnuniyetsizliğin
kendisini dışa vurabileceği tek yer mistik tarikatlar oldu. Bundan sonra Đslam alemini sufi,
mistik tarikatlar doldurdu
Eğer dışardan gelen "barbar" halklar olmasaydı, yatalak uygarlıklara ölüm vuruşu vurabilecek
hiç bir güç kalmamıştı ortalıkta.
Modern batı burjuva uygarlığı da pek farklı bir yol izlememiş görünüyor. Ona karşı da en
ciddi derinişler ve tehditler, o tam da gençliğini yaşarken görüldü. 1848 devrimleri, Paris
Komünü, Ekim Devrimi, Çin, Yugoslavya, Küba, 1968. Bütün bunlar ona gençliğini yaşadığı
dönemde bir tehdit olarak tarih sahnesine çıktılar. Ama şimdi, artık tam da stabilize olduğu ve
gençliğini yitirdiği dönemde, ona direnebilecek, ona bir tehdit oluşturabilecek hiç bir güç yok
ortada. Mistisizm bir yeniden doğuş yaşıyor. Bizzat mistisizmin bu yayılışı, bir çağ bitişinin
bir sonucu ve ifadesi değil mi?
Eski uygarlıklar çağında, dünyada uygarlıklar henüz bütün yer yüzünü uygarlaştırmamışken,
o uygarlık alanlarının dışında "barbar" halklar vardı o uygarlıklara son verebilecek, tarihin
Gordiyos düğümlerini kesebilecek Đskender'ler, Cengiz'ler Attila'lar vardı. Ama Coca Cola'nın
satılmadığı bir tek köy bakkalının bile kalmadığı bugünkü yer yüzünde, bu çürüyen batı
uygarlığına son verebilecek hiç bir güç kalmamış görülüyor.
Ufo hikayeleri, artık dünyada kalmamış, Gordiyos düğümünü çözecek, uzaylı "barbarlara" bir
davet değil mi? Ama artık "barbarlar" gelmeyecek. Ve bu uygarlık, yeni bir bin yılla birlikte
girdiği bu çağda, kendisine bir ölüm vuruşu yapacak celladı arayacak, bulamayacak;
sürünmeye ve çürümeye devam edecek.
***
Bizzat bu yarışma sorusu bile, bu uygarlığın kaderinin bir sezişi, ondan kurtulmak için bir
arayıştır. Geçmiş ve gelecek üzerine bin yıl bitişinin bu yarışma konusu da, tıpkı mistisizm
gibi, bir çağ dönüşünün, yitirilmiş bir gençliğin lanetli damgasını taşıyor.
Antik uygarlıklarda, hele doğrusal ve geçmişten geleceğe doğru bir ok şeklinde bir zaman
anlayışının egemen olmadığı ya da hiç olmadığı geçmişte, geçmiş, erdemin, yiğitliğin, üstün
ahlaki niteliklerin egemen olduğu bir altın çağ, bir cennettir. Roma hep ilk döneminin
özlemiyle yaşamadı mı? Đslam'da Ergin Halifeler Dönemi hep bir ideal olarak kalmadı mı?
Homeros destanları, geçmişe ve geçmişin kahramanlarına bir övgü değil midir?
Antik uygarlıklar, geçmişlerini yüceltirken pek de haksız sayılmazlar. O kahramanlık ve
Erdem dolu dönemler, onların henüz uygarlaşmadıkları, kandaşlık ilişkilerinin egemen
olduğu, sınıf bölünmelerinin ve zengin fakir farkının uygarlıktaki gibi uçurumlarla

12
ayrılmadığı bir döneme denk düşer. Antik uygarlıkların geçmişi yüceltişlerinde ve şimdiyi bir
çürüme olarak görmelerinde gerçekçi ve dürüst bir yan vardır.
Geçmişin özlemle anıldığı antika uygarlıkların çürüme çağlarında dahi, geçmişten geleceği ve
şimdiyi kurtarmak diye bir sorun düşünülemezdi bile.
Modern burjuva uygarlığı, henüz gençliğini soluduğu dönemde, geçmişi bu şerefli yerinden
alıp, eski Greklerin analık hukukundan babalık hukukuna geçerken, kadın tanrıları karanlıklar
alemine itmesi, kötü ve korkunç olarak tasvir etmesi ve alt duruma geçirmesi gibi, lanetliler
ülkesine yolladı.
Geçmiş bir enkazdı, bir harabeydi; gelecek bir hazine. Geçmiş, kaçırılmış fırsatlarıydı
insanlığın; gelecek olanaklar. Geçmiş kendisinden kurtulmaya çalışılan bir egemen, ezen;
gelecek, geçmişin esaretinden bizler tarafından kurtulmayı bekleyen bir kurban. Geçmiş
cehennemdi, gelecek cennet. Geçmiş bir geceydi, gelecek gün. Geçmiş, yer altının, ölüler
ülkesinin tanrısı Osiris'di , gelecek güneşin ve ışığın tanrısı Ra. Geçmiş, masalların kötü kalpli
kraliçesiydi, her sabah aynasına, benden güzeli var mı diye soran ve kendinden güzeli yok
eden. Gelecek uyuyan güzel.
Modern burjuva uygarlığı da, geçmişi lanetlerken pek haksız sayılmazdı, eski uygarlıkların
geçmişi överken oldukları gibi. Modern uygarlık, çürüyen antik uygarlıkların humuslandırdığı
topraktan birdenbire çıkan bir mantar gibiydi. O Çin'den Atlas okyanusuna kadar bir şeridi
kaplayan binlerce yıllık uygarlıklar zinciri artık tam bir çürümeyi ifade ediyordu. Bu çürüme
içindeki eski uygarlıklar, kendilerinin kahramanlık, yani uygarlık öncesi, uygarlık eşiği
dönemleri kadar olsun, bir ideal ve örnek sunmaktan uzaktı modern kapitalist uygarlığa.
Teknik ve bilimdeki gelişmeler ise tarihsel bir iyimserliği besliyordu.
Böyle bir dönemde, gelecek geçmişin veya şimdinin kendisinden kurtarılacağı bir şey olarak
tasavvur bile edilemez, böyle bir soru akla gelemezdi.
Ancak, şu "kısa yüzyıl"da, şu "aşırılıklar yüzyılı"nda (Hobsbawm) insanlığın yaşadıkları,
geçen yüzyılın geleceğe ilişkin bütün hayallerini gömdü. O çok umut bağlanan teknik,
insanlık tarihinde eşi görülmemiş katliam ve acıların da aracı olabiliyordu. Atom yeryüzünde
canlıların bile var oluşunu tehdit ediyordu. Doğaya egemen olma onun dengesini bozuyor,
canlı yaşamın şartlarını bile tehdit ediyordu. Üretimdeki onca artışa, üretkenlikteki müthiş
yükselişlere rağmen, insanlığın büyük bölümü, eskisinden de daha kötü koşullarda yaşıyor,
her gün geçmiştekinden daha fazla çocuk ölüyordu. Maddi refah bile, sağlandığı yerlerde
insanlara binlerce yıl boyunca aranmış mutlulukları vermekten uzaktı. Yalnızlık, izolasyon,
zamansızlık, yabancılaşma, ilişkilerin, boş zamanların metalaşması, şiddetin yükselişi çok
daha aşılmaz sorunlar olarak insanın karşısına dikiliyordu. Bütün bunlar, Aydınlanma
döneminin iyimser bir gelecek beklentisine ölüm vuruşu oldular.
Geçmişe anlamını veren gelecek hakkındaki beklentilerdir. Gelecek için umutları besleyen bir
çağ, geçmişin algılanışını da değiştirir. Geçmiş, bütün olumsuzluklarına rağmen, mutlu bir
gelecek için geçilmesi zorunlu bir aşama, geleceğin mutluluğu için bir kefaret, bir diyet, o

13
mutluluk ülkesine giden zahmetli bir yol gibi görünür. Devrimler tarihin lokomotifleri olarak
görünürler.
Ama gelecek umut ışığını yitirdiğinde, bir mutluluk ülkesi vaat etmez göründüğünde, geçmiş,
Tarih meleğinin gördükleri, hayata döndürmek istediği ölüler, yeniden birleştirmek istediği
kırık parçalar, gelecek ise bu meleğin bir fırtına tarafından sürüklendiği yön olarak görülür.
Ve gelecek sadece yeni yıkıntılar vaat eder. Devrimler, tarihin lokomotifleri değil, imdat
frenleri olarak görünürler. (W. Benjamin)
Böylece gelecek yitirildiği için geçmiş de yitirilmiştir artık. Yeni bir çağa ve bin yıla insanlık
ne umut vadeden bir gelecek ne de özlem duyulabilecek bir geçmiş olmadan giriyor. Tam da
bu ruh hali, bin yıl dönüşünün sorusunu belirliyor. Ancak geleceğin ve geçmişin yitirildiği bir
çağın eşiğinde, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak akla gelebilir ve sorulabilir.
Ve o gelecek artık öylesine bir lanetle damgalıdır ki, sahneye yalnızca kendisi çıkamamakta,
kendisine yönelecek şiddeti ve laneti biraz olsun azaltabilmek, saptırabilmek için, kardeşi
geçmişin çirkinliğinin ardına gizlenmektedir.
Bu bağlamda, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak sorusu, felsefi kabuklarından ve
imgelerden soyulduğunda, umut vadeden bir gelecek için, geleceği yeniden kazanabilmek için
ne yapmak gerekir sorusundan başka bir anlama gelmez. Bu anlamda, programatik ve politik
bir sorudur. Bizzat kendisi bir programdır.
***
Sadece geçmiş ve geleceği mi yitirdik? Birde o geçmiş ve gelecek arasında, insan psikolojisi
ve algılamasına göre üç saniyelik bir dönemi kapsadığı söylenen incecik bir zar gibi bir de
şimdi var. Đster bu psikolojik boyutuyla, ister çeşitli kriterlere göre tanımlanabilecek başka
tarihsel ve sosyolojik boyutlarıyla bir de şimdi var.
Bir zamanlar sadece şimdi vardı. Augustinius, sadece şimdide yaşadığımızı, ve bu şimdinin,
"geçmiş şeylerin şimdisi, şimdiki şeylerin şimdisi ve gelecek şeylerin şimdisi" gibi boyutları
olduğunu söylüyordu.
Parisli isyancılar, ebedi olmasını istedikleri an için saatlere kurşun sıkıyorlardı. Bugün ise ne
saatleri yıkmayı ve onlara kurşun sıkmayı düşünebilecek bir hayal gücümüz, ne de öyle durup
ebedi olmasını isteyeceğimiz bir an var.
Bir bakıma geçmiş ve gelecek yok olmuş ortalığı şimdi ele geçirmiş durumda. Haberleri bir
sprinter gibi okuyan spiker, hava raporunu hızla geçip giden bir bahar yağmuru gibi anlatan
metoorolog, son liste başı parçayı, çalacağı müzikten daha hızlı bir tempoyla tanıtan Disk
Jokey, gazetelerin başlıkları, geçip giderken görülen reklam afişleri, her şey, tarihsiz ve
geleceksizce bir an için yaşıyor ve yok oluyor, buhar olup uçuyor. Tıpkı ömürleri saniyenin
bile çok küçük bir bölümü kadar süren radyoaktif reaksiyonlar sonucu ortaya çıkan tanecikler
gibi. Sanki gelecek ve geçmiş yok olmuş durumda, her şey şimdi için var. Bir şimdi
diktatörlüğü hüküm sürüyor.

14
Ama şimdinin bu toplumsal egemenliği, kişi ve algılayışı açısından, şimdinin yitirilişinden
başka bir şey değil. Hayat hiç bir zaman yaşanmamış, yaşanmayacak, tadına varılmamış
şimdilerden oluşuyor. Her şimdi sadece bir sonraki randevu için var. Şimdi geleceğin bir
hizmetçisi. Ama gelecekteki şimdilerde daha ötedeki bir geleceğin şimdileri. Bütün şimdi ve
gelecek, daha hızlı, durmayalım düşeriz prensibine göre çalışan modern uygarlığın
mihrabında kurban edilmiş durumda.
Bu anlamda, geçmişi ve geleceği birbirinden kurtarmak, şimdiyi yeniden kazanabilmek
demektir.
***
Ne gelecek, ne geçmiş ne de şimdi kaldı. Her şeyi yitirmiş bulunuyoruz. Yitirdiklerimiz bu
kadarla kalsaydı gene iyiydi. Umutsuz bir geleceğin gölgesinin vurduğu bir tarih bile yok
artık elimizde, tarihin yıkıntıları bile çalınıyor.
Modern toplumun tanrısı kar ise, dini ulustur. Tarihin gördüğü en etkili, en kanlı, en saçma
illüzyon olan, yalan olan ulus ve ulusçuluk, sadece yıkıntılardan oluşan bir geçmişi bile
insanlığa çok görüyor, onu gizlice çalıyor.
Ulusların tarihi yoktur. Uluslar ve ulusçuluk, tıpkı bir vampir gibi, olmayan tarihini yaratmak
için, kendi varlığını sürdürebilmek için insanlık tarihinin kanını emiyor, bütün tarihi kendisi
gibi tarihsizleştiriyor.
Bütün uluslarda, şimdinin tarihi o ulusal devletin ya da o devlete yol açan hareketin tarihiyle
başlıyor. Böylece bir yandan uluslar tarihsizliklerini örtük bir şekilde itiraf ederlerken, diğer
yandan da geniş anlamıyla Şimdiyi de sadece bir ulusal ilkeye tabi kılarak ve indirgeyerek,
insanlığın elinden kapıyor. Tarihin geri kalanı ise, yine ulusal oluşumların hazırlanışlarının
tarihi oluyor. Tarihi olmayan uluslar bütün insanlık tarihini işgal ediyorlar.
Bütün ulusların tarihi yalanlar üzerine inşa edilmiştir. Tarih üzerine yazılan her şey o
tarihsize, o soysuza bir tarih, bir soy sağlamaya hizmet etmektedir. Bu en açık biçimde, şu an
inşa halindeki ulusun, Avrupa ulusunun tarihinin inşasında görülebilir. Đsa'dan, Eski Greklere,
Haçlı Seferlerinden otuz yıl savaşlarına, hatta ikinci ve birinci dünya savaşlarının
boğazlaşmalarına kadar bütün tarih, sanki Avrupa ulusunun oluşumu yolunda geçilmesi
zorunlu aşamalarmış gibi ele alınıyor. Tarih, ulusların ve ulusçunun yağmasına uğruyor ve
onun unsurları ulusal tarihlerin inşalarında kullanılıyor. Artık geçmiş, sadece ulusların ve
ulusçuların prizmasından bakınca vardır. Başka bir geçmiş yoktur, uluslar tarafından
çalınmıştır.
Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak, geçmişi ulusların ve ulusçuluğun elinden
kurtarmak demektir.
***
Fakat sadece gelecek hiç bir umut vaat etmediği için yitirmedik geleceği ve geçmişi; sadece
dayanılmaz sürati, ticarileşmesi ve yabancılaşması yüzünden yitirmedik şimdiyi; sadece

15
uluslar ve ulusçuluk çaldığı için yitirmedik yıkıntılardan ibaret bile olsa tüm insanlığın
geçmişini; ama aynı zamanda, unuttuğumuz için de, unutturulduğu için de yitirdik.
Her hatırlama aynı zamanda başka bir şeylerin unutulması, unutulmaya terk edilmesidir; her
olayın öne çıkarılışı, başka bir olayın arda itilişidir; her en açık gibi görünen tartışma,
tartışılmayana karşı bir susuş komplosudur.
Gerçek Tarih henüz yazılmamış olandır. Varolan tarih ezilenlere karşı bir susuş komplosudur.
Tarih, galiplerin, üstün gelenlerin veya daha baştan üstün olanların tarihidir. Ve bu tarihte
sadece iğrençlikler kalmaktadır. Uygarlıkların doğuşuyla birlikte, tarihi sadece iğrençlikler ve
çöküş kaplamaktadır. Kahramanlık dönemlerinin tarihi kadar olsun, örnek alınacak bir erdem
yoktur ortada. Böylece ezilenlere karşı bu komplo yüzünden insanlık da tarihinde örnek
alacak hiç bir şey göremez olmakta; eski uygarlıklar kadar olsun, geçmişiyle barışık
olamamaktadır. Geçmiş ezenlerin ve galiplerin tarihi olarak onlar tarafından yazıldığı için
onurunu da yitirdi. Zafer sarhoşluğu içindeki modern batı uygarlığı, bu zaferini ebedi
kılabilmek, başka olası bir dünyanın ve hayalin bütün anılarını hafızalardan silebilmek için,
onun erdemli yanını unutuyor ve unutturuyor.
Tarih sadece Konsantrasyon kampları değildir ona karşı direnenlerdir de. Sadece savaşlar
değildir; barış için savaşanlar, asker kaçaklarıdır; sadece uzlaşanlar, eyyam efendileri, teslim
olanlar değildir; uzlaşmayanlar, direnenlerdir. Sadece galiplerin zafer arabasına bağladığı
yığınların tarihi değildir, bir inancı sürdüren marjinal, küçük grupların da tarihidir; sadece
kilisenin değil, Katarların da tarihidir; sadece engizitörler yoktur, engizitörlerin yaktığı ateşte
yanarak ışık verenler de vardır; sadece çürüyen Abbasi ve Emevi halifeleri yoktur, Nesimi'ler,
Hallacı Mansur'lar da vardır.
Tarihin bütün dikkati ve enerjisi, geçmiş üzerine bütün bildiklerimiz hep birinciler üzerine
odaklanmıştır, diğerleri unutulmaya ve unutturulmaya terk edilmiştir. Ama onlar hep vardılar,
varlar ve var olacaklar. Nasıl her şeylere kadir tanrı bir topal şeytanla baş edemez, onu yok
edemez ise öyle. O şeytanların da bir tarihi var ve yazılmamış gerçek tarih, bizlerden çalınan
geçmiş, o şeytanların tarihidir.
Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak, o unutulan geçmişi hatırlamak, geçmişe erdemli
ve yiğit yanını geri vermek, kazandırmak demektir. Tarihle barışmak demektir.
***
Bir an için geleceği bir yana bırakalım. Unutulmuş ve çalınmış bir geçmiş ve yaşamadığımız
bir şimdi var. Geleceği geçmişten kurtarmak için, unutulmuşu hatırlamak, çalınmışı geri
almak, yaşanamayanı yaşayabilir olmak gerekiyor.
Unutulmuşu hatırlamak, çalınmışı geri almak, yaşanmayan şimdiyi yeniden kazanabilmek için
ne yapmak gerekiyor? Şimdiyi tekrar kazanmaktan başlanabilir. Niçin ve nasıl yitirildi şimdi?
Nedir böylesine ne insan biyolojisinin ne de doğanın ritmini takmadan, saatlerden saniyelere,
saniyelerden nano saniyelere doğru, müthiş bir hızla hayatı kıyma eden. Zamanı çalan ve
bizleri zamansızlığa mahkum eden?

16
Eğer bir metaın değerini içinde yoğunlaşmış emek belirliyorsa, bunun tek ölçüsü de zaman
ise, ve ödenmemiş emek miktarı ölçüsünde artı değer ve kar artıyorsa, ve ancak daha çok kar
ettikçe ayakta kalabiliyorsa sermaye; sermaye ancak daha hızla devir ettiği takdirde, kar
oranlarında bir yükseliş sağlanabiliyorsa; makineler ancak, durmaksızın ve en hızlı tempoyla
çalıştıkları takdirde daha verimli oluyorlarsa, yani üretim sisteminin mantığı, kişilerin
iradesinden ve isteğinden bağımsız olarak bunu gerektiriyorsa; bu nedenle bu modern batı
uygarlığı durmayalım düşeriz, daima daha hızlı ve daima daha çok diye yazmışsa; zamanı ve
şimdiyi yeniden kazanmak bu kara dayanan anarşik üretim, değişim ve tüketim sistemini yok
etmeden mümkün olabilir mi? Ama bu sistemi yok etmek ise, kar yerine insanların
ihtiyaçlarını; daha çok ve daha hızlı yerine; daha yavaş ve daha az yabancılaşmış emekli
zaman diyen; karı değil insanı merkeze koyan bir sistem kurmak; dokunulmaz kutsal,
bugünkü batı uygarlığının temelini oluşturan özel mülkiyete dokunmadan olabilir mi?
Şimdiyi, yeniden kazanmak, sadece sürat boyutuyla bile, batı uygarlığının temelini oluşturan
modern sermayenin temellerini dinamitlemek demektir. Şimdiyi kazanmak biçimindeki bu
masum istek, bu son derece insani arzu, bugünkü sistemin duvarlarına çarpmak zorundadır.
Ya o hızla geçen zamanın, yaşanmayan şimdinin içeriğine gelince; her şeyin metalaşması yol
açmıyor mu insan ilişkilerindeki metalaşmaya, soğukluğa ve yalnızlığa; sadece üretken
işgücü, artı değer üreten bir iş gücü önemli olduğu için değil mi, çocukların okul ve kreş
gettolarında çocukluklarını yaşamadan, eski Çin'de kadınların ayaklarının daha küçük yaşta
kalıba vurulmaları gibi, sermayenin ve pazarın isteğine ve ihtiyaçlarına uygun formlara
sokulmaları. Ve aynı nedenle kapatılmıyor mu, artık artı değer üretemeyecek olanlar yaşlılar
evi denen gettolara. Sırf daha yüksek kar oranları değil mi, böylesine akıl almaz süratle
gerçekleşen teknik değişikliklerin nedeni. Ve o teknik değişiklikler, sadece henüz fiziksel bir
yıpranmaya uğramadan, makineleri moral yıpranmaya uğratmakla kalmıyor, insanları,
özellikle yaşlıları da modeli geçmiş makineler gibi çöplüğe atmıyor mu?. Böylece çocukluk,
gençlik ve yaşlılık, bir stres ya da gereksizlik duygusu içinde yaşanmadan yaşanıyor.
Olgunluk ise, yani ücretli olarak çalışılan dönem ise, ya müthiş bir tempo içinde
yabancılaşmış emek olarak, yani yaşanmamış bir hayat olarak, ya da onun yeniden üretimi
için uyumak, yemek gibi işlerle geçiyor. Geriye kalan boş zamanlar ise, ticarileşmiş, soğuk,
yalnız ve sevgisiz olarak uçup gidiyor. Bu sefaletin turizmden evlere, aşktan seksüel ilişkilere
kadar daha nice yanından söz edilebilir.
Đşin ilginci, bütün o "üçüncü dünya"nın sefaletinin, yani batı uygarlığının kasapları,
manavları, bakkalları, hizmetçileri ve bordelleri olmaya mahkum edilmelerinin nedeni, o
fiziki yoksulluğun nedeni, şu batı uygarlığının çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını
yaşayamayan, erginliğini ise yabancılaşmış emek ve onun yeniden üretimiyle geçiren, geri
kalan küçücük boş zamanı da ticarileşmiş, soğuk ve yalnızlığa mahkum olmuş çalışanlarının
iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak ve dolayısıyla artı değer ve kar
oranlarında yükseliş sağlamaktan başka bir şey değildir. Manevi olarak savunmaya bile
değmeyecek bir hayat için, insanlığın dörtte üçünün ölüme ve acıya mahkum edilmesi.
Fakir ülkelerdeki maddi ve zengin ülkelerdeki manevi sefaleti yok etmek isteyen her girişim,
biraz olsun sorunun nedenlerine girdiği an karşısında, şu özel mülkiyete, kara, her şeyin

17
metalaşmasına dayanan bugünkü batı uygarlığının temellerini görmek ve onlara yönelmek
zorundadır. Bu yöneliş ise karşısında, şaşmaz bir şekilde sermayenin fiziksel gücünü ve baskı
araçlarını bulur.
Ama hayal gücünü ve umudunu yitirmiş bir insanlık, bu durumun nedenini çok iyi bildiği ve
gördüğü halde bu temellere yönelemiyor. Eleştirisinin sonuçlarından korkuyor, son sözünü
yutuyor ve geriye adım atıyor. Bütün dünyadaki aydınlar, düşünce adamları, bu maddi ve
manevi sefaleti her yönüyle, en sanatsal ve çarpıcı ifadeleriyle ele alıp anlatıyorlar. Ama
nedenler konusuna gelince diller tutuluyor. Bu tutuluşun ardında, uygarlığın bu çürüyüşüne
son verecek bir gücün görülmemesi yatıyor. Ortada bu tasvir ve eleştirilerin gerektirdiği
çıkarsamaları yapmak için cesaretlendirici bir güç yok. O zaman da umutsuzluk sonunda
teslimiyete yol açıyor. Teslimiyet kendine saygının yitirilmesine yol açıyor. O zaman da
unutmaya ve unutturmaya çalışıyor ve sistemin suç ortaklarına, kapolarına dönüşüyor.
Kurbanlar cellatlarının iş birlikçiliğine soyunuyor.
Niye mümkün olmasın, insan ihtiyaçlarına, doğanın ve insan biyolojisinin ritmine göre
insanların özgürce ve demokratik olarak planladıkları bir üretim, değişim ve dağılım sistemi.
Đnsan bu kadar yeteneksiz midir? Bu insana güvensizlik değil midir? Yıkılmış, sözüm ona
planlı denen bürokratik keyfilik ekonomileri bunun olanaksızlığının bir kanıtı olarak
gösterilebilir mi? Đnsanlık bu kadar yeteneksiz değildir. Ama bunun için önce hayal
edebilmek, var olanın kader olmadığını, başka yollar da olabileceğini düşünmeye cesaret
etmek gerekiyor. Ancak o zaman şimdiyi yeniden kazanabiliriz.
***
Ya bizden ulusun ve ulusçuların çaldığı geçmiş. Onu nasıl kazanabiliriz?
Daha iki yüz yıl kadar önce, kendilerini ulus olarak tanımlayan devletler, Atlas okyanusunun
iki kıyısında, insanlığın çok küçük bir bölümünü kapsayan topluluklardan ibaretti. Đnsanların
büyük çoğunluğu için, ulusçuluğun anladığı anlamda bir ulustan olmanın bir anlamı yoktu ve
böyle bir problem bile bilinmiyordu. Ama bu gün yeryüzünde, bir tek santimerte kare toprak
kalmamıştır ki bir ulusal devlete dahil olmasın, bir tek bile insan yoktur ulusu olmayan. Ulusu
olmayan bir insanı düşünmek, çağdaş hayal gücünü aşırı zorlamak olur, nasıl gölgesiz bir
insan olamazsa, ulussuz da olamaz (E. Gellner).
Ama daha yakın zamana kadar insanlar için bir ulustan olmak, kültürel ya da soysal bir
yakınlığı ifade etmekten başka bir anlam taşımazdı. "Ulusal birimle, siyasal birimin çakışması
gerektiği" (E. Gellner) yolundaki ulusçuluğun anlayışı, akla bile gelmezdi, Bugün, şu ya da bu
soydan, şu ya da bu aşiretten olmanın siyasal bir anlamı olmadığı gibi bir anlama sahipti bir
ulustan olmak.
Belki bu uygarlığın gençliğini yaşadığı çağda insanlığın hayrına olmuş bu ulus ilkesi ve
ulusçuluk, modern uygarlığın dini, globalleşen bir dünyada, sadece bir apartheit sisteminin
dayanağı olabilir. Güney Afrika'da klasik aphartheit biterken, dünya ölçüsünde bir apartheit
sistemi kurulmuş bulunuyor. Yer yüzünün beyazları, Amerika, Avrupa, Japonya, Avustralya
gibi ülkelerin ulusları, yer yüzünün siyahlarını, "Üçüncü dünya" denilen rezervuara

18
hapsediyor. Amerika, Çin setti benzeri yüksek teknolojili duvarlar örüyor, Meksika'nın
kuzeyine, Benzerini Avrupa başka biçimlerde Asya'nın Batısına ve Afrika'nın kuzeyine
yapıyor. Rezervuara hapsedilenler ve rezervuar yapılan alan öylesine büyük ki, bu duvarların
bir rezervuarın etrafındaki çitler olduğunu kavramak için hayal gücünü zorlamak, anlayışlarda
bir Kopernik devrimi yapmak gerekiyor.
Örülen duvarlar, beyazların etrafına değil, siyahların etrafına örülmektedir, ama bu siyahlar
öylesine büyük ve çoktur ki, ilk bakışta bu görülememektedir. Bu rezervuar koskoca bir
hapishanedir ve oradan artık kimsenin kaçmasına müsaade edilmemektedir. Kaçmaya
kalkanlar, ya hapishane yapılmış adalardan kaçmaya kalkanlar gibi, nehirlerde ve denizlerde
boğulmakta, balıklara yem olmakta, ya da dağlarda donmakta, ya da duvarlara takılıp
kalmaktadırlar. Bu hapishanenin sahibi beyazlar ise, turist olarak iş gücünü daha ucuza
yeniden üretmek için,istedikleri zaman oraya girip çıkabilmekte ya da politikacı ve iş adamı
olarak, istedikleri zaman ve biçimde bu hapishaneyi kontrol edebilmektedirler. Beyazların
idare binasına ise sadece hapishanedeki iş birlikçilerinin çıkma hakları oluyor. Bazen de idare
binasının bazı temizlik gibi bazı ihtiyaçları için bazı siyah mahkumların orada bir parya olarak
çalışmasına müsaade ediliyor. Bu sistemin bir tek adı vardır: Apartheit. Ama ulus ilkesinin ve
ulusal devletlerin egemenliği, bunun sorgulanmasızca kabul edilmişliği, bir ırkçılık olduğunun
görülmesini engelliyor. Ulus ve ulusçuluğa son verilmeden ise bu apartheit sistemi yok
edilemez.
Ama bu sistem, ulus ilkesine ve ulusal devletlere dayandığı ve artık insanlık, ulusun dışında
bir varoluş tarzını unuttuğu ve hayal bile edemediği için, bu sistemin kurbanlarınca, yani
siyahlarca bile, sistemin korkunçluğu, akıl ve insanlık dışılığı görülemiyor ve bir itiraz
getirilemiyor. Gerçekliğin tam bir kavranışı ancak hayallerin aynasında olabilir. Bu nedenle,
sistemin kurbanlarının bile önce hayal görmeye bunun için de hayal gücüne ihtiyacı var.
Batı uygarlığı, bir yandan globalleşir ve globalleşmeden söz ederken, sermaye ve karlar ve
mallar hiç bir sınır tanımadan dünyanın her yerine kolaylıkla geçebilirken iş gücünün ve
insanların serbest dolaşımının önüne koyulan ulusal devletin sınırlarının akıl ve insanlık
dışılığını gizlemek için, çok kültürlülük ya da etniklik diye bir yalan uyduruyor. Ama bu
gizleme çabası, ulus ilkesine dayanan devletin gereksizliğinin de üstü örtük bir itirafından
başka bir şey değildir.
Çok kültürlülük bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi kültür anlayışını,
tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının
baskı altına alınmasıdır. Kültürel olan bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir
örneğin, giyimdir, günlük hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri
çıkıp, benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram
yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim
kültürümde polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok
kültürlülük efsanesi biter, söyleyen soluğu caza evinde ya da tımarhanede alır. Çok
kültürlülük, ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür
anlayışının diktatörlüğüdür.

19
Avrupa uygarlığının kültür karşısındaki tutumu, dinler karşısındaki tutumuna benzer. Bu
uygarlıkta din, kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olarak tanımlanmış, ve en ideal biçimlerinde
tümüyle politik alanın dışına itilmiştir. Ama bu aslında, diğer dinlerin din anlayışları üzerinde
bir diktatörlüktür. Örneğin sıradan halk Đslam'ı değil, politik Đslam, ya da Şeriatın tanımladığı
Đslam, tıpkı ulusçuluğun, siyasal birimle ulusal birimin çakışmasını ön görmesi gibi, siyasal
birimle din biriminin çakışmasını ön görür. Bu anlayış karşısında batı uygarlığının din
anlayışı bir diktatörlüktür, ona izin veremez çünkü. Bunun tersi de doğrudur, politik Đslam da,
dini kişinin vicdan ve inanç sorunu olarak, politik alanın dışında anlayan yaklaşım üzerinde
bir diktatörlüktür. Bunlar uzlaşmazlar. Aynı şekilde başka kültürlerin kültür tanımları
karşısında da aynı durum vardır. Bir kültürün siyasal alan içinde gördüğünü, diğer kültür
görmüyorsa, bunlardan birinin geçerliliği diğeri üzerinde diktatörlüktür. Çoğulculuk, çok
kültürlülük, demokrasi, çok renklilik gibi kavramlar bu diktatörlüğü gizlemeye yarayan
ideolojik araçlardır.
Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş. Madem ki batı uygarlığı, dini ve kültürü
öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve
ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın
hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi?
Bugün dünyadaki bütün devletler, var olan ve var olmaya çalışan bütün devletler, hepsi,
ulusal birimin politik birimle çakışması anlayışına göre kurulmuş bulunuyor. Tıpkı bir şeriat
devletinde, dinsel birimle politik birimin çakışmasında olduğu gibi. Aslında bugün bütün
dünya, ulus ilkesi açısından şeriat devletleri tarafından ele geçirilmiş bulunuyor. Đnsanların
dinsiz olma hakkı var ama ulussuz olma hakkı yok örneğin. Üç kişi bir araya gelip bir din ya
da tarikat kurabilir ama bir ulus kuramaz. Çünkü ulusçunun ulus anlayışı, ulusal birimle
siyasal birimin çakışmasını öngörür.
Ulusçuluğun ulus anlayışını kabul etmek için hiç bir neden yok ortada, aksine 80'li yılların
başından beri, ulus ve ulusçuluk alanındaki anlayışında devrim yapmış kitapların hepsi,
ulusçuluğun ulustan önce geldiğinin, varoluşu bakımından sınıflara değil örneğin dinlere
benzediğinin kanıtlarıyla doludur.
Bu anlayışı reddetmek enternasyonalizmle de olamaz ve enternasyonalizm değildir.
Enternasyonalizm, ulusçuluğun ulus anlayışını reddetmez, dışlamaz, onu olduğu gibi kabul
eder ona dayanır ve onu yeniden üretir. Onun içindir ki, yeryüzündeki ulusların çoğunu
enternasyonalistler yaratmışlardır. Ulusun ne olduğunu ulusçulardan öğrenemezsiniz derler,
enternasyonalistlerden de öğrenemezsiniz.
Tıpkı tanrısızlık ya da dinsizlik gibi, ulussuz olma hakkını savunan bir anlayış, ki bu anlayış
otomatik olarak siyasal olanla ulusal olanın çakışması gerektiği anlayışını reddetmek
zorundadır, ulusların ve ulusçuluğun mezar kazıcısı olabilir. Böyle bir anlayış, ulusu siyasal
alanın dışına iterek, isteyene istediği ulusu kurma, girme, çıkma, ulussuz olma hakkını
sağlayabilir. Ulus kişisel bir seçim, din gibi bir inanç sorunu veya , tıpkı, bugün kültürün
tanımlandığı gibi bir kültür sorunu olur.

20
Elbette böyle bir yaklaşım, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddeden ve ulusal olanı,
tıpkı daha iki yüz yıl önce insanlığın çoğunda olduğu gibi, politik alanın dışına iten yaklaşım,
ulusçunun yaklaşımı üzerinde bir diktatörlüktür. Ama bugün bütün dünyaya egemen olan
ulusçuluğun anlayışı da, diğeri üzerinde bir diktatörlük.
***
Ulusların bir araya gelip çok uluslu birlikler (Avrupa Birliği) ya da uluslar üstü (Birleşmiş
Milletler) birlikler kurması, ulusçuluğu yok etmez, sadece güçlendirir ve görünmesini gizler,
daha büyük ve güçlü olarak başka bir isimle yeniden üretir, ulusal olanla politik olanın
çakışmasını sorgulamaz.
Ulusların aralarındaki çatışmaların, uluslar arasındaki yakınlaşmalarla; uluslar arası
örgütlenmelerle; ulusçunun anladığı biçimiyle ulus ilkesini ret etmeyen, dışlamayan ama
yeniden üreten mekanizmalarla kaybolacağı inancı çocuksudur ve hiç bir tarihsel tecrübe
bunu desteklemez. Ulusçunun ulus anlayışını ret eden, onu dışlayan, onun üzerinde bir
diktatörlük oluşturan, başka bir ilke ancak bugün insanlığı apartheit sisteminden kurtarıp,
ulusal çatışmalara son verebilir.
Bu, bir tarihsel analojiyle daha kolay anlaşılabilir. Đslamiyet öncesi dönemde, insanlar Arap
yarımadasında aşiretlere göre örgütlenmişlerdi. Geçerli ilke, soy kardeşliği, kan kardeşliği idi,
tabiri caiz ise, siyasal olan kan ve soyla belirleniyordu. Muhammet, bu aşiretleri
birleştirmeye, birleşmiş milletler ya da Avrupa birliği gibi, aşiret birlikleri ya da
federasyonları gibi yollar denemedi, o kandaşlık ilişkisi ve ilkesinin yerine başka bir ilkeyi
getirdi, kan kardeşliği yerine din kardeşliği. Ancak böylece her aşiretin içindeki din kardeşliği
ilkesini kabul edenler, kan kardeşliği ilkesini kabul edenlere karşı başka bir ilkeyi dayattılar.
Diğer bir örnek, modern batı uygarlığının tarihinden verilebilir. Burjuvazi, ilk muhalefetini
dinsel biçimler içinde örgütledi. Bu biçimler içinde kaldığı sürece, tüm insanlığı, tüm dinleri
etkisi altına alabilecek bir uygarlık geliştiremezdi burjuvazi. Hıristiyanlığın hangi yorumunun
daha doğru olduğu, bir Müslüman ya da bir Budist için hiç bir şey ifade etmez ve anlaşılmaz
kalırdı. Burjuvazi, Muhammet'in aşiretler kardeşliği ya da federasyonu denememesi gibi, bir
dinler birliği ve kardeşliği de denemedi. Burjuvazi, bütün antik uygarlıkların ve dinlerin
dayandıkları ilkeleri dışlayan, geçersiz kılan ve onlar üzerinde bir diktatörlük oluşturan
bambaşka bir ilke ile, örneğin ulus ilkesi ile onlar üzerinde kesin bir zafer kazandı. Burjuvazi,
bütün dinleri, antik uygarlıkları ve aşiretleri, tıpkı Muhammet'in bir zamanlar, din kardeşliği
ilkesiyle yapabildiği, yani kardeşleri siperlerin karşı taraflarına sürebilmesi gibi, ulus
kardeşliği ilkesiyle, din ve kan kardeşlerini birbirine karşı sürüp ekonomik gücüne dayanan
zaferini ideolojik olarak pekiştirebildi. Modern uygarlık, ancak, başka bir ilkeye dayanarak,
her din ve kandaşlık birliğinin içinden yığın yığın gönüllü savunucular bulabildi.
Ulusçuluğun sonu da böyle olabilir. Ulus ilkesini ret eden, boş düşüren, onu dinlerle aynı
kefeye ve gerçek yerine koyan bir ilke, bizden tarihi ve günümüzü çalan; insanlığın bir
apartheit sistemine mahkum eden ulusal devletlerin sonunu getirebilir. Her ulus içinde, ulusal
olanla politik olanın çakışması gerektiğini savunanlarla, bunun kişisel bir tercih sorunu olması
gerektiğini savunanlar arasında bir bölünme olmadıkça ve ikincileri birincilere üstün

21
gelmedikçe, çalınmış geçmişi yeniden kazanmak ve geleceği geçmişin lanetinden kurtarmak
mümkün olamaz.
Modern uygarlığın dini ulusçuluk ya da onun heretik karşıtı enternasyonalizm, klasik dinler
kadar olsun böyle bir eleştiri ve bakış karşısında dayanacak güçte değildir. O insan varlığına
ilişkin temel soruları ne sorar ne de ona bir cevap arar. Sanıldığından çok daha güçsüzdür.
Burada bütün sorun bunun olabileceğini düşünmek, bunu hayal edebilmekte. Var olanın ufku
dışından ona bakabilmekte.
***
O halde hayal görmeliyiz.
Ama hayal görmeyi bile unutmuş bulunuyoruz. Hayal görmeyi de unuttuğumuza göre, onu
yeniden hatırlamak, sanki ağır bir ameliyat ve uzun bir yatalaklık döneminden sonra bir
hastanın yeniden yürümeyi öğrenmesi gibi, hayal görme çalışmaları yapmamız, tembelleşmiş
kasların itaatsizliğine son vermemiz, yol açtıkları acılara dayanmamız gerekiyor.
Tabakhanede çalışan işçiler gibi burnumuz ufunetin kokusunu almaz olmuş durumda. O pislik
kokusunu tekrar fark edebilir olmak için, önce temiz bir havaya gerek var. Bu temiz havayı
ancak hayaller sağlayabilir. Ancak hayallerin ışığı altında gerçekliğin akıl ve insanlık dışılığı
daha iyi görülebilir, onun daha derin bir kavranışına ulaşılabilir.
Herkes, kuyuya düşmemek için önüne bakıyor, kimse yıldızlara bakmayı aklından geçirmiyor
bile. Kafalar yukarıya kaldırılsa, kuyunun ağzı görülebilecek ve belki o zaman kuyudan çıkma
çabasına girilebilecek. Hayallerin ufku olmaksızın gerçekliğin daha tam bir kavranışı olamaz.
***
Gerçekliğin hayallerin ışığında gerçekçi bir değerlendirilişi ise şunu gösterir: durum
umutsuzdur. Öylesine umutsuzdur ki artık ciddi bile değildir.
Belki çoktan insanın var oluşunu sağlayan koşullar tahrip oldu geri dönüşsüzce. Bir
gökdelenin tepesinden aşağı düşene yere çakıldığı ana kadar bir şey olmaz, belki insanlık bu
durumda.
Paraşütün ipini çekecek, ya da uçuruma doğru hızla giden trenin imdat frenini çekecek bir güç
de görülmüyor ortada. Tarihin tersinden açılan yumağının yol açtığı Gordiyos düğümünü
kesecek, Đskenderler de yok artık. Modern uygarlık bütün insanlığı kendi zafer arabasına
bağlamış, geçmişi çalmış, unutmuş ve unutturmuş.
Yapılacak ilk iş, durumun böyle olduğunu görmektir, durum hakkında sahte umutlar ve
hayaller yaymamaktır. Durumun umutsuzluğu görülmeli ve gerçeğin gözlerinin içine cesaretle
bakılabilmeli. Gerçekliği görebilmek için hayal görebilmek; umutsuzluğu görebilmek için
gerçekçi olmak gerekiyor.
Hiç bir umudun ve kaybedecek bir şeyin olmaması; bunun görülmesi ve kabulü çok sağlam
bir hareket noktası sağlar. Çok radikal ve eleştirel bir tutumun koşullarını sağlar. Bu

22
radikalizm yine aynı ölçüde radikal; ne umuda, ne başarıya bir referans noktası olarak
bakmayan bir ahlaki tavır alış gerektirir.
Ezen var ezilen var, galip var mağlup var, üstteki var, alttaki var, kadın var erkek var, siyah
var, beyaz var. Bunlarda hep lanetlilerden yana olmak gerekir, hep öyle olmaya çalışmak
gerekir; tarihin ve geleceğin, baskının ve sömürünün olmadığı bir dünya için bir olanak vaat
edip etmediğinin önemi yoktur. Gişenin ve barikatın bu tarafında olmak, ahlaki bir ilke
olmalı. Đnsan hayatına anlam veren şey, onun amacıdır. Amaç ise, sömürüsüz ve baskısız bir
dünyaya ulaşabilmek içir azami olanı yapmaktan başka bir şey olamaz.
Hayal gücüyle gerçekliğin rezaletinin kavranışı; gerçekçilikle umutsuzluğun kabulü ve umut
ve umutsuzluğa bir anlam yüklemeyen ahlaki bir seçimle konumun belirlenişi.
Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir tavrın, bir
zafer beklentisine bile ihtiyacı yoktur. Tarihte eğer ezilenlerin kurtuluşu yolunda zaman
zaman bir parça ilerlemeler kaydedildiyse, bunlar zafer kazananlar değil, yenilenler sayesinde
olmuştur. Kurtuluşa azami katkı, çoğu kez yenilgiyi gerektirmiştir, zaferi değil. Zaferi
kazanan kilisenin değil, onun yaktıklarının, cadıların örneğin daha çok katkısı vardır
insanlığın kurtuluşuna.
Bir zafer bile beklemeyen, umutsuz bur durumdan yola çıkan ve umudu bile olmayan bir tavır
olabilir ancak umudun kendisi.
Kaos teorilerinde kullanılan bir metafora göre, Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı,
Amerika'da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil açabilir. Bu küçük küçücük de olsa bir
olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir. Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı olmak.
***
Yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih değildir. Bugünkü tarih olası tarihlerden sadece
biridir. Tarihin bugünkü yolunu zorunlu olarak kat ettiğine dair hiç bir kesin toplumsal yasa
yoktur. Sadece toplum değil, doğa tarihi için bile geçerlidir bu durum. Daima başka olanaklar
vardır.
Bugünkü evren, muhtemelen olası evrenlerden sadece biridir. Belki o başka olası evrenler bile
var evrenimizin dışında. Ama bu fikir şöyle de ifade edilebilir. Eğer Big Bang'tan bu güne,
evrenin tarihinin kaseti ya da filmi yeniden oynatılsaydı, aynı filmin görüleceğinin hiç bir
garantisi yoktur. Bugünkünden bambaşka özellikleri olan başka yapı taşlarına dayanan bir
evren olabilirdi.
Doğa tarihi için de geçerlidir bu durum. Hayatın doğuşundan beri filmini yeniden oynatmak
mümkün olsa, bugünkü canlı türlerinin aynı şekilde olacağına dair hiç bir yasa ve garanti
yoktur. Aksine, bizlere doğal evrimin kaçınılmaz sonucu gibi görünen insan "bir rastlantı"dan
(S. J. Gould) başka bir şey değildir. Paleantoloji ve Jeoloji bunun yığınla kanıtını sunuyor.
Peki aynı şey toplum için geçerli değil mi? Bugün yaşadığımız tarih, olası tarihlerden sadece
biri değil midir? Kaset başından çalınsa, aynı müziğin dinleneceğinin bir garantisi ve

23
zorunluluğu yoktur. Ve tarihin her anı, kasetin yeniden çalınabileceği bir başlangıç
noktasından başka nedir ki?
09 Kasım 1998 Pazartesi
19:08:44

24
1 Mayıs'ın Doğuşu, Bugünü ve Geleceği Üzerine Düşünceler
Modern toplum tarihindeki ulusla sınırlı ulusal bayramlar bir yana, bütün büyük bayramların
kökeninde dinsel bayramlar ve onların kökeninde de insanlık tarihindeki, avcılık ve
toplayıcılıktan göçebeliğe veya tarımcılığa geçiş gibi, büyük devrimler yer alır.
Gerek ulusal, gerek dinsel bütün bu bayramları kutlayanlar ya da kutlamaya çağrılı olanlar bir
ulusun ya da dinin taraftarlarıyla sınırlıdır. 1 Mayıs, tarihte, tüm uluslardan, kavimlerden,
dinlerden, "ırk"lardan, cinslerden, yaşlardan insanların kutladığı ilk ve tek "bayram" olma
özelliğini koruyor.
(Gerçi, insanlık tarihinin en eski ve köklü bölünmesinde kökleri olan bir baskı ve sömürüye
karşı ama modern tarihte ortaya çıkmış 8 Mart Kadınlar Günü, uluslar, "ırk"lar ve dinler üstü
olma özelliğine sahipse de ve 1 Mayısın aksine, son yıllarda kutlanışı nicel ve nitel olarak
yükselme eğilimi gösteriyorsa da, onu kutlayan öznenin ezilen cinsle sınırlı olması onu 1
Mayısa göre daha sınırlı kılıyor. Ancak, 8 Martın 1 Mayıstan daha uzun ömürlü olacağı
düşünülebilir. Kadının üzerindeki baskının kökleri çok daha derinlerdedir ve sınıfsız bir
toplumla ortadan kalkmayacaktır. Belki sınıfsız bir toplum, bu en eski ve köklü bölünme ve
baskı biçimine karşı mücadelenin yükselişi için yepyeni olanaklar da sunup ona büyük bir
atılım gücü de kazandırabilir.)
1 Mayıs'ın bütün dinler, uluslar, kavimler, "ırk"lardan insanlar tarafından kutlanması onun
mesajının tüm insanlık için bir mesaj olmasıyla ilgilidir ve insanlığın ulusal, dinsel vs.
bölünme ve düşmanlıklar olmadan da var olabileceğinin sadece bir umut değil, bir olanak
olduğunun da en esaslı kanıtını oluşturur. O ulusal, dinsel, "ırk"sal vs. bölünmeler ve
düşmanlıklar olmadan yaşamanın ancak bu bölünmelerle bölünerek; yani bütün dinlerden,
dillerden, uluslardan, "ırk"lardan işçilerin "kendi" uluslarıyla, dinleriyle, "ırk"larıyla
bölünmesiyle mümkün olabileceğini gösterir ve bütün diğer bölünmelere karşı bir meydan
okuma; bir provakasyondur ve onların var oluşları için en büyük tehdittir.
Tarihte bir çok kereler, bütün insanların kardeşliğini öğütleyen öğretiler çıkmışsa da bunlar
hep belli bir dinin içindeki bir sekt olma özelliğini aşamamışlardır. Tarihte ilk kez işçiler,
bunu tüm insanlık için bilinçli bir program ve görev olarak ortaya koyabilmişlerdir.
Đşçi sınıfının ancak dünya ölçeğinde ve dünya tarihsel ölçülerde var olabilmesi nedeniyledir
ki, onun hedeflerinin evrenselliği ile bir işçi sınıfı bayramı olması arasında içsel bir bağ
vardır. Ve yine bu nitelik, onun hiç bir zaman bayram olamayacak bir bayram olduğunu
gösterir.
Aslında 1 Mayıs bir bayram da değildir, bir projedir, bir çağrıdır, bir çağrı için "işçi sınıfının
birlik, mücadele ve dayanışma günü"dür. Dolayısıyla, öyle bir bayramdır ki, eğer yaşamaya
devam etse ve tekrar bir canlanma sağlasa bile, gerçekten bir bayram olarak kutlanabileceği
gün, onu kutlayacak özne olmayacak ve çağrısı ise artık gereksiz olacaktır.
1 Mayıs, "işçi bayramı"dır. Ama işçi sınıfı, kendini yok etmek üzere var olan bir sınıftır. O
kendisini ver eden toplumsal koşulları, yani kapitalizmi ortadan kaldırdığı an kendisini de
ortadan kaldırmaya başlar, proletarya, yani ücretliler ancak burjuvaziyle bir zıtlık içinde var
olabilir; burjuvaziyi ortadan kaldırdığında kendisi de ortadan kalkmaya başlar. Dolayısıyla

25
Đşçiler 1 Mayısta sembolleşen amaçlara ulaşılırsa, yani sınıfsız bir topluma ulaşılırsa, işçiler
de ortadan kalkmış olacağından ve 1 Mayısın çağrısına artık gerek kalmayacağından; ne
öznesi ne de vesilesi kalmamış böyle bir bayramı kutlamak anlamsız olacaktır. Dolayısıyla 1
Mayıs, tıpkı Marks'ın eserinin alt başlığının, "Ekonomi Politiğin Eleştirisi" alt başlığını
taşıması gibi, yani Marksist ekonominin hedefinin bizzat kendi konusunu, yani meta üretimini
ortadan kaldırmayı hedeflemesi gibi, bizzat kendi konusunu ve öznesini yok etmeye yönelik;
bayram olarak kutlanabileceği an artık bayram olarak kutlanmasına gerek olmayacak bir
bayramdır. Eğer yaşarsa ve gelecekteki mücadeleler için bir sembol görevini görmeye devam
ederse, geçmiş mücadelelere bir şükran günü olarak bir bayram olabileceği düşünülebilir
belki. Ama eğer bir gün gerçekleşirse, geleceğin sınıfsız toplumunun insanlarının bayramlara
gerek duyacakları şüphelidir. Bayram kıtlık, baskı, yoksulluk, aşırı çalışma koşulları vs.
altında anlamlıdır. Bunların aşıldığı bir dünyada insanların, en azından bu günkü anlamıyla
bayramlar kutlamayacakları tahmin edilebilir.
O halde, 1 Mayıs'ın tarihsel kaderini belirleyen, her şeyden önce bir bayram değil, onun bir
özneye bağlı bir proje olmasıdır. Öznenin ve projenin kaderidir 1 Mayıs'ın tarihsel kaderini
belirleyen ve bu kaderin ne olacağı çok belirsizdir. Ama kökleri ve bu gününe bakarak, genel
bazı eğilimler belirlenebilir belki.
*
1 Mayıs, modern kapitalist uygarlığın iki büyük merkezindeki, Amerika ve Avrupa'daki işçi
hareketlerinin çocuğudur. 1 Mayısa vesile olan olaylar Amerika'da olmuş ama onun
Amerika'nın sınırlarını aşıp bütün modern işçi hareketinin bulunduğu ülkelere yayılması,
çekirdeğini Avrupa ülkelerindeki işçi hareketine dayanan partilerin oluşturduğu Đkinci
Enternasyonal'in kararları ve uygulamalarıyla gerçekleşmiştir.
Amerika modern toplumun, yani kapitalist toplumun modeli ve idealidir. Amerikan
kapitalizmi dünya burjuvazisine, gangsterleri; modern reklamcılığı; ilk zırhlı savaş gemilerini;
Fordist üretimi vs. verdiyse; Amerikan işçileri de dünyaya, beyaz işçilerin siyah köylülerin
müziği Blues'undan kaynaklanan, hemen daima isyancı ve muhalif bir özellik taşıyan Rock
müziğini veya siyah işçilerin Jazz'ını; Batı'nın uçsuz bucaksız otlaklarındaki büyük
çiftliklerdeki tarım işçilerinin (kowboy) ya da demiryolları inşaatlarında çalışan proleterlerin,
pratik, sağlam ve ucuz kıyafeti Blue Jeanın (kot pantolonu) yanı sıra 1 Mayısı da verdi.
Amerikan western filmlerinin çekiciliğinin ardında, amerikan işçi hareketini istikrarsız kılan
nedenlerden biri vardır. Uzak ve orta Batı'nın küçük özgür çiftçisinin atası, ne köle, ne serf, ne
aşiret bağlarıyla bağlıdır. O tüm kapitalizm öncesi bağlardan, daha bir küçük üretici olmadan
önce kurtulmuş modern özgür işçinin özgür bir köylüye dönüşmüş hali olarak eşi benzeri
olamayan bir tarihsel tiptir. Engels Đbsen'in romanlarının çekiciliğinin ardında, Norveçli
küçük üretmenin tarihinde hiç bir zaman serfliği yaşamamasının, onlu serflikten çıkmış bir
Alman küçük burjuvası karşısında gerçek bir insan kılışının yattığını yazar. Benzer şekilde,
Amerikalı küçük toprak sahibini böylesine çekici kılan, onun bir işçiden küçük özgür köylüye
dönüşmüş olmasıdır.
Ama bizzat bu süreç, yani sanayileşmiş doğudaki işçiler için daima, Batının topraklarında
özgür bir küçük köylüye dönüşme olanağı; Amerikan işçi hareketinin güçlü bir gelenek ve
teorik temele sahip olmasını engellemiş ve Amerikan işçi hareketine daha ziyade, sanayi

26
buhran ve canlanmalarına aşırı bağımlı ve gelenek biriktiremeyen bir nitelik vermiştir.
Ne var ki, Amerikan işçi hareketinin tek sorunu bu da olmamıştır. Siyah ve beyaz işçiler;
beyaz işçilerin de göçmen ve Amerika doğumlu işçiler; ve yeni gelen göçmen işçilerin de
dinlere ve dillere göre bölünmüşlüğü ve doğudaki boş toprakların yedek sanayi ordusunu
emmesi ve yeni göçmen akınlarının bile sanayiin ihtiyacı olan ihtiyacı karşılamaması
nedeniyle Amerika'da işçi ücretlerinin kıta Avrupa'sına göre yüksekliği de Amerikan işçi
hareketinin güçlü bir politik işçi hareketi yaratamamasında etkili olan diğer nedenler arasında
sayılabilir.
Bütün bu olumsuz etkilere rağmen, iç savaş sonrasındaki dönemde sanayinin hızla
gelişmesine paralel olarak işçi hareketinin ve örgütlerinin de yükselişi görülür. Ve 1 Mayıs'a
yol açan olaylar, bu yükselişin tepe noktasını temsil ederler. Bu olaylar aynı zamanda,
Amerikan Đşçi Hareketinin tarihinde, daha ziyade zanaatkar işçiliğe denk düşen örgütlenme
biçimlerinin zirvesi ve çöküşü olduğu kadar; yeni sanayi tipi işçi sendikalarının yükselişini de
işaretlerler. Đşçi sınıfının yeni bileşimi artık, Emek Şövalyeleri'nde sembolleşen örgütlenme
biçimlerinin kabuğunu çatlatıyordu. 1 Mayıs'a yol açan olaylar, Emek Şovalyeleri'nin de
sonunu getirmiştir.
Yeni olan önceleri daima eski biçimler altında ortaya çıkar. Nasıl, daha sonra Fransız
Devriminde artık tümüyle din dışı bir biçimde ortaya çıkacak olan modern burjuvazinin ilk
partileri dinsel tarikatlar biçiminde ortaya çıktılarsa; nasıl ilk otomobiller at arabalarına
benzerse, ilk modern işçi örgütleri de ortaçağın esnaf loncalarının biçimleri ve ilişkileri
altında ortaya çıktılar. Bu günkü modern sanayi sendikaları, sanayi devriminden sonra ortaya
çıkmış ve modern işçi partilerinin ortaya çıkışına da denk düşen sonraki biçimdirler. Ama
bundan önce, uzunca bir süre işçi hareketine meslek dalına göre, büyük ölçüde lonca karakteri
de taşıyan işçi sendikaları ve birlikleri egemen olmuştur. Ve işçi hareketi içinde, bir biçimden
diğer biçime geçiş daima çatışmalı bir yol da izlemiştir.
Amerikan işçi hareketi de başlangıçta bu kurala uyar. Đlk büyük işçi örgütü masonluktan ve
mistik zanaatkar loncalarından esinlenmiş, 1869'da New York ve Chicago'dan sonra
Amerika'nın üçüncü büyük sanayi şehri olan Philedalphia'da dikimevi işçilerince gizli olarak
kurulmuş "Soylu ve Kutsal Emek Şövalyeleri Tarikatı"dır.
Đşçi hareketinin ve örgütlenmelerinin yükselişi en iyi Emek Şövalyeleri örgütünün üye
sayılarında görülebilir. Örgütün üyesi 1878'de on bin dolayında iken, bu sayı 1885'de 110.000
ve 1 Mayıs'ın ortaya çıkmasına neden olan olayların geçtiği yıl olan 1886'da 700.000'e
fırlamıştı. Örgütün gerçek etkisi ise, üye sayısını kat kat aşıyordu.
Đşte 1 Mayıs'a yol açan olaylar ve gelişmeler, Amerikan Đşçi hareketindeki bu yükselişin
sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu yükselişin sağladığı 8 Saatlik iş günü kazanımının ve
buna karşı Amerikan burjuvazisinin karşı saldırısının sembolüdürler.
1 Mayıs 1 Mayıs olmadan önce, 5 Eylüldü. 19 yüzyılda işçi hareketinin bütün kapitalist
ülkelerdeki temel sloganlarından biri: sekiz saat iş, sekiz saat dinlenme, sekiz saat da kültür
idi. (Ve bu gün bile dünyadaki işçilerin büyük çoğunluğu için gerçekleşmiş değildir).
Đlk işçi sendikaları, işçileri daha sonraki gibi sanayi kollarına göre değil, mesleklerine göre
örgütlerlerdi. Đşte işçi hareketinin bu yükselişi içinde, yine böyle sendikalardan biri olan
Marangozlar Sendikası'nın önderlerinden biri olan Peter McGuire, New York'taki merkezi işçi

27
sendikaları toplantısında, işçilerin kent sokaklarında yürüyüş yapabilecekleri özel bir güne
sahip olmalarını ve Eylülün ilk Pazartesi gününün Emek Günü olarak ilan edilmesini önerdi.
Öneri coşkuyla kabul edildi. Ve o yıl, 5 Eylül 1882'de otuz bin işçi çeşitli sloganlar atarak
yürüdü. Aynı olay 1883'de de tekrarlandı. Daha sonra, Eylülün ilk Pazartesi gününün Emek
Günü olarak kutlanması, ABD ve Kanada Örgütlü Meslek kuruluşları ve Đşçi sendikaları
Federasyonu (FOTLU) 1884 Chicago toplantısında da kararlaştırıldı.
Daha sonra Amerikan Đşçi Federasyonu'na (AFL) dönüşecek olan FOTLU, o zamanlar Emek
Şövalyeleri'ne göre çok daha güçsüzdü. Đki işçi örgütlenmesi biçimi arasındaki ayrılık,
özellikle, Emek Şövalyeleri'nin, vasıflı işçilerin diğer işçilerden ayrı olarak meslek
sendikalarında örgütlenmeleri noktasında yoğunlaşıyordu. Bu ayrılık, yarı zanaatkar işçilikle,
modern sanayi işçiliği arasındaki farkı ifade ediyordu. 1 Mayıs olaylarına yol açan bütün
gelişmeler, o zaman daha güçsüz olan ama geleceğe yönelik eğilimi ifade eden FOTLU
tarafından önerilmiş ve gerçekleştirilmiş bulunuyordu. Yine aynı yıl, 1886'da FOTLU da
modern sanayi tipi örgütlenmenin ilk örneklerinden biri olan AFL'ye dönüşüyordu.
Đşte bu Emek Şövalyeleri'ne göre daha güçsüz ama geleceği temsil eden FOTLU daha sonra, 8
saatlik iş günü mücadelesini yükseltmek ve işçilerin kararlılıklarını göstermek için 1 Mayıs
1886'da 8 saatlik iş günün için bir günlük grev yapılması kararı aldı. O gün bütün ülkede
350.000 işçi greve gitti. Örneğin Chicago'da 1 Mayıs 1886'da 40 bin işçi greve çıktı. Böylece
greve çıkmamış işçilerin bile dahil olduğu işçilerin büyük bölümü 8 saatlik iş günü hakkını
kazanıyordu. Sermaye muazzam bir yenilgiye uğramıştı. Bu yenilginin rövanşını almalıydı.
3 Mayıs'ta Chicago'da bir grev sürerken, Polis grevci işçilere ateş açarak dört kişiyi öldürdü.
Ertesi gün, 4 Mayısta işçiler bu cinayeti protesto etmek için Haymarket (Saman Pazarı)
meydanında toplandılar. Konuşmalar yapıldı ve miting olaysız dağılırken, kalabalığın içinden
biri polise bir bomba attı ve beş polis memuru öldü. Bunun üzerine de polis kalabalığa ateş
açıp on kişiyi öldürdü.
(Bombayı atan bulunamamıştır ama daha sonra bütün kuşkular anarşist rolü yapan polis ajanı
Rudolph Schnaubelt üzerinde toplanmıştır. Benzer senaryolar bütün ülkelerde görülür.
Türkiye'deki 1 Mayıslar da tipik bir örnektir. 1976 1 Mayısının kitleselliğine ve Türkiye
tarihindeki en büyük politikleşme ve radikalleşme dalgasına karşı 1977 1 Mayısında
burjuvazinin yaptığı aynıdır.)
Burjuvazi böylece, Đşçi hareketine göz dağı vermek ve ezmek için gerekli bahaneyi bulmuş ve
daha doğrusu kendisi yaratmış olur. Tutuklananların hepsi herkesin gözü önünde daha
önceden konuşmalarını yapıp gitmiş veya olayın olduğu sırada kürsüde konuşan genellikle
Anarşist inançlı işçi önderleridir. Olayla hiç bir ilgileri bulunmamasına rağmen idama
mahkum edilirler. Bu hukukun ayaklar altına alındığı resmi cinayete karşı protestolar yükselir.
Tutuklananlardan biri hapishanede intihar eder, sadece ikisi vali tarafından affedilir ve geri
kalan dördü 1887 Kasım'ında idam edilirler.
Bu açık intikam eylemi, daha sonra bizzat yine burjuvazi tarafından itiraf edilmiştir. 1893'de
Đllinois eyaletinin yeni valisi, dosya üzerinde altı ay çalıştıktan sonra "sanıkların hiç bir
suçunun sabit olmadığını" açıklar ve geri kalan hayattaki üç sanığı serbest bırakır. Böylece
yaşamını yitirmiş beş işçi önderinin hukuk dışı yöntemlerle öldürülmüş olduğu da resmen
saptanmış olur.

28
Bu olaylarla birlikte, Amerikan işçi hareketi tarihinde bir dönem (Emek Şövalyeleri dönemi)
biter ve yeni bir dönem (AFL dönemi) başlar. Ama bu aynı zamanda, Amerikan
kapitalizminin emperyalizme dönüşmesinin, Amerikan işçisinin giderek Amerikan
burjuvazisiyle iş birliğine yönelişinin tarihidir. Bu dönüşümü en açık biçimde, Samuel
Gompers sembolize eder. Samuel Gompers hem 1 Mayısın "işçilerin uluslar arası birlik,
mücadele ve dayanışma günü" olmasına yol açan kişidir hem de daha sonra sendikalarda
işçilerle işverenlerin işbirliği siyasetinin dünya çapında teorisyen ve pratisyeni olmuştur.
Gompers başlangıçta Amerikan işçi hareketindeki Marksistlerin görüşlerine yakındır.
Lassale'cıların daha etkin olduğu Emek Şövalyeleri karşısında FOTLU'nun kurulması ve
AFL'ye dönüşmesine öncülük edenler arasında yer alır. AFL'nin kuruluşundan sonra, bu
örgütün tek ücretli personeli olur. Daha sonra da, Sınıf işbirliği sendikacılığının teorisini ve
pratiğini geliştirir. Örneğin Türk-Đş, Đsmet Đnönü'nün adamı ve MĐT ajanı Sabahattin Selek'in,
1946'daki işçi ve sosyalist yükselişe karşı kullandığı adamlarına, Amerika'da Gompersizm
şırıngası yapılarak oluşturulmuştur.
Đşte bu Gompers, daha henüz Marksistlerle ve sosyalistlerle flört ettiği; meslek sendikacılığı
karşısında sanayi sendikacılığının geçtiği ve henüz Amerikan Đşçi hareketin yükselişini
yaşadığı bu dönemde, Đkinci Enternasyonal'in Paris'te 1889'da toplanan kongresinde, AFL
(Amerikan Đşçi Federasyonu) temsilcisi olarak 1 Mayıs'ın "işçilerin uluslar arası birlik,
mücadele ve dayanışma" günü olarak kabulünü önermiş ve öneri kabul edilmiştir.
Bu tipiktir. 1 Mayıs, Amerikan Đşçi Hareketinin bir armağanı olmakla birlikte, Gompers'te
sembolleştiği gibi, 1 Mayıs daha sonra Amerika'ya uğramaz olmuştur. Bu gün zengin
ülkelerdeki işçiler, bütün güçlü geleneklerine rağmen aynı yola girmiş bulunuyorlar. 1 Mayıs
zengin ülkelerde, sendika bürokratlarının çoğu kez adet yerini bulsun diye veya gelecek
sözleşme dönemi için biraz diş göstermeyi denedikleri veya iş olarak (çünkü 1 Mayıs'a
katıldıkları saatler mesaiden sayılır) katıldıkları ruhsuz bir gösteridir.
*
Yani tam 110 yıl olmuş, ilk 1 Mayıs gösterileri yapılalı. Bundan sonra, 1 Mayıs, yine bir çok
uzun mücadelelerle çeşitli ülkelerde yaygınlaştı. Çoğu kez 1 Mayısı kutlayabilmenin, o günü
tatil olarak kabul ettirebilmenin, o gün miting yapabilmenin kendisi bile hemen her ülkede
büyük işçi mücadeleleri gerektirdi ve hala da gerektiriyor. Böylece hemen her ülkede,1 Mayıs
uluslar arası olduğu kadar o ülkedeki işçilerin ve ezilenlerin yine çoğu 1 Mayısta yaşanmış
katliamlarının ve baskıların anısını da taşır. Dolayısıyla bu nedenle artık sadece işçilerin bir
bayramı da olmaktan çıkmış; sömürü ve baskıya karşı tepki ve hedeflerin dile geldiği daha
genel ve yaygın bir nitelik kazanmıştır. Türkiye tipik örnektir. 1 Mayıs bir uluslar arası işçi
günü olmaktan çok, en azından 1977'deki katliamdan beri Türkiye'nin kendi tarihinin ve
sorunlarının damgasını taşıyan bir gündür.
*
Eğer yuvarlak hesap Duvar'ın yıkılışını veya Sovyetler'in çöküşünü sembol olarak alırsak ve
ilk 1 Mayıs'ın uluslar arası kutlanışının da 1890 olduğu göz önüne getirilirse, 1 Mayıs, klasik
anlam ve biçimiyle 100 yıl sürmüştür.
Klasik biçimiyle 1 Mayısın bittiği söylenebilir. Elbette bir çok ülkede 1 Mayıs militan
mücadelelere sahne oluyor ama bunlar artık işçi hareketinin uluslar arası program veya

29
birliğini ifade etmekten ziyade, o ülkelerdeki özgül mücadelelerin, çoğu kez de demokratik ve
ulusal karakterdeki mücadelelerinin bir vesilesi olarak bir işlev görmektedir.
Bu gün işçi sınıfının ne uluslar arası örgütleri kaldı, ne uluslar arası bütün işçileri
birleştirebilecek programı var. Ne enternasyonaller var 1 Mayısları uluslar arası parolalar
altında kutlamayı önerecek; ne de ortada o örgütsel birleşmeyi sağlayacak program ve
sloganlar.
Bu gün her hangi bir Avrupa ülkesinde bir 1 Mayıs gösterisi, 1 Mayısın, dolayısıyla da dünya
işçi hareketinin içinde bulunduğu hazin durumu çok açık olarak göz önüne serer.
Bir mayıs gösterilerinde artık işçiler yoktur. Sadece, zaten giderek nüfusun çok küçük bir
bölümünü kaplayan ve giderek sayıları azalan sanayi işçileri değildir olmayanlar; genel
anlamıyla ücretlilerden oluşan işçiler işçi kimlikleriyle yokturlar. Onların yerine, işçi
örgütlerinin görevlileri, sendika bürokratları vardır.
Bir miktar, küçük militan ve sekter grupların militanları vardır. Bunların da sloganları
toplumun önüne bir ufuk açmaktan ziyade protestoya yönelik ve esas olarak "hayır"larla
sınırlıdırlar en iyi halde.
Geri kalanlar da, çeşitli ulusal bayraklar altında yer alan göçmenlerdir. 1 Mayıslar tam bir
diyaspora milliyetçiliği karnavalıdır. Aslında çoğu toplumsal konumlarıyla işçi olmalarına
rağmen, oraya işçi olarak değil; uluslar arası bir gücün bir parçası olarak ve uluslar arası bir
hedef için değil; ulusal kimlikle ve çoğu kez bulunulan ülkenin içindeki sorunlara bile
yabancı, uzaktaki memleketin sloganlarıyla oradadır. Đşçi sınıfının anarşizm ve sosyalizm gibi
uluslar arası eğilimlerinin kırmızı ve siyah renkleri değil, ulusal bayrakların renkleri ve
sembolleri doldurur manzarayı.
1 Mayısların ne işçi ne de enternasyonalist karakteri kalmamıştır gösteriler yapıldığı yerlerde.
Bu anlamda, işçilerin uluslar arası birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak 1 Mayıs artık
yaşamamaktadır,; ne işçi vardır ne de uluslar arası dayanışma.
Elbette, toplumun tarihinde geçmişteki geleneklerin yeni mayalanmalara vesile olduğu çok
görülür; geleceğin eşitlikçi mücadeleleri de tekrar 1 Mayısa sahiplenip onu canlandırabilir
ama bu artık içeriğiyle başka bir anlam taşıyacaktır.
1 Mayıs elbette yeniden canlanmalıdır ama bambaşka bir içerikle, programla ve özneyle.
Klasik bir Mayıs, geçen yüzyıldaki, işçi hareketinin ürünüydü. O zamanlar tek bir özne vardı
toplumun karşısına bağımsız bir programla çıkabilen: işçiler. Ne var ki, sermayenin gerçek
tarihsel hareketi, yepyeni özneleri ortaya çıkarmış bulunuyor: ezilen uluslar, ırklar, cinsler;
sırf insan olduğu için bir atom savaşına veya ekolojik felakete kurban gitmek istemeyen
insanlar.
O halde ilk olarak, bir mayıs işçilerin birlik mücadele ve dayanışma günü olmaktan çıkıp, tüm
ezilenlerin birlik mücadele ve dayanışma günü olmalıdır. Böylece bir baskı biçimine
uğrayanların diğer baskı biçimlerine uğrayanlar karşısındaki körlüğüne karşı bir fonksiyon
üstlenmelidir ve farklı öznelerin ortak bir program etrafında birleşmesini hedeflemelidir.
Đkincisi, bir uluslararası gün olmaktan çıkıp, uluslara karşı bir gün olmalıdır. Yani ulusu
kişinin bir inanç ve tercih sorunu yapma çağrısı; ulusal olanla politik olan arasındaki
ulusçuluğun öngördüğü bağı parçalama çağrısı olmalıdır. Ancak böylece tekrar var olan
sisteme karşı bir meydan okuma ve gelişme gücü kazanabilir. Ancak böyle evrensel bir

30
parola, bütün ezilenleri tekrar ortak bir bayrak ardında toplayabilir.
Bu gün yeryüzündeki insanların büyük çoğunluğu işçi; sermaye her zamankinden daha uluslar
arası ve globalleşmiş; buna karşı global bir program gerekir. Savunmaya yönelik hiç bir
somut alternatif önermeyen slogan ve programlarla veya gerçek somut politikalardan
uzaklaşmanın aracı olan globalleşmeye karşı retoriklerle bu sağlanamaz.
25 Nisan 2000 Salı

31
Türk Nedir?
(Bu yazıyı bundan dört yıl önce türklerin henüz Türk’ün ne olduğunu tartışmadığı zamanlarda
yazmıştık. Şimdi Türkler Türk’ü yeniden tanımlama tartışmalarına başlamış bulunuyorlar.
Cengiz Çandar’dan Đlber Oltaylı’ya Murat Bardakçı’dan Murat Belge’ye. Bu vesileyle bu eski
ve hala taze yazıyı bir kez daha yayınlayalım dedik.)

Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük”
denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse
kendini Türk olarak tanımlamıyordu. Đnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar
Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı
ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı
gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve
yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete
egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense,
kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.

Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan
kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın
bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.

Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak
tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen
topraklarda yaşayan insanların kendilerini ve ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler
değil, onlara batılı devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün
kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk
yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddetmek oldu ve kendilerini ve
ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe”
dediler. Ama Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar
hiç bir sorun görmediler.

Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü
ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik
Türk ulusunda saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi
insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.

Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına


uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu
Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce
Anadolu’daki Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı
Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler
sadece daha önce Đslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din ve dil olarak fetih
edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey

32
Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan ve
Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak
ihtiyacındaki Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli
Türk milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de,
tıpkı Müslüman ve devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans kültüründen başka
bir şey değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi
burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.

Đtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “Đtalya’yı yarattık, şimdi de Đtalyanları


yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı
ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi
suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir?

Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir. Bu gün bile
dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile karşılaşan şunu görür: din ve dil
haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve
Ermenilerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk
ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır. Ve
dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.

Ama bu Ulus var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek
kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta ve şizofrenik bir
karakter verir.

Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk ve
Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır.
Ama o, varlığını bu gerçeği inkar ve unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk,
aslını inkar eden bir haramzadedir. Đnanmayan Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin
kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası, sürgünü ile edinilmiş
bir ilkel sermaye birikimi vardır.

Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi
geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi
görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş
bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde
küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok. O küçük
kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu.

Kürt hareketi Demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu


Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir.
Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi gelişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o
kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan Osmanlı-
Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma

33
zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili”
olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez.

26 Eylül 2000 Salı

34
Hayat ve Ölüm

Ölüm hayatın özüdür doğada. Ölüm, türün ve canlıların varlığını sürdürmesi için doğanın
bulabildiği biricik çözümdür. Tür kendini oluşturan bireylerin, bireyler de diğer canlıların yok
oluşlarıyla var oluşlarını sürdürebilirler.
Đnsanın insan olması bir bakıma, doğanın bu karşı koyulmaz yasasına manevi bir direniştir.
Đnsan, mezarı olan ilk canlıdır. Đnsan öleceğini bilerek yaşayan ilk ve tek canlıdır. Hayat
ölüme doğru bir koşudur.
Đnsanın alet kullanan bir hayvan olmaktan çıkması ve insan olması mezarı olmasıyla başlar.
Đnsan varoluşunu, doğanın bu karşı koyulmaz yasasına, biyolojik ölüme, toplumsal karşı
koyuşuna borçludur. Bir mezar, ölüme, dolayısıyla da yaşamın ölüm olduğu kuralına manevi
bir başkaldırıdır.
Gılgameş ölümsüzlüğün peşinde koşar; bütün dinlerde "ba sü bad el mevt" (ölümden sonraki
diriliş) veya ölümsüz bir ruh, inanç sisteminin temelini oluşturur. Ölümden sonraki bir hayata
inanmayan en ateist kahramanlar bile, toplumun hafızasında bir ölümsüzlüğü umarak, insanın
doğaya bu isyanını sürdürürler.
Ölüm daima yaşayanlar için ölümdür. Ölenin bakış açısından yazılan en duygu yüklü şiirler
bile bir canlının dünyasını yansıtırlar aynadaki sureti gibi. Ölen öldüğünü bilmez.
*
Ölüm kol geziyor.
Türkiye'de açlık grevlerinde toplu halde ölüme gidenler; Hollanda'da ölümde yardım
yasasının bir tabuyu yıkışı; Güney Afrika'da ölüme mahkum 4,5 milyon AĐDS'linin
dokunulmaz özel mülkiyet mihrabında kurban edilmesi, Avrupa'da pazar ve rekabet için
dağlar gibi hayvan kadavralarının yakılması... Bütün bunlar aynı bütünün parçaları.
Türkiye'de yüzlerce insan çoktan artık geri dönüşü olmayan bir sınırı aşmış, adım adım ölüme
gidiyor. Para Fonu'yla ya da bankalarla milyonlarca insanın kaderleri üzerine devlet olarak
pazarlık yapmaktan utanmayan bu devletin yöneticileri, bir parça insanca bir cezaevi yaşamı
isteyen ve bunun için canlarını veren insanlar karşısında "devlet pazarlık yapmaz" nakaratını
tekrarlayarak, buralarda beş bin yıldır insanın değil, devletin önceliği olduğunu, burjuva
uygarlığının temelinde yatan "toplumsal sözleşme" kavramının, yani devletin insanlar için var
olması gerektiği anlayışının buralara uğramadığını bir kez daha kanıtlıyor.
Đnsanlar ölümden başka bir seçeneklerinin kalmadığını düşünüyor ve seslerini duyurabilmek
için ölmeye yatıyor. Ölüm yaşamın son sığınağıdır artık.
*
Meta üretimine dayanan kapitalizm, insan ilişkilerinin bile metalaşmasına, şeyleşmesine,
giderek insanın var oluşunun temelindeki toplumsallığın ve toplumsal ilişkinin yitirilmesine
yol açıyor. Sonuçta yalnızlık, modern toplumdaki insanlar için en büyük ve aşılmaz sorun

35
oluyor ve yaşam her gün yeniden tekrarlanan bir işkenceye dönerken, insanın insan olma
sürecinde üzerine basarak ve bastırarak yükseldiği cinsellik, insanların insani bir ilişki kurma
arayışlarının kalan biricik imdat kapısı oluyor.
Geri ülkede, insan olma sürecinde kendisine baş kaldırılan ölüm nasıl yaşamın son sığınağı
ise; metropollerde de insan olma sürecinde üzerine basılan ve bastırılan cinsellik de
toplumsallığın son sığınağı olarak ortaya çıkıyor. Ölümün ve cinselliğin; insan olmak için
birine baş kaldırılan diğeri bastırılan canlılığın bu iki temel özelliğinin insanlığın sığındığı son
sığınaklar olması, ayrılmaz bir bütün ve tümüyle kapitalizmin insanın var oluşuyla
uzlaşmazlığının bir görünümü.
Ama o sığınaklar bile bir hayal artık. Ölüm unutulmaya bir isyanken artık bir an önce
unutulmak için var.
Yine aynı kapitalizm, insan hayatını ancak iş gücü olarak kullanıp artık değer üretebileceği
erginlik ve onun da gençlik dönemiyle ölçüyor; yaşlıları bilgileriyle ve bilgelikleriyle
toplumsal yaşamın tamamlayıcı bir parçası değil; toplumun sırtında gereksiz sosyal
masraflara yol açan bir yük olarak görüp onları yaşlılar evi denen gettolara kapatıyor. Böylece
gettolara kapatılmış yalnız ve yaşlı ruhlar işe yaramazlık, yük oluş ve dışlanmışlık içinde
ölümü bekleme cezalarını çekiyorlar. Ölüm insanların ölümsüzlüğü sembolize eden
mezarlarla baş kaldırdığı bir doğa yasası değil artık kapitalizmde, bir an önce unutmak ve
masraflardan kurtulmak için hoş gelmiş bir davetli.
Üstüne üstlük, bu yalnızlık ve dışlanmışlık içinde, hastanelerin beyaz ve soğuk yoğun bakım
servislerinde, suni yaşatıcı tekniklerin gelişimi nedeniyle ölüm ve yaşamın sınırlarının
belirsizleştiği bir dünyada, modern tıbbın makinelerine bağlı olarak ve o makinelerin basit bir
eki olaraktan bir ölüme mahkum artık insanlar.
Đşte bu koşullarda Hollanda ölümde yardım yasasını karar altına aldı. Kamuoyu araştırmaları,
politikacıların bütün itirazlarına rağmen halkın büyük çoğunluğunun, hiç olmazsa acısız ve
seri bir ölümden yana olduğunu gösteriyor. Kapitalizme bu bilinçsiz isyan, bir süre sonra, hep
olduğu gibi, hastane masraflarından kurtulup karlarını yüksek tutup, hisse senetlerinin fiyatını
yükseltmek isteyen sigorta şirketleri; yaptığı işe giderek yabancılaşmış ve çeşitli "tasarruf
tedbirleri" ile aşırı bir stres altında bunalan hastane personeli; yaşlı ve işe yaramaz yakınlarına
hastane ziyaretleriyle sınırlı serbest zamanlarını yitirdiklerini düşünen genç kuşakların sessiz
ve gizli işbirliği ile toplu ve toplumsal bir cinayet ve suç ortaklığının kapısını açabilir.
Yanlış bir hayatın içinde doğru bir yaşam olamayacağı gibi, doğru bir ölüm de olamaz.
*
Kapitalizmden hayvanlar bile nasibini alıyor.
Đnsan, kendisini sürekli kıtlıktan kurtaran hayvan ehlileştirmeyi bulduktan sonra, varlığını
sürdürmek için öldürmek zorunda olduğu ama kıtlıktan kurtuluşunu da borçlu olduğunu
bildiği hayvanların ölümünü bile insancıllaştırmış, toplumsallaştırmıştır. O hayvanları tanrı
yapıp tapmıştır. Kurbanlık koyunu bile, kınalamış, süslemiş; öldürme eylemindeki vahşeti
kendi toplumsal varlığı bakımından kabul edilebilir kılmak ve daha düne kadar birlikte

36
yaşadığı hayvanın çekeceği acıyı azaltabilmek için bir sürü ritüeller geliştirmiştir. Kapitalizm
öncesinde hayvanların öldürülmesinde bile insanca bir yan vardır, kapitalizmde insanların
ölümünde bile insanlık kalmamasının aksine.
Kapitalizm öncesindeki toplumsal fonksiyonunu yitirmiş, modern toplumda bir prestij, gösteri
ve politik tavrın aracı olmuş kurban bayramlarındaki hayvan katliamları kadar; ucuz ve seri
üretim, dolayısıyla rekabet yasası altında, doğanın ritmini ve devir hızını sermayenin devir
hızının ve sabit sermayeninin maddi ve manevi yıpranma hızının altına düşürerek yani
rasyonalize ederek ayakta kalabilen bu sistemde, son deli dana ve şap hastalıklarında
görüldüğü gibi yüz binlerce küçük ve kocabaş hayvanın yakılmasıyla irrasyonalliğinin
şahikasına ulaşıyor. Bütün sorun tüketicinin talebini yeniden canlandırmak ve rekabet şansını
korumakta toplanıyor.
Dokunulmaz özel mülkiyet ve kar sadece ölümü değil, yaşamı da kendi mihrabında kurban
ediyor.
*
Afrika AĐDS'in hızla yok ettiği bir kıta. Bu kıtanın devrimci ve demokratik geleneklerin
henüz yaşadığı biricik ülkesinde, Güney Afrika'da, 4,5 milyon AĐDS'li insan ölüme mahkum.
Zulu ve Natal kadınlarının üçte biri AĐDS'li. Bu gün AĐDS'i durduran hatta gerileten ilaçlar
var. Ama bunlar tekellerin patent hakları namı altında olağanüstü tekel karlarıyla ve pahalı
olarak satılıyor. Buna karşı Güney Afrika'nın, bu ilaçların patentsiz üretilmiş ucuz
benzerlerini kullanmasına karşı 39 ilaç tekeli saldırıya geçmiş bulunuyor. Bu saldırı
karşısında, ilaçların geri ülkelere daha ucuza verilmesi kararı, Davut'un Golyat'a karşı bir
zafer olarak kutlanıyor. Aslında insan hayatı ve sağlığı dokunulmaz özel mülkiyetin
mihrabında kurban ediliyor. Yani artık özel mülkiyeti sorgulamak bile hayal gücünün ötesine
geçmiş bulunuyor.
*
Bütün bu ölümler bir bütün. Neden ve sonuç zincirlerinin sonunda hep, özel mülkiyet, kar, iş
gücünün artı değeri ürettiği ve onun fiyatının düşüklüğünün önemi var. Her şeyin genelleşmiş
meta üretiminin girdabına kapıldığı bir dünya bu.
Kapitalizmin bu sonuçlarına direnişler bile kapitalizme hizmet ediyor. Kapitalizm gevşetmeye
çalıştıkça, kımıldadıkça sıkan bir kelepçe gibi. Geniş bir tarihsel açıdan bakıldığında, geri
ülkelerde insanların direnişleri, bu direnişlerde ölümü göze alışları, son duruşmada,
toplumdan dışlanmış bir biçimde, işe yaramaz bir yaşlı olarak, makinelere bağlı yapayalnız
bir ölüm için değil mi? Veya ilerde böyle bir ölümdense, hızlı ve acısız bir ölüm için değil
mi?
Başka bir hayat tasavvur bile edilemez durumda. Hayal gücümüzü yitirdiysek geçmişe
bakalım. Öyle uzaklara ki, insanın doğadan ilk kopuşuna; ilk cins ayrımlarına, ilk sınıflı
toplumların ortaya çıkışına ve kapitalizmin doğuşuna. Onlar bize belki tekrar hafızamızı
kazandırabilir ve hayallerin kapısını açar. Gelecek hayallerini geçmişi de yitirdiğimiz için
yitirmedik mi?

37
25 Nisan 2001 Çarşamba

38
1 Mayıs Düşünceleri

Kendilerine sol diyenlere egemen olan bir stil vardır. Hep kendi gücünü ve yeteneklerini
övmek, hataları, zayıflıkları ve zorlukları görmezden gelmek. Ne var ki, bir harekete bu stil,
bu meşrep egemen olduğu zaman o hareketin hiç bir başarı şansı yoktur. Gerçekten yaptığı işi
ciddiye alanlar ise, tam aksine, hep yetersizlikleri, zaafları, yanlışları vurgularlar.
Bu farkın farkına ilk kez Türkiye'de işçi hareketinin yetiştirdiği tek gerçek işçi önderi olan,
Zapataların, Panço Villa'ların hamurundan yoğrulmuş Đsmet Demir'de varmıştım. TĐP'liler,
sosyalistler işçilerle ilişki kurduklarında, onların ne kadar iyi, ne kadar cesur ve güçlü
olduklarını onlara anlatmaya kalkarlardı. Bizim Đsmet Demir ise, tam tersini yapardı, onlara
beş para etmediklerini, bir işe yaramadıklarını söylerdi. Ve işçiler de bizim Đsmet Demir'e
güvenirlerdi, o diğerlerine değil. Çünkü onlar Đsmet Demir'in kendi içlerinden biri olarak
onlara doğruyu söylediğini biliyorlardı.
Burjuva sosyalizmi ile işçi sosyalizmi arasında böyle bir fark vardır. Burjuva sosyalizmi,
ezilenleri, işçiyi, halkı idealize eder, kutsar. Ve bunlar hep onun dışından bir övgü ve
kutsamadır. Bu stilin en uç örneği Ruhi Su'dur. Bu nedenle Ruhi Su Burjuva sosyalizminin
türkücüsüdür, emekçilerin, halkın ezilenlerin değil, onun dışından ona ilanı aşk edenlerin.
Ama tutkularının kör ettiği bu aşıklar, aşık olduklarının gözlerinin badem gibi değil kör
olduğunu göremezler ya da görmek istemezler. Ruhi Su'nun müziği, işçinin, ezilenin,
alttakinin dünyasını ve duygularını yansıtmaz. Onun dünyasını ve duygularını dile getiren
Orhan Gencebay'dır. O Ruhi Su hayranı burjuva sosyalizmi ise, Orhan Gencebay'dan iğrenir,
katlanılmaz bulur. Aslında nefret ettiği o uğruna methiyeler düzdüğünün ta kendisidir. Bunu
bilmek ve anlamak istemez. Ola ki fark ettiğinde bu sefer de sevgi ve övgünün yerini
ilgisizlik, hatta nefret ve yergi alır.
Elbette burada Orhan Gencebay ve Ruhi Su birer semboldürler bir farkı ve yaklaşımı
yansıtan. Sorun ezilenlerin kendilerine nasıl yaklaştığı ve onların stiliyle ilgilidir ve aslında
sanıldığından çok önemlidir.
Franz Fanon ırkçılığa karşı aynı zamanda en radikal eleştirileri içeren kitaplarında sanılanın
aksine beyaz adama saldırmaz doğrudan, siyaha ne kadar berbat bir insan olduğunu, ne kadar
düşürülmüş olduğunu anlatır. Siyah'a övgü bulamazsınız.
Aslında Marksizmin ruhu da böyledir. Sosyalistlerin çoğu işçiliği idealize ederler. Marks'ın
eseri, işçiliğin, sömürü ve yabancılaşmış emeğin insanı nasıl insanlıktan çıkardığının,
düşürdüğünün hikayesidir. Kapital toplumu işçi yapmak için değil, işçileri işçilikten
kurtarmak içindir, işçiliği yok etmek içindir, işçiliği yok etmek için de patronluğu yok etmek
gerekmektedir.

39
Ömrü yabancılaşmış emekle geçen işçi kadar düşürülmüş, insanlıktan çıkmış varlık yoktur.
Bu nedenle toplumsal tabakalar kıyaslandığında, tek tek insanlar olarak, ortalamasına
bakıldığında, işçiler kadar sıkıcı, tek düze toplum kesimi az bulunur. Bir köylü, bir küçük
burjuva, bir patron, bir aydın çok daha renkli ve hatta derin bir tip sunarlar işçi karşısında. Tek
tek işçiler, diğer toplum kesimleri karşısında insanlığa en uzak, insanlıktan en çıkmış
ortalamayı yansıtırlar.
Tek tek burjuvazi, köylüler ve küçük burjuvazi karşısında kesinlikle kaybetmeye mahkum bu
işçiler, bir sınıf olarak, bir bütün olarak toplumu değiştirme yeteneğindedirler. Burada
Engels'in o klasik örneği anlamayı kolaylaştırır. Engels, Mısır seferinde Memlüklerle
savaşmış Napoleon'un sözlerini aktarır. Napoleon, bir Memlük askeri tek tek iki Fransız
askerinden üstündü, iki Fransızla iki Memlüklü karşı karşıya gelince, eşit olunuyordu, dört
Memlüklü ve Fransız karşılaşınca kesinlikle biz kazanıyorduk anlamında bir şeyler söyler.
Tam rakamlar hatırımda değil ama böyle bir şeydi. Đşçilerle diğer toplum kesimleri arasındaki
temel fark buradadır. Đşçiler insani kaliteler bakımından bu örnekteki Fransız askerlerine
benzer. Burjuva sosyalizmi hayalinde, bu Fransız askerlerine, birer Memlük giysisi giydirir,
altına saf kan bir arap atı çeker ve sonrada bu yarattığı hayale tapar.
Sadece Franz Fanon mu böyle? Malcom X de öyledir örneğin. Siyah adamı "tom Amcalar"
diye eleştirir. Aslında o kadar uzaklara gitmeye de gerek yok. Kürt hareketinde de aynı olgu
geçerlidir. Abdullah Öcalan da Kürtlere hep öyle yaklaşmıştır. Kürt burjuvazisinin ideal bir
Kürtü vardır, ona övgüler düzer, Türkiye'nin burjuva sosyalistlerinin işçilere ve halka
yaklaştığı gibi yaklaşır Kürtlere. Öcalan ise Đsmet Demir gibi. Öcalan'ın konuşma ve yazıları
Kürt'ün ne kadar düşürülmüş olduğunu, bir işe yaramadığını anlatır durur. Ama tabii bizzat
Kürtlere. Ve nasıl burjuva sosyalistleri bir işçi hareketi yaratamadılarsa, bu Kürt burjuvazisi
de bir ulusal hareket yaratamadı. Bunu Đsmet Demir gibi, onları övmeyen aksine yeren ve
eleştiren Abdullah Öcalan başardı. Aslında bu stil, onların bizzat kendi eğiliminin
yansımasıdır. Bir sınıf, bir ulus, bir hareket bir şeyler yapmak istiyorsa önce kendi
zayıflıklarıyla hesaplaşmak, onları açık yüreklilikle ortaya koymak ve üzerine gitmek
zorundadır, bu önderlerin forksiyonu da aslında bu tarihsel sürecin bir aracı olmalarıdır. Đsmet
Demir'in işçilere, Öcalan'ın Kürt'lere yönelik ağır eleştirileri aslında o sınıfın veya ulusun
kendisiyle hesaplaşması, kendi zayıflıklarını açık yüreklilikle ortaya koyması ve kendini
değiştirmesinden başka bir şey değildir.
*
1 Mayıs gösterilerine ve bu gösteriler hakkında sol basında verilen haberlere, bu ezilenlerin
kendi zayıflıklarını sermesi ve onlarla ciddi hesaplaşmaya girmesi açısından bakılınca durum
gerçekten umut kırıcı, bu sol basının yansıttığının aksine, ne gösterilerde, ne haberlerde kendi
zaaflarını bir sergileme ve onlarla mücadelenin izi bile olmaması, söylenenin aksine
mücadelenin yükselmekten çok uzak olduğunu gösteriyor. Bir mücadele yükselme eğilimi
taşıdığında, düşmanlarından önce kendi zaaf ve yanlışlarıyla mücadele etmeye başlar.
Đslamiyetin dediği gibi, en zor savaş olan kendi nefsine karşı savaşa yönelir. Bunun izi bile
yok, ve bu da sanılanın aksine ezilenlerin henüz böyle bir değiştirme ve değişme hedefinden
veya yönelişinden çok uzak olduğunu gösteriyor.

40
Burjuva sosyalizmi, işçiye hayrandır. Hadi gene burjuvazinin işçiye hayranlığının iyi kötü bir
mantığı vardır. Ama bu işçiye hayranlığın sloganları, sendikalar ve sendikacılar aracılığıyla
işçi örgütlerinin de sloganları olarak ortaya çıkınca, işçilerin kendine hayranlığı gibi garip bir
durum ortaya çıkar. Aslında burjuva sosyalizminin işçiye hayranlığı ile sendikacılar
zümresinin kendine (tabii bu işçiler biçiminde ifade edilir) hayranlığı birbirini tencereyle
kapak gibi tamamlar. Bu iki stilin egemen olduğu yerde işçi olmaz. Sadece, bu tür burjuva
sosyalizminin etkisinde kalmış veya kendiliğinden işçi bilinci olan sendikacılığı aşamamış tek
tük işçiler olur ki, bunların olduğu yerde işçi olmaz. Dolayısıyla gerçek bir işçi hareketi ancak
bu gün işçi hareketi diye ortalığı kaplayanların ortadan kaybolmasıyla ya da sürülmesiyle
mümkündür. Gerçek işçi hareketinin olduğu yerde, işçilerin kendilerine yönelik, kendileri için
bir şey isteyen, kendilerini öven sloganları olmaz. Tüm topluma yönelik sloganlar olur.
Burada kopmaz bir bağ vardır, kendine karşı gaddarlık, toleranssızlık ve eleştirellik ile tüm
toplumu değiştirmeye yönelik, sadece kendine ilişkin düzenlemeler istemeyen, kendine övgü
düzmeyen slogan ve hedeflerin birliği. Tersi de bir bütündür, kendini hayranlık, kendine
ilişkin sloganlar bir bütündür.
Olaylara bu açıdan bakılınca, solun varlığının, kendiliğinden bir işçi hareketlenmesinin bile
önünde bir engel olduğu görülür. Bu stillerin egemenliği, işçilerin gösterilerden uzak
durmasına yol açıyor. Bu gün dünyada duvarla birlikte, soldan ne kalmışsa onlar da
yıkılsaydı, örneğin dinazorların bir kozmik felaketle yok olması gibi, memeli hayvanların
gelişimi için bir fırsat doğması gibi, yepyeni ve canlı bir sol harekete olanaklar açılabilirdi.
Maalesef olmadı. Bizlerin kuşağının bir şekilde yok olması gerekiyor solun yeniden
canlanabilmesi için.
Solu inleten problem aynen burjuvazide de var. Ama burjuvazi daha tecrübeli. Yavaş yavaş
eski kuşaklarını değiştiriyor. Ecevit'lerin, Yılmaz'ların, Demirel'lerin kuşağı gidiyor ve yerine
Derviş, Sezer, Pişkinsüt'lerin, kuşağı geliyor. Burjuvazi bunu yolsuzluk dosyalarıyla,
skandallarla adım adım gerçekleştiriyor. Koşullar biraz daha olgunlaştıktan sonra, bambaşka
bir partiler ve tiplerle bir seçim yapabilirse sonraki yirmi otuz yılı götürür. Şimdiki bunalım
bu kabuk değişiminin sancıları.
Đşte bu kabuk değiştirdiği an sistemin en zayıf anıdır. Şimdi bir şey başarıldıysa başarıldı,
yoksa yeni sistemin sağlayacağı olanaklarla bir kaç on yıl daha sistem kendine sürdürecek
gücü bulur. Đnönü'nün çok partili hayata geçiş reformu olmasaydı; 27 mayıs olmasaydı ve
Özal'ın reformları olmasaydı bu sistem çoktan çökerdi. Bunların her biri en azından sonraki
on veya onbeş yılı götürmeyi sağladı.
Đşte bu kabuk değiştirme anında gördüğümüz ne? Burjuvazi bile kuşak değişimini yaparken,
solun içinde giderek taşlaşmanın yaşandığı. Elbette ortalama olarak solun yaşı küçük
olduğundan biyolojik bakımdan fazla yaşlı sayılmaz sol. Burjuvazide şimdi onların kuşağı
sırada. Ama problematikler olarak baktığımızda, sosyolojik olarak yaşlıdır. Duvar sonrasının
solu değildir bu gün Türkiye'ye egemen olan. Duvar sonrasının bir solu da yok. Dolayısıyla
duvar öncesinin kuşağı damgasını vuruyor.

41
1980'lerin sonunda, Kuruçeşme tartışmaları olurken bile sol bu günkünden daha yakındı bu
güne, daha genç, dinamik ve canlıydı. Çünkü kendisiyle hesaplaşıyordu, kendisini acımasızca,
aslında biraz acıyarak, ama o kadarı bile önemliydi, eleştirmeye başlamıştı. Ve bu eleştiri onu,
yüzyılın başının problemlerine götürmüştü, sosyalizmi yavaş yavaş kaynağından tanımaya
başlamıştı. Aslında paradoksal gibi görünebilir ama, şu an 130 yaşı cıvarında olacak Ekim
Devrimi öncesi kuşaklar, bu günün dünyasını anlamaya bu günün kuşaklarından daha
yetenekliydi. Zaten oralara gitmeden bu günlere gelemez sol. Kimliğini kaybettiği yerde
aramak zorundadır. 1980'lerin sonuna doğru böyle bir eğilim belirmişti. Sol içi bu ayaklanma,
bu isyan toplumsal bir yükseliş ile desteklenseydi belki şimdi bu örgütler de olmayabilirdi.
Ama Kuruçeşme olurken Duvar yıkılıyordu. Onu doksanların terör ortamı izledi. Bu günün
ortalığa egemen örgütleri, bu dünya ve Türkiye ölçüsünde karşı devrimci dalgaların sol içinde
tekrar yükselttiği örgüt ve eğilimlerdir ve aynı laneti taşımaktadırlar. Burjuvazinin içinden iyi
kötü sema Pişkinsüt'leri çıkıyor. Sol'un kendi Pişkinsüt'leri yok. Hiç bir örgütün, hareketin
sarsıldığını, içinden muhalefet ve isyancılar çıktığını duymuyoruz. Đşin kötüsü, bu içinde
bulunulan toplumsal bunalım dönemindeki memnuniyetsizlik, bu örgütlere daima bir takım
memnuniyetsizlerin akmasına yol açarak, bu örgütlerin krize girmelerini engelleyen bir dış
yardım işlevi de görür. Eh iyi kötü büyüyen bir örgüt de krize girmez.
Şu an ortalığa egemen olan ve damgasını vuran hareket ve eğilimler dağılmıştı seksenlerin
sonuna doğru. Bütün örgütler yenilikçiler ve gelenekçiler diye hızla bölünüyordu. Bu isyan
halindeyken, yenilikçiler geleneksel çizgi ve örgüt biçimlerini savunanlara karşı uzlaşmasız
bir mücadele yürütüp onları imha etmeleri gerekirken onlarla uzlaştılar. Kuruçeşme bu
uzlaşmanın hikayesidir. Sosyalistlerin yenilikçi kanadı Frankfurt Parlamenterleri gibiydiler
1848'deki. Sol çapındaki bu devrimci kabarış yeterince uzlaşmaz ve kararlı olamadığı için,
bunu gericilik ve restorasyon dönemi izledi, bütün örgütler tekrar canlandı. Örgütler
mezbahası olması gereken Kuruçeşme'den zaferle çıkan örgütler oldu. O dönemde bunun
dışında kalan bir Dev-Yol olmuştu. Kuru çeşmenin örgütler için gördüğü fonksiyonu da, Dev-
Yol için ÖDP gördü. Böylece Dev-Yol'u, Sol'u, Aydınlık'ı, Halkın Kurtuluşu, Partizan'ı, TĐP'i,
vs. hepsi tekrar yerlerini aldılar. Đşte Türk solu, şimdiki bunalımı burjuvazinin aksine, solun
içindeki bir restorasyonun örgüt ve kuşağıyla karşılıyor. Dolayısıyla hiç bir şansı yok. Hatta
bu sol olmasaydı, ezilenlerin ve işçilerin çok daha şansı olabilirdi. Bu sol onun bizzat yaratıcı
kendiliğindenliğinin bile önünde bir engel. Bu solun olduğu yere işçi gelmez. Gelmeyince de
kendiliğinden hareketlerin yolu tıkanır.
Rosa, Alman Sosyal demokrasisini Lenin'den çok daha iyi tanıyordu. Savaş kredilerine Sosyal
Demokrasinin oy verdiğini duyunca inanamamıştı Lenin. Rosa ise hiç şaşırmamıştı. Onun
kokuşmuş bir ceset olduğunu biliyordu. Tam bu nedenle Rosa biricik umut olarak
kendiliğindenliğe daha büyük bir vurgu yapmıştır.
Bu gün de durum aynı. Şu an bütün örgütlü sol bir engel ve tutucu. Kitle hareketi ancak buna
rağmen bir şeyler yapabilir. Ama bizzat bu solun varlığı bunun önünde de bir engel.
Bu günkü bütün sol hareketler, 1980'lerin sonundan beri gelen, Dünya ve Türkiye ölçüsündeki
gericilik ve karşı devrim dalgasından güç alan, sol içindeki restorasyonun, karşı devrimin
ürünü olarak ortadalar. Toplumsal bunalım burjuvaziyi aynı dönemin tiplerini değiştirmeye

42
zorlarken, aynı bunalım solda bu tiplerin ve eğilimlerin stabilize olmasına yol açıyor ve
toplumsal bir köklü dönüşümün önündeki muazzam bir engel haline dönüşmesine yol açıyor.
Ama bu örgütlerin dışında kalan sol da farklı sayılmamalı. Yani şu sivil toplum vurgulular,
küçük ve somut hedefleri öne çıkaranlar vs.. Bunlar genellikle daha sonra politize olmuş bur
kuşak, daha esnek gibi görünüyor. Ama bizzat o örgütler gibi, aynı gericilik ve karşı devrim
döneminin çocuğudurlar, dolayısıyla içi dışına çevrilmiş olarak tıpkı örgütlerle aynı
olumsuzlukları taşımaktadırlar.
Đşin ilginci, örgütler ve örgütsüzler, "dinazorlar" ve "post-modernler" birbirlerinin varlığına
haklılık kazandırıp birbirlerini güçlendiriyorlar. Bunların dışında başka bir alternatifin varlığı
akla bile gelmiyor.
Ama daha da ilginci şu, solun bu genel bölünmüşlüğü, Türkiye'nin egemen sınıfları arasındaki
çatışmadaki bölünmeye de denk düşüyor.
Örgütler genellikle anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm vurgularıyla, farkına varmadan veya
vararak, tıpkı benzer argümanlarla Sovyet bürokrasisinin değişimlere karşı direnmesi gibi (ki
bu hareketler aynı zamanda Sovyet ve Çin bürokrasilerinin de aynı gerekçelerle destekçileri
olmuşlardır), genel kurmayın, "Devlet Sınıfları"nın, Bonapartizmin ya da "Devlet Partisi"nin
liberal burjuvaziye saldırısında mızrak ucu rolü oynuyorlar.
Buna karşılık, sivil toplumcu muhalifler, daha genç ve modern görünenler ise, bu saldırılara
karşı Liberal burjuvazinin bir kalkanı işlevi görüyorlar. Böylece bağımsız bir sol hareket
aktüel politik gelişmeler bağlamında da olanaksız hale geliyor.
Bütün bu manzarada bir tek istisna var. Kürt ulusal hareketi. Bütün dünyada gericiliğin
yükseldiği dönemde yükselme ve canlanma eğilimi gösterdi. Bu yükselişin dinamiği bu
harekete de yansıdı. Başlangıçta bu günün taşlaşmış küçük sol örgüt ve hareketlerinden pek az
farklılıklar gösteren bu örgüt ve hareket, kitle bağları ve bu yükselen harekete dayanması
nedeniyle kendini yenileme yeteneği gösteren tek hareket oldu. 1990'ların başından beri, Türk
solundaki karşı devrimci restorasyonu pekiştiren gelişmeler, (duvarın yıkılışı, özel savaş
rejimi) bu hareketin ve örgütün sürekli olarak kendini yenileme girişimlerine yol açtı. Kürt
hareketinin iç mücadeleleri bu açıdan incelendiğinde, mücadelenin aslında değişim ve eski
biçimleri sürdürmek isteyenler arasında olduğu görülür. Bir bakıma demokratlar ve
milliyetçiler mücadelesidir. Bir yandan liberallere ve burjuvaziye, bir yandan da aşırı sola
karşı bir mücadele görülür.
Kürt hareketinin bu iç mücadelelerinde kazanan yenilikçiler oldu denebilir. Bir rastlantı
değildir, Kürtleri en ağır dille eleştiren kişinin bu hareketin önderi olması. Öcalan'ın aynı
zamanda, sadece Kürtleri değil, tüm toplumu, hatta bölgeyi değiştirmeye yönelik proje
sunması.
Kendi içine kapanma, kendini övme, toplumun tümüne yönelik hedef yokluğunun bir bütün
olduğu olgusuyla burada da karşılaşırız. Đdeal bir Kürt'e en çok övgü düzenlerin aynı zamanda
yeni stratejiyi anlayamaması ve onun en büyük düşmanı olmaları rastlantı değildir. Buna
karşılık, Kürtlere en ağır eleştirileri yapan, onun yüzüne sürekli eksik ve yanlışlarını

43
vuranların da aynı zamanda tüm toplumu değiştirmeye yönelik bir perspektif sunması da bir
rastlantı değildir.
O halde bu gözlemlerden bir tek sonuç çıkıyor. Bu bunalım döneminde, olur da sol
hareketlerin kontrolü kendiliğinden bir kitle hareketlenmesinin engelleyemezse ve böyle bir
hareketlenme ortaya çıkarsa, bu kitle hareketinin kendiliğinden radikalleşmesine cevap
verebilecek tek olanak Kürt hareketi oluyor. Devrici demokrasiyi temsil eden bu hareket
Liberaller ve Genel Kurmay karşısında üçüncü bir kutup olabilir ve tüm gayrı memnun alt
kesimleri etrafında toplayabilir. O zaman gericilik döneminin güçlendirdiği bütün sol örgütler
ve sivil toplumcular liberal burjuvazinin ve Genel Kurmayın yedeği olarak bu hareketin
karşısında yer alır. Demokratik bir devrim Kürt hareketini iktidara getirebilir.
Bu gün Öcalan'ın resmini parçalayanlar yarın onun resimleriyle yürürse kimse şaşırmasın.
Çünkü tüm toplumu değiştirmeye yönelik demokratik bir programı, gücü ve bunu yürütecek
tecrübesi olan tek hareket Kürt hareketi. Türkiye'deki bir radikalleşmenin ve devrimci
kabarışın bununla buluşması kaçınılmazdır. Şimdilik, krizin derinliği bunu desteklerken, sola
egemen olan örgütler ve sivil toplumcular bunun önünde en büyük engel, bu nedenle
kendiliğinden yükselişler bunun ön koşulu. Ama bir kendiliğinden hareketlenme ve yükseliş
olursa, bu Kürt hareketini iktidara getirir. Ve ortaya Ortadoğu ortamında Mandela'nin Güney
Afrika'sı gibi bir şey çıkar.
Aslında bu yazıda ifade edilen düşünceler açısından 1 Mayıs gösterilerini ele alacaktım. Ama
düşünce aldı başını başka yerlere uçtu. Fakat, 1 mayıs gösterileri bu yazıda ifade edilen
yaklaşımlar açısından ele alınırsa, onun hakkındaki haberler ve ondaki sloganların onun bütün
zayıflığını yansıttığı görülür. Bunu okuyucunun kendisine bırakmak en iyisi.
Solun kendini övmeyen, kendi eksikleri ve yanlışlarını sergilemekten kaçınmayan geleneğini
de sürdürmüş oluyoruz böylece kendini öven, kendinden memnun sloganlar ve 1 Mayıs
haberleri karşısında.
02 Mayıs 2001 Çarşamba

44
Taşralılık

Türkiye'nin sağcısı da solcusu da, Dünya'ya Türkiye'den bakarlar, Türkiye'ye Dünya'dan


değil. Bu nedenle dünyayı ilgilendiren en genel ve temel konularda bile yazsalar, bir ulusal
dar görüşlülük, bir taşralılık egemendir bütün yaklaşımlarına.
Gelişmelere yukarıdan bakma yeteneksizliği, artık Türkiye'nin kültürel ortamının bir özelliği
olmuş durumda. Dolayısıyla sadece sağcısının değil, tıpkı diğer günlük kültürel kotlar ve
alışkanlıklar gibi solcusunun da bir karakteristiği.
Bu taşralılık ise her şeyden önce Kemalizm'in mirasıdır. Bu taşralılığa yol açan Mustafa
Kemal bile böyle taşralı değildir. Kendisi Osmanlı ordusunun hiç de parlak olmayan
generallerinden biri olmasına rağmen, bir durum yargılamalarına bakın, belli bir "global"
bakışın olduğunu görürsünüz.
Bu geleneğin Mustafa Kemal'den de yeteneksiz sürdürücüsü Đsmet Đnönü'de bile bu global
bakış vardır. Her sözü en sıradan iç politika konusundaki konuşması bile, ifade edilmemiş
ama içine sindirilmiş, dünya dengelerini gözeten bir özelliğe sahiptir. Đsmet Paşa'nın her
sabah, Paris, Londra, New York, Moskova'nın ne dediğini öncelikle öğrendiğini anlatırlar. Bu
günkü Türk başbakanı Ecevit'in politik kariyerine de, iyi Đngilizce bildiği için, sabahları Đsmet
Đnönü'ye Đngilizce basını ve yorumları okuyup aktarmakla başladığı söylenir. Ecevit'in Đsmet
Paşa'ya yaptığı işin anlamını kavradığı şüphelidir. Çünkü Avrupa'larda da okusa, artık
taşralılığa düşmüş bir kültürün ürünüdür. Đsmet Paşa'nın her sabah yaptığı işi kendisinin
yaptığına dair en küçük bir emare bulunmamaktadır.
Bu Osmanlı yadigarı politikacılar kuşağı gittikten sonra, bizzat bu kuşağın yaptıklarının
sonucu olarak (harf devrimleri vs.) politikaya, ülkenin kültürel ve entelektüel hayatına tam
anlamıyla taşralılık hakim oldu. Binlerce yıllık uygarlıkların, Arap ve Fars kültürlerinin o
muazzam birikimi, bir harf devrimiyle yeni kuşaklarca bilinmez ve özümlenemez oldu. Bütün
bunlar sözde o Batı kültür ve uygarlığına ulaşmak için yapılmıştı. Ama o kültürle bağlantı
kurmanın ekonomik temelini oluşturan burjuvazi ve ilişkilere Hıristiyan halkların sürgün,
katliam ve mübadeleleriyle son verildi. Bu aynı zamanda Batı ile kültürel bağların kopması da
demekti.
Ama sadece bu da değil. Osmanlı, Bizans'ın bir devamıydı. Hıristiyan halkların bu yok edilişi
aynı zamanda, eski Yunan ve Roma'dan beri gelen Akdeniz uygarlığı ile tüm kültürel bağların
koparılması anlamına da geliyordu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin entelektüel ve kültürel
ortamı, ne doğunun antik Akdeniz, Arap ve Fars uygarlıklarıyla ne de batının modern burjuva
uygarlığıyla ilişkisi olmayan, korkunç bir taşralılığa gömüldü. Bu taşralılık giderek yeni
kuşaklarla birlikte toplumun tüm kültürel, entelektüel ve politik hayatına damgasını vurdu.
Bir politikanın sonuçları kültürel bir karakter kazanınca sağcısı da solcusu da bundan kendini
kurtaramaz. Öznel bir yönelişin sonuçları adeta nesnel koşullar haline gelir. Bu nedenle
burjuva politikacılarına, kültürüne ve entelektüel hayatına damgasını vuran taşralılık solun da

45
bir özelliği olur. Osmanlı ve Cumhuriyet kuşakları arasındaki uçurum solda burjuva
dünyasından bile daha derindir.
Tipik iki örnek alalım. Hazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı. Bu iki kişi de birer Osmanlı
aydınıydılar. Temel kültürel ve entelektüel şekillenmeleri Osmanlı Đmparatorluğu ve onun
çöküş döneminde gerçekleşmiştir. Şimdi bir bu insanların kitaplarını şiirlerini okuyun, bir de
1960'lardan sonra binlercesi ortaya çıkmış sosyalistlerin en kaliteli bilinenlerinkileri okuyun.
Aradaki korkunç uçurumu kimse görmezden gelemez. Türk solu hala Kıvılcımlı ayarında bir
teorisyen yetiştiremedi örneğin. Nazım hala Türk aydınının ve sanatçısının aşılamamış örneği
olmaya devam etmektedir.
Cumhuriyet'in bu gün yeni kuşaklarca unutulmuş ama Müthiş bir etki bırakmış ve gerçekten
60 sonrası entelektüel hayatın gelişmesine muazzam bir etki yapmış en ileri aydını bir bakıma
Doğan Avcıoğlu'dur. Karşılaştırın Doğan Avcıoğlu ili Kıvılcımlı'yı. Osmanlı çocuğu
Kıvımlcımlı'nın Cumhuriyet çocuğu Avcıoğlu'na bir kaç numara büyük geldiği hemen
görülür.
Cumhuriyet aydınının örneği, uzun yıllar, Bizim Köy'ün yazarı, öğretmen Mahmut Makal
olmuştur. Bu bile farkın ne olduğu hakkında bir fikir verir.
Benzer bir durum Kürtler arasında da görülür. Kürtlerdeki medrese geleneğinden gelenlerde,
sonrakilerle arasında müthiş bir fark vardır. Tahribat Kürtleri de Türkler kadar hatta daha da
fazla etkilemiştir.
Evet, o Fars, Arap, Yunan, Roma, Akdeniz uygarlıklarının tüm kültürel ve entelektüel
birikimi yok edildi ve modern batı uygarlığının tüm köprüleri yıkıldı, ama bu uygarlıklardan
en lanetli kurum kaldı ve ona hiç dokunulmadı ve işin ilginci bütün bu katliamı da o lanetli
kurum varlığını sürdürebilmek için yaptı. Devlet!
Osmanlı Bizans'ın devlet yapısını aldı. Ona biraz Arap ve Fars uygarlıklarının boyasını kattı.
Bütün batılılaşma çabaları ise, bu devletin devletliğine modern toplumun araçlarını verdi.
Böylece toplum modern toplumun ve geçmişin mirasından mahrum olurken, devlet geçmişin
ve modern toplumun bütün olumsuzluklarının konsantre olduğu, toplumun kanını emen bir ur
olarak ekonomiden politikaya ve kültüre, her şeye damgasının vurdu.
Bu durum bir kara deliğin oluşumuna benzer bir durum yaratmaktadır. Tıpkı maddenin kendi
ağırlığı altında çökmesi ve sonsuz yoğunlaşması gibi, çürüme çürümeyi beslemekte, tüm çıkış
yollarını kapamaktadır. En radikal muhalefet çabaları bile, tıpkı ışığın kara deliğin çekim
gücünden kendini kurtaramaması gibi, antika ve modern uygarlıkların çifte kamburunu
taşıyan devletin çürütücü etkisinden kendini kurtaramamakta, taşralılığa geri dönmektedir.
Dünya sorunlarını konu yapmakla ilgisi yoktur taşralı olmayan bir yaklaşımın. Bu içe işlemiş,
elle tutulmayan ama hissedilen bir yaklaşım tarzıdır. Türk solu, globalizmden bile bir köylü
gibi söz eder. Taşralı olmayan bir bakış ise, köyden, ardında global bir birikimi hissettirerek
konuşur.
06 Haziran 2001 Çarşamba

46
Requiem ve 11 Eylül
“Tanrım, onlara ebedi sükunu bağışla”
Son yıllarda Bach’a daha fazla eğilim duyuyorum ama önceden Mozart’ı en büyük kabul
ettiğim yıllarda, “Eğer Allah var ise o Mozart’tır, ve onun da şah eseri Requiem”dir derdim,
o gürül gürül yaratıcılığı ve o yaratıcılığın zirvesini tanımlamak için. Kapitalizmin dünya
çapındaki zaferinin ve ideolojik sonuçlarının bir tank gibi önüne geleni ezip geçtiği; biricik
yükselen hareket olan Kürt hareketine karşı özel savaşın en yoğun biçimde sürdürüldüğü; bu
senkronize gericiliğin bizleri tümüyle tecrit ettiği; özel hayatlar alanından bile kuşatıp nefes
alamaz bıraktığı yıllarda Requiem’i dinlemediğim gün, günlük duasını aksatmış bir müminin
iç huzursuzluğunu duyardım. Her akşam, takside işe başladığımda ilk önce Requiem’i
dinlerdim. Her dinleyişimde de onu ilk kez dinliyormuş gibi yeniden, daha önceki
dinlemelerinde fark etmediğim bir yönünü keşfederdim. Her seferinde yeniden taptaze bir
dayanma gücü kazanırdım. Đşin stresine, ırkçı ya da sarhoş müşterilerin yarattığı gerginliklere
karşı da en etkili sakinleştiriciydi Requiem.
Requiem’in, bambaşka, Akdenizli müzik kültüründen gelmiş bir motropol taksi şöförünün
ruhunda, yüz yıllar sonra nasıl olup da böyle derin titreşimler yaratabildiği sorusu da epeyce
kafamı meşgul etmişti. Requiem, Avusturya’nın gericiliği ortamında, Paris donsuzlarının
isyanının yankısıdır. Bu müthiş gerilimdir onun tükenmez derinliğini yaratan. Yükselen bir
gericilikte radikalleştiği için yalnız kalan, yalnız kaldıkça radikalleşen ve sonunda mezarı
bilinmeyen bir yoksul olarak ölen bir yüreğin çağrısıdır. Dini bir biçim altında olmasına
rağmen, belki de bütün zamanların gelmiş geçmiş en devrimci müziğidir. Ve tıpkı Marks’ın
Kapital’i gibi, tamamlanamamış ve hiçbir zaman da tamamlanamayacak ve tamamlanması
gerekmeyen bir eserdir.
Burjuvazi nasıl Che’yi bir pop ikonu yaptıysa, şimdi de Requiem’i, bir medya gösterisine
dönüştürme kararı almış. 11 Eylül’ün yıl dönümünde, bütün ülkelerde Mozart’ın bu
Requiem’i çalınacakmış. 20 zaman diliminde 40 ülkedeki koro ve solistler, Requiem’e bir
dünya turu yaptıracaklarmış.
Requiem’in seçilmesi elbette biçimsel, sadece devasa anıtsal özellikleri nedeniyle göz alıcı bir
gösteri için uygun olması değildir, Hıristiyan dinine ait bir müzik formudur Requiem. Ölünün
ardından söylenen Đlahi; daha da doğrusu Ağıt’ın Katolik kilisesindeki karşılığıdır. Yani
bütün dünya insanlığının büyük bölümünün gözünde, kapitalizm ve emperyalizmle
özdeşleşmiş bir dine ait bir biçimdir.
Sınıflar savaşı ile, ordular savaşı arasındaki temel fark, ordular savaşında cephelerin ve
tarafların kesinliği, sınıflar savaşında ise baştan üstte olanın ancak bu sınır ve taraflar bin bir
yanılsamayla karıştırıldığı takdirde üst konumun sürdürülebileceğinde toplanır.
Requiem’in seçilmesi bu tercihin değiştiğini gösteriyor. Ezilenlerin kafasını karıştırmaya
yönelik bir seçim, örneğin, farklı kültürlerin ve ulusların kendi ilahi ve ağıtlarının tüm dünya
medyasında 11 Eylül’ün anısına icra edilmesi biçiminde olabilirdi. Bu 11 Eylül’ün hedefi olan

47
Emperyalizmin, bir cepheyi genişletme; karşı tarafı içinden bölme ve tarafları karıştırarak
egemenliğini sürdürme yolunu seçtiği anlamına gelirdi. Ama Requiem’e dünya turu
yaptırmak, kulağı bambaşka bir ses düzenlemesine göre şekillenmiş; Mozart’ın Requiem’inin
teneke gürültüsünden farklı bir etki yaratmayacağı uzak doğunun milyardan fazla; Hint alt
kıtasının bir milyar, Đran Arap ve Akdeniz’in “makamat müziği”ne göre şekillenmiş yine
milyarlara yakın insanının ruhunda zerrece titreşim yaratmaz. Bu şu demektir: dünyanın
ezilenlerini ikna değil imha anlayışı seçilmiş bulunuyor. Requiem’in seçilmesi, Irak’a ve onu
takiben ABD’nin dünya egemenliği için başka ülkelere de saldırılacağının habercisidir.
Ezilenler için, karşı tarafın böyle aptallıklar yapması iyidir. Saflar netleşir. Onun karşısında
bizlerin yükseltmesi gereken, ezilenleri bölecek Đslam, veya Hindu, Budist ilahileri değil;
Requiem’in dinsel biçimi değil, devrimci ve yoksuldan yana özüdür; Requiem’in mesajının o
kültürlerin müziklerindeki karşılıklarıdır.
Biçim onların olsun, öz bizim. Ağıt yakan kadınlar aslında ölene değil, kendi kaderlerine
ağlarlar. Belki de Requiem’in seçilmiş olması, Kapitalizmin farkına varmadan, ölümünü
görüp kendi kaderine ağlamasıdır?
10 Eylül 2002 Salı

48
Kıyafet Kavgasının Đlk Anlamı

Baş örtüsünde sembolize olan Kıyafet kavgası niçin bu kadar önemlidir? Benzeri kavga ne
nüfusunun çoğu Müslüman olan diğer ülkelerde, ne de başka ülkelerde görülmektedir. Niçin
Türkiye’ye has bir görüngüdür ve bunca önemlidir?
Baş örtüsüne karşı çıkanlar da, onu örtmek isteyenler de aynı neden ve kaygılarla bunca zıt
gibi görünen konumlardadırlar, bu zıtlık onların temeldeki özdeşliğinden kaynaklanır.
Bu tersliği açıklayacak iyi bir örneklerden biri, Đngiltere, onun eski kolonileri ve Japonya’da
Trafiğin soldan, Fransa ve sonradan Fransız devriminin etkisiyle bütün dünyada sağdan
olmasının, yani bu iki zıt ilkenin aynı nedenden kaynaklanması olabilir. Đkisinin de temelinde
insanların büyük çoğunluğunun solak değil de sağlak olması vardır. Soldan ve sağdan gibi,
birbirine zıt bu trafik ilkelerini yaratan aynı sağlaklıktır. Çoğunluk sağ kolunu kullandığı için,
atı ve kalkanını sol; kılıcını veya silahını sağ elle tuttuğu ve soldan gidildiği takdirde sağ kolla
dahi iyi savunma ve saldırı yapılabileceği için eskiden karada soldan gidiş yaygındır; yine
insanlar bir sandala bindiklerinde küreği sağ ellerinin gücünü kullanacak şekilde tutmaları
nedeniyle, suda sağdan gitme daha rahat hareket ve özellikle iskelelere yanaşmalarda daha
geniş bir manevra ve daha yüksek bir isabet olanağı sağladığı için su trafiği sağdan çalışır.
Đngiliz sistemi kara trafiğine, Fransız sistemi de su trafiğine dayandığı için biri sağdan, diğeri
soldan olmuştur. Aynı neden, farklı koşullarda birbirine zıt biçimlerde ortaya çıkmaktadır.
Gerçi şöyle bir soru da sorulabilir.Đngiltere ve Japonya birer adadır ve bunlar denizci
uluslardır, niye oralarda su trafiğinin ilkesi olmamıştır da aksine karada su trafiğinin ilkesi
geçerli olmuştur. Bu ilk başta çelişki gibi görünen durumun da sırrı yine onların ada olmasıyla
ilgilidir. Đngiltere ve Japonya uygarlıkların kenarlarında kalmış adalar olduğu, uygarlıkla çok
geç buluştuğu, her ikisinde de Komünün gelenekleri ve şövalyelik (Japonya’da Samuraylık)
daha uzun süre yaşadığı ve etkili olduğu; buna karşılık kara Avrupa’sında Uygarlık daha önce
yayıldığı; uygarlık ise ticaret demek olduğu; ticaret de her şeyden önce su yolları boyunca
yayıldığı için Kıtada Su trafiğinin; adada Kara trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur. Diğer bir
deyişle, Kapitalizme ilk geçiş, medeniyetten değil, “Đlkel Sosyalizm”den olduğu için,
Kapitalizme ilk geçen ülkede, Trafik soldan olmuştur.
Neyse konumuz bu değil, ama Kıyafet meselesinde de, benzer bir durum söz konusudur. Aynı
neden, farklı koşullarda başka ilkelerin öne çıkarılmasına yol açmaktadır.
Matematik problemleri çözülürken, önce problemle ilgisizmiş gibi görünen temel başka
önermelere gitmek gerekir. Benzer şekilde, biz de bu kıyafet kavgasını anlamak için, önce çok
temel ama konuyla ilgisiz gibi görünen başka önermelerden başlamalıyız.
Kapitalizm ve kapitalizm öncesinde sınıf mücadeleleri arasında temel bir fark vardır.
Kapitalizm öncesinde, egemen sınıflar, zümreler, kastlar, giyinişleri, davranışları, mekanları
dilleri ve hatta kavimleriyle diğer sınıflardan ayrılırlar. Sadece egemen sınıflar değil, bu ayrım
bütün toplum için geçerlidir. Her mesleğin, her sınıfın, her cemaatin kendine has giyinişleri;

49
mekanları; hatta dilleri ve “ulusları” bile vardır. Her şey çok açık ve kesin olarak belirlidir. Bu
nedenle kapitalizm öncesi toplumlar sistematik bir kastlaşma eğilimi gösterirler. Eğer
“barbar” denen kavimlerin akınları sık sık o kapitalizm öncesi uygarlıkları alt üst etmeseler
bütün antika uygarlıkları bu türden, Hindistan’daki gibi bir kastlaşma beklerdi.
Kapitalizmde ise, durum tam tersinedir. Zaten ulusun ve ulusçuluğun nedeni de budur. Geniş
yeniden üretim strandartlaşma gerektirir. Ulus da bu standartlaşmanın bulunmuş en son
biçimidir.
Ama kapitalizmde, kapitalizm öncesinden daha farklı bir durum daha vardır. Kapitalizm
öncesinde, silah taşıyanlar zaten aynı zamanda egemen sınıftırlar. Kapitalizmde ise, bütün
ulus gereğinde silahlandırılır. Hem diğer uluslara, hem de Fransız devriminden sonra olduğu
gibi, bütün Kapitalizm öncesi dünyaya meydan okuyabilmek, onun tehditlerine karşı
koyabilmek için de bu zorunludur. Ama bu çok riskli bir durumdur. Egemen sınıf, yani
burjuvazi, çok küçük bir azınlıktır; buna karşılık ücretliler ve diğer emekçiler çok büyük
çoğunluk.
Bunun mahzurlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi, kapitalizm öncesinin tamamen tersi bir
savaş yöntemi izler ve kendisi ve ezilen sınıflar arasındaki bütün biçimsel dil, giyim, yaşam
alanı gibi farklılıkları ortadan kaldırır. Ancak bu koşulda kendisinin ayrı bir sınıf olduğunu
gizleyip egemenliğini sürdürebilir. Bu ideolojiden kıyafete kadar her alanda yapılır.
Bunu anlamak için modern toplumdaki sınıflar savaşı ve ordular savaşının zıtlığını göz önüne
getirelim. Ordular savaşında her ordunun ayrı bayrakları, ayrı siperleri, ayrı kıyafet ve
parolaları vardır. Her şey kesin olarak ayrıdır. Modern sınıflar savaşında böyle olsaydı,
burjuvazi bir saniye bile iktidarını sürdüremezdi. Bu ancak bin bir parçaya bölünmüş
kapitalizm öncesi uygarlıklarda mümkündü. O halde burjuvazinin, egemeni olduğu ulusun;
sömürdüğü işçilerden biçimsel özellikler bakımından (giyim, yaşam tarzı, yaşam yerleri vs.)
farklı olmamasının, onun egemenliğini sürdürmesi için hayati bir önemi vardır.
Burada Türkiye’nin özgüllüğüne geliyoruz. Osmanlı Đmparatorluğu, Bizans adlı Doğu
Roma’yı fethetmiş Oğuz boylarından çıkmıştır. Eğer bu boylar, uygarlıkla ilk ilişkilerini,
Karadeniz üzerinden gelen Oğuz boyları, veya yeterince uygarlığa bulaşmamış, Osmanlı ve
Selçuklu’nun “Cahil Türkler” dediği Karamanlılar gibi, Bizans aracılığıyla kursalardı; feth
ettikleri Hıristiyan Bizans uygarlığı tarafından feth edilirler, onun dinine geçerlerdi.
Ama Oğuz boyları, Müslümanlaşmış Pers ve Đslam uygarlıkları aracılığıyla daha önce
uygarlığın gerektirdiği kavram sistemi ile zırhlandıklarından Hıristiyanlaşmadılar. Bizans’ı
Feth ettiklerinde, müziğinden yemeğine, vücut diline kadar bu uygarlıkça feth edildiler ama,
bu fetih din alanına işlemedi. Đşlemediği için de dilleri, Pers ve Đslam Uygarlıklarının dili
oldu, Bizans’ın dili değil.
Böylece nüfusunun çoğu binlerce yıldır uygarlaşmış Hıristiyan’lara egemen, onları Pers ve
Đslam uygarlıklarının kendine kazandırdığı kurumsal ve kavramsal araçlarla yöneten
batılıların “Türk” dediği Müslüman bir kast oluştu. Đşin ilginci, bu Kast kastlaştıkça, yani
devletleştikçe, uygarlaştıkça, silahlı eşit Oğuz boylarının içinde birinci olmaktan çıkmak,

50
onları silahsızlandırmak ve kendine bağlı silahlı özel birlikler oluşturmak zorunda kalmıştır.
Muaviyelerin, Stalinlerin yaptığını yapmıştır. Yani giderek devşirmelerden oluşan,
Müslümanlaştırılmış Hıristiyan çocuklarından oluşan bir devlet kastıdır bu. Yani batılının
Türk dediği egemen Müslüman kastın, Oğuzluk veya “Türklük”le de hiç ilgisi de yoktur.
Anadolu’nun Bizans’tan önce (Ermeni, Süryani vs. kiliselerinin ayrılığı bu önceliği ifade
eder), Balkanlar’ın Bizans aracılığıyla (Balkan Ortodoksluğu Bizans aracılığıyla
uygarlaşmanın sonucudur) Osmanlı’dan önce uygarlaşmış kavimleri, zanaat ve ticaret
hayatına egemendiler. Müslüman ahali ise, ya Ticaret ve sanayi ile ilgisiz, bunu “haşa min
huzur Tüccar taifesinden” diye aşağı ve hor gören devlet kastından, ya göçebelerden, ya da
tehdit görüldükleri için zorla yerleştirilmiş Müslüman veya Alevi yoksul köylülerden
oluşuyordu. Dolayısıyla Müslüman ahali veya egemen yönetici kast içinden bir burjuvazi
çıkması söz konusu olamazdı.
Bu ortaya çıkan burjuvazilerin her birinin iyi kötü dilini konuşan bir nüfusu da bulunuyordu.
Balkan ulusları böyle oluştu. Balkan’lardan Osmanlı’nın atılışı, bir bakıma, oralarda burjuva
devrimleri anlamına gelir. Balkan ülkelerinin bu gün bulunduğu geri durum kimseyi
yanıltmamalıdır. Onların bu günkü geri durumlarının nedeni, Yirminci Yüzyılın ikinci
yarısını, Osmanlı benzeri Ekim devriminin tasfiyesi üzerine oturmuş Rus Bürokratik kastının
egemenliği altında yaşamalarıdır. Eğer Đkinci dünya savaşından sonra, Yunanistan gibi bunun
dışında kalsalardı, bu gün, Yunanistan,Đspanya, Portekiz’in bulunduğu refah ve gelişmişlik
düzeyinde bulunurlardı.
Eğer Kıta Avrupa’sı ve Đngiltere gelişim zıtlıkları arasında bir paralellik kurulursa,
Đngiltere’de Püritenlik, ilkel sosyalizm geleneklerinin gücü sayesinde, Roma’nın “ruh ül
habis”i Katolikliği Britanya adalarından sürerek, kapitalist gelişimin yolunu açarken, Kıta
Avrupa’sında, O “ruh ül habis”, ilkel sosyalizm geleneklerinden güç alan Protestanları, Sen
Barthelmi katliamlarıyla bire kadar kılıçtan geçiriyor ve kıta Avrupa’sında burjuva gelişimi
bir asır geciktiriyordu.
Balkanlar Anadolu gelişim zıtlıkları kıta Avrupası Đngiltere zıtlıklarına benzer. Osmanlı’nın
Balkanlardan sürülüşü, Katolikliğin Đngiltere’den sürülüşüne, Püriten devrimine benzer. Ama
Anadolu’da ermeni ahalinin katli ve sürülmesi ile Rumların sürülüşü ve Mübadelesi, Kıta
Avrupa’sının Sen Barthelmi katliamlarına benzer, Anadolu’nun gelişimini yüz yıl
geciktirmiştir.
Türklerin; burjuva devrimi olarak gördükleri, ikinci ve üçüncü meşrutiyetler, aslında
Anadolu’daki burjuvaziye karşı, burjuvaziyi tasfiye eden, tefeci bezirganlığı ve derebeyliği
pekiştiren bir karşı devrimdir. Osmanlı’ya egemen Müslüman devlet kastı, egemenliğini
korumak için, burjuvaziyle birlikte o Ermeni ve Rum burjuvazisinin dayanacağı kitleyi de
tasfiye etmiştir. Burjuvazinin evleri Derebey konakları veya devlet dairelerine dönüşmüştür.
Müslüman ahalinin içinde ilk sermaye birikimi de bir bakıma, bu katliamların ve sürgünlerin
sonunda ele geçirilmiş zenginliklere dayanır. Eğer bu gün gelişmiş Taşra burjuvazisinin ve
Müslüman burjuvazinin servetlerinin kaynakları araştırılırsa, ardında hep Ermeni veya Rum

51
malları veya onların kaçarken bıraktıkları servetlerin bulunuşları vardır. Kapitalizm dünyanın
her yerinde ilk sermaye birikimini, korsanlık, katliam, gasp aracılığıyla yapmıştır.
Ama hikayenin buraya kadar olan kısmı şu kıyafet meselesini açıklamaz, onun ortaya çıkış
koşulları hakkında bir fikir vermek için bunlara değinmek gerekti. Osmanlı devlet sınıfları,
modernleşme ihtiyacıyla, bir sürü kıyafet değişiklikleri yapmışlardır. Cumhuriyet’in “Şapka
Devrimleri” bunun devamı olarak görülür ama değildir ve onlardan köklü bir fark gösterir.
Diğerleri, bütünüyle, modern savaş ve idare veya üretim tekniğinin getirdiği zorunluluklardır
ve bunların uygulanması sadece o görevi yapanlarla sınırlıdır. Yani sarık atılıp fes
koyulduğunda bu bütün ahaliye zorlama değil, sadece devlet memurlarına has kalmıştır. Bir
tür üniforma değişikliğidir bunlar. Ama Atatürk’ün “Kıyafet Devrim”i bunlardan temelden
farklıdır: o bütün toplumu kıyafetini değiştirmek zorunda bırakır; burada yeni bir üniforma
değil, çok başka derin bir farklılık vardır. Bu kıyafet meselesinin bunca önemli olmasının
nedeni de budur aslında. Ama bunun için Tekrar Osmanlı’daki burjuvaziye dönelim.
Osmanlı’da egemen Müslüman bir devlet kastı, Müslüman ve yoksul bir ahali vardır.
Bunların burjuvazisi yoktur. Hıristiyan ulusların burjuvazileri ve halkları vardır. Ama bir de
halksız bir burjuvazi vardır: Yahudiler ve Sabetaycılar.
Antik uygarlıklarda ticaret daima belli kavimlerin iş olagelmiştir. Akdeniz uygarlığı
bölgesinde, Đtalyanlar (Romalılar), Rumlar (Yunanlılar) gibi ve onlardan çok daha eskilere
giden ve köklü Yahudiler de bir ticaret kastı olarak yaşayagelmişlerdir. Osmanlı’nın,
Đspanya’daki engizisyondan kaçan Yahudilere sığınma ve ticaret ayrıcalıkları sunması, aslında
Venedik ve Đspanya gibilerin rekabetine karşı yapılmış girişimler olsa da, belli bir yakınlaşma
da yaratmıştı.
Yahudiler ve Sabetaycılar da, Đzmir, Đstanbul, Selanik gibi büyük ticaret ve liman şehirlerinde
bulunuyorlardı. Onlar da modern kapitalist ilişkilerle ilişkiye geçtikçe burjuvalaşıyorlar,
aydınlanmanın fikirleriyle silahlanıyorlardı. Ancak bu oluşan modern Yahudi burjuvazisinin,
Rum, Ermeni veya diğer Balkan ülkeleri burjuvazilerinden temel bir farkı vardı. Kendi dili ve
diniyle ortak bir nüfusu yoktu. Ayrıca bu burjuvazi, Rum ve Ermeni burjuvazisiyle ciddi bir
rekabet içinde bulunuyordu.
Bu Yahudi burjuvazinin kendi egemenliğini koyacağı ve bir ulus yaratabileceği aynı dili
ve/veya dini olan bir kitle yok; öte yandan burjuvazisi olmayan Müslüman bir kitle ve egemen
devlet kastı var. Ermeni ve Rum burjuvazisinin girişimleri zaten bu Devlet kastının
egemenliğini ve varlığını tehdit ediyor. Bu durumda bir ulusu, ya da ulus hammaddesi
olabilecek bir kitlesi olmayan Yahudi burjuvazisinin çıkarları ile; bir burjuvazisi olmayan
devlet sınıflarının çıkarları çakışır. Đkisi de, farklı gerekçelerle de olsa, Ermeni ve Rum’ları
tasfiye etmek ve Müslüman ahaliden bir ulus yaratmak zorundadırlar.
Böylece tencere yuvarlanır ve kapağını bulur. Sabetaycılar zaten görünüşte Müslüman’dırlar
da. Bu nedenle en büyük Türk milliyetçileri Yahudiler arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin’den
Tekin Alp’e kadar bir çok örnek sayılabilir. Đttihat terakki de bizzat bu Yahudi Burjuvazisinin
güçlü damgasını taşır.

52
Ama en sembolik kişilik ve zaten Türklerin babası adını alan ve Türk ulusunu yaratan
Atatük’tür. Hem Müslüman devlet sınıflarındandır. Hem Selanik’teki Aydınlanmacı Yahudi
cemaatinin okulunda okumuştur. Müslüman Devlet’e egemen kast ile Yahudi burjuvazisinin
sentezidir, kesişme noktasıdır. Zaten, onu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu yapan da bu
özelliğidir.
Ne var ki, bu Levant’ın liman şehirlerinde yerleşmiş Yahudi burjuvazisi, giyimi, yaşamı, dili,
şivesi, adetleriyle Müslüman ahaliye hiç benzememektedir. Tipik bir Avrupalı veya Hıristiyan
gibidir. Halbuki modern toplumda, kapitalizmde egemen sınıfın ayrı bir kast özellikleri
taşıması olacak iş değildir. Daha baştan yenilgi demektir.
O zaman bir tek yol kalır, bütün ulusu kendisi gibi giydirirse, kimin Müslüman kimin gayrı
Müslim olduğu anlaşılmaz, bütün dünyanın diğer burjuvaları gibi, bir süre devlet sınıflarının
koruması altında palazlandıktan sonra, siyasi iktidarı da doğrudan ellerine alabilirlerdi.
Kıyafet inkılaplarının ve laikliğin anlamı, Burjuvazi ile halkın arasında giyim; yaşam tarzı,
din vs. bakımdan olaşabilecek ve sınıf ayrılıklarına tekabül edebilecek farklılıkları giderme
kaygısında gizlidir. Müslüman’ın fes, gayrı Müslim’in şapka giydiği bir toplumda, kıyafet bir
sınıfsal aidiyeti de belirler. Ama herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı Müslim
olduğu anlaşılmaz olur.
Hasılı Atatürk’ün kıyafet devrimi, Đkinci Mahmut’unki gibi resmi görevlilerin bir üniforma
değişimi değil; burjuvazinin zeytinyağı gibi açıkta kalmasını engellemek için tüm toplumu
onun gibi giydirme girişimidir.
Ama bu Yahudi burjuvazisinin de küçümsenmeyecek teşviki ile Rum ve ermeni burjuvazi ve
ahalinin tasfiyesi, Anadolu’da tefeciliği, derebeyliği iyice güçlendirdi. Bu güçlenen gericilik,
Hıristiyanların tasfiyesiyle güçlendiği; onların mallarına konduğu için, Müslümanlık
burjuvaziye karşı oluşun bayrağı da oldu. Çünkü burjuvazi ve kapitalizmi bir bakıma
Hıristiyanlık sembolize ediyordu. Ama bu bezirgan ağa ve derebeyi Müslümanlığın
egemenliği demek, şehirlerin Yahudi burjuvazisinin zeytinyağı gibi açıkta kalması ve tasfiyesi
anlamına gelirdi. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’ne egemen Devlet kastı ve egemen Liman
şehirleri burjuvazisi, buna karşı en sert tedbirleri almaktan başka bir şey yapamazlardı.
Eğer cumhuriyet burjuvazisi, belli bir refah sağlasa ve bu refahın sağladığı güvenle belli
ölçüde bir demokrasiye geçebilseydi, kimse kıyafeti veya laikliği sorun etmezdi. Ama ne
refah ne de demokrasi olmayınca, herkes zorla aynı kıyafeti giyse de, yaşantısı, zevkleri hatta
tipiyle kendinden farklı olanların aynı zamanda üsttekiler olduğu bütün ezilen Müslüman
ahali tarafından görülebiliyordu. Bu memnuniyetsizlik her zaman olduğu gibi, egemen sınıfı
ve onun yaşam tarzının sembollerine yöneliyordu. Tabii bu memnuniyetsizliği aynı zamanda
taşra bezirganlığı ve derebeylik de kendince kullanıyordu.
Ne var ki, kapitalist ilişkiler geliştikçe, tefecilerin, ağaların, beylerin çocukları okuyor,
yabancı şirketlere acentalıkla da olsa giderek modern burjuvalar haline dönüşüyorlardı. Đlk
kuşak, yani Erbakanlar kuşağı, hem geçmişteki Hıristiyan katliamlarıyla müthiş yükselmiş,
Müslüman tefeci bezirgan ve ağa gericiliğinin geleneklerine dayanıyorlardı; hem de büyük

53
ölçüde, petrol zengini Arap ülkelerinin pazarının cazibesinden etkileniyorlardı. Bu iki
nedenle, onların kıyafeti sorun yapmalarının, pre-kapitalist Müslümanlığın, kapitalist
Hıristiyanlığa karşı düşmanlığının sembolleriyle ortaklığı, ayrılığının görülmesini
engellemiştir.
Tefeci bezirganlıktaki şapka düşmanlığı, kapitalizm düşmanlığının bir ifadesidir. O
modernliği reddeder. Onun girişinin kendisinin sonu olacağını bilir. Radyo, futbol, hasılı her
şey gavur icadıdır der ve kullanılmasını reddeder. Gavur icadı, kapitalizm icadı olarak
okunabilir. Ama onların artık burjuva olmuş çocuk ve torunlarının başörtüsünü bunca sorun
etmesi tamamen farklıdır. Bu torunlar modern tekniği ve araçları en iyi şekilde
kullanmaktadırlar onları reddetmek bir yana. Aynı şekilde, kıyafete bunca önem vermesinin
de nedeni bambaşkadır. Đşin ilginci tam da, Yahudi burjuvazinin herkese şapka giydirmesinin
nedenidir. Egemeni olacağı halkın içinde zeytin yağı gibi açıkta kalmamak.
Büyük şehirlerde yaşayan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Finans-Kapital’e dönüşen bu
burjuvazi, herkese şapka giydirerek açıkta kalmaktan kurtulurken, taşrada gelişmiş Müslüman
burjuvazi, Cumhuriyet burjuvazisine tepki duyan halk gibi giyinerek, onun gibi yaşayarak
açıkta kalmaktan kurtulunabileceğini söylüyor. Hem de böyle yaparak, ezilen halkın, devlete
egemen bürokrasiye ve büyük şehirler burjuvazisine ve duyduğu tepkiyi onların sembollerine
karşı çıkarak kendi arkasına alabiliyor.
Bu açıdan, bir taşla iki kuş vuruyor Müslüman taşra burjuvazisi. Hem Büyük şehirlerin
burjuvazisine ve Devlet sınıflarına karşı egemenlik mücadelesinde, ezilenleri kendi yedeğine
alıyor, hem de diğer burjuva zümrelere karşı kendi stratejisinin doğruluğunu kanıtlamış
oluyor. Diğer strateji kimseye refah getirmediği için iflas etmiş ve devlet sınıfları ve şehir orta
sınıfları hariç tüm desteğini yitirmiş bulunuyor. Bu onun, burjuvazinin diğer kanadının da
temsilcisi olması olanağını yaratıyor.
Tabii bu arada köprülerin altından çok sular geçti ve burjuvazinin bu iki kanadı birbirine daha
da çok yaklaştı.
Birincisi, son yirmi yıldır Kürdistan’da yürütülen savaşın saçmalığı, Batının büyük
şehirlerinin burjuvazisinin bile devlet sınıfları ile arasının bozulmasına yol açtı. Bu burjuvazi,
yeni kuşak modern Müslüman burjuvazi ile Devlet sınıflarının keyfiliğine karşı iş birliği
yapmaya yanaşıyor. ANAP’tan AKP’ye geçişler bunun tipik bir örneğidir.
Öte yandan, Müslüman burjuvazi de eskisi gibi retorikle meşgul olmaktansa, fiili kazanımlara
ağırlık veren bir stratejinin daha geniş güçleri bir araya getireceğini görmüş bulunuyor.
Herkese başörtüsü taktırmaya kalkmak, hem orduyu, hem şehir orta sınıflarını hem de batılı
burjuvaziyi karşıda bir cephe oluşturmaya itiyordu. Halbuki, artık, post modern çağdayız.
Đsteyen açar, isteyen kapar, açan da kapayan da zenginliktir dediniz mi, bütün bu kıyafet
sorunları bir anda olaylarca aşılmış olur.
Gerek batının batıcı burjuvazisi, gerek taşranın Müslüman burjuvazisi bu adımı atmış
bulunuyor. Aslında, burjuvazinin bu iki farklı kesimi arasındaki bu sorun, olaylarca ve

54
dünyadaki gelişmelerce aşılmış bulunuyor. Şimdi bunun hala sorun olması, devlet kastının,
elindeki iktidarı koruma çabasıyla ilgilidir.

55
Umutsuzluk Đlkesi

Đşçi Hareketi tarihindeki en büyük bozgunu yirmili ve otuzlu yıllarda yaşadı.


Bu dönemde, bütün işçi sınıfı içinde zaten çok ince bir katman oluşturan devrimci işçi
hareketinin son kalıntıları Đspanya’da, Almanya’daki Konsantrasyon kamplarında ve
Sovyetlerdeki kamplarda fizik olarak yok oldu.
O zamandan beri dünyada devrimci bir işçi hareketi yok.
Bundan sonra işçi hareketi var olduğu kadarıyla, sendika bürokratlarının kontrolünde,
insanlığın önüne bir proje sunmaktan uzak bir burjuva sosyalizmi, bir tür bürokratik
sosyalizm olarak var oldu.
Đşçi sınıfının daha alt kesimleri ise, radikal devrimci demokratik hareketler içinde kendilerini
ifade ettiler. Dolayısıyla, paradoksal görünebilir ama, yirminci yüzyılın tarihi, devrimci bir
işçi hareketinin yok oluşunun ve yokluğunun tarihidir.
Yine paradoksal gelebilir ama, devrimci bir işçi hareketinin fiilen yokluğu, devrimci
demokrasinin, yani köylülüğün, küçük burjuvazinin, ulusal hareketlerin var oluşunu
mümkün kılmıştır. Devrimci bir işçi hareketinin var olduğu bir dünyada, kapitalizm ve
emperyalizm ayakta duramazdı, kapitalizm ve emperyalizmin ayakta duramadığı bir dünyada,
ulusal baskılar, köylülük üzerindeki baskılar, anti demokratik rejimler var olamazdı. Đşçi
Hareketi devrimci demokrasinin özlem ve taleplerini, kendi hedeflerinin bir yan ürünü olarak
geçer ayak gerçekleştireceğinden, bu hareketlerin var oluş koşulları ortadan kalkardı.
Ama devrimci bir işçi hareketinin fiili yokluğu sadece devrimci demokrasinin var oluşunun
koşullarını yaratmamış, aynı zamanda, onun kendisini sosyalist bir hareketmiş gibi
algılamasına ve sosyalist ideolojiye sahip çıkmasına da yol açmıştır. Eğer yüzyılın başında
olduğu gibi, sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi, devrimci demokrasinin yanında var
olsaydı: devrimci demokrasi, devrimci işçi hareketin sosyalizmine karşı her zaman soğuk ve
bağışık kalırdı.
Ama devrimci demokrasi tarafından Ekim Devrimi’nin prestiji nedeniyle benimsenen
sosyalizm, artık milliyetçi, bütün devrimci ve demokratik özünden soyulmuş, bir bürokratik
kastın çıkarlarını savunan sosyalizm olduğu için, devrimci demokrasi burjuva devrimlerinin
devrimci demokrasisi bile değildi artık.
Devrimci demokratik idealler, yani sınırsız bir örgütlenme ve fikir özgürlüğü ve partiler; dil
veya etniye değil, yurttaşlığa, tüm dillerin ve ulusların eşitliğine dayanan rejimler, devrimci
işçi hareketini ezerek iktidar olmuş bürokrasinin çıkarlarıyla uyuşmazdı. Bu nedenle
paradoksal gibi görünebilir ama, yirminci yüzyıla damgasını vurmuş bütün sosyalist devrimler

56
ve hareketler sosyolojik olarak devrimci demokratik (yani köylülüğe dayanan) ama politik,
programatik ve ideolojik olarak demokratik bile olmayan hareketler ve rejimlerdir.
Böylece sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi olmadığı için, var olabilen ve kendilerini
sosyalist olarak tanımlayan devletler, yine aynı nedenle devrimci demokratik değildirler. Ama
bu devrimci demokratik olmama, onu içinde taşıyarak aşma anlamında, yani işçi
hareketindeki anlamında değil, devrimci demokrasiden geriye düşme anlamındadır.
Dolayısıyla yirminci yüzyılı sadece devrimci bir işçi hareketinin yokluğu değil, gerçek bir
devrimci demokratik hareketlerin ve rejimlerin yokluğu da karakterize eder. Bu nedenle
yirminci yüzyılın bütün büyük devrimleri, sosyalist oldukları ölçüde devrimci demokratik
olmaktan uzaktırlar.
Bugün, o dönemin (Yirminci Yüzyılın) kalıntısı olarak var olan bütün sosyalist hareketler,
yüzyılın ilk üçte birinde yok olmuş işçi hareketinin değil, bu yok oluş sayesinde var olup
kendini sosyalist olarak tanımlama olanağı bulmuş, artık devrimci demokratik bir
programı bile olmayan bir hareketin kalıntılarıdırlar.
Örgütlü işçiler veya gelişmiş ülkelerdeki sosyalist hareketler ise, sendika ya da parti
bürokrasilerinin, reformizmin, burjuva sosyalizminin ifadeleri ve kalıntılarındırlar.
Yüzyılın başında yok olmuş devrimci işçi hareketinin kalıntıları, sadece, burjuva kültürünü
özümleyerek aşmış, işçi hareketinin devrimci geleneğiyle tanışmış teorisyenlerin eserlerinde,
bir sosyal hareket değil, bir düşünsel hareket olarak varlığını sürdürebilmiştir.
Somut politik hareketten zorunlu ya da bilinçli olarak uzak olduğu, kendini anlaşılmazlığa ve
yalnızlığa mahkûm ettiği ölçüde devrimci işçi hareketinin devrimciliğini, eleştirelliğini ve
bağımsızlığını koruyabilmiştir (Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı, vb. )
Politik harekete enerjisini verdiğinde ise, devrimci demokrasinin ve burjuva sosyalizmlerinin
egemen olduğu dünyada, küçük grupların tüketici ve çürütücü dinamikleri altında enerjisinin
büyük bölümünü harcamak zorunda kalmıştır. (Troçki, Mandel ve yine bir anlamda
Kıvılcımlı).
Bu gün var olan sosyalist parti, eğilim veya hareketlerin hiç birisi, yirminci yüzyılın ilk
üçte biri sonunda yok olmuş bu işçi hareketinin veya onun düşünsel geleneklerinin
devamcısı ya da kalıntısı değildirler. Reformistleri bürokrasinin veya burjuva
sosyalizminin, radikalleri, kendini sosyalist olarak tanımlayan devrimci demokrasinin
kalıntılarıdırlar. Bu nedenle devrimci işçi hareketini canlandırmaları söz konusu olamaz.
Geleceğin devrimci işçi hareketi, otuzlarda fiilen tasfiye olmuş, daha sonra düşünsel olarak
varlığını sürdürebilmiş bu geleneğe dayanarak ve onu aşarak var olabilir. Ortalıktaki sosyalist
hareketler ise, bu geleneğin yokluğu ve inkârı üzerinde var olabildiklerinden, böyle bir
dönüşümü gerçekleştirmeleri olası değildir. Zaten ancak onların yok oluşu ve dağılışı ve
inkârlarıyla bu geleneğe bağlanışlar ortaya çıkabilir.
Yükselen bir harekete dayanan devrimci demokratik hareketlerin, Sovyetlerin çöküşü,
dolayısıyla sosyalizm diye bildikleri bürokratik kastın ideolojisinin itibar yitirişi koşullarında,

57
burjuva devrimleri çağının devrimci demokratik ideallerine ve programına dönüşü
gerçekleşebilir.
Ne var ki burjuva devrimlerinin ideallerin yarattığı bu uygarlığın, bu gün içinde bulunduğu
çöküş nedeniyle, sosyalist söylemli ve demokratik olmayan devrimci demokrasinin yerini,
yine demokratik bir programı olmayan, Đslam radikalizminin alması veya kendisinin ona
dönüşmesi daha büyük bir olasılıktır.
Örgütlü işçi hareketi veya zengin ülkelerin işçi hareketi ise, giderek, daha Avrupa veya batı
merkezli olma, kendini radikal bir Đslam biçiminde dışa vuran devrimci demokrasiye giderek
düşman bir tavra doğru kayma eğilimi gösterir.
Böylece Đşçi hareketinin siyah ve beyaz bölünmesi; ya da burjuva reformizmi ve küçük
burjuva radikalizmi bölünmesi -ki hepsi aynı olgunun farklı görünüşleridir son duruşmada-
tarihte aldığı en keskin biçimi alarak, “radikal politik Đslam” ve “laik sosyalizm” ayrılığı
biçiminde ortaya çıkabilir.
Bütün bu karmaşık Gordiyos düğümünü yaratan, tarihin yumağının tersinden çözülmesidir.
Đleri ülkelerde sosyalist devrimlerin olmamasıdır. Ya da Rusya gibi geri bir ülkedeki
devrimin, Batı’nın zengin ülkelerinde devrimlere yol açmamasıdır. Tarihin bu yola gidişi, o
zamanın hiç olmazsa var olan bu nesnel olanağını giderek ortadan kaldırmaktadır. Devrimci
işçi hareketi tasfiye olduğu için, yoksul ve zengin ülkeler arasındaki fark böylesine büyük
ölçülere ulaşmıştır ve artık böylesine büyük ölçülere ulaştığı için, devrimci bir işçi
hareketinin yeniden doğuşu giderek zayıflayan bir olasılık haline gelmektedir.
Ama bu olasılık ne kadar zayıflarsa zayıflasın, hep yine de bir olasılık olarak kalır. Đşte bu
olasılıktır insanlık yaşarsa onu yaşatabilecek olan.
Evrenin kendisi de öyle değil midir? Dört temel kuvvetten birindeki küçücük bir farklılık bile
bu günkü evreni olanaksız kılardı. Evren son duruşmada, o bıçak sırtındaki küçük olasılığın
gerçekleşmesidir.
Đnsan, evrimin zorunlu bir sonucu değil, küçük, küçücük bir olasılığın gerçekleşmesidir.
Sosyalizm de öyledir.
Eğer bir gün sosyalizm kurulursa bu yer yüzünde, bu tarihin zorunlu gidişinin bir ürünü değil,
açık uçlu bir tarihte, küçük bir olasılığın gerçekleşmesi olabilir.
Bu paradigma değişikliği, adeta olanaksızlıktan hareket etmek, geleceğin devrimci işçi
hareketinin sosyalizminin ilk adımı olmak zorundadır. Böylesine bir umutsuzluk ancak
gereken eleştirelliği, radikalizmi, uzlaşmazlığı ve devrimciliği verebilir sosyalist harekete.
Ernst Bloch’un aksine: “Prinzip Hofnung” (“Umut Đlkesi”) değil; Prensip Umutsuzluk.
Umut Umutsuzluktan doğabilir.
09 Nisan 2003 Çarşamba

58
Eurovizyon, Modernleşme ve Demokratikleşme
“Her zaman politikayla yaşanmaz” derler. Eğer politikayı dar anlamda alırsanız bir ölçüde
doğru bir sözdür bu. Ama örneğin, “artık politikamızın esası gücümüzü politikaya değil kültür
ve eğitime vermektir” sözlerini sarf eden bir politika kavrayışını kastediyorsanız, baştan aşağı
yanlıştır. Kültürle ilgilenme, politikadan uzak durmak bile bir politikadır. Siz politikayla
ilgilenmediğinizi düşünseniz bile politika sizinle hiç ara vermeksizin ilgilenmeye devam eder.
Örneğin, Eurovizyon şarkı yarışması, Avrupa’yı oluşturan ulusların kültürel olarak birbiriyle
yaklaşmaları, birbirlerini daha iyi tanımaları için oluşturulmuştur. Ama bu amacın kendisi bile
politiktir. Bu yarışmaya katıldığınız an, sırf kültürel kaygılardan söz etseniz bile bir politik
seçim yapmış olursunuz. Avrupalı ulusların birbirini kültürel olarak tanıma ve kavrama
politikasından yanasınız demektir.
Eurovizyon, Avrupalıların yarışmasıdır. Ona katılmak demek onlar gibi, onlardan biri olmayı
politik bir hedef olarak seçmenin ifadesidir. Kimse bu hedefin kendisini sorgulamıyor.
Avrupalı olmak bu günün dünyasında gerici bir programdır. Yer yüzündeki, ulusçuluğa
dayanan yeni ırkçı sistemi savunmak ama bu ırkçı düzende imtiyazlıların arasında yer almak
demektir. Sosyalistin politikası, hem de uzak değil acil politikası, Avrupalı olmak onlar
arasına katılmak değil, Avrupalılığı yok etmek olabilir. Böyle bir programın Avrupa’nın
işçilerinden yankı bulup bulmayacağı, ayrı bir sorundur ve zaten sosyalizmin en büyük
çıkmazı da buradadır. Bir yankı bulur veya bulmaz, önemli olan bu değildir. Önemli olan
doğru olanın ne olduğudur. Doğru olan Avrupalılığı yok etmektir. Bu bakımdan, bir sosyalist
açısından, örneğin Eurovizyon’a katılmanın kendisi gerici bir politikanın uygulanmasıdır.
Yani bu yarışma her türlü politik hesabın dışarıda bırakıldığı, insanların gerçekten sadece
estetik ve kültürel kaygılarla oy verdiği bir yarışma olsaydı bile politik bir yarışma olmaktan
çıkmazdı.
Ama Kültür dar anlamıyla bile, politikayla yakından bağlı olmaya devam eder. Dar anlamıyla
politik hesaplar bile bu olması gereken kültürel ve estetik kaygıların önüne geçerler.
Dünyadaki bütün yarışmalar da böyledir. Đster Oscar, ister Nobel, ister Cannes, Đster
Eorovizyon olsun, isterse Türkiye veya her hangi bir ülkedeki başka bir yarışma olsun, doğa
bilimleri haricinde (ki orada bile durum karışıktır) tüm yarışmalar ve ödüller belli politikaları
ve güç ilişkilerini yansıtırlar ve onlara hizmet ederler. Elbette, katılan film veya başka
eserlerin en azından bir skandal yaratmayacak kadar, yani o politik amaca hizmet edecek belli
bir kalite taşıması temel koşuldur. Bundan sonrasını, politik ilişkiler belirler.
Yani Türkiye Eurovizyon’a çok iyi bir eğitimden geçmiş çok kalite bir sesi ve fiziği olan bir
şarkıcıyı seçmese, ona zamanın ruhuna uygun, biraz Madonna, biraz Britney Spears kırması
bir hava vermese (yani orjinal bir şey de yoktur, sözde kültürleri kaynaştıracak bu yarışmaya
katılımda, baştan aşağı pop ikonlarının taklidi) yine şu sıralar moda olan Shakira vari oryantal
havası olmasa, en iyi kareograf, dansçılar ve müzisyenleri devletin tüm imkanlarını zorlayarak

59
bir araya getirmese bu asgari, skandal yaratmayacak düzey koşulunu yerine getirmiş
olamazdı.
O halde Eurovizyon sonuçlarını da bütün dünyada olduğu gibi, skandala yol açmayacak
esereler arasında bütünüyle politik kaygılar belirlediğine göre, Eurovizyon sonuçları bize
politik ilişkiler hakkında bir fikir verebilir.
Avrupa’daki Türkiye asıllı göçmenleri, Türk devleti, tıpkı bir zamanlar Sovyetler’in komünist
partileri ve işçi hareketini dış politika ve diplomatik manevralarının bir aracı olarak
kullanması gibi, dış politikasının ve diplomasisinin bir aracı olarak kullanmaya çalışır. Bunun
için Avrupa’da çıkan Türk gazetelerinden derneklere kadar muazzam yönlendirici bir aygıt
vardır. Yine bu tür bir kullanımın sonucu olarak Hollanda Belçika gibi Türkiye asıllı
göçmenlerin yoğun olduğu ülkelerden oy alındı. Yunanistan ve Kıbrıs’ın tıpkı Türkiye’deki
politik Đslam ve Kürtlerin bir kısmı gibi, Türkiye’yi Avrupa birliğine katılım aracılığıyla
liberalleştirme çabasına, Irak savaşında ABD önergesine ABD Kürtleri ezmek için yeterince
güvence vermediği için biraz da bir kaza olarak hayır oyu verilmesinin bir karşılığı olarak
diğer Avrupa ülkelerinden gelen oylar da eklenince böyle bir sonuç ortaya çıktı.
Bu politik olarak şu demektir. ABD’nin Irak işgaline kadar, Türkiye ABD’nin dengesiydi ve
Avrupa bu büyük ülkeyi üye almaz, kapısında bekletirdi. Ama ABD’nin Irak işgali ile
dengeler değişmiş bulunuyor ve Avrupa Türkiye’ye, oyunun dışında kalmamak için biraz
daha açık kapı bırakabilir. Berlusconi’nin fikir jimnastikleri, Eurovizyon’da alınan birincilik
ve Cannes’te “Uzak”a verilen ödül, bu tür göz kırpmalar anlamına gelmektedir. Avrupa
ABD’ye karşı yeni ittifaklar ve stratejiler arayışı içine girmiş bulunuyor. Eurovizyon’da
alınan ödül, bu arayışlarda opsiyonları geniş tutmanın bir ifadesi. ABD’nin yanında saf tutan
doğu Avrupalılara, bakın Türkiye bile sizden bize daha yakın politik mesajı.
Ama en iyi koşulda bile bu Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi veya kelimenin gerçek
anlamında Avrupalılaşması anlamına gelmez. Avrupa ancak kelimenin gerçek anlamında
Avrupalı değil, şarklı bir Türkiye’ye kapılarını açar. Modern görünüşlü ama şarklı. Tıpkı şarkı
yarışması birincisi gibi, bütün o taklitler Modernleşmeyi demokratikleşme ile karıştıran
şarklılığın bir yansımasından başka bir şey değildir.
Eğer Avrupalılık, sadece modernleşme değil, demokratik gelenekler ve burjuvazinin son beş
yüz yılda biriktirdiği kültür birikimi anlamında anlaşılırsa, Türkiye’nin bu Avrupalılıkla hiç
bir ilişkisi yoktur. Bir Çehov, bir Tolstoy, bir Çaykovsky veya Şostokoviç, bir Pavlov hatta
bir Lenin olmadan Avrupa, yani Burjuva uygarlığı tasavvur edilemez. Bu anlamda Rusya
Avrupa kültürünün, bu uygarlığın bir parçasıdır. Ama Türkiye’nin ve Türklerin bir tek
sanatçı, bilim adamı veya düşünürü yoktur, Avrupa, yani burjuva uygarlığının, olmasa bugün
eksikliğini hissedebileceği. Ama bunun yokluğu Avrupa’yı Avrupa yapan devrimci ve
demokratik bir geleneğin Türkiye’deki yokluğudir. Rus köylüsünün Narodniklerden Sosyalist
Devrimcilere kadar uzanan devrimci demokratik gelenekleri veya geç ve güçlü doğmuş
işçilerinin dünyayı allak bullak eden partileri ile Tolstoy veya Sostokoviç’ler arasında derin
bağlar vardır. Türkiye’de ne devrimci demokratik bir köylü hareketi vardır ne diğeri.

60
Yani kültürel olarak Avrupalı olmak, Avrupalılaşmak demek radikal demokratik hareketleri
yaratan ve besleyen bir toplumsal yapı demektir. Ancak bu çerçevede onun kültürel ifadeleri
de ortaya çıkarlar ve toplumun kültürel hayatının derinliklerinde, iktidara gelememiş olsalar
bir yer edinirler. Yunan Đç savaşı, Đki savaş arasının büyük komünist direnişleri, bu toplumsal
mücadelelerin birikiminin ürünü olan Theodorakis’ler, Angelopulos’lar Yunanitan’ı Avrupalı
yaptı. Aksi takdirde Yunanistan da tıpkı Türkiye gibi, batıda yaşayan bir şarklı olmaya devam
ederdi. Türkiye’de Ermeni ve Rum katliamları ve sürgünleri, ya da komünist kovuşturmaları
her türlü toplumsal muhalefetin acımasızca bastırılması onun tüm demokratik toplumsal
tabanını dolayısıyla kültürel değişimini de engellemiştir. Türkiye’yi biçimsel olarak
batılılaştıran her adım, demokrasinin köklerini yok eden bir adımla beraber gider. Bütün
modernleşme çabalarına Ermeni ve Rum katliamları eşlik eder. Katledecek kimse kalmayınca
bu sefer her batılılaşma adımına komünist tevkifatları ya da Kürt katliamları eşlik eder.
Türkiye modernleştikçe, demokratik bir hareketten dolayısıyla kelimenin gerçek anlamında
burjuva uygarlığının kültürel bir parçası olmaktan, onu özümlemekten uzaklaşır.
1960’ların işçi hareketleri ve yetmişlerin güçlü demokratik karakterli politikleşmesi
olmasaydı, bu gün Türkiye bu gün olduğu kadar bile bir parça Avrupa kültürüyle bağlantı
kurmuş olamazdı. Burjuva uygarlığının kültürü Türkiye’ye Marksizm aracılığıyla girmiştir.
Ya da şöyle diyelim Politik programlarının aksine Sosyalistler kadar Türkiye’nin kültürel
olarak da batılılaşmasına ve burjuva uygarlığıyla bağlar kurmasına büyük katkı yapmış başka
bir güç yoktur.
Türkiye’nin bu alandaki son şansı Kürt ulusal hareketidir. Bu hareketin bir başarısı, güçlü
demokratik dönüşümler ve bu anlamda kelimenin gerçek anlamıyla batılılaşma yani gerçek
anlamıyla burjuva uygarlığının bir parçası olma anlamına gelir. Ama öyle görünüyor ki, bu
son fırsatı da Türkiye kaçıracak.
Avrupa birliği için paketler, demokratikleşme anlamına gelmez. Gerçek iktidar bürokrasinin
elinde olmaya devam eder. Sadece ipleri gevşetmiş olur. Politik Đslam da bir demokratik
hareket değil bir modernleşme hareketidir. Hükümetin ordu ile çekişmesinin konusu
demokratikleşme değil, modernleşmenin farklı yollarıdır. Bu kayıkçı dövüşünün nasıl bir
batılılaşma sonucu vereceğini merak ediyorsanız, stilize şark şalvarıyla Đngilizce her şeyi
yapmaya hazır olduğunu söyleyen şarkıcıya bakınız. Bunun için Avrupa’ya, ta Baltık denizi
kıyılarına gitmeye gerek yok. Đstanbul’da Tekbir Defilesine gidin. Göreceğiniz aynı şeydir.
27 Mayıs 2003 Salı

61
Bonapartizm

Bonapartizm, modern toplumsal sınıf ve güçlerin zayıflığı ya da dengesi koşullarında,


devletin, sanki onlardan bağımsızmışçasına davranması olarak tanımlanabilir. Bunun en
klasik örneği, 19. yüzyıl Avrupa’sındaki üçüncüsü birincisinin yeğeni olan Bonapart’ların ve
Bismark’ın rejimleridir. Bonapartizm deyimi, onun antik çağdaki benzeri olan Sezarizmden
çok farklı tarihsel ve sınıfsal koşullara dayandığını, modern bir fenomen olduğunu
vurgulamak için türetilmiştir. Nasıl oluyordu da o muazzam devrim- tıpkı antik çağdaki
benzeri Roma gibi Cumhuriyet ve demokrasiden bir Đmparatorluğa dönüşüyor; kendini
imparator ilan eden bir maceracı kariyeristin ellerine düşebiliyordu? Keza aynı olayın ikinci
baskısı da, yine 1848 devriminden sonra, ama bu sefer komedi olarak, birincisinin yeğeni
tarafından gerçekleştiriyordu?
Bu rejimlerin ortaya çıkışının tarihsel koşulları en çarpıcı biçimde: “Burjuvazi artık
yönetemiyor, proletarya ise henüz yönetemiyor” diye tanımlanmıştı. Bu denge ya da zayıflık
durumunda, çapsız bir kariyerist (Napolyon), bir maceracı (Ücüncü Napolyon) veya dar kafalı
bir toprak ağası (Bismark) siyasi gücü mutlak olarak ele geçirebiliyor ve son duruşmada siyasi
iktidardan uzaklaştırdığı burjuvazinin sosyal ve ekonomik iktidarının gereklerini yerine
getiriyordu.
Bonapartizm On dokuzuncu yüz yılda, Avrupa’da bile bir istisna sayılırdı. Ne var ki,
Bonapartizm yirminci yüz yılda, bir istisna olmaktan ziyade bir kural olarak ortaya çıktı.
Yirminci Yüzyılda, uluslar sanki, bir zamanlar doğadaki bazı canlı türlerinin 300 milyon ve
60 milyon yıl önceleri arasında, yani şu dinasorlar çağında bir gigantanomi “hastalığına”
yakalanması benzeri, bir Bonapartizm hastalığına yakalanmış gibidir. Zengin batı ülkeleri
hariç, ki orada da özellikle iki savaş arası dönemde zaman zaman ortaya çıkar, bütün
dünyadaki rejimlerin neredeyse tamamı Bonapartist karakterdedir.
Tarihin bu girdabını yaratan son duruşmada, geri bir ülkede gerçekleşen bir devrimin, tarihsel
koşullar yeterince uygun olmadan bir sosyalist devrime dönüşmek zorunda kalması ve bunun
da tecrit olup yayılamamasıdır. Bu hastalığın çıkığı yer Sovyetler’dir. Geri bir ülkede işçi
sınıfının iktidara gelmesi, ama bu devrimin tecrit olarak kalması ve ileri ülkelerde devrimlerin
gerçekleşmemesi ve de savaş, iç savaş koşullarında bu işçi sınıfının zayıflaması hatta fiilen
yok olması, Rusya’da Stalinizm de denen, bürokrasinin iktidarına dayanan Bonapartist
karakterde bir rejimin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu bonapartizm işçi sınıfının zayıflığının
sonucu olarak başarı kazanmıştı. Ama bu Bonapartizm, bir kere ortaya çıktıktan sonra, Ekim
devriminin prestiji aracılığıyla, bütün dünyada işçi hareketini de darmadağın edip kendi dış
politikasının araçlarına dönüştürünce, modern işçi sınıfı iradesini yitirdi; niceliği dünya
çapında aksine elvermesine rağmen, bağımsız bir sınıf olmaktan çıktı. Yani Rus işçi sınıfının
fiili yok olmuşluğunun ve zayıflığının ürünü olan Stalinizm bir kere ortaya çıktıktan sonra bu
zayıflığı dünya çapında pekiştirdi ve yaydı. Böylece tüm dünya çapında öznel nedenlerle işçi

62
sınıfının bir zayıflık ve iradesizliği; bağımsız bir program ve ideolojiden yoksunluğu durumu
ortaya çıktı. Ve bütün bu sürecin sonuçları tekrar nesnel koşullar olarak ortaya çıktı. Tıpkı
yuvarlanan bir kar topu gibi, bizzat kendi sonuçları kendi var oluş koşullarını pekiştiren ve
güçlendiren bir süreç. Çin, Yugoslavya, Vietnam gibi ülkelerdeki devrimler, işçi sınıflarının
zayıflığına ek olarak, Sovyet Bonapartizminin de desteği, baskısı ve örneğiyle hızla
Bonapartist diktatörlüklere dönüştüler.
Diğer yanda, burjuva karakterli devrimler de, Türkiye’deki Kemalizm, Arap ülkelerindeki
Baas’çı, Nasır’cı veya diğer Üçüncü Dünya devletlerindeki rejimler de, Burjuvazinin zayıflığı
koşullarında birer Bonapartist rejim karakteri aldılar ya da baştan o karakterde doğdular.
Atatürk’ten Nasır’a, Nkrumah’tan Sukarno’ya bir saat intizamıyla hep aynı süreç işledi.
Burjuvazi ya da proletarya, bu iki modern sınıf, bir sınıf olarak politik iktidara, ancak
demokrasi ve iktidarın seçilmiş kurumlarda bulunması aracılığıyla egemen olabilir. Halbuki,
bütün geri ülkelerde, demokrasinin ve seçilmiş organların yokluğu veya gerçek iktidarla ilgisi
olmayan ayıbı örten asma yaprakları olması söz konusudur. “Doğu”daki bonapartizmler Đşçi
sınıfının zayıflığına dayanıyordu ise, batıdaki Bonapartizmler de bir bakıma burjuvazinin
zayıflığına dayanıyordu. Ne var ki, aynı zamanda, doğu ve Batı arasındaki denge durumu da,
dünya ölçüsünde, Bonapartist rejimlerin varlığı için uygun bir hareket alanı oluşturuyordu.
Bağlantısızlar hareketinin aynı zamanda bu rejimlere dayanması da rastlantı değildir.
Yirminci yüzyılın bütün geri ülkelerde yaygın Bonapartizmi bir bakıma, paradoksal olarak
zayıf burjuvazileri göz önüne getirilirse, 19. yüzyıl bonapartizminin aksine, “Burjuvazi henüz
yönetemiyor” ve keza işçi hareketinin uğradığı darmadağın oluş göz önüne getirilirse, “işçiler
artık yönetemiyor” diye tanımlanabilir. Burjuvazi ve Đşçiler için, objektif ve sübjektif koşullar
yer değiştirmiş gibidir.
Sovyetler ve ABD, doğu ve Batı arasındaki denge durumu da bu Bonapartizmin varlığının ve
yaşamasının bir koşuluydu. Bu Bonapartist rejimlerin bu dengelere oynaması ve kısmi bir
hareket alanı kazanması, Sovyetler’e egemen Bonapartist bürokratik kast açısından destek ve
hareket alanının genişlemesi anlamına geliyordu. Böylece aslında hiç ilgileri olmamasına
rağmen, bu rejimler, Sovyet dış politikasının ihtiyaçlarına uygun olarak anti emperyalist veya
milliyetçi olarak tanımlanıyorlardı. Yine Sovyet bürokrasinin ideolojik kaygılarının yanı sıra,
Sovyet dış politikasının bu Bonapartist rejimlerle ittifak ihtiyaçlarına da uygun olarak,
sosyalist ve işçi hareketleri bizzat bu rejimlerin destekçisi yapılıyor, sosyalistler ve işçiler
bütün 19 Yüzyıl boyunca Devrimci işçi ve sosyalist hareketin bayrağı olmuş, Demokratik
Cumhuriyet parolasını bile unutuyor; Bonapartist rejimlerle adeta bağımsızlık ve milliyetçilik
yarışına giriyorlardı.
Sosyalist hareketin yaşadığı bu paradigma değişimi sonuçları bakımından en tehlikeli ve
korkunç olanıydı. Böylece Sosyalist hareketler bizzat bu Bonapartist rejimlerin birer desteği
haline dönüşüyordu. Böylece sosyalistler tüm toplumdaki memnuniyetsizleri devrimci ve
radikal bir demokrasi bayrağı altında birleştirme olanağını tümden yitiriyorlar, bürokratik
kastların denge hesaplarında basit bir piyon durumuna düşüyorlardı.

63
Bugün bu Bonapartizmin toplumsal temeli büyük ölçüde aşınmış bulunuyor. Birincisi artık
dünya çapındaki doğu – batı dengesi yok. Avrupa ve Amerika çelişkileri bu Bonapartist
kastlara çok sınırlı bir hareket olanağı sağlıyor.
Đkincisi, işçi sınıfı ve ezilen halklar, Sovyetlerdeki rejimin yıkılmasıyla, Stalinizmin yarattığı
tahribata ek olarak, tam bir güvensizlik ve yılgınlık ve bunun yanı sıra zengin ve fakir
ülkelerin işçileri olarak çok tehlikeli bir bölünmüşlük içinde. Dünya ölçüsünde ve her ülkede
tam anlamıyla, kendisi için bir sınıf olmaktan çıkmış kendi kendine bir sınıfa dönüşmüş
durumda. Đşçi sınıfı, doğuşundan Ekim devrimine kadar kat ettiği yolu olmadı baştan ama bu
sefer dizleri üzerinde kat etmek zorunda tekrar bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkabilmek
için. Artık ne bağımsız bir ideolojisi, ne bağımsız bir programı, ne de örgütlülüğü var. Bu
durumdan ne zaman çıkacağı da belirsiz. Bu durumda işçiler burjuvazi için bir tehlike
olmaktan çıkmış bulunuyor. Zaten ezilen sınıflar burjuvaziyi korkutacak hiçbir şey yapamıyor
ve yapmıyor. Güney Afrika’dan Doğu Almanya’ya ya da Nikaragua’dan Brezilya’ya işçiler
ve ezilenler hiçbir yerde kapitalizmi yıkmaya cesaret edemiyor. Kapitalizme bir alternatifi
düşünmüyorlar bile. Đçiler realist insanlardır, bu günkü koşullarda böyle bir şeye giriştikleri
takdirde hiçbir şanslarının olmadığını herkesten daha iyi bilmektedirler. En fazla istedikleri
kapitalizm çerçevesinde daha adil ve demokratik bir düzen.
Buna karşılık burjuvazi, bu arada hem büyümesi ve güçlenmesi; hem de tarihsel zaferi ve işçi
sınıfının sıfırlanması nedeniyle, tekrar kendine güvenini kazanıyor. Ezilen sınıflardan eskisi
kadar korkmuyor. Artık güçlü bir devlete dayansa da, burjuvazi iktidarı parlamenter araçlarla
sınıf olarak sürdürebilmek için daha elverişli koşullara sahip bulunuyor.
Đşçi sınıfının bir tehlike olmaktan çıkması ve artık burjuvazinin ondan korkmaması; hatta kriz
dönemlerinde kestaneleri ateşten çıkarmak için ona kısmen politik iktidarı bile bırakacak güce
ve esnekliğe ulaşması; buna karşılık işçilerin iktidarı almaktan ve sosyalist dönüşümler
yapmaktan korkması, bütün dünyada adeta bütün devrimci hareketler ve toplumsal hareket
canlanmaları sosyal devrimlerden ziyade, parlamenter rejimlere dönüşmelerle yol açıyor.
Bonapartizmin bu tarihsel konjonktürdeki sosyal temelinin yok oluşu ve parlamenter
rejimlerin yaygınlaşması, yüzeyde bir değerlendirmeyle, zamandaşlığa bakarak, onun
globalleşmenin bir ürünü gibi görülmesine yol açıyor. Bunların bambaşka toplumsal ve
ekonomik güçlere bağlı, süreçler olduğu görülmüyor. Ama bizzat bu yaygın kanının kendisi
de burjuvazinin artan gücü ve ideolojik egemenliğinin bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Dünya burjuvazisindeki bu kendine güvenin en son örneği, ABD’nin Irak’ta atadığı konseye
bir de Komünist almasıdır.
Bu genel tablo içinde, Türkiye’deki Bonapartizm en çok direnenlerden biri. Bu direnişte
elbette onun müthiş esnekliği, parlamentarizmi iyi kullanabilmesi ve Türkiye’nin uluslar arası
dengelere oynamaya iyi imkan sağlayan stratejik konumu gibi etkenler var. Bunun yanı sıra,
Türkiye’deki sınıflar ve politik güçler de hala, “üzerlerine bir kabus gibi çöken geçmişin
mirasıyla” davranıyorlar. Đşçiler ve sosyalistler Sovyet bürokrasisinin dış politika ihtiyaçlarına
uyan ve bir zamanlar iyi kötü yine de Emperyalizme karşı dengeleyici bir işlev gören eski
bağımsızlık ve anti-emperyalizm paradigmalarıyla nesnel olarak Türkiye’deki bonapartizmin
yedeği işlevini görüyorlar. Burjuvazi ise eski korkaklığını ve pısırıklığını sürdürüyor. Kürt

64
özgürlük hareketi ise bu durumda yapayalnız kalıp kapatıldığı gettonun duvarlarını yıkamıyor.
Bütün bunlar hepsi birlikte, Bonapartist rejimin giderek daralan bir alanda da olsa, çeşitli
dengelere oynayarak varlığını sürdürmesini mümkün kılıyor.
Bu rezil ortamda, kimi sosyalistlerin, hala iyimser, mücadelenin yükseldiğine, kapitalizmin
yıkılacağına ilişkin tablolar çizmesi sosyalist hareketin düştüğü sefil durumun sadece bir
yansıması olarak görülebilir.
Đyimserler olası dünyaların en iyisinde yaşadıklarını düşünürler. Kötümserler ise, bunun doğru
olmasından korkarlar. Çünkü o iyi görülen dünya, olasıların en kötüsüdür. Gerçeğin
dayanılmazlığı ancak hayal gücünün aynasında görülebilir. Bu nedenle kötümserlik devrimci
bir erdemdir. Türkiye’nin devrimcileri ve sosyalistleri, kötümser değiller, çünkü hayal
güçlerini yitirmişler. Dolayısıyla ne devrimciler ne de sosyalistler.
21 Temmuz 2003 Pazartesi

65
Sıfırın Değeri

Osmanlı bir dünya imparatorluğu olduğundan ve Đstanbul’u ele geçirdiğinde, binlerce yıllık
uygarlıklar zincirinin son halkaları olan Yunan, Roma, Bizans uygarlıklarının mirası
tarafından feth edildiğinden, Mustafa Kemal gibi en sıradan Osmanlı generallerinin durum
değerlendirmeleri okunduğunda, Cumhuriyet döneminin generallerine göre, belli bir klas,
belli bir ufuk genişliği görülür. Cumhuriyet ise bizzat o Mustafa Kemal’in yaptığı
“devrimlerle” hem bu antik uygarlıkların hem de modern burjuva uygarlığının mirasıyla
bağları kalmadığından, taşralılık tüm ülkenin hayatına damgasını vurduğu için, Cumhuriyet
döneminin en parlak subay ve generallerinin bile, en sıradan sıradan Osmanlı generalleri
yanında üçüncü sınıf kaldığı görülür. Atatük’ün Türk ordusuca hala böyle yarı tanrı ve
dokunulmaz tabu görülmesinin ardında, bir çok diğer faktörün yanı sıra, taşralılığın uygarlığa
duyduğu bu hayranlık ve onu kavrama ve aşma yeteneği olmayan kültürel sığlık da belli bir
etkiye sahiptir. 27 Mayıs’ı yapan subaylar, “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitaptan başka
bir kitap okumamışlardı. Sonrakilerin daha farklı olduğu söylenemez. Emekli olan
generallerin son gönlerde basına yansıyan veda konuşmaları ortada pek fazla bir değişme
olmadığını göstermektedir.
O anlı, şanlı, insanların ve ülkenin kaderi iki dudaklarının arasında olan generallerin,
sırtlarından üniformaları çıkarıp konuştuklarında ettikleri sözlerin, kahve köşelerinde
pinekleyen emekli memurlarınkinden bile geri olduğunu görenlerin hayal kırıklıklarının bir
çok örneği gazete koleksiyonlarında bulunabilir.
Ne var ki, son günlerde, şimdiki Genel Kurmay başkanı Hilmi Özkök’ün konuşma ve
mesajları okunduğunda, kullandığı imgeler, kavramlar ve ele aldığı sorunlara bakıldığında
diğer Cumhuriyet dönemi generallerine göre nispeten daha farklı bir profil çizdiği; aynı
zamanda bu konuşmaların, çok ince dengeleri yansıttığı, daha az hamasi ve daha politik
olduğu da görülmektedir. O belli ki, bu gün başında olduğu kastın içinde biraz farklı bir
kültürü ve eğilimi yansıtıyor. Bu eğilim, kimi gazeteliren bile manşete çıkardıkları diyalektik
formülasyonla şöyle özetlenebilir: “Var olanı sürdürmek istiyorsak değişmek zorundayız”.
Đnsanın, Genel Kurmay başkanı da diyalektikçi olmuş diyesi geliyor. Eh her zaman eski
Marksistler Atatürkçüleşecek değil ya, Atatürkçüler de biraz diyalektikçileşecekler ki
borçlarını ödesinler.
Özkök, son konuşmasında da anlaşılan oyun teorilerinden esintiler taşıyan şu sözleri ediyor:
"Hiç olmama ile belki olur arasında çok büyük fark vardır. Sıfırı istediğiniz kadar katlayın
sıfırdır. Sıfırla bir arası, bir ile iki arasına baktığınız zaman sıfırla bir arası çok büyüktür.
Milli Piyango gibi. Bir şey almazsanız asla çıkmaz. Ama alırsanız belki çıkar. Bu da bir
mantıktır dış ilişkilerde. Sıfır çok tehlikeli."
Bunun söylendiği bağlamdaki anlamı, “Eğer Irak’a asker yollamazsak, hiçbir şey
kazanamayız, ama asker yollarsak, en azından kazanma olasılığımız olur.”

66
Koca Genel kurmay başkanı, Türkiye’nin insanlarını kumar oynamaya çağırıyor. Ve bunun
için de, sıfırı harcıyor. Sıfırı, hiç olmamak olarak tanımlıyor. Bu ne matematiğin sıfır
tanımıdır ne de fiziğin. Modern fizikte hiçlik diye bir şey yoktur. “Hiçlik” denen şeyde
belirsizlik ilkesi gereğince virtüel parçacıklar oluşur ve bunlar birbirini yok eder ve bu böyle
gider.
Matematikte sıfır ise, her hangi bir rakamın yanına geldiğinde, onu on misli büyültür ya da
küçültür. Sıfırın keşfi ateşin ve tekerleğin keşfi gibi, insanlık tarihindeki en önemli birkaç
büyük keşiften biridir. Sıfır olmasaydı ne bu günkü matematik, ne cebir, ne eksi sayılar, ne
uzay gemileri, hiç biri olmazdı.
Đnanmayan, sıfır kavramı olmayan Romen rakamlarıyla, bırakalım çapma ya da bölmeyi bir
yana, biraz toplama veya çıkarma yapmaya kalksın ne dediğimizi anlar. Sıfır “hiç” değildir,
sıfır eksiler aleminin sonu, artılar alemine geçilen sınırdır.
Sıfır olmasa, o imgede kullanılan oyun teorileri dahil hiçbir şey olmazdı. Çünkü her kazanç
bir kayıptır da. Piyangodan çıkacak kazanç kimin kaybı olacaktır? Yine o oyun teorilerine
göre, toplamı sıfır olan bir oyun olmayacak mıdır bu?
Bu gün yapılması gereken aslında tam da sıfırın değerini bilmektir. Ancak o takdirde
eksilerden artılar alemine geçilebilir. Sonu tüm insanlık ve bölge halkları bakımından sıfır
kazançlı bir kumardan ise, bunların hepsinin kazanacağı başka modeller de vardır.
Örneğin Irak’taki bütün Türk kuvvetleri derhal çekilmeli. Türkiye’deki Kürtlere tüm
özgürlükler tanınmalı. Derhal politik bir af çıkarılarak, Öcalan ve Gerillaların yasal olarak
politika yapma olanakları sağlanmalı; ulus dil, kültür ya da etniyle değil, yurttaşlıkla
tanınmalı. Diyanet derhal kapatılıp, dini görevlilerin maaşlarının, tıpkı Alevi dedeleri gibi,
cemaatlerin özgür bağışlarıyla karşılanmaları sağlanmalı. Orduda derhal büyük ölçüde asker
indirimi yapıp harcamalar yatırımlara, eğitim ve sağlığa aktarılmalı. Kaymakamlık, valilik
gibi Osmanlı kurumları lağvedilip, mahalli yetki seçilmiş yöneticilere ve meclislere geçmeli,
vs.. bunlar uzatılabilir.
Bunları yapıldığında hem kumar oynanmamış olur hem de sadece Türkiye’de değil, Orta
doğu’da refah, özgürlük, kardeşlik ve iyimserlik, önlerine, o beğenilmeyen sıfırlar
geldiğinden, on misli, yüz misli büyür.
Kumara gerek yok. Sıfırı hiç kabul edenler, eksiler alemindeki rakamları kazanç sanırlar.
Bilmezler ki o alemde rakamlardaki büyüme eksilerdeki bir büyümedir. Çünkü onlar sıfırın
öbür tarafında bir artılar alemi olduğunu bilmezler.
01 Eylül 2003 Pazartesi

67
Minima Politika
Bölünmüş bir dünyadan izlenimler

Bu yıl Adorno’nun, Marksizmin Yirminci Yüzyılda yaşamış son büyük dahilerinden birinin,
doğumunun yüzüncü yılı. Bu, Tarihsel Maddecilik Site ve Dergisi’nde, Adorno üzerine geniş
kapsamlı bir değerlendirme yazmak için iyi bir vesile diye düşünüyordum.
Sanılanın aksine, yazma okumanın sonucu değildir, okuma yazmanın sonucudur. Bir konuda
yazmaya niyetlenmek o konuda okumaya niyetlenmek demektir. Ama esas verimli okuma,
yazma eylemi esnasında gerçekleşir. Ve bizzat o yazma eyleminin yön verdiği okuma,
yazmaya yeni pencereler açar, esinler sunar.
Bu nedenle, uzunca bir süredir boş vakitlerimde, malzeme topluyordum. El altında bulunması
için. Evdeki Adorno, Frankfurt Okulu ve bağlantılı kitapları ayırmış bir yere yığmış;
internette, Türkçe ve Almanca’da ne var ne yok diye bir tarama yapmış ilginç gördüklerimi
emniyete almış hatta bazılarını basmıştım. Ama doğru dürüst bir şey de yoktu. Aslında
umudum beni Adorno üzerine yazı yazma işinden kurtaracak, henüz ifade edemediğim ama
sezdiğim, yazmak istediklerimi yazmış, söylemek istediklerimi söylemiş bir yazıyla
karşılaşmaktı. Yoktu böyle bir yazı. Ya da varsa bile rastlamadım.
Öyle çok yapılacak iş, yarım kalmış yazı, başlamaya bile zaman bulamamış proje var ki,
günler yüz saat olsa ve daha yüz yıl yaşasam, şu an yarım kalmış olanları ve
başlayamadıklarımı bile tamamlayamam. Ya her yeni önemli olayla veya öylesine düşünürken
daha akla geliverecekler? O nedenle yazılması gerekeni içeren, aradığım gibi bir yazı, en
azından, yine muhtemelen yarım kalacak bir projenin suçluluk duygusundan kurtarır
umuduyla, arandım durdum.
Yazıya başlamadan önce, yazıda kullanılabilecek, lazım olacağı az çok kestirilebilen
malzemenin el altında bulunması gerekir. Bu tıpkı bir inşaat yerine, daha inşaat başlamadan
önce, gerekli malzemeyi ve aletleri yığmak gibidir. Đşin seri yürümesi için. Bu nedenle,
Adorno’nin doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle yapılmış yayınlar hakkında bir fikir sahibi
olmak ve içlerinden çok ilginç gördüğüm bir ikisini almak için, Üniversite civarındaki
Heinrich Heine Kitabevi’ne gitmeye karar verdim.
Altona’daki kitapçılarda yoktu bu kitapların hiç biri. En çok satanlar, ilk onda bulunanlar,
yemek, seyahat kitapları vardı ama Adorno üzerine bir şey yoktu. Liberter görüşlere eğilimli
eski bir altmış sekizlinin kitapçı dükkanında da biri resimli iki biyografiden başka bir şey
yoktu.
Gerçi şimdi artık en fakir kitapçıdan bile istediğiniz kitabı alabilirsiniz. Ertesi gün elinizdedir
kitap. Kitapları eskisi gibi yığılı biçimde el altında bulundurmaktansa, müşteri isteyince
birkaç saat veya en geç ertesi gün teslim edilmek üzere sipariş etmeyi tercih ediyor kitapçılar.

68
Böylece, sermayelerini mala bağlamamış oluyorlar, depo, düzenleme ve koruma gibi
masraflardan kurtuluyorlar ve kar oranlarını yükseltiyorlar.
Bu, kitapçının diğer her hangi bir malı satan dükkandan farkının kalmaması oluyor. Eskiden
kitapçılık, sadece bir ticaret, bir ekmek kapısı değildi. Pek kar da bırakmazdı aslında. Bir
idealizm gerektirirdi. Kitapçı en iyi okuyucuydu da. Çoğu kez iyi bir okuyucu olduğu için
kitapçılık yapıyordu insanlar. Hele o Anadolu kasabalarındaki, taşra bezirganlığının o boğucu
atmosferine karşı, açılmış bir pencere gibi, neredeyse bir örgütlenme ve aydınlanma merkezi
gibi işlev gören kitapçıları hiç anmayalım bile.
Kitabı insan görmeli, içinden bazı şeyler okumalı. Onunla flört etmeli. Öpüşüp koklaşmalı.
Bakmalı, kendini dinlemeli içinde bir şeyler kımıldıyor mu diye. Kimi zaman insan bir kitabı
adını ilk duyduğunda, kapağını ilk gördüğünde, içindekilere ilk baktığında aşık olur. Đçinde
bir şeyler kımıldar, bir heyecan, onu bir an önce alıp onunla yalnız kalabilmek için
dayanılmaz bir tutku kaplar. Ama bu bile yaşlandıkça azalıyor gibi. Gençliğimde, öyle çok
yaşardım ki bunları. Her kitapçıya girişimde, her sahaflardan geçişimde başımı döndüren bir
kaç kitaba rastlar oradan sarhoş gibi çıkardım. Şimdi artık, çok nadir öyle ilk görüşte veya
“son bakışta aşk”lar.
Aslında kitapçı kitap almak için de değildi. Hangi kitapların okunması, hangi kitapların
alınması gerektiğine dair bir fikir edinmek içindi.
Bir toplumun ve ülkenin fikir hayatı hakkında en iyi, en doğru ve en sağlam bilgiyi o ülkede
basılan kitaplardan, aydınların yayınlarını izlediği yayın evlerinin yayınladığı kitaplardan
anlaşılabilir. Bir kitapçının sergisindeki kitaplar, bir kitabın içindekilerden çok daha fazla
bilgi verir insana. Bir dostum, “resim okumak”tan söz etmişti. Resimlere bakıp, insanların
duruşları, giyinişleri, bakışları, saçları vs.den hareketle o resmi okumak. Benzer şekilde “kitap
sergisi okumak”tan da söz edilebilir. Đyi resim okuyucusu olduğumu söyleyemem, ama iyi
kitap sergisi okuyucusu, iyi kitapçı vitrini; iyi bir kütüphane okuyucusu olduğumu
söyleyebilirim.
Bir eve ilk girdiğimde de böyledir bu. Đlk önce kitaplara bakarım. O kitaplar, onların dizilişi,
adları, evin içindeki yerleri, hâsılı onlarla ilgili her şey. Saatlerce konuşmayla
edinemeyeceğiniz bilgiyi birkaç dakikada edinebilirsiniz.
Tıpkı her evin kütüphanesi gibi, her kitapçının sergisi de başkaydı. O sergi, sadece o ülkedeki
insanların ve entelektüel hayatın bir iz düşümünü vermez, kitapçıyı da anlatırdı.
Bütün bunlar yok oldu, artık en çok satan on listeleri var. En çok satan on roman. En çok
satan bilimsel kitap. Vs. vs. Hatta her kitapçıda, en çok satanlar listesi yapanların, örneğin
Almanya’da Der Spiegel, birer köşesi var. Standardize edilmiş. Hiç bir kitapçının diğerinden
farkı yok. Bir kitapçıyı okumanız yeter. Onu ülkedeki kitapçıların sayısıyla çarpabilirsiniz.
Ama o kitapçıdan o ülkenin entelektüel hayatındaki eğilimler hakkında değil, en çok satanlar,
en çok para getirenler hakkında bir fikir edinebilirsiniz. Ya da şöyle diyelim, o ülkedeki
aptallaşmanın derecesi hakkında. Artık kitaplar insanları aydınlatmıyor, aksine dünyayı
karartıyor. Onlar da giderek, analitik düşüncenin taşıyıcıları olmaktan çıkıyorlar,

69
televizyonun, sansasyon basınının özelliklerini kazanıyorlar. Sadece kitaplar değil, kitapçılar
da. Yine de kitabın yapısı, kapitalizmin ona yüklediği bu aptallaştırıcılık işleviyle belli bir
çelişki içeriyor. Ve zaten bu çatlaklar olmasa, dünyada soluk alacak hiçbir yer kalmayacak.
Her neyse, nereden nereye geldik. Heinrich Heine, yine de bu eski dünyanın son
kalıntılarından, yaşayan fosillerinden biri sayılabilirdi. Ayrıca biliyordum, bir kere yıllarca
önce, bir arkadaşımla yine Adono’nun bir kitabını almak için gitmiştik. Oradaki adam
Adorno’nun kitaplarına baktığımızı görünce, bir konuşma vesilesi yaratmak için, ama aynı
zamanda rahatsız etmekten de korkarak etrafımızda dolanıp durmuştu. Nihayet sonunda
arkadaşım bir şey sorunca, bize saatlerce Frankfurt okulu ve Adorno hakkında, hatta
yayınlanmış kitaplar, baskıları vs. hakkında bile ancak bir kitap kurdunun bilebileceği şeyleri,
kitap satmak isteyen bir satıcı olarak değil; kendi ilgisini, tutkusunu paylaşabileceği birilerine
rastladığı için, saatlerce anlatmıştı.
Ayrıca, orada çalışan bir tanıdığımdan, bu kitapçının iç dünyasını da biliyorum. Çalışanların
söz sahibi olduğu, bir kooperatif gibi işleyen bu kitapçının artık, ilk kuruluşundaki ilkeleri
birer birer ayaklar altına almak zorunda kaldığı öyle davranmadığı takdirde kapanacağı ve
çalışanların da işsiz kalacağını; o çalışanların bizzat kendi oylarıyla, bir kapitalistin kendileri
hakkında verecekleri kararları verdiğini, artık hiç kimsenin saatlerce bir müşteriyle Adorno
üzerine konuşamayacağını biliyordum.
Ama yine de o eski geleneklerin öyle kolay kolay da yok olamayacağını, bir büyük şehirde
iyi kötü bu son kalıntıları bir süre daha sürdürmeye yetecek, ölümü geciktirecek belli bir
müşteri kitlesinin olduğunu da düşündüğüm için, o bodrum katındaki kitapçının, girince
soldaki felsefe bölümünde, aşağı yukarı bütün yayınlanmış kitapları bir arada
görebileceğimden emindim.
Ayrıca nice olmuştu, şu son birkaç yılda, Türkiye ve Kürdistan politikasına yoğunlaşma
nedeniyle, pek az uğrayabilmiştim bu kitapçıya. Eskiden her hafta gelir. Birkaç saatimi,
kitapları karıştırarak geçirirdim. Yeniden bir başlangıç da olurdu. Epey uzak kalmıştım Alman
düşün hayatını uzaktan da olsa izlemekten.
Günlerdir düşünüyordum. Ama bir türlü fırsat çıkmıyordu. Sonunda vücut isyan edip, yine
ağrılar başlayınca, bir şey yazamaz hale gelince, fırsat bu fırsattır diyip bisiklete atladım ve
güneşli ve serin bir havada, kitapçının bulunduğu Üniversite’nin ve Heine’nin olduğu yerlere
gittim.
*
Üniversite’nin bahçesinde, eski kitapların satıldığı sergiler vardır. Bu sergiler de ilginçtir.
Üniversiteyi bitirenlerin, o öğrencilik yıllarında aldıkları ve artık “hayata atılış”ın başında,
unutulmak istenen bir gençlik günahı gibi elden çıkardıkları veya bitirdikten sonra bir süre
daha ellerinde tutup, hayatlarında belki geç kalmış yeniden bir düzenlemeye gittiklerinin;
daha doğrusu yenildiklerinin, teslimiyetlerinin bir belgesi gibidir bu eski kitap satan
kitapçılar.

70
Kapitalist toplumun karşı konulmaz zaferlerinden, tek tek insanların hayatındaki zaferlerinden
elde ettiği ganimetlerdir onlar. Birer teslimiyet anlaşması gibidirler. O nedenle, bu sergilere de
bakarım bir savaş alanında, yenilmiş bir ordunun yaralılarının ve cesetlerinin arasında dolaşır
gibi bulurum bazen kendimi.
Seksenli yıllarda, bu sergilerde en çok Maocu gelenekten gelenlerin elden çıkardığı kitaplar
olurdu. Aynı yıllarda yine, DDR’de basılmış eski DKP’lilerin kitapları da çok olurdu. Belli ki,
altmışların sonunda radikalleşmiş, yetmişleri bir K grubunda geçirmiş ve artık yenilgiyi kabul
etmişlerden kalanlardı bunlar. Şimdi hiçbir belirginlik yok. Sadece ders kitapları veya
derslerle ilgili olarak alındığını hissettiren kitaplar. Belli ki, şimdi kitaplarını satan kuşağın,
öyle politikayla toplumsal sorunlarla ilgisi olmamıştı pek. Onlar daha baştan yenilmiş
olduklarından, onlar için bir yenilgi anlamı taşımamıştır bu kitapları satmak.
Kitap sergilerinin yanında bir de çorap sergisi vardı. Eskiden de vardı, hala var. Bu hala
çözemediğim bir bağlantıdır kitap ve çorap bağlantısı. Niye çorap da başka bir şey değil. Her
seferinde bu düşünce geçer kafamdan.
Birden bire, çorapçı sergisinin yanındaki merdivenlerde oturan bir adamın, bana tanıdık
tanıdık baktığını, bir şeyler söylemek istediğini fark ettim. Bana da sima yabancı gelmiyor
gibi. Ama hafızam zayıf ve hatırlayamıyorum.
“Merhaba, tanışıyoruz galiba, ama çıkaramadım” dedim.
“Merhaba. Ben sizi tanıyorum Gazete’den. Bir iki kere de gördüm. Siz beni tanımazsınız.”
“Bu çorap sergisi sizin mi?”
“Yok ben Üniversite’de işçi olarak çalışıyorum. Hanım burada çorap satıyor. (Tezgahın öbür
tarafında çorapları düzenleyen eşini gösterdi.) Şimdi öğle paydosu, buraya geldim. Nasıl
gidiyor? Ne yapıyorsunuz?”
“Valla uğraşıyoruz işte. Çalış, yaz çiz. Yazıp duruyoruz. Görüyorsunuzdur.”
“Gerçi siz daha iyi bilirsiniz.
“Estafurullah”
“Siz yazarsınız daha iyi bilirsiniz. Ama bu Amerika’nın Irak’ı işgali biz Kürtler için iyi oldu.
Sosyalizm olsaydı, Sovyetler olsaydı, size kalsaydı biz Kürtler daha sittin sene gün yüzü
göremezdik. Siz yazarsınız, benden daha iyi bilirsiniz ama ben böyle düşünüyorum.”
“Ben de bu gelişmeler üzerine yazıyorum zaten.”
“Bakın şimdi ben akşam eve gidiyorum. Üç tane Kürt kanalı var. PKK var, Medya TV,
Barzani’ninki var... Đstediğimi açıyorum. Dün akşam Barzani’ninkinde (burada adını hiç
duymadığım ve hatırlayamadığım bir Kürt şarkıcının adını söyledi) vardı. Đki saat onu
izledim. Eskiden mümkün müydü? Evet, Amerika’nın bu Irak işgali biz Kürtler için iyi oldu.
Siz yazarsınız. Benden daha iyi bilirsiniz ama bu dediklerimi yazın. Ben böyle
düşünüyorum.”
“Tamam, söz yazacağım.”

71
“Buyurun oturun, bir çay için.”
“Yok, teşekkür ederim. Kitapçıya gidiyorum. Orada işim var.”
*
Bu Kürt işçinin ifade ettiği görüşler bir istisna değil. Diyasporada yaşayan yüz binlerce Kürt
şimdi böyle düşünüyor. Bu diyaspora ayrımı önem taşıyor. Çünkü bütün dünyada olduğu gibi
diyasporadakiler her zaman, aslında gerçek günlük yaşamlarıyla ilgisiz, ama tam da iş gücü
pazarının yol açtığı muazzam göç dalgalarının bir sonucu uzaktan bir milliyetçiliğin en
militan taraftarı olurlar. Amerika’daki Đrlandalılardan, Japonya’daki Korelilere kadar bu
değişmez.
Bu işçi, günlük yaşamında Almanya’da yaşayan her hangi bir insandan farklı değil. Euro
kullanıyor. Aynı otobüslere biniyor. Muhtemelen bir otomobili var. Çocukları diğer
çocuklarla aynı kreş ve okullara gidiyor ve muhtemelen Almanca’yı Kürtçe veya Türkçe’den
daha iyi kullanıyorlardır. Kendisi de bir daha hiçbir zaman, Đster “Kürdistan”, ister “Orta
Doğu Demokratik Cumhuriyetler Federasyonu” olsun, oralara hiçbir zaman dönmeyecektir.
Belki yılda bir izinlerde gidecek ve yaşlandığında oturup içinde yaşarım diye bir ev yapacak
ve belki onda da hiç yaşamayacaktır.
Bu milliyetçilik, ister Kürt ister, ister Türk, Đster Koreli, ister Đrlandalı olsun, ait olunduğu
düşünülen ulusun ulusçuluğunu yaratan sorunlarla ilgili değildir. Bu iş gücü göçlerinin,
modern azınlıkların ortaya çıkışının ortaya çıkardığı bir fenomendir. Ama bu öz, tamamen
kendisini var eden gerçek problemle ilgisiz gibi görünerek ortaya çıkar. Buna ve bunun olası
tehlikelerine Benedict Anderson bir yazısında değinmişti bir zamanlar.
Bu nedenle Internetteki forumlar da yanıltıcıdırlar. Onlara yazanlar da genellikle diyasporada
yaşayanlardır. Diyaspora milliyetçiliğinin bütün belirtilerini dışa vururlar.
Bu nedenle, bu işçinin dedikleri, Avrupa’da yaşayan, Diyaspora’da yaşayan Kürtlerin ezici
çoğunluğunun eğilimlerini yansıtsa da, diyasporada yaşayanlar, Kürdistan’da yaşayan
Kürtler’e göre çok küçük bir azınlıktırlar. Dolayısıyla Kürdistan’daki gerçek eğilimlerin tam
bir yansısı değildir.
Örneğin, Barzani ya da Güney Kürdistan’da yaşayan bir Kürt böyle konuşmaz. Konuşmuyor
ve davranmıyor da zaten. Bir rezerv bırakır. Belli bir bağımsız pozisyonu, bir hareket alanını
korumak ister. Kuzey Kürdistan’da ise durum daha da farklıdır.
Ama bu Kürt işçisinin dedikleri, aynı zamanda Kürtler arasında giderek güçlenen bir eğilimi
de dışa vurmaktadır. Seksenli yıllarda Almanya’da dil kurslarına giderdim. O dil kurslarında,
Doğu Avrupa’dan kaçmış, özellikle, Polonyalı, Macar öğrenciler olurdu. Onlardaki kapitalizm
ve Amerikan hayranı eğilimler belki çok aşırıydı ve ülkelerindekini doğru olarak
yansıtmıyordu ama aynı zamanda sonraki gelişmelerin de habercisiydi. O genel tarihsel
eğilimi de bir biçimde haber veriyordu.
Avrupa’daki Kürtlerin durumu da biraz böyledir. Evet, belli bir farklılığı içeriyor Güney ve
Kuzey Kürdistanlılardan ama aynı zamanda genel bir tarihsel eğilimi de yansıtıyor.

72
Bu işçi aynı zamanda bir PKK-KADEK sempatizanı. Avrupa’daki PKK-KADEK destekçi ve
sempatizanlarının da büyük bölümü böyle düşünüyor. KADEK buna daha ne kadar direnebilir
ki? Şimdilik hala prestijiyle, hala durumun belli bir belirsizliği korumasıyla bir ölçüde
durumu idare ediyor. Ama hareket alanı giderek daralıyor. Direndiği takdirde etkisini
yitirecektir. Yok, etkisini yitirmemek için eğilime ayak uydurduğu takdirde kendi programını,
ideolojisini, stratejisini, kimliğini.
Duvarın yıkılışının Devrimci Marksizme yaptığı etkiyi ABD’nin Irak işgali, devrimci
demokrasiye, yani PKK’ya yapacaktır.
Benzerlikler olağanüstüdür. Devrimci Marksistler bürokratik diktatörlüklere karşı muhalefetin
yıllarca en önündeydiler ve onların terörünün gerçek kurbanları oldular. Devrimci Marksistler
bu ülkeler için, kapitalizme dönüş değil, bürokratik kastın tasfiyesini; tüm özgürlüklere
dayanan, emekçilerin üzerinde yükselmeyen, onlara hizmet edecek demokratik bir devlet
sistemini, bütün özgürlükleri öneriyorlardı. Üretim araçları üzerinde kamu mülkiyeti
kalmalıydı. Planlama bürokratik bir idari işlem değil, her düzeyde demokratik olarak
belirlenmiş, üretici ve tüketicilerin kararlarına dayanan bir kullanım değerleri üreten
ekonomiyi yürütmeliydi. Bütün bu uzun yıllar boyunca, daha sonradan kapitalizme dönüşün
bayraktarlığını yapacak olanlar, o bürokratik diktatörlüğün de tarafındaydılar çoğu kez.
Ama Kapitalist dünyada bir işçi hareketinin ve sosyalist devrimin yükselmeyişi, ki bu bizzat
dünya çapındaki işçi sınıfının bölünmüşlüğünün de bir sonucuydu, zengin ülkelerin işçileri
sadece kapitalist yabancılaşma, şeyleşme, hayatın parçalanması nedeniyle değil; artık dünya
işçi sınıfının imtiyazlı bir zümresi, beyaz işçiler zümresi oluşunun bir yansımasıydı ve
kapitalist metropollerin bu işçilere sağladığı yüksek refah ve özgürlükler. Doğu Avrupa’da
devrimci Marksist bir hareketin, bürokratik diktatörlüğü tasfiyeye yönelik bir sosyalist
devrimin gelişip güçlenmesinin bütün ön koşullarını ortadan kaldırdı.
Bu öyle bir sonuç yarattı ki, Devrimci Marksizm aslında hiçbir günahına ortak olmamasına
hatta bizzat onun en büyük kurbanı olmasına rağmen, işçilerin bürokratik diktatörlükler
karşısında, demokratik bir sosyalizmden yana değil, kapitalizmden yana tercih yapmaları
nedeniyle, kendileri de bu çöküşün altında kaldılar. Bütün o mücadele, o programlar
olmamışa döndü. Kimse hatırlamak, adını bile anmak istemiyor artık. Yanlış mıydılar? Hayır.
Belki eksikleri vardı. Belki henüz örneğin bir uygarlık programı içermedikleri için eksiktiler
belki ama, yanlış değildiler. Öyle bir uygarlığın temelini, üretim araçları üzerinde kamu
mülkiyetini; meta üretiminin, kara dayanan üretimin tasfiyesini ve tümüyle özgürlükleri;
toplumun üzerinde yükselmeyen ona hizmet edecek devlet cihazlarını savunuyorlardı. Bu gün
onların varlığını kimsenin hatırlamak bile istememesi, onların yenilgisi yanlış olduklarını
göstermez. Aksine, tarih, tersinden, bu günkü bütün savaşları, açlığı, ölen çocuklarıyla, o
programın doğruluğunu kanıtlamaya devam ediyor.
Bundan 15 yıl önce Devrimci Marksizm’in başına gelen şimdi Devrimci Demokrasinin başına
geliyor. Duvarın yıkılışı, nasıl devrimci Marksizm’i olmamışa döndürdü ise, ABD’nin Irak
işgali de PKK-KADEK çizgisinde ifadesini bulan Devrimci Demokrasi’yi olmamışa
döndürecek gibi görünüyor.

73
PKK da, tıpkı bürokratik diktatörlüklere karşı yıllarca en önde mücadele eden ve onun en
büyük kurbanlarını oluşturan Devrimci Marksistler gibi yıllarca Kürt Ulusal kurtuluş hareketi
içindeki en modern, er devrimci, en radikal kanadı oluşturdu. Duvarın yıkılışı, onun sosyalizm
sandığı stalinizmin ideolojk bukağılarından kurtuluşunu kolaylaştırdı ve sosyalizmden
uzaklaşma gibi görülen, aslında Stalinizmden kurtuluş ve devrimci demokrasinin, burjuva
aydınlanmasının ideallerine dönüşü, kendi sınıfsal konumunun gerçek konumuna uygun bir
ideolojiye ve programa geri dönüşü yaşadı. Bütün bu dönem boyunca, Barzani’ler,
Talabani’ler Türk devleti ile birlikte ona karşı operasyonlar düzenliyor, operasyonlara
katılıyordu. Ankara hükümetinin verdiği pasaportları taşıyorlardı. Yani tıpkı, doğu Avrupa
ülkelerindeki bürokratik diktatörlüklerin aracı olan, sonra muhalefete ve onun başına geçecek
olanların pozisyonundaydılar.
Nasıl Devrimci Marksizm, batı Avrupa veya ABD’de bir işçi hareketinin yükselişi olmadığı
ve batı Avrupa’nın yüksek hayat seviyesi ve sağladığı özgürlükler ortamı nedeniyle, bir etki
sağlayamaz duruma düştüyse, aynı şekilde devrimci demokrasiyi de, yani PKK-KADEK’i de
benzer bir kader bekliyor gibi görünüyor. Eğer Türkiye’nin batısında, devrimci demokratik bir
hareket yükselse ve Kürtlerin ulusal taleplerini karşılasaydı veya PKK-KADEK Türkiye’nin
emekçilerini kendi demokratik programına çekebilseydi bu Devrimci Demokrasi’yi Devrimci
Marksizm’inkine benzer bir akıbetten kurtarabilirdi.
Hatta ABD’nin Irak’ı ele geçirmesi olmasaydı, ABD’nin Güney Kürdistan’a sağladığı askeri
koruma ve iktisadi desteğin ortaya çıkardığı refah ve onun çekiciliği bile, belirsizlik
nedeniyle, uzun vadede, PKK’nın Devrimci Demokratik çizgisi Türkiye’nin ve Orta Doğunun
diğer uluslarının emekçilerini kazanma olasılığını yitirmesine yol açmazdı. Demokratik
cumhuriyet çizgisinin, ezen ulusun ezilenlerini kazanmak için, zamana ihtiyacı vardı.
Ne var ki, Irak’ın işgali ve ABD’nin Barzani ve Talabani’ye sağladığı destek, bu şansın, bu
olanağın da büyük ölçüde yitirilmesine yol açmış bulunuyor. Kürtler tıpkı, duvarın yıkılışı
öncesindeki Demokratik Alman Cumhuriyeti işçileri durumundalar. Doğu Almanya işçileri,
nasıl bürokrasiye karşı bir demokratik sosyalist bir devrim yapmaya kalkıp, Batı Avrupa
işçilerinin desteğini beklemek gibi sonu belirsiz bir maceraya girmek istemediler ve açıktan,
“Biz bir halkız” deyip kapitalizmi tercih ettilerse, şimdi Kürtler de, ezen ulusun ezilenlerini
kazanmak gibi, sonu belirsiz bir maceraya girmek istemeyen bir çizgiye kayıyorlar.
Bu gidişi sadece Türkiye’de veya Đran’da bir Demokratik Devrim engelleyebilir. Pahalı
baskıcı, bürokratik devlet cihazının tasfiyesi, tüm dil din ve milliyetlere özürlüklerinin
tanınması. Sadece bu koşulda Kürtlerin karşısında başka bir kurtuluş yolu bir alternatif olarak
ortaya çıkar ve onların ABD’den bağımsızlaşmalarının imkanı oluşur. Böyle bir şey, tıpkı,
Doğu Avrupa halkları, kapitalizmi seçmeye, duvarı yıkmaya hazırlanırken, diyelim ki, Đtalya
veya Đngiltere’de Đşçilerin bir ayaklanması veya sosyalist devrim yapmaya kalkışmasının
yaratacağı türden bir etki yapar. Tarihte böyle bir şey gerçekleşmedi, ama böyle bir olasılık,
hızla azalmakla birlikte zayıf da olsa var. Türkiye’de var.
Hızla azalıyor. Tüm burjuvaziyi arkasına almış AKP ve değişmediği takdirde egemenliğini ve
gücünü koruyamayacağının farkına varmış ordu ve bürokrasinin bir kesimi yavaş yavaş

74
Avrupa Birliği bağlamında bazı değişiklikler yaparak, bir patlamaya yol açabilecek çelişkileri
azaltıyorlar. Ama bu gidiş içinde, eskiyi korumak isteyen güçler tecrit olsalar da hala
direniyorlar. Bu direnişin, bir intihar eylemine dönüşmesi durumunda, örneğin bir darbe
yapmaya kalkmaları durumunda; egemen blok içinde çok ciddi bir çatışma doğabilir. Bu
koşulda, devrimci demokrasinin bir şansı olabilir.
Hasılı, duvarın yıkılışı nasıl Devrimci Marksizmi olmamışa çevirdiyse, ABD’nin Irak’ı işgali
de Devrimci Demokrasi’yi olmamışa çevirecek gibi görünüyor. Ama nasıl, başarısızlığı
Devrimci Marksist programın yanlışlığı anlamına gelmiyor aksine onun doğruluğunu
tersinden doğruluyorsa, aynı şekilde Devrimci Demokrasinin başarısızlığı da onun yanlışlığı
anlamına gelmeyecektir. O da tıpkı Doğu Avrupa’da gerçekleşmeyen politik devrimlerin
insanlık için kaçırılmış bir fırsat olarak kalması gibi, Orta Doğu için, kaçırılmış bir fırsat
olarak kalır.
*
Kitapçı’da yeni çıkan kitaplar arasında Eric Hobsbawm’ın yeni çıkan otobiyografisi vardı,
“Tehlikeli Zamanlar – Yirminci Yüzyılda Bir Hayat”. Adorno ile ilgili bir kitap mı alayım
yoksa Hobsbawm’ın otobiyografisini mi alayım diye epey düşündüm.
Kitapçıda düşündüğüm gibi Adorno’yla ilgili, çıkmış bütün yeni yayınlardan bir köşe
yapılmıştı. Tek tek ve uzun uzun karıştırdım. Birden bire kitaplardan birinde, Adorno’nun
doğum tarih dikkatimi çekti: 11 Eylül. Demek yarın. Sonra birden bire 11 Eylül’ün 11 Eylül
olduğunu da hatırladım. Ne kadar ilginç bir tesadüf. Kitaplardan hiç biri çekmedi. Bunun
üzerine Hobsbawm’da karar kıldım.
Ayrıca Adorno ile ilgili bir yazıyı kısa dönemde bitiremeyeceğimi fark ettim. Ama bir şeyler
de yazmak istiyordum. Sonra birden bire, biraz önce konuştuğum Kürt işçiye verdiğim söz
aklıma geldi. Bu dediklerini yazacağım demiştim. Nasıl bir biçim içinde yazılabilirdi böyle
bir konuşma. Günlük hayatın sıradan gibi görünen konuşmaları. Bu sıradanlık ve günlük
hayat birden bire, Adorno’nun Minima Moralia’sını çağrıştırdı. O kitapta aforizmalar, kısa
değinmeler şeklinde, günlük hayatın en sıradan, en mahrem ilişkilerinden hareketle
kapitalizmi eleştirmiyor muydu?
Benzer bir yöntem niye şu içinde yaşadığımız politik ortamı yorumlamak ve onunla mücadele
etmek için kullanılmasın? Damlaya damlaya göl olur. Yavaş yavaş, arada sırada, en sıradan,
en alışılmış söz ve davranışları ele almak denenemez mi? Niye olmasın?
Böylece hem o Kürt işçiye verdiğim sözü tutmuş, hem bir şekilde Adorno’yu anmış olur ve de
Eric Hobsbawm’ın kitabını tercih edebilirdim.
Bu nedenle, Adorno’nun Minima Moralia’sından ilhamla arada sırada yazılacak bu yazılara
Minima Politika başlığını koyalım dedik.
*
Demek Adorno da 11 Eylül’de doğmuş. Şili’de darbe de 11 Eylül’de olmuştu. Ama artık, iki
yıldır, 11 Eylül denince, akla 11 Eylül geliyor.

75
11 Eylül sadece Çifte Kulelere ve Pentagon’a yapılan eylemleri değil, o eylemlerden daha
fazlasını, bir dönüm noktasını da işaret ediyor. Đkinci Dünya savaşı’nın 1 Eylül’ü gibi. Ama
onlardan daha fazlası. O gün başlayan savaş bir dönemin sonunu işaret etmiyorlardı. Sadece
verili bir dönem içindeki barışın sonuydu. 11 Eylül ise daha derinden değişimin işaret noktası
gibi.
Her halde hiçbir tarih böyle çok kısa bir süre içinde, o tarihte gerçekleşen, o tarihin
işaretlediği olayların tümünü işaret eden bir kavram özelliği kazanmamıştır. Bu adlandırma
bile, onda o gün televizyonlarda seyredilenlerden daha fazla bir şeyler olduğunun bilinçsiz bir
ifadesi gibidir. 11 Eyül adeta, “o gün” gibi bir anlama sahiptir şimdiden. O gün, yani 11 Eylül.
Bu gün bir anlamı olan birçok tarih, o gün onu yaşayanlarca öyle önemli görülmemişti. Hatta
çoğu kez, o gün daha sonra hatırlanacak bir tarih olarak belirlenmiştir. 1 Eylül eğer daha
sonradan “Dünya Barış Günü” olarak tanımlanmasıydı, kim hatırlardı ki 1 Eylül’ü ve 1
Eylül’de insanlar nasıl bir şeyin kendilerini beklediğinin ne ölçüde farkındaydılar.
Ama 11 Eylül öyle değil. En sıradan insan bile, o gün olağandışı bir şey yaşadığının ve bunun
televizyon ekranlarında izlediğinin farkındaydı. Sadece izlediğinin değil, kendi yaşamıyla
bunun çok yakın bir ilişki içinde olduğunun da.
Gerçi henüz bu kadar yaygın değildi televizyon ama yine de insanlığın büyük bir çoğunluğu,
örneğin insanın Ay’a ilk ayak basışını da bir şekilde canlı olarak, televizyon olmasa radyodan
izlemişti. Ama orada böyle bir kırılma noktası görmüyordu kimse. O günün hangi tarih hatta
hangi yıl olduğunu bilen kim var? O günün adı o günün tarihinden çıkmıyor. O gün, “insanın
aya ayak bastığı gün”, tarihin kendisiyle değil eylemin kendisiyle anılıyor. Hatta tarihin bile
önemi yok. Olayın kendisi önemli, insanın aya ayak basması. Ama 11 Eylül söz konusu
olduğunda öyle değil. Belki ilerde 11 Eylül’ün hangi yılda olduğu bile tam hatırlanmayacak
ama 11 Eylül denince herkes aynı 11 Eylül’ü anlayacak. 11 Eylül, tıpkı insanın Ay’a ayak
basması gibi bir olay anlamına sahip. Ama bu olayın ne olduğu bile tam bilinmiyor. O gün
çok, çok önemli bir şeyler oldu. Olanların neler olduğunu böyle sıcağı sıcağına anlama
yeteneğinde değiliz, bunu anlayabilecek ve anlamak için de yaşayabilecek bir zamana ihtiyaç
var demek gibi bir anlama da sahip 11 Eylül.
Hani bazı pis, mahrem, korkunç şeyler vardır, insanlar onların adını anmak istemezler, onları
çağrıştıran kelimeler kullanırlar, sanki o kelimeler kullanılırsa bir uğursuzluk gelecek gibi
düşünülür. 11 Eylül adı biraz böyle. O ne olduğu da bilinmeyen lanetli şeyin adını anmayarak
lanetten kaçma çabası gibi biraz da.
11 Eylül galiba ilk dünya tarihsel olay. Gerçi, diyelim ki, büyük sansasyonel olaylar,
olimpiyatlar vs. de milyonlarca insan tarafından izleniyor. Ama oralarda hem bütün insanlığın
bir ilgisi söz konusu değil, hem de insanlar bir seyirci.
Ama 11 Eylül’de, dünyanın en ücra köşesinde olayı izleyen de, olayın katılımcısı. Çünkü olay
sadece uçakların dalışlarından ibaret değildir. Onun tüm dünyada eş zamanlı olarak izlenişinin
kendisi de başka kalitede bir olaydır. Bir futbol macını izleyenin televizyonda şu veya bu

76
tarafı tutması, o maçın sonucunu etkilemez. Ama ikiz kulelerin yıkılışını görenlerin düşünce
ve duyguları, o günün, o günle başlayan şeyin kaderi üzerinde bir etkide de bulunacaktır.
Bu anlamda 11 Eylül, kelimenin gerçek anlamıyla dünya tarihinin gerçek zamanda başladığı
gündür.
Ama onun çelişkisi tam da bu noktada değil midir? Dünyanın böylesine bütünleştiği bir
dönemde, ondaki muazzam bölünmelerin bir dışa vuruşu ve bu bölünmeleri korumak ve
ebedileştirmek için ABD’nin bir dünya Đmparatorluğu seferini başlattığı gün. O bölünmüş
dünyanın ürünü, ona karşı bir tepki olan Đkiz Kuleler ve Pentagon’a saldırı, o bölünmüşlüğü
ebedi kılacak bir imparatorluk seferinin başlangıcı.
*
Adorno “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti.
Đnsanların ilk tepkileri en otantik, kaygıların süzgecinden geçmemiş tepkilerdir, dolayısıyla en
derinden sezişleri yansıtırlar.
Besteci Karlheinz Stockhausen 11 Eylül üzerine şöyle demişti:
“Orada olan, şimdi beyinlerimizi alt üst etmeliyiz, bu güne kadar var olmuş en büyük sanat
eseridir. Bizim müzikte hayalini bile göremeyeceğimiz, böyle bir eylemi gerçekleştiren ruhlar,
bu insanlar, on yıl çılgınlar gibi bir fanatizmle bir konsere hazırlanıyorlar ve orada
ölüyorlar. Bu evrende var olmuş en büyük sanat eseri. Orada ne olduğunu bir tasavvur edin.
(...) Bazı sanatçılar düşünülebilir olanın, mümkün olanın sınırlarının ötesine geçmeye
çalışırlar kendimizi başka dünyalara açabilmemiz ve uyanmamız için.”
Stockhausen’in sonradan gördüğü baskılarla geri aldığı bu ilk andaki sözleri, 11 Eylül’ü bir
sanat eseri, bir konser olarak görüyordu. Sınırların ötesine gidip yeni sesler bulmaya çalışan
çağımızın en büyük bestecilerinden birinin böylesine bir değerlendirmede bulunması, çok
derinlerde işleyen bir ilişkinin dışa vurumu değil midir? Ve Adorno’nun önermesinin
tersinden doğrulanışı:
Öylesine barbar bir dünyada yaşıyoruz ki, ancak tasavvurun ötesindeki bir barbarlık sanat
olabilir.
12 Eylül 2003 Cuma

77
“Almanların En Đyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide Zaferi Kutlamak

Geçenlerde Almanya’da Alman ZDF televizyon kanalının düzenlediği “Almanların en iyisi”


adlı programda Marx, Adenaur ve Luther’in ardından üçüncü geldi. Bunu bir çok sosyalist
önemli bir zafer olarak gördü. Eğer Marks birinci gelseydi, ki uzun süre de önde götürdü,
sosyalistler bunu da bir zafer olarak kutlayacaklar ve bundan gurur duyacaklardı.
O sosyalistlerin anlamadığı ve bizzat kendileri o paradoksun ifadesi oldukları için
anlamayacakları, Marx’ın “Almanların en iyisi” veya en iyilerinin üçüncüsü olarak seçilmesi
“zaferinin”, Marx’ın ve Marksizm’in yenilgisi olduğudur.
Ama buna geçmeden önce yarışma ve sosyalistlerin hali pür melali hakkında birkaç saptama
yapmak yerinde olacak.
*
Elbette böyle bir yarışma bir çok bakımlardan ele alınabilir.
Örneğin, şimdi hemen her ülkenin televizyonunda da tekrarlanan, “Almanya (veya her hangi
bir ülke de olabilir bu) süper starını arıyor” tarzındaki aptallaştırıcı bir medya gösterisinin
özgül bir versiyonu olarak ele alınabilir ve medya sosyolojisi açısından eleştirilebilir.
Medyanın artık kendisini haber haline getirmesi ve kendi haberlerini de yaratarak gerçekliğin
yerini alması ve bunun da bir gerçeklik haline dönüşmesi, (örneğin No Angels grubunun
bizzat medya tarafından yaratılması çıkarılması gibi) dairenin tamamlanması olarak; bu
sürecin özgül bir fenomeni olarak, ele alınabilir. Zaten Der Spiegel, Die Zeit gibi ciddi
burjuva gazete ve dergileri, olayı bu açıdan değerlendiren haber yorumlar yayınladılar ve
programı Alman televizyonlarında görülen en kötü programlardan biri olarak tanımlamakta ve
alayla karşılamakta gecikmediler.
Bu anlamda, zaten, Marx’ın medyanın aptallaştırıcılığının bir aracı olarak üçüncü olması,
başlı başına bir zaferde yenilgidir. Ve bu anlamda, üçüncülüğü kutlayanlar, yenilgilerini zafer
olarak kutlamaktadırlar.
*
Ya da bu program ve yarışma, “Gösteri Toplumu”, “Eğlence Toplumu” gibi kavramlarla
ifade edilen, Türkçe’de Yaşantı denebilecek (“Event”, “Erlebnis”)in, yaşamın (Leben) ve
tecrübenin (Erfahrung) yerini almasının somut bir örneği olarak ele alınabilir.
Modern kapitalizm ve medya her şeyi öylesine metalaştırmıştır ve tıpkı metalarda olduğu gibi
ambalaj ve vitrin öylesine belirleyici olmaktadır ki, tıpkı ambalajın içindeki kullanım
değerinin, adeta ambalajın bir aracı haline gelmesi gibi, yaşam ve tecrübe de yok olmakta, bir
tür ambalaj gibi olan yaşantı (“event”) hayatın biricik amacı ve kendisi haline gelmektedir. Bu
program elbette böyle bir anlama da sahipti. Artık örneğin Marks ya da fikirleri değildir artık

78
önemli olan, yarışmanın bir yaşantı olarak kendisidir. Artık, Marks, yarışma dolayımıyla bir
anlama sahiptir.
Bu anlamda ele alındığında da bir yenilgiden başka bir şey değildir. Burada Marx, Marx
olarak yoktur artık. O sadece eğlenceye ve gösteriye hizmet eden bir araçtır. Zafer olarak
kutlanacak bir yanı yoktur. Baştan aşağı yenilgidir.
*
Ya da bu programı, nispeten daha tarihsel bir bağlamda, Almanların ruhunda ve
anlayışlarındaki bir dönüşümün belirtisi olarak ele alabilirsiniz. Savaş sonrasında, ellilerin
başında yapılan benzeri bir ankette birinciliği Birmarck, ikinciliği Hitler alıyordu. Hitler
ancak altmışlardan sonra, biraz da hileyle, Alman değil Avusuturyalı olduğu söylenerek ve
oyun dışında tutularak aşağılara düşürülmüştü. Böyle bir bağlamda ele alındığında, bu
yarışma, Almanların artık, “bakın biz de uygar uluslar ailesinin diğerlerinden farklı değiliz,
artık geçmişimizi Đsa’nın çarmıhını sırtında taşıdığı gibi taşımamıza gerek yoktur” demeleri
olarak ele alınabilir. Dolayısıyla da, Alman Burjuvazisinin artan kendine güveninin ve
güneşin altındaki yerini isteyişinin bir ifadesi olarak da yorumlanabilir.
Böyle bir bağlamda da; Marx’ın üçüncü olmasının, De Gaulle’nin “Sartre Fransa’dır”, veya
Demirel’in onu taklit ederek “Yaşar Kemal Türkiye’dir” demesinden farkı yoktur. Bu,
“Marks Almanların en iyilerinden biridir” diyecek cesaret ve kendine güvene tekrar ulaştığını
gösterir Alman burjuvazisinin. Burada, burjuvazinin, kendine güveni ve en muhalif unsurları
bile kültürün ve ulusal kimliğin bir aracı olarak kullanışı söz konusudur ki, yine bir yenilgidir.
“Majestelerinin komünistleri” gibi bir durum söz konusudur. Bir zamanlar Engels, Đngiliz
sosyalistlerindeki burjuvalaşmayı anlatırken, Burjuvazinin kendileri hakkındaki övücü
ifadeleriyle gururlandıklarını söyleyerek onlarla alay ederdi. Engels döneminin sosyalistleri,
hiç olmazsa, Lortların ya da Kraliçenin övgüleriyle gururlanıyorlarmış ama hiç olmazsa
burjuvazi tarafından övülmek için yarış içinde değillermiş. Şimdikiler Alman burjuvazisinin,
kendilerini övmesi için, övülecek değerde olduklarının anlaşılması için çabalıyorlar. Bu
çabayı gösterenler ister Gysi gibi, Marx’ı Birmarck karşısında programda savunanlar, ister oy
vermeye çağıranlar, ister oy verenler olsun fark etmez. Engels’in zamanının sosyalistleri ne
kadar masummuş bu günkülerin yanında. Bu anlamda, yani burjuvazinin kendisine güveni,
“Marks Almanya’dır” demesi; onu kendi kültürünün bir unsuru olarak görmesi anlamında bir
yenilgidir. Zafer olarak görülecek bir yanı yoktur.
*
Ya da bu programı, benzer bazı diğer gelişmelerle birlikte, bir “Zeitgesit” (Zamanın Ruhu)
ifadesi olarak ele alabilirsiniz. Son zamanlarda, Almanya’da, Bern Mucizesi (Alman Futbol
takımının savaş sonrasında ilk kez şampiyon olması); Lengede Mucizesi (Bir maden
ocağındaki göçükte kalanların kurtarılması, her ikisi de savaş sonrasındaki yükselişin
başlangıç yıllarından) gibi, Alman ulusunun zor zamanlarda pek durarak dayanışma içinde,
ulusal bir ruhla mucizeler başarabileceği mesajları veren filimler; moda desinatörlerinin
defilelerini “Mutter Erde Vater Land” (Ana Yeryüzü, Baba Vatan) gibi bir konuyla vermeleri

79
ve Kartal (Almanya’nın sembolü), D Harfi (Deutschland’ın D’si), siyah, kırmızı ve sarı
renkleri (Alman bayrağının renkleri) öne çıkararak Almanya’ya “ilanı Aşk” etmesi gibi,
Almanya’daki “Zeitgeist”ı yansıtan fenomenler bağlamında ele alınabilir. Bu anlamda da,
Marx da o “Alman mucize”lerinden biri olarak yerini almakta ve Almanya’ya ilanı aşkın
sembollerinden biri olmaktadır.
Bir sosyalist için, bu anlamda da, bunun gururlanacak bir yanı yoktur. Marx’ın
üçüncülüğünden sosyalizme pay çıkarmak, yenilgide zafer görmektir.
*
Ya da bu programı ve yarışmayı, onun sonuçlarını vs. bu günkü Alman toplumunun
eğilimlerinin ve özlemlerinin bir ifadesi olarak da alabilirsiniz. Örneğin, Adenaur’un
seçilmesi, şimdi sosyal devletin budandığı, geleceğe ilişkin belirsizliklerin ve korkularının
arttığı bir dönemde, elli ve altmışların güvenilir, istikrarlı büyüme ve sağlam bir gelecek
beklentilerinin bir ifadesi veya Hükümetin politikasına karşı bir protesto; Luther’in ikinci
olması, artık terk edilen Keynezyan Sosyal Demokrat gelenek ve özlemlerin, Adenaur’a karşı
bir dengesi. Marks da –büyük ölçüde PDS’in örgütlü çabalarıyla eski DDR eyaletlerinden oy
aldığından- Doğu Almanların hayal kırıklıklarının ve protestosunun bir yansıması olarak
görülebilir. (Yarışmada Marx’ı savunan Gysi bile eski Doğu Almanya olmasaydı Marx’ın ilk
ona giremeyeceğini kabul etmişti.)
Bu yorumda bile, bir protestonun ifadesi olarak Marks, geleceğe yönelik bir vizyonu ve
programı değil, geçmişe bir özlemi ve bir protestoyu ifade etmekten öteye gitmediği için,
üçüncü ya da birinci olması, bir yenilginin, geleceği olmayışın bir ifadesi olarak, yine
yenilginin bir zafer olarak görülmesinden başka bir anlama gelmez.
*
Ya da yarışma ve Marx’ın üçüncü olması, bütün bunların hepsi ve daha burada değinilmeyen
nice yönlerin bir bileşkesi olarak ele alınabilir, bütün yukarıda sıralanan ve sıralanmayanlar, o
karmaşık toplumsal fenomenin, anlayabilmek için bileşenlerine ayrılması, analiz edilmesi;
çeşitli yanlarının birbirinden soyutlanması olarak görülebilir.
Ciddi burjuva basını, bizim yorumumuz olan yenilgi olarak görme kısmı hariç, bu yönlerden
birini veya bir kaçını öne çıkararak yorumlar yapmıştır. Burjuvazi, her biçimde kendi
egemenliğine hizmet eden bu programla bile alay edebilmektedir. Aslında bizzat burjuva
basınında ifadesini bulan bu yorumlar, Alman burjuvazisinin, ne kadar kendine güvenli
olduğunun, gereğinde kendisiyle alay edebildiğinin bir ifadesidir.
*
Burjuvazi, her bakımdan kendisinin ideolojik ve politik egemenliğine ve zaferine hizmet eden
böyle bir programla aynı zamanda alay edebilirken, sol basın burjuvazinin bu zaferine nasıl
katkıda bulunacağıyla uğraşmaktadır. Esas korkunç olan ve büyük yenilgi buradadır.
Sol basın, Marx’ın oy oranlarının nasıl arttırılacağına ilişkin taktikler vermektedir bu
yarışmada, tıpkı Türkiye’nin Hürriyet gazetesinin, Time’ın yaptığı yarışmada veya

80
Eurovizyon yarışmalarında Türkleri oy vermeye çağırması ve bunun için taktikler vermesi
gibi.
Örneğin, Neues Deutschland gazetesi şöyle yazıyor:
“Neues Deustchland günde elli binden fazla satıyor ve yuvarlak hesap 200.000 insan
tarafından okunuyor. Eğer bu okuyucuların yarısı, 24 sente kıyıp, Marx için otomatik seçim
numarasını çevirirse (013769090-98) Marx’ın en iyi üç arasındaki yeri garantilenir. Ve bu 28
Kasım’a kadar kalan beş günde, herkes günde bir kere Marx’a telefon ederse, bütün
telefonlar sayıldığından, büyük bir olasılıkla, Marks en iyi olacaktır. Bu, iyi bir iş için, kişi
başına toplam 1,20 Euro masraf demektir ki, politik atmosferi etkilemek için küçük ama çok
değerli bir sinyal yollamış olursunuz. Gerçi bundan Telekom da kazanıyor ama olsun. Bir çok
kez telefon etmenin pek de dürüst olmadığını düşünenlere de şu denebilir: Televizyon
demokrasisi böyle oluyor, yoksa D. Küblböck 16 ıncı olamazdı. Veya, Marx’ın Hegelci Hukuk
Felsefesi’nin Eleştirisi’nde dediği gibi, “kendi şarkımızı söyleyerek taşlaşmış ilişkileri dans
etmeye zorlamalı”yız. O halde Marx’la birlikte dansa. Başkaları da gelebilir.”
“Final günü olan 28 kasım, aynı zamanda Marx’ın arkadaşı Friedrich Engels’in 183’üncü
doğum günüdür. (Telefonla arayarak) Sosyalist hümanizmin büyük teorisyenlerinden biri için
Doğum günü hediyesi de vermiş olursunuz.”
Eh Hürriyet’in sosyalisti de böyle olmalı, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nden
alıntılar yapıp biraz da medya eleştirisi katmalı ki, bu pisliği böyle baharatların kokusuyla
egzotik bir yemek gibi yutturabilsin.
Bizzat ciddi burjuva basınının kendine güveni ve alayı ile şu sosyalist basının aktarılan
sefaleti, yarışmanın kendisini bir yana koysak bile, yarışma karşısındaki bir tavır olarak,
sosyalistlerin var olan toplum karşısında tüm eleştirelliği yitirdiklerinin, onun basit bir
avadanlığı haline dönüştüklerinin, insanların güvenini kazanmaya layık olmadıklarının bir
kanıtından başka bir şey değildir. Bu sefil durum üzerine düşünecek ve kafa patlatacak yerde,
“Türk’e Türklük propagandası” yapar gibi, Marx’ın üçüncü seçilmesinde iman tazelemek
için vesile arayanların da son duruşmada çözümün değil sorunun bir parçası oldukları açıktır.
Ama esas yenilgiye gelmedik daha, şimdiye kadar olayın nesnel, toplumsal anlamı
alanındaydık, Sosyolojik boyutundaydık. Araçların tarafsız olamayacağı boyutundaydık. Bu
boyutlarda bile bir yenilgi olduğuna kısaca değinmeye çalıştık.
*
Ama bir de ideolojik, programatik yenilgi var, daha doğrusu yenilgi de değil, teslimiyet, karşı
tarafa geçmişlik ve bunun bile bilincinde olmamak var. Esas korkunç olan bu. Daha korkunç
olan bu yenilgiyi kutlamak. Ama ondan da korkunç olanı sosyalistlerin kendilerinin yenilgisi
için savaşması.
Ama esas yenilgiye geçmeden önce, yarışmanın adının bir analizini de yapmak gerekiyor ki,
daha sonra söyleneceklerde bir karışıklık olmasın.

81
Yarışmanın adı: “Almanların En Đyisi”dir. Niye bu ad? Ve bu ad ne demek? Niye “en iyisi”
de “en büyüğü” değil. Önce bunu anlayalım. Ondan sonra, “Almanlar”a geçelim.
“Đyi” kendi başına ele alındığında, ahlaki bir kategori olarak, kötünün zıddıdır. Đyilik denen
eylemi yapan ya da o şeye (iyiliğe) sahip olandır. Đyi, insanın önündeki bir sıfat olarak, daima
kötünün zıttı olarak, ahlaki bir kategori olarak kullanılır ve anlaşılır.
Ama “iyi” sözcüğü, sıfat olarak bir dizilişte nicelik ya da nitelik bakımından üst bir konumu
belirlemek için de kullanılır. Örneğin en iyi koşucu, en iyi koşandır. Ama her şey böyle nicel
ölçülebilir olmadığından, bu anlamda, derecelemedeki üst durumu ifade etmek anlamında iyi
yerine büyük sözcüğü kullanılmaktadır. En büyük koşucu denildiğinde, herkes bundan en iyi
koşucu kastedildiğini anlar. Bu nicelik olarak ölçülebilir bir iyiliktir. Ama sanat ya da bilimde
böyle değildir örneğin. En büyük müzisyen dendiğinde, bundan en yaratıcı, en güzel eserleri
vermiş müzisyen kastedildiğini açıklamaya gerek yoktur. Burada nesnel bir ölçü aramak
mümkün değildir. Bu kişiye göre değişebilir.
Ama bu bize şunu gösterir, iyi, insan hariç başka niteliklerin önünde sıfat olarak
kullanıldığında, özellikle “en iyi” olarak kullanıldığında, “en büyük” anlamını taşımaktadır.
Ahlaki bir kategori olarak “iyi” olmakla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Yani iyi bir müzisyen
veya koşucu olmanız sizin iyi ahlaklı bir müzisyen olduğunuz anlamına gelmez. Đyi müzisyen
dendiğinde, bundan o kişinin müzikal bakımdan iyiliği anlaşılır, insani olarak iyiliği değil. Bir
müzisyenin insani, ahlaki olarak iyiliğinden söz edileceği zaman, “iyi insan” denir. Çünkü her
hangi bir alanda iyi olmak ile iyi ahlaklı veya iyi insan olmak arasında kanıtlanmış bir ilişki
yoktur. (Tabii burada iyi insanın ne olduğu konusunu bir tarafa bırakıyoruz.)
O halde, “en iyi Alman” veya “Almanların en iyisi” ile kastedilen, en iyi ahlaklı Alman
değil, en büyük Almandır. Yani Alman ulusuna en çok katkı yapmış olandır.
Peki yarışmanın adı niye “En Büyük Alman” veya “Almanların En Büyüğü” değil de “En Đyi
Alman” veya “Almanların en iyisi”, hatta çoğu yerde “En iyimiz” (“Unsere Besten”). Çok
açık ki, burada, iyi ile kastedilen, insani iyilik, ahlaki iyilik değildir. Eğer böyle bir şey
olsaydı, hayırseverlik, insanların iyiliği için uğraşma gibi kriterlerle bir yarışma yapmak
gerekirdi. Böyle bir bağlamda, adaylar ve argümanlar bambaşka olurdu. Her halde Bismark
veya Bach veya Beethoven, sıradan diğer insanlardan daha iyi değillerdi. Onların bu
yarışmada öne çıkmalarının iyi insan olmakla, ahlaki bir kategori olarak iyi olmakla ilgisi
bulunmamaktadır. Kimse Bismark, Beethoven ya da Goethe’nin çok iyi bir insan olduğunu,
öne sürmemekte ve karşı tarafı bu anlamda çürütmeye çalışmamaktadır. Onların
büyüklüğünden söz edilmektedir. O zaman, Almanların en iyisinin, Almanların en büyüğünü
kastettiği açıktır.
Peki niye büyüğü değil de iyisi? Burada açıkça, “artık normal olduk, güneşin altındaki
yerimizi istiyoruz, günahlarımızın kefaretini ödedik, hala bizi geçmişimizle suçlamayın” diyen
Alman burjuvazisinin aslında hiç de normal olmadığını ele verdiğini görüyoruz. “Dil ağrıyan
dişi kurcalar” derler. Bu “iyi” de tam o ağrıyan dişi gösteriyor: Faşizm ve Hitler.

82
“Đyi”nin Hitler’i büyükler arasındaki klasmandan dışlamak için koyulduğu ortada. “En Büyük
Alman” ya da “Almanların En Büyüğü” dense, Hitler’in de klasmana girme, hatta biraz
örgütlü bir çabayla birinci gelme olasılığı var. Onu dışlamak için, mantık yanlışıyla hile
yapılıyor. Büyüğün arandığı yarışmaya iyi aranıyormuş gibi bir ad veriliyor. O büyük olamaz,
çünkü “iyi” değil, “kötü”. Onun için “büyük” yerine “iyi” sözcüğü.
Güçlü bir felsefe ve analitik düşünce geleneği olan Alman burjuvazisinin böyle çelişkileri
görmemesi beklenemez. Ama bile bile lades. Ve zaten bu program böyle incelikleri gizlemeye
yarayan toplu aptallaştırma seanslarından biri değil mi? Yani “iyi” ayrımı sadece, Hitler’e
karşı düşünülmüş bir engellemedir. Altmışlı yıllarda, Alman değil Avusturyalı diyerek
klasman dışında tutulurken şimdi “iyi” ile daha rafine bir biçimde dışarda tutulmakta ve en
büyük Almanlardan biri olarak seçilmesi tehlikesinin önüne geçilmektedir.
Ama tam da bu büyük yerine “iyi”yi kullanma Alman Burjuvazisinin “Aşil Topuğunu” veya
ağrıyan dişini göstermektedir.
*
Ama sadece bu kadar değil. Gerçekten, “Almanların En Đyisi”, ahlaki anlamda, iyilik yapma
anlamında bir yarışma olsaydı bu. Đyiliğin kendisi, uluslardan azade olduğundan, burada
Almanların en iyisi değil, Almanların içindeki en iyi insan aranmış olurdu. Yani burada
Almanlığa katkı değil, insanlığa katkı bir ölçü ve hedef olurdu. Đnsanlığa iyilik olarak en çok
katkıda bulunmuş Alman aranırdı. O zaman, tartışma, hedef insanlık olduğundan, Alman’a ve
Almanlığa karşı bir anlam içerirdi. Aydınlanmanın hümanizmine uygun olurdu. Ama
yarışmadaki anlamıyla, “En Đyi Alman” Aydınlanmanın hümanist geleneğine bile karşıdır.
Bunu yarışma adaylarının alanlarına aktardığımızda şunu görürüz. Örneğin, Almanların En
Hızlısı olsa, tıpkı ahlaki anlamıyla en iyi gibi, burada söz konusu olan, dünyadaki hızlı
koşanlara Almanların içinden en çok katkı yapan söz konusu olurdu. Burada Almanlık değil,
Hız önemlidir. Ve dünyadaki hızlılığa Almanların katkısı söz konusudur. Burada alman olmak
veya Almanlık, seçim alanını belirler hedef değildir. Halbuki yarışmada yarışanlar,
alanlarındaki dünya çapındaki katkıları açısından değil, Almanlığa katkıları açısından
yarışmaktadırlar.
*
Ama “Almanların En iyisi” deyip de, en hızlı, en yaratıcı, en politikacı Almanlar arasında bir
yarışma yaptığınızda, yani o alandaki en büyük Alman’ı aradığınızda, hızın, yaratıcılığın,
politikacılığın derecesi bile önemli değildir artık, Almanlığa katkıdır önemli olan burada.
Yani ister sanat, ister spor, ister politika olsun, her şey Almanlığa katkının bir aracı olarak ele
alınmaktadır. Burada tam anlamıyla, aydınlanma hümanizminin kırıntısı bile bulunmayan tam
bir milliyetçilik yarışmasıdır söz konusu olan. Yani insanlığa en büyük katkı yapmış Alman
değil, Almanlığa en büyük katkı yapmış Alman aranmaktadır.
(Daha iyi anlaşılması için, Türkiye ile bir paralellik kuralım. “Türklerin en büyüğü”,
dendiğinde, ki bu “Almanların en iyisi”nin karşılığıdır, burada insanlığa en büyük katkıda
bulunan Türk değil, Türklüğe en büyük katkı yapan Türk aranıyor demektir. Ve şimdi

83
Türkiye’de böyle bir yarışmada, Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş ya da Mahir Çayan’ın bu
yarışmada aday olduğunu ve sol basında üst sıralara tırmanması için taktikler verildiğini göz
önüne getirin.)
*
Son olarak Almanların en hızlısı, en büyük filozofu gibi bir anlamda tartışıldığında, ortada
Almanlık değil, o spesifik alanda en çok katkı yapan Alman söz konusu olurdu. Bu o milliyete
ya da millete katkının değil, o spesifik alana, iyilik, hız, teori vs. katkının tartışıldığı bir
yarışma olurdu. Burada milliyet ve millet değil, tartışılan o alanın kendisine katkı olurdu.
Yani en büyük Alman filozofu veya düşünürü kimdir diye bir tartışma olsa, burada Marx’ın
üçüncü seçilmesi veya birinci gelmesi bile bir ölçüde anlaşılabilir. Bu anlamda, Marx’ın
diyelim ki Hegel ve Kant’dan sonra üçüncü olması veya birinci olması, bütünüyle ulustan
bağımsızdır, (ulus burada amaç değil, seçimin sınırlarını belirlerdi) felsefi ve teorik bir
anlama sahip olurdu. Böyle bir yarışmada, onun Almanlığa değil, felsefeye katkısı, teoriye
katkısı tartışılırdı.
Ama yarışma, “iyi” ile “büyük” kastedildiği daha önce kanıtlandığına göre, Almanların en
büyüğünü seçmeye yöneliktir. Burada, artık felsefe, spor, sanat, bilim veya iyilik konusunda
yapılan katkılar söz konusu değildir artık, tek bir ölçü vardır, her şeyin kendisine kurban
edildiği Almanlık; Almanlığa yapılan katkı tek ölçüdür..
Bu çok açıktır. Yarışmanın bir diğer adı da, “Unsere Besten” (En iyimiz)dir. Burada “biz”,
Almanlığı, Alman oluşu tanımlamaktadır. “Đyimiz” de büyüğün karşılığıdır. En büyüğümüz!
*
Bu durumda, bu yarışmaya girdiğiniz andan itibaren, Marx’ın Almanların en iyisi, en büyüğü
olduğunu savunuyorsunuz demektir. Onun felsefi ya da bilimsel veya hatta insani katkıları,
hep Almanlığa katkının araçları olarak anlam taşırlar artık.
Böylece, Marx’ı Almanların en iyisi olarak savunmak, aslında, Alman Milliyetçiliğini
savunmak, buna en büyük katkıyı Marx’ın yaptığını savunmak demektir. Đstediğiniz kadar
kendinize sosyalist deyin, siz bir milliyetçisiniz demektir.
Ama sadece bir milliyetçi değil, hümanizmden ve demokratik geleneklerden zerrece nasip
almamış bir milliyetçisiniz, milliyetçiliğin de en gerici ve tehlikeli versiyonusunuz demektir.
Çünkü, Almanlar içinde En büyük Alman Filozof veya dünyada Felsefeye en büyük katkı
yapmış Alman olarak tartışılsaydı, burada Marx’ı savunurken yine milliyetçiliği savunmuş
olurdunuz ama, bu milliyetçilik, genel bir milliyetçilik olurdu, özel bir Alman milliyetçiliği
olmazdı, getireceğiniz argümanların felsefeye katkı bakımından anlamı olurdu, Almanlığa
değil. Elbette bunda da insanların milliyetsiz olamayacakları gibi bir gizli var sayıma,
milliyetçilerin var sayımına hizmet ederdiniz. Ama En büyük Alman olarak yarıştığınızda,
artık genel anlamıyla milliyetçilik değil, Alman milliyetçiliği söz konusudur.
Đşte tam burada korkunç gerçekle karşılaşıyoruz. Almanya’da hiçbir sosyalist, sorunu burada
bizim ele aldığımız gibi ele almadı. Sorunu bu açıdan tartışmadı. Bu şu demektir. Bütün

84
sosyalistler milliyetçidir. Burjuvaziyle, Alman ulusuna kimin daha büyük katkı yaptığı
konusunda, en büyük Almanın kim olduğu konusunda bir yarış içinde bulunmaktadırlar. Ve
bunu sosyalizm sanmaktadırlar. Onlar burjuvazinin ideolojik egemenliğinin basit araçlarından
başka bir şey değildirler.
Ama sadece Alman sosyalistleri mi, onların bu tavrında eleştirecek hiçbir şey bulamayan,
Marks birinci olmadığı için Alman Burjuvazisini hile yapmakla suçlayan, diğer sosyalistler de
milliyetçidir. Kendileri milliyetçi olduklarından, tabakhanede çalışan işçilerin ufunetin
kokusunu hissetmemeleri gibi, bu milliyetçiliği görmemekte ve ondan rahatsız
olmamaktadırlar.
Marx’ın bu yarışmada üçüncü olmasına sevinmek sadece sosyalizm karşısında milliyetçiliğin
aldığı zaferi kutlamak değildir, düşmanın zaferine hizmet etmek onun için çabalamak da
demektir. Kendi hakkınızdaki görüşlerinizin yani sosyalizme olan inancınızın burada bir
anlamı yoktur, siz nesnel olarak, gerçek sosyalist için bir düşmansınız, siperlerin karşı
tarafındasınız demektir. Ne farkınız vardır Bismark’ın değil de Marx’ın en büyük
Almanlardan biri olduğunu savunurken, alman milliyetçilerinden ve burjuvaziden? Onun
bayrağını yüceltmiş olmuyor musunuz?
Đdeolojik egemenlik, varsayımların paylaşılmasıdır sonuçların değil. Siz o varsayımları
paylaşarak ve onları savunarak o ideolojik egemenliğin bir aracı ve savunucusunuzdur.
*
Keşke bu kadar olsa, söz konusu olan Marks olunca ortaya daha da korkunç bir durum
çıkmaktadır.
En büyük Almanlardan biri olarak savunulan Marks, “işçilerin vatanı yoktur” diyen bir
insandır. Yani kendisini vatansız ve ulussuz kabul eden bir insandır. Marks Alman değildir.
Yani örneğin, Alman Đşçi hareketinde ve Sosyalist harekette bir yeri ve adı olan Lassale
olsaydı bu savunulan kişi, bir ölçüde anlaşılır olurdu bu. Lassale bir Almandı ve kendini de
bir Alman kabul ediyordu. Ama Marks söz konusu olduğunda, böyle bir durum söz konusu
değildir. Çünkü Marks Alman değildi. O bu gün Almanya denen topraklar üzerinde doğdu,
Almanca ana dili oldu, Alman felsefe kültürüyle yoğruldu diye bir Almandır denemez.
Đnsanların bilinçleri ve arzuları dışında bir uluslarının olduğu milliyetçilerin bir yalanıdır.
Onlar insanların tıpkı gölgesiz olamayacakları gibi, ulussuz da olamayacaklarını düşünürler.
Đnsanların seçim ve eğilimlerinden bağımsız olarak bir uluslarının olduğunu düşünürler ve
bunu zorlarlar.
Ama Marx’ın nasıl dini yok idiyse ulusu da yoktu. Nasıl elbette Hıristiyan bir çevrede
büyümüş bir insan olarak Hıristiyan kültürüne sahip idiyse, ama bu onun kendini Hıristiyan
olarak görmesi anlamına gelmiyorduysa öyle. Ya da Yahudi bir soydan gelmesine rağmen,
kendini Yahudi kabul etmiyorduysa öyle.
Marx’ı Almanların en iyilerinden biri olarak savunmak, Marx’ı Hıristiyan veya Yahudilerin
en iyilerinden biri olarak savunmaktan farklı değildir. Hıristiyanlık ya da Yahudilik söz

85
konusu olduğunda saçmalığı açıkça görülen bu durum, milliyetçilik söz konusu olduğunda
görülmemektedir. Çünkü sosyalistlerde, insanların kendi bilinçlerinden bağımsız tıpkı sınıfları
gibi milliyetlerinin de olduğu yönündeki milliyetçilerin var sayımları egemendir. Ve Marx’ı
sözde bir sosyalist olarak savunanların bizzat kendileri de milliyetçilerin millet hakkındaki,
insanların seçim veya kabullerinin dışında bir milliyetlerinin olduğu; kimsenin milliyetsiz
olamayacağı varsayımını paylaşmaktadırlar. Bu nedenle Marx’ı en büyük Almanlardan biri
olarak savunmanın, bir ateisti en büyük Hıristiyan veya Müslüman olarak savunmaktan farklı
olmadığını anlamamaktadırlar.
Ama bunun sosyalizmle ilgisi yoktur. Sosyalizm ulusların, kendinde şey olarak var
olamayacağını; ancak kendi için şey olarak var olabileceğini kabul eder. Ama kabulü böyle
yaptığınız zaman, Marx’ı en büyük Alman olarak savunmak bir yana; Marx’ın böyle bir
yarışmaya sokulmasına karşı çıkmanız, onun ulusunun olmadığını, dolayısıyla Almanlığa bir
katkısının söz konusu olmayacağını savunmanız gerekir. Bu takdirde ancak; yenilginiz bile
zafer olur, çünkü milliyetçiliğin var sayımlarını tartışma konusu yapmış ve onun egemenliğini
sarsmış olursunuz.
Durumun rezaletini görmek için şöyle bir örnek verelim. Bir adam düşünün, Allah'a
inanmıyor ve hiçbir dinden değil. Dinlere karşı mücadeleye hayatını adamış. Belki onların
yeterince bilimsel bir açıklamasını yapamamış ama onlara karşı olmuş. Sonra bu insan ölüyor.
Onun takipçisi olduğunu söyleyenlerden, Hıristiyanlar içinde onun görüşlerini savunanlar,
onun en büyük Hıristiyan olduğunu söylüyorlar. Burada söz konusu olan artık o takipçisi
olduklarının değil, o takipçisi olduklarının kendisine karşı savaştıklarının zaferidir. Onlar
artık, dine karşı savaştıklarını sanan Hıristiyanlardır; tıpkı bu günün milliyetçiliğe ya da
burjuvaziye karşı savaştığını sanan sosyalist milliyetçileri gibi.
*
Bu körlük sadece Marx’ta görülmüyor. Diğer adaylar için de söz konusudur. Ve kendine
sosyalist diyenlerin buna hiçbir itirazı yoktur. Milliyetçiliği karşı muazzam bir saldırı olanağı
sunan bu yarışmada, bir tek sosyalistten bile, ne Marks ne de diğerleri için, onların
milliyetinin olmadığı itirazı gelmemiştir; aksine bunu kabullenmişler ve o kabul içinde
Marx’ın birinciliği için çalışmışlardır.
Yarışmadan birkaç ismi göz önüne getirelim. Đkinci olan Luther’i düşünelim. Luther bir
Alman mıdır? Hayır. Şeyh Bederettin ne kadar Türk ise, Luther de o kadar Almandır. Ne
Bedrettin’in ne de Luther’in zamanında uluslar yoktu çünkü. Ulusların tarihi yoktur. Uluslar
insanlığın tarihini yağma edip, oradan bir ulusal tarih yaratırlar.
Her hangi bir ortak soy anlamında veya ortak bir dili kullanmak anlamında eskiden insanlar
belli kavimlerden olduğunu söyleyebiliyorlardı muhtemelen. Ama bunun, bu günün
milliyetçilerin anladığı anlamda hiçbir politik anlamı yoktu. Tıpkı şimdi, gözü yeşil olmanın,
solak olmanın veya belli bir klandan olmanın hiçbir politik anlamı yoksa öyleydi.
Yani Luther Alman değildi. O zamanlar ne Alman ulusu ve ulusçuluğu vardı, ne Alman
devleti ne de Almanca vardı. Luther’in Aşağı Saksonya lehçesine çevirdiği Đncil’in lehçesi

86
sonra Almanca adını aldı. Luther’in Đncilinin baskıları ve dili bir Alman ulusunun ortaya
çıkışında çok belirleyici oldu ama Luther’in ulusu yoktu. Bu henüz tek tanrıyı bilmeyen ama
yaptıkları nesnel olarak tek tanrılı bir dinin ortaya çıkmasına etkide bulunmuş bir insanı o
dinden kabul etmeye benzer.
Sosyalistler, bu durumu da kabul ederek, Luther’in de Alman görülmesine ve en iyi Almanlar
arasında sayılmasına itiraz etmeyerek milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını ve
onlara suç ortaklığı yaptıklarını itiraf etmiş olmaktadırlar.
*
Diğer bir örnek, Einstein.
Einstein bir Alman mıydı? Hayır. Almanlar onu Yahudi diye dışladı ve Amerika’ya gidip
Amerikan vatandaşı oldu. Orada, Almanya’nın Atom silahı geliştirip tüm dünyaya egemen
olabileceği ve Hitler'den önce Atom bombası yapılması gereği üzerine Rooswelt’e meşhur
mektubu yazdı. Bir daha Almanya’ya dönmedi.
Einstein, Hem Đsviçre hem de Amerikan yurttaşlığına sahipti. Đsrail kendisine devlet
başkanlığı teklif etmiş ve bunu reddetmişti ama aynı zamanda evrakını Đsrail’e bırakmıştı.
Ama aynı zamanda birleşmiş milletlere bir mektup yazarak bir dünya devleti kurulmasını
önermişti.
Einstein’ın kendisini Alman kabul ettiğine dair ortada hiçbir veri yokken, bir ihtimal Yahudi
veya Amerikalı iken, ama daha büyük bir ihtimalle o da ulussuz, kendini hiçbir ulustan kabul
etmeyen bir insanken, yarışmada o da en büyük Almanlardan biri olarak tartışılıyor. Ve
bırakalım Allah’ın bir tek kulunu Allah’ın bir tek sosyalisti bile buna da itiraz etmiyor.
Burada açık ki, milliyetçilerin insanlık tarihini, bilim tarihini ezilenlerin tarihini soyuşu söz
konusudur. Bu anlaşılır bir şey. Ama sosyalistlerin buna bir ses çıkarmaması ve bu hırsızlığa
hiçbir itirazda bulunmayarak, hatta Marx’ı da Alman yapıp burjuvazinin ve milliyetçiliğin
çalmasına yardım etmesi ve sonra da bu hırsızlığı sosyalizmin bir zaferi olarak kutlaması
anlaşılamaz.
Elbet bunun da anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Tek yapılması gereken şey sosyalistlerin
milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını, yani milliyetçi olduklarını kabul etmektir. O
zaman her şey yerli yerine oturmaktadır.
09 Aralık 2003 Salı

87
Fizikte Bunalım: Karanlık Madde ve Karanlık Enerji

On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru bazı fizik bilginleri, fizik biliminin yakında biteceğini,
keşfedecek bir şey kalmayacağını söylemişlerdi. Ama daha bu kehenetlerin mürekkebi
kurumadan, öyle olaylar gözlemlenmeye başlanmıştı ki, fiziğin sonuna gelmesi ne kelime, var
olan fiziğin temelleri sarsılmıştı.
Bu gözlemlenen olaylarla Fizik, bir bunalım dönemine girdi. Önce eski bina bazı reformlarla,
payandalarla ayakta tutulmaya çalışıldı, ama sonunda Đzafiyet ve Kuantum teorileriyle bir
devrim gerçekleşti. Ve bu fizik, yuvarlak hesap yirminci yüzyıl boyunca, mikro ve makro
kosmostaki olayları açıklamak için mükemmel bir teorik temel sağladı. Ama şimdi,
yirmibirinci yüzyılın başında, tıpkı yirminci yüzyılın başında olduğu gibi, fizik tekrar bir
bunalıma girmiş bulunuyor. Bu yazıda kısaca bu bunalımı açıklamayı deneyelim.
On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın başındaki bunalıma yol açan gözlemler, eğer
aşarı bir basitleştirme yapılırsa, Işık ile ilgiliydi.
Nevton fiziğine göre ışık, doğru boyunca yayılıyordu ve parçacıklardan oluştuğu
düşünülüyordu. Ama daha sonra ışığın dalga özellikleri gösterdiği de gözlemlendi. Bu ortaya
bir çok soru çıkarıyordu. Eğer dalga ise, bu parçacık anlayışıyla nasıl bir arada bulunabilirdi?
Eğer ışık dalga ise, evrendeki boşlukta nasıl yol alıyordu? Bunun için içinde yol alacağı bir
“ortam”, bir “şey” gerekirdi. Bunun için, sistemi kurtarmak üzere “Esir” ya da “Eter” denen
bir “şey”in var olduğu düşünülerek bu soruna bir çözüm arandı.
Ama ışık ikinci bir azizlik daha yaptı. O zamana kadar, Newton fiziğinin mantığına göre,
hereket halindeki maddeye bir güç uygulanırsa, sürtünme de yoksa, onun hızı sonsuza doğru
artmalıydı. Yani hızın bir sınırı olmaması gerekiyordu. Ama deneyler, ışık söz konusu
olduğunda, durumun bu kabule hiç de uymadığını gösteriyordu. Işık, kaynağının hızı ne
olursa olsun, ister bize yaklaşsın, ister bizden uzaklaşsın, hep aynı hızla gidiyordu boşlukta.
Önce ölçümler mi yanlış diye bakıldı. Sonra böyle olmadığı kesinlik kazanınca, var olan
fiziğin temelleri sarsılmaya başladı.
Đşte ışığın bu iki azizliği, biraz bazitleştirilmiş bir ifadeyle yirminci yüzyıl fiziğine damgasını
vuran ve Fizikte bir devrim anlamına gelen iki büyük teorik sistemin kurulmasıyla aşıldı.
Aşırı bir basitleştirmeyle denebilir ki, Kuantum Teorisi ile, ışığın ve diğer parçacıkların garip,
örneğin hem dalga hem parçacık olma gibi davranışlarını anlama ve hesaplamanın yolu açıldı.
Đzafiyet teorisi ile de, ışığın hızının yol açtığı sorun çözüldü. Newton fiziğinde Hız değişken,
Kütle ve Zaman sabit iken, bu sefer, hız değişmez sabit olarak alınıyor (Işık hızı), ama bu
sefer Kütle ve Zaman değişiyordu. Örneğin kütle atrıyor saatler yavaşlıyabiliyordu. Aslında
çözüm çok sadeydi. Sabit ve değişkenlerin yeri değiştirilmiş, herşey başka bir ışık altında
görülmüştü. Sağ duyuya aykırı gelse de, büyük hızlar ve uzaklıklarda deneyler bu yeni teoriyi
doğruluyordu.

88
Kuantum ve Đzafiyet teorileri her ne kadar ortak bir kavram sistemi içinde birleşmiş değilseler
de, esas olarak, yine yuvarlak olarak söylersek, Kuantum, atom altı alemde; Đzafiyet
Astronomik alemde, harika bir tutarlılıkla olguları açıklamayı mümkün kıldılar. Ve birkaç yıl
öncesine kadar gelindi.
Hatta son yıllarda, bu iki alanı ve teorik inşayı bir tek teoride birleştirecek, “Evren Formülü”
ya da “Birleşik Alanlar Kuramı” denen alanda büyük ve umut verici atılımlar yapıldı. Zayıf ve
Kuvvetli kuvvetlerin birliği gösterildi. Geriye elektromanyetik kuvvetin ve çekim kuvvetinin
de bu çekirdek kuvvetleriyle birliği gösterilmesi kalıyordu. Ayrıca matematik modeller
kullanarak on veya daha çok boyutlu ipliksilerden oluşan bir evren modeliyle dört temel
kuvveti bir tek teoride birleştirme yönünde umut verici teorik ilerlemeler kaydedilmişti.
Hasılı, yine fiziğin “sonuna” gelinmiş gibi görünüyordu.
Tam bu sırada, on dokuzuncu yüzyılın sonunda var olan fiziğe ışığın yaptığı azizliği bu sefer
yirminci yüzyılın sonunda çekim gücü yapıyor ve bütün teoirik sistemi alt üst eden yeni
gözlemler yapılıyordu.
Bu gözlemlere bağlı olarak, nasıl on dokuzuncu yüzyılın sonunda, hiçbir şekilde varlığı
kanıtlanamayan ama dalganın boşlukta gidemeyeceği var sayımıyla bir “Esir” denen şeyin
varlığını kabul ederek sorun çözülmeye çalışılmışsa, bu sefer de benzer şekilde “Karanlık
Madde” ve “Karanlık Enerji” denen şeyler ile sorun çözülmeye çalışılmaktadır.
Şimdi, önce bu Karanlık Madde ve Karanlık Enerji’nin var sayılmasına yol açan gözlemleri
anlatalım. Önce Karanlık Maddeden başlayalım.
Gezegenlerin yörengelerini ve hareketlerini tanımlayan “Rotasyon eğrisi” vardır. Bunun esası
Kepler yasasıdır. Bu yasa en kabaca şöyle ifade edilebilir. Bir gezegenin Güneş’e olan
uzaklığı arttıkça hızı azalır. Yani örneğin güneşe yakın olan Merkür, çok uzak olan
Neptün’den çok daha hızlı döner. Dış sferdeki gezegenler, daha yavaş dönerler.
Fizik yazaları her yerde aynıdır. Yani bu yasa sadece Güneş sistemi için değil, bütün başka
sistemler, hatta galaksiler için de geçerli olmalıdır.
Dolayısıyla galaksilerin spiral kollarında da aynı yasaya uygun olarak, dışa doğru gittikçe,
merkez etrafındaki dönüş hızının yavaşladığı düşünülüyordu. Ne var ki, gözlemlerin hiç de bu
beklentiye uygun olmadığını gösterdi. Rotasyon eğrisi uzaklıkla azalmıyor, sabit kalıyordu.
Yani galaksinin merkezinden uzaktaki cisimler de tıpkı daha içte olanlarla aynı hızla hareket
ediyorlardı. Uzaklık arttıkça hızın azalması görülmüyordu. Öyle hızlıydılar ki, normal olarak,
merkezkaç kuvvetinin etkisiyle galaksinin çekim alanından fırlayıp gitmeleri gerekiyordu. Ne
var ki, hiç biri bu davranışı da göstermiyordu.
O zaman, onları orada tutan bir çekim gücü olmalıydı. Galaksinin bütün gönünür maddesi
toplandığında ise, fırlamayı engellemek için gerekli olan kütlenin sadece yüzde onunun var
olduğu görülüyordu. Yani galaksilerdeki kara delikler, pulsarlar, beyaz veya kahverengi
cüceler, yıldızlar, gezegenler, tozlar, gazlar, hasılı bilinen her şey toplandığında ortaya çıkan
değer, gerekli olan kütlenin ancak yüzde onu kadar çıkıyordu. Peki bu galaksilerin
dağılmasını engelleyen çekim gücü nereden geliyordu? Bu kendi varlığını sadece çekim

89
gücüyle göstermekte olan, elektromanyetik ışımalarla hiçbir iletişim içinde bulunmayan şeye
“Karanlık Madde” denildi.
Kaldı ki “Karanlık Madde” varsayımını gerektiren gözlemler sadece galaksilerin dönüşünde
görülmüyordu, başka gözlemler de bu var sayımı zorunlu kılıyordu.
Einstein’den beri, çekim gücünün etkisiyle uzayın veya ışığın yolunun eğrildiği önce ön
görülmüş sonra da kanıtlanmıştı. Tabii burada hemen şöyle bir olanak ortaya çıkar, madem ki
büyük kütleler, daha arkadaki bir cisimden gelen ışığı eğmektedir, galaksier veya galaksi
yığınlarının çekim gücü, tıpkı bir mercek gibi kullanılabilir ve çok daha uzaklardaki galaksiler
gözlemlenebilir.
Bir mercekte ışığın ne kadar eğildiğinden, örneğin gözlük caminde numarasından hareketle,
gözlenen cismin gerçek yeri hesaplanabilir. Ya da tersinden bu gerçek yer biliniyorsa,
göründüğü yer de biliniyorsa, gözlük camının kaç numara olduğu da hesaplanabilir. Burada
çok açık bağıntılar vardır. Aynı şekilde, galaksi veya galaksi yığını bir ışığı eğiyor ve mercek
etkisi yaratıyorsa, biz arkadaki cismin gerçek yeri ve göründüğü yer hakkında bir bilgiye
sahipsek, gözlüğün numarasına karşılık düşen ne kadar büyük bir çekim gücü dolayısıyla
kütlenin bu etkiyi yaptığını hesaplayabiliriz.
Bu mercek etkileri incelendiğinde de şu görülüyordu, o çapta bir ışık eğilim veya kırılması
için, galaksilerin görünebilir kitlesi yetmemektedir. Var olan kütle gerekli olanın yüzde onu
kadardır. Bu çekimi ve ışığın eğrilmesini yaratan bir çekim gücü gereklidir. Böylece Karanlık
Madde, birbirinden bağımsız başka fenomen ve gözlemleri (Hız nedeniyle fırlamama ve
mercek etkisinin gücü) açıklayabilmek için biricik kabul edilebilir var sayım olarak ortaya
çıkmaktadır.
Var olan teorik sistem, ancak “Karanlık Madde” ya da “Hayalet Madde” denen, varlığı
hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir madde türünün varlığını kabul ederek ayakta
durdurulabilmektedir.
Ve daha da ilginci, hesaplara göre, görünebilir madde, (ya da Baryonlardan oluşan madde de
denebilir; Kara delikler gibi “görünmez” olanlar da bu görünebilire dahildir) evrende var
olması gereken maddenin ancak yüzde onunu meydana getirmektedir. Gerisi, yani yüzde
doksanı, “Karanlık Madde”dir. Bu karanlık madde olmadığı takdirde, galaksiler, yıldızlar,
dolayısıyla gezegenler ve bizlerin var olması mümkün değildir.
Böylece fizik öyle bir noktaya gelmiştir ki, bütün bu galaksiler, yıldızlar, kara delikler vs.,
yani gözlemlediğiniz evren, gerçekte evrende olması gereken maddenin yüzde onudur. Bu
evren yüzde doksan, ne olduğunu bilmediğiniz, hakkında hiçbir fikrimiz olamayan “Karanlık
Madde”den oluşmaktadır.
Bu aslında tam anlamıyla bir iflasın ilanından başka bir şey değildir. Fizik, bu evren yüzde
doksanıyla ne olduğunu bilmediğimiz karanlık maddeden oluşmaktadır demektedir.
Bu kadar olsa yine de iyi, daha kötüsü geliyordu. bir süre sonra, başka gözlemler de
yapılmaya başlandı.

90
Einstein’in teorisine göre, evrenin genişlemesinin giderek yavaşlaması gerekir. Ne var ki,
gözlemler, evrenin giderek artan bir ivmeyle genişlediğini; galaksilerin giderek artan bir hızla
uzaklaştıklarını göstermektedir.
Đlk önceleri yine gözlemlerde ya da hesaplar yapıldığı düşünüldü ve bu giderek artan bir hızla
genişleme kuşku ile karşılandı. Ama bu gün artık, evrinin giderek artan bir hızla genişlediği,
bütün astrofizikçiler için kabul edilmiş bulunuyor.
Zaten 2003 yılında, Science (Bilim) dergisinin yılın en büyük buluşu seçtiği şey, bunun artık
kanıtlanmış oluşudur.
Evrenin çocukluk döneminin (400.000 yılki hali, evren 13,7 milyar yaşında), arka plan
ışımasıyla çıkarılan çok hassas resimleri, evrenin artan bir hızla genişlediğini kanıtlıyor.
Đşte bu genişlemeyi yaratan bir güç olması gerekiyor. Ama bu gücün de, ne olduğu hakkında,
en küçük bir fikrimiz yok. Đşte, tıpkı karanlık madde gibi, hakkında en küçük bir fikrimiz
olmayan bu güce de “Karanlık Enerji” deniyor.
Ama hesaplamalara göre, Karanlık Enerji, evrinin yüzde yetmiş üçünü oluşturuyor. Yani
aşağı yukarı karanlık maddeden de üç misli fazla. Yüzde yirmi üçünü de Karanlık madde
oluşturuyor. Geriye kalan yüzde dört de bildiğimiz bütün maddeden oluşuyor.
Yani fiziğin dediği şu oluyor: yüzde doksan altısının ne olduğu hakkında hiçbir şey
bilmediğimiz bir evrende yaşıyoruz.
Bu fiziğin iflasının utangaç bir şekilde ilanından başka bir şey değildir.
Burada fiziğin karşısında iki yol görünüyor.
Bir olasılık, bu karanlık madde ve enerjinin bir şekilde mahiyetinin kavranması olabilir.
Örneğin, diyelim ki, nötronların kütlesi varsa, bu, en azından karanlık madde için bir açıklama
sunabilir.
Ama diğer bir olasılık da, fizikçilerin tıpkı bir zamanlar var olan teorik sistemi kurtarmak için
“Esir” ya da “Eter”i var saymaları gibi; (o da doğrudan gözlemlenemeyen, ışık dalgalarının
boşlukta gidemeyeceğinden çıkarılan bir varsayımdı) “Karanlık Madde” ve “Karanlık
Enerji”yi var sayma durumunda oluşlarıdır. Belki yapılması gereken, “Esir” benzeri “Karanlık
Madde ve Enerji”nin aranması değil, bu varsayımlara ihtiyaç bırakmayacak yeni bir teorik
sistemin aranması olmalıdır. Tıpkı bir zamanlar Einstein’in herşeyi bambaşka bir ışık altında
görmesi gibi, her şayi bambaşka bir ışık altında görmektir gereken.
Kanımızca, “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji” kavramları, var olan teorik sistemin
yıkılışını engellemeye yönelik payandalardan; reform çabalarından başka bir şey değildir.
Kanımızca sorun, Karanlık Madde ve Enerji’nin araştırılmasında değil; o kavramları gereksiz
kılacak yeni bir teori ve bakış açısındadır. Astronomlar ve fizikçiler kafalarını, Karanlık
Enerji veya Karanlık Madde’nin ne olabileceğine yormaktan ziyade, başka bir bakış açısı ve
teorik sisteme yorsalar, çok daha iyi ederler. En azından fizik biliminin tarihinin dersleri,
bunun daha büyük bir olasılık olduğunu ima ediyor. Bu imayı ciddiye almak gerekir, en
azından boylamamalı.

91
Ama Kantum ve Đzafiyet teorileri öyle mükemmel bir sistem sunuyorlar ki, yeni sistemin
kesinlikle onları içermesi gerekiyor. Tıpkı, Einstein’in teorisinin, Newton fizigini özel bir hal
olarak içermesi gibi.
25 Aralık 2003 Perşembe

92
Doğu Toplumları ve Ütopya

Doğu Toplumları ve Ütopya ilişkisini anlamak için önce “Doğu Toplumu” ve “Ütopya”
kavramlarını netleştirmek gerekmektedir. Çünkü bu kavramlar, sanıldığının aksine, tarihin
burjuva uygarlığınca geliştirilmiş metafizik bir kavranışına bağlı olan zaman ve mekan
kavramlarına dayanırlar.
Doğu nedir? Coğrafi olarak güneşin doğduğu yön demektir. Bir çok dilde doğu zaten güneşin
doğduğu ülke ya da taraf anlamına gelen sözcüklerle karşılanır. Bizzat Anadolu sözcüğü de
böyledir. Eski çağın Grekleri için güneş küçük Asya yarımadasından doğduğu için, buraya
Güneşin Doğduğu Yer diyorlardı.
Ama dünya yuvarlaktır. Bu demektir ki, dünyanın her yeri doğudur. Amerika’nın Uzak Batı’sı
da Uzak Doğu’daki Japonya’ya göre Uzak Doğu’dur. Demek ki doğu sözcüğü, ancak
bulunulan yere göre bir anlam taşımaktadır. Bu da bir yön olarak değil ama bir yer olarak
Doğu’nun ancak belli bir koordinat sistemine göre var olabileceğini gösterir.
Bu gün dilimize yerleşmiş Doğu ve Doğu Toplumu kavramları, çok Açıktır ki, Avrupa’da
doğup gelişen Kapitalist burjuva uygarlığının kavramlarıdır. Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu,
Batı, Orta Batı, Uzak Batı gibi coğrafi adlandırmaların hepsi, özünde batı Avrupa’nın
Koordinat sisteminin bakış açısından kullanılan birer mekan adlandırılmasıdır ve coğrafi bir
kavram olarak bile nötral adlandırmalar değil, coğrafyanın Avrupa merkezli bir kavranışını
içerirler. Doğu kavramı, coğrafi bir kavram olarak bile masum, tarafsız bir kavram değildir.
Ama Doğu, sadece coğrafi bir kavram değil, aynı zamanda sosyolojik ve tarihsel bir
kavramdır. Bütün kapitalizm öncesi uygarlıklar, Çin, Hint, Pers, Doğu Akdeniz
uygarlıklarının hepsi, Kapitalizmin doğduğu Batı Avrupa’ya göre Doğu’da olduğu için, Doğu
sözcüğü aynı zamanda, bu uygarlıkların tarihinden gelen, bu uygarlıklara ilişkin anlamında da
kullanılır. Bu uygarlık alanları, tam da prekapitalist uygarlık alanları oldukları için daha sonra
kapitalizm karşısında geri kalıp sömürgeleştiğinden, Doğu sözcüğü aşağılayıcı bir anlama da
sahiptir. Daha sonra Kurtuluş savaşlarının yükselişinin bir yansıması olarak, buralarda
yaşayan halkların dilinde Doğu, bu sefer, var olan durumda pek övünülecek bir yan
olmadığından, eski uygarlık beşiği geçmişe bir gönderme içerir ve olumlu bir anlam yüküyle
kullanılır olmuştur.
Bu değer yüklü anlamlardan soyutladığımızda, Doğu, Prekapitalist uygarlıkların yayıldığı
yerler anlamına gelir. Ne var ki, bunun yerine Doğu sözcüğünün kullanılması, sık sık anlam
kaymalarına ve karışıklıklara yer açar. Coğrafi Doğu kavramı, bu sosyolojik Doğu kavramının
yerini alır. En tipik örnek Japonya’dır. Japonya, coğrafi olarak Doğu’nun doğusundadır, ama
sosyolojik ve tarihsel olarak bir “Doğu Toplumu” değildir. Çünkü Japonya, tıpkı Britanya
Adaları gibi uygarlığa çok geç girmiş, Doğulu olma fırsatı bulamamış ve tam da bu sayede
Doğulu olamadığı için batılı olmuş bir ülkedir.

93
Yirminci Yüzyılın başında, Japonya’nın Çarlık Rusya'sına karşı kazandığı askeri zaferi,
Doğu’nun Batı’ya karşı bir zaferi olarak selamlayan Lenin gibi Marksistler bile, ezilenlere
sempatilerini belirtmek için bu coğrafi ve sosyolojik anlamlar arasında kayma yaptıklarını
fark etmezler. Japonya’nın Rusya’ya karşı zaferi, Doğu’nun Batı’ya değil; yine Batı’nın
Doğu’ya karşı; Kapitalizmin Asyalılığa karşı bir zaferiydi. Çarlık Rusya’sı, coğrafi olarak
daha Batıda olmasına rağmen; sosyolojik olarak, Japonya’ya göre çok daha Doğulu ve
Asyatik bir ülkeydi. Ve de tam bu nedenle yenilmişti Japonya karşısında.
Fas ve Cezayir, bu gün Batılı denen bir çok ülkeden çok daha batıdadırlar coğrafi olarak, ama
onlar tarihsel ve sosyolojik olarak, ta Fenikelilerden beri, prekapitalist uygarlıklar çemberine
girdiklerinden doğuludurlar.
Özetle, doğu demek, sosyolojik olarak, prekapitalist uygarlık demektir.
*
O halde soruyu şöyle koymak gerekir: Prekapitalist Uygarlıklarda Ütopya var mıydı?
Ama bu soruda açıklanmayı bekleyen bir de Ütopya kavramı bulunmaktadır. Çünkü Ütopya
kavramının kendisi de bizzat tarihin çok özel bir dönemine ilişkin bir tarih ve zaman
kavrayışını yansıtan bir kavram olarak doğmuştur ve bizzat kendi burjuva uygarlığının ve
toplumsal mücadelelerin gidişi içinde değişmiştir ve değişmektedir.
Ütopya kavramı günümüzde genellikle, gerçekleşmesi mümkün görülmeyen, ayakları yere
basmayan, gerçeklikle bağını yitirmiş anlamlarında, siyasi veya toplumsal programları ve
projeleri tanımlarken kullanılmaktadır. Bu kullanımda büyük ölçüde gerçekçinin zıttı gibi
olumsuz bir anlamı vardır.
Realpolitikerlerin dilinde devrimci ve köklü değişiklere dayanan bir mücadeleyi aşağılamanın
bir aracıdır bu kavram bu anlamıyla.
Ama Ütopya aynı zamanda, bir program, kendisi için mücadele edilmesi gereken ve
edildiğinde ulaşılabilecek bir hayal anlamında da kullanılır olmuştur son yıllarda. Bu
anlamda, kendisine ulaşılamasa bile uğruna mücadele edilmeye değer, yol gösterici bir hedef
anlamına sahiptir. Bu anlamda, umutsuz “Zeitgeist”ın bir dışa vurumudur.
Ütopya ayrıca, sosyalist gelenekte, insanı arıdan ayıran, yapacağı şeyi önceden kafasında
tasarlaması olduğundan, insan olmanın ve eylemin olmazsa olmaz koşulu olarak, yapılacak
bir şeyin hayalini kurmak, onu kafada canlandırmak anlamında da kullanılmaktadır. Burada
vurgu gerçekliği değiştirmeye yöneliktir, gerçeklikle bağın kaybı, ya da onun
değiştirilemeyeceği gibi bir ima yoktur1.

1
Bu anlamda Hayal kurmanın savunusunun en klasik ve güzel örneklerinden, vülger Marksizm
savunucu ve eleştiricilerini şaşırtacak biri, Lenin’in Ne Yapmalı’daki şu satırlarında görülebilir:
“İşte biz bunun rüyasını görmeliyiz!
"Rüya görmeliyiz!" Bu sözcükleri yazıyorum, ve birdenbire bir korkudur beni alıyor. Kendimi "Birlik
(sayfa: 207) Konferansı"nin bir oturumunda görüyorum ve karşımda Raboçeye Dyelo'nun editörleri ve

94
Ütopyanın bu anlamda kullanılışına bağlı olarak, son yıllarda, solun ve sosyalistlerin bir
ütopyasının olmadığından, bir Ütopyaya ihtiyacı olduğundan söz edildiğinde, Ütopya
kavramı, onların bir programı olmadığı anlamında kullanılmaktadır.
Ama Ütopya, tam bu anlamıyla da, son yıllarda, özellikle post-modern düşünürler arasında
olumsuz bir anlam kazanmıştır. Bu kullanımda ütopyaların gerçekleşemezliklerinden söz
edilmemektedir artık. Hayır onlar gerçekleşebilirler, ama gerçekleştikleri takdirde, toplumu ve
insanları bir cendereye sokarak, büyük acılara ve haksızlıklara neden olurlar denmektedir.
“Büyük anlatıların sonu” deyişi, bu tür bir ütopya, hayal ya da toplum tasavvuru kavranışına
dayanmaktadır. Burada, artık toplumu düzeltmek için, modeller, programlar, hayaller
kurmanın kendisi kategorik olarak yanlış bulunmaktadır.
Elbette bunlar felsefi bir elbise giymiş yüzeysel ve ideolojik açıklamalardır. Sovyetler birliği
ve diğer devletlerdeki rejimlerin açıklamasını toplumsal ve tarihsel koşullarda değil, fikirlerde
ve hayallerde gördüğünden; ciddi tarihsel ve sosyolojik analizler yerine; kestirmeden
düşüncelerin varlığı belirlediği türden bir tarih anlayışıyla sözde bir açıklama sunmayı ifade
ederler.
Ne var ki, bu anlamda ütopya, ister kategorik olarak reddedilsin, isterse insani ve politik
eylemin ayrılmaz koşulu olarak ele alınsın, daima gizli bir varsayım olarak gelecekle
ilişkilidir. Ütopya ile gelecek arasında zorunlu ve ayrılmaz bir bağ varmış gibi düşünülür.

yazarları oturuyorlar. Martinov yoldaş ayağa kalkıyor, ve bana dönerek sertçe şöyle diyor: "İzninizle
şunu sorayım, özerk bir yazıkurulunun, daha önce parti komitesinin görüşünü almadan rüya görmeye
hakkı var mıdır?" Onun ardından Kriçevski yoldaş dikiliyor (Plehanov yoldaşı çoktan beri derinleştirmiş
olan Martinov yoldaşı, felsefi bakımdan daha da derinleştirerek) daha da sert bir tonla: "Daha ileri
gideceğim, diyor, size soruyorum: bir marksistin, Marx'a göre insanlığın kendisine her zaman
çözebileceği görevler yüklediğini ve taktiğin partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyümesinin bir
süreci olduğunu bile bile, rüya görmeye hakkı var mıdır?"
Bu korkunç soruları düşünmek bile beni titretiyor, ve bir tek şeyi düşünüyorum: nereye
saklanacağımı. Pissarev'in arkasında siper alsam nasıl olur?
Rüya ile gerçeklik arasındaki ayrılık konusunda Pissarev şöyle yazar: "Ayrılık vardır, ayrılık vardır.
Benim rüyam, olayların doğal akışının ötesine geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiç bir zaman
gitmeyeceği bir doğrultuya sapabilir. Birinci halde, rüyadan hiç bir kötülük gelmez; çalışan insanın
enerjisini destekler, güçlendirir bile. ... Böyle rüyalarda çalışma gücümüzü çarpıtacak ya da felce
uğratacak hiç bir şey yoktur. Tam tersine, eğer insan böyle rüya görme yeteneğinden tamamen
yoksun olsaydı, arasıra zihni ilerilere atlayarak ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve
eksiksiz tablosunu gözünün önünde canlandıramasaydı, o zaman insani, sanat, bilim ve pratik çaba
alanında büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi itici gücün sürükleyeceğini
düşünemem bile. ... Eğer rüya gören kimse, rüyasına ciddi olarak inanırsa, yaşamı dikkatle gözler,
gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla kıyaslarsa (sayfa: 208) ve eğer, genel olarak söylemek gerekirse,
rüyasının gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile gerçek arasındaki ayrılığın hiç bir zararı
olmaz. Rüyalarla yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır."[78]
Ne yazık ki, bizim hareketimiz içinde, bu türden rüya görme çok azdır. Ve bundan en çok sorumlu
olan kimseler, aklıbaşında görüşleriyle, "somuta" "yakınlıklarıyla" öğünenler, legal eleştiriciliğin ve
illegal "kuyrukçuluğun" temsilcileridirler.” (Lenin, Ne Yapmalı,
http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/neyapmali.html )

95
Ama Ütopyanın şimdiye veya geçmişe değil, geleceğe ait olduğu gizli varsayımı, daha genel
bir gizli varsayıma dayanır. Bir gelecek olduğu ve bu geleceğin bu günkünden daha farklı
olduğu ve olacağı.
Ama bu iki kabul de oldukça yenidir.
Bir gelecek düşüncesi, bütün toplumlarda ve her zaman olmamıştır. Örneğin batı Ortaçağı’nda
insanlar, büyük ölçüde zamanın sonunda yaşadıklarını düşünüyorlar ve sürekli kıyamet
bekliyorlardı. Böyle bir zaman tasavvurunun olduğu bir dönemde ütopyalar var olsa bile,
bunlar ile gelecek arasında zorunlu bir bağ olması bir yana bunlar birlikte bile düşünülemez.
Ama geleceğin şimdiden ve geçmişten farklı olduğu ve olacağı düşüncesi de son derece
yenidir. Bu doğrusal, geçmişten gelip geleceğe giden zaman tasavvuru, kapitalizm ve
aydınlanmayla birlikte gelişip zihinlerde egemenliğin kurmuştur. Ondan önceleri, zaman
doğrusal değil, dairesel, değişen değil, tekrarlayan; akan değil, dönen bir zamandı.
Đnsanlar doğup, büyüyor ölüyorlardı; doğada hep aynı mevsimler tekrarlanıyordu. Đnsanlar
gibi medeniyetler ve devletler de kuruluyor, gelişiyor, olgunluğa eriyor, çürüyor ve
yıkılıyorlardı. Hasılı “devran dönüyor”du. Dolayısıyla geleceğin geçmişteki geleceklerden
daha farklı bir gelecek olabileceği yönünde bir tasavvur da bulunmuyordu.
Geleceğin farklı olacağı tasavvuru bütünüyle kapitalist geniş yeniden üretim yordamına, ve
ona bağlı olarak ortaya çıkan, doğrusal ve değişken bir zaman tasavvuruna bağlıdır.
Dolayısıyla tıpkı Doğu kavramı gibi ütopya kavramının kendisi de, en azından bugünkü
yaygın kullanımlarında Burjuva Uygarlığı’na ait kavramlardır. Her ikisi de burjuva uygarlığı
ile birlikte ortaya çıkmışlardır.
O halde, doğu toplumları ve ütopya ilişkisini, bu kavramların tarihsel ve burjuva uygarlığına
bağlı, o uygarlığın ideolojik egemenliğinin aracı olmaları niteliklerini göz önüne olmadan, bir
sorun, bir konu olarak ortaya koymanın kendisi bizzat, burjuva uygarlığının ideolojisinin
yaygınlaştırılmasının bir aracıdır. Đsterseniz, böyle bir kavrayış içinde, Doğu’yu savunun,
savunduğunuz sadece içi dışına çevrilmiş biçimiyle burjuva uygarlığı ve onun ideolojisi
olmaktan öteye gitmez.
*
Batı’ya ve burjuva uygarlığına bağlanan Ütopya düşüncesi2, klasikleşmiş Ütopya olarak ele
alınan kitaplar göz önüne alındığında, tarihsel gerçekliğe uymaz ve bütünüyle bir
yanılsamadır. Yani Ütopya kavramı burjuvaziyle birlikte doğmuştur ama bu kavrama adını
veren kitap ve benzerleri göz önüne alındığında gerçeğin pek öyle olmadığı, burjuvazinin
gerçekliği tahrif ederek böyle bir anlayışı yerleştirdiği görülebilir.
Bu gün en klasik ütopyaları göz önüne getirdiğimizde, onların, sanılanın aksine Kapitalizme
değil, belki onun şafağına has oldukları görülür.

2
Ki bu derginin sorunu hazırlayışında bile görülüyor. Doğu Toplumu ve Ütopya ilişkisini araştırmak,
gizli olarak Ütopya’nın Batı’ya has bir konu olduğu varsayımına dayanır.

96
Ütopyalar burjuva uygarlığının şafağında doğarlar:
Campanella’nın Civitas Solis’i (Güneş ülkesi) 1602 tarihini taşır.
Thomas Morus’un (1478- 1535) Ütopya’sı neredeyse bundan yüz yıl önce, 1516’da
yazılmıştır.
Bacon’un Yeni Atlantis’i 1624 tarihlidir.
Dikkat edilirse, en yeni tarihli olan Bacon’unki bile, henüz Ticari kapitalizm döneminin,
burjuva uygarlığının henüz Prekapitalist uygarlıklar karşısında kesin bir üstünlük sağlamadığı
bir dönemin ürünüdür.
Bu şu demektir onlar aslında Batı’nın ürünleri, yani kapitalizmin ürünleri sayılmazlar. Uzak
dış ticaret ile bir ilgileri vardır ama bu dış ticaretin modern kapitalizme bir sıçrama yapıp
yapmayacağı henüz belirsizdir.
Bu anlamda, klasik Ütopyalar aslında henüz batılı değildirler. Çünkü henüz ortada tam bir batı
yoktur.
Bu onların zaman ilişkisinde de görülebilir. Henüz ilerleyen bir zaman ve tarih kavramı pek
yoktur bunlarda. Bu bakımdan Ütopya, doğuşunda bu günkü gibi geleceğe göbek bağıyla
bağlı değildi. Bu nedenle o Ütopyalar temporal değil lokal (zamansal değil mekansal) bir
gönderme içerirler. Hemen hepsi bilinmeyen denizlerde bir adadadır. Bu onların uzak dış
ticaret ile ilişkisini gösterdiği gibi, aynı zamanda henüz burjuva uygarlığı ile oluşacak zaman
ve mekan kavrayışlarına uzaklığını da gösterir. Kapitalizmin gelişmesinden sonra, o
okyanusların bilinmeyen adaları kalmamış ve onlar, bir ütopyaya ilham vermek bir yana
giderek sömürgeleşmeye bağlı olarak aşağılayıcı bir anlam kazanmışlardır. Bu nedenle henüz
Doğu’nun dolayısıyla Batı’nın da olmadığı bir döneme aittirler. Aynı zamanda geleceğe değil,
yaşanan döneme ilişkindirler, gelecek göndermeleri yoktur.
O halde, Ütopyalar aslında Doğu’nun ürünleridirler; ama bu Doğu’nun ürünleri olanlar,
aslında Bu gün batı’nın olduğu kabul edilenlerdir. Bunların içinde belki sadece Yeni Atlantis,
Batı’nın, burjuva uygarlığının daha açık bir damgasını taşır. Gerisi, tamamen Doğu’nun
ürünüdür. Doğu’nun ütopya geleneğinin devamıdır.
Peki Doğu’nun ütopya geleneği nedir?
Doğu’nun dönen zaman kavrayışı içinde, geleceğe ilişkin bir ütopya yoktur. Hele geleceğin
geçmişten daha iyi olacağı yönünde bir inanç ve kabul de pek yoktur. O halde, Doğu’da, yani
kapitalizm öncesi uygarlıklarda, Ütopyanın kaynağı Geçmişte olabilir ve de öyledir.
Ama bu geçmiş, sınıf çelişkileri içinde parçalanmış çürüyen medeniyet olamaz. Komün’ün
“Cahiliye” denen sınıfsız toplumu da olamaz. O zaman, sınıfsız toplumdan sınıflı topluma
geçilen Kent (Cite, Medine); Kıvılcımlı’nın deyişiyle “Barbar (sınıfsız toplum, Komün)
kurdunun, medeniyet kelebeğine dönüştüğü koza” olan Kent olabilir Ütopyalara ilham
verebilecek geçmiş. Orada henüz sınıfsız toplumun erdemleri yaşamaktadır ama aynı
zamanda Uygarlığın zenginliğine de ulaşılmıştır.

97
Bu nedenle, aslında bütün ütopyalar genellikle bir Kent’den ötesini hayal edemez, Kral olsa
Soğanın cücüğünden başka şeyi yemeyi akıl edemeyen Çoban gibi.
Platon’un Devlet’i, bir Kent’i anlatır. Ona Đlham veren Isparta kentidir.
Farabi’nin Medinetü’l Fadıla’sı (Erdemli Şehir) da bir Kenti anlatır.
Campanella’nın Güneş Ülkesi de aslında bir Kent’i anlatır.
Morus’un Ütopya’sı da, bir ada söz konusu olmakla birlikte, toplumsal örgütlenme olarak bir
Kent’in örgütlenmesine sahiptir.
O halde, bütün bu Ütopyalar, bu gün Doğu denen kapitalizm öncesi uygarlıkların ürünüdürler.
Geleceğin toplumunu değil ideal toplumu anlatır ve bu toplum, henüz uygarlaşmamış,
uygarlığın eşiğindeki Kent’ten başka bir şey değildir.
Klasik uygarlıklarda, bir de dinlerin içine sızmış bir Ütopya daha vardır. O da, geleceğe değil,
geçmişe aittir: sınıfsız toplum, tarih öncesi, yani Cennet.
O halde, toparlarsak, bu gün batılılara ait olduğu düşünülen ütopya kitapları aslında tamamen
klasik uygarlıkların damgasını taşırlar, yani onlar doğuludur.
Doğu’nun ütopyası, yani klasik kapitalizm öncesi ticarete ve tarih ve tarım temeli üzerinde
üretime dayanan toplamların ütopyaları, ilhamını geçmişin Kent’inde bulur

21 Haziran 2004 Pazartesi

98
Saçma Dünya

Klasik uygarlıkların geliştirdiği, esas olarak lüks mallara dayalı dünya ticareti bile, büyük
imparatorlukları ve evrensel karakterli dinleri zorunlu kılıyordu.
Modern burjuva uygarlığında, yani kapitalizmde ise, dünya ticaretinin en temel ihtiyaçları bile
kapsaması ve inanılmaz boyutlara ulaşmasına rağmen, bu uygarlık, ulusçuluk dini ve ulusal
devlet politik biçimi ile antik uygarlıklar kadar olsun bu temele uygun bir üstyapı kurma
yeteneği gösterememektedir. Bu üretim ve ticaretin dünya çapındaki karakteri ile üstyapıların
ulus denen son derece küçük ve sınırlı biçimi arasındaki derin çelişki, 20. Yüzyılın ve
günümüzün kanlı savaşlarının temel nedenidir.
Burjuva uygarlığı, rasyonalizm ile klasik uygarlıkların üstyapısının temelini politika dışı alana
itiyor, ama nasyonalizm ile onlardan daha da irrasyonel bir din ve siyasi biçimi biricik
alternatif olarak sunuyordu. Nasyonalizm, ne insanlar arası ilişkileri düzenleyecek bir ahlak
için referans noktası sunar, ne klasik dinler kadar bir iç tutarlılığı vardır, ne de üretici güçlerin
gelişimine uygun bir siyasi biçim sunar.
Modern toplumun dini olan nasyonalizmden hangi insani ilişkiyi düzenleyecek ahlaki ilke
çıkarılabilir? Hiçbir şey. Bu nedenle, bütün nasyonalistler, bir zamanlar akıl dışı deyip
politika dışına, özel dedikleri alana ittikleri dinlerde bu eksikliği giderecek bir cansimidi
ararlar.
Nation(ulus), eski dinler kadar bir iç tutarlılık gösteremez. Đnsanların kabulünden bağımsız bir
ortaklığa (dil, etni, soy, toprak parçası vs.) dayandığını söyler, ama bunun kendisi bütünüyle
sonradan yaratılır. Eski dinler ise, insanların kabulüne dayanırdı. Tüm insanlığı kapsama gibi
bir iddiaları vardı. Bu nedenle soylar, dil veya belli bir toprak parçasında yaşamayla sınırlı
değillerdi. Hangi ulus tüm insanlığı kapsama gibi bir iddiaya sahip olabilir ki! Ulusçuluğun
kendisi bunun baştan reddi değil midir? Ama ulusçuluğun bu sınırlılığı, bugünün bütün ulusal
sınırlama ve engellemelere rağmen bugün işgücünün dünya çapında hareket ettiği bir çağda
iyice saçmalığa varır.
Bu saçmalık, en açık biçimde şu günlerde, Avrupa'nın doğu ve batı uçlarında gerçekleşen iki
olayda görülebilir: Portekiz'deki Avrupa Futbol Şampiyonası ve Đstanbul'daki NATO zirvesi.
Portekiz'deki Avrupa Şampiyonası'nda, bütün ulusal takımlardaki futbolcuların çoğu, aslında
başka ülkelerdeki başka takımlarda oynamakta; hele Fransa, Đngiltere, Portekiz, Hollanda gibi
eski sömürge imparatorluklarında sömürgelerden gelmiş oyuncular, nicelik ve nitelikçe
takımların bel kemiğini oluşturuyor. Kendisi Berberi, belki doğru dürüst Fransızca
konuşamayan Đspanya liglerinde top koşturan Zidane'nin attığı gollerle, yüzüne üç rengi
sürmüş Fransızlar çılgınca seviniyor.

99
Ama kimse şu soruyu sormuyor bile: Buradaki ortaklık nedir? Dil mi? Soy mu? Aynı toprak
parçası üzerinde yaşamak mı? Bir kader ve yaşantı ortaklığı mı? Ulusçuların bütün ulus
tanımlarının hepsi, teker teker birer devasa yalan olarak ortaya çıkıyor. Ama burada korkunç
olan, bu akıl dışı, saçma durumun kimseyi zerrece rahatsız etmemesi.
Diğer uçta ise, yine bu ulusal devletlerin devlet başkanları, Đstanbul'da NATO zirvesi için
toplanıp, bu ulusal devletler ile üretici güçlerin gelişmişliği arasındaki çelişkiye, imparatorluk
planlarıyla bir çözüm arıyorlar. Ama çözüm olarak sundukları, sorunu daha da
ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Dile, dine, soya dayanan daha da küçük ve gerici bir
ulusçuluk anlayışı ile yeni "nation bildung."
Ulus-devletlerin dünyasında, üretici güçlerin bu gelişmişlik düzeyine karşılık burjuvazinin tek
çözümü, o ticareti ve yollarını garantiye alacak bir imparatorluk olabilir. Ama imparatorluklar
ise, ancak muhtemel rakiplerin küçük ve parçalanmış olduğu bir dünyada mümkündür. Yani
imparatorluk tasavvurları, ulusal devletler sistemi içinde tek çözüm olarak sunulmaktadır
insanlığa. Đmparatorluğun ise tekrar sunduğu, ulusal devletler hastalığının en gerici
biçimlerinden başka bir şey değildir.
Burjuva uygarlığının bu çıkmazının henüz tüm akıl dışılığıyla böyle ortaya çıkmadığı
zamanlarda bile, işçi hareketi daha doğarken, onun karşısına bu çelişkiyi göstererek ve ona
karşı bir alternatif arayışıyla çıkmış; bütün dünyanın işçilerine bir birleşme çağrısıyla
çıkmıştı.
Bugün bu çağrının yetersizliği ve kendi içinde karşı çıktığı nasyonalizmin kalıntıları taşıması
ve bunlardan arınmış yeni bir çağrı bir yana, bu çağrının kendisi bile unutulmuş görünüyor.
Hatta burjuvazinin devrimci döneminin ulusçuluğu bile unutulmuş durumda. Örneğin
Ortadoğu için devrimci-demokratik bir çözüm bile solun programı değil.
Tam da bu nedenle, Berberi işçi çocuğu, Fransızca konuşamaz, Đspanya'da ekmeğini kazanan
Zidane'nin Fransız milli takımında oynaması ve onun attığı gole kendine "Fransız" diyen
birtakım insanların çılgınca sevinmesinde kimse bir saçmalık görmemektedir.
Đşçi hareketi yeniden doğup, eskinin dersleriyle bugünün dünyasına uygun bir evrensel
programla çıkamadığı sürece, ulus-devletlerin dünyasında biricik çözüm biçimi
imparatorluklar ve bu imparatorlukların egemenliği için daha da küçük ve gerici ulus-
devletler, dolayısıyla katliamlar, savaşlar, yoksulluk, salgınlar dünyasında, 20. yüzyılı aratan
bir 21. yüzyıl yaşanmaya devam edecektir.
Demir Küçükaydın
29.Haziran.2004

100
Polemik Yapmak Ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün Đzlerinin Ardında

Sosyalizmin, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealinin insanlığın ufkundan


kayboluşu, sadece onun siyasi ve toplumsal bir proje olarak kaybolması anlamına
gelmemektedir; bu, o projeyi yaratan siyasi kültürün yok oluşuna da denk düşmektedir.
Bu yok oluşu, onun somut bir görünümünde izlemek ilginç olabilir.
Şimdilerde her hangi bir tartışmada hemen şöyle sözler işitildiğini görüyoruz: “Lütfen polemik
yapmayalım”; “Tartışma kültürümüz yok, hemen polemiğe çeviriyoruz tartışmayı”;
“Arkadaşlar lütfen polemiklerden kaçınalım.”
Bu sözlerde ifadesini bulan ve hiç kimsenin yanlışlığını bile aklına getirmediği nasıl bir
politik kültürdür? Bu kültür ile sosyalizm ideali bir arada bulunabilir mi?
Yukarıda bir kaç örneği aktarılan cümlelerde “polemik” sözcüğü, o yaratıcı, diyalektik,
fikirler mücadelesi; karşı tarafın argümanlarını, çıkarsamalarını; olgulara ilişkin aktarımlarını;
mantık yanlışlarını didik didik ederek doğruyu bulmanın bir metodu anlamına gelmekten
çıkmış, adeta dedikodu, kişisellik gibi bir anlam kazanmış bulmaktadır.
Bu anlam kaymasının nesnel tarihsel anlamına geçmeden önce bu tür sözlerin içeriksel
yanlışlığını görelim.
Bu “polemik yapmayalım” diyenlerin bilmediği veya unuttuğu çok basit bir olgu vardır.
Marksizm’in bütün eserleri polemik eserlerdir. Denebilir ki, Marksizm polemik formu içinde
doğmuş; polemik formu içinde gelişmiştir. Ve polemiklerin yok oluşuyla da Marksizm’in
gelişimi durmuş ve çürüme başlamıştır. Polemikleri ortadan kaldırdığınızda geride Marksizm
diye bir şey kalmaz,
Kutsal Aile’den Alman Đdeolojisi’ne Tarihsel Maddecilik ya da namı diğer Marksizm;
polemikler içinde gözlerini dünyaya açmıştır. Felsefenin Sefaleti’nden, Anti Duhring’e,
Marksizm’in hemen hemen bütün klasikleri birer polemiktir. Das Kapital bile, dip notlarında
ve Artı Değer Teorileri’nde kendinden önceki bütün burjuva ekonomi politiğine karşı bir
polemiği sürdürür.
Lenin, Rosa Luxemburg ve çağdaşları da farklı değildir. Polemik, bir benzeri bir daha dünya
tarihine gelmemiş Rus ve Doğu Avrupa devrimcileri kuşağının başlıca siyasi ve ideolojik
mücadele biçimidir. Lenin’in bütün eserleri kelimenin en doğrudan anlamında polemiktirler.
Bu Marksizm’in yükseliş çağının devrimcileri için, polemikler, yokluğu bile
düşünülemeyecek ve yok olmadığı sürece de varlığı akla bile gelmeyecek, tıpkı hava gibi su
gibi, siyasi ve ideolojik mücadelenin olmazsa olmaz koşullarıdırlar.
Ama nasıl bazı bakteriler için oksijen ve temiz hava öldürücü bir etki yaparsa, bu günün
dünyasının sosyalistleri için polemik içinde soluk alınamayacak bir ortam gibi görülür.

101
O zamanın Marksistleri, sosyalistlerinin tartışmalarında, karşıdakinin iyi niyetinden,
inancından kimsenin kuşkusu olmazdı. En ağır kişisel hakaret gibi görünen (Oportunist;
Revizyonist, Batak) sıfatlar bile, hiç bir kişisel anlam taşımaz, bütünüyle o kişilerin
görüşlerine ilişkin siyasi ve ideolojik bir anlama sahip olurlardı. Söyleyen de anlayan da bunu
böyle anlardı. O nedenle kişisel düzeyde bir küsmece darılmaca olmazdı. Siyasi olarak bir
tartışmada, fikirlerini tutkuyla savunmuş insanlar, bu tartışmaların ateşi içinde birbirlerinin
savundukları çizgiler ve fikirler için en ağır ve provakatif ifadeleri kullanmış insanlar, aynı
zamanda aynı örgütün saflarında burjuvaziye ve gericiliğe karşı savaşırlar, insan olarak
birbirlerine saygıda zerrece kusur etmezler; dostlukları sürer giderdi.
Artık yedi kat toprağın altına gömülmüş ve unutulmuş bu politik kültürün izlerini Lenin’de
sürelim.
Bilinir, Lenin’in “Bir Adım Đleri Đki Adım Geri” eseri, Rus Sosyal demokrat Đşçi Partisi’nin
meşhur Đkinci Kongre’sini analiz eder ve bunu kelimenin gerçek anlamıyla polemikler
biçiminde yapar.
Đşte bu eserinin dip notlarından birinde Lenin şöyle yazmaktadır, en ağır gibi görünen
sıfatların kişisel değil, siyasi bir anlamları olduğu üzerine. Batak sözünü kastederek:
“Bugün partimizde bu sözü işitince dehşete kapılan ve yoldaşça olmayan tartışma yöntemleri
kullanılıyor feryadını basan kişiler var. Resmiyet anlayışının yanlış anlaşılmasından ileri
gelen garip bir duyarlılık!.. Bir iç savaşımla karşı karşıya bulunan, hemen hemen hiç bir
siyasal parti yoktur ki, o partide, kararsız öğeler, çekişen taraflar arasında bir o yana, bir bu
yana yalpalayan öğeler bu sözlerle nitelenmemiş olsun. Đç savaşımlarını gerçekten belli
sınırlar içinde tutmayı bilen Almanlar bile versumpft [batağa gömülmüş -ç.] sözcüğünden
gocunmamışlar, dehşete kapılmamışlar ve gülünç, resmi bir erdemlilik oyunu
oynamamışlardır.” (http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/biradim.html )
Lenin’in dip notundan da anlaşıldığı gibi, Rusya’nın doğulu ve köylü yapısı, Rus
devrimcilerinin politik kültüründe de etkisini gösteriyormuş ki, Lenin, şimdi bizim burada ele
aldığımız soruna, bu dip notta, o zamanın Rusya’sında değiniyor.
Ama o zaman ile bu zaman arasındaki temel fark; Rus devrimcilerinin ortamında, Lenin’in bir
dip notla dikkati çekmekle yetindiği politik kültür istisnai bir karakter taşırken, bu günün
dünyasında, tam tersine, Lenin’lerin Kültürü, istisna bile değil, unutulmuş ve yok olmuş,
toprağın altından, derinliklerinden arkeolojik kazılarla çıkarılması gereken bir politik
kültürdür.
Lenin başka bir dip notta, bu iki farklı kültürün nasıl iki ayrı dünya iki ayrı dil olduğunu çok
daha çarpıcı bir örnek ve sözlerle şöyle ifade ediyor:
“(…). "Kongremizdeki hava ne kadar da bunaltıcı" diye yakınıyordu o yoldaş. "Bu kırıcı
savaş, bu herkesin birbirine karşı giriştiği kışkırtma, bu birbirini ısıran tartışma, bu
yoldaşça olmayan davranış!.." Ben bu sözlere "kongremiz çok görkemli" karşılığını verdim.
"Özgür ve açık bir savaşım. Fikirler ifade edildi. Görüş farklılıkları ortaya kondu. Gruplar
biçimlendi. Eller kaldırıldı. Bir karar alındı. Bir aşama geçildi. Đleri! Benim için aslolan

102
budur! Bu, yaşam demektir! Bu, sizin, sorun çözümlendiği için değil, ancak yoruldukları
için susan aydınlarımızın sonu gelmez, usandırıcı laf gevelemelerine benzemez..."
"Merkez"ci yoldaş bana şaşkınlık içinde baktı ve omuzlarını silkti. Đki ayrı dil
konuşuyorduk.”
( http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/biradim.html )
Ama bu politik kültür, Rus devriminin tecrit olması, bürokrasinin ve köylülüğün politik
kültürünün politika ve program gibi sosyalist politik kültüre de egemen olması; devrim
bulutlarının giderek köylü ve doğu ülkelerine doğru kaymasıyla birlikte bunun giderek bütün
dünyaya yayılması ve yeni kuşakların da artık bunu sosyalist politik kültürün ayrılmaz ve
organik bir parçası gibi görmesiyle giderek unutulmuştur.
Bu kültür sadece, burjuva kültüründen gelen; henüz eski kültür unutulmadığı zamanlarda onu
tanımış ve sürdürmüş kuşaklar aracılığıyla, zayıf bir damar olarak bile olsa, bir dip akıntısı
olarak bile olsa derinden derine varlığını sürdürmüş ve 68’in kuşaklarına bir şekilde kendisini
aktarmıştı.
Bunu Türkiye örneğinde görelim.
1960’ların Türkiye’sinde, Yön ve TĐP çevreleri, eski kuşak komünistlere karşı bir küçümseme
ve horgörü tavrı içindedirler. Bu bağlamda, “Eski Tüfekler”in özellikle 1930’lardaki
polemiklerini şimdinin polemik anlayışına benzer bir anlayışla hor görmeleri karşısında
Kıvılcımlı, 1967’de Sosyalist gazetesinde o eski geleneği savunur ve onun unutulan yanına
dikkati çeker:
“TĐP ve YÖN gibi yeni güçler yanında ESKĐ Sosyalistlerin «Kaç Tümeni var?» demeyelim.
Eski adsız birikimin mirasyediliğine düşeriz. Fincancı katırlarını ürkütme bahanesi de çağını
yitirdi. Nitekim şimdi başka bahane uyduruluyor: Eskilerin kırgınlıkları ile yeni kuşakların
kulak tozları, hatta ödleri patlatılmak isteniyor. Aşağısı sakal, yukarısı bıyık diye
tükürülmediğinden cüretlenilmesin. Hikmet Kıvılcımlı: Nazım Hikmet'e ve Kerim Sadi'ye ağır
saldırmış... Kerim Sadi: Hikmet'e ve Nazım'a verip veriştirmedik şey bırakmamış.. Nazım,
daha «şairane» sözü gümüş sayıp, davranış altınlarıyla onlara taş çıkartmış.. Bu, madalyanın
bilinen bir yüzüdür.
Kimsenin bilmediği, bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladıkları madalyanın inanılmaz öbür
yüzü vardır: O «üç silahşörler» Eski Sosyalist, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde sevmeyi
öğrenmişlerdir. Teoride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın kılınç delik deşik etmekte
gözlerini kırpmıyan bu üç insan, ilk buluşmalarında, çocuksu şen kahkahalarla
kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır. Özellikle Eski Sosyalistler bu bakımdan, Yeni
Sosyalistler arası bağlılıklarda maya rolünü oynayabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve
kinleri ve sülâle kan dâvaları yerine bu eski sosyalist kardeşlik mayası aktarılabilir”
Kıvılcımlı gibi eski komünistler bizlere bu unutulmuş politik kültürü hem davranışlarıyla,
hem de yazılarıyla bir çok kere aktarmaya çalıştılar. Bu bağlamda, bir başka örnek. “Đşveren
Sosyalizmi Đşçi Sosyalizmi” başlıklı makalesini şu satırlarla bitirir:

103
“Savaş denildi mi, sırf çelebice sözcükler kendiliğinden suya düşer. Güreş için birinci şart
elense etmektir. Güreş yenmek için yapılır. Elense edenler, birbirlerinin sırtlarını yere
getirmeyeceklerse, ne zahmet ederler? Danışıklı dövüşün en kalp akça sayıldığı yer sosyal
savaş alanıdır. Sosyal ve politik dövüş, horoz dövüşü değildir. Sırtı yere getirmek, karşılıklı
ACI GÜÇ kullanmaya dayanır. Yalnız kabadayılıkta değil, politikada dahi, yenmek yenilmek
olağan şeydir. Görünüşte güreşenler kişilerdir. Gerçekte kişilerin yenişleri, her zaman, her
yerde: prensiplerin, düşüncelerin, metotların, davranışların yenilip yenişleri olur ve hep öyle
olmalıdır.
Đnsan, kuralına uygun kavgadan, hele birbirinden korkmamalı, ölse hiç kaçmamalıdır. Korku
hiçbir “sadre şifa” vermez. Kaçış: kimseyi kurtarmaz. Tarihte nice uluslar: en kanlı
boğazlaşmalar sonucu kaynaşıp derleşmişlerdir. Modern milletlerin hepsi o kaynaşmalardan
doğmuşlardır. Modern sosyal ve politik savaş, neden başka türlü olsun? Topluluklar için
doğru olan bu kural, kişiler için de doğrudur.
Hele savaş, sosyalizm gibi modern çağın en kaçınılmaz ortak prensipli eğilimler arasında
olursa, büsbütün verimlileşir. Karşılaşılan her tez, antiteziyle anlam kazanır. Çarpışma ne
denli yaman olursa, SENTEZ o denli güçlü olur. Başka türlüsü: Tezsiz, antitezsiz
karşılaşmalardan doğacak SENTEZ, kuruntu ötesinde ne görülmüş, ne işitilmiştir.
“Ülkü ve Prensip savaşında, kimsenin kaşına, gözüne bakılamaz. Alınmaca darılmaca yoktur
ve olmamalıdır. En çok düşkün olunulan “KĐŞĐLĐKLĐLĐK” ve kişi olgunluğu yalnız kıyasıya
savaşılarak edinilir ve geliştirilir.”
1960’ların devrimcileri, hem genellikle şehirli ve modern tabakalardan geldikleri; okullarda
kısmen de olsa burjuva kültürünün eğitimini aldıkları; öte yandan hem modern Đşçi sınıfının
hareketinin yükseliş dönemiyle birlikte bir radikalleşme ve politikleşme yaşadıkları; hem de
dünyadaki 68’lerin otantik Marksizm’e dönen rüzgarlarından esinlendikleri için, hem
Kıvılcımlı gibilerin aktarmaya çalıştıkları hem de büyük bir açlıkla okudukları Marksist
klasiklerde solunan bu politik kültürü almaya daha yatkındılar. Ve bir ölçüde de olsun
alabildiler.
Ama yetmişlerde, daha küçük burjuva tabakaların radikalleşmesi ve politikleşmesiyle
hareketin yaygınlaşmasının çakışması, zaten yüzeyde çok ince bir katman içinde ve derine
işlememiş bu politik kültürün bütün izlerini neredeyse silip süpürdü. Hele Türkiye’nin
batısında tüm radikalleşmenin durduğu, en gerici şovenizmin başını alıp gittiği,
radikalleşmenin neredeyse sadece Kürdistan’ın aşiret ilişkilerinden gelen yoksul gençlerine
dayandığı doksanlarda, kenarda köşede kalmış son izler de yok oldu.
Bir bakıma, sosyalizmin dünya çapında yaşadığı maceranın bir minyatürü Türkiye ölçülerinde
yaşandı.
Marksizm, Batı Avrupa’daki Burjuva gelişiminin ve devrimlerinin çocuğu olarak doğmuştur.
Ancak, tarih, üretici güçlerin en geliştiği, dolayısıyla kültürel ve sınıfsal olarak sosyalizme en
hazır ve uygun olan ülkelerde devrimlere yol açmadı. Yani sosyalizm dünyaya Marks’ın
umduğu gibi normal bir doğumla gelmedi, tabiri caiz ise, ters geldi, ayakları önde; veya

104
Troçki’nin deyişiyle, “tarihin yumağı tersinden çözülmeye başladı.” Tıpkı ters gelen bir
bebeğin eğer düzelmezse hem kendisinin hem de ananın ölümüne yol açması gibi, sosyalizm
de insanlıkla yok olmayla karış karşıya geldi. Çocuk öldü. Đnsanlık can çekişiyor. Đnsanlık bir
daha sosyalizme hamile kalabilecek mi? Yoksa artık çok mu geç, menapoza mı girdi?
Bilmiyoruz. Bilemeyiz de. Ama bu arada bir atom savaşı veya bir ekolojik felaketle yok
olmazsa, bir daha hamile kalabileceğini düşünmek için bir çok neden var. En başta
kapitalizmin her anki işleyişi nesnel olarak böyle bir programı daha fazla gerektiriyor ve yine
nesnel olarak böyle bir öznenin var oluşunu sağlıyor.
Tam da ilk kapitalizme geçen ülkelerin dünyanın geri ülkelerini sömürgeleştirmesi nedeniyle,
sosyalizme hazır olan ülkelerin işçileri bu sömürgelerden elde edilenlerle sistemle uzlaşmaya
çekildi ve tam da bu nedenle, sömürgelerde direniş savaşları gelişti. Ama bu savaşlar, tarihsel
ve objektif olarak, burjuva demokratik karakterli görevleri çözmek amacıyla ortaya
çıkmalarına rağmen, tam da burjuvazilerin korkaklığı ve Ekim Devrimi’nin prestijiyle,
kendilerini sosyalist olarak tanımladılar. Ama onlar nesnel olarak sosyalist değildi ve
olamazdı. Bunun ne sınıfsal, ne ideolojik ne de ekonomik koşulları vardı.
Dolayısıyla sosyalizmin zaferden zafere koşması gibi görünen ve yetmişlere kadar olan
dönem, aslında, köylülüğün egemen olduğu ülkelerdeki burjuva demokratik karakterli
devrimlerden başka bir şey değillerdi. Ama bunlar burjuva sınıfı olmadığı ve korkak
olduğundan burjuvazi dışında ve karşısında kaldığı için burjuvasız; Stalinizmin bürokratik
ideolojisini sosyalizm diye kabullendiklerinden de demokrasisiz, burjuva demokratik
devrimlerdi.
Böylece sosyalizm yayılır gibi görünüyordu ama yayılan artık ne programı ne de politik
kültürüyle sosyalizm olmadığı gibi; aslında doğuşundan bile daha geri toplumsal yapılar,
kültürel ortamlar arasında yayılıyordu. Bu yeni program ve politik kültürün gücü tam da
yaygınlığından geliyordu.
Böylece sosyalizmin doğuşunda egemen olan, daha sonra, Rusya’nın geriliği ile tam tezat
içindeki, burjuva kültürünü özümlemiş aydınlara ve son derece konsantre işçi hareketine
dayanan devrimcilerinde zirvesine ve sonuna dayanan program ve politik kültür, fiilen bütün
dünyada yok oluyordu.
1960’lar sonrası Türkiye’nin durumu biraz bu dünya çapındaki gidişin, zaman içinde
sıkıştırılmış, minyatür bir tekrarı gibidir. 1960’lar bir bakıma, Marksizm’in dünyadaki doğuş
ve yükseliş yıllarına (1848-1917) karşılık düşer. Ama devrim bulutlarının dünyada doğuya
yani köylülüğe doğru kayması ve bu kayış sonucu ortaya çıkan ulusal hareketlerin kendilerini
sosyalist olarak tanımlamaları gibi, Türkiye’de de radikalleşme önce Türkiye’nin taşrasına,
sonra da Kürdistan’a doğru kayar. Dünyadaki kayışın ortaya çıkardığı programatik ve politik
kültüre ilişkin değişimin benzeri Türkiye’de de yaşanır. 1960’ların aslında devrimci
demokratik özlemlerin ve programın ifadesinden başka bir şey olmayan sosyalizm giderek
ortadan kaybolur, nesnel olarak sonuçlarıyla devrimci ve demokratik karakterde, ama
programatik olarak dile etniye dayanan bir milliyetçilik yükselir. Buna paralel olarak, sol veya
sosyalist politik kültürde, 60’ların politik kültürünün bütün izleri silinir.

105
Ama dünyada da Türkiye’de de Kapitalizm hükmünü icra etmektedir. Artık ikisinde de
insanların büyük bölümü köylerde değil, şehirlerde, megapollerde, metropollerde
yaşamaktadır. Bu korkunç sömürü ve baskı altındakilerin memnuniyetsizlikleri, ister uzak
Asya’nın, Pasifik kıyılarının köle gibi çalıştırılan proleterleri olsun; Đster Türkiye’nin
batısındaki işletmelerde boğaz tokluğuna çalışan Kürtler veya Diyarbakır’ın yoksulları olsun,
akacak bir damar bulacaktır ve bunlar artık köylü değildirler. Eski politik kültürün bu
sınıfların memnuniyetsizliklerini ifade ederken hiç bir temel bulamayacağı, onların ihtiyacı
olan politik kültürü, bu gün unutulmuş ve toprağın altına gömülmüş kültürde bulacağı çok
açıktır. Ama bu sadece politik kültür olarak değil, programatik olarak da böyledir.
Dünün dile, etniye, kavme hatta dine göre tanımlamış uluslarını yaratmakla sonuçlanan
programı, bu günün dünyasında hiçbir çözüm sunamaz. Kendisi global işgücü pazarında
bütün ulusal sınır engellerine rağmen oradan oraya akımını sürdüren dünyanın proleterleri,
harekete geçtiklerinde bayraklarına tüm ulusal sınırların ilgasından başka bir şey yazamazlar.
Benzer şekilde, dünyadaki en büyük Kürt şehri olan Đstanbul’un Kürtçe konuşan işçileri,
bayraklarına, ulusu Kürtlüğe veya Kürtçe’ye göre tanımlamış bir ulus devletten ise, ulusun
tanımından her türlü etniyi, dili, dışlayan ve tüm dillere eşitlik tanıyan bir programı
bayraklarına yazmaya daha eğilimli olacaklardır.
Ve gerek dünyada gerek Türkiye ve Kürdistan’da bu programları bayraklarına koyacak
olanlar, ihtiyaçları olan politik kültürün geleneğini, Marks’ların, Lenin’lerin, Kıvılcımlı’ların,
68’lerin politik kültüründe bulacaklardır.
Bizlere düşen görev, bu geleneği unutulmaktan kurtarmak ve yeni gelecek olanlara
aktarmaktır.
Bu da somut bir biçim olarak, polemiklerin geri dönüşünde ve polemiğin tekrar eski,
diyalektik ve fikirlere dayanan anlamını kazanışında kendini gösterecektir. Köylülüğe ve
doğuya kayış fiilen polemiği yok etmiş, onu kişiselleştirmiş ve kişisellik anlamı vermişti.
Şimdi tekrar şehirlere doğu dönüş, ona eski unutulmuş anlamını tekrar kazandıracak ve
polemikler de gerçekten öyle olacaktır.

106
Che’nin Che Olmadan Önceki Yolculukları

... rastlamayacaksın yabanıl Poseidon'a


taşımıyorsan onu eğer kendi ruhunda
ruhun dikmiyorsa eğer onu karşına.
... Hep aklında olsun Đtaki.
Oraya varmaktır hedefin senin.
... yaşlı biri olarak yanaş adaya,
yolda kazandıklarınla zengin biri olarak
zenginlikler bekleme Đtaki'den.
Bu güzel yolculuğu Đtaki verdi sana.
Yola çıkmazdın o olmasaydı eğer.
... Yoksul görünüyorsa da sana, aldatmadı seni Đtaki.
Böylesine bilgeleşmişken, bunca kazanımla,
anlamış olmalısın artık, ne demektir Đtakiler.
(Kavafis - H.Milas, Ö. Đnce)

Đlk bakışta her yolculuğa bir hedefe varmak için çıkılır; yol ve yolculuk o hedefe varmak için
bir araçtır. Ama derinden ve sonuçlara bakılınca, hedefin kendisi yola çıkmak için bir araçtır.
Yolun kendisinde yolcu ve amaçlar da değişir. Yol bu oluş, bu gidiş, bu değişimin metaforu
olarak görüldüğünde, yolun ve yolculuğun kendisidir gerçek amaç.
Bu nedenle Marks, Proletarya’nın devrime, yani toplumsal ilişkileri değiştirmesine, her
şeyden önce bu mücadelenin kendisinde yol açacağı değişiklikler için ihtiyacı olduğunu
söyler.
Devrimi bir yolculuğun sonunda ulaşılacak bir hedef, hedef mücadeleyi yol olarak görme
metaforu olmasa, ne Lenin’in “Bir Adım Đleri Đki Adım Geri”si, ne Kıvılcımlı’nın “Yol”u bu
adları taşırlar; ne de Türkçe’deki “yoldaş” sözcüğü olurdu.
Yol demek uygarlık demektir, ticaret demektir. Bu nedenle bütün büyük destanlar yolları
anlatırlar. Đlyada, tıkanmış Kuzey-Güney ve doğu batı yollarının kavşağının açılışını,
Truva’nın düşürülüşünü anlatır; Odysseus tümüyle Akdeniz’in deniz ticaret yollarında geçer.
Bin Bir Gece Masalları, Hint ve Çin’e giden, Đran üzerinden orta, Hint Okyanusu üzerinden
Güney yolunun hikayesi ve ürünüdür.

107
Ama komün yaşamında bile, manevi olarak kat edilen yollar büyük önem taşır. Çocuklar,
komünün eşit haklı bir üyesi olmak için, manevi bir yolculuğa çıkarlar, bu yolculukta
değişerek eşti hak ve görevli bir kardeş olabilirler; Şaman’lar, Muhammet’in Miraç’a çıkması
gibi, kendilerinden geçip, ruhlar alemine yola çıkarlar. Bu yolculuklar sonunda tekrar arınıp
güçlenirler. Bütün büyük dinlerde, insanın kendi içine yaptığı yolculuklar, meditasyonlar
arınmanın, değişimin temelini oluştururlar.
Yol, yoğunlaşmış bir tecrübedir. Yoğunlaşmış bir değişimdir. Başlangıçta beklenen ve
hedeflenenden bambaşka bir şeyin oluşumu ve ortaya çıkışıdır. Bir sürprizdir.
Fakat, sadece yolcu değil, yol da değişir. Hiçbir yol kat edilmeden önceki yol değildir. Her
yolcu yolda küçük de olsa değişiklikler yaratır. Cüzzamlılar adası, genç Che ve arkadaşı oraya
varmadan önceki ada değildir artık; o cüzzamlılar eski cüzzamlılar değildir. Ama genç Che’de
oraya gelmeden önceki Che değildir. Oğlu Camillo’nun dediği gibi, Che henüz Che bile
değildir.
Yol’un ve Yolculuğun, ister Homeros’un Odysseus’indeki gibi o zamanın dünyasını bir
baştan bir başa kat etsin ve yıllar sürsün; ister Joyce’unki Ulysse’sindeki gibi, bir şehirde bir
gün sürsün; Đster zaman, ister mekan içinde bin yolculuk olsun; ister başka dünyalara; ister
insanın kendi ruhunun derinliklerine olsun, her zaman dayanılmaz bir büyüsü vardır.
Sinema da kendini bu büyüden kurtaramaz. Beat kuşağından Jack Kerouacs’ın “On the Road”
(Yolda) romanı bir bakıma şu Amerikan sinemasının “Road Movie” dediği türe bir edebi
ebelik yapar. 1968’lerin kült filmi Dennis Hopper’in “Easy Rider”i bir yol filmidir.
Ama Motorsiklet Günlüğü bir Road Movie değildir.
Motorsiklet yaşama yakınlığı ile, modern topluma isyan duyan genç imgesinden ayrı
düşünülemez. Maryon Brando’nun (The Wild One / Vahşi Hücum) ya da James Dean’ın
motorsikletli film ve resimleri, en azından Che’nin resmi kadar yirminci yüzyılın ikinci
yarısının ikonlaşmış resimleri arasındadır. Dean ve Brando gibi Kuzey ve Cha gibi Güney
Amerika’nın gençleri arasında Motorsiklet aracılığıyla bir ortaklık varmış gibi görülüyorsa
da; Che’nin hayatında ve yolculuğunda motorsikletin işlevi bir Brando veya James Dean’ın
sembolize ettiği gençlerin hayatında motorsikletin işlevinden çok farklıdır.
Dean ve Brando’da sembolleşen Motorsiklet, kapitalist toplumun o korkunç, insanlık dışı
vahşetinin bir ifadesi olduğu gibi ona bir isyandır da. Biraz modern toplumdaki dinin işlevine
benzer bir yanı vardır motorsikletin. Hem o yabancılaşmanın kendisi, hem ifadesi, hem ona
karşı bir tepki hem bir ilaçtır.
Ama Adı, Che’nin filime adını veren ve bu günlükleri derlediği kitabın adı gibi, “Motorsiklet
Günlüğü” olmakla birlikte bu film isyancı gençleri anlatan bir “Motorsiklet Filmi” de değildir.
Motorsiklet, Güney Amerika’da bir isyandan ziyade, motorsiklet alabilecek ve onunla yola
çıkabilecek üst bir toplumsal konumun; belki feodal gelenekler karşısında biraz orta sınıf
aydınlanmasının ve modernitenin bir ifadesidir.
Hatta geri ülkelerde motorsikletin böyle bir özelliği olmuştur da denebilir. O yol olmayan
yerlere bile gidebilme yeteneğiyle ve modern toplumun ürünü bir araç olarak, her zaman,

108
yolun geçmediği, yani uygarlığın ve kapitalizmin girmediği yerlere, Modern kapitalist
uygarlığın bir sembolü olarak; bir sürat motorunun sakin bir denizin kadife bir örtü gibi
yüzünü ardında beyaz köpükler bırakarak büyük bir gürültüyle yarması gibi, bir gök gürültüsü
eşliğinde gücünü, karşı durulmazlığını; kaslarının gücünü göstererek girer.
Che’nin yola çıktığı motor, bir isyanı değil, bir üstünlüğü sembolize eder Latin Amerika’nın
kendi gerçeğinde.
Ve nihayet., Che, sadece sıradan orta sınıftan bir motorlu değil, bir Arjantinli’dir. Arjantinli
ve Şili’liler, tıpkı Türkler gibi, kendilerini diğer Latin Amerikalılardan ayrı, Avrupalı görürler
ve tıpkı Türklerin Đranlılara, Araplara, Farslara, Pakistanlılara, hasılı tüm Asyalılara ve üçüncü
Dünyalılara baktıkları gibi tepeden ve aşağılamayla bakarlar.
Che kendi niyeti ne olursa olsun, böyle bir ülkeyi de sembolize eder aslında altında
motosikletiyle, karşılaştıklarının gözünde en azından böyledir; sömürgeci beyaz adamın da bir
sembolüdür. O motorsiklet tıpkı, Đnka ve Aztek’lerin, uygarlıklarını yok eden
Konquistador‘ların atıdır. Che Che olmak için, motorsikletli bir beyaz adam olmaktan da, bir
Arjantinli olmaktan da çıkmak zorundadır.
Motorsikletin bozulması ve yola motorsikletsiz olarak yayan devam etmeleriyle birlikte başlar
aslında gerçek “Motorsiklet Günlüğü”. Ancak böylece Motorsikletli bir Konquistador
olmaktan çıkıp; bir burjuva Arjanrtinli olmaktan çıkıp, bir Latin Amerika’lı ve kaderini onun
ezilenleriyle birleştirmiş bir devrimci oluşun yoluna girebilir.
Yolculuk, artık bir yaşantı (Erlebnis, Event) değil; bir tecrübe (erfahrung) , bir derinleşme, bir
arınma ve zenginleşme olmaya başlar. Arınmak zenginleşmektir; az fazladır.
Her şey tecrübelerden çıkar ama, tecrübelerden hiçbir şey de çıkmaz. Kavafis’in dediği gibi,
taşımıyorsan onu ruhunda; ruhun dikmiyorsa karşına, rastlamazsın Poseidon’a. Yani biraz
cevher olması gerekir. Adaletsizliklere bir isyan duygusu; bir insan sevgisi; tüm insanlara
karşı kendini sorumlu hissetme. Eğer bu yoksa, yolculuklar ya da tecrübeler hiçbir zaman
arınma ve zenginleşmeye yol açmaz.
Bu adalet ve sorumluluk duygusu ise, kapitalizmden, onun siyasi var oluş biçimi olan
ulusçuluğun kendisinden, kardan çıkarılamaz. Böyle bir duygu ve düşüncenin son kalıntılarını
da modern toplumun insanlarına yine de o eski dinler aktarırlar. Ama bu dinlerin
geleneklerinin aktarılmadığı ve unutulduğu yerlerde, artık ruhunda Poseidon’u taşımıyanların
karşısına Poseidon çıkmaz. Bu bakımdan, kapitalist toplumdaki adaletsizliklerin, sömürünün,
otomatikman, bunlara karşı idealist mücadelecileri yaratacağını sanmak aşırı bir mekanik
düşünme olur.
Bir zamanlar bir film vardı, Fahrenayt 451 diye. Bütün kitapların yakıldığı her şeyin bir
sayıya ve resme döndüğü bir dünyayı anlatıyordu. (Aslında şimdi aşağı yukarı öyle bir
dünyada yaşıyoruz. En devrimci yayın organları bile, haberleri, yazıları kısa yazmaktan söz
ediyorlar. Analitik düşüncenin yok oluşuna teslim olup onu yeniden üretiyorlar. Çözümün
değil sorunun bir parçası olduklarının farkına varmıyorlar.) O dünyada insanlar kitapları
ezberleyerek ve bu sefer bizzat kendileri o kitabı yakarak yaşatmaya çalışırlar. Belki bu günün

109
dünyasında, şu gerici denerek, eski dinlerin, inançların değerlerini (Bu Marksizm de olabilir,
her hangi bir kapitalizm öncesi dinin değerleri de olabilir.) yeni kuşaklara aktarmaya
çalışanlar, belki de o kitapları ezberleyen direnişçiler gibidirler.
Onlar belki geleceğin direnişçilerinin katalizatörleri, mayaları olabilirler. Katalizatörler
olmadan, hiçbir reaksiyon başlamayabilir.
Đşte genç Che’de olan ve bu günün genç kuşaklarında pek olmayan budur. Adaletsizliğe isyan
duygusu; insan sevgisi; kendini tüm insanlardan sorumlu hissetme. Kimi mesleki
dejenerasyona uğramış “devrimci”lerin “burjuva humanizmi” diye hor gördüğü hasletler.
Kapitalizmin kültürü sadece bu hasletleri, her gün giderek artan bir hızla kültürler ve canlı
türleri gibi tüketmiyor. Kapitalizm artık insan hayatında Tecrübe’nin, dolayısıyla derinleşme,
arınma, ve zenginleşmenin koşullarını da ortadan kaldırıyor.
Günümüzde yolculuk artık yolculuk değildir. Günümüz dünyasında, kelimenin gernçek
anlamında, tecrübe anlamında, olgunlaşma derinleşme anlamında sayahat yapılamaz. Bunun
var oluş koşulları da hızla yok oluyor.
Bu günkü temel yolculuk biçimi olan Turizmin, halkları ve insanları bir birine yaklaştırdığı
koskoca bir yalandır. Turizm sadece bir yaşantı (Event, Erlebnis) sunar. Cam bir fanusun
içinde gerçekleşir bütün turistik seyahatler. Bütün konforu; alışkanlıkları ile her şey birlikte
götürülür. Hiçbir zaman gittiğiniz yerlerin insanları ile karşılaşmazsınız. Karşılaştıklarınız,
onların turistler için dizayn edilmiş tüketici için ambalajlanmış biçimleridir. Artık onlar
insanlar değil, tüketime sunulmuş metalardır.
Ama sadece seyahat yapma olanağı da kaybolmamıştır bu toplumda; daha da korkuncu,
seyahat yapılma olanağının kaybolduğunu anlama olanağı da yoktur.Her şey korkunç bir hızla
değişir. Her şey yüzeyselleşir. Her şey birkaç saniyelik, bir göz atışlık olur. Derinleşmek,
düşünmek de giderek olanaksızlaşır.
Herkes kendi deneyinden biraz bilir. Hiçbir olgu, nesne, ya da konu hakkında, ilk bakışta
fazla bir şey öğrenilemez. Bir müziğin arka planını bildikçe; onu sindire sindire dinledikçe
daha fazla tadına varır, daha bir anlarsınız. Bir şehrin sokaklarının tarihini, hikayelerini
bildikçe o size daha fazla şeyler anlatmaya başlar. Đnsanlar tanıdıkça, sıradan insanlar
olmaktan çıkar. Ancak o zaman şeyler, olaylar ve konular anlaşılır olmaya; bir yoğunluk,
ilginçlik, heyecan vericilik kazanmaya başlar.
Ama bu günkü toplum, korkunç ritmi; bilgilerin yüzeyselliği ile bunun bütün yollarını da
tıkamış bulunmaktadır.
Böylece tıpkı bir kara delik gibi, kendi kendini besleyen bir süreç gelişmektedir kapitalizmde.
Yolculuk da, Tecrübe de, Onlar üzerine Düşünüp taşınma, derinleşme de; bunun için
kaynaklar da, olanaklar da tüm hızla tükenmektedir. Đnsan yok olmaktadır. Biyolojik bir varlık
yok olmadan önce, sosyal bir yaratık olarak insan yok olmaktadır.
Đşte böyle bir dünyada, Che’nin filmi, Küçük Kara Balığın hikayesidir.

110
Beki bu filmi seyredenlerden biri, yine o “Küçük Kara Balık” gibi, meraklanıp bir başka
seyahate çıkabilir.
Merak her şeyin başıdır.
19 Kasım 2004 Cuma

111
Doğa ve Toplum

Fizik doğaya ilişkin süreçlerin canlıların evrimine ilişkin etkileri, giderek önem kazanan ve
yeni keşfedilen bir kıta gibidir. Bu keşifler aynı zamanda burjuva aydınlanmasından
kaynaklanan, değer yüklü bir ilerlemeci evrim anlayışını da yerle yeksen etmektedir. Bir
zamanlar kabaca tek hücreliler, yumuşakçalar, omurgalılar, memeliler ve insan biçiminde
ifade edilen zorunlu ve tek yönlü ilerleyen bir evrim anlayışı, bu gün bir çok farklı
olasılıklardan her hangi biri yönünde büyük ölçüde rastlantılara bağlı bir kavrayışa yerini
bırakmakta, bu bağlamda ilerleme kavramının ideolojik niteliği giderek açığa çıkmakta,
aydınlanma bizzat o çok güvendiği doğa bilimleri tarafından “arkadan vurulmakta”dır.
Dünya tarihinde, gerek her ikisi de dünyanın çekirdeğindeki nükleer enerjiden ve buna bağlı
olarak içinin sıcak ve sıvı olmasından kaynaklanan, yanardağ patlamaları ve kıtaların yer
değiştirmesinin dünyanın iklimi üzerindeki alt üst edici etkileri (kıtaların yer değiştirmesi
deniz akıntılarını ve bu da büyük iklim değişikliklerini belirliyor); gerek kozmik nedenli
göktaşı çarpmaları sonucu muazzam boyutta katastroflar yaşandığı, çoğu kez canlı türlerinin
yüzde doksanı veya daha fazlasının yok olduğu ama her yok oluşun aynı zamanda yeni
türlerin ortaya çıkması için ortalığı temizlediği de artık genel bir kabul görmektedir.
Eğer bu felaketler olmasaydı, bu gün yeryüzünde hala sadece, yumuşakçaların veya
dinazorların egemenliği sürüyor olurdu. En son dinazorların bir meteor çarpmasıyla yok oluşu
ve ortalığın memeliler için açılışı, 60 milyon yıllık bir hikayedir ve 60 milyon yıl jeolojik
ölçülerle çok uzun bir dönem sayılmaz.
Hatta bizzat insanın ortaya çıkışında bile doğal altüstlüklerin yaptığı tetiklemeler
belirleyicidir. Belki Kuzey ve Güney Amerika kıtalarının birleşmesi ve bunun deniz
akıntılarındaki dolayısıyla iklimdeki etkileri olmasa, Afrika’nın ormanları savanlara
dönüşmeyecek ve bu da yüksek otlarla kaplı bu florada iki ayakları üzerinde durmayı bir
avantaj bu da iki ayağı üzerinde durmayı süreklilik haline getirmeyecektir. Böylece eller
serbest kalıp alet kullanmak mümkün olmaktadır. Alet kullanan ilk canlı olmak ona ateşi
kontrol altına alma potansiyeli veriyordu ama bu potansiyelin ortaya çıkması için tetikleyici
yine muhtemelen alet kullanan canlıyı ateşi kullanmaya zorlayan buzul çağları oldu ve
böylece insan bir kez ateşi keşfedince, tüm iklimlerde yaşayabilen, mezarı olan, giyinen ilk
canlı oldu.
Homo Sapiens’in zafer yürüyüşü, hatta neoloitik devrim bile buzul çağlarının izlerini taşır.
Örneğin muhtemelen 11.000 yıl önce Đstanbul Boğazı’ındaki setin patlayışı, Akdeniz’in
suyunun Karadeniz’e muazzam bir güçle akışı, Karadeniz’in su seviyesinin yükselişinin (ki
muhtemelen Nuh Tufanı bu olayın insanlığın hafızasındaki yansımasıdır) neolitik devrimin
tetikleyicisi veya yayılmasını hızlandırıcı bir etki yapmış olması büyük olasılıktır.
Toplumsal evrim ve doğal süreçler arasındaki ilişkiler toplum bilimin henüz pek az
dokunulmuş bir alanı olmaya devam ediyor. Burada, örneğin on dokuzuncu yüzyılda

112
kapitalist toplumda on yılda bir görülen krizleri, güneşte benzer zaman aralıklarıyla artan
lekelerle açıklamaya çalışan mekanik girişimlerden söz etmiyoruz. Kapitalizmdeki buhranlar
aşırı üretim buhranlarıdır ve kapitalist meta üretiminin bizzat kendisinden kaynaklanırlar.
Elbette doğal süreçler toplumsal evrim üzerindeki etkilerini bizzat yine o toplumsal ilişkiler
aracılığıyla gösterirler. Potansiyeller olmazsa onlar gerçekliğe dönüşemez. Ortada alet
kullanabilen bir canlı yoksa, buzullar ateşin keşfine ya da kontrolüne yol açmaz. Ayakta
durabilen bir canlı yoksa hiçbir flora değişimi sürekli ayakta duran bir canlıyı ortaya
çıkarmaz.
Örneğin şu son Tsunami felaketinde, bizzat bu felaketin algılanışı bile toplumsal ilişkilerce
belirlenir. Kim bilir o bölgede veya dünyanın başka yerlerinde insanlık tarihi boyunca nice
benzer felaketler yaşandı, ama bunların hiç biri ne bunun gibi yaşandı ne de bunun gibi
algılandı.
Örneğin, kapitalizm, dolayısıyla, artı değerin temel kaynağı işgücü olmasa, işgücünün fiyatı
kar ve artı değer oranlarını belirlemese, iş gücünün üretimini ve yeniden üretimini düşük
tutmak için, üçüncü dünya, dolayısıyla iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak
için kitle turizmi olmaz, kitle turizmi olmasa, Đsveçliler, Almanlar oralarda tatil yapıyor
olmaz, onlar da bu felakette ölenler arasında olmasa, bütün bu felaketler gazetelerde küçük bir
haberden öte bir değer taşımazdı.
Bu hiç de abartma değildir. 1976’da Çin’de, muhtemelen yarım milyon insanın öldüğü tahmin
edilen Thangshan depremini kim bilir, kimin hatırındadır? Şu Tsunami’de bile haberler
Kuzeyli Beyaz adamın ırkçı ve sömürgeci bakış açısıyla verilmektedir.
Dolayısıyla bu Tsunaminin yaşanış gibi algılanışı da sınıfsal olacaktır. Örneğin Taha Kıvanç
ya da Sami Hocaoğlu gibi Yeni Şafak yazarları, Tsunami kurbanı Açe’lerin Müslümanlığı ve
Osmanlı’ya duydukları yakınlıktan yola çıkarak, Türk ve Müslüman burjuvazinin emperyal
hayallerini açığa vuracaklardır.
Ama ezilen insanlar ve işçiler için bu felaket bir tek şeyi göstermektedir: ulusların,
ulusçuluğun ve ulusal sınırların ömrünü doldurduğunu; ulusal devletleri, sınırları yıkmak;
ulusçuluğun her türlüsünden insanlığı kurtarmak için bir “kutsal cihat” gerektiğini.
Çernobil, bir zamanlar burjuvazinin olan “hepimiz aynı gemideyiz” sloganının, artık ezilen
sınıfların sloganı olması gerektiğini göstermişti. Nükleer kirlenmeye uğramış hava, bulutlar
ya da rüzgarlar hiçbir sınır tanımıyordu. Ancak bu mesaj, hemen ardından gelen, Doğu
Avrupa’nın çöküşünün altında kaldı. Sonraki ulusal ayaklanmalar, bu evrensel mesajı iyice
unutturdu.
Ama bu son Tsunami, unutulmuş bu mesajı tekrar hatırlatıyor. Bu günün dünyasında, ulusal
sınırların ve devletlerin ancak yeryüzü ölçüsünde ırkçı bir sistemden başka bir şeye yol
açmayacağını; ulusal devletler ve sınırların insanlığın hiçbir sorununa çözüm
getiremeyeceğini; insanlığı ya bir nükleer savaşa ya da doğal felakete götüreceğini; diğer
doğal felaketlere karşı, insanlığını çoğunluğunun hiçbir etkili önlem alamadan kurban
olacağını bir kez daha kanıtlıyor.

113
Burjuvazi “hepimiz aynı gemideyiz” derken ulusal sınırları ve ulusu kastediyordu.
Biz diyoruz ki, evet hepimiz aynı gemideyiz. Bu gemi, Vega yıldızına doğru güneş sistemiyle
birlikte hızla yol alan, Dünya adlı küçük uzay gemisidir.
Kimi felaketler nasıl insanın oluşumunu tetikledi, potansiyelleri harekete geçirdi ise, bu
felaket de burjuva uygarlığının var oluş biçimi olan ulusal devletlere ve ulusçuluğa karşı bir
kutsal savaşın tetikleyicisi olabilir. Đnsanların bilincinde, etkisi uzun vadede, bir toplumsal
Tsunamiye yol açacak derin bir çatlak yaratabilir.
Taha Kıvanç’ların emperyal hayaller gördükleri yerde, Mehmet Altan bir “global vicdan”
eksikliğini duyuyorsa, bu önemli bir emaredir. “Global vicdan” için ulusal sınırların ve
devletlerin egemen olduğu bir dünyada yer olmayacağı açıktır.
Bu gün A diyen yarın B de demek zorundadır.
04 Ocak 2005 Salı

114
1905 – Özel Görelilik ve Sürekli Devrim

1905, en az üç devletin (Almanya, ABD ve Đsrail), gerici saldırganlıklarına prestij


kazandırmak için kendi ulusundan saydığı, dünya vatandaşı Albert Einstein’in Özel Görelilik
Kuramı’nı ve atom çağını açan meşhur E=mc2 formülünü yayınladığı yıldır.
Ama 1905 aynı zamanda, sarsıntılarıyla Osmanlı’da 1908’deki Meşrutiyet’e yol açan,
1917’nin provası 1905 devriminin de yılıdır. Ve bu yılda, tıpkı fizikte olduğu gibi sosyolojide
(Tarihsel Maddecilik) yirminci yüzyılı açıklayan teorinin de, Petrograt Sovyeti önderi
tarafından hapiste, ilk kez formüle edildiği yıldır.
Almanya, Nazi geçmişi ve geleneğiyle ve sadece ekonomik gücüyle Avrupa’nın lideri
olamayacağını, ideolojik ve kültürel politik ve diplomatik bir kabulün bunlara eşlik etmesi
gerektiğin bildiği için, bir çok başka girişimin yanı sıra, Altona’lı göçmen çocuğu Fatih
Akın’a ödüller vererek ve verdirerek; 2005’i Einstein yılı olarak kutlayarak; yani bir “Türk”
ve bir “Yahudi”yi onurlandırarak moda deyimiyle “imaj yeniliyor”.
(Küçük burjuvalar ve burjuvalar, amaçlar ve araçlar ilişkisini, hep iyi amaçlar için kötü
araçların kullanılması bağlamında tartışırlar da nedense, bu örneklerde olduğu gibi, kötü
amaçlar için iyi araçların kullanılmasının aslında çok daha korkunç sonuçlar yaratacağını,
esas ahlaksızlığın bu olduğunu görmezden gelmeye eğilim gösterirler.)
Muhtemelen geleceğin sosyologlarının daha gelişmiş kavramsal araçlarla yapacakları, daha
zengin bir malzemeye dayanan araştırmalar Einstein’in ve Troçki’nin hayatları ve teorileri
arasındaki ilginç paralellik ve bağlantıların sırrını açıklayacaktır ama biz en azından bazı
noktalara dikkati çekelim.
Her ikisi de 1879’da Avrupa’da doğdular. Einstein Hitler’in, Troçki Stalin’in terörü sonucu
yeni dünyada bir sığınak bulabildi ve orada öldüler. Đkisi de Yahudiydi. Ve her ikisi de,
yirminci yüzyıla damgasını vuran teorilerini, henüz 26 yaşlarında ve 1905 yılında formüle
ettiler.
Ancak tarihsel ve toplumsal derin nedenleri olan bu biyografik paralelliklerden daha ilginci,
onların 1905 yılında formüle ettikleri Özel Görelilik ve Sürekli Devrim teorilerinin, bilgi
teorisi bakımından metodolojik yakınlıklarıdır.
Einstein’in makalesinde hiçbir alıntı ve dipnotu yoktur; Troçki’nin Sonuçlar ve Olasılıklar
adlı makalesi de öyledir. Bu onların yepyeni özünün biçimde bir yansımasıdır.
Ama iki makaleyi benzer kılan daha derin bir yakınlık vardır. Đkisi de zihinsel deneylere ve
çıkarsamalara dayanmaktadır. Işık hızıyla giden trenlerle veya asansörlerle ancak zihinsel
deneyler yapılabilir. Bir devrimin dinamiklerinin onu nasıl bir yola sokacağı da ancak zihinsel
bir deney ve çıkarsamalarla araştırılabilir.
Her iki zihinsel deneyin de sonuçları, o zamana kadar bilinen ve kabul edileni ters yüz eder.

115
Einstein’in zihinsel deneyinin sonucunda, o zamana kadar fiziğin dayandığı kabule göre
saçma görünen bir sonuç ortaya çıkar. Hız değişmemekte, kütle ve zaman değişmektedir,
nesneler uzamakta veya kısalmakta, saatler yavaşlamaktadır.
Benzer bir durum Troçki’nin zihinsel deneyinin sonucunda ortaya çıkar. Marks’ın Tarihsel
Maddeciliği formüle ettiği meşhur satırlara göre: Üretici Güçler gelişmelerinin belli bir
aşamasında var olan üretim ilişkileriyle çelişkiye düşerler, bu ilişkilerin hukuki ifadesi olan
mülkiyet ilişkilerini parçalayan bir devrim dönemi gelir.
Bu teorik önermeden çıkacak bir tek sonuç vardır: Üretici güçler, en gelişmiş ülkelerde, var
olan kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileriyle en çok çelişki içinde olacağından, sosyalist bir
devrimin gelişmiş ülkelerde olması gerekir. Bu gün unutulmuş bu fikir, o zaman Marksist
olmanın olmazsa olmaz koşuluydu.
Troçki ise, zihinsel deneyiyle tamamen zıt bir sonuca ulaşıyordu, tıpkı hızın değişmez olması
saatlerin hızlanması gibi. Diyordu ki, Rusya gibi geri bir ülkede demokratik karakterde bir
devrim gündemdedir. Ama burjuvazi korkak ve zayıf, işçi sınıfı ise, daha doğarken bir büyük
sanayi proletaryası olarak doğdu. Bu durumda, işçiler bu demokratik devrime öncülük
yapmak zorunda kalacaklardır. Bu önderlik onları iktidara geçirince de kendilerini demokratik
görevlerle sınırlamayacaklardır. Burjuvazinin direnci onları sosyalist dönüşümlere
zorlayacaktır. Bu ise geri bir ülkede, sosyalizm için iktisadi ve kültürel koşulların olmadığı bir
ülkede Sosyalist devrim demektir. Böyle bir devrim ayakta kalamaz, ancak uluslar arası bir
devrim onun yaşamasını sağlar.
Burada sonucun son derece ters karakteri ilginçtir. Klasik çıkarsamaya göre en ileri ülkede
sosyalist devrim olması gerekirken; Troçki’nin öngörüsüne göre Avrupa’nın en geri
ülkesinde, üstelik de geri olduğu için, sosyalist devrim olası görünüyordu. Bu öngörü o
zamanın Marksistleri için, dinden çıkmak, Allah’ın varlığından şüphelenmek gibi bir şeydi.
Bu öngörü Ekim devriminde doğrulandı. Ama devrim uluslar arası bir devrimle dünyaya
yayılmadığı için, birkaç yıl sonra, bürokratik bir karşı devrimle yıkılırken de bu teori
doğrulandı. Sonraki bütün devrimler de (Çin, Yugoslavya, Küba) bu öngörüyü doğruladı.
Sovyet bürokrasisinden Faşizme kadar bütün yirminci yüzyılın tarihinin anahtarı, Tarihsel
Maddeciliğe (Sosyolojiye), Fiziğe Rölativite’nen kazandırdığı özellikleri kazandıran bu
teoride gizlidir. Bu teori bilinmeden yirminci yüzyıl, yirminci yüzyıl anlaşılmadan günümüz
anlaşılamaz. Bu teori aynı zamanda, kendi ortaya atıcısının ve kendisinin kaderini de açıklar.
Ne var ki, Troçki de Einstein de, hala 19. yüzyıla bağlıydılar. Einstein, ilk ilham
verenlerinden olduğu halde, Kuantum kuramını kabullenmedi ve “tanrı zar atmaz” dedi.
Troçki, bir üstyapılar, din ve ulus teorisiyle teorisini geliştiremediği için, gerici bir
milliyetçiliğe dayanan, ama Đsrail gibi kritik bir yerde değil de kimseyi rahatsız etmeyen bir
yerde, örneğin Avustralya’da bir çölde ya da Sibirya’de kurulacak, bir devletin Yahudi
sorunun çözümü için tek yol olduğu sonucuna kadar gerilemek zorunda kaldı.
Evren nasıl big bang’ta ya da kara deliklerde, Kuantum teorisinin dünyasına geri dönerse,
toplum da, ulusu dile dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlama hakkından başka bir şey

116
olmayan, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’ndan, Ulusu dil, din, etni, kültür, tarihle
tanımlamayı reddeden, Demokratik Cumhuriyet’e, burjuvazinin devrimci çağının bu mirasına
dönerek ve onu geliştirerek, politik olanı ulusal olanla tanımlamayı reddeden bir sosyalist
devrime doğru bir hız kazanabilir.

18 Ocak 2005 Salı

117
Kurban Bayramının Ekonomi Politiği

Bir toplumun refah ve zenginlik düzeyini emek üretkenliğinin yüksekliği belirler; emek
üretkenliği ise son duruşmada, daha büyük ve başka enerji kaynaklarının üretim sürecine
katılması demektir. Đnsanlık tarihi ve insanlığın yaşadığı belli başlı toplum biçimleri, temel
enerji kaynaklarına göre de sınıflanabilir ve bu tamı tamına farklı üretim biçimlerine de denk
düşer.
Kabaca insanın kol ve kas enerjisine dayanan üretim “Vahşet”; bitki ve hayvanların
ehlileştirilmesiyle birlikte, adeta güneş enerjisine dayanan organik robotlarla yapılan üretim
“Barbarlık”; rüzgar ve su gücü klasik tarıma dayanan tefeci ve bezirgan sermaye uygarlığı;
fosil yakıtların enerjisine dayanan üretim de modern kapitalist uygarlık demektir.
Homo Sapiens, ateşin çocuğudur. Ateş sayesinde insan denen canlı türü, ilk giyinen, ilk
mezarı olan canlı olmuştur. Ateş sayesinde, o maymun benzeri, alet kullanan yaratık Afrika
savanlarının ılıman iklimini terk ederek tüm iklimlerde yaşayabilen ilk canlı, hasılı insan
olabilmiştir.
Evet, bu günkü insan, yani Homo Sapiens, ateşin bir ürünüdür, ama ateş kendi başına, insanın
avcılık ve toplayıcılıktan, yani esas olarak kol gücüne dayanarak üretim yapmaktan
kurtulmasını sağlayamamıştır. Ateşin emek üretkenliğini arttırmada kullanılışı, çok sınırlı
alanlar hariç, neredeyse sanayi devrimine kadar mümkün olmamıştır. Nasıl ateşi kontrol altına
almak için, canlının onunla doğrudan temasını ve yanmasını engelleyen bir alet, dolayısıyla
aleti kavrayan bir el ön koşul idiyse ve alet denen cansız nesneyi aracı etmedikçe hiçbir canlı
ateşi kullanamadıysa; ateşte ortaya çıkan ısı enerjisini de mekanik enerjiye dönüştürebilmek
ve onu işte yani emek üretkenliğini artırmakta kullanabilmek için de hem bu yönde bir ihtiyaç
hem de belli bir teknik gelişme düzeyini gerekiyordu. Đhtiyacı ve teknik düzeyi dünya ticareti
ve kapitalist geniş yeniden üretim binlerce yıl sonra yaratabildi.
Bu nedenle, neredeyse modern sanayi devrimine kadar ateş, üretim süreçlerinde, mekanik
hareketlere dönüştürülerek emek üretkenliğini arttıran bir enerji kaynağı olarak
kullanılamamıştır. Kullanımı doğrudan ısı ve ışık kaynağı olmakla ve madenlerin
arıtılmasında veya kimi yiyeceklerin hazırlanmasında olduğu gibi kimyasal dönüşümlerin
aracı olmakla veya onları hızlandırmakla sınırlı kalmıştır. Modern sanayi devrimine kadar
olan dönemde, emek üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas gücüne sadece
hayvan, su ve rüzgar gücü eklenebilmiştir.
Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini yani neolitik devrimi; su ve rüzgar
gücünün kullanımı ise, büyük miktarda ürünleri ve yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi
ve belli bir ticaret düzeyini, şehirleri, hasılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir.

118
Homo Sapiens’in yuvarlak hesap yüz bin yıldır var olduğunu ve Neolitik devrimin de
yuvarlak hesap on bin yıl önce gerçekleştiğini düşünürsek, modern insan türünün ortaya
çıkışından, neolitik devrime kadar geçen zaman, yani doksan bin yıl; yani homo sapiensin var
oluşunun onda dokuzu; sadece kas gücüne dayanan son derece düşük bir emek üretkenliği
düzeyinde; dolayısıyla sürekli bir kıtlık ve açlık tehdidi altında geçmiştir.
Đnsanın sadece kol gücüne, kaslarının gücüne dayanarak yaptığı üretim, esas olarak avcılık ve
toplayıcılığa denk gelir. Ok, yay, mızrak, balta gibi bütün üretim araçları hep insanın kas
gücüne dayanırlar ve bu gücü biriktirerek kullanmak ve belli bir noktada yoğunlaştırmak
işlevine dönüktürler.
Böylece insan bir yandan ateş sayesinde ilk mezarı olan, sanatı olan, bir toteme dayanan
toplumsal üstyapısı ve örgütlenmesi olan bir canlı haline gelirken dolayısıyla mezarı olan ilk
canlı olurken, yani ölüleri bile toplumun bir parçası olurken, aynı zamanda esas olarak kendi
kaslarının gücüne dayanarak üretim yaptığından, yani emek üretkenliği son derece düşük
olduğundan, sürekli bir kıtlık halinde yaşamıştır.
Ama kıtlık demek, canlının yaşayabilmek için birbiriyle rekabeti demektir; insanın insana
rekabeti demektir. Aç bir insanı, diğer hemcinslerini, çocuklarını, yaşlılarını yemekten
alıkoyacak bir örgütlenme demektir. Hem kıtlıkta yaşamak, hem de birbirini, özellikle güçsüz
çocukları ve yaşlıları yemeyip dayanışabilmek. Dişinin soyun devamı için gerekli analık
içgüdüleri bunu bir ölçüde engellese bile, erkekler için nasıl engellenecektir bu?
Totem, yani soy ve kardeşlik ve Kutsallık bu çelişkiyi çözen bir üstyapı sağlamıştır. Bunun
temeli ise, neredeyse bütün dinlerin “nefsine hakimiyet” diye sonradan da ululayacağı ve
sınıflı toplumun eşitsizlikleri karşısında kişisel bir çıkış yolu olarak önereceği iç güdülere
hakimiyettir. Đç güdüler toplum, yani “totem” ya da “tanrı” için kurban edilebilmelidir ki
toplum varlığını sürdürebilsin. Bu gün bizlere bir mazohizm veya işkence gibi gelebilecek
bütün “ilkel” toplumlarda görülen acılı imtihanlar, hep parçanın bütüne; nefsin, iç güdülerin
topluma tabi olması eğitimine yöneliktirler.
Bu gün bizlerin yamyamlık ya da kanibalizm dediğimiz şey, aydınlanmanın insan kavramına
dayanır. Bu kıtlık döneminde insanlar aynı kabile ya da soydan olanlardan ibaretti; onlar
başka kabileleri veya insanları öldürüp yediklerinde, başka insanları değil; başka canlıları
yiyorlardı. Ama buna karşılık hiçbir kandaş toplum kendi kandaşına, yani insanlara
dokunmazdı. Aksine, kandaşı ya da soyu ve kabilesi için kendini feda toplumsal
örgütlenmenin temelini oluşturmuştur. Toplum için feda, iç güdülere egemenlik, parçanın
bütüne (toteme, soya) tabi olması, eşit haklı bir kandaş olabilmek için acılı imtihanlar (ki
sünnet vs. bunun bir kalıntısıdır) bütün bu toplumların hepsinde ortak özellikler
olagelmişlerdir.
Kıtlıkta çocukların özellikle aç erkeklerce yenmesi bu mekanizmayla engellenmiştir ama
kıtlık var olmaya ve çocuklar da bir çok durumda ya açlığa mahkum olmaya (ama totemin
soyundan gelenler arasında dayanışma ve parçanın bütüne tabi olması esas olduğundan ve hiç
kimse aç bırakılamayacağından) doyurulduğu takdirde, kabilenin açlıktan ölmesine yol
açabilecek bir tehlike olmuştur.

119
Bu koşullarda insan, tek tek canlılar olarak çocuk ve yaşlıları yememiş ama onları toplum
adına “kurban” etmek ve böylece hep parçanın bütüne tabi olması ilkesini yaşatmak hem de
kabile olarak varlığını sürdürmek olanağı bulabilmiştir.
Bu nedenle, kıtlığın, yani neolitik devrim öncesinin bütün toplumları aynı zamanda çocuk
kurban etmişlerdir. Denebilir ki, bu günkü insan soyu istisnasız “çocuk katilleri”nin ahvadıdır.
Bu nedenle, insanlık var oluşunun onda dokuzu boyunca, doksan bin yıl boyunca, çocukları
da kurban etmiştir. Bu kıtlık döneminin kalıntıları, uygarlığa ve daha yüksek bir emek
üretkenliğine daha geç geçen haklarda çok yakın zamanlara kadar yaşamıştır.
Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra bile Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban
etme geleneği, ta Roma çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir.
Bu gün Amerika’dan tekrar dünyaya yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve
Keltlerdeki çocuk kurban etme adetinin, orta doğudaki Kurban Bayramı benzeri bir şekilde
bırakılışını ama aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar yaşadığının kanıtını temsil eder.
Araplarda, daha Đslamiyet’in doğuş döneminde bile, kız çocuklarının kurban edilmesi adeti
yaşıyordu. Ve nihayet bizzat Kurban bayramı çocuk kurbanının bir kanıtıdır.
Đnsanlığın, sürekli kıtlıktan kurtulması, hayvanları ve bitkileri ehlileştirmesiyle mümkün
olabilmiştir. Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesi, yani özünde neolitik devrim, dünya
tarihinde gelmiş geçmiş en büyük devrimdir ve bu günkü uygarlığın en büyük keşifleri bile bu
devrimin yanında birer cüce gibi kalır. Bu günkü bütün yaşamımız hala bu devrimin
kazanımlarına dayanmaktadır. Temel gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar ve bitkiler;
giydiklerimiz (Dokumacılık); yemek yediğimiz tabaklar ve yiyecekleri içinde koruduğumuz
kaplar (çömlekçilik) hemen her şey bu devrimin bulduklarıdır özünde.
Neolitik devrim bir bakıma, güneş enerjisiyle çalışan organik robotların keşfi ve kullanımı
gibi tanımlanırsa onun çapı ve emek üretkenliğinde yaptığı muazzam sıçrama anlaşılabilir.
Böylece insanın çalışması esas olarak bu robotların bakımı, ürünlerinin toplanması gibi
eylemlerde yoğunlaşmıştır. Kol emeği artık ehlileştirilmiş bitki ve hayvanlarda biriken güneş
enerjisinin kontrol altına alınmasına yönelik olarak işlev görür. Dolayısıyla enerji
kaynağındaki bu muazzam artış, aynı zamanda üretkenlikte muazzam bir artış bu da sürekli
kıtlık ve açlık tehlikesinden kurtuluş demektir.
Böylece avcılık ve toplayıcılığın kıtlık ekonomisinin yerini; hayvan yetiştirmenin ve gelgeç
bahçeciliğin bolluk ekonomisi almıştır. Bu durumda, kabilenin ya da toplumun yaşaması için
çocukları kurban etmek gereği kalmamıştır.
Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan söylence, asılında, gerçek tarihin doğru bir
tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa ve toplayıcılığa dayanan kıtlıkta çocuklar kurban
edilirken, hayvanların ehlileştirilmesine geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban
edilmesine geçişi; yani neolitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu artışa
paralel olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale gelişini; insanların sürekli bir açlık ve
kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu sembolize eder. Bu muazzam devrim ne kadar kutlansa
yeriydi ve yeridir.

120
Daha sonra Đslam bu Sami göçebeliğinin geleneğini almış, onu uygarlığın sınıflı toplumunda;
zenginlik ve yoksulluk farklılıklarının bulunduğu toplumda, zenginlerin kurban kesmesi ve
bunu fakirlere dağıtması dolayımıyla, bu farklılıkları nispeten ılımlandırmanın bir aracı
yapmıştır.
Klasik uygarlıklar çağında, bunun da belli bir işlevi vardı ve Kurban bayramları ne kadar
kutlansa yeriydi.
Kurban bayramında bir bakıma böylece iki bayram iç içe geçiyordu; neolitik devrimin
bayramı ve Đslam’ın uygarlığın sınıf çelişkilerini nispeten yumuşatan; Hindistandaki
Kastlaşma benzeri sınıf fosilleşmelerine karşı, tüm Müslümanları soyu ya da gelir düzeyi ne
olursa olsun, aynı namaz safında eşitçe dizen, uygarlıktaki kastlaşmaya ve aşırı zenginlik
farklılıklarına karşı Đslam devrimi veya reformunun bayramı.
Kurbanlık hayvan, çok öncenin unutulmuş çağlarında, toplum için ve toplum adına kurban
edilen çocukları gibi, bir gelin gibi süslenir; el bebek gül bebek bakılır, bir bakıma o kısa
hayatının herkesinkinden daha güzel geçmesi için elden gelen arda koyulmazdı. Bizzat kurban
ediliş eylemi bile, o unutulmuş geçmişin izlerini taşır; kurbanın öleceğini bilmemesi; öldürme
işleminin olabildiğince seri ve acısız olması; dualar, seremoniler vs. hepsi, kurbanın toplumun
yaşaması için bir dayanışma olduğunu vurgulamaya ve kanıtlamaya yöneliktir.
Ne var ki, bu gün geniş yeniden üretim çağında, hayvanların bant usulüyle üretildiği,
öldürüldüğü ve işlenip piyasaya sürüldüğü çağda, bu kurban adeti ve bayramı, çoktan
uygarlığa geçmiş Fenikelilerin çocuk kurban etmeye devam etmelerine veya Asteklerin
uygarlık sembolü piramitler üzerinde artık kıtlık nedeniyle bir gereği kalmamışken insan
kurban etmeye devam etmesine benzer. Gerçek anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt anlamda bir
işlev kazanmıştır. Azteklerde insan kurban etmenin devam etmesi, bu adetin diğer kabileleri
ya da kastları baskı altına almanın; onları terörize etmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla
ilgiliydi. Fenikelilerin çocuk kurban edişleri de muhtemelen benzer bir işleve sahipti.
Bu günkü toplumda da kurban, artık bir sosyal adalet ve toplumsal dayanışma aracı olmaktan
çıkmış; bir zenginlik ve güç gösterisinin; toplum içinde ne kadar dini bütün olduğunun
reklamını yapmanın; bir prestij ve itibar edinmenin arıcı haline gelmiştir.
“Sağ elinin yaptığı iyiliği sol elin bilmeyecek” diyen bir dünyanın ve değerler sisteminin
değil; “bakın ben ne kadar iyilik yapıyorum, ne kadar dindarım” diye bar bar bağıran;
kapitalizm öncesinin her türlü değerini yitirmiş, modern burjuva toplumunun da demokratik
değerlerinden bile zerrece nasibini almamış insan posalarının, lümpenlerin değerlerini ifade
etmektedir artık kurban kesmek.
On bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan insanları çocuklarını kurban ederken, bu günün
kurban kesenlerinden, milyon kez daha insani bir iş yapıyorlardı. O çocuk kurbanları bir
cinayet değil, bir ibadetti; bu gün ibadet diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil
cinayettir.
*

121
Modern toplumda, bu günkü geniş yeniden üretim yordamında, tüm değerleri yaratan işçinin
iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün fiyatı belirler. Đş gücünün örgütlenmesi ve fiyatının
yükselmesi, modern toplumu bir parça yaşanır kılan biricik ilaçtır.
Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar edebilmesi için, işçilerin demokratik özgürlüklere;
fikir, örgütlenme, bir araya gelebilip çıkarlarını korumak için birlikler oluşturma; partiler
kurma özgürlüklerine ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, demokrasi dene şeyin biricik garantisi ve
sağlayıcısı, işçi sınıfı ve hareketidir.
Ama işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde toplumdaki tüm ezilenleri ve gayrı
memnunları birleştirip, sadece işçiler için ekonomist bir hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve
demokratik bir karakter kazanabilir.
Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil, Türkiye’nin yakın tarihi de bunu
kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin hem yükseldiği hem de demokratik talepleri
toplumun gündemine taşıdığı bir dönemdi. Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi
yoktur hem de devrimci ve demokratik talepler.
Đşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde ettiği takdirde, toplumdaki zenginlik ve
yoksulluk farkları azalır. Çünkü ezilenler bu haklara dayanarak kapitalistler karşısında
pazarlık güçlerini yükseltirler; vergiler aracılığıyla ulusal gelirin yeniden dağıtımında
ağırlıklarını koyarak, zenginlik ve yoksulluk farklarını nispeten daha ılımlandırıcı tavizler
koparabilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve çözülmeye yol açan, korkunç
yoksulluk ve zenginlik farkları azalır.
Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban bayramını bekleyen yoksullar olmaz. Böyle
zenginlik ve yoksulluk farkları ve bunun yarattığı çürümeler olmayınca, böylesine gösterişli
hayvan katliamları da olmaz.
Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların hiçbir zaman hakları olmaz. Orada avane
kliyen ilişkileri geçerli olur. Zengin olan, üstün olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara
“kıyak” yapar. Alttakiler de ona karşı sürekli gebe ve mahkum kalırlar.
Demokraside ise, insanların hakları olur. Kimse bu hakları için kimseye minnet etmek
zorunda değildir. Böyle bir toplumda, birbirinin elini öpen, yağcı, garibanın karşısında Allah
kesilip güçlünün karşısında köpekleşen insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır.
Türkiye’deki sistem, bunun tam tersini yaratmakta ve üretmektedir. Bürokratik oligarşi tüm
toplumsal sistemi bu haklar değil, hoşgörü veya görmezden gelme ilişkisine göre kurmuş
bulunmaktadır.
Burjuvazi de bunun karşısında, haklara değil, aynı şekilde, avane, kliyan (klik) ilişkilerine
dayanan bir sistemi savunmaktadır. Kurban bayramlarının böylesine bir katliama, zenginlik
ve hayır severlik gösterilerine dönüşmesi, hep bu demokrasi yokluğunun; hak yoksunluğunun;
avane kliyan ilişkilerinin tüm topluma egemenliğinin bir yansıması ve sonucudur.
Kemalist oligarşi ile burjuvazinin politik Đslam’ı aslında aynı sistemi savunmaktadırlar.
Demokratik haklara değil, hoşgörüye, gebe bırakmaya dayanan sistemdir bu. AK Partili

122
belediyelerin yoksullara ekmek dağıtması da, kurban bayramlarının gösterişli hayvan
katliamları da; “kapkaççılık” da, müthiş zenginlik ve israf da bütün bunlar hepsi aynı sistemin
ayrılmaz parçaları; aynı madalyonun farklı yüzleridir.
Politik Đslam, ne Đslam’dır ne de demokratiktir. Politik Đslam, ulusu, yani politik olanı dinle
veya Đslamla tanımlayan gerici bir milliyetçiliktir. Eğer sorun Müslüman olmak ise, bu gün
Müslüman olmak ancak tutarlı demokrat olmakla; toplumda tüm değerleri yaratanların,
çalışanların her türlü örgütlenme, fikir, gösteri özgürlükleri için mücadele etmekle;
toplumdaki hiçbir dilin, dinin, etninin özel bir imtiyazı olmaması için mücadele etmekle
mümkündür.
Bu günün dünyasında, bir zamanlar kurban kesmenin sağladığı sevabı; ancak demokratik
haklar için hapiste yatmak; sürgünlerde yaşamak; ezilen ve yoksulların demokratik hakları
için mücadeleye girmek sağlayabilir. Bu özgürlükler ve haklar için bir şey yapmamak, hatta
karşı olmak; sonra da yoksullara yardım ve dindarlık adına gösterişli veya gösterişsiz
kurbanlar kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla, ne insanlıkla ilgisi yoktur. Bunlar cehennemde
yanmaya layık gühahkarlardır.
Türk devletinin Türk devleti olmasına, Türkçe’nin resmi devlet dili olmasına; yurttaşlığın
Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmadan; tüm dillerin eşitliğine savunmadan; yurttaşlığın
hiçbir din, dil etni ile bağlantısının olmaması gerektiğini savunmadan “Müslüman” da
olunamaz, demokrat da olunamaz.
Gerçek Müslüman, diyanet işlerinin lağvını, Sünnilerin de tıpkı aleviler gibi, din görevlileri
için kendi gönüllü bağışlarıyla onlara bakmasını savunur.
Bir yandan bu konularda ağzını açmayacaksın, hatta bu günkü çürütücü ve gerici sistemi
savunacaksın, diğer yandan da, haç, kurban ya da Đslamiyet’in faziletleri üzerine geviş
getireceksin ve kurban kesip sözde aç ve yoksul bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları
kendine veya zenginlere minnet borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır.
*
Bayram her şeyden önce çalışılmayan gün demektir. Çalışılmayan bir gün ise, o çalışılmayan
günde insanları aç kalmaktan kurtaracak bir artı ürünü var sayar. Bu artı ürün ise, belli bir
emek üretkenliği düzeyini.
Đnsan bu düzeye ancak, neolitik devrimle ulaşmıştır. Dolayısıyla, Kurban bayramı, sadece
çocuklar yerine hayvanların kurbanına geçişin değil, aynı zamanda bayram denen, çalışmadan
yaşanabilecek günlerin ortaya çıkışını da sembolize eder.3
Neolitik devrim öncesinde, insanların kıtlık içinde yaşadıkları çağlarda da elbette rastlantısal
iyi bir av sonucu, ya da uygun bir mevsim dolayısıyla bol yiyecek bulunduğu zamanlar

3
Oruç ve şeker bayramı büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılığın kıtlığı ve nefsi kontrol altına almaya
yönelik kurallar ve rastlantısal artı ürünü tüketmeye yarayan şölenlerin, neolitikten sonra varlığını
sürdüren bir kalıntısı olabilir. Neolitik öncesi dönemlerin bir hatırlatılması ve ondan kurtuluşun
kutlanması gibidir.

123
olabiliyordu4. Ama bunlar tamamen rastlantısaldı ve düzenli değildi. Dolayısıyla, sürekli bir
artı ürün olmadığından, bu rastlantısal artı ürünün korunması ve saklanması için gerekli
ihtiyaç ve teknikler de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal artı ürünler derhal
tüketilmeliydi.
Bu nedenle neolitik devrim öncesinde bayram yoktur, rastlantısal artı ürünleri tüketmeye
yarayan şölen vardır. Neolitik aynı zamanda bayramın da keşfidir. Bir bakıma Kurban
Bayramı, sürekli ve düzenli bir artı ürünün varlığının, yani bayramın keşfinin de bayramı
sayılabilir. Đnsanlık tarihinin bütünü göz önüne alındığında, gerçekten bayram olarak
kutlanmayı hak eden muazzam devrimci değişikliklere; üretim güçleri, ilişkileri ve
üstyapıdaki muazzam değişikliklere denk düşmektedirler bu ve benzeri bayramlar. Her
sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları kutlamalıdır, insanlık tarihindeki en büyük devrimlerin
bir anısı olarak. Ama bu bayramları kutlamak, bu gün yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı
mücadelesiyle olabilir.
Semavi dinler de çok büyük toplumsal devrimlere karşılık düşerler elbet. Bu dinler sonra
gelişen uygarlık ve sınıflı toplumlar içinde, nispeten eşitlikçi büyük reform ve devrimleri
sembolize ederler.
Örneğin Đsa’nın doğumunun kutlanmasını ele alalım. Birbiri peşi sıra gelen uygarlıklar koca
Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek Pazar kılmış, bir tek uygarlık alanında birleştirmişti. Hepsi
Roma’nın egemenliği altındaydılar ama her kavim, hatta her kabilenin ayrı tanrıları,
dolayısıyla ayrı hukuku var olmaya devam ediyordu; insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan
totemler artık üretici güçlerin o günkü gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline
gelmişlerdi. Tüm bunları aşacak, tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı toplumsal ilişkileri,
aynı politikayı geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı gerekiyordu. Hıristiyanlık Roma’nın
sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği üst yapıyı sağlıyordu. Ama bunu yaparken aynı
zamanda, yoksullara ve kölelere, Allah evreni altı günde yarattı yedinci gün dinlendi diyerek,
haftada bir, yani yılda elli iki gün tatil hakkı da veriyordu. Ondan sonra hiçbir hareket ve
devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara sağlayabilmiş değildir. Đşçi hareketinin
muazzam savaşlar sonucu elde ettiği sekiz saatlik iş günü bile bunun yanında küçük kalır
Çürümüş Bizans ve Sasani, yani Çin ve Hint yolundaki Uygarlığın ve Akdeniz Ortadoğu
uygarlığının çıkmaza girmiş toprak ilişkilerini yeniden düzenleyen; nispeten daha eşitlikçi bir
düzen kuran Đslam da bir tür devrim idi, bu anlamda, insanlar bilincinde olmasa bile Đsa’nın ya
da Muhammet’in doğumunu kutlarken, gerçekten büyük devrimleri bir bayram olarak
kutlamış oluyorlardı.
Modern “ulusal bayramlar” ise, bu bayramların yanında bayram adıyla anılmaya layık hiçbir
kazanım sağlamamışlardır insanlığa. Đlk burjuva devrimleri, yani Amerikan ve Fransız
devrimleri, daha ilk adımlarında gericileştiler. Modern toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı,

4
Newroz bayramı orta doğuda doğanın uyanışıyla, baharla bağlantılı olduğundan, baharın sağladığı
nispeten daha bol av ve bitki anlamına geldiğinden muhtemelen kökleri neolitik devrim öncesinin
bahar şölenlerine dayanıyor olsa gerektir.

124
insan haklarıyla tanımlıyor; insanı da dini, soyu, etnisi ne olursa olsun eşittir diye
tanımlıyordu. Ne var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin kalıntılarıyla; yani insanın
sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle; hem de burjuvazinin yurttaşları (yani
insanları), belli bir dil, etni veya dinden olan veya belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan
insanlarla sınırlayan gerici milliyetçiliğe geçişi nedeniyle, tam anlamıyla birer gericilik
insanlara karşı bir tehdit ve terör gösterisidir bu günün “modern”, “ulusal” bayramları.
Tanklar, toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine dayanırlar ve bu anlamda birer karşı
devrim bayramları, birer gericilik ayinidirler.
Bu bayramların birer tatil günü olması, işçilerin ve emekçilerin bundan biricik kazancıdır ve
burjuvazinin işçi ve emekçilere verdiği bir rüşvettir.
Sosyalist devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler olduğundan çok söz edilmiştir. Ama esas
tamamlanmayan ve “ihanete uğrayan” devrim, burjuva devrimidir. Burjuva devrimlerinin,
“vatanım yer yüzü, milletim insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir din, dil,
etni, soy ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa çevrilmiştir.
Burjuva devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı altında işçi hareketi sahiplenmiştir.
Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs, aslında, sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü
milletim insanlık” diyen, ihanete uğramış ve unutulmuş burjuva devriminin bayramıdır.
Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu idealini terk etti. O da, bürokrasinin
egemenliği altında, burjuvazinin yoluna girdi. 1 Mayıslar, tıpkı gerici burjuvazinin tanklı
toplu ulusal bayramları gibi, bürokrasinin sosyalist veya enternasyonal isimli ulusal
bayramları; yani karşı devrimlerin bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde
varlığını sürdüren burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu.
Bu günün dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş sınırlara karşı bir hareket, yani bir
yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine dayanan bir hareket ve onun başarısı ancak modern
toplumun adına layık bir bayram oluşturabilir. Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil,
modern burjuva uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun
bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabilmesi için, bu günkü
gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının yer yüzünden silinmesi gerekmektedir.
Burjuva toplumun ve uygarlığının bayramı işçiler eliyle oluşabilir. Đşçiler bu bayramın,
sınıfsız toplumun değil, işçilerin, yani burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has
ürününün bayramı olduğunu bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bayram yapma şansına
sahip olabilirler.
Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı hiç olmayacaktır. Çünkü orada devlet
olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları ve sömürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve
devletin yarattığı yabancılaşmalar olmayacaktır.
Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur. Hayat bir bayram olunca da bayramların
var oluşunun bir anlamı kalmaz.
Bu anlamda sosyalizm için mücadele, bayramları yok etme ve anlamsız kılma mücadelesidir.
10 Ocak 2006 Salı

125
„Pardus – Ulusal Đşletim Sistemi”

Bir zamanlar bir Ermeni usta tanımıştım. Çalışanlar bir hata yapıp da yaptıklarını bozunca ve
o ana kadarki emeklerinin boşuna gittiğini düşünerek o bozuk parçayı atmaya
niyetlendiklerinde “Emek zayi olmaz” (Kaybolmaz) diyerek o işe yaramaz, boşa gitmiş gibi
görünen emek ürününü bir kenara koyar, atmazdı. Ve gerçekten hemen daima gün gelir o işe
yaramaz, boşuna sarf edilmiş emek gibi görünen parça bir yerde, bir şekilde, bir işe yarardı.
Aynı kural ezilenlerin kurtuluşu için yapılan çabalar ve fedakarlıklar için de geçerlidir. En
boşuna gitmiş, bilinmez kalmış çabalar bile boşa gitmez. Hiç umulmadık bir yerlerde o
görünmez, bilinmez dip akıntılarının ferahlatıcı billur bir kaynak suyu gibi gün yüzüne çıktığı
görülür.
Marks bunu, hep toprağın altında giden ve hiç umulmadık anda gün yüzüne çıkan bu
gelenekleri köstebeğe benzetmişti. Hatta, bu benzetme nedeniyle dünyanın bir çok ülkesinde
Devrimci Marksistler köstebeği kendilerine bir sembol olarak seçerler.
Evet, “Emek zayi olmaz” ve aynı şekilde “hiçbir şey de yoktan var olmaz”.
En sıradan bilgeliklerin bile ardında, insanlığın binlerce yıllık birikimi gizlidir. Bir zamanlar
Mandel’in de dikkati çektiği gibi, en kendiliğinden hareketlerin kabuğunu biraz kazıyın, onun
altından bir anarşistin, bir komünistin, bir sosyal demokratın çabalarının (veya kapitalizm
öncesi tarihin eşitlikçilik kalıntılarının, komün geleneklerinin hiç bilinmez, yok olmuş
sanılan) kızıl tortusu çıkar.
Dijital devrim ve elektronikle birlikte, en azından görme ve duyma duyularına hitap eden
şeylerin, hemen hemen hiçbir emek sarf etmeden, sonsuzca çoğaltılabilmesi, yani dijitalize
edilebilen şeylerde fiilen emeğin yok olması; Marks’ın Komünist toplum için önkoşul olarak
belirttiği, “zenginliklerin gürül gürül akması” olanağı ortaya çıktı.
Ne var ki, kapitalizm bu olanağı tüm insanlık için kullanmaktansa, dokunulmaz tabu özel
mülkiyet tanrısına ve kara kurban etti.
Aslında insanlık tarihinin ses, yazı ve resme dönüştürülebilen tüm kazanımları, tüm bilim ve
sanat, hiç karşılıksız tüm insanların emrine amade kılınabilirdi. Ama kapitalizm bu olanağı
özel mülkiyetin mihrabında kurban etti ve bu kurbanın kanıyla Bill Gates’lerin,
Mıcrosoft’ların, Mac’ların, Sony’lerin, Oracle’ların milyarlarına milyarlar katıldı. Yer
yüzündeki zenginlik farkları kat be kat arttı.
*
Bu gün kullandığımız dil nedir? Yaşamış ve yaşayan milyonlarca insanın bir ortak ürünü değil
midir? Eğer atalarımız olan insanlar ürettikleri sözcüklerin, eklerin, kuralların “Copyright” ve
mülkiyet hakkını alsalardı; özel mülkiyet şimdiki kapitalizmde olduğu gibi, bir dokunulmaz

126
tanrı olsaydı, bu gün dilimiz olur muydu? Kullandığımız her sözcük için Copyright hakkı
ödenek zorunda olsaydık, bırakalım bu uygarlığı, bir “sosyal hayvan” olabilir miydik?
Bu gün insanlığın düşürüldüğü durum hiç mübalağasız budur. Bırakalım insanlığın binlerce
yılda ürettiklerini bir yana, doğanın milyonlarca yılda bulduğu gen kotları bile özel mülkiyetin
mihrabında kurban edilmektedir.
Elbet bu gidişe karşı her zaman bir direniş de oldu. Köstebek, yer altında yaşamaya ve yeni
kanallar açmaya devam etti. Bu direniş elbette, bir çete savaşı biçiminde, gerilla yöntemleriyle
yürüse de hep var oldu ve oluyor.
Bu direnişin ayak izleri sürüldüğünde, ardında hep eski 68’liler, sosyalistler, anarşistler,
eşitlikçi idealin geleneğinden gelenler görülür.
Yani en kendiliğinden gibi görülen, 80’lerin, 90’ların yeni muhafazakarlığın ve kapitalizmin
zaferlerinin belirlediği ideolojik ikliminde, politikaya ve sosyalizme uzak durmaya özel bir
özen gösteren ve vurgu yapan ama fiilen özel mülkiyete, statükoya karşı direnişlerin,
muhalefetlerin bile kaynağına gidildiğinde, oralarda “zayi olmamış bir emek” görülür. Hiçbir
şey yoktan var olmaz.
Bu direnişlerin en bilineni, Linus Torvald adlı Finlandiyalı öğrencinin adeta oyun oynarcasına
temelini attığı ve Linux adını almış işletim sistemidir.
Bu öğrenci Linux’u herkesin kullanımına ve bilgisine sundu. Herkes onu istediği gibi
kullanabilecekti, ama kendi katkılarını ve yaptığı değişiklikleri de yine herkesin katkısına
sunacaktı. Buna “açık kaynak kotlu özgür yazılım” adı veriliyor.
Böylece işletim sistemi tıpkı bu gün kullandığımız diller gibi gönüllülerin katkılarıyla
gelişecek ve her katkı da yine herkesin kullanımına açık olacaktı. Gerçekten de, binlerce ve
binlerce programcının amatörce ve gönüllü katkılarıyla bu gün Windows’u korkutan,
neredeyse onun yaptığı her şeyi yapabilen ve ondan çok daha güvenli Linux adlı devasa
işletim sistemi ortaya çıktı.
En kendiliğinden direnişlerin bile ardında eşitlikçi bir toplum idealine dayanın bir çabanın
bulunduğu ilkesi Linux’un doğuş öyküsünde de geçerliliğini korur. Linus Torwald 80’lerin,
90’ların ideolojik ikliminin ürünü, tipik politikaya uzak duran bir bilgisayar “freak”ıdır.
Peki nereden nasıl olmuştur da böyle bir şeyi akıl etmiştir?
Biraz derine gidince Linus Torwald’ın Finlandiyalı aydın ve komünist (muhtemelen burjuva
sosyalisti) bir aileden geldiği görülür. Yani belki Linus Torvald’ın kendi bile bilincinde
değildir ama, bir şekilde eşitlikçi ideallerin bir etkisi vardır Linux’un kökeninde. Tarihin
köstebeği başını çıkarır oradan.
*
Linux kökeninde özel mülkiyete karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir direniş olmasına rağmen, son
yıllarda ulusal devletler arasındaki kapışmada ve emperyalistler arası rekabette, ABD
emperyalizmine karşı değir emperyalistlerin bir silahı olarak kullanılmaya başlandı.

127
Bu günün dünyasında hiçbir hükümet ya da devlet şöyle bir şey yapmadı: Linux’u
destekleyenlere, yine Linux’un kurallarına uygun olarak destek vermek.
Yani hiç bir hak iddia etmeden, Linux’un tüm dillerden, tüm alfabelerden tüm insanların
hiçbir ücret ödemeden kullanabileceği, her türlü ihtiyacı karşılayan programlarla donanmış bir
sistem olmasını; bunun herkesin kullanımına amade olmasını hiçbir devlet desteklemedi.
Aslında binlerce gönüllünün imecesiyle oluşan Linux, Open Office gibi yazılımlara
verilebilecek küçük bir destek ve organizasyon katkısı bile, Linux’un bu gün Windows’tan
çok daha kullanışlı, emin ve yaygın olmasını sağlayabilirdi.
Ama bu aynı zamanda özel mülkiyete karşı bir davranış da olurdu. Elbette, her biri gerici
ulusçuluk ilkesine göre örgütlenmiş ve bizzat kendileri de özel mülkiyetin bekçileri olan
devletlerin hiç birisinde böyle bir çaba ya da niyet görülmedi ve görülemezdi. Onlar Linux’u
kendi gerici milliyetçiliklerinin, devletler arası rekabetlerinin bir aracı olarak kullanmaya
çalıştılar ve bu yönde girişim ve desteklerde bulundular.
Onlar, diğer emperlayistler veya diğer ulusal devletler, binlerce insanın gönüllü ve ortak
çabalarıyla oluşmuş Linux’u, ABD’nin ve Microsoft’un egemenliğine karşı sadece kendi
ulusal rekabetleri düzeyinde ve ona hizmet edecek şekilde desteklediler. Genellikle devlet
dairelerinde veya stratejik önemi olan devlet kuruluşlarında Linux’ları bilgisayarlara
yüklediler.
Örneğin Almanya’da Knoppix adlı Linux, resmen devletin desteğiyle, ABD’ye ve
Microsoft’a karşı piyasaya sürüldü.
Örneğin Çin resmi işletim sistemi olarak Linux’u destekleme kararı aldı. Ama hep kendi
devlet çıkarları için, özel mülkiyete karşı bir destek değildir bu. Aksine bu kollektif çabayı,
bir devletin çıkarlarının aracı olarak kullanmaya yöneliktir bu girişimler.
Şimdi aynı şeyin Türkiye’de de yapıldığı görülüyor. Zaten Türk devletinin, istihbaratının ve
ordusunun stratejik hesaplarıyla bağlantılı araştırmalar yapan TÜBĐTAK’ın desteğiyle,
Uludağ Üniversitesi tarafından Pardus adlı bir “ulusal işletim sistemi” çıkarıldı.
Pardus adı, veya Almanya’daki Knoppix adı kimseyi yanıltmasın. Đşletim sistemi tamamen
Linux’tur. Linux’a sistemin bilgisayara kuruluşuyla ilgili bazı ekler, grafikler koyulmakta ve
başka bir isim verilmektedir. Bir de Pardus’ta olduğu gibi, Türkçe’ye çevrilmektedir.
Almanca gibi yaygın dillerde ise bu çeviriye bile gerek yoktur, çünkü gönüllüler bunu çoktan
yapmış bulunmaktadırlar. Yani bütün sistem, aslında, binlerce Linux destekleyicisinin ortak
çabalarının ürünü olan Linux’tur.
*
Bu devletler bu girişimlerini, ilericilik, tekellerin egemenliğine ve Emperyalizme karşı bir
direniş gibi satmakta ve işin kötüsü bir çok sol eğilimli de böyle sanmaktadır. Bunun böyle
olmadığını Pardus örneğinde görelim.
Önce Pardus’un adından kendisine kadar nasıl bir düzenbazlık olduğunu görelim.

128
Pardus, bütünüyle Linux’un alınıp, Türkçe destekli yapılmasından, Türkçe’ye çevrilmesinden
ve bazı küçük eklentilerden ibarettir.
Böyle yaparak, ona hemen “Ulusal Đşletim Sistemi” adı verilmektedir.
Burada tıpkı tarihin ve dillerin uluslar ve ulusçuluk tarafından yağması gibi, belki çoğu
kendini bir ulustan bile kabul etmeyenlerin ortak çabasıyla oluşturulmuş muazzam bir emeğe,
gerici, kendini Türklükle tanımlamış bir devlet ve bir ulus tarafından el koyma; onun gasp ve
yağma etmek söz konusudur.
Ama bu gericilik, adından sembolüne kadar tam bir alaturkalıkla maluldür.
Linux’un sembolü sevimli bir Penguen’dir.
Türkler gibi savaşçı ve kahraman bir ulusun ve o ulusun devletinin işletim sisteminin
sembolü, şu son zamanlarda homoseksül de olabildikleri keşfedilen Penguen olur mu?
Haşa!..
Erkek ve savaşçı bu millete namına yakışan yırtıcı bir hayvan sembol olabilir ancak. Türklük
düşmanları, bu milli işletim sisteminin adını bile görünce tir tir tiremelidirler.
Peki bu yırtıcı hayvan ne olabilir?
Eğer bu program on yıl önce çıksaydı ona Bozkurt ya da Kurdun Latince karşılığı Lupus
veya Boz Lupus gibi bir isim verileceği garantiydi.
Ama şimdi “çok kültürlülük”, “Anadolu’nun renkleri”, Avrupa Birliği’ne giriş gibi
söylemlerin “in” olduğu bir iklimde yaşanıyor. O halde, savaşçılık ve yırtıcılık post modern
bir posta bürünmelidir.
Đste seçilen Pardus adı, tam da böyle kaygıların ve böyle bir ideolojik iklimin ürünüdür.
Pardus, sitede yapılan açıklamaya göre, Anadolu Parsı’nın bilimsel sınıflamadaki adından
geliyormuş. Böylece hem Anadoluluğa hem de Latince bir sözcük kullanarak çok
kültürlülüğe, hem bilimselliğe bir göndermede bulunuluyor. Hatta Ekolojistlere bile bir
gönderme var bu isimde. Çünkü bu hayvan aynı zamanda nesli tükenmiş veya tükendiği
sanılan bir hayvan.
Pardus’un indirmeye sunulduğu Uludağ Üniversitesinin sitesindeki “Sık Sorulan Sorular”
bölümünde Pardus ismiyle ilgili olarak yazılanlar şunlar:
“Pardus ismi nereden geliyor? Neden dağıtımın adı projenin adından farklı?
Pardus adı, Anadolu Parsı'ndan, Panthera Pardus Tulliana'dan geliyor.
Anadolu Parsı, Leopar alttüründeki büyük kedilerin Anadolu’daki son temsilcilerindendir.
Boyu 200-250 cm, ağırlığı dişilerde 35-50 kg, erkeklerde 45-70 kg civarındadır. Yaklaşık
ömrü 20 yıldır. Oldukça çevik olan Anadolu parsı, etoburdur ve geyik, yaban keçisi, yaban
domuzu, küçük memeliler ve kuşlar gibi bir çok hayvan avını oluşturur. Anadolu Parsı Ege ve
Batı Akdeniz, Doğu Akdeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde, daha çok ormanlık ve dağlık
alanlarda yaşamıştır. Doğal yaşam alanları ve av kaynaklarının azalması parsları insanların

129
yaşadığı yerlere yönlendirmiş ve bu da genellikle vurularak ya da zehirlenerek
öldürülmelerine yol açmıştır.
Anadolu parsı ile ilgili son resmi kayıt 17 Ocak 1974 tarihinde Beypazarı ilçesinin 5 km
batısında bulunan Bağözü köyünden bir kadına saldırması sonrasında vurularak öldürülmesi
üzerinedir. Neslinin tükendiği yönünde görüşler bulunmasına karşın, bugün Türkiye'de 10-15
Anadolu Parsı kaldığı da öne sürülmektedir. 2001 yılında Doğu Akdeniz bölgesi Dandi
mevkiinde ve Doğu Karadeniz bölgesi Müsikli deresinde, 2004 yılında da Doğu Karadeniz
bölgesi Pokut yaylasında görülmüştür. Anadolu parsının varlığını kanıtlamak ve koruma
altına almak için doğa gönüllülerinin çabaları aralıksız sürmektedir.”5
Bu satırları okuyan veya Pardus Sembolüne de bakan, sanır ki, Anadolu Parsı’nın adı
Pardus’tur.
Halbuki Bilimsel isim sınıflamasına göre, Panterha Pardus Leopar ya da Panter’lerin genel
adıdır. Yani şu Pardus, Anadolu’da değil, Afrika’dan kutuplara kadar (Kar Panteri) her yerde
vardır. Bu genel aile içinde, Anadolu’da ya da Anadolu, Kafkaslar çevresinde yaşayanının
payına bu isimden düşen, alt türü belirleyen Tulliana kısmıdır.
Yani eğer Anadolu Panteri’nden söz etmekse amaç, onun adı Tulliana olmalıdır.
Açık ki, amaç aslında, Anadolu’da yaşayan bir hayvanın adını vermek de değildir programa.
Önemli olan imajdır. Ve imaj da hem Türklüğe hem de zamanın ruhuna uygun olmalıdır.
Eğen gerçekten Anadolu’da yaşayan bir panter türünün adı amaçlanmışsa adının Tulliana
olması gerekir. Ama Tulliana da öyle tüllü müllü gibi bir izlenim uyandırıyor. Olur mu?
Tüllerle müllerle kadın kısmının işi olur. Türkler gibi erkek ve savaşçı ve de artık aynı
zamanda ekolojist ve de çok kültürlü ve de bilimi “hayatta en hakiki mürşit” bilen ve de bu
nedenle Latince bilimsel isimler karşısında kompleks duymayan; tam Ertuğrul Özkük’ün
haklarında yazı yazabileceği Atatürk’çü, milleytçi ve de modern Türklerin “Ulusal Đşletim
Sistemi”nin adı böyle tüllü müllü şeyler olamaz. Yok Pardus genel ailenin adıymış? Kim
uğraşır bunlarla. Đsim dediğin şöyle patlamalı, dinamik olmalı, Türklüğün düşmanlarını daha
söylenişiyle titretmeli. Bunun için en uygunu da Pardus!.. Tüm ihtiyaçları karşılayan bir isim.
Bunları şaka gibi yazıyoruz ama bu ismi seçenlerin bilinç altına ve eğilimlerine gittiğinizde,
tam da bu gibi kaygıların o isim seçimini belirlediği görülür. Hiçbir şey öyle gökten zembille
inmez ve bu anlamda rastlantısal değildir.
Niye bir Çiçek, bir penguen değil de, bir panter. Niye Anadolu Panterinin özgün adı Tulliana
olmasına rağmen, leoparların genel adının bir bölümü? Bütün bu soruları sorup cevaplarını
aradığınızda, bu toplumun iliklerine işlemiş bu eğilimler görülür.
Ama bu bize, Türkiye’deki egemen sistem, bürokratik oligarşi hakkında sağlam bir fikir de
verir. Bürokratik oligarşinin modern araçlar ve biçimler kullanmakta oldukça mahir olduğu ve
bu araçlar aracılığıyla da ayrıca bir ideolojik etki sağlamayı bildiğini de gösterir.

5
http://www.uludag.org.tr/sss.html#ulusal

130
Kimse için bir sır değildir, solcu ve muhalif insanların ekolojiye genellikle ilgi duydukları;
Linux gibi işletim sistemlerini destekledikleri vs..
Bu modern görünümler aracılığıyla, büyük ölçüde şehir orta sınıflarını modernleşme zafer
arabasına bağlamaktadır bürokratik oligarşi. Ve de sanılmaktadır ki, modernleşme
demokratikleşmedir.
Sanılmaktadır ki, Linux adlı bilgi işlem sistemini destekleyerek; artık yok olduğu düşünülen
bir hayvan türünün Latince adını alarak; hayvanı Orta Asya’dan değil de Anadolu’dan seçerek
Türk devleti artık daha demokratik ve ilerici olmaktadır.
Bunların ne demokratlıkla ne de ilericilikle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Aksine bunlar
böyle bir yanılsamaya yol açtıkları için, çok daha tehlikelidirler.
Türkiye’deki Bürokratik oligarşinin bu esnekliği ve oyunu yeterince anlaşılamamaktadır.
Onun bir tek amacı vardır Đktidarın elinde bulunması. Hiçbir şekilde demokratikleşme ve
haklar olmaması; ama eldeki gücün ve yetkilerin bir sorun olmadığı sürece, kullanılmayarak,
bir demokrasi ve özgürlükler varmış izlenimi ve yanılsaması yaratılması.
Đşte bu Pardus bile, buna hizmet etmekte, bu egemen kastın egemenliğine ideolojik bir araç
işlevi görmektedir.
Sanıldığının aksine ABD emperyalizminin egemenliğine karşı bir direniş de değildir, Linux’a
dayanan bir “ulusal işletim sistemi” yapmak. Sadece Türkiye’nin egemeni Bürokratik
oligarşinin ve Burjuvazinin emperyal çıkarlarını diğer emperyalist karşısında korumanın
aracıdırlar. Gericilikleriyle ABD’nin ekmeğine yağ da sürerler.
*
Herkes öylesine ulusu dille,dinle, etniyle, dille tanımlayan gerici ulusçuluğun egemenliği
altındadır ki, hiçbir dile, dine, etniye, soya dayanmayan bir demokratik ulusçuluk ve bunun
anti emperyalist özü tasavvur bile edilememektedir. Bunun için, ulusal değil, ya da ulusu
demokrasiyle, bütün dil, din, kültürlerin eşitliğiyle; bunların politik bir anlamının
olmamasıyla; her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğüyle tanımlamış bir demokratik
ulusçuluğun olabileceği tasavvur bile edilememektedir.
Böylesine devrimci ve demokratik bir ulusçuluğun nasıl davranacağını göz önün getirelim.
Birincisi, o işletim sistemini Türkçe yapmaz. Çünkü demokratik bir cumhuriyette ulus bir dile
göre tanımlanmaz, nasıl bir dine göre tanımlanmıyorsa öyle. Tüm diller ve kültürler eşittir.
Ortak anlaşma için, dil veya diller ise, ulusun tanımına değil; pratiğe ilişkin bir sorundur. Bu
pek ala o topraklarda yaşayan insanların çoğunun konuşmadığı veya dünyada genel kabul
görmüş bir başka dil veya diller de olabilir. Demokratik bir cumhuriyette herkes istediği dili
anadili olarak seçmek ve o dilde eğitim görmek hakkına sahip olur.
O zaman, böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir cumhuriyet, Linux’u
sadece Türkçe’ye çevirmez, Türkiye’de yaşayan ve anadilinde eğitim gören bütün insanların
dillerine çevirir en azından. Yani Kürtçe, Arapça, Süryanice, Ermenice, Rumca. Hatta Türkler
büyük çoğunlukta ve uzun yıllar egemen ulus olduklarından, fiiliyatta her zaman Türkçe’nin

131
lehine bir eşitsizlik olacağından, öncelikle ve özellikle, toplumu zehirleyen eşitsizliklerle
mücadele edebilmek için, diğer dillere öncelik verir “ulusal işletim sistemi” yapmak için.
Ama yaptığına da “ulusal” diye bir sıfat vermez. O “vatanım yeryüzü, milletim insanlık”
diyen, devrimci ve demokratik ulusçuluğun destekçisi ve taraftarı olduğundun, Zaten var olan
demokratik Linux’a bu demokratik devletin yurttaşlarının kullandığı dillerin olanaklarını
sunmuş olur.
Yani bu demokratik cumhuriyet, dünya çapındaki Linuxçular topluluğunun bir parçası ve
destekçisi olur. Gönüllü katkılarla bu programı örneğin Ermenice veya Süryanice’ye
çevirecek pek kimse çıkamayacağından, bu eşitsizliği bir ölçüde gidermeye çalışır ilk elde.
Dolayısıyla “Anadolu parsı” isimlere de gerek duymaz, Linux’un sevimli penguenini alır ve
aynen kullanır. Böyle bir ayrı isim veya sembol gibi sorunu bile olmaz. Aksine dünya
çapındaki bu demokratik hareketin mütevazı bir destekçisi olmaya çalışır.
Ama böyle bir yaklaşım, aynı zamanda, tüm diller ve dinler için demokratik bir örnek
oluşturduğundan, gerek ABD’ye gerek bölgedeki ve dünyadaki bütün kendini dil, din, etni,
soy ile tanımlamış devletlere karşı tüm halkların ittifakının temelini atar.
Bu gün, ABD ile, Çin ya da Türkiye’nin Bürokratik oligarşisi veya Almanya arasındaki
ayrılık ve çatışmada bizim yerimiz anti emperyalizm veya ABD’ye karşı mücadele adına, aynı
gericiliği savunan bu ülke ve devletlerin yanı olamaz.
Aksine bizler, tıpkı birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, yenilgici olmalıyız.
Bunların hepsinin savunduğu, aynı gerici ulusçuluktur. Ayrılıkları devletlerin ve ulusların,
yani politik olanın, dile, dine, etniye göre kurulmasında veya tanımlanmasında değil; hangi
dile, dine, etniye göre kurulacağında ya da tanımlanacağındadır.
O halde onlar, ulusu bunlarla tanımlamayı reddeden devrimci ve demokratik ulusçulu
karşısında aynı gerici ulusçuluğa ortak cephesinde yer almaktadırlar.
Đşçi hareketi tekrar ileri atılabilmek için, devrimci demokrasinin bu programına geri dönmek
bu bayrağı yükseltmek; aydınlanmanın “tamamlanmamış proje”sini insanlığın ve kendisinin
önüne koymak zorundadır.
12 Ocak 2006 Perşembe

132
Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler

Eskiler, “bina ve zina”nın çoğalması Kıyamet alametidir derlerdi. Sanılanın aksine bu öyle
çok da yanlış bir gözlem değildi, yaşanmış tarihten çıkarılmıştı. Tarihsel Devrimler, yani
uygarlıkların “Barbarlar” tarafından yıkılışları yasasının yüzeyde bir görüntüyle ifadesiydi.
“Bina” demek, Kent demektir, Kent demek Uygarlık demektir; Uygarlık demek Sınıf Farkları
demektir; Sınıf Farkları demek Sınıf Savaşı demektir. Sınıflar Savaşı demek, Bir tarafta üst ve
egemen sınıf, diğer tarafta alt ve ezilen sınıf demektir; bu da üst sınıfın üst ve egemen
konumunu korumak için oluşturduğu silah, yani Devlet demektir; bütün bunların hepsi,
egemen, üst ve zengin sınıflarda Đbni Haldun’un “bedevilik” dediği, ilkel komün
geleneklerinin henüz yaşadığı zamanın nefsine egemenliğinin; “bir lokma bir hırka”
geleneklerinin tükenmesi; dünya zevklerine düşkünlüğün, hasılı “zina”nın artması demekti.
Ve bu alametler belirince de, o uygarlık, bir kıyamet ile (Hikmet Kıvılcımlı’nın
kavramsallaştırmasıyla, bir “Tarihsel Devrim” ile; bir “Barbar akını” ile; Bir “Kavimler
göçü” ile) yok olmaya yazgılı olması demekti. “Mene Mene Tekel Upharsin” (Menetekel)
(Günlerin sayılı) her uygarlığın alnına yazılmıştı. Sodom Gomore ya da Lut, hep bu gidişin
kutsal kitaplara yansımış örnekleriydi.
Şimdi de binanın ve zinanın olağanüstü arttığı bir çağdayız. Kıyamet alametleri de belirdi.
Gün geçmiyor ki buzulların eridiği; ozon deliğinin büyüdüğü; bir zelzelenin ya da sel
baskınının veya tsunaminin binlerce insanın canını aldığı, bir salgın hastalığın veya
tehlikesinin kapının önünde olduğuna dair bir haber görmeyelim. Belli ki “Allah”, yoldan
çıkan kullarını cezalandırıyor. Binlerce ve milyonlarca insanın böyle düşündüğüne şüphe yok.
Ve derinden bakınca böyle bir düşünüşün pek de yanlış olmadığı görülür.
Allah’ın tıpkı doğa ve toplum yasaları gibi “ne yerde ne gökte, her yerde ve hiçbir yerde”
olduğunu göz önüne getirirsek, bu yasaların çocuksu bir imgesi olduğunu unutmazsak, doğa
ve Toplum da, Allah da yasalarına uymayan insanları cezalandırmakta olduğunu söylemek
yanlış olmaz. Nasıl, doğayı itaat altına almak için ona itaat etmek gerekirse ve itaat etmeyeni
doğa cezalandırırsa, aynı şekilde Allah da (yani doğa ve toplum yasaları da) da, kendisine
itaat etmeyenleri gazabına uğratır; uğratmadan önce de, semptomlar görülür (aklını başına
toplaması için, alametler yollar).
Eskiden bu yasaları sezen ve bu yasalara uygun bir yaşam tarzını, yani bir toplumsal düzeni
öneren; Allah’ın elçisi denen, yani tarih ve toplum yasalarını sezen ve onları insanların
anlayacağı şekilde onlara anlatan anlamında, peygamberler vardı.
Bu peygamberler, yani tarihin ve toplumun yasalarını en doğru olarak görüp buna uygun bir
yaşam ve toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar kendi
zamanlarının devrimcileriydi. Modern çağlarda ise gerçekten peygamberler gibi zulüm ve
azap içinde yaşayanlar; bu tarih ve toplum yasaları keşfetmeye ve ona uygun bir toplum

133
düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar, yani günümüzün
peygamberleri Tarihsel Maddeciler, yani Marksistler oldular.
Nasıl bütün peygamberler, hep Đbrahim’in soyundan ya da geleneğinden geldiler ve onun
geleneğinin devamcısı olduklarını söylediler; yollarını kaybedip şaşırdıklarında tekrar ona
dönerek yollarını buldularsa; modern peygamberler de, yani Lenin’ler, Rosa Luxemburg’lar,
Troçki’ler, Kıvılcımlı’lar, Mandel’ler de hep aynı şekilde davrandılar. Yani hep Marks’a
dayandılar.
Biz de eski veya modern peygamberlerin bu yolunu yordamını izleyelim. Bu kıyamet
alametleri karşısında, modern çağın peygamberlerinin Đbrahim’i Marks’a bakalım. Onun
bulduğu tarih ve toplum yasaları; yani “Allah’ın vahyleri”, ne diyor? Onlara bakalım.
Üretici güçler değişimlerinin belli bir noktasında, var olan üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin
hukuki ifadesi olan mülkiyet ilişkileriyle (yani siyasi, hukuki sistemle, üstyapı ile) bir
çelişkiye ve çatışmaya girerler. Bu sınıflar mücadelesinde ifadesini bulur. Ama ortada bir
devrimci sınıf yoksa veya bu devrimci sınıf bu ilişkileri değiştirecek yetenek gösteremezse;
(yani Allah’a gönül verenler zafer kazanamazsa), bir çöküş ve yok oluş (“Kıyamet”) aksi
durumda ise devrim (“Hakkın Zaferi”) gerçekleşir diyordu. Yani Kullar, yani insanlar,
Allah’ın dediklerine, yani Doğa ve Toplum yasalarına uygun davranmalıdırlar; uygun
davranılmazsa, o yasalar uymayanı cezalandırır.
Đşte şimdi yaşadığımız bu felaketler, hep bu, Allah’ın dediklerine uygun bir yaşam ve toplum
düzeni olmamasından dolayı ve bunlar hep Allah’ın, yani doğa ve toplum yasalarının insanları
Marks’ın dediğine uygun olarak cezalandırması.
Ne demişti Marks? Toplumsal yaşayışın yani hukuki, siyasi vs. sistemin, yediğin, içtiğin,
giydiğin, barındığın şeyleri üretme biçimine (Üretici güçlerinin düzeyine, dolayısıyla üretim
ilişkilerine) denk olsun.
Bu günkü dünyaya bakalım ne görüyoruz? Bırakalım elektronik mağazalarını bir kenara; köşe
başındaki bakkala gitsen artık ne görürsün? Dünyanın dört bir köşesinden gelen mallar,
Brezilye mangoları, Orta Amerika muzları, Yeni Zelanda kivileri, Đsrail avakadoları, Uzak
Asya’nın adı sanı bilinmez egzotik meyveleri vs. rafları doldurmaktadır. Eskiden her sebze
ya da meyvenin yendiği ve bulunduğu bir zaman olurdu, şimdi dört mevsim her şey
bulunabilir. Bu küçücük gözlem bize neyi gösterir?
Gören göz için şunu: üretici güçler öylesine gelişmiş ki, artık bu gelişkinlikle, dünya küçük
bir köye dönmüştür. Ama buna mukabil, yüzlerce küçük devlet bu dünyanın biricik var oluş
tarzı olmaya devam ediyor. Peygamber Marks’ın dediğine göre, dünya ticaretinin ve üretici
güçlerin böyle gelişmişlik düzeyine ulusal devletler (yani bu mülkiyet ve hukuk ilişkileri, yani
bu üstyapı) uymaz. Onun bir tek dünya devleti olması, bütün ulusal sınırların kalkmış olması
gerekir. Keza yine Peygamber Marks’ın dediğine göre, bu kadar toplumsallaşmış bir üretime
özel mülkiyet ve kara dayanan bir ekonomi de dar gelir. Bu günkü dünyada, Allah’ın
dediklerine uygun bir düzen, Hakka dayanan bir düzen; yani doğanın ve toplumun yasalarına

134
uyun bir düzen; bütün ulusal devletleri yıkmış; özel mülkiyet ve kar ekonomisine son vermiş
bir düzen olabilir.
“Allah’ın vahyi”, ya da Doğa ve toplum yasalarının, yani Tarihsel Maddeciliğin, Marksizm’in
dediği budur.
Böyle bir düzen olmazsa veya kurulamazsa, kıyamet habercisi felaketler ve belirtiler
görülmeye başlar ve insanlar doğru yola, yani doğa ve toplum yasalarının kendilerine bu
söylediği şekilde bir toplum düzeni kurmayı başaramazsa, yıkılış, yani kıyamet kaçınılmazdır.
Kıyameti önlemenin tek yolu, bu tarih ve toplum yasalarının dediği gibi bir düzen kurmaktır,
bunun için devrim yapmaktır; bütün devletleri ve sınırları yıkmak; kar ve özel mülkiyeti
ortadan kaldırıp insanların ihtiyaçlarına uygun; azami karı değil, doğa yasalarını ve insanların
ihtiyaçlarını gözeten bir üretim düzeni kurmaktır. Bu yapılamazsa, hak değil (yani doğa ve
toplum yasalarının gerektirdiği bir toplum düzeni değil) batıl (Doğa ve toplum yasalarına
karşı duran, kara tabi olan) üstün gelirse, Kıyamet (insanlığın yok oluşu) kaçınılmazdır.
Gerçekten de bütün bu felaketlere baktığımızda, nedenlerini araştırdığımızda, hep ulusal
devletleri, sınırları ve özel mülkiyet ve kar ekonomisini görürüz. Bunu en son kuş gribi
olayında görelim.
Evet halkın sıradan gözlemi yanılmamaktadır. Bu tsunamiler, kuş gripleri, AĐDS’ler, bina ve
zinanın çoğalmaları, hep “Kıyamet Habercileri”dirler, yani bir sosyal devrim gereğini
insanların gözüne gözüne sokan belirtilerdirler.
*
Hastalıklar, mikroplar, virüsler, milyonlarca yıldır var. Bu mikroplar ve virüsler milyonlarca
yıldır mutasyonlar geçiriyorlar veya türden türe atlıyorlar. Ama bunların sonuçları eskiden
başkaydı şimdi başka. Tsunamiler, depremler, sel felaketleri binlerce yıldır var ama bunların
sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Çünkü onlar bu günkü toplumsal düzen ve ilişkileri
aracılığıyla insanların yaşamlarını belirliyorlar.
Örneğin tsunami’yi ele alalım. Milyarlarca insan tsunami ile ilk kez, son tsunami felaketinde
tanıştı ve bu kavramı ilk kez duydu. Ama Tsunami Japonca bir kelime olduğuna göre,
Japonlar bunu binlerce yıldır biliyorlardı ve bunun için bir kelimeleri bile vardı.
Ama eskiden, yani globalleşmenin ve kapitalizmin böylesine yaygın olmadığı zamanlarda, bu
felaketler olduğunda, lokal kalıyordu. Muhtemelen sahildeki balıkçı köyleri etkileniyor, onlar
da birkaç kuşak sonra bunlardan dersler çıkarıp örneğin küçük balıkçı köylerini yüksek
yerlere kuruyorlar ve felaketlerin zararını asgariye indiriyorlardı. Belki, hayvanların ya da
bitkilerin bu gibi felaketlerin işareti olabilecek davranışlarına göre bir tür alarm sistemi bile
oluşturulabiliyordu.
Ama globalizm çağında, kapitalizm çağında işler değişti. Bu bölgesel ve doğal felaketler, var
olan toplum sisteminin yol açtığı felaketler haline geldi ve o nedenle de birer kıyamet alameti,
yani toplumsal düzeni değiştirmek gerektiğinin belirtisi olarak görülmesi doğrudur.

135
Modern kapitalist toplumda her şey kara dayanır. Ekonominin motoru daha fazla kardır. Ama
daha fazla kar veya kar oranı elde etmek için; iş gücünün fiyatının düşük olması gerekir.
Onun yetiştirilmesi, korunması ve yeniden üretilmesi ne kadar az masraflı olursa, fiyatı o
kadar düşürülebilir, dolayısıyla da o oranda yüksek kar edilebilir; kar oranlarının düşüş
eğilimi bir ölçüde olsun dengelenebilir.
Đş gücünün fiyatı nasıl düşük tutulur?
Đlk burjuva devrimleri olduğunda, onlar kendilerini tüm dünyada işleyecek bir düzenin
prototipi olarak görüyorlardı. Yani yayıldıkları ülkelerde de aynı düzeni geçerli kılmayı
hedefliyorlardı. Ama bu fikirden ve idealden hızla vaz geçildi. Bu devrimlerin yayıldığı
ülkeler, devrimin zaptettiği ülkeler eşit haklı yurttaşlar olmadılar. Ya sömürgedir dendiler ve
en basit insan hakkından bile yoksun bırakıldılar, ya da onların dilleri, dinleri başkadır denildi
ve yurttaş, dolayısıyla da insan kavramının dışında tutuldular. Böylece sermaye, daha ilk
adımda, o dışta tuttuğu ülkelerden kaynak aktararak “ana vatan”daki işçileri de satın almanın
ve iş gücünün fiyatını düşük tutmanın, böylece kar oranlarını yükseltmenin yolunu buldu.
O dışta tutulan ülkelerdeki işgücünün fiyatının olağanüstü düşük olması için, en zorba
devletler ve anti demokratik rejimler desteklendi.
Geri ülkelerde, hiçbir demokratik hak olmayınca, işçiler bir araya gelip işgüçlerinin fiyatını
yükseltemez; yani işgücü kendini savunamaz. Dolayısıyla bu ülkeler muazzam bir açlık ve
yoksulluk içinde bulunurlar. Bu da ayrıca oralarda işgücü fiyatının dana da düşük olmasına
yol açar. Ve bu ülkelerdeki korkunç ucuz işgücü, esas zengin ülkelerdeki işgücünün yeniden
üretiminin fiyatının düşürülmesini ve düşük tutulmasını sağlar. Bu yöntemle burjuvazi bir
taşta bir sürü kuş vurur.
Đşgücünün yeniden üretilmesi nedir? Önce beslenmesidir. Geri ülkelerdeki işgücü olağanüstü
ucuz olduğundan, zengin ülkelerdeki işçilerin tüketimleri için, çok ucuza yiyecekler ithal olur.
Benzer şekilde, iş gücünün yeniden üretilmesi bir anlamda da tatildir. Modern üretimin yanı
sıra modern yaşamın yol açtığı stress, işgücünün hızla yıpranmasına yol açar. Bunun yeniden
üretebilir hale gelmesi için, yılda bir iki kere, deniz ve güneş altında yenilenmeye tabi tutulur,
bir tür rektifiyeden geçirilir. Geri ülkelerde işgücünün fiyatı çok düşük olduğundan, iş
gücünün “tatil” aracılığıyla yeniden üretimi çok ucuza mal edilir. Böylece zengin ülkelerdeki
iş gücünün fiyatını düşük tutmak mümkün olur. Bu da kar oranlarındaki düşmeye karşı bir
ölçüde tampon görevi görür. Bu nedenle Kitle turizmi denen, batılı işçi kitlelerinin iş gücünün
bant usulüyle yeniden üretilmesine yönelik bir sanayi gelişir. Sahil boylarına muazzam
oteller, tatil tesisleri yapılır. Doğa ve tarih tahrip edilir. Kendine yeterli balıkçılar ve çiftçiler,
turizm tesislerinde boğaz tokluğuna çalışan hizmetçilere dönüşürler.
Turizmin halkları yakınlaştırdığı falan da tamamen bir propagandadır. Aslında yerli halk
orada turistlere hizmetçilik yapar. Yerli halkın kültürü diye sunulanlar, turistlerin zevkine
uygun yemek, dans ve müzik gösterileridir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Yerli halk,
otellerdeki çarşafları yıkamakta, tuvaletleri temizlemekte, mutfaklarda onlara yemek
yapmakla hatta başka ihtiyaçlarını gidermekle meşguldür.

136
Đşte birkaç ve temel nedenini ve görünümünü öylesine sıraladığımız böyle bir dünyada, yani iş
gücünün yeniden üretimim bile globalleştiği bir dünyada; ulusal devletler, sonuçlarıyla ve
oluşturdukları ilişkilerle tsunamilerin de çok farklı sonuçlar yaratmasına yol açarlar.
Sahillere kurulmuş, “Denize sıfır” otellerdeki binlerce turist birden bire bu felakete maruz
kalır. Ama aynı zamanda, eskiden çoğu Tsunamilerin erişemeyeceği yerlerde yaşayan ve
çalışanlar artık o otellerin yanındaki yoksul yerleşim birimlerinde yaşamakta ve oralarda
çalışmaktadırlar. Onlar da başka biçimde yaşarlar. Yani bakkalda dört mevsim dünyanın
başka bölgelerinden gelmiş muzları bulduğun bir çağda, ulusal devletler varsa bu, büyük
zenginlik ve yoksulluk farkları; sahillerde muazzam turizm tesisleri; bu tesislerde boğaz
tokluğuna çalışan ve hemen onarın yanında yoksulluk içinde büyük yerleşim birimlerinde
yaşayan yerli insanlar demektir. Böyle bir dünyada Tsunamiler başka türlü sonuçlara yol
açmaktadırlar. Ama bu sonuçlar Tsunamilerin değil, aslında o günkü dünyaya uymayan
toplumsal düzenin sonucu olarak öyledirler. Böyle bir dünyada ulusal devletler olursa, bütün
bunlar da olur.
Ve nihayet, globalizm çağında bu felaketlerin algılanması da başka olur. Ölenler içinde batı
ülkelerinin turistleri, yer yüzünün beyazları da olduğundan, bütün medya bu felaketi tüm
insanlara aktarır. Ama gerçek ile aktarılan felaket farklıdır. Yardımlar da, haberler de hep
beyaz adama yöneliktir. Beyaz adamın içinde olmadığı felaketler gazetelerin köşesinde veya
haberlerin sonunda küçük bir haber veya değinme olarak kalır.
Bir yandan böyledir ama, diğer yandan felaketlerin insanlara televizyon vs. aracılığıyla
duyurulması; bunun duyuruluş biçimleri ve bunların insani sonuçları da en az o felaketler
kadar korkunçtur. Sadece beyaz adamın uğradığı felaketin anlatılmasını bir yana bırakalım,
felaket haberini ve resimlerini hemen borsada yükselen ya da düşen hisse senedi listeleri;
başka haberler izler örneğin. Yani insanlar insan kardeşlerinin uğradıklarına da sağırlaşmaya
başlar böylece.
Şimdi eğer, üretici güçlerin bu günkü gelişim düzeyine uygun bir toplum düzeni olduğunu var
saysak, o zaman da tsunamiler olurdu ama önce o dünya devleti buna karşı uyarı sistemleri
kurmuş olurdu. Ulusal devletler olmadığından bu muazzam gelir ve zenginlik farkları olmaz,
o zaman da, sahillerdeki tatil cennetleri ve cennetlerde çalışan işçilerin ve yerli halkın
cehennemleri olmazdı. Keza, toplumsal ve doğal dengeleri gözeten optimum büyüklükteki
işletmeler nedeniyle böyle muazzam büyük turizm tesisleri ve aşırı şehirleşmeler olmazdı.
Keza, iş gücünün aşırı sömürüsü ve yabancılaşmanın ortadan kaldırılması hedef olduğundan,
böyle aşırı çalışma ve sömürünün ikiz kardeşi aşırı tembellik ve güneş altında günlerce yatıp
akşamları içmek ve eğlence adına her türlü rezaleti yapmak gibi turizmler de olmazdı.
Görüleceği gibi, Allah, Yani Toplum ve Doğa yasaları, kendilerine uygun davranmazsa bir
toplum, onu bir şekilde “ceza”landırmaktadır.
Eğer insanlar Tsunamilerin böylesine felaketlere yol açmasını; böyle felaketlere kurban
gitmeyi istemiyorsa, Peygamber Marks’ın dediklerine gelmeleri, uluslara, sınırlara, özel
mülkiyete ve kar ekonomisine karşı savaşa girmeleri gerekiyor. Aksi takdirde Tsunamilere
veya ozon deliklerine ve denizlerin ısınmasına veya biyolojik felaketlere bile fırsat kalmadan,

137
muhtemelen, yine bu üretici güçlerin gelişmişliği nedeniyle yayılmak kaynak ve pazarları el
geçirmek zorunda olan, Avrupa, Amerika, Çin, Japonya ve Rusya arasındaki rekabet ve
savaşlar içinde zaten bir nükleer kıyamete kurban gidecekleri çok açık.
Đşte Kuş gribi de, böyle bir felaket. Onun yaşanışı ve sonuçları, globalleşmiş bir dünyada, ama
hala ulusal devletlerin, sınırların, özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin egemen olduğu bir
dünyada, insanlara bir cezaya, bir kıyamet alametine dönüşmektedir. Aslında Allah, doğa ve
toplum yasaları bu felaketlerle, insanları uyarmaktadır, yaşam ve toplum düzenlerini bir an
önce değiştirmeleri için, değiştirmedikleri takdirde de çok daha büyük felaketler yaşayacakları
için.
*
Mikroplar ve Virüsler en başarılı canlılardır. Bizlere hayatın evrimi en tepesinde Memeliler ve
Đnsanın bulunduğu, en altta mikropların ve virüslerin bulunduğu bir gelişim olarak aktarılır.
Ama canlı olmanın, yani türün devamını sağlamının ölçülerine vurduğumuzda, bırakalım
insanları bir yana, memelilerin bile başarılı bir canlı türü olduğuna dair hiçbir kanıt
getirilemez. Bunlar bütünüyle insan merkezli ilerlemeci doğa kavrayışlarıdır. Şu
beğenmediğimiz dinazorlar bile, bir tür olarak 150 milyon yıl bu dünyada egemenlik
kurmuşlardı ve eğer kozmik veya jeolojik bir felaket sonucu yok olmasalardı belki bu gün bile
hala egemen olmaya devam edeceklerdi. Memeliler şunun şurası topu topu 65 milyon yıldır
onların yerini aldılar ve her şey bunun birkaç yüz yıl içinde son bulacağını gösteriyor.
Mikroplar ve virüsler ise, sadece var olmaya değil, çeşitlenmeye de devem ediyorlar.
Doğada sürekli olarak mutasyonlar olmaktadır, bu mutasyonlar sonucu daha farklı özellikleri
olan canlılar ortaya çıkmaktadır. Ama bunların çok küçük bir bölümü onlara “yaşam
savaşı”nda bir üstünlük sağlayabildiğinden, diğer kuşaklara aktarılabilmektedir.
Çok yüksek bir öldürücülük ve kolay yayılma, yaşam savaşında mikroplara uzun vadede
büyük bir üstünlük sağlamaz. Hızla yayılan çok öldürücü bir mikrop, üzerinde var olup
yayılacağı canlıları yok ettiğinden aslında, tıpkı bu günkü insanlar gibi, kendi var oluş
koşullarını da ortadan kaldırırlar. Dolayısıyla, öldürdüğü canlılarda hiç bir direncin
oluşmadığı koşulda bile, bu kendi sınırlarına toslar.
Ancak hiçbir canlı türü tümüyle dirençsiz değildir mikrop ve virüslere karşı. Daima, yine çok
önceleri farklı bir mutasyona uğramış ama bir işlevi yokmuş gibi görünen o mikroplara karşı
bağışıklığı olan, şerbetli canlılar, yani sürünün içinde bir kara koyun daima vardır. Tüm
Popülasyon yok olduğunda, o mikroba dayanıklı “kara koyunlar” yaşarlar, bu sefer, o kara
koyunlardan türeyen ve o mikroba karşı bağışıklığı olan kuşaklar yaşadıklarından, o hastalık
fiilen yeni kuşaklar açısından eski öldürücü özelliğini yitirmiş olur.
Milyonlarca yıldır bu süreç işlemektedir. Dolayısıyla bu gün yaşayan türler, hastalıklara karşı
belli dirençler geliştirmiş türlerdir. Elbette sürekli mutasyona uğrayan yeni mikrop ve virüs
kuşaklarında bu süreç tekrarlanmaktadır.
Mikropların tür atlamaları da tıpkı mutasyonlar gibi görülebilir.

138
Ne var ki, Kapitalizm denen geniş üretim yordamıyla birlikte bu süreç çok özgül bir nitelik
kazanmış bulunmaktadır. Artık sorun biyolojik değil, toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkar.
Kapitalizm geniş yeniden üretim yordamıdır. Yani aynı üründen milyonlarcanın üretilmesi,
mümkünse bütün dünya pazarına o ürünün egemen olmasıdır. Böylece binlerce canlı, doğanın
ritminin de dışına çıkarılarak, hormonlar, ışık hileleri vs. aracılığıyla, sermayenin devir hızını
arttıracak ve dolayısıyla kar oranının düşme eğilimini azaltacak şekilde üretilir. Böylece
olağan koşullarda doğada hemen hemen hiç bulunmayacak şekilde, aynı türden binlerce, yüz
binlerce canlının bir arada bulunmaktadır. Öte yandan, geniş yeniden üretim, yani kapitalizm
standardizasyon demektir. Bu nedenle aynı tohumdan, aynı türden, aynı özelliklere sahip
milyonlarca canlı üretilmektedir. Böylece bir türün ayakta kalmasını sağlayan çeşitlilik yok
edilmektedir.
Bütün bu ve benzeri gelişmelerin birinci sonucu, her hangi bir hastalığın, yüz binlerce,
milyonlarca canlının ölümüne yol açması veya hastalığın yayılmasını önlemek için imha
edilmesi demektir.
Sadece bu kuş gribiyle ilgili olarak Hollanda’dan bir örnek verelim. Đmhanın hangi boyutlarda
olduğunun anlaşılması için:
“18 Mart 2003 tarihinde toplam 25 vak’a (20 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler
damızlık kümesinde, 2 vak’a hindi kümesinde) tespit edilmiş olup, 673.041 duyarlı kanatlı
hayvan imha edilmiştir.
27 Mart 2003 tarihinde toplam 54 vak’a (38 vak’a yumurtacı kümesinde, 9 vak’a broiler
damızlık kümesinde, 4 vak’a hindi kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup,
1.162.839 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
02 Nisan 2003 tarihinde toplam 31 vak’a tespit edilmiş olup, 556.028 duyarlı kanatlı hayvan
imha edilmiştir.
07 Nisan 2003 tarihinde toplam 32 vak’a (24 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler
damızlık kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup, 1.197.884 duyarlı kanatlı
hayvan imha edilmiştir.” (AVIAN INFLUENZA (Tavuk vebası, Kuş gribi) HASTALIĞI VE
DÜNYADAKĐ DURUMU, Ragıp Bayraktar)
Bunlar sadece 2003 yılında üç hafta içindeki rakamlardır. Küçücük Hollanda’da, Yuvarlak
hesap 3,5 milyon kanatlı hayvan, topu topu 200 hastalık belirtisine karşı imha edilmiştir.
Burada kapitalizmde basit bir salgının bile nasıl Pazar ve kar kaygısıyla korkunç katliamlara
yol açtığı açıkça görülmektedir. Hollanda kanatlılarının dünya pazarında rekabet şansının
azalmaması için korkunç bir imha gerçekleştirmiştir.
Kara değil, insanların ihtiyaçlarına dayanan bir ekonomide, bir tek işletmenin karlılığı ya da
verimliliği değil, tüm insanlık açısından verimlilik göz önüne alınır ve insanların ihtiyaçları
ile dünya ölçüsündeki verimlilik ilişkisi göz önün alınır.

139
Örneğin, kapitalist bir işletmenin verimliliği için, işin otomasyonu, olabildiğince ürünün bir
arada üretilmesi, işletme masraflarını azaltır. Zaten bu nedenle on binlerce tavuk vs. bir arada
büyütülür, dünya pazarı için. Bu bir tek işletme açısından son derece rasyonel olabilir.
Ama insanlığın tümü göz önüne alındığında, bu irrasyonal olarak ortaya çıkar. Sadece hastalık
olasılıklarında yapılan imhalar göz önüne alındığında bile, bu muazzam bir emeğin ve ürünün
imhası anlamına gelmektedir.
Bir başka örnek. Đngiltere’de her üretilen iki tavuktan biri Avrupa’ya ihraç edilmektedir.
Keza, Đngiltere’de tüketilen her iki tavuktan biri de, ithal edilmektedir. Bu tavukların da, uzak
Đngiliz sömürgelerinden değil; Avrupa’dan ithal edildiğini var saysak bile şöyle bir sonuç
ortaya çıkmaktadır. Đngiltere’de üretilen her iki tavuktan biri, bir Avrupa seyahati yaptıktan
sonra, Britanyalıların boğazına girmektedir.
Tek tek işletmeler ve onların karlılıkları açısından bütün bu sonucu yaratan işlemler son
derece rasyonel olabilir. Ama ortaya sonuç itibariyle son derece irrasyonel, her iki tavuktan
birinin, bir Avrupa seyahati yaparak tüketicinin boğazına girmesi gibi bir sonuç ortaya
çıkmaktadır. Bu seyahat için TIR’lar, yollar, şoförler, bunların harcadığı yakıtlar, yol açtıkları
çevre tahribatları vs. göz önüne alındığında, çok büyük işletmelerin; dünya pazarı için
üretimin insanların toplu yaşamı için hiç de rasyonel sonuçlar ortaya çıkarmadığı
görülmektedir.
Ama böyle bir düzen için, kar ekonomisinin ortadan kaldırılması; tüm insanların ihtiyaçları ile
toplumsal verimlilik ve doğanın dengesini güden optimum büyüklüklere dayanan planlı bir
ekonomi gerekir.
Bu olmadığında, yani, Marks’ın deyimiyle insanlar üretim yöntemlerine uygun toplum
düzenleri kurmadığında, örneğin hala kar ekonomisine dayandıklarında; planlı bir ekonomiye
geçmediklerinde, doğa ve toplum kanunları onları cezalandırmakta ve sonuçlar birer kıyameti
alameti olmaktadır.
Burada kuş gribini örnek aldık ama, sorun sadece bu değil, örneğin deli dana hastalığında da
aynı durum söz konusuydu.
Buraya kadar sadece ürünlerin imhasını boyutuna kısaca değindik. Bir de, hastalıkların insana
geçmesi söz konusu olduğunda, bu sistemin tüm yaşayış tarzı, yani ulusal devletleri, geri ve
zengin ülkeler vs. de katastrofları pekiştirici bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin son derece öldürücü ve kaynağı muhtemelen Tropikal Afrika mağaralarındaki
canlılar olan ve onlardan insanlara geçen Ebola (Marburg) virüsü üzerine araştırmalar şunu
göstermektedir.
Eskiden de, zaman zaman bu virüs insanlara sıçramaktadır. Kabileler bu virüsün yol açtığı
hastalığın belirtilerini tanımlamışlardır. Ama o zamanlar, hastayla tüm ilişkiler kesilmekte, o
insansız bir yerde ölüm terk edilmekte, veya oraya bir daha uğranılmamakta veya o bölge
yakılmaktadır. Elbette bunlar dinsel bir ritüel içinde gerçekleşmektedir. Böylece hastalık daha
doğduğu noktada lokalize edilmekte ve yok olmaktadır.

140
Ama günümüzde globalleşmiş dünyada, insana bulaşan mikrop birkaç saat içinde kıtaları
aşmakta, Avrupa veya ABD’nin bir şehrinde ortaya çıkmaktadır. Ama daha da ilginci, bu gibi
mikropların esas bulaştıkları noktalar bizzat hastanelerin kendileridir.
Özellikle geri ülkelerdeki hijyenik ölçütlere, istenilse bile yoksulluk nedeniyle uyulamayan
hastaneler. Ama geri ülke demek her şeyden önce ulusal devletler, yani gerçekte var olan
kapitalizm demektir.
Böylece globalleşme çağında ulusal sınırlar ve bunun yol açtığı zenginlik ve yoksulluk
farkları, hastalığın yayılışının ve katastofa dönüşmesinin bir nedeni haline gelmektedir. Belki
bu Ebola’da henüz gerçekleşmedi ama AĐDS ortada. Bu gün Afrika’nın neredeyse yarısı
AĐDS’li. Aynı hastalık zengin ülkelerde büyük ölçüde kontrol altına alınmış bulunuyor.
AIDS, Batı ülkelerinden tekrar Afrika’ya gelerek yayıldı.
Özel mülkiyet, bir de bu hastalıklara karşı ilaçların isteyen tarafından üretilmesini
engelleyerek, yani insanların hastalıklarını bir kar aracı yaparak bütün bu katastrofun üzerine
tüy dikmektedir.
Sözde buna en fazla direnen ilerici hükümetler bile, özel mülkiyet ve ulus devlet dışında bir
var oluşu düşünemediklerinden ve bunun kavgasını veremediklerinden, yaptıkları benzeri
ilaçlar için bile belli sınırlamaları kabul etmekte ve ilaç firmalarına belli bir haraç ödemeye
devam etmektedirler.
Bütün burada görülen sorunlar aynen Kuş Gribi olayında da görülmektedir. Ancak, bunların
yanı sıra, dünya pazarı için mücadelelerin; ekonomi dışı zorun bir aracı da olmaktadır.
Örneğin kuş gribinin esas yayıldığı bölgenin bu gün dünya ekonomisinin en dinamik ve hızlı
büyüyen bölgesi, Asya’nın Pasifik kıyıları ve Güneydoğu Asya olması nedeniyle, Avrupalı ve
ABD’li emperyalistler, Asya ülkeleri karşısında rekabet güçlerini arttırmanın bir aracı olarak
Kuş gribini oradan gelen mallara karşı engeller çıkarmak veya ora mallarına talebi azaltmak
için kullanmaktadırlar.
Bu da o ülkelerin, kendileri de yine bizzat dünya pazarı için üretim yapmaya programlanmış
devlet ve işletmelerinin, ya hastalığı gizlemelerine ya da tıpkı mallarının adı kötüye çıkmasın
diye milyonlarca tavuğu imha eden Hollandalılar gibi gereksiz ve abartılmış imhalara
girişmesine yol açmaktadır. Ne var ki, her iki durumda da, bu ülkeler batılı ülkeler gibi zengin
ve organize olmadıklarından, emekçi insanlar ve basit halk için, bu gibi gizleme ve abartılı
imhalar tam bir felakete dönüşmektedir.
Böylece geri ülkelerde, sadece modern üretimin ve ilişkilerin değil, kapitalizm öncesinin de
darbesine maruz kalmaktadırlar. Tavukları imha edilen Hollandalı işletmeci, devletten bunun
karşılığında belli bir tazminat alır. Zarar sosyal olarak ödenir. Bu onun için yoksulluk ve açlık
anlamına gelmez.
Ama Geri ülkenin küçük üreticisini, ya gizlenen hastalığın kurbanı olur, ya da elindeki iki üç
tavuk da alınıp açlığın ve yoksulluğun iyice pençesine düşer.

141
Türkiye’deki Kuş gribinde bütün bunlar görüldü. Türkiye’yi kapısında tutmak isteyen Avrupa
bunu bahane ederek, yeni tedbirler geliştirirken; bundan korkan ve bunları engellemek isteyen
Türk burjuvazisi ve devleti, bir yandan hastalığı gizledi, sonra da mızrak çuvala sığmayınca
abartılı imhalara girişti ve yoksul insanların soluk borusu olun birkaç tavuğunu yok etti.
Burada o insanların kaderi kimseyi ilgilendirmiyordu; ülkenin imajı, yani Türk ürünlerinin
yolunun tıkanmaması ve politik olarak Avrupa’nın eline koz vermeme biricik kaygı olarak
ortaya çıkıyordu. Haberlerdeki abartılı görüntüler insanların yaşamları ve sağlıkları için
değildi, Türk mallarının ve devletinin imajını korumaya yönelikti.
Ama Türkiye’de bu akıl dışılık aslında zirvelerine ulaştı. Hükümet ve devlet, kümes
hayvancılığını yok etmek6 için bir vesile yaptı bu kuş gribini7. Aslında kümes hayvancılığı,

6
“Sağlık Bakanı, sadece hastalığın ön plana çıktığı günlerle sınırlı olarak değil, çok daha kalıcı, uzun
vadeli önlemlerin alınması ve halkın da buna alışması gerektiğini savunuyor.
10 milyon itlaf
Akdağ, önlemlerin kesin sonuç vermesi ve kalıcı olması için Türkiye'de tereddüt edilmeden ev
ölçeğinde beslenen yaklaşık 10 milyon tavuğun itlaf edilmesi gerektiğini vurguluyor.
Akdağ, bu görüşünün gerekçesini şöyle özetliyor:
"Kuş gribi virüsü göçmen kuşlardan kümes hayvanlarına bulaşıyor. Onlardan da temas eden
insanlara. Kuşların göç yollarını değiştiremeyeceğimize göre bu sorun sürekli bir nitelik taşıyor.
Türkiye'de virüsün insanlara bulaşmasının nedeni, kırsal kesimde, ev veya bahçe ölçeğinde kümes
hayvanı beslenmesi. Elbette bunun ekonomik nedenlerini anlıyorum ama sonuçta devlet 3-5-10 kümes
hayvanının sağladığı ekonomik katkıyı telafi edebilir. Bu ekonomik kayıp karşısında dağınık ve açıkta
kümes hayvanı beslenmesinin insanlarımıza yönelik olarak taşıdığı tehlike dikkate alınırsa, ihmal
edilebilir boyuttadır. Tarım Bakanlığımızın tespitlerine göre Türkiye'de ev ölçeğinde beslenen kümes
hayvanı sayısı 10 milyon civarındadır. Bana göre kesin ve kalıcı çözüm, bu hayvanların itlaf edilmesi
ve bu tür kümes hayvanı beslemenin tümüyle terk edilmesidir."
'Kültür değişmeli'
Sağlık Bakanı, kuş gribi virüsünün yarattığı ve yaratacağı tehlikenin artık Türk insanının kültürünü
değiştirmeye zorlayacak boyutta olduğunun altını çiziyor. Hayvanlarla iç içe yaşama, kümes
hayvanlarını sevme, onlarla temas etme, çocukların oynamasına ve sevmesine izin verme gibi kültürel
alışkanlıkların da bırakılmasını salık veriyor.
Akdağ, bu konuya hükümetin çok ciddi biçimde eğildiğine bir örnek olarak son Bakanlar Kurulu
toplantısında, ilkokullarda çocukların kümes hayvanlarıyla temas etmelerinin ne gibi tehlikeler
taşıdığının bir ders gibi verilmesi üzerinde de durulduğunu vurguluyor. Çocukların bu hayvanlarla
temasının kesilmesinin, kesin ve kalıcı önlemlerin başında geldiğine işaret ediyor. “ (F. Bila, 20. Ocak.
2006 tarihli Milliyet)
7
Çiftçi Sendikaları Federasyonlaşma Platformu’nun şu bildirisi net bir fikir veriyor yapılan ve
yapılmeyenler ve ne anlama geldikleri hakkında:
“ÇİFTÇİ SENDİKALARI KONFEDERASYONLAMA Platformu Sözcüsü Abdullah AYSU'nun "Kuş
Gribi ve Türkiye Tavukçuluk Sektöründe Yaşananlar" başlıklı basın açıklaması ve raporu
BASINA VE KAMUOYUNA

142
Başından bu yana yeterli önlem alınmadığı için felakete dönüşen kuş gribi olayını bir film şeridi gibi
üzülerek izliyor, yetkililerin bazı açıklamalarını, yönlendirmelerini taraflı, endişe verici ve çağdışı
buluyoruz.
Yaşananları tek cümleyle anlatacak olursak; köy tavukçuluğuna karşı meydan muharebesi
uygulanmaktadır, diyebiliriz.
Başka bir deyişle, hükümet bazı uzmanlar tarafından da destekle köy tavukçuluğunu yok edecek olan
tek yanlı bir savaş ilan etmiş, savaşın adı da: “Tavuk meydan muharebesi..”
Hükümet ve yetkililer “biz zamanında önlem almadığımız için hastalık yayıldı” diyemedikleri için
tavukların hemen hepsini (hastalıklı-hastalıksız) ayrımsız bir biçimde öldürmekte, bütün insanlığın
gözleri önünde diri, diri gömmektedirler. Bu tutumun arkasında endüstriyel/fabrikasyon olarak üretilmiş
tavuk eti ve yumurtaların üretimine destek olunması vardır. Söz konusu entegre tesislerde üretilen
tavukları tüketmenin uygun/doğru olacağı vatandaşa öğütlenerek, niyetlerini ve politik tercihlerini açığa
çıkarmaktadırlar.
Bir yandan köylünün besin ve geçim kaynağı olan tavuklar, kazlar, ördekler, hindiler yok edilmekte,
yoksul köylüyü daha da yoksullaştıracak tutumlar içine girilmekte, diğer yandan kuş gribinden köy
tavukçuluğu yaparak geçinen ve beslenenlerin zararı yokmuş, olmayacakmış gibi bir tutum
sergilenebilmektedir.
Zarar gören kesimin sadece “zulüm endüstrisi” olan endüstriyel tavuk yetiştiricilik sektörüymüş gibi
basın açıklamaları yapılmakta, köy tavukçuluğunun artık terk edilmesi gerektiği bakanlar düzeyinde
açıklanabilmektedir.
Yalnızca endüstriyel tavuk yetiştiriciliğinin kurtarılması için toplantılar düzenlenmekte, ekonomik
paketler hazırlanmaktadır. Sürdürülebilir köy tarımı içindeki gezici köy tavukçuluğunun sürdürülmesi
için köy tavukçuluğunun zararının karşılanması, tavuk başına verilen tavuk parasına indirgenmekte,
köylünün kaybolan kazancını sağlamak ve yaşamak için tutunduğu dalın yeniden oluşturulmasına
yönelik çözüm arayışına gidilmemektedir. Bakanların açıklamalarından anladığımız kadarıyla
hükümetin Türkiye’de yaşayan vatandaşların durumu ve nasıl yaşadığını bilmediği anlaşılmaktadır.
Yok, eğer biliyor da böyle davranıyorsa maksadının sorgulanmasına/tartışılmasına ihtiyaç olduğu orta
yerde durmaktadır.
Köylünün besin (protein ihtiyacını) ve geçimini sağlamak için sürdürülebilir köy tarımcılığı çerçevesinde
serbest gezinen köy tavukçuluğunun sürdürebilirliğine çözüm üretmekle de yükümlü olanların, ne
yazıktır ki, köy tavukçuluğunun sürdürülmesini ortadan kaldıracak yasal hazırlıklar içinde oldukları
duyumlarını almaktayız.
Yetkililer endüstriyel tavukçuluk denilen binlerce tavuğu güneş görmez, ayağı toprağa değmez, dış
dünya ile tanışmadan bıçak, ateş, tencere ile tanışan üretim sistemine koşar adım yönelmekte ve
yönlendirmektedir. Oysa ki hükümetimizin koşar adım yöneldiği ve yönlendirdiği sistem, birçok
gelişmiş ve az gelişmiş ülke ve çiftçileri tarafından kaçar adım terk etmeye başlamıştır.
Bir kesime “üret”, bir kesime “sen üretme, pazar ol!” deme hakkı olmadığı gibi, bu durum eşitlik
hakkına/ilkesine de aykırıdır. Bu yaklaşımı IMF bir çok ülkeye dayatmakta ve birçok ülkede de
uygulattırmaktadır. Bu nedenle IMF’nin meşruluğu gezegenimizde yaşayanların tamamına yakını
tarafından tartışma konusu olagelmektedir. Tarafsız bir şekilde vatandaşların hepsine aynı hizmeti
ayrımsız olarak yapmakla görevli olanların böyle bir tercih kullanma arzusu içinde olması;
düşündürücüdür.
Çiftçi sendikaları olarak, yetkililere, “köylüler de vatandaşınızdır” hatırlatması yapıyor olmaktan
üzüntülü olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.

143
Üstelik tercihlerini ve uygulamalarını yalnızca endüstriyel tavukçuluktan yana yapanlar; kuş göç
yollarının konaklama yeri olan göl ile deltalarda yeterli önlem almayarak eksik ve kusurlu davranma
siciline sahip olması biz çiftçileri endişelendirmektedir.
Bütün bunları söylerken her şeyin aynı şekilde devam etmesi ve sürmesi gerektiğini elbette ki
söylemiyoruz.
Çözüm olarak şunlar yapılmalıdır:
Öncelikle hastalığın yayılmasını engellemek için harcanan çabalar sürdürülmeli. Kuş konaklama
alanları olan deltalar, göllerin çevresi hemen şimdi kanatlılardan arındırmalı ve kanatlılardan
arındırılmış bir şerit oluşturulmalıdır. Bu şeritlere yakın bölgelerde serbest gezinen tavuklar için belli
süreler kapatılacakları kafes tel bölmeler yapılmalı ve köy tavukçuluğu yapanlar buna zorunlu
tutulmalıdır.
Kafes tellerin örnekleri devlet tarafından yapılmalı, tavuk yetiştiricilerine faizsiz ve uzun vadeli olarak
destek verilmelidir.
Bu şerit sadece kanatlılardan arınmamalı, göç yolarındaki konaklama alanlarında endüstriyel değil,
organik tarım yapılması zorunlu hale getirilmelidir. Yani, tarımsal üretimde kimyasal gübre ile kimyasal
ilaç asla kullanılmamalıdır.
Kuş konaklama alanlarının çevresinde yapılmış olan konutlar derhal kaldırılmalıdır.
Tarım İl Müdürlüğü elemanları sadece tavuk itlafı için köye gönderilmemelidir. Tarım elemanları
hafızalarda sadece tavuk öldürücü olarak yer etmemeli, iyi yönlendirilme ve olanak sunulması halinde
çok yararlı işler yaptıkları geçmiş çalışmalarından hatırlanmalıdır.
Tarım İl Müdürlükleri, tavuk hastalığında ve teşhisinde uzman olan elemanlarını köylere önden
göndermeli; tavukların hastalıklı olup olmadıklarını bu uzmanlar belirlemelidir. Bunların ardından
hastalıklı tavukların itlafı için ayrı bir ekip(ler) köye gitmelidir. Sağlıklı tavuk, kaz ve ördeklerin
yaşatılması için eğitim verecek, donanım sağlayacak ve kuracak olan elemanlar, uzmanlardan sonra
köye girmelidir.
Elemanlar aynı zamanda hastalıklı olmayan tavukların ayrımını yapan uzman öncülerin girdiği
köylerdeki bulguların değerlendirilmeleri doğrultusunda itlaf yapmalı sağlıklı tavukların yaşatılmasına
özel önem ve titizlik göstermelidir. Bütün köyler (hastalık bulgusuna rastlanan ve rastlanmayan)
gezilerek tavuk besleyenler eğitilmeli, tavuk menşeimiz ve tavuk çeşitliliğimiz koruma altına alınmalıdır.
Yetkililer bütün köylerde sadece tavukları öldürüp, tavuk menşeimizi yok edecek itlaf ve itlaf karşılığı
olarak tavuk başı para vermeyi değil, beraberinde menşeimizi korumak, köy tavukçuluğunu
sürdürebilmek bunun için gerekli düzeneği kurabilmesi amacıyla da köylülere ayrıca destek vermelidir.
Yani amaç sağlıklı köy tavuklarını yaşatmayı esas almalıdır. Başka bir deyişle; yetkililer, gıda
güvencesinin sürdürülebilir olması için sürdürülebilir köy tarımı bütünlüğü içinde gezici köy
tavukçuluğunu yaşatmak için çalışmalıdırlar.
Çünkü Türkiye köylüsünün herkes kadar sağlıklı tavuk eti ve yumurtası ile beslenme ve bu
yetiştiricilikten geçimini sağlama hakkı vardır. Bu temel bir insan hakkıdır. “Halkın oyları ile iktidara
geldim, ben böyle uygun görüyorum ve yaparım” yaklaşımı, oy ile gelenlere de verilmemiştir. Temel
olan insan hakları ve hayvan haklarıdır. Buna herkes gibi halkın oyları ile gelenlerin de uyma
zorunluluğu vardır.
Ayrıca Türkiye’de yaşayan tüm insanların sağlıklı, güvenilir, sürekli beyaz et tüketme ihtiyacı ve hakkı,
hükümetlerin de bunu sağlama görevleri vardır. Bu çerçevede Türkiye endüstriyel tavuk üretim

144
Kuş gribi gibi felaketlere karşı en emin savunma alanıyken, kitlesel imhaları engellemenin en
iyi yoluyken ve binlerce yıldır böyle engellenmişken, bu ekonomi dışı cebir ile, olağan
rekabet ile değil, yasalarla, tedbirlerle küçük üreticilerin, yoksul insanların soluk borularını
tıkamanın yoluna da girildi.
Böylece, şarklı usullerle, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, yani kapitalizm öncesi ve dışı
yöntemlerle kapitalizmin yayılışı gündeme geldi. Kümes ve bahçe tavukçuluğunun olağan
rekabet yöntemleriyle yok edilmesi için bile sabredemedi Türkiye’nin Müslüman ve Laik
sermayesi.
Ve nihayet, Türkiye gibi geri bir ülkenin sömürgesi olan Kürdistan’da Kuş Gribini Kürdistan
başka Batı başka yaşadı8.

sektörüne baktığımızda üretim tarzının getirdiği olumsuzlukların dışında kaygılanmamızı gerektirecek


pek çok sorun bulunmaktadır.
Bugün kuş gribi bahanesi üzerinden köy tavukçuluğunu, yarın herhangi başka bir hastalık bahanesi ile
köy inekçiliği, koyunculuğu ve keçiciliğinin neslini mi tüketeceğiz?
Hükümetin sürdürülebilir köylü tarımını, zamanında önlem almayarak insan sağlığı ve hayvanların
felaketi üzerinden bir propaganda yürüterek tasfiye edip, yerine şirket tarımcılığını ikame etmek
istemesi bizi endişelendirmektedir. Hükümetin tarım ve hayvancılık konusunda attığı her adımı bu
nedenle yakın takibe almanın gerekliliğine inanmaktayız.
Hükümeti köylüden yana olmayacaksa da en azından üretici kesimler arasında tarafsızlığa, eşit
davranmaya, halkı yanlı ve yanlış bilgilendirmeden kaçınmaya, doğru bilgilendirmeye davet ediyoruz.
Saygılarımızla.
Abdullah AYSU,ÇİFTÇİ SENDİKALARI KONFEDERASYONLAMA PLATFORMU”
8
Köxüz sitesinde Ümit’in yaptığı karşılaştırmaları içeren şu yazı bir fikir verir:
“Grip Kuş ve..
Bir iki ay önce batıda bir yer;
Birkaç kuşta tespit edilen kuş gribi nedeniyle çiftlikler boşaltıldı,
Birkaç gün önce doğuda bir yer;
Birkaç insanda görülen kuş gribi nedeniyle boşaltılacak çiftlik bulunamadı.
Bir iki ay önce batıda bir yer;
Tüm kanatlılar; her türlü modern yöntemler kullanılarak itlaf edildi. Her kuş için vatandaşa ödenecek
tutar ulusal basın dahil bir çok yöntemle ilan edildi.
Birkaç gün önce doğuda bir yer;
Birkaç memur bulabildikleri birkaç tavuğu -çoğu ölmüştü- çıplak elleriyle bir römorka yüklediler.
Kanatlılara yine az da olsa bir para ödendi .
Bir iki ay önce batıda bir yer;
Köy girişlerindeki traktörler dahil herşey modern yöntemlerle ilaçlandı, Kuş gribinin tehlikeleri ve ilgili
korunma yöntemleri bol bol anlatıldı.Medyada ilaçlama görüntüleriyle birlikte sunuldu bu hemde.
Birkaç gün önce doğuda bir yer

145
Ölen insanlar ve hastalığa yakalananlar hastaneye kaldırıldı ve ilgililer bunun kuş gribi olmadığını
insan gribi olduğunu açıkladılar.Aynı aileden dört kişi aynı anda zatüree olmuşlardı hepsi buydu...
Bir iki ay önce batıda bir yer;
İyiki kimse ölmemişti, büyüklerimiz! tehlikenin geçtiğini hatta dini usüllere uygun kesildiğinde; yine bir
kuş olan tavuk etini yiyebileceklerini açıkladılar. Çiftlik sahipleri ne derece modern yöntemlerle tavuk
ürettiklerini reklam ettiler.Biz mutlu olduk. Artık tehlike geçmişti.
onbeş gün önce doğuda bir çiftlik!
Çiftlikteki tüm tavuklar telef oldu.Yüreğimiz ağzımıza gelmiştiki yetkililer olayın nedenini
açıklayıverdiler"korkulacak bişey yoktu, yolculukları boyunca çok hırpalanan tavuklar kamyon
şoförünün kasislerden çok hızlı geçmesi nedeniyle ölmüşlerdi"hepsi buydu, inanmıştık.!
Birkaç gün önce doğuda bir yer
Sağlık bakanı açıklayıverdi korkulacak birşey yoktu. Olay basit bir kuş gribi vakasıydı.Ölen "unsurlar"
(Sayın Başbakan vatandaşına,emek örgütlerine STK lara unsur demeyi tercih ediyor, bildiği bir şey
var galiba bizde öyle yapalım) kuş gribinden ölmüşlerdi.
İlgililer ve yetkililer açıklayıverdi; önlem alınmıştı, kuş gribine yakalananların aileleri yakın temasta
olanları tıbbi korunmaya alınmıştı.Başka hiçbir önleme gerek yoktu, ölen olursa bunların da tahlilleri
alınacaktı. Yani rahat olunmalıydı.
Tarım bakanı açıklayıverdi; bu basit bir vakaydı, daha önceden de bu bölge üzerinde şüpheleri vardı,
çünkü ülkemizde biri Kars, diğeri batıdaki göller bölgesi olmak üzere göçmen kuşların giriş yaptığı iki
güzergah vardı.Ama panik olunmadan durum atlatılacaktı.
Tvler duyuruverdiler; hemde kuş gribine yakalananların, üşütüp hasta olmasınlar diye tavuklarıyla
birlikte uyuduklarını, ölmek üzere olan tavukların kesilip yenildiğini üstelik çocukların bu kesik başlarla
nasılda güzel oyunlar oynadığını atlamadan.
Önce zatüree, bakanın açıklamasından sonra kuş gribi diyen profösörler açıkladılar; ilaç gelmişti artık
müdahale edebileceklerdi.
Almanya da kuş gribi vakası hiç olmamasına rağmen tedbiren nüfusun onda birine yetecek kadar
halihazırda ilaç vardı ne de gereksiz birşeydi bu; insanlar öldükten sonra da ilaç temin edilebilirdi
pekala.
Tvler ilgili hastalıktan ölmüş tavukları halkın, çocukların çıplak elleriyle traktöre nasıl kayıtsızca
yüklediklerini, halkın , sırf parasını az bulduğu için kuşları vermediklerini, bu halkın nasılda cahil
olduğunu her karesiyle gözümüze soka soka gösterdi.
Okulda birkaç öğretmen tavuklarıyla birlikte uyuyan cahillere güldü! Öyle ya tavuklarıyla aynı odada
uyuyamazdı insanlar.Ama eğer insansalar!
Bugün bir haber; yaklaşık otuz kişi hastaneye kaldırılmıştı-Doğuda birçok yer-
Ama kim korkar bundan biz hergün trafikte bile bundan daha çok insan kaybetmiyormuyuz.
Sahi şu meşhur tavuklar yesin diye ithal edilen mısırlara ne oldu bakanım? Birkaç kilsunu birlikte
patlatıp yeseydik, Yüzüncü Yıl hastanesinin önünde.Tavuklara da hastalara da verirdik yesinler diye.
Basına herşey bittikten sonra bilgi vermekten! başka, zaten yapacak ne işimiz varki...Değilmi?”^
http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=266&Itemid=87

146
Ve sadece bu kadar da değil, kuş gribi, Kürtlere karşı bir ırkçı silah olarak kullanıldı. O güne
kadar, binlerce yıldır olduğu gibi hayvanlarla iç içe yaşamış insanlar, uygarlıktan uzak pis
vahşiler olarak gösterildi. Özel savaş dairesinin bir psikolojik savaş aracı olarak Türk orta
sınıflarını yedekte tutmak için kullanıldı.
Toparlarsak, Kuş Gribi örneğinde görüldüğü gibi, Özel Mülkiyet, kar ekonomisi klasik doğal
felaketleri birer modern kıyamet alametine çevirmektedir. Bunu önlemenin tek yolu kar
ekonomisini ortadan kaldırmaktır.
Ancak gerçekte var olan, ulusal devletlere bölünmüş, zengin ve yoksul ülkelerin olduğu bir
kapitalizmde bunun şiddeti katlanmaktadır. Soyut olarak pek ala yeryüzü ölçüsünde,
aydınlanmanın ideallerine uygun olarak bir tek kapitalist ülke mümkün iken, bu günkü
kapitalizmin var oluşu için, ulusal devletler ve “zengin demokratik” “geri baskıcı” devletler
ayrımı sistemin devamı için ayrılmaz bir koşul haline geldiğinden; gerçekte var olan
kapitalizmde felaketlerin şiddeti katlanmaktadır.
O geri ülkelerin sömürgesinde ise, Kürdistan örneğinde görüldüğü gibi, bir sömürgeci savaş
aracına ve ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine dönüşmektedir.
O halde kuş gribine karşı mücadele, ilk elde sömürgeciliğe ve ulusal baskıya karşı; ekonomi
dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine karşı bir mücadele içinde tüm emekçileri ve
demokratik güçleri birleştirmeyi hedeflemeli.
Ancak bu yetmez. Bu aynı zamanda bu günkü ulusal devletlere ve de nihai olarak
kapitalizme, yani özel mülkiyete ve kar ekonomisine karşı bir mücadele olmak; en azından
ona dönüşmek zorundadır.
Tabii Hak yolundan gidenler için, yani doğa ve toplum yasalarının söylediklerini anlayanlar;
onların uyarılarına kulak kabartanlar için.
Bütün belirtilerin gösterdiği gibi, günümüz dünyasında, Kara, Özel Mülkiyete, hasılı
Kapitalizme karşı olmadan hakka uygun bir toplumsal yaşam kurulamaz.
Demir Küçükaydın
26 Ocak 2006 Perşembe

147
Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar

Türkiye’de burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde, yolsuzluklar, karşı
tarafı sindirmenin, tecrit etmenin, geri çekilişe zorlamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır.
Bürokratik oligarşi, burjuvaziyi sindirmekte ve geri çekilişe zorlamakta bu aracı çok daha
etkili ve başarılı olarak kullanmaktadır. Bu etkili ve başarılı kullanışın nedeni kendisinin daha
temiz ve namuslu olması değil, bu silahları kullanabilecek pozisyonda olmasıdır.
Tüm sırları bilirseniz, bunları istediğinize karşı istediğiniz gibi kullanabilir ve en önemlisi de
kendi sırlarınızı koruyabilirsiniz. “Milli sır” veya “devlet sırrı” dediniz mi akan sular durur.
Bu zırh karşısında burjuvazinin bu zırhı delecek bir mızrağı yoktur. “ ‘Milli sır’ neymiş,
milletten gizlenemez hiçbir sır; devlet devlet ise millete hizmet etmelidir. O halde devlet sırrı
da milletten gizlenemez!” diyecek cesareti yoktur burjuvazinin. Bu nedenle, bırakalım
yolsuzlukları bir yana, ordunun harcamalarını ve bütçesini denetleyecek ve belirleyecek
cesaretten bile yoksundur.
Ama buna karşılık, kendisi, devlet partisinin ve oligarşisinin yolsuzluk suçlamaları karşısında,
“Ticari sırlar” veya “Özel hayatın gizliliği” gibi, aslında ardına sığınması bir bakıma suçu
kabul anlamına gelebilecek olan işe yaramaz içine girilmez siperdedir. Bu nedenle, bürokratik
oligarşi, yani Ordusu ve bürokrasisiyle Türk Devleti, Emin Çölaşan gibi tetikçiler aracılığıyla
burjuvazinin her türlü manevrasını kolaylıkla, yolsuzluk silahını kullanarak
püskürtebilmektedir.
Çok namuslu, temiz, kire bulaşmamış görünen ordu, (ki bu sadece görünüştür, her hangi bir
denetim olanağı bulunmadığı için, yapılan her şey askeri sırlar örtüsünün altına gizlendiği
için, “kol kırılır yen içinde”dir) aslında bütün bu yolsuzluk, irtikap ve çürümenin gerçek
sorumlusudur.
Sorumlusudur, çünkü, insanların demokratik haklarının olmadığı; fikir ve örgütlenme
özgürlüklerinin olmadığı; her şeyin açık veya gizli devlet organlarının kontrolü altında olduğu
bir ülkede, işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin kendi öz örgütlenmelerini yaratma; politik hayata
ağırlıklarını koyma olanağı olmaz; kendilerini sermayenin ve devletin saldırılarına karşı
korumaları olanağı olmaz. Bu da zenginlik ve yoksulluk farklarının korkunç boyutlara
varmasına, demokratik denetim mekanizmalarının hiçbir şekilde oluşma ve gelişme olanağı
bulamamasına; bürokratik keyfiliğin sonsuz artmasına yol açar. Bütün bunlar da ezen ve
ezilen sınıfların tamamında korkunç bir çürümeye bu çürüme de tekrar bu olumsuzlukların
pekişmesine, umutsuzluğun yaygınlaşmasına, işini halledebilmek için avane kliyan (ahbap,
tanıdık, torpil) ilişkilerinin güçlenmesine vb. yol açar. Böylece, kendi kendini besleyen bir
çürüme, anti demokratikleşme, aşırı bir yoksulluk ve zenginlik çemberi ortaya çıkar.
Türkiye’de doksanların başından beri yaşanan tamı tamına böyle kendi olumsuzluklarını
besleyen bir süreçtir. Bu süreci başlatan, duvarın yıkılışı oldu. Bu yıkılış, 12 Eylül şokunu atıp

148
toparlanmaya başlayan toplumsal muhalefeti birden bire demoralize etti ve sıfırladı.
Bürokratik oligarşinin egemenliğini korumak için özel savaşı başlatabilmesi, Kürt sorununda
tam bir inkar ve baskı politikasına yönelmesi; az çok reform düşünen burjuvaziyi tamamen
tasfiye edebilmesi (Özal’ın öldürülmesi); kendi içinde de benzer politikaları önerenleri
tasfiyesi (Eşref Bitlis’in öldürülmesi) mümkün oldu. Bundan sonra mekanizma artık zaten
kendi kendini üretir oldu.
Ne var ki, bu tasfiyede, devlet bürokrasisinin en önemli silahlarından biri, yolsuzluklar oldu.
Burjuvazide her zaman bulunan yolsuzluklar oldu. Ne devlet bürokrasisi, ne de burjuvazinin
diğer kesimleri yolsuzluklardan daha azade değildir. Ama bürokratik oligarşi burada istediği
yolsuzlukları gündeme getirebilmek gibi bir üstünlüğe sahiptir. Devletin bütün gizli servisleri
emrindedir ve zaten o oligarşinin sert çekirdeğinin örgütlenmesidir. Bu nedenle yolsuzluklar
alanı, burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde, burjuvazinin elleri
kolları bağlı olarak kaldığı ve sürekli dayak yediği bir alandır. Ve bu, devlet bürokrasisinin
geniş yığınları kendi arabasına bağlamasının etkili bir araçlarından biridir.
Bürokrasi kontrolü dışına çıkma eğilimi gösteren her politikacıyı, yolsuzluklar sopasıyla
kendi çıkarlarının ve egemenliğinin bir koruyucusuna döndürmektedir. Bir Demirel ya da bir
Mesut Yılmaz, ya da Bir Türkeş ya da bir Çiller, daha mı az yolsuzluklara bulaşmıştı. Hayır
aksine. Onlar çok daha büyük yolsuzluklar içindeydiler. Ama onlara hiçbir şekilde
dokunulmadı. Çünkü bürokratik oligarşinin egemenliğini hiçbir şekilde sorgulamamayı aksine
ona hizmet etmeyi öğrenmişlerdi. Sadece zaman zaman ayaklarını denk almaları için ucu
gösterildi ve onlar da mesajı alıp ayaklarını denk aldılar.
Sosyalistler ve devrimci demokrasi hiçbir zaman aklından şunu çıkarmamalıdır. Bu gibi
yolsuzluk iddiaları ve dosyaları, hemen daima egemen sınıflar arasındaki bir mücadelede
kullanılan silahlardır.
Öncelikle hiç unutulmaması gereken işin alfabesi şudur. Bizler bir sistemle sorunluyuz
kişilerle değil. Şu veya bu politikacının yolsuzlukları bizlerin bir sorunu olmaz. Herkes
sonuna kadar “namuslu” olsa bu sistem daha iyi olmaz.
Bu nedenle bizler yolsuzluk dosyaları gibi sorunları her zaman var olan somut sınıf ilişkileri
içinde değerlendirmek; bunların aslında egemen güçler arasındaki mücadelede tarafların
kullandığı silahlar olduğunu; sorunun bu silahın hangi sınıfın çıkarı için; hangi politika için
kullanıldığını görmek ve ifşa etmek olduğunu bir an için bile aklımızdan çıkarmamamız
gerekir.
Ama biz bizzat bu silahın nasıl ve hangi çıkar için kullanıldığını göstererek ancak aynı
zamanda bu silahı, onu ezilenlerin gözüne kül atmakta kullananlara karşı bir silaha
dönüştürebiliriz.
Đlk önce, bütün bu yolsuzlukların varlığı ile toplumda özgürlük ve hakların olmaması;
ezilenlerin örgütlenememesi ve demokratik denetim ve kontrol mekanizmalarının
bulunmaması; zengin yoksul arasındaki uçurumun açılması arasındaki ilişkiyi iyi koyarak;
çürüme ve yolsuzlukların gerçek sorumlusunun iktidarı gerçekten elinde bulunduran

149
bürokratik oligarşi ve onun keyfi baskıcı sistemi olduğunu; diğer yandan, bu bürokratik
oligarşiye karşı çıkar gibi görünen burjuvazinin korkaklığında ve tutarsızlığında olduğunu
göstermek gerekir.
Çünkü burjuvazinin korkaklığı ve tutarsızlığı aynı zamanda bu bürokratik oligarşinin gerçek
iktidarı elinde bulundurmaya devam etmesinin en esaslı nedenidir. Burjuvazi korkak ve
tutarsız olduğu için; yani kitlelerin örgütlenmesi ve özgürlüklerden korktuğu için; diğer
yandan burjuvazinin bu korkaklığını ve tutarsızlığını dengeleyecek bir politik işçi hareketi
bulunmadığı için (Bir ulus teorisi ve başka bir uygarlık programı olmaması, demokratik
cumhuriyet hedefinin yitirilmesi gibi programatik eksikliklerden; Stalinizmin zaferi ve
devrimci işçi hareketinin yenilgisi; daha sonra duvarın yıkılışının yarattığı moral çöküntüsü ve
bozgun gibi bir yığın faktör sıralanabilir.) en küçük bir demokratikleşme ve demokrasi
mücadelesi cephesi ortaya çıkamamaktadır. Tam da bu nedenle toplumdaki çürüme kendi
kendini beslemektedir.
Yani bizim görevimiz yolsuzluklarla mücadele değildir; yolsuzluklarla mücadele ettiğini
söyleyenlerle mücadeledir. Çünkü onlardır gerçek yolsuzlukların ve çürümenin gerçek nedeni.
Bir sorunu ortadan kaldırmak sonuçlarla mücadeleyle olmaz, onun nedenlerine
yönelinmelidir.
Yolsuzluktan işkenceye kadar her alanda böyledir bu. Sorun işkencenin yasaklayan
kararnameler ya da polislerin eğitimi değildir; sorun insanların namuslu olması değildir.
Sorunu böyleymiş gibi göstermenin kendisi bizzat egemen sınıf ve zümrenin çıkarlarını
korumaya yarar.
Dolayısıyla, bu gibi yolsuzluk tartışmalarında, esas vuruş yönümüz, yolsuzlukla itham edilen
burjuva politikacıları değil; aksine burjuva politikacılarının yolsuzluklarını ifşa eden veya
onları bununla itham eden ve bunu kendi anti demokratik sistemini korumak ve pekiştirmek
için kullanan bürokratik oligarşinin sistemi olmalıdır.
Bir devrimci demokratın, bir sosyalistin hiç aklından çıkarmaması gereken, ister yolsuzluk,
ister işkence, ister başka bir keyfilik olsun, kendisinin esas görevinin, gerçekten egemen
bürokratik oligarşiyi tecrit etmek ve parçalamak olduğudur. Bunu unutan her demokrat veya
sosyalist muhalefet, bütün iyi niyetine rağmen pratik mücadeleler içinde kendini birden bu
egemen oligarşinin fiili bir destekçisi olarak bulur.
*
Bu sadece yolsuzluklar konusunda böyle değil, her konuda böyledir. Örneğin, bu gün Anti
Amerikancılık Türkiye’de, Bürokratik Oligarşinin ABD ile pazarlıklarında onun kendi
egemenliğini ve pazarlık gücünü arttırmasının bir aracı olmakla sonuçlanır.
Devrimci Demokrasinin, sosyalistlerin tavrı, ABD ile Türk Devleti arasındaki pazarlık ve
rekabette, Anti Emperyalizm diyerek Türk devletiyle aynı paralele düşmek olamaz. Bizler
tıpkı birinci dünya savaşında Lenin, Luxemburg, Troçki gibilerinin savunduğu, yenilgiciliği
savunmalıyız. Yani esas mücadeleyi, içinde bulunduğumuz ülkenin egemenlerine
yöneltmeliyiz. Bunu yapmadığımız takdirde, bu ülkelerin ezdiği halklarla birlik

150
oluşturamayız; demokrasi güçlerinin birliğini sağlayamayız. Her dış savaş öncelikle bir iç
savaştır. Bölge sosyalistleri, kendilerine egemen olan, her biri gerici devletleri esas hedef
olarak koymazlarsa, ABD ile bunlar arasındaki mücadelede basit bir piyon olmaya
mahkumdurlar. ABD’ye ve diğer emperyalistlere karşı bir direniş cephesi, bölge halklarının
birliği; bölge devletleri yıkılmadan; bir demokratik cumhuriyet kurulmadan olamaz.
Tekrar yolsuzluklar sorununa dönersek, bizler esas vuruş yönümüzü burjuvaziye değil;
bürokratik oligarşiye yöneltmeliyiz. Burjuvaziye karşı mücadelemiz, onun bürokratik
oligarşiye karşı korkakça davrandığı; onunla iş birliği yaptığı; onu karşı en geniş cephenin
oluşmasını engellediği noktasından olmalıdır. Onlara mücadeleye ihanet ettikleri noktasından
vurmak, onlara korkaklara ve hainlere davranıldığı gibi davranmak gerekir.
Yani tıpkı Marks ve Engels’lerin korkak Alman burjuvazisine, Lenin’lerin korkak Rus
burjuvazisine karşı davrandığı gibi davranmak gerekmektedir. Prusya Yunkerliğinin, Rus
Çarlığının yerinde bu gün Türk ordusu ve devlet oligarşisi bulunmaktadır. Ak Parti’nin Rus
Kadetlerinden ya da 48 devriminin korkak Frankfurt Parlamenterlerinden farkı yoktur. Bu
nedenle, Marks-Engels’lerin, Lenin’lerin tarihsel tecrübesi bu gün her zamankinden daha
aktüeldir ve etüd edilmeyi beklemektedir.
Orta doğudaki tek tek ülkeler bakımından durum buyken, dünya politikası bakımından durum,
birinci dünya savaşı öncesindeki gibidir; ikincisi gibi değil. Orta Doğu’da ABD’nin
karşısındaki ister emperyalist ister az gelişmiş olsun hiç bir devlet ilerici değildir. Bizler tıpkı
ülke içinde bürokratik oligarşiye karşı burjuvaziyi ihanetle suçladığımız gibi; uluslar arası
politika alanında da egemen devletlere aynı şekilde mücadele etmeliyiz. ABD’ye karşı
direnişi, bölmek, zayıflatmak ve onunla iş birliği içinde bulunmakla. Yani örneğin Kürtleri
değil; Kürtlere özgürlük vermeyerek onları ABD ile ittifaka zorladıkları için Türk, Đran,
Suriye devletlerine karşı mücadelenin önceliğini öne çıkarmalıyız. Çünkü bu devletler
yıkılmadan; halkların ve inançların eşitliğine ve özgürlüğüne dayanan demokratik bir
cumhuriyet kurulmadan, ABD’ye karşı bir direniş ve mücadele olanaksızdır. ABD’ye karşı
bir direniş cephesi kurabilmek için, bölge halkları önce kendilerine egemen olan devletleri
yıkmalıdırlar.
Marks-Engels döneminde onlar, dünya politikası bakımından, Rusya’yı dünya gericiliğinin
merkezi olarak gördüklerinden tüm okları ona karşı yöneltiyorlardı. Bu günkü ABD’yi o
günkü Rusya gibi koymak son derece yanıltıcıdır. Bu günkü ABD, Avrupa, Çin, Rusya vs. hiç
biri diğerinden ak kaşık değildir; aralarında hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır. Hepsi
emperyalisttir. Birine karşı diğerlerini desteklemek söz konusu olamaz. Bu bakımdan durum,
dünya politikası ölçeğinde bakıldığında, Marks-Engels dönemine değil, Lenin’lerin dönemine,
birinci dünya savaşı öncesindeki döneme benzemektedir. Buna uygun olarak da, Marks-
Engels’lerin her şeyi Avrupa gericiliğinin kalesi Rusya’ya karşı savaşa tabi kılma anlayışının
paraleli sayılabilecek her şeyi ABD’ye karşı savaşa tabi kılma anlayışının tersine, Lenin’ler
döneminin yenilgiciliğinde olduğu gibi davranmak gerekiyor. Çünkü bu güçlerin arasında
hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır gericilik ve halkların özgürlüğüne düşmanlık
bakımından. Hepsi aynı karakterde olunca yıllardır denenmiş strateji Lenin’lerin
yenilgiciliğidir.

151
*

Ama bir sosyalist için sorun orada bitmez. Bizler hiçbir yolsuzluk olmasaydı; bunlara hiçbir
olanak tanımayan bir sistem olsaydı bile bu kapitalizme karşıyız. Bizlerin kapitalizme
eleştirisi, onun yolsuzluklara kapı açması vs. gibi noktalardan değildir. Namuslu
oportunistlerin en tehlikeli oportunistler olması gibi, yolsuzlukların olmadığı bir kapitalizm;
“namuslu” bir kapitalizm en tehlikeli kapitalizmdir. Bizler onan, insan ihtiyaçlarına değil,
kara dayanan bir sistem olması nedeniyle ona karşıyızdır.
Kara dayanma özel mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz kılmayı gerektirir. Ama bu kara dayanan
ekonomi, ancak, özel, politik ve ekonomik gibi ayrımlara dayanan bir üst yapıyla; bir “dinle”,
bir “uygarlık” olarak var olabilir ve örgütlenebilir.
Dolayısıyla kara dayanma ile, özel, politik, ekonomik ayrımı gibi ayrımlar arasında özel
mülkiyet, kar, işgücü, artı değer, işgücünün kullanım değeri gibi nitelikler bakımından
kopmaz bir ilişki bulunmaktadır.
Bu şu demektir: bu uygarlığın dayandığı temel varsayımlardan birini çökerttiğinizde aslında
bütün binayı da çökertirsiniz. Bu bakımdan konu aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele ile
de, bunun stratejik sorunlarıyla ve yeni bir uygarlık projesi ve programlaştırılmasıyla da
yakından ilgilidir. Bunu biraz yakından görmeye çalışalım.
Bilindiği gibi bu yolsuzluk sorunları ile birlikte hemen her zaman “Sırlar” sorunu gündeme
gelir. Birileri hemen çıkar, Bunlar “özel hayatın sırlarıdır”, “bunlar ticari sırlardır” der.
Birileri çıkar bunlar “Devlet sırrı”dır der.
Bu günkü toplumdaki tüm taraflar, ticari, siyasi (“Devlet sırları”) ve özel “sırlar” olabileceği
konusunda kesin bir uzlaşma içindedirler. Bu günkü toplumun tüm çıkmazı da tam buradadır.
Sosyalistler bunu sorgulamayı bile akıl edemez durumdadırlar. Etseler bile bir şey söyleyecek
durumda değildirler çünkü daha önceden başka bağlamlarda bu tür durumlarda bizzat
kendileri “Özel hayatın gizliliği”nin ya da “sırları”nın savunucusu olmuşlardır.
Örneğin, ne zaman bir kitle hareketi yükselişi ya da bir terör eylemi olursa, burjuva devletleri
hemen, telefonların evlerin dinlenmesi, bu dinleme işinin kolaylaştırılması türünden yeni
yasalar çıkarırlar veya böyle yeni yasa teklifleri getirirler. Bu durumlarda solcular hemen her
zaman, bu devlet kontrolüne karşı dururlar ama bunu hemen daima yeni yasaların özel hayatın
gizliliğini dolayısıyla kişilerin haklarını ihlal ettiği gibi bir noktadan yaparlar. Yani isteseler
de istemeseler de, burjuva uygarlığının, kar ekonomisinin dayandığı özel, politik ayrımını;
özel hayatın gizliliğini vs. kabul etmiş ve savunmuş olurlar.
Sosyalistler söz düzeyinde kapitalizme veya kar ekonomisine karşı durduklarını söylerlerken
aynı zamanda kar ekonomisinin, burjuva uygarlığın dayandığı tüm sistemi en temelinden
savunmaktadırlar.
Yani eğer bir paralellik kurulmak gerekirse, ortada, tıpkı bir zamanlar Lenin’lerin,
Troçki’lerin “demokratik cumhuriyet” ve “ulusların kaderini tayin hakkı” programının

152
çelişkisi gibi, bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan, devletin her türlü dilsel, dinsel
tanımlanmasını ve eşitsizliği reddeden; bir tek köyün bile ayrılmasını kabul eden demokratik
cumhuriyeti savunurken, diğer yandan ulusların kaderini tayin hakkı diyerek, ulusların bir
dile, bir tarihe, bir halka göre tanımlanmasını, yani dillerin ve kültürlerin eşitliğine
dayanmayan; demokratik olmayan bir cumhuriyeti savunmak gibi bir çelişki bulunmaktadır.
Bir yandan kapitalizme, kar ekonomisine karşı çıkılmakta, ama diğer yandan, bu ekonominin
dayandığı tüm üstyapı ve onun özel, politik ayrımı, olduğu gibi savunulmaktadır.
Nasıl ulusların kaderini tayin hakkı, demokratik cumhuriyeti içi boş bir retoriğe çevirdiyse,
burada da, özeli savunmak, kapitalizme karşı çıkmayı boş bir retoriğe, bir Pazar vaazına
dönüştürür. Đşçi ve sosyalist hareketin başına gelen tamı tamına budur.
Özetle işçi hareketi sadece ulusların kaderini tayin hakkı dolayısıyla, demokratik cumhuriyeti;
yani ulusun dile, dine, etniye dayanan her türlü tanımının reddi ilkesini bir retoriğe, içi boş bir
kalıba dönüştürmemiş ve işçiler ve sosyalistler bir asgari programdan yoksun kalmış değildir;
aynı zamanda özel hayatin gizliliğini savunmak gibi sözde burjuva devletinin baskılarına karşı
çıkan formüllerle de, kar ekonomisi ve kapitalizme karşı çıkış da bir boş kalıba dönmüş,
başka bir uygarlık programı bir yana, kar ekonomisini ve özel mülkiyeti reddeden program
bile unutulmuş ve yitirilmiştir.
Halbuki sosyalistler sorunu eğer bu uygarlığın dayandığı varsayımları sorgulama düzeyinde
koysalar, bu otomatikman kapitalizmin sonunu getirecek bir hareketin yolunu açar.
Özel hayatın gizliliği formülü ve savunusu, aslında burjuva uygarlığının, özel, politik ve
ekonomik ayrımına dayanmaktadır. Kapitalizmden önce hiçbir sistemde, özel hayat diye bir
kategori yoktur. Zaten özel hayat diye bir sosyolojik kategori de yoktur, “özel” ve “özel
hayat” kategorileri, ideolojik, hukuksal, yani burjuva uygarlığının dayandığı ve
örgütlenmesinin temelini oluşturan kategorilerdir.
Örneğin Devlet sırları veya ticari sırlar da, bu ayrıma dayanmaktadır. Böyle bir ayrım
olmadan, böyle sırlardan söz edilemez. Bunlar da, bu anlamda, hukuki ve ideolojik
kategorilerdir.
Sosyalizm henüz yükseliş dönemlerindeyken, henüz sosyalist bir uygarlık, bu ayrımın
kendisini sorgulamak diye bir problemi olmadığı zamanlarda bile, gerçekten kapitalizmin
dayandığı mantığı da sorguladığından, bilinçsizce ve kendiliğinden de olsa, sonu bu ayrımın
kendisini sorgulamaya gidecek sloganlar ve programlar oluşturabiliyordu.
Örneğin Ekim devrimini yapan Bolşevikler, bütün devlet sırlarını, gizli anlaşmaları
açıklamayı bir program maddesi olarak önlerine koymuşlardı. Keza, insanların açlık tehlikesi
karşısında, fiilen ticari sırları ve karı ve özel mülkiyeti sorgulama sonucunu yaratacak olan,
tüm ticari sırların açıklanması; işçi denetimi; var olan işlerin çalışabilir nüfus arasında eşitçe
dağıtılması gibi “Geçişsel talepler” ortaya atmışlardı.
Bu taleplerin hiç birisi aslında doğrudan doğruya kapitalizmi sorgulamıyordu; ama toplumun,
toplumsal yaşımın örgütlenmesi bakımından karın veya özel mülkiyetin dokunulmazlığını
kabul etmiyorlardı. Đnsanların ihtiyaçlarını ve birbirlerine karşı sorumla olduğunu hareket

153
noktası olarak alıyorlardı. Dolayısıyla, fiiliyatta kapitalizmin, özel mülkiyetin ve kar
ekonomisinin aşılmasına gitmek zorunda kalıyorlardı.
Bir bakıma tersinden yukarıda anlatılan çelişkiyi işliyorlardı. Temel fark, o çelişkide anti
kapitalizm veya demokratik cumhuriyet bir retoriğe dönüşürken ve çelişki geriye doğru
çözülürken, bu geçişsel taleplerde, çelişki kapitalizmin tasfiyesine varışla çözülmektedir.
Ne var ki, bu “geçişsel talepler” çoktan unutuldu; hatta demokratik görevlerden kaçmanın; her
biri dile, dine, etniye, soya tarihe göre örgütlenmiş gerici devletlere karşı mücadelenin
gündemden düşürülmesinin araçları oldular. Türkiye gibi ülkelerde kimi radikal ve Marksist
olduklarını söyleyen Troçkist gruplarda olduğu gibi.
Đşin ilginci, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı parolasıyla yapılan savunular, inisiyatifi
burjuvaziye ve burjuva devletine vermekte, onlara, toplum adına özel hayatın
sınırlandırılabileceği gibi karşı durulmaz bir argüman vermektedir. Bu durumda, sol
muhalifler, toplumsal sorumluluğu fiilen burjuvaziye ve burjuva devletine terk etmekte,
kendilerini iyice savunulamaz bir noktada bulmaktadırlar. Bu noktada da sürekli olarak
yenilmektedirler. Savaş sonrasında hiçbir ülkede sosyalistler, devletin kontrolünü arttıran her
hangi bir anti demokratik yasayı durdurabilmiş değillerdir.
Ama bir de söyle bir program ve davranışı göz önüne getirelim. Sosyalistlerin özel hayatın
gizliliğini ve dokunulmazlığını savunmayı bırakıp, özel, politik ve ekonomik hayatın
dokunulmazlığı ve gizliliği olamayacağını savunduklarını var sayalım. Yani evet buyursun
devlet, benim hesaplarımı kontrol etsin; istiyorsa mektuplarımı okusun; telefonlarımı dinlesin;
ama bütün şirketlerin, bütün devlet dairelerinin, bütün örgütlerin tüm yazışmaları; tüm
dinlediği telefonlar; tüm tutanaklar; tüm kararlar da tüm insanların bilgisine ve kontrolüne
açık olsun. Benim dinlenen telefonumun tutanakları her yurttaşın bilgisine açık olmalı;
hesaplarım sadece devletin değil her yurttaşın bilgisine açık olmalı; ama aynı şekilde, bütün
şirketlerin, kuruluşların, örgütlerin, devlet dairelerinin de herşeyi herkesin bilgisine açık
olmalı. Nasıl özel hayatın gizliliği yoksa “Ticari sırlar” ya da “devlet sırları” da yok.
Böyle bir yaklaşım, sosyalistleri birden savunma mevzilerinden ve programsızlıktan çıkıp
inisiyatif kazandırmakla kalmaz, kapitalizmin temellerine ve dayandığı ilkeleri sorgulayarak,
bir sosyalist uygarlığın üzerinde yükseleceği düşünsel temelleri atar. Bu aynı zamanda saldırı
inisiyatifini tekrar kazanmayı sağlar; devlet ve burjuvazi devlet sırlarını ve ticari sırları
savunma mevzilerine çekilirler. Tabii bu savunma mevziinde getirecekleri her argüman onlara
karşı bir silaha dönüşür.
Geçişsel taleplerin yıkıcı özelliği, onların kar ekonomisinin ve özel mülkiyetin dayandığı
varsayımları sorgulamasında; insanların ortak yaşamını, sorumluluklarını ve ihtiyaçlarını ön
plana çıkarmasındaydı. Onların yıkıcı potansiyeli buradaydı. Onlar henüz başka bir uygarlık
projesinin bir parçası olarak ortaya koyulmamışlardı; bu kavramsal ve programatik temelden
yoksundular ama bu potansiyeli içlerinde taşıyorlardı.
Dünya işçi hareketi başka bir yol izlese, 20’lerin yenilgileri sonucu yok olmasaydı, belki
sosyal mücadele pratiğinin içinde işçiler kendi denemeleriyle bu gün vardığımız yere çoktan

154
varmış, yani başka bir uygarlık projesine ulaşmış olabilirlerdi. Çünkü, Ticari sırların, devlet
sırlarının tanınmaması ve toplumun bunları kontrol etmesiyle, özel hayatın dokunulmazlığının
reddedilmesi arasında çok büyük bir yol yoktur. Ve bunların dokunulmazlığının olmadığı
yerde; özel, politik, ekonomik ayrımının kendisinin fiili bir anlamı kalmaz, bu ayrımın kendisi
kolayca reddedilip aşılabilir. Bunun için ille de tarihsel maddeciliğin bu bağlantıyı açıklayan
bir din teorisi bulunması gerekmemektedir. Ezilenler mücadele içinde kendi denemeleriyle de
buna varabilirler, sonra da Marksistler, bu fiili varışın ardındaki derin nedenleri araştırırken
bunu açıklamak için genel olarak bir din teorisine ve bu çerçevede modern toplumun dininin
teorisine varabilirlerdi. Böyle bir tarih de mümkündü. Eylem pek ala teorinin önünde
yürüyebilirdi örneğin Fransız devriminde veya Paris komününde olduğu gibi.
*
O halde bu yolsuzluklar bağlamında bizlerin programatik, stratejik ve taktik duruşlarımız şu
özelliklere sahip olmalıdır.
1) Yolsuzluk iddialarının burjuvazi ve bürokratik oligarşi arasındaki mücadelede silahlar
olduklarını bir an için bile unutmamak ve yolsuzlukların gerçek sorumlusunun toplumda en
küçük bir demokratikleşmeye tahammül edemeyen; en küçük bir demokratik denetim ve
ezilenlerin öz savunmasına olanak tanımayan bürokratik oligarşi olduğunu vurgulamak, esas
mücadelenin sivri uçunu bu oligarşiye yöneltmek. Burjuvaziyi ise, bu oligarşiye karşı
mücadeleyi zayıflattığı, dolayısıyla onun dolaylı suç ortağı ve işbirlikçisi olduğu noktasından
saldırmak.
Bu günkü Türkiye’de yolsuzluk, işkence, toplumsal çürümeyi ortadan kaldırmanın tek yolu
bürokratik oligarşiyi ve onun egemenliğini alaşağı etmektir.
2) Doğrudan kapitalizmi, kar ekonomisini ve özel mülkiyetin dayandığı burjuva uygarlığının
temellerini sorgulayan, devlet, sırları, ticari sırlar, özel hayat ayrımını ve bunların gizliliğini
reddetmek. Bu günkü sistem hakkında başka bir dünyanın ne olabileceği hakkında bir
tasavvur oluşturmak. Politik mücadeleden kaçanların sloganı haline gelmiş olan, “Başka bir
dünya mümkün” sloganını, onun nasıl bir şey olduğunu göstererek içini doldurmak. Bütün
özel, politik, ticari her türlü bilginin herkese açık olması. Emekçilerin bundan korkacağı
hiçbir şey yoktur. Ama burjuvazinin ve devletin bu sırlar olmadan var ve egemen olması
mümkün olamaz.
Bir köyde, herkes herkesin ne yaptığını bilir. Bu nedenle orada çok daha az suç işlenir. Dünya
madem ki globalleşti, bir global köy oldu diyorsunuz. O halde beyler global köyde, global
köylüler gibi yaşayalım. Herkes herşeyi kontrol edebilmelidir. Ama özellikle insanlar, kendi
çıkarlarının insanların çıkarı olduğunu söyleyen devletleri, şirketleri. Evet, biz ölümlü
insanların hesaplarını, telefonlarını, mektuplarını kontrol etmek mi istiyorsunuz. Buyurun
edin. Ve sadece siz değil, herkes herkesin bilgilerine ulaşabilmeli. Daha bu aşamada bile
bundan zararlı çıkacaklar sizler olursunuz.
Ama biz de bütün şirketlerin, bütün örgütlerin, bütün devletlerin ve onların organlarının her
şeyini de bilmek ve kontrol etmek istiyoruz.

155
O zaman bakın ne terör kalır ne de açlık ve sefalet, ne de yolsuzluk ve işkence.
29 Ocak 2006 Pazar

156
Yaradılış Teorisi, Tanrı ve Ulusçuluk

Son günlerde Harun Yahya olduğu söylenen Adnan Hoca vesilesiyle Yaradılış ve Evrim
teorileri sorunu gündeme geldi. Ne var ki, bu sorun kanımızca yanlış tartışılmaktadır. Çok
temel bir yöntembilimsel hata yapılmaktadır. Sosyolojik bir sorun, sanki biyoloji veya fiziğin
konusu bir sorunmuş gibi tartışılmaktadır.
Örneğin bu günkü Radikal’de Đsmet Berkan TÜBĐTAK’ın çevirdiği bir kitaptan alıntılarla
yaradılış teorisine karşı argümanlar getirmektedir. Muhtemelen bir çok sosyalist de
“Materyalist” olarak bu tür tartışmalara girmeye ve “bilimsel” ve “Materyalist” açıklamalar
yapmaya çok eğilimlidir.
Ne var ki, biz burada, bu yöntemin yanlışlığını tartışacağız.
Yaradılış teorisi de önü sonu bir teoridir. Tıpkı evrim teorisi gibi. Onunla tartışma bizzat
olgular ve bunların tutarlı bir açıklaması düzeyinde yapılabilir. Tıpkı, belli bir konudaki iki
farklı bilimsel teori arasındaki tartışma gibi olabilir bu.
Yani yaradılış teorisini öne sürenlere karşı, yine onların da kabul ettiklerini söyledikleri
olgular ve mantıki çıkarsamalarla cevap verilebilir. Çünkü yaradılış teorisini en son bilimsel
verilerle kanıtlamaya çalışanlar, aslında bilimsel düşünce ve kanıtlama yöntemlerini zımnen
kabul etmiş olmaktadırlar. Onlar kanıtlarını bu ölçülere uygun olduğu iddiasıyla
getirmektedirler. Burada yapılması gereken, yine bizzat olgular ve iç tutarlılığı olan
çıkarsamalarla bunun böyle olmadığını göstermektir.
Elbette bir bilim alanında bir parça bilgisi olanlar, ortaya atılan her teoriyi ciddiye almazlar.
Çünkü dünya bir sürü otodidakt amatörlerle doludur ve bu tür teorilerin çoğu daha ilk adımda
temel eğitim görmüş bir insanın bile yapmayacağı olgusal ve mantıksal hatalarla maluldürler.
Bu problemi söyle bir örnekle açıklamayı deneylim. Örneğin Matematikte, Fermat Teoremi
gibi çözülmemiş bazı problemler vardır ve bunların çözümü için çeşitli bilim kurumları bir
çok yarışmalar açar ve ödüller koyar. Bu yarışmalara yüzlerce çözüm yollanır.
Başlangıçta gelen bütün çözümleri en iyi matematikçiler günlerce tek tek ele alıyorlardı.
Ancak bir süre sonra görüldü ki, yollanan çözümlerin çok büyük bir bölümü, temel eğitim
almış bir matematikçinin bile yapmayacağı temel ve çok basit hatalarla maluldü. Biçimsel bir
eşitlik ilkesine uyup bütün bu yüzlerce en temel kriterlerden yoksun çözümü dünyanın en
büyük matematikçilerinin incelemesi, o matematikçilerin büyük bir zaman ve emek kaybına
sebep olmaktaydı. Bunun üzerine, çözüm yollamak için örneğin bir bilimsel dergide daha
önce bir veya birkaç makalenin yayımlanmış olması gibi kriterler getirilmiştir.
Yani her teori de aynı değerde değildir. Yaradılış teorileri de aslında, amatör
matematikçilerinki gibi en sıradan bir bilim adamının yapmayacağı bir sürü temel hatalarla ve

157
mantıki çıkarsama yanlışlarıyla maluldürler ve o amatör matematikçilerinki kadar bile bir
dikkat ve enerji harcanmasını gerektirmezler.
Ama bu yaratılış teorileri nedense, bilimin kendi ölçütleri ve ihtiyaçları açısından hiçbir özel
dikkati gerektirmeyecek amatörce yargılarla malul olmalarına rağmen, aynı kategorideki diğer
teorilerin hepsinden fazla bilinmekte ve tartışılmaktadırlar.
Bunun nedeni çok açıktır? Bu teorilerin böyle çok ve yoğun tartışılmasının nedeni, onların
bilimsel değerlerinden değil, toplumsal ağırlıklarından kaynaklanır.
Bu bize otomatikman şunu gösterir aslında. Bu tartışma, bilimsel bir tartışma, ya da belli bir
bilime ilişkin spesefik bir tartışma değil, politik ve ideolojik bir tartışmadır. Bu durumda
yapılması gereken, o yaradılış teorilerinin yanlışlığı ya da doğruluğu tartışması değil, o
yaradılış teorilerinin, niçin böyle toplumda her zaman büyük bir taraftar kitlesi bulduğudur?
Yani aslında tartışmanın sosyolojik bir boyutta yürütülmesi gerekir. Sosyolojik bir tartışmayı
ve açıklama gereğini, biyoloji veya fizik biliminin bir tartışması gibi ele almanın kendisi
yanlıştır. Ve sözde bilimi ve materyalizmi savunanlar, yani yaradılış teorilerine karşı örneğin
evrim teorilerini savunanlar, materyalizm ve bilim adına aslında sosyolojik bakımdan tam da
idealist ve bilim dışı bir tartışma yürütürler. Varlığın düşünceyi değil, düşüncenin varlığı
belirlediği; akli argümanların insanların insanların tavırlarını belirlediği gibi idealist bir
yaklaşımın bilinçsiz savunuculuğunu yapmış olurlar, doğa bilimlerinden kanıtlarla yaradılışın
yanlışlığını kanıtlamaya çalışırlarken. Yani yaptıklarının nesnel anlamı, kendi sandıkları,
yaptıkları ve iddialarının tam zıddıdır.
Ne demek istediğimizi açıklama için şöyle bir örnek verelim. Şu uçan daireler ve ufoları ele
alalım. Uçan daireler ve ufolar fiziksel olarak var olmayan varlıklardır, yoktur böyle bir şey.
Ama Ufolar ve Uçan dairelerin varlığına ilişkin düşünce ve kabul vardır. Ufolar değil,
ufoların gerçeklik olduğu düşüncesi ve kabulü gerçekliktir. Bu anlamda Ufoların, Fiziksel
değil ama sosyolojik olarak var olduğunu söyleyebiliriz.
Siz istediğiniz kadar, uçan dairelerin olmadığına dair bilimsel kanıt getirin. Bu kimseyi ikna
etmeyeceği gibi, gerçek sorunun, uçan dairelerin fiziksel varlığı değil bunların varlığına
ilişkin düşünce ve inancın varlığı, onların sosyolojik varlığı olduğunu örtmüş olursunuz.
Böylece bilimsel gibi görünen bütün çabalarınız aslında sosyolojik olarak, ele alınması
gereken bir sorunu sosyolojik olarak ele almayarak, yani fizik bilimine ilişkin bir yöntem
sorunuymuş gibi, bir düşünce sorunuymuş gibi ele alarak, en temel bilimsel hatayı yapmış ve
bilim dışına düşmüş olur. Yani Uçan dairelerin var olmadığına ilişkin fiziki argümanlar,
sosyolojik bir olayı fiziki argümanlarla tartıştıkları için, sosyolojik bakımdan bilim dışıdırlar.
Yaradılış Teorisi veya tanrının varlığı da öyledir. Sorun yaradılış teorisi veya Tanrının var
olup olmadığı değildir. Tanrıya veya yaradılış teorisine inananlar vardır. Yani Yaradılış teorisi
veya Tanrının var olduğu fizik veya biyolojik değil, sosyolojik bir sorundur. Tanrı fizik olrak
var olup olmadığı sosyolojinin konusu değildir. Ama tanrı fizik olarak var olmasa bile,
sosyolojik olarak vardır, tıpkı ufolar gibi.

158
O zaman şu soru gelir gündeme, niçin insanlar ufolara, tanrının varlığına veya yaradılış
teorisine inanmaktadırlar. Sorun olguları veya bilimsel teorileri bilip bilmeme sorunu değildir.
Sorun, bilim karşısında ortaçağ karanlığını savunma sorunu olarak koyulamaz. Sorunu böyle
koyuşun kendisi bizzat sosyolojik bakımdan bir sorundur ve bizzat kendisi de sosyolojik
bakımdan açıklanmayı bekler tıpkı tanrıya veya ufolara inancın toplumsal bir gerçeklik olması
ve açıklamayı beklemesi gibi.
Süpersonik jet uçaklarını kullanan pilotların nazar boncuğu taktığı bir çağda ve toplumda, (bu
öyle ayrıksı bir olay da değil, modern toplumda yaşayan insanların çok büyük yüzdeleri
böyledir) tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanç sosyolojik bir gerçeklik olarak
açıklanmayı bekler.
Yaradılış Teorisi veya tanrı inancının belli çıkarları gizlediği, o çıkarları savunmanın bir aracı
olduğu gerçektir ve doğrudur da bir çok durumda. Ama bu o karmaşık gerçeğin sadece bir
yönünü açıklayabilir. Nazar boncuğu takan Jet pilotları veya Windows’ta beş vakit ezan
okuma programı yazan programcılar veya bu programları kullananlar ne olacak? ABD’de
yaşayan insanların yarısı uzaydan gelen canlıların dünyayı ziyaret ettiğine inanıyor. Bunlar ne
olacak?
Bu karmaşık problem açıklanmayı bekler. Bunun bir çok farklı soyutlama düzeyinde ele
alınması ve incelenmesi gerekir. Belli sınıfların çıkarlarının savunusu bir düzeydir. Bir
toplumsal ve tarihsel umutsuzluk ve çıkışsızlık döneminde yaşanıyor olması bir başka
düzeydir.
Kapitalizmin üst yapısı ve dini olan özel politik ayrımının insan davranışlarına anlam ve
düzen verebilecek bir ilkeyi getirme yeteneğinde olmaması bu nedenle kapitalizm öncesinin
üstyapısından, Özel’i yani, yani politika ve ekonomi dışı insanların toplum halinde yaşayışını
düzenlemek için ödünç alması öve onula simbiyoz bir ilişkiye girmesi böyle bir açıkma
teşebbüsünde bir başka düzeydir.
Ama kanımızca en önemlisi şudur: kapitalizmin işleyebilmesi için insanların bir inancı veya
değeri olması gibi bir ihtiyaç yoktur ama bizzat kendisi kapitalizmin ürünü olan birey ya da
insanın tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar buna ihtiyacı vardır. Aslında kapitalizme ve
onun üstyapısına bir derin isyanın dışa vurumudur bir yaratıcıya veya yaradılış teorisine olan
bu geniş inanç.
O zaman şu sonuç ortaya çıkar. Yaradılış teorisiyle mücadele, onu yaratan ve böyle yaygın
kılan sosyolojik koşullarla mücadele olmak zorundadır. Yani Yaradılış teorisiyle mücadele
evrim teorisinin doğruluğuna ilişkin argümanlarla değil, kapitalizme karşı mücadeleyle
olabilir. Bu ise her şeyden önce, kapitalist toplumun siyasi üstyapısına, dolayısıyla uluslara ve
devletlere, ulusal sınırlara karşı bir mücadele olmak zorundadır.
Bir yandan evrim teorisi ile yaradılışçılığı eleştireceksiniz, diğer yandan uluslar ve ulusal
devletleri savunacaksınız. Bu uluslar, bir yaratıcı veya yaratılış olduğu inancından daha mı
bilimseldir?

159
Lenin’in bir makalesi vardır Militan materyalizmin önemi üzerine diye. Orada aydınlanma
filozoflarının eserlerini yayınlamaktan söz eder. Bu günün militan materyalizmi, yaradılış
teorileriyle değil, uluslar ve ulusçulukla mücadele etmelidir. Ulusların ve ulusçuluğun nasıl
yalanlar üzerine inşa edildiğini ele alan ve gösteren yazınla ittifak etmelidir tıpkı Lenin’in
Aydınlanmacı yazarlarla önerdiği ittifak gibi.
14 Mart 2006 Salı

160
Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir?

Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçiliği savunan Doğu
Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi ve kavramları alt üst ederek bu
günkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve
kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri
boşaltılacak ve istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır.
Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de
cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber
Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek:
“Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce
kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç
varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. Đnsanlık kabile
toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. Đşte
Đslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır.
Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, Đran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in
Đngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız
demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin Đtalyan birliği, hep silahla
kurulmadılar mı?”
Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş aracına baş vurdukları
için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin
ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece silaha baş vurmalarından hareketle aynı sepete
atılmaktadır.
Bay Perinçek, Đslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah
kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah
kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz
önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş
ve adım adım birkaç on yıl içinde, Đslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır. Tümü
silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini,
Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde
bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve
uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal
eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği Đslam namlı bir gericilik, soygun ve zulüm
düzeni almıştır.
Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır.
Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i,
tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile

161
tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim Đnsanlık” parolasıyla bu devletleri
yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri, ve soy kardeşliği ne ise ve
nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i
de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal
bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün
ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir.
Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün
bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için
silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı
kabileye (Kureyş’e) ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin
yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini
bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan
kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları
yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk
bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak,
bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir.
Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu
Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan
Ebu Cehil’lerdir.
Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir. Devrimi şiddet
olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır.
Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen
darbeci Bonapartı Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının
içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların
gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama
aynen sahip çıkar.
Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jaıkoben’in gerçek
ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.
Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını
verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip
liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle
bilindi.
Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup
kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam
değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.
Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini
tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın,
zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı
anlamını almıştır.

162
Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada.
Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna
kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin
yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel
anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi.
Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca
gerçekleştirmeye denir.
Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun
tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben
derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu
görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok
etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların
Jakobenizm.
Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının
kaldırılmasını ilk isteyendir.
Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür.
Đkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani
Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok
modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir Đşçi Đktidarı olur, Marks’ın
“Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı.
Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan
darbeci değildiler,dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne
çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı
Kızıl Orduyu kuran Troçki de Đdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk
günlerinde.
Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi
yoktur. Bu doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi
savunmak için buna baş vurmuşlar ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir.
Yani Jakobenizm, burujuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir ve
örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin,
PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri
Jakoben sayılabilirdi.
Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını veren liberal
aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene
benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve
çetelerin güçlü ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine
benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali
Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine Đsmet Đnönü’nün
getirilmesidir. Bonapart’ın Đmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.

163
Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim
geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları
Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve
Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin ve Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen
Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir.
Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara
dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar
daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi
gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların
yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle
ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir.
Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala
faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir.
Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi
sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının
bir cezası olarak ortaya çıkar.
*
Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur ve
onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder.
Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin Đslamiyet’in Bonapart’ı
Muvaiye’dir. Đslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin
Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da
Jirondenler; Đslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem
vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce
ulaşırlar.
Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal ve amaçların terk
etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir.
Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde
olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon Đmparator olduğunda, Fransız
devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını Đmparatorluk
Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının
ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi
dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı.
Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben?
Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi
çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali
terk edilmiş, ulus bir etni, dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan.,
Rusya’nın aksine, bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında,

164
bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı
ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da.
Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan halkları arasındaki işçi ve
sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de
ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile
sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici
milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, Ermenilik, Türklük, Rumluk,
Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır.
Fransız derimi olduğunda Früansa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın
devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış
oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu.
Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının
kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve
Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, bir tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim
yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı
düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi.
Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan ve
etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi
temsil eder. Osmanlı’da en devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde,
Kürtler, Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben
sayılmazdı.
Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik
Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim Đnsanlık” diyerek, her hangi bir etni,
dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi
ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur.
Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak ve bunları savunmak
için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan
Đkinci Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patalaması ve
bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı,
1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın
öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı.
Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın
peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları
rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş
bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile,
Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i
olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi.
1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, Đttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir.
1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur.

165
Đşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine
devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır.
Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok
ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur.
Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil, veya Ulusu din yani Đslam ile
tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil;
“Vatanım Yeryüzü Milletim Đnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak
parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tkarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana
koyan, kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva
devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek
Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız.
*
Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimcisinin başarısız kalan
teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım:
Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:
bir anlık gecikme

bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı,


sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...

ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,


kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.

sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki


her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.

silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin


bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,


ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş

166
bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.

ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,


güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;

yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,


zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:

bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)


bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini

Orijinal dilinde:

bir lahza i teahhur

bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr,


bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur
tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,
yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik...

ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,


kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim?
arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân,
bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.

mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki


her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.
sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,
en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.

silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin


bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.
ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!
atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,

167
yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.

lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi,


âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı,
söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;

nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr


târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;
lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:

bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî)


bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!

-5 temmuz 1322-
-18 temmuz 1906-
tevfik fikret

Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı
devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için?
Demokratı bırakalım sosyalist var mı?
Yok.
Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor.
Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün.
Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana.

16 Mart 2006 Perşembe

168
Da Vinci Şifresi’nin Şifresi

Polisiye Roman, akla bir övgüdür. Eğer yeterli veriler varsa, doğru bir akıl yürütmeyle,
bağlantılar göz önüne alınarak bilinenlerden bilinmeyene ulaşılabileceğinin bir kanıtıdır her
klasik polisiye roman.
Da Vinci Şifresi ise, her ne kadar bir polisiye romana benziyorsa ve Roman daha ilk
satırlarında bir cinayetle başlıyorsa, ilk bakışta suçsuz birini suçlu gibi gösteren deliller
görülüyorsa da, romanın gerçek kahramanı, polisiye romanların klasik kahramanı Polis
Müfettişi değildir. Polis Müfettişinin yanıltıcı delilleri ayıklayıp, çelişki ve tutarsızlıkları göz
önüne alarak gerçek bir suçluyu ortaya çıkarışının romanı değildir. Bu, sadece romanın
akışının arkasına takılmış, arada sırada bir göz atıverilen, önemsiz bir ayrıntıdır.
Da Vinci Şifresi, bir polisiye roman değil, bir Komplo teorisidir. Komplo teorileri, büyük
çaplı tarihsel ve toplumsal olayları, gizli örgütlerin, ilişkilerin bir sonucu olarak açıklar.
Tarihsel süreç, gerçek toplumsal güçlerin, sınıfların, zümrelerin, tabakaların çıkarları,
konumları ve karakterleriyle değil; gizli örgüt ve ilişkilerin düşünce ve davranışlarıyla
açıklanır.
Böylece Polisiye Roman ve Komplo Teorileri bir bakıma, tarihsel olarak karşı uçlarda yer
alırlar. Aydınlanma ve rasyonalizm tarihsel ve toplumsal gerçekliğin ancak iktisadi ilişkiler ve
onların üzerinde yükselen sınıfların çıkar ve konumlarıyla açıklanabileceği gibi bir varsayıma
sahipken; (polisiye Roman’ın hiçbir zaman tarihsel gidişi açıklamak gibi bir kaygısı yoktur);
komplo teorileri, bu yaklaşımın inkârıdır. Tarih, ilk bakışta görülemeyen toplumsal yasalar
anlamında “gizli güçler”in değil; gizli örgütler ve ilişkiler anlamında gizli güçlerin etkileriyle
açıklanır.
Burjuva uygarlığının gericileşmesi, insanlık için bir iyimserlik kapısı olmaktan çıkması ve
krize girmesine bağlı olarak, tarihin toplumsal yasalara dayanan rasyonel bir açıklamasının
olabileceği kavrayışı zemin kaybeder ve tarihi bir komplolarla açıklayan görüşlerin
dayanacağı zemin genişler. Bu bakımdan burjuva toplumunun genel tarihsel eğilimi,
rasyonalizmden irrasyonalizme gider. Bu, son yıllarda yükselen komplo teorilerine ilginin bir
nedenidir.
Kaldı ki, bizzat modern toplumda, burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte, devletin giderek her
türlü demokratik denetimden uzak bağımsız bir organizma haline gelmesi ve gizli örgütlerin
artan gücü de böyle bir eğilimi besler.
Bizzat Polisiye Roman geleneği, özellikle Casus romanlarında bu genel eğilimi yansıtır.
Suçluları yakalamak ve adaleti üstün kıymakla görevli olarak kurulmuş örgütler, bizzat en
büyük suçlular olarak ortaya çıkar. Ve gerçeği bulmakla görevli polisler veya memurlar,
birden bire, gerçeği bulmaya kalktıkları takdirde bizzat bu örgütler tarafından yok edilme

169
tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarını görürler. Artık kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunun
bile anlamı ve önemi kalmaz.
Ttarihin toplumsal yasalarla açıklanmasından gizli güçler ve örgütlerle açıklanmasına doğru
burjuva toplumundaki bu genel eğilim var olmakla birlikte, bu genel eğilim, son yıllarda
gerek dünyada, gerek Türkiye’de komplo teorilerine yönelik bu muazzam ilgiyi açıklamakta
yetersiz kalır.
11 Eylül’den, Pentagon’a Uçak çarpmadığına veya Aya inişin bir Hollywood mizanseni
olduğunu kadar birçok komplo teorisi de dünyada son derece aktüel tartışma konularını
oluşturuyor. Erik von Daniken’in, uzaydan gelenlerin bıraktığı izlere göre dünya tarihini
açıklayan teorilerden Marduk adlı gezegene ilişkin teorilere kadar onlarca komplo teorisi
dünyanın dört bir yanında büyük ilgi görüyor. Dünyanın ve güneş sisteminin sınırlarını aşıp
galaktik bir karakter kazanıyor.
Ama sadece bu kadar mı? Matriks ile bizzat insanlığını içinde yaşadığı evren de bir komplo
olarak ortaya çıkar ve komplo teorileri, böylece sadece var olan gerçek uzayı değil, sanal
uzayı da kaplar. Gerçek uzay sanal uzayın bir komplosu olarak görünür.
Komplo teorilerinin böylesine muazzam bir yaygınlık ve derinlik kazanmasını açıklamakta
yetersiz kalır burjuva toplumunun tarihsel krizi; tarihsel iyimserliğin yitirilmesi;
rasyonalizmden irrasyonalizme; demokrasiden gericiliğe olan yönelişi gibi genel ve tarihsel
eğilimler. Daha spesifik, daha döneme özgü, bir canlanma söz konusudur.
Komplo Teorileri ile “Postmodern Durum” arasında bir ilişki var gibi görünmektedir. Đşçi
hareketinin ve kitle hareketlerinin genel gerileyişi ve çöküşü; “Büyük anlatıların sonu” da bu
komplo teorilerinin güncelliğinde bir yere sahip gibidir. Bir bakıma, “Büyük Anlatı”lar, artık
Komplo Teorileri olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Bu gidiş en açık biçimde Umberto Eco’nun Gülün Adı ve Foucault’un Sarkacı adlı
romanlarının arasındaki ilişkide görülebilir. (Da Vinci Şifresi’nin iki baş kahramanından
birinin de Eco gibi bir sembol bilimi uzmanı olması rastlantı olmasa gerektir. Aslında, Da
Vinci Şifresi, Foucault’un Sarkacı’nın vülger, kitle tüketimine uyarlanmış bir versiyonu
olarak da görülebilir.)
Gülün Adı romanı rasyonalizmin ortaçağdaki köklerine bir göndermedir. Roman sadece
klasik bir polisiye romanının bütün özelliklerine sahip değildir; aynı zamanda sembollerle
bizzat onun bu genel özelliklerine de bir gönderme yapar. Romanın baş kahramanı olan
Basrkerville’li Williams, sadece Aydınlanmanın bir müjdecisi değildir. Onun bizzat Adının
başındaki Baskerwille’li eki, Polisiye Romanın doğuşuna, Conan Doyle ve Şerlok Holmes’e
bir göndermedir (Baskerwille’nin Köpeği). Williams ise ortaçağın meşhur, Occamlı (Usturacı)
Willams adlı filozofuna göndermedir, (ki modern aydınlanmanın atalarından biridir).
Eco’nun bu kendisi bizzat rasyonalizmin doğuşuna bir gönderme olan ve bizzat kendisi bir
akla bir övgü olan ve klasik polis romanının bütün özelliklerini taşıyan ilk romanını izleyen
ikinci romanı ise, tam tersine, tüm tarihi bir komployla açıklayan bir roman olarak ortaya
çıkar. Bu romanın aynı zamanda bir “Post Modern roman” olması da anlamlıdır.

170
Aynı eğilim Türkiye’de Orhan Pamuk’ta da görülür. Cevdet Bey ve Oğulları gibi ilk
romanları, tümüyle Klasik romanın bütün özelliklerini taşır. Ama Kara Kitap tamı tamına
Eco’nun Focault’un Sarkacı gibidir. Kahramanlar sırların peşindedir. Hep bir takım
ipuçlarına rastlarlar. Orhan Pamuk da bir bakıma Kara Kitap ile Türkiye’nin ilk Post Modern
romanını yazmış olarak görülebilir.
Hasılı gerek Eco, gerek Pamuk, bir tarihsel eğilimi hem görmüşler hem de eserlerinde o
eğilimi yansıtmışlardır.
Komplo teorilerini komplo teorileriyle açıklamayacaksak eğer, Komplo teorilerinin bu
yaygınlaşması, örneğin Eco ve Pamuk’taki ilk ve kaliteli, bir tarihsel eğilimi yansıtan
örnekleri göz önüne alındığında doğrudan doğruya, doğu Avrupa’nın çöküşü, işçi hareketi,
sosyalist hareket gibi büyük kitle hareketlerinin çöküşü; küreselleşmenin hızlanması ve buna
bağlı olarak farklı kültürlere olan ilgi ve yaklaşımların değişmesi ile yakından ilgili
görünmektedir.
*
Türkiye’de komplo teorilerinin özellikle son yıllarda yükselişi ise, her şeyden önce,
burjuvazinin bir kesimi ve ABD ile Türkiye’ye egemen asker bürokratik oligarşinin yollarının
ayrılmasıyla ilgilidir. Komplo teorileri, özellikle Sabetaycılar bağlamında, bürokratik
oligarşinin inkâr ve imha politikalarının çıkışsızlığına direnme eğilimi gösteren burjuvaziyi
sindirmenin bir aracı olarak; doğrudan doğruya Psikolojik savaşın ve dezinformasyonun bir
aracı işlevi görmektedirler.
Ayrıca sundukları basit ve kolay açıklamalarla hem geniş kitleleri aptallaştırmanın hem de
onları Askeri Bürokratik oligarşi politikaları çerçevesinde mobilize etmenin de iyi bir
aracıdırlar.
*
Aslında Komplo teorileriyle açıklanan bütün tarih ve olaylar gerçek sınıf ilişkileriyle de
açıklanabilirler. Zaten her zaman olduğu gibi, komplo teorilerinde de daima bir gerçek
tohumu vardır. Ama bu gerçek tohumu, ortaya çıkarılacak bir sonuç olarak değil, gerçeği
gizlemenin bir aracı olarak çıkar ortaya.
Örneğin elbette, burjuva devrimlerini yapan mason örgütlerinde de, sosyalist partilerde de,
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlarda da Yahudiler veya Sabetaycılar genel nüfus içindeki
oranlarından fazladırlar. Ama bu gizli bir komplo olarak değil, pek ala genel sosyolojik
eğilimlerin bir sonucu olarak da açıklanabilir.
Örneğin, klasik uygarlıklarda, artı değerin kaynağının “değer transferi” olması nedeniyle,
ticaretin Yahudiler gibi belli kavimlerin elinde yoğunlaşması; bu nedenle bunların burjuva
gelişimindeki özgül rolleri. Burjuva devrimlerinin Yahudileri gettodan kurtarmasının
Yahudilerin, bu devrimin ideallerinin en tutarlı savunucusu sosyalist ve işçi hareketine
akmasına yol açması; keza Yahudi dininin Mesih geleneğinin, yani adil düzenin bir gün bu
dünyada kurulacağı anlayışının, kurtuluşçu bir dünya görüşü için bitek bir toprak oluşturması,
sosyalist öğretilerle “gönül yakınlığı” içinde bulunması gibi olgu ve gerçeklerden hareketle

171
de o Sabetaycı veya Yahudi komplosu gibi görünen olayları daha doğru ve kapsamlı olarak
açıklamak mümkündür.
Ya da Maria Magdalena’dan, Tapınak Şövalyelerine, Da Vinci’den Mason localarına kadar
bütün Da Vinci Şifresi’nde anlatılan tarihi de aynı şekilde bir komplo olarak değil, sosyolojik
olarak açıklamak mümkündür.
Hıristiyanlık Yahudilik içinde bir sekt olarak doğmuştu. Bütün sektler gibi ezilenlere dayanan
muhalif bir hareketti ve bütün muhalif sektler gibi, komünün güçlü izlerini taşıyordu ve
kısmen de komünün uygarlığa bir direnişiydi. Elbette bu ilişkiler içinde, kadının yeri yüksek
olacaktı. Tarih hiç şaşmaz bir biçimde, uygarlıkla birlikte kadının toplumdaki yerinin
alçaldığını, kadının lanetli bir şeytana dönüşünü gösterir.
Hıristiyanlık da ilk önce yoksullar arasında yayıldı. Yoksullar aynı zamanda komünün etkisini
güçlü olarak hissettirdiği toplum kesimleriydi. Bu nedenle ilk Hıristiyanların, Đsa’yı kendileri
gibi bir insan olarak görmeleri, Maria Magdalena ve Meryem’e (Đsa’nın Anası olan Maria)
büyük değer biçmeleri (ki bu hala Katolikliğin yaygın olduğu ülkelerde Meryem kültünün Đsa
kültünden daha baskın olmasıyla bir şeklide kalıntı olarak yaşamaktadır. Bir kültürel fosildir.)
son derece normaldir.
Dolayısıyla Hıristiyanlık, Resmi roma dini olurken, yani bir uygarlık dini olur ve gericiliğin
ve devletin eline geçerken, aynı zamanda kadının şeytanlaştırılması ve aşağılanmasına paralel
olarak, bu devrimci Hıristiyanlığı yaşatan Đncillerin Đznik Konsülü tarafından yakılması son
derece olağandır. Đznik konsülünün Đncilleri yakması, tıpkı Stalin başkanlığındaki bir kurul
tarafından “SBKP Tarihi” yazılması veya Atatürk’ün Nutuk diye kendi resmi tarihini yazması
gibi bir olaydır.
Uygarlık Kadın’ı yok etmek, yerin dibine batırmak zorundadır. Çünkü Kadın, uygarlık
karşısında Komün’ü ve onun otoritesini temsil eder. Kadın’a karşı yürütülen savaş aslında
Komün’e karşı, Uygarlığın yürüttüğü bir savaştır. Komün’ün uygarlığa bulaşmamışlık
nedeniyle daha uzun yaşadığı Avrupa’da 18. yüzyıla kadar Cadı’ların yakılması, özünde,
komünlerin Şamanlarının yakılması; şamanın otoritesinin yerini; komün hukukunun yerini
kilisenin otoritesinin ve uygarlığın hukukunun almasından başka bir şey değildi.
Ne var ki, bu binlerce yıllık uygarlıklar boyunca komün öyle hemen yok edilemez. Uygarlık,
meta üretimi ve sınıflı toplum, sadece ticaret yolları ve nüfusun çok küçük bir bölümünün
toplandığı şehirler dışında pek yoktur. Komün köylerde yaşamaya devam eder. Uygarlık
komünler denizinde bir ada gibi yayılır kapitalizm doğuncaya kadar. Dolayısıyla, Batıni
tarikatlar biçiminde ve içinde komün yaşamaya devam eder. Bütün dağlık ve uygarlığa uzak
alanlarda komünün özgür havasını solur.
Hıristiyanlıkta Katarlar, Bogomiller; Đslamiyette, Alevilik, Đsmaililik dağlarda, uygarlığa uzak
yerlerde komünü ve onun geleneklerini yaşatmaya devam eder.
Dolayısıyla, Roma Đmparatorluğu ve onun yaşayan ruhu tarafından yeterince feth edilip
uygarlaştırılamamış, Güney Fransa’nın, Oksitanya’nın dağları; Pireneler veya Đngiltere gibi
hep Püritenliğin kalesi olagelmiş ilkel sosyalizm geleneklerinin gücünü sürdürdüğü yerler

172
Katarların, Maria Magdalena kültlerinin yaşamaya devam ettiği yerler olagelmişlerdir. Ve
elbette bunlar ile Kilise, yani uygarlık arasında bir mücadele de olagelmiştir.
Bu gelenekler daha sonra burjuva devrimlerine de katalizatörlük etmişlerdir.
Böyle bir yaklaşım içinde, bir komplo olarak görülen tarih sosyolojinin kavramlarıyla, tarihin
unutulmuş zembereği ve kayıp halkası olan, komün ve uygarlık diyalektiği; ilişki ve
çelişkileriyle de açıklanabilir.
*
Ama siz siz olun böyle açıklamalara değer vermeyin. Tarih, Tarih’in böyle
açıklanamayacağını göstermektedir. Dan Brown’un kitabı ve Film üzerine bu post
modernizm, rasyonalizm, Askeri Bürokratik oligarşi, Komün ve geleneklerinin gücü; uygarlık
gibi saçmalıklarla vakit geçirmeyin. “Büyük anlatı”ların ömrü çoktan doldu.
Dan Brown’un kitabı ve film, aslında tapınakçılarla kilisenin mücadelesinde tapınakçıların
aynı zamanda hem sırrı açıklaması hem de sırrı herkesin gözü önüne koymasıdır.
Evet Maria Magdalena’nın naaşı, Paris’te Louvre’nin orta bahçesindeki Piramit’in altındadır.
Onun orada olduğu tüm insanlığa da duyurulmuştur. Sır açıklanmıştır ve bu öylesine şık
yapılmıştır ki, hiçbir aklı başında insan, bu piramidin altın kazalım bakalım Maria
Magdalena’nın naaşı orada mı diye soramaz, kahkahalara konu olmak ve akıl hastası diye
diye tımarhaneye kapatılmak istemiyorsa.
Kilise ise tam bir panik içinde, bir buhrana düşmüş bulunuyor. Son Akşam Yemeği’ndeki
Maria Magdalena’nın bir erkek olduğunu ve faaliyetleri Batınilikten farklı olmayan Da
Vinci’nin sadık bir Hıristiyan olduğu yalanını yaymak için, TV Đstasyonları ve basındaki
gücünü kullanıyor.
Ama bütün bunlar milyonlarca Hıristiyan’ın bir inanç buhranına girmesini, aklına acaba
sorusunun takılmasını engelleyemiyor.
Gerçekten de, kendi tarihleri üzerine bu kitap ve filmle tapınakçılar, hem binlerce yıllık
vasiyeti yerine getirdiler, sırrı açıkladılar ve kiliseyi bile sırrı korumaya mecbur ettiler. Papa
bile cesaret edemez artık, Louvre’un bahçesindeki Piramit’in altına bakılmasını.
Evet Şah ve mat.
24 Mayıs 2006 Çarşamba

173
Dünyanın Temel Sorunu: Uluslar
Biliniyor dünyada ticaret üretimden hızlı artıyor. Üzerinizdeki, evinizdeki veya
midenizdekilerin nereden geldiğine bir bakın. Televizyon veya bilgisayarınız veya müzik
dinleme aletiniz Uzak Doğu’dan; midenizdeki yiyecek, Şili, Güney Afrika, Yeni Zelanda
veya Đsrail’den, Ayağınızdaki ayakkabı Çin’den, Tekstil yine Çin’den veya Türkiye’dendir.
Böyle büyük bir global ticaret onu uygun bir üstyapı gerektirir.
Böyle bir üstyapı bir tek dünya toplumu olabilir. Bu günkü dünya ise, uluslar ve ulusal
sınırlarla birbirinden ayrılmış bir dünyadır. Bu tıpkı, kapitalizm çağında yüzlerce küçük
prensliğe bölünmüş Avrupa veya Muhammet zamanının Çin, Hint ve Akdeniz arasında o
zamanın dünya ticaretini yapan Arap Yarımadasının Aşiretler düzeni yaşaması ile
kıyaslanabilir. Aydınlanma da, Đslamiyet de bir bakıma bu çelişkiyi çözmek için birer
girişimdiler.
Bu günkü toplumun dini dinlere inanç der, yani dinlerin politika dışında olduğunu söyler.
Ama Dinlere inanç demenin kendisi de modern toplumun dinidir.
Dinin inanç olduğu iddiasının modern toplumun dininin bir kabulü olduğu görüldü mü,
dinlerin tıpkı bu modern toplumun dini gibi tüm üstyapının kendisi ve ifadesi oldukları
görülür.
O zaman da, dünya tarihinde, her dinin ortaya çıkışı ve yayılmasının aslında üretici güçlerin
ve üretim ilişkilerinin o günkü düzeyine uygun bir üstyapı kurma denemesi olduğu, yani bir
devrim olduğu görülür. Gerçekten dinlerin ortaya çıkışı ve yayılması tam da Marksist devrim
tanımının karşılığıdır.
Dine ve tarihe bu tür bir yaklaşım, sadece modern tarihin ve o modern tarihin üstyapısı olan
ulusçuluğun veya modern toplumunun dininin ne olduğunu anlamamızı sağlamaz; kapitalizm
öncesi tarihin ve toplumun ve onun üstyapısı olan dinlerin de ne olduğunu anlamamızı sağlar.
Böylece tarih, Đlkel, köleci, feodal deli gömleğinden; devrimleri sadece modern tarihle
sınırlayan saçmalıktan; tarihin ve toplumun en önemli konusu olan dini yani üst yapıyı inanç
diye bir kenara atıp dini ve tarihi anlaşılmaz kılmaktan kurtarır.
Tarih, son derece basit ve sade: Komün, Uygarlık ve Kapitalist Uygarlık gibi üç büyük
üretim biçimi ve bunların üstyapısı olan dinler olarak ortaya çıkar. O komünlerin ve
uygarlıkların (yani dinlerin) çeşitliliği; farklı aşamalardaki komünlerin farklı aşamalardaki
uygarlıklara geçişleri ve karşılıklı etkileri ışığında kolaylıkla anlaşılabilir. Sadece komünler
uygarlıkları değiştirmez; uygarlıklar da komünleri değiştirir.
*
Ama bu yaklaşım, yani dinin tümüyle üstyapı olduğu ve dine inanç demenin de bütünüyle
modern toplumun dini ve üstyapısı olduğu, sadece geçmişi ve bu günü anlamamızı sağlamaz,
Marksizm’in bir sürü sorununu, bir darbede çözüverir. Yeni bir uygarlık projesi gereği mi?

174
Ahlaki bir boyut ihtiyacı mı? Đşçi hareketinin bu günkü milliyetçilik içinde boğulup tükenmesi
mi? Programsızlık mı? Yeni stratejiler mi? Hepsi bir vuruşta çözülürler. Böylece bu
yaklaşımın aynı zamanda sadece bu günü ve geçmişi değil, geleceği de daha iyi anlama ve
şekillendirme olanağı ortaya çıkardığı görülür.
Burada bir örnek olarak geçmiş, bugün ve gelecek bağlamında bunu somut olarak göstermeyi
deneyelim.
*
Ticaretin esas olarak lüks mallarla sınırlı olduğu kapitalizm öncesi çağlarda bile, Akdeniz
Ticareti, bu ticarete uygun bir çok üstyapılar, dinler kurmayı denedi. Uygarlık Komün’den
doğdu, komünün dini ise, totemlerdi. Komünlerin totemleri, yani dini, tanrıları, doğa
karşısında son derece güçsüz bir canlı olan insanın yaşamasını ve dayanışmasını mümkün
kılıyordu ama uygarlığın ve ticaretin ilişkileri söz konusu olunca, bir engel haline geliyordu.
Her komün, her tanrı, ayrı bir hukuk, ayrı bir üstyapı demekti.
Böylece komünün üstyapısıyla gelişmiş ticaret arasındaki çelişki önce tanrılar arasındaki
ilişkiler ve hiyerarşi ile çözülmeye çalışıydı. Birinci ve ikinci batın uygarlıkların, Sümer,
mısır, Asur, Yunan ve Roma’nın o bir yığın tanrısı, aslında, o dönemin uygarlıkları ve
komünleri arasındaki ilişkinin üstyapıda yansımasıydı.
Ne var ki, bu çözüm, bir bakıma, bu günkü bir tek dünya olmuş dünyada, bir tek dünya
toplumu ve dini (üstyapısı) ihtiyacının, Birleşmiş Milletler ile çözülmeye çalışılması gibidir.
Zeus’un ve en güçlü birkaç tanrının yerini bir bakıma ABD ve Güvenlik konseyi almıştır. O
zamanın tanrıları da tıpkı bu günün ulus totemleri olan bayraklar gibiydi bir bakıma.
Bu çelişki Roma’da en had safhasına ulaştı. Roma bir yandan, bütün Akdeniz ve Orta Doğu
bölgesini feth ederek bölgenin birliğini sağlamış oluyordu, ama feth ettiği yerlerde tek bir
üstyapı sistemini kuracak bir dinden yoksun bulunuyordu.
Hıristiyanlık bir bakıma bu çelişkiyi aşmanın dinidir. Hıristiyanlık bütün bu bölgedeki bütün
diğer tanrıları yani uygarlık ve komünlerin düzenlerini yok edip onları bir tek Allah’ın düzeni
içinde toplama girişimiydi. Kendisi başlangıçta böyle bir kaygıyla değil, sınıflı toplum içinde
ezilenlerin bir muhalefet hareketi olarak başlamış olsa da, gerçek tarihsel gelişimi böyle oldu.
Havariler o dönemin büyük ticaret yolları ve kavşaklarında yaşadılar. Baba-Oğul-Ruhülkudüs
aslında Arz-Talep ve Fiyat üçlüsünün tanrılaştırılmasıydı. Pazarı yöneten yasalar Allah adıyla
tüm o uygarlık alanının gerçek tanrısı (dini-Üstyapısı) oluyor ve bütün diğer tanrıları (dinleri-
üstyapıları) ortalıktan kaldırıyordu.
Hıristiyanlık belki Akdeniz ticaret alanında böyle bir birliği sağlayabilecek bir araç olarak
ortaya çıktı ama, bu arada Çin, Hint, Đran ve Ortadoğu-Akdeniz arasındaki dünya ticareti
gelişti. Çürüyen Bizans ve Pers uygarlıkları bu ticaretin gelişmesi önünde bir engel haline
gelmişler böylece ticaret yolları, henüz uygarlığa yeterince bulaşmamış Güney’e, Arap
yarımadasına kaymıştı.
Böylece bir yandan Semitik gelenekler dolayısıyla eski orta doğu kervan yolları üzerinde
ortaya çıkmış Đbraniliğin, diğer yanda yine ondan kaynaklanan, Roma Đmparatorluğu

175
topraklarında yayılmış Hıristiyanlığın geleneklerini bilen; aynı zamanda o zamanın dünya
ticaret yollarının merkezinde bulunan; aynı zamanda putları ile henüz komün döneminde
yaşayan, kan ve kabile kardeşliğinden ötesini bilmeyen ama Kabe’ye topladığı putlar
(Totemler, komün tanrıları) aracılığı ile bu komünler arasındaki ilişkileri düzenlemeye çalışan
Araplarda bu çelişki hem en üst düzeyde bulunuyor hem de çözecek unsurları, ve çözmek için
gerekli katalizatörleri de içinde barındırıyordu.
Böylece Muhammet dini bir yandan, içinde doğduğu komünler, yani putlar düzenine karşı bir
tek Allah ile bir tek hukuk ve din kardeşliği üstyapısı kurarken, aynı zamanda bu din, sadece
Araplar için değil, o günkü Dünya Ticareti için de bir tek dünya hukuku üstyapısı oluşturacak
bir anlayışı içinde taşıyordu.
Örneğin, sosyalizm doğuşunda bulunan ve bu gün unutulmuş olan, emeğin kurtuluşunun ne
ulusal ne de yerel bir sorun olamayacağı önermesi, her hangi bir yerde sosyalizmin iktidara
gelmesi halinde bu ülkede veya yerde kurtuluş olamayacağından, bütün dünyadaki diğer
yerler kurtuluncaya kadar savaşı içerir. Bu kavrayış da keza, şu meşhur “Tek Ülkede
sosyalizm Olmaz” anlayışını içerir. Yani sosyalizm ancak dünya çapında kurulabilir. Yani
sosyalizmin egemen olmadığı her yer, ele geçirilmesi ve sosyalizmin egemen kılınması
gereken bir savaş alanıdır. Bu ele geçirme ille de dışarıdan fetihle olacak diye bir kural da
yoktur.
Aynı anlayış Đslam’da da vardır. “Darül Harb, Dar Ül Đslam” kavramları, bir dünya devrimi,
bir sürekli devrim anlayışını tıpı tıpına içerir. Tanrının dışındaki bütün tanrıların, putların
(yani başka hukukların, başka dinlerin) egemen olduğu her yer bir savaş alanıdır, onların ele
geçirilip orada hak düzeninin kurulması; diğer tanrıların ortadan kaldırılması gerekir. “Kutsal
Cihat”, bu “sürekli devrim” savaşının ta kendisi olarak ortaya çıkar.
Müslümanların kardeşliği, Allah’ın birliğine inananların kardeşliği olduğundan,
Müslümanlığın, aslında tüm insanların kardeşliğini kabul edenlerin kardeşliğinin dini olduğu;
bunu kabul etmeyenleri ise, puta taparlık olarak yok etmeyi hedeflediği, yani bütün dünyada,
bir tek hukuk ve üstyapıyı kurmayı hedeflediği görülür.
Allah’ın birliği bir tek hukuk, bir tek devlet demekti aslında. Hazreti Muhammet de Çin, Hint
ve Akdeniz yollarının birliğini sağlamak için Tanrının birliğini savunurken, aslında bir tek
hukuk ve siyasi sistemi savunmuş oluyordu.
Ne var ki, Muhammet’in ya da Đslam’ın bu Devrim’i ve yayılışı, bırakalım Çin ve Hint’i bir
yana, Pers ve Bizans’ı daha feth edemeden, Klasik ön Asya uygarlıklarının topraklarına
yayıldığında, bütün gençliğini ve dinamizmini daha sehabeler zamanında yitirdi. Feth ettiği
uygarlıklar tarafından fet edildi.
Bundan sonra sadece, Oğuzlar, Berberiler, Özbekler gibi henüz komün gelenekleri yaşayan
yeni Müslüman olmuş fatihlerin yaptıkları gençlik aşılarıyla, Đberik (Endülüs Emevileri);
Balkan ve Anadolu (Osmanlı) ve Hint (Babür Şah) yarımadalarında yayılabildi.
Ama bu sefer, en azından Pers ve Akdeniz uygarlık alanını ele geçirmiş olan ve bir zamanlar
kendisi dünya ticaretine bir çözüm olarak ortaya çıkmış bulunan Đslam Uygarlığının kendisi

176
bizzat bu ticaretin gelişmesinin önünde bir engel olarak ortaya çıktı. Tıpkı Đslam’ın doğuşu
öncesinde Sasani ve Bizans’ın yolları tıkaması gibi, bu sefer Osmanlı ve Đran’daki Müslüman
(Şii ve Sünni) imparatorluklar bu yolları tıkamış bulunuyordu. Ve tıpkı Bizans, Sasani
döneminde, ticaret yollarının güneye, kuş uçmaz kervan geçmez Hint denizine ve Arap
yarımadasına kayması gibi, o zamanlar dünyanın kuş uçmaz kervarn geçmez sapa köşesi olan,
Batı Avrupa kıyılarına ve Okyanuslara kaydı.
Önce Đspanyol ve Portekizliler bu yolları açtı. Roma’nın kötü ruhunu yaşatan Katoliklik,
onların bu dünya ticaretine uygun bir üstyapı geliştirmesini olanaksızlaştırdı. Böylece ağırlık,
daha az Uygarlığa bulaşmış, Denizcilikte ve ticarette ustalaşmış, Püriten Hollanda ve Đngiltere
bayrağı ele aldı.
Ne var ki, Püritenlik, Hristiyanlığa ve yani Uygarlığa, Roma’nın yaşayan Ruhuna karşı bir
komün geleneklerini savunma olanağı sağlasa ve oralarda ticaretin gelişmesine olanak sağlasa
da, dünya ticaretinin gelişmişlik düzeyine uygun dünya çapında bir üstyapı sunmaktan çok
uzaktı ve bir zamanların Müslümanlığı kadar olsun bir evrensellik çabası taşımıyordu.
Hıristiyanlık çerçevesinde reformlarla, belki yeterince uygarlığa bulaşmamış Hıristiyan
ülkelerinde (Kuzey Avrupa) bir ölçüde sorunlar çözülebilirdi ama dünya çapındaki ticarete
uygun bir üstyapı geliştirilemezdi.
Muhammet’in Đslamiyet’iyle kıyaslanabilecek girişim, Kıta Avrupa’sından, Fransa’dan geldi.
Muhammet’in Müslim kavramıyla yaptığını bu sefer Đnsan (veya Akıl) kavramıyla yapmayı
denedi aydınlanma. Yeni dinin Formülü, Muhammet’inkinden pek farklı değil, ama daha
akıllıcaydı.
Muhammet, bir tek dünya pazarı ve hukuku için, Allah’ın birliğini ve Allah’ın birliğine
inananların (Müslümanların) kardeşliğini savunmuştu. Aydınlanma, yeni dininde, bütün eski
dinlerin bir inanç olduğunu söyleyerek, dinler insanın özel sorunudur diyerek. Diğer dinleri,
kendisinin basit bir eklentisi haline getiriyordu. Aslında onları yok ediyor ama onlara karşı
toleranslıymış gibi ortaa çıkıyordu. Aslında bu din de diğer dinlere karşı, Đslam’dan hiç de
farklı değildi. Đslam diğer dinleri, sosyolojik olarak tamamen dosdoğru bir biçimde, tüm
toplumu örgütleyen bir üstyapı olarak gördüğü için, Allah’ın birliğini kabul etmeyen bir
“kafir” oluyor yani, insan olarak kabul edilmiyordu.
Ama modern toplumun dini, kendi kabulünü bir sosyolojik gerçek gibi koyarak bunu gayet
ustaca gizliyordu. Bütün dinlerin serbestliğinden söz ediyordu ama bu dinleri din olmaktan
çıkararak. Yani dinler kendilerinin inanç olduklarını; kişisele ait, özele ait olduklarını kabul
ettikleri takdirde; yani artık din olmadıkları; modern toplumun dininin bir bileşeni oldukları
takdirde serbesttiler. Hiçbir dinden kimse, benim dinime göre devlete vergi vermiyorum,
askere gitmiyorum, özel mülkiyeti tanımıyorum vs diyemezdi. Bu noktada, Aydınlanma’nın,
yani dinin inanç olduğunu söyleyen dinin, bu dinlere davranışı hiç de Đslam’ınkinden daha
anlayışsız ve daha az şiddetli olmamıştı ve olamazdı.
Đslam ile Aydınlanma, yani modern toplumun dini arasındaki tek fark şuydu ve ikisi de birer
diktatörlüktü diğer dinler karşısında. Bu diktatörlüğü, biri (Đslam) bunu Allah’ın birliğinin

177
kabulüyle; diğeri, dinin özele ait olduğunun kabulüyle kuruyordu. Ve kendi ilkesini kabul
etmeyenlere karşı biri diğerinden farklı davranmıyordu, davranamaz da. Dinin tümüyle
üstyapı olduğu sosyolojik gerçeği buna el vermez. Sadece Đslam ve Hıristiyanlık değil, bütün
dinler de böyledir.
Ama bu Aydınlanma dini, böylece hem kendisinin bir din olduğunu; diğer dinlerden zerrece
farklı olmadığını gizliyor; hem de diğer dinlerin artık din olmadıklarını görme olanağını
ortadan kaldırıyordu.
Örneğin insanlar, dini artık tümüyle üstyapı olarak değil, bir inanç, epistemolojik veya kişisel
bir sorun olarak gördüklerinden, kendilerinin dinsiz olduklarını iddia edebiliyorlardı. Halbuki,
dinsizliğin kendisinin modern toplumun dininin din kavramını kabul anlamına geldiğini,
aslında kendilerinin dinsiz olduklarını söylerken, dinin özel veya inanç olduğunu söyleyerek;
dinsizliğin mümkün olamayacağını göremeyerek, modern toplumun dininin bir amentüsünü
söylediklerini göremiyorlardı.
Sadece dinsizler değil, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler, Aleviler vs. Đnançlarının,
Budizm, Đslamiyet, Hıristiyanlık, Alevilik vs. olduklarını söylerken aslında Modern toplumun
dininin bir amentüsünü söylediklerini, bunu söyledikleri an artık, Müslüman, Hıristiyan,
Budist veya Alevi olmadıklarını göremiyorlardı.
Bu “dinsizim” diyen bir ateist ile “benim inancım Đslam”dır diyen bir Müslüman, ikisi de
modern toplumun dinindendir ve bu sözleriyle bu dinden olduklarını söylemiş olurlar. Đkisi de
modern toplumun, dinin inanç olduğunu, özele ait olduğunu söyleyen dinindendirler.
Özetle, Aydınlanma filozofları’nın ticari kapitalizm döneminde, dünya ticaretinin ihtiyacı
olan din sorununu, Muhammet’in yaptığı gibi, bütün Allah’ları Öldürüp bir tek Allah’ın
kabulüylü değil; Allah’ın birliği ile değil, Allah’ı ve diğer Allah’ları, politik iktidardan
uzaklaştırıp insanların “özel” sorunu, inanç sorunu yapmakla çözdüler. Yeni Allah, Đnancı,
özel olarak tanımlayan ve epistemolojik olarak akıl dışına atan Akıl ve bu dinden olan da
Đnsan oluyordu.
Bu dinden olanın adı da, Đnsan oldu. Đnsan kavramı aslında, tıpkı Müslüm kavramı gibidir.
Müslüm, Allah’ın birliğine inanan ise; Đnsan da, dinin, soyun (ki komün’ün dinidir soy) özel,
hukuki veya politik bir farklılık yaratmadığını kabul edendir. Bütün insanlar, dini, soyu, sopu
ne olursa olsun eşittir inancından olandır insan. Ama hemen görüleceği gibi bu tanım aslında
hukuki bir tanımdır, dinin özel olduğu kavrayışına dayanır.
Müslüm de Đnsan da, bir tek dünya pazarı ihtiyacına biri Semitik gelenekler içinde; diğeri,
Yunan ve Roma uygarlığının düşünce gelenekleri içinde verilmiş, özünde birbirinden farklı
olmayan iki cevaptır.
Aydınlanma’nın “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” sloganı, veya “bütün insanlar eşittir”
bu ticari kapitalizmin ve dünya ticaretinin bir tek siyasi üstyapıya ihtiyacının ifadesiydi,
“Allah’tan başka Tanrı yoktur” (la ilahe illallah) dan özünde hiçbir farkı yoktur.

178
Ne var ki, bu günkü dünyaya baktığımızda, tıpkı bir zamanların Đslamiyet’i gibi, bu projenin
de korkunç bir başarısızlık ile sonuçlandığını görüyoruz. Đslamiyet de bir Dünya Toplumu
kuramadı; Şam’ı Bağdat’ı feth ettikten sonra, devletleşti ve hızı kesildi.
Aydınlama da bir Dünya Toplumu kuramadı. Fransız devrimi ile birlikte, daha Fransa’nın
hudutlarında bütün gençliğini ve hızını yitirdi. Yurttaş, Đnsan ile özdeş bir kavram olmaktan
çıktı; bir etni, dil, din, bölge ile tanımlanmış devlet veya ulustan olan insan anlamı kazandı.
Dünya toplumu ve devletinin yerini, yüzlerce küçük devlet aldı. Đnsanlık sanki, dünyayı
klanların, aşiretlerin, putların, totemlerin, tanrıların kapladığı “Cahiliye” dönemine döndü.
Ulusal bayraklar bu modern aşiretlerin putları, tanrıları, totemleri gibidirler.
Muhammet veya Aydınlanma döneminde, yani ticaretin bu günküyle kıyaslanamayacak
ölçüde dar ve lüks mallarla sınırlı olduğu dönemde bile, bu günkü uluslardan çok daha geniş
alanları ve uygarlığın çoğunu kapsayan büyük dinler bile bir çözüm olamazken ve Đslamiyet
ve Aydınlanma buna bir dünya Toplumu ile çözüm olarak ortaya çıkmışlarken; bu günün
dünyasında ticaretin böylesine muazzam yaygınlığı ve her şeyi kapsamasına rağmen, sayıları
yüzleri aşan ulusal devletler ve sınırlar, çağımızın bütün sorunlarının anasıdır ve en büyük
çelişkisidir.
Sosyalizm her şeyden önce bütün büyük dinler, Đslam ve Aydınlanma dinleri gibi, bu büyük
çelişkiye bir cevap olmak zorundadır. Bu cevabın ne olduğu ise çok açıktır: uluslara ve
ulusal devletlere karşı bir kutsal savaş. Aydınlanma nasıl, din özel bir sorun dediyse,
ulusun da özel bir sorun olmasını kabullenmek; Đslam nasıl Allah’tan başka tanrı yoktur
dediyse ve bütün putları yakıp yıktıysa; bir tek insanın birliği ve kardeşliği diyerek;
bütün ulusal bayrakları; devletleri ve sınırları yakıp yıkmak.
Hasılı sosyalizm bu günün dini karşısında; politik olanın şu veya bu şekilde tanımlanmış
ulusal olanla tanımlanmasını kabul eden din karşısında; o ulusalı özel bir soruna indirgeyen
bir DĐN olmak ve bir DĐN olarak; yani yeryüzü ölçüsünde bir üstyapı tasavvuru olarak ortaya
çıkmak zorundadır. Tıpkı, Đslamiyet veya Aydınlanma gibi.
Görüldüğü gibi geçmiş başka bir ışık altında çok daha net görüldüğü gibi gelecek
projeksiyonları da klasik yaklaşımlardan çok farklılaşmaktadır. Şimdi biraz da bu günün
dünyasını ve nasıl böyle olduğun ve bu ünün dünyasının temel sorunlarını bu ışık altında
anlamayı deneyelim.
*
Dünya ticaretinin gereklerine uygun bir üstyapı projesi olan Hristiyanlık (Akdeniz bir dünya
gibi görülebilirdi o zaman), Đslam ve Aydınlanma projelerin hepsi, daha ilk adımda
başarısızlığa uğradı.
Hıristiyanlık, başarıya ulaştığı noktada bir devlet dini haline geldi. Hristiyanlık Roma’yı feth
ettiğinde aslında artık eski uygarlıkların devletçiliğinin “Ruh Ül Habis”i (Kötü ruhu) Roma
tarafından feth edilmiş bulunuyordu.

179
Müslümanlık yayılmasını eski uygarlık beşiklerine doğru yaptığından, daha ilk eski ön Asya
uygarlıklarını feth ettiğinde, onlar tarafından feth edildi, Pers, Orta Doğu ve Roma
uygarlıklarının yoluna girdi. Daha bir kuşak geçmeden çürümeye başladı.
Aydınlanma, kapitalizm önce batı Avrupa’da, yani uygarlığa an az bulaşmış noktada doğup,
yayılmasını başlangıçta Akdeniz, Đran, Hint ve Çin’e doğru değil, henüz uygarlığa geçmemiş
ve ya uygarlığın çok geri bir aşamasında bulunan toplumların yaşadığı Amerika, Afrika ve
Avustralya gibi kıtalara doğru yaptı. Bu onu klasik bezirgan uyarlığa dönüşmekten ve onlar
tarafından feth edilmekten nispeten kurtardı. Ve bu bileşimler üzerinden sanayi kapitalizmine
geçebildi.
Sanayi kapitalizminin sağladığı emek üretkenliği üstünlüğü, onu diğer uygarlıklar tarafından
feth edilme tehlikesinden kurtardı ama bu sefer başka güçlerin etkisi benzer gerici bir sonuca
yol açtı.
Aydınlanma’nın bir dünya cumhuriyeti idealinden geri dönüşünü, klasik uygarlıklar
tarafından feth ediliş getirmedi Đslam’da olduğu gibi. Ya da dünya ticaretinin daralması vs.. de
yol açmadı buna.
Aksine, Sanayi devrimi, modern kapitalist uygarlığa, klasik uygarlıklarda bulunmayan
muazzam bir zenginlik ve emek üretkenliği üstünlüğü veriyordu. Keza, Aydınlanmanın, dini
Đnanç ilen eden dini de, uygun bir üstyapı sunuyordu. Niçin ve nasıl oldu da, tüm insanların
dini, dili, etnisi, soyu, sopu ne olsun eşit yurttaşlar oldukları bir dünya cumhuriyetine doğru
bir gidiş olmadı. Dünya ticareti de Aydınlanma da bunun için gerekli alt ve üst yapıyı
sunuyordu.
Bunun yerini niçin ulusal devletler aldı? Niçin insanların eşitliği ve kardeşliği idealinin yerini;
bir ulustan olanların eşitliği ve kardeşliği aldı?.
Elbet burjuvazinin Đşçi Sınıfı karşısında gericileşmesi; feth edilen bölgelerin, eşit haklı
yurttaşlar yapılmasından ise, sömürge ahalisi olarak hiçbir hak olmadan sömürülmesi, yani
sermayenin kar hırsı bunda büyük rol oynadı. Ama aynı zamanda sanayi kapitalizminin, bu
üretim yordamının kendisinden gelen bir özellik de bunun için uygun bir koşul oluşturdu.
Sanayi kapitalizmi aynı zamanda eğitilmiş iş gücü, standartlaşma; bu da standart bir dil ve
genel eğitim, bu da fiiliyatta genellikle bir dil ile tanımlanmış bir ulusal devlet demek oldu.
Böylece burjuva uygarlığı, eski uygarlıklar tarafından feth edilemeyecek aksine onları feth
edecek bir teknik ve emek üretkenliği düzeyine geçmiş olmasına rağmen; dünya ticareti klasik
uygarlıklarla kıyaslanmayacak ölçüde yayılmasına ve derinleşmesine rağmen, üstyapı, klasik
uygarlıklardan bile daha dar kapsamlı bir şekillenmeye uğradı; bir dile, dine, etniye, soya,
yere göre şekillenmiş ulusal devletlere geçti.
“Vatanım yeryüzü milletim insanlık” idealinin ve programının yerini; “insanlar dili, dini, ırkı,
soyu sopu ne olursa olsun eşittir” diyen evrenselciliğin ve humanizmin yerini; sadece şu ya da
bu ulustan olanlar, şu ya da bu devletinin yurttaşları eşittir diyen; insanlar değil; uluslar
eşittir, insanlar ancak uluslar aracılığıyla eşit olabilirler diyen bir ulusçuluğa geçildi. Ve
insanların eşitliği ve birliği unutuldu. Vurgu, özel politik ayrımından, ve bu ayrım aracılığıyla

180
eski uygarlıkların ve komünlerin bölücü dinlerinin özele atılmasından ve insanların eşitliği
temelinde bir dünya çapında birliğin savunulmasından; politik olanın (ulusun) belli bir dil,
tarih, din kültür ile tanımlanmasına kaydı. Bu aynı zamanda burjuvazinin devrimcilikten
gericiliğe geçişi demek oldu.
Đşçi hareketi ve Marksizm tam da bu noktada doğdu. Bu çelişkiyi içinde taşıdı. Bir yandan,
Demokratik Cumhuriyet ve Enternasyonalizm idealleriyle, Aydınlanma’nın bir tek dünya
projesini yaşatır ve savunurken; diğer yandan “Alman Birliği”ni savunmaktan “Ulusların
Kendi Kaderini Tayin Hakkı”na kadar, burjuvazinin dininin bu gerici biçimlerinin de
savunucusu oldu.
Marksizm Aydınlanmanın çocuğu olduğu kadar sanayi devrimin de çocuğu idi. “Bütün
ülkelerin işçileri (ki burada ülkeler, ulusal devletlerin yurttaşları anlamına geliyordu)
birleşiniz” şiarı; Muhammet’in “Allah’tan Başka Tanrı Yoktur”undan veya “Vatanım yeryüzü
Milletim Đnsanlık” şiarından daha fazla gerici milliyetçilikle damgalıydı.
Sosyalizmin ideali, yeryüzünün işçileri, tüm insanları birleştirmek ve onların eşitliğini
sağlamak için; yani “tüm dünyada arkaik (Soy), antik (Semavi) veya modern (ulus)
dinlerinden olmayı özel bir sorun yapınız, politik olmaktan çıkarınız; ulusları ve ulusal
sınırları yıkınız” olmalıydı ve olabilirdi. Böylece Marksizm ve sosyalizm daha doğarken
uluslara karşı bir proje olarak doğabilir ve milliyetçiliğe karşı daha baştan şerbetli olabilirdi.
Onun içindeki aydınlanma kalıntıları bunu engelledi ve sonunda milliyetçilik ve milletler
tarafından teslim alındı. Bu günkü Marksizm’in, Sosyalizmin, Đşçi Hareketinin ve Đnsanlığın
krizinin özü burada yatmaktadır.
*
Bu arada dünyada ne oldu?
Ekonomi ve teknikte birbiri peşi sıra muazzam devrimler yaşanırken, üstyapı tam tersine,
tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dar ve gerici biçimlere büründü. Bir yandan bir
dünya pazarı için üretim, diğer yandan bu dünya pazarına uygun bir dünya devleti yerine
küçük ulusal devletler.
Bütün dünya savaşlarının esas nedeni budur. Birinci ve Đkinci dünya savaşlarını Emperyalist
savaşlar olarak tanımlamak bile onların özündeki bu çelişkiyi gizleyip; uluslara göre
tanımlanmış devletlerin varlığını olağan ve çağa uygun görür. Eleştirisini ulusal sınıra değil;
bu sınırların ihlaline yapar.
Đnsanların niçin ele geçirilen ülkelerin eşit haklı yurttaşları yapılmadığında görmez akıl
dışılığı; ulusal devletlerin ele geçirilmesinde ve baskı altına alınmasında görür. Bu nedenle,
var olan sistem içinde, onu olumlayan gerici ulusları ve ulusçuluğu olumlayan bir hareket
olarak kaldı esas olarak sosyalist hareket.
Bu arada kapitalizm, var olan üretimin muazzam sosyal ve uluslar arası niteliği ile ulusal
devletlerin, farklı hukukların, gümrüklerin ve sınırların yarattığı sınırlamaları aşacak hiçbir
köklü ideoloji ve program geliştiremedi.

181
Aydınlanmaya dönemezdi, çünkü bu diğer ülkelerin yurttaşlarını kendi yurttaşları yapmak
anlamına gelir ve onları sömürme imkanını yok ederdi.
Böylece bu çelişkileri çözmenin yollarını aradı kapitalizm ve burjuvazi. Birleşmiş Milletler ve
bütün uluslar arası kurumlar hep bu çelişkiyi çözme ve uzlaştırma denemeleri oldular.
*
Bunu dünya ticaretinin ihtiyacı olan temel araçlardan biri olan para örneğinde görelim.
Dünya ticareti için örneğin dünya ölçüsünde bir ortak değişim aracı, bir para mı gerekiyordu?
Bir tek dünya cumhuriyeti bunu sağlayabilirdi. Ama bu olmayınca, bunu Dolar ile sağlamaya
çalıştı, en güçlü ve zengin ülkelinin parasını uluslararası ödeme aracı yaptı.
Ama sınırlı bir devletin parasının, dünya parası olması, tıpkı bir ülke içinde devletin para
basma tekelini elinde bulundurması sayesinde karşılıksız para basarak enflasyon yoluyla gizli
vergi alıp (ki bütün burjuva devrimleri aslında vergileri yurttaşların belirlemesi hakkı için
yapılmıştı ve bu fiilen bu hakkın da fiili yok edilmesi anlamına geliyordu. Enflasyon bu
nedenle son derece anti demokratiktir) yurttaşları sömürmesi ve zengin fakir farklarını
arttırması gibi muazzam bir güç sağlıyordu ABD’ye. O hiçbir karşılığı olmadan, tıpkı bir ülke
içindeki bir devlet gibi, sadece kağıt ve mürekkep masrafıyla istediği kadar para
basabiliyordu. Böylece Dünyayı sömürüyordu.
Bir devlet yine de iyi kötü seçimler aracılığıyla yurttaşlar tarafından bir ölçüde olsun
denetlenebilir. Devlet masrafları için karşılıksız para basan bir iktidar, seçimlerle
uzaklaştırılabilir. Ama dünyadaki insanlar ABD’nin yurttaşları olmadığı için; ABD karşısında
böyle bir denetim mekanizması bile bulunmuyordu.
Ayrıca bir kere bu mekanizma oluşunca ABD’de toplumsal ilişkiler ona göre belirleniyor ve
artık o ilişkiye bağımlı hale geliyordu ekonomi. Yani ekonomi, dolar basarak dünyay
sömürmeye öyle bağımlı hale gelir ki, ABD karşılıksız para basmayı durdurduğu an bu
ekonomisinde muazzam bir gerileme ve çöküş (ki bu da aynı zamanda kapitalist dünya
ekonomisinde benzer etkiler demektir); toplumsal ilişkilerdeki dengenin bozulması ve ezilen
sınıfların bir radikalleşmesi hatta kapitalizmin sonu anlamına bile gelir. Böylece çelişkiyi
çözmek için bir tedbir olarak önerilen bir ülkenin parasının uluslar arası rezerv para olması,
giderek o ülkede bir tür bağımlılık yaratarak kendi başına bir hedef haline geliyor. Bir sömürü
ve iktidar aracı oluyor.
Ama bu ülke öylesine büyük ve güçlüdür ki, bu ülkedeki bir sarsıntı tüm dünyadaki
kapitalizmi de tehlikeye atacağından dünyanın diğer ülkelerinin kaderi ABD’nin gücüne ve
istikrarına da bağlanmış; ABD’nin gücü ve istikrarı Dolar’ın dünya parası olmasına ve bu da
dünyanın ulusal devletlere bölünük olarak kalmasına bağlı olmaktadır. Ama dünya ulusal
devletlere bağlı kaldıkça da bu sefer üretimin sosyal ve uluslararası niteliği ile bu ulusal
devletler arasındaki çelişki daha derinden bu sistemde tıkanmaya yol açmaktadır.
Bu çıkmazdan yani hem ulusal devletleri korumak hem de dünya ticaretinin önündeki
engelleri kaldırmak için “Globalizm” bir çözüm olarak geldi.

182
Buna göre. Ulusal devletler varlığını ve egemenliklerini sürdürüyorlar bu böylece ABD’nin
her türlü denetimden uzak olarak istediği gibi para basmasını sağlıyor ama aynı zamanda para
ve malların dolaşımı üzerindeki sınırlamalar kaldırılarak dünya ticaretinin büyümesinin
olanakları sağlanmış oluyordu: Ve bu sayede ABD ve kapitalizm bir taşta birkaç kuş vurmuş
oluyordu.
Ticaretin büyümesi ister istemez uluslar arası para birimi olan dolara olan talebi arttırıyor, bu
da ABD’nin hiçbir karşılığı olmadan para basıp refahını sürdürmesine olanak sağlıyordu.
ABD’nin bu yüksek tüketimi aynı zamanda dünya ekonomisinin belli bir büyümede kalmasın
sağlıyordu.
Ne var ki, ABD’nin karşısında Avrupa daha büyük bir üretkenlik ve sağlam para birimiyle
çıkıyordu. Bir süre sonra Çin’in de bir rakip olarak ortaya çıkacağı görülüyordu. ABD’nin bu
sistemi ekonomi gücüyle sürdürmesi olanaksızdır. O zaman hiç kimsenin kendisiyle baş
edemeyeceği silah gücüyle bu sistemi sürdürebilir olmaktadır. O halde, parasını uluslar arası
para olarak koruyabilmek için daha fazla silahlanmak. Daha fazla silahlandıkça, daha büyük
açıklar vermek, daha büyük açıklar verdikçe, parasının da rezerv para olmaktan çıkması
tehlikesi arttığından daha fazla silahlanmak ve işgaller yapmak, Dolar’dan en küçük bir yüz
çevirmeyi en ağır şekilde cezalandırmak zorundadır. Ama bunun için de gerekli masrafları
karşılamak üzere daha fazla karşılıksız para basmak.
Böylece ABD artık geri dönülmez ve sonunda kendini tüketecek bir yola girmiş
bulunmaktadır. Doların uluslar arası para birimi olmasını sağlamak ve korumak onun var olan
düzenini koruması ve sürdürebilmesi için hayati önemdedir. Bunu ekonomi gücüyle
sağlayamaz ama silahların gücüyle sağlayabilir en azından bir süre.
Ama ne var ki, sistem öyle kurulmuştur ki, bizzat rakipleri de sadece ABD’nin varlığına ve
gücüne değil; dolar egemenliğine bağımlı hale gelirler.
Para basmanın yolu da şudur. Borçlanmak. Bu da faizler yüksek tutularak, dünyadaki
sermayenin ABD’ye akmasını sağlamakla olur. Yani ticareti fazla veren ülkeler ABD’den
kağıt parçaları alırlar ABD’den alacakları karşılığında ellerinde birikmiş dolarlarla. Ama bu
dolarları da ABD’ye sattıkları mallar karşılığında almışlardır. Ama ellerindeki dolarlarla
alabilecekleri tek şey de ABD’nin borç senetleridir. ABD’den borç senedi alarak da ABD’nin
daha çok dolar basmasına böylece talebi yükselterek kendi ürettikleri malları almasına olanak
sağlamış olurlar.
Böylece Ekonomisi ABD’den daha güçlü ülkeler bile, bir bakıma ABD’ye bağımlı hale gelir
ABD’nin onlara bağımlı hale geldiği gibi. ABD dolarının her düşüşü, veya ABD’nin
borçlarını ödeyemeyeceğini söylemesi bu ülkelerin alacaklarının da sıfır olması, ellerindeki
milyarlarca doların boş kağıt parçalarına dönmesi, onlarca yıllık birikimlerini bir
dolandırıcıya kaptırıp üzerine bir soğuk su içmeleri anlamına gelir. Böylece diğer ülkeler de
bu borçlunun iflas etmemesi için bir yandan dikkatli davranmak zorunda kalırlar.
Böylece Çin, Japonya ve diğer Asya ülkeleri gibi ticareti fazla veren ülkeler de, “Baba bir
hırsız tutum” durumundadırlar. Fazlaları ile ABD’den tahvil alırlar ya da Dolarları Rezerv

183
olarak tutarlar. Bundan kurtulmaya kalksalar, birden bire kendi alacakları ve dolarları da hiç
kıymeti olmayan kağıt parçalarına dönüşecektir. Bu nedenle hiç biri çıkıp da örneğin, ben
dolar kullanmıyorum diyemez.
Kaldı ki bu olmasa bile, bunu açıktan diyecek olanın başına gelecek ortadadır. Bunu diyen
ülke dediği an başına Atom bombası iner. Çünkü böyle bir karar ABD’nin sonu demek olur.
Benden sonra kıyamet. Bütün hazır yiyici egemenlerin değişmez parolasıdır. Dolar’ı bırakıp
Euro’ya geçen Irak örneği ortada.
Kaldı ki, Avrupa da dünya kapitalizminin yaşaması bakımından şimdi doların çökmesini
istemez. Euro dünya parası olabilir ve bu sefer ABD’nin avantajını Avrupa ele geçirebilir.
Ama Avrupa’nın ne ortak siyasi bir iradesi, ne de askeri gücü vardır. Bu dünya kapitalizmi
için bir “Fetret devri” gibi olur. Bir bakıma Bizans veya Selçuk devletinin yıkılmasından
sonra ortaya çıkan beylikler düzenine geri dönüş gibi olur.
ABD gerek askeri gücüyle, gerek borçlarıyla tüm dünya kapitalizmini kendi kaderine
zincirlerle bağlamış bulunmaktadır. Kendisinin çöküşü bütün sistemin çöküşünü getirebilir.
Bu nedenle ABD’nin rakiplerinin de şöyle bir açmazı bulunmaktadır.
Bir yandan onun bu egemenliğine son vermek, güneşin altındaki yerlerini almak isterler, ama
bu yönde fazla ileri gittiklerinde, onunla birlikte kendilerinin de yok olabileceğini görürler.
Çin ve Japonya’nın ABD’den muazzam alacakları vardır, muazzam döviz rezervleri vardır
ama Doları bırakamazlar ve ABD’den kağıt almaktan vaz geçemezler. Vaz geçtikleri an, iflas
etmiş bir ABD, tüm dünya ticaretinin da muaazzam bir darbe yemesi, tüm fabrikaların
kapanması, muazzam bir kaos olur. Bu kendi sonlarını da getirebilir.
Benzeri Avrupa için de geçerlidir. ABD’nin politik iradesine ve askeri gücüne karşı bir
yandan karşı güç oluşturmaya çalışırlar ama diğer yandan, bu güç çöküğü an kendilerinin de
çökeceğini bilirler ve bu nedenle aynı zamanda onu desteklemek zorundadırlar. Bu çelişkiyi
en açık biçimde Alman dış Đşleri bakanı Fischer, Irak’a ABD saldırısı öncesinde ifade
ediyordu: bir yandan ABD’ye karşı Fransa’yı öne sürerek direniş cephesi oluşturuyor diğer
yandan da “Saddam’ın bir zaferinin düşünmek bile istemem” diyordu.
Böylece ABD ve diğer emperyalistler veya rakipleri arasındaki ilişki, Türkiye’deki Bürokratik
Oligarşi ile Burjuvazi arasındaki; Devlet ile Hükümet arasındaki ilişki gibidir. AKP veya
burjuvazi nasıl bir yandan gerçek iktidara gelmek ister ama diğer yandan bunun için gerekli
adımları atmaya kalktığı an kendi iktidarını ve varlığını yok etme tehlikesi ortaya
çıkacağından bu adımları atamaz ve o askeri bürokratik oligarşinin ayaklarına kapanır.
Benzeri dünya için de geçerlidir. ABD, benim sayım suyum yok, çekiliyorum dese, bunu
dediği an, bütün rakipleri ayağına kapanmaya hazırdırlar.
*
Đşte bu dünyada, Sosyalizmin ve Đşçi hareketinin bir projesi yok. Diğer emperyalistlerin de
yok. Ama ABD’nin bir projesi var.

184
“Benim egemenliğim altında, benim egemenliğimi tanıyarak, hepinize yer var” diyor bütün
diğer büyük güçlere (Avrupa, Rusya, Çin, Japonya gibi). Aksi diyor ABD, dünya ölçüsünde
kaos olur.
ABD ulusal devletlere bölünmüş bir dünyada, Roma gibi tam bir merkezi Đmparatorluk değil,
O imparatorluk sınırlarında yaşayanların Roma Yurttaşı olduğu bir imparatorluk değil; yani
tüm dünyayı feth edip, bütün dünyayı ABD yurttaşı yapmayı değil; Hitler’inki gibi feth ettiği
ülkeleri aşağı ırktan köleler yapmayı da değil ara bir çözümü öneriyor.
Kutsal Roma Germen imparatorluğu ile Roma Đmparatorluğu arasında bir biçim öneriyor.
(Aslında Roma da denebilir. Çünkü bütün imparatorluklar aynı zamanda belli özerk bölgeleri
de tanırlar vergisini ve haracını düzenli ödediği veya otoritesini kabul ettiği sürece. Üçüncü
Roma Đmparatorluğu, yani Osmanlı bile böyleydi örneğin.)
ABD’nin planı şu: Bütün ulusal devletler, hukuki bakımdan eşit haklı devletler olarak
oldukları yede dursunlar, kendi egemenlik alanları da olsun. Ama dünya ticaretinin
büyümesine engel olmasınlar, ABD’nin gücünü ve egemenliğini her hangi bir şekilde
sorgulamaya kalkmasınlar.
Hiçbir gücün en üstte olmadığı devletler arası bir sistem, bir gücün üstte olduğu bir sistemden
daha iyi değildir. Birincisi eşit güçlerin birbiri aralarındaki savaşlara ve birbirlerini
tüketmelerine yol açar. Đkincisinde ise, en üstteki bundan en fazla karlı çıkandır ama yine de
bir düzen olur ve herkes bundan karlı çıkar. Herkesin birbirini tükettiği durumdan daha karlı
çıkar. Oyun Teorileri bu yasallığın matematik kanıtlarını sunarlar.
Ve üstte olacaklar içinde de en iyisi benimdir diyor ABD.
Soru şudur ulusal devletlerin var olduğu dünyada. Bir sosyalist alternatif olmadığı sürece
bütün insanlar ve devletlerin karşı karşıya olduğu soru şudur: Eşit güçte emperyalist rakiplerin
bulunduğu bir dünya mı iyidir? Yoksa birinin hepsinden daha güçlü olduğu, diğerlerinin onun
otoritesni tanıdığı ama kendi egemenlik alanlarının da olduğu bir sistem mi daha iyidir?
ABD sorunu böyle koyuyor ve doğru cevabın ikincisi olduğun söyleyip “en güçlü ve üstte
olmaya en layık olan da, bunu en iyi yapacak olan da benim” diyor.
Ve işin kötüsü, kapitalizm ve ulusal devletlerin veri olduğu koşullarda dediği pek de haksız
değil.
Bir Alman ırkçılığı ile bezenmiş Avrupa’nın egemen olduğu bir dünya, ABD’nin egemen
olduğu bir dünyadan daha iyi olmaz. Avrupa, ABD’nin aksine dile, dine, ırka dayanan bir
ulusçuluğun zehrini, ABD’den çok daha fazla taşır. ABD’nin gücünün Avrupa’da olması
halinde, Avrupa, dünyadaki diğer halklara ABD kadar geniş bir hareket alanı tanımaz ve
onları açıktan köleleştirebilir.
Bir Çin’in egemen olduğu bir dünya, ABD’nin egemen olduğu dünyadan daha iyi olmaz.
Çin’in ırkçılığı, binlerce yıllık devletçiliği vs. ABD’ninkinden bir kat daha korkunç bir dünya
egemeni demektir.

185
ABD ne de olsa kapitalizmin saf çocuğudur. Burjuva uygarlığının modeli ve idealidir. Daha
büyük bir esneklik taşır. Diğer emperyalistler karşısında ABD, Engels’in bir zamanlar, Alman
küçük burjuvası karşısında gerçek bir insandır, çünkü serfliği yaşamamıştır dediği Norveç’li
gibidir.
Biri yunker kapitalizminin ve gerici ulusçuluğun, diğeri şark devletçiliğinin bütün pisliğini
dünyaya bulaştırır. Bu bakımdan verili çerçevede, ABD’nin dünya imparatorluğu,
olabileceklerin en az kötüsü sayılabilir.
ABD’nin gücün yitirip, Çin, Japonya, Rusya, Avrupa gibi onlar ayrında onlara eşit güçte bir
güç haline geldiğini; her biri eşit güçte beş altı emperyalistin bulunduğu bir dünya düşünelim.
Bu dünya bu günkünden daha iyi olmazdı. Đkinci dünya savaşının atom silahlı
emperyalistlerin yaptığını düşünmek ortaya nasıl bir sonuç çıkacağını gösterir. Bırakalım daha
iyi olmamayı bir yana, bu olasılıkta insanlığın yaşama olasılığı bile sıfırdır. Sadece kapitalizm
değil, insanlık da yok olur eşit güçteki emperyalistlerin bulunduğu bir sistemde.
*
Elbette ABD bir yandan bu sistemi öneriyor ama bunu sadece bir proje olarak, ikna ve kabul
için sunmuyor. Böyle bir şey olmayacağını bilir. Projeniz, silahların gücüne dayanıyorsa ikna
edici olur ve kabul edilebilir.
Đşte bunun için, ABD, özellikle bir yandan diğer emperyalistlerin kendisine askeri, ekonomik
bakımdan bir rekabet oluşturmasının yolunu kesmek; diğer yandan da var olan egemenliğin
ve dolar sistemini ve dünya ticaretinin büyümesini (globalizm) sürdürmek zorundadır.
Bunun için de dünya ticaretinin ana yollarını ve petrol ve gaz kaynaklarını kendisinin veya
etkisindeki güçlerin kontrolünde bulundurması gerekir.
Bu dünyada üç stratejik nokta demektir: Güneydoğu Asya (Dünyanın atölyesi Asya’nın
pasifik kıyılarına giden petrolün ve oradan dünyaya dağılan malların geçtiği dar boğaz. Yani
şu Tsunami’nin yıktığı yerler. Zaten bu paylaşım ve etki savaşı orada, Tsunami nedeniyle
“yardım” biçiminde gerçekleşiyor.) Orta Asya ve her şeyden önce Orta Doğu demektir. (Bu
ikisine, Akdenizin Güneyiyle birlikte “Büyük” veya “Genişletilmiş Ortadoğu” da deniyor.)
Orta Asya’ya Afganistan ile, Orta Doğu’ya Irak ile girdi. Şimdi Orta Asya ve Orta Doğu’nun
köprüsü olan Đran’ın da bir şekilde saflara katılarak zincirin tamamlanması gerekiyor.
Ayrıca Đran üzerindeki savaş aynı zamanda diğer muhtemel rakip emperyalistlerle bir savaş
anlamına gelecektir: bu bakımdan Đran, Dünya’nın ve ABD’nin kaderini belirleyecektir.
Đran’da bir yenilgi ABD’nin sonu olur. Bu dünya kapitalizminin de ciddi sarsıntılara girmesini
getirebilir. Ama Đran’ın saf dışı edilmesi ABD’nin dünya egemenliği yolunda en zor adımı
atıp hedefine yaklaşması demektir. Ondan sonra Đran, Orta Doğu ve Orta Asya’nın her biri
dile, dine dayanan küçük devletlere bölünmesi (bu arada sıra Türkiye’ye de gelecektir)
aşamasına gelir. Dünyaya egemen olabilmek için birbirine karşı kullanılabilecek böyle küçük
devletler zorunludur. Böylece her devletin içinde diğer devlette çoğunluk olan azınlıklar
olacağından, bunlar kolaylıkla birbirine karşı da kullanılabilir.

186
*
Ama Đran bir Afganistan ya da Irak değil. Đkisi de ekonomik olarak tükenmiş, askeri olarak
hiçbir gücü kalmamış; egemen olanların tecrit içinde sadece silah zoruyla egemenliklerini
sürdürebildiği ülkelerdi. Bunlar kolaylıkla topu topu bir kaç yüz ya da bin asker kaybıyla bir
kaç hafta içinde düşürüldüler.
Ama Đran binlerce yıllık geleneği olan bir devletin bulunduğu, rejimin her şeye rağmen geniş
bir tabanı bulunduğu, eski Pers uygarlık alanında bu uygarlığın damgasını taşıyan Şiilik
aracılığıyla birliğini, (örneğin Türkiye’deki Türkçü Kemalist sistemden çok daha güçlü ve
sağlam olarak) sağlayan bir devlet.
Öte yandan kökleri binlerce yıllık Pers uygarlığına, ta Sümer zamanının Elamlılarına,
Abbasilere, Selçuklulara, Haçlı seferleri dönemlerine kadar giden etkileri var (Lübnan’daki ve
Irak’taki, Arap yarımadasındaki Şiiler).
Ve nihayet, yükselen petrol gelirleri nedeniyle ekonomik durumu düzelen ve petrolü ve gazı
bizzat bir silah olan Đran var: Đran da Rusya ve Çin’in belli ölçüde desteğine de sahip. Bu güce
karşı öyle kolayca, Afganistan veya Irak’ta olduğu gibi harekete geçilemez ve işgal edilemez.
Đran’ın çökertilmesi, dize getirilmesi gerekir. Đşgal Đran için bir yol değildir. Atom bombası,
ekonomik ambargo, diplomatik ve politik tecrit ve tehditler veya bunları çeşitli
kombinasyonları gerekmektedir.
Đşte Đran insanlığın geleceğini tayin edecektir. ABD’nin egemen olduğu bir dünya mı, yoksa
başka bir gücün egemen olduğu veya eşit güçteki emperyalistlerin paylaştığı bir dünya mı?
ABD bu savaşı kazanabilmek için, güçlerin en irisini, düşmanın en yaralanabilir yerine
yığmak zorundadır. Yani Đran’a karşı sefer, sadece Askeri olmaz ve olamaz. Tüm cephelerde,
yani diplomatik, kültürel, politik, askeri ve tüm silahlarla (psikolojik savaş yöntemlerinden
Atom silahlarına kadar) topyekün bir savaş olmak zorundadır.
Bunun için önümüzdeki dönemde, Türkiye’nin de dünyanın da nabzı Đran üzerinde atacak, ve
tüm gelişmeler bunlar ışığında okunup anlaşılabilecektir.
*
ABD’nin dışında bu dünyada, tek alternatif bir programı olan güç biziz. Bu program bütün
ulusların ortadan kaldırılması, ulusal devlet ve sınırlara karşı savaştır. Bir paradoksal ifadeyle
bütün dünyanın ABD vatandaşı olması da diyebiliriz.
Tüm insanlar ulusu, dili, dini, soyu sopu ne olursa olsun eşittirler. Ulus tıpkı soy, sop, din,
inanç gibi özel bir konudur ve inanç sorunudur.
Biz bir insanlık dini, bütün insanların birbirinden sorumlu olduğu hukuken eşit olduğu kadar
gerçekten de eşit olacağı bir din ve yeryüzü nizamı öneriyoruz. Đnsanları Türk, Alman,
ABD’li vs. olmaktan çıkmaya ve Đnsan olmaya; yani bu devletleri yıkmaya; Türklüğü,
Almanlığı, ABD’liliği özel bir sorun yapmaya çağırıyoruz. Nasıl Müslim, Hristiyan, Budist,
Alevi vs. olduğunuz sürece insan olamazsanız. Ancak bunları birer inanç olarak
gördüğünüzde ve öyle bir sistemde insan olabilirseniz. Bir Türk, Bir Alman, Bir Ermeni., Bir

187
Kürt, Bir Arap olduğunuz sürece de Đnsan olamazsınız. Ancak, bunları kişilerin özel sorunu
olarak gördüğünüzde ve böyle bir sistem için mücadele ettiğinizde insan olabilirsiniz.
Đşte, dinin özel değil, inanç değil bir üstyapı olduğu önermesi geçmişi, bu günü ve geleceği
böyle anlaşılır ve değiştirilebilir kılıyor.
31 Mayıs 2006 Çarşamba

188
Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri
Almanya’da bir festival havası var. Sadece futbol maçlarının yapıldığı şehir ve stadlar değil,
her yer bir festival görünümünde. Her şehirde bir veya birkaç yere, büyük ekranlar, bu
ekranların civarına içecek, yiyecek ve hatıra eşyası satan sergiler kurulu. Ama sadece bu
kadar da değil. Neredeyse, her lokanta, her Kneipe (Đngilizlerin Pub’u ya da Fransızların
Cafe’sinin Alman’yadaki karşılığı denebilir), hatta her büfe de, genellikle bir Televizyon
ekranı koyuyor içeriye veya önüne. Bütün arabalarda, evlerde başta Alman bayrağı olmak
üzere bayraklar, yine aynı “ulusal renkler” ile boyanmış yüzler, T-Shirt’ler, şapkalar.
Bu sadece Almanya’da böyle değil, neredeyse bütün ülkeler, dünyanın her yerindeki insanlar
çeşitli derecelerde benzer bir havanın içinde. Her yerde neredeyse temel konuşma konusu bu.
Bu atmosferin dışına çıkmak mümkün değil.
Biraz kafa yormanın zamanıdır.
Uluslar ve Globalleşme
Ulusçular ulusun ne olduğunu tanımlamaya çalışırlarken, bunların içinde bir eğilim ulusların
tarihten geldiğini, unutulmuş ve uyutulmuş ulusal bilincin uyandırılması gerektiğini söylerler,
bu daha ziyade daha gerici ulusçuluğun bir alameti farikasıdır.
Nispeten daha demokratik ulusçular ise, geçmişten ziyade, fiziksel ya da kültürel
özelliklerden ziyade, geleceğe yönelik bir tanımda yoğunlaşırlar, ortak bir ülkü birliğinin bir
ulusu ulus yaptığını söylerler.
Bunların yanı sıra, ortak bir kaderin ve yaşantının da bir ulusu ulus yaptığını söyleyen bir ekol
daha vardır özellikle “Avusturya Marksizmi” kökenli.
Tabii bir de bunların hepsini birden veya çeşitli kombinasyonlarını bir ulusun, ulus olmasının
koşulu olarak (örneğin Stalin’in Ulus tanımı göz önüne getirilsin) getirenler de vardır.
Bu “teori” ve bu kriterlerin hiç birisi nesnel olarak ulusun ne olduğunu anlatmazlar.
Çünkü bunların hepsi, “ulusal olanın politik olanla çakışması” gerektiğini kabul etmiş; veya
bunda bir sorun görmeyen ulusçulardır. Onların sorunu, o “ulusal olanın” neyle
tanımlanacağıdır.
Yani, bütün bu ulus tanımlarını yapanlar ulusçulardır. Ulusun ne olduğuna ilişkin farklı
teoriler olarak ortaya konan teoriler, aslında farklı ulusçuluklardır. Yani ortadaki farklılıklar
farklı ulus tanımları değil, farklı ulusçuluklardır.
Onlar ulusun tanımını ve ulus olmanın kriterlerni koyduklarını söylerlerken ulusun ne
olduğunu bizlere açıklamış olmazlar ama farklı ulusçulukların ne olduğu hakkında bizlere
açıklanması gereken zengin bir malzeme sunarlar.
Farklı ulus tanımlarının farklı ulusçuluklar olduğu kavranınca bu farklı tanımların var oluş
nedenlerini anlamak da kolaylaşır. Ve o zaman sorular şöyle sorulabilir: “Niçin ulusu şu veya

189
bu şekilde tanımlayan ekoller vardır ulusçular içinde? Niçin şu veya bu kriter ulusun tanımı
olarak getirilmektedir?”
Soru böyle sorulunca, yani farklı ulusçulukların niye var olduğu ve ulusu öyle tanımladığı
araştırılınca, bunun ardında tam da Marks’ın dediği gibi, üretim ilişkileri ve bu ilişkiler içinde
var olan konumu ve çıkarı farklı grupların (sınıfların) çıkar, karakter ve eğilimleriyle
karşılaşırız.
Çok kaba hatlarıyla, insan haklarına, ülkü birliğine dayalı; ulusu geçmişle değil, gelecekle,
amaçla tanımlayan ulusçulukların nispeten demokratik ulusçuluklar olduğunu; Tarihle,
Kültürle (dille, dinle, soyla, ırkla vs.) tanımlayan ulusçulukların gerici ulusçuluklar olduğu
söylenebilir. Elbette bu iki temel biçim arasında bir çok gri tonu bulunmaktadır.
Avusturya Marksizmi’nin ortak yaşantı ve kader birliği kriteri ise, şu veya bu şekilde bir ulus
bir kere oluştuktan sonra ortaya çıkar. Yani kader ve yaşantı birliği ulusu yaratmaz, ulus bir
kere ortaya çıkınca, kader ve yaşantı birliği oluşur. Avusturya Marksizmi’nin sorunu, ulusun
ve ulusçuluğun sonucu olarak ortaya çıkan bir görüngüyü, onun bir kriteri gibi ele
almasındadır.
Ulus demek, her şeyden önce, politik olanın, yani devletin tanımlandığı “şey”dir. Bir devlet
bir kere ortaya çıkınca, veya devleti olmasa bile bir kere bir devlet için, kendini bir ulus
olarak tanımlayan bir grup ortaya çıkıp da bunun için mücadeleye başlayınca; bu ulus nasıl bir
tanıma dayanmış olursa olsun, bir ortak yaşantı ve kader birliği başlar. Başlangıçta bütünüyle,
politik bir hedef olan, imajiner olan, fiili bir gerçeklik olarak görünmeye başlar.
Đnsanlar okullarda aynı kitapları okurlar, aynı dili ve yazıyı öğrenirler; aynı vergi sistemi, aynı
idari sistem, aynı sınıf ilişkileri içinde yaşarlar, aynı devletin ordusunda askerlik yaparlar,
aynı müzikleri dinlerler. Bir süre sonra, bu ortak yaşantı ve kader, ortada gerçekten, tıpkı
sınıflar gibi, hatta sınıflara göre çok daha net ve açık olarak görülebilen ulus diye bir “şey”
olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu; başka bir var oluşun mümkün ve tasavvur
edilebilir olmadığı fikrini ortaya çıkarır. Ve bu korkunç bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu
yaşantı birliğini, kader birliğini (ulusu) yaratan devletin, politikanın kendisi iken; sanki devleti
ve politik olanı yaratanın o ortak bir kaderi ve yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu
görüşü yayılır.
Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular olduğu için var olduğu gerçeği; kendi
zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus olduğu için ulusçuların olduğu biçiminde görülür.
Bu nedenle, ulusu nesnel olarak belli kriterlerle tanımlama yolundaki her girişim, aslında
bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan görünümden hareket ettiği için metodolojik
olarak idealizmle damgalıdır. Yani ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel kriterlerle
tanımlama girişimleri, çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin varlığı
belirlediği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani ulusçuların ulus anlayışlarını, ulus
tanımları olarak kabul etmiş olurlar.
*
Her neyse, konumuz bu değil. Şu ortak yaşantı ve kader birliği kriterine dönelim.

190
Bir an için, birer ulusçu olalım ve ulus olmanın en temel ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı
birliği, kader birliği olduğunu var sayalım. Bunu kontrol edelim.
Bu günkü dünyada, bu günkü globalleşme çağında, bu kriterin büyük ölçüde aşındığı
görülmekte. Çünkü bütün dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan çıkmış televizyon
ekranlarından aynı programları izliyor, aynı maçları izliyor; aynı sahneleri görüyor; aynı
atmosferler içinde yaşıyor. Bu Dünya Şampiyonası, olimpiyatlar, savaşlar, büyük felaketlerde
özellikle çok netleşiyor.
Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir “Erzincan Zelzelesi” vardı. Bu
Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazınmıştı. Türk ulusunun ortak yaşantı ve
kader birliğini yaratan bir olay olarak görülebilirdi. Ama son tsunami örneğin, neredeyse tüm
uluslardan herkesin ortak hafızasına aittir.
Yani ulusun “din” gibi değil de “sınıf” gibi nesnel olarak kriterleri sıralanabilir nesnel bir
“Şey” olduğu düşüncesine yol açan, ortak kader ve yaşantı birliği bile, kökünden
sarsılmaktadır. Evet hala devletler belirlemektedir politik gelişmeleri, hala devletlerin
bayraklarını asmaktadır insanlar, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun bayrağını
asması olayının kendisi bir ortak yaşantıdır. Bu ortak yaşantı aynı devletin (ulusun) takımı
kazandığı veya kaybettiğinde o ulustan olanların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az
önemli değildir. Bir ulusun içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya kayıplarda benzer
farklılıklar yaşarlar. Bu farklılıklar dünya çapında bir ülke ölçüsündeki kazanan kaybedenlere
benzetilebilir.
O halde, bu gerçek zamanda herkesin aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri yaşadığı dünyada, ortak
yaşantı ve kader birliği, artık ulusal sınırları çoktan parçalamış bulunmaktadır.
O halde, gören göz için, bu futbol şampiyonasının bir kere daha ortaya çıkardığı bir gerçek
var, sadece ulusçuluk değil; ulusların kendisi, yani ulusal devletlerin kendisi, üretici güçlerin
bu günkü gelişmişlik düzeyinde insanlığın var oluşunun ve mutluluğunun önündeki en büyük
engeldir.
Mücadele, bütün dünyada, bizzat uluslara, ulusal devletlere karşı olmalıdır. Ulusların ve
ulusal devletlerin kendisini akıl ve mantık dışı; yıkılması gereken en büyük ve acil sorun
olarak görmeyen her politik proje gericilikle sonuçlanmaya mahkumdur.
Dünyada sosyalizmin ve sosyalistlerin entelektüel güçlerini, canlılıklarını, perspektiflerini
yitirişinin temelinde uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemin başına
koymamak bulunmaktadır.
Sosyalistler sadece özel mülkiyete saldırıyorlar, ama esas politik iktidarı elinde bulunduran ve
özel mülkiyet kadar insanlığın önünde bir engel oluşturan uluslara ve ulusal devletlere hiçbir
saldırıları yok. Hatta aksine, “Emperyalizme karşı” ulusları, ulusal devletleri, sınırları
savunuyorlar. Hem de en gerici biçimindekileri bile.
Gören göz için, bu Dünya Futbol Şampiyonası, bir tek dünya cumhuriyeti için, yani insanların
dili, dini, etnisi, soyu, sopu, oturduğu yer ne olursa olsun eşit olduğu; eşitliğin ulusların ve
devletlerin yurttaşlarıyla sınırlı olmadığı ve onlarla dolayımlanmadığı sınırsız ve ulussuz bir

191
dünya için maddi koşulların çoktan oluştuğunu; olgunlaştığını, hatta çürümeye yüz tuttuğunu
gösteriyor.
2
Sol Neden “Ofsayt”ta?
Almanya’da yapılan futbol şampiyonasının, sırf bir ortak yaşantı ve kader birliği bağlamında
bile nasıl ulusların kabuğuna sığmadığını ve onu aşındırdığını önceki yazıda ele almıştık.
Bu gün dünyadaki her hangi bir soruna, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusların (en
demokratik tanımlanmış ulusların bile) insanlığın kurtuluşu önündeki en büyük engel ve fiili
bir ırkçılık anlamına geldiğini kavramayan her politik parti veya hareket, birden bire kendini
en kötü gericiliğin destekçisi olarak bulur.
Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece, dünyayı ve ondaki politik gelişmeleri anlama ve onlara
karşı bir politik tavır ve program geliştirme şansınız olmaz.
Çünkü soruna böyle yaklaşmadığınız sürece, bu gün dünyaya egemen olan ulus devletlerin
ırkçı bir sistemin araçları olduğunu göremezsiniz. Yani ırkçılığı bir tehlike olarak görürsünüz,
yeryüzü ölçüsünde var olan bir sistem olarak değil.
Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece siz bir ulusçulusunuzdur; insanların değil ulusların eşit
olduğu insanların ancak uluslar aracılığıyla eşit olabileceği gibi bir yaklaşıma sahipsiniz
demektir.
Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolayımıyla değil, doğrudan eşit hakları olduğu bir
düzen için mücadele etmeyi bayraklarının en başına yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri,
Almanları, Amerikalıları, Türk, Alman, Amerikan uluslarına karşı savaşmaya; Türk, Alman,
Amerikan olmaktan çıkıp Đnsan olmaya çağırmalıdırlar. Đnsan ise, ancak, politik olanı ulusal
olanla tanımlamamış bir dünya cumhuriyetinde olunabilir. Hem insan, ham de Türk, Alman,
Amerikan vs. olunamaz.
Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, insanlar üzerindeki diktatörlüğüdür.
Sosyalistlerin görevi, Đnsanların Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü
kurmaktır.
Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçimde tanımlanmış bir
ulusa göre mi, Đnsan’a göre mi? Biri ulusal devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle
bölünmesi, diğeri dünya cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır.
Demokratik bir cumhuriyet ancak, Đnsanların, Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir
diktatörlüğü olarak var olabilir.
Ki bu aynı zamanda “Proletarya Dikatörlüğü”nün kendisidir. Proletarya diktatörlüğü ancak
insanların bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Türk, Alman, Amerikan devletleri olarak var
olamaz bir proletarya diktatörlüğü.
Sosyalist devrim her şeyden önce Đnsanların uluslara karşı bir savaşı olmak zorundadır.

192
Đşte dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir soruna karşı bir politika ve
program geliştirilemez. Ve bir anda politik olarak “ofsayt”a düşülür.
*
Örneğin, Avrupa Birliği, ulusçu bir bakış açısından, gerici ulusçuluktan kurtulma, onu aşma
gibi görülebilir. Türkiye’de bol bol görülebilecek, “Avrupa Ulusu Devleti Aşıyor” övgüleri
hatırlanabilir.
Ama Ulusun ne olduğunu kavramış ve ulusların, NASIL TANIMLANIRSA TANIMLANSIN
(yani demokratik veya gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış olsunlar fark etmez), insanlığın
kurtuluşunun önündeki en büyük engel, bütün sorunların başı olduğunu düşünen biri
açısından, yani bir Devrimci Marksist açısından, yani Đnsan açısından, Avrupa Birliği, en
gelişmiş biçimiyle bile (Yani Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri
olması durumunda ve Avrupalılığı sırf teritoryal olarak tanımlaması hiçbir kültürel ve tarihsel
gönderme yapmaması durumunda bile), ulus devletin aşılması değil; kendini Avrupa denen
toprak parçasıyla sınırlamış; ulusu yere göre tanımlayan ve bu topraklar dışında kalan
insanları her türlü haktan yoksun kılan, yeni bir ulus devletin kurulmasıdır. Yani ilerici değil,
gericidir. Çünkü, insanlığın büyük bölümünü dışlamakta; ömrünü doldurmuş ulusları ve
ulusal sınırları yaşatmaya çalışmaktadır.
Ama sosyalistler ya da insanlar için sorun, tıpkı Türklüğü yok etmek olduğu gibi, Avrupalılığı
da yok etmektir. Avrupa’ya girip girmemenin doğru veya yanlış olduğunu Türkler veya
Avrupalılar tartışır veya tartışabilir. Ama sosyalistler ya da insanlar için tartışma Türklüğün
ve Avrupalılığın nasıl yok edileceği noktasındadır ve öyle olmak zorundadır. Sosyalistlik ya
da Đnsanlık, Türklük ve Avrupalılık ile bir arada bulunamaz ve uzlaşmaz. Birinin olduğu
yerde diğeri var olamaz. Đnsanlar Türk veya Avrupalı olamaz, Avrupalı veya Türkler de Đnsan
olamaz.
Aynı şekilde bir sosyalist bir Türk, bir Alman veya Avrupalı olamaz; sosyalist ancak Đnsan
olabilir; tersinden bir Türk, bir Alman veya bir Avrupalı da bir Sosyalist (veya Đnsan) olamaz.
Ancak uluslara karşı mücadeleyi gündeminin başına koymuş, tüm insanları uluslar, ulusal
devletleri ve ulusal sınırları yıkmaya çağıran bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir edebilir
ve ona karşı mücadele edebilir.
Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur. Bütün dünyada, ulus
perspektifinin ötesine gidememiş sol, Avrupa Birliği sorununa hiçbir çözüm önerememektedir
örneğin. Bir ülkede sol Avrupa Birliği’nden yana iken diğerinde karşıdır. Avrupa Birliği’ne
karşı olanlar genellikle, en tutucu ve gerici milliyetçilerle, bürokratik ve askeri oligarşilerle;
yana olanlar globalizm hayranlarıyla, liberallerle yan yanadır.
Ama eğer bu günkü en demokratik biçimiyle bile ulusal devletin artık yeryüzü çapında
ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve insanları uluslara ve ulusal devletlere
karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız; Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya
da Avrupalıları, Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa

193
karşı savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp Đnsan olmaya
çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmazsınız.
Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme yönündeki yaklaşımları bir ilerleme ve
demokratikleşme olarak görürsünüz.
*
Tam da bu Dünya Futbol Şampiyonasının yapıldığı günlerde, Der Spiegel dergisi, Yeni
Uluslar Göçü, “Yoksulların Akını” kapağıyla bir sayı yayınladı. Konu, “yoksul ülkelerden
insanların zengin ülkelere kapağı atma”larıydı.
Dikkat edilsin, bizzat bu başlığın kendisi Irkçı’dır. Ama bu ırkçılığı, bir Alman, bir Türk, bir
Avrupalı’nın görmesi mümkün olmadığı gibi, bizzat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar.
Bir Alman; bir Türk, Bir Avrupalı, bir “Yeni uluslar göçü”nden, yoksulların bir “akın”ından
söz edebilir ve edecektir.
Ama tüm insanların eşitliğini, bırakalım gerçek ekonomik eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını
bir yana, formel, hukuki eşitliğini, savunan bir Đnsan için, bu ulusların “akın”ı, yoksulların
kapatıldıkları bantustandan , hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dışına kaçma,
o duvarları bilinçsiz bir yıkma çabası olarak görülür.
Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir saldırı, bir “akın” olarak görülen,
insana bir öz savunma olarak görülür. Ulusçu bu akını durdurmaya çalışır. Yumuşak
ulusçular, üçüncü dünyaya daha fazla yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım
der, sert ulusçular, yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim der. Farklı
yöntemlere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akın”ı durdurmak!
Ama bir insana, bu aynı hareket, uluslara karşı, ulusal sınırlara karşı bilinçsiz ve bireysel bir
direniş olarak görünür; insanların kapatıldıkları bantustandan, rezervattan kurtulma cabası
olarak görülür. Đnsanın sorunu, bunu engellemek değil, bunun bütün duvarları yıkan bir sele
dönüşmesini sağlamaktır. Đnsanlar veya sosyalistler, hapishanenin veya duvarın dışına
bireysel ya da toplu kapağı atma girişimlerini, duvara ya da hapishaneye karşı, onları yıkmak
için bir sosyal harekete çevirmeye çalışır ve bu hareketlerde böyle bir sosyal devrimci
hareketin tohumunu görür.
*
Đşte soruna böyle bakmayan; Đnsan değil; Türk, Alman, Fransız, Avrupalı veya Amerikan olan
sol, kendini out side’de bulmaktadır. Bu son dünya kupası maçlarında Almanya’da açıkça
görüldü.
Alman solu, (tam da Alman solu olduğu için zaten), kendisini hep klasik Hitler tipi ırkçı
milliyetçiliğe göre tanımlamış, refleksleri ona göre oluşmuştur. Belki dünkü dünyada bu tavır
bir ölçüde sol bir duruş için yeterli olabiliyordu ama bu günkü dünyada, artık bu klasik ırkçı
milliyetçiliği hala baş düşman olarak görmek ve ona göre refleksler göstermek, aslında var
olan gerçek ırkçı sistemi gözlerden gizleme ve hatta bu ırkçı sistemi pekiştirme girişimlerini
olumlama olarak görmeye yol açmaktadır.

194
Bütün sol, Alman milli takımının başarılarında, klasik ırkçı faşistlerin sokağa çıkacağını;
klasik ırkçılığın tekrar legalite kazanacağını düşünüyordu. Ama tam aksi oldu, bütün basın
Almanların da diğer uluslar gibi kendi bayraklarıyla başka ulusları hor görmeden ve
aşağılamadan övünmeye hakları olduğunu, ve işte tam da bu dünya kupasında bunun
gerçekleştiğini; artık uygar bir ulus olarak hala geçmişin yüküyle bayraklarını açmaktan
utanmamaları gerektiğini yazdı. Gerçekten de, başka ülkelerin bayrakları da her yerde
dalgalandı, kimse onlara karşı bir saldırıda bulunmadı. Aksine, güvenlik görevlileri
başkalarını da kendi bayraklarını sallama özgürlüğünü garanti altına aldı. Đlk başlarda klasik
ırkçı faşistlerin yaptıkları bir iki girişimde polis son derece sert davranarak onlara gereken
mesajı verdi.
Ama bütün bunlar olunca, sol birden bire kendisini silahsızlanmış buluverdi.
*
Bunu belki gözlerden kaçmış küçük bir olayda görelim.
Hamburg’ta Sternschanse (“Yıldıztabya” diye çevrilse pek de yanlış olmaz) diye bir semt
vardır. Genellikle eski evlerin bulunduğu, yabancıların, solcuların ve öğrencilerin yoğun
yaşadığı bir semttir. Hatta burada solcuların işgali altında bulunan eski bir Tiyatro binası
vardır (buna “Kızıl Flora” denir).
Bu semtte, son dört beş yılda, dünyanın bütün metropollerinde görülen bir değişim başladı.
Bütün dünyada, Yuppie’ler genellikle, eski solcuların, yabancıların yaşadıkları; daha rahat bir
atmosferi olan semtlere yerleşmektedirler. Aynısı burada da oldu. Genellikle medya alanında
çalışan veya nispeten iyi bir geliri ve işi olan, genç, politikaya ilgisiz Yuppie’ler bu semte
dadandılar ve oradaki yerleri mekanları yaptılar.
Artık o eski partal giysili solcular yoktu, ya da azınlığa düşmüşlerdi: iyi bakımlı, giyimli,
anlamsız yüzlü genç bir kitle doldurmaya başladı orayı.
Dünya Kupası vesilesiyle de bütün Kafe’ler önlerine birer televizyon ekranı koydular.
Havalar da güzel gidince, maç saatlerinde bu kitle iğne atsan yere düşmez biçimde maçları
izledi. Yüzlerini boyayanlar, formalar, takma saçlar vs. hasılı o televizyonlarda görülen tipik
bir maç seyircisi görünümü ortalığı kapladı. Bir karnaval, bir festival havası ortalığı sarıyordu.
Đşte, Alman milli takımının bir maçında, solcuların işgali altındaki “kızıl Flora”dan, maç
esnasında klasik Alman ırkçı milliyetçiliğine karşı, kocaman hoparlörlerle bir propaganda ve
sabotaj yayını başladı. Kafelerin önüne oturmuş maç seyreden binlerce karnaval havasındaki
kitle önce biraz mırıldandı ama sonra bu yayını duymazdan geldi, ciddiye bile almadı. Hele
Almanya golü attıktan sonra Alman bayraklarıyla güle oynaya eğlenmeye başladı.
Başkalarına karşı bir saldırganlık görülmedi. Hatta diğer uluslara göre daha ölçülü ve
dikkatliydiler, başkalarını rencide etmemeye özel bir dikkat de gösteriyorlardı.
Bu propaganda-sabotaj yayını sadece coşkunun gürültüsü içinde yok olmadı; aynı zamanda
absürdleşti. Çünkü o kendini, klasik ırkçı, Hitler selamlı kaz adımı yürüyüşlü bir milliyetçiliğe
karşı hazırlamıştı, karşısına çıkan rengarenk boyalar içinde şarkı söyleyen, diğerlerine

195
saldırmayan, kendisini de diğerleri gibi gören, bütün ulusların milliyetçiliği gibi bir
milliyetçilikti. Hatta onlardan daha ölçülü, anlayışlı ve toleranslı bile denebilir.
Ama bu out side durumunu daha da pekiştiren olgu da şuydu: Almanya’da yaşayan Siyahlar,
Türkler ve yabancılar da ellerinde Alman bayraklarıyla, daha fazla Alman olduklarını
kanıtlamak (ve kabul edilmek için) için Almanlardan daha büyük çoşku ve ekstra bir gösterme
çabasıyla Alman milli takımının zaferini kutluyorlardı. Hatta muhtemelen Türk gençleri olan
yabancı görünümlü gençler, koca bir tır kamyonunu “kızıl Flora”nın karşısına getirmişler
onun üstüne çıkmışlar ve üzerinde kutluyorlardı. Sonra polis geldi, ve tırın tepesi tehlikeli
olduğundan gençleri oradan indirdi.
Bir zamanlar polis o “kızıl Flora”ya saldırmak için gelirdi, şimdi Alman milli takımının
zaferini kutlayan yabancı gençlerin kutlamayı fazla aşırıya vardırmamaları için geliyordu.
*
Bu çok basit, sıradan, belki çok kişinin dikkatini bile çekmemiş küçük olaylar dizisi, klasik
solun bu günün dünyasını anlamadığını ve ona söyleyecek bir sözü olmadığını; artık ciddiye
bile alınmadığını, bir tehlike olarak bile görülmediğini bir kere daha belgeliyordu.
Irkçılığın bir tehlike değil gerçek olduğunu görmeden bu günkü dünyada bir politika
üretmenin olanağı yoktur. Ama ırkçılığın bir tehlike değil de bir gerçek olduğunu ise ancak
insanlar görebilir, Türkler, Avrupalılar, Almanlar veya Amerikalılar değil. Onlar açısından
her şey olağandır normaldir. Irkçılık, Der Spiegel’in kapağındaki “akın” sözcüğünde gizlidir.
Bu günkü dünyada, artık klasik ırkçılık bir tehlike değildir. Elbet bu ırkçılık vardır. Hele savaş
sonrasını ve 68’i yaşamamış doğu Avrupa ülkelerinde bu ırkçılık vardır ve oldukça da
güçlüdür, ama artık dünyadaki gelişmelere damgasını vuran bu değildir. Bu ırkçılıa karşı
mücadele içinde hiçbir program, ve perspektif geliştirilemez. Bu günün ırkçılığı, çok kültürlü
biçimiyle bile ulusal devletleri ve sınırları savunmanın ta kendisidir.
Globalleşme, tüm malların ve paranın serbest dolaşımına dayanmaktadır. Bu günün
dünyasında, bir tek mal vardır bu serbest dolaşımdan yararlanamayan: Đşgücü.
Đşgücünün serbest dolaşımı, gittiği yerde eşti haklara sahip olması demek, ulusların, ulusal
sınırların ve devletlerin ortadan kalkması demektir.
Kar oranlarını yüksek tutmak ve işçi sınıfını uluslara göre bölebilmek ve her ülkede
burjuvaziyle ittifaka çekebilmek ancak ulusal sınırlar ve devletler sayesinde mümkün
olmaktadır.
Globalleşmenin böylesine geliştiği bir çağda, klasik ırkçılık ne burjuvazinin yayılma hayalleri
ne de kapitalizm için hiçbir avantaj sağlamamakta, aksine bir yük oluşturmaktadır. Bu
nedenle, ulusal devletleri savunma, bir bakıma, burjuvaziyi klasik ırkçılığa karşı duruşa ve
çok kültürlülüğe dayanan bir milliyetçiliği teşvik etmeye zorlamaktadır.
Burjuvazinin böyle bir sisteme doğru geçişi hem ülke içinde, hem dünyada ona daha geniş bir
temel ve daha geniş bir hareket alanı sağlamaktadır.

196
Elbette burjuvazinin bir milliyetçilikten diğer milliyetçiliğe geçişi; kaz adımlı Hitler selamlı
milliyetçilikten; renkli ve karnaval havalı milliyetçiliğe geçişi, düz bir yol izlememektedir ve
bizzat burjuvazinin içinde aynı zamanda bu iki milliyetçilik arasında bir çatışma da
gerçekleşmektedir. Bu düz bir süreç değil, çatışmalı, gel gitleri olan bir süreçtir.
Đşte son Dünya Kupası, Almanya’daki bu çatışmada, klasik ırkçı milliyetçiliğin, “çok
kültürlü” milliyetçilik karşısında ciddi biçimde geri adım atmak zorunda kaldığı bir
çatışmaydı aynı zamanda. Solu out side’a düşüren de tam buydu.
Almanya’daki Dünya Kupasında bu çatışma da gelecek yazının konusu olsun.
06 Temmuz 2006 Perşembe

Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol


Bu dünya futbol şampiyonasında Almanya dünya şampiyonu olamadı, finale kalamadı,
üçüncülükle yetinmek zorunda kaldı, ama politik olarak bu şampiyonada en büyük başarı ve
kazanç Alman burjuvazisinindir. Neden ve nasıl? Bunu göstermeyi deneyelim.
Son dünya kupası, Alman burjuvazisinin, klasik kana, soya dayalı ırkçı milliyetçilikten; artık
günün ihtiyaçlarına cevap vermeyen ve bir yük oluşturan bu milliyetçilikten; globalleşmenin
ve bir Avrupa Birliği oluşturabilmenin ihtiyaçlarına daha uygun düşen bir milliyetçiliğe
geçişin dönüm noktası olduğu gibi; bu iki milliyetçilik arasındaki mücadelenin de bir
sahnesiydi
Bu durumu iyi gözleyen, eski 68’li, bir zamanların hızlı “Anarşist”i, şimdilerde “Yeşiller”in
teorisyen ve stratejlerinden, onların Avrupa işlerine bakan Daniel Con Bendit (bir zamanların
“Kızıl Dany”si), son dünya Dünya Şampiyonasına Alman Milli Futbol takımını hazırlayan
Klinsmann’ı kastederek, “o Yeşil-Kızıl koalisyonun yapamadığını başardı” (“yeşil” ve “kızıl”
Alman politik kültüründe ekolojistler ve sosyal demokratların karşılığı olarak kullanılıyor.)
anlamında sözler etti. Onu böylesine söz ettiren değişim nedir?
Bir çok sosyolog, yazar vs. bu şampiyona öncesi Almanya ile bu şampiyona sonrası
Almanya’nın aynı olmadığını söylüyor ve bunda Alman Milli takımının antrenörü
Klinsmann’ın işlevine dikkati çekiyor9..

9
Bu değişim Radikal yazarı Ceyda Karan tarafından şöyle anlatılıyor. Yazar aynı zamanda değişimi
anlatşıyla değişenin ne olduğunun bir kanıtın daha da sunmuş oluyor. Yazını başlığı bile ilginç:
“Almanya Gök Kuşağının Altından Geçiverdi.”
“Dünya Kupası'nı kaybettiler. Pek ümitlenmişlerdi, Dortmund'ta yarı finalde gelen yenilgi sonrası
gözyaşlarını tutamadılar. Çok sürmedi, gülümsediler. Bu kupanın 'galibi' Almanlar oldu. Bir aylık futbol
festivaline hoşgörüyle ev sahipliği yaptıkları, sportmenlikleriyle yeşil sahalarda ırkçılığa prim
vermedikleri, memleketlerinin dört bir yanını altın sarısı-kırmızı-siyah bayraklarıyla donatmakla
kalmayıp, Togo'nun yeşil-sarı-kırmızısına da bürünebildikleri için... Ve 1980'lerin çelik disiplinli
Panzerleri'ne, göçmenlerin topçularını katabildikleri, Polonyalı Klose ve Podolski, Fransız aksanlı
Neuville, yarı Ganalı Odonkor'lu bir takım kurabildikleri için...

197
Birkaç karakteristik haber, bu dönüşümün çapı hakkında bir karar verir.
Almanya’da büyüyen, Türkiye kökenli film rejisörü Fatih Akın, Hürriyet’de çıkan habere
göre şunları söylemiş. Haberi 2 Temmuz Pazar günkü Hürriyet’ten okuyalım.
“Ödüllü Yönetmen Fatih Akın: Dünya Kupası Irkçılığı bitirir. (...) “Đlk kez Almanya’yı
tuttuğunu söyleyen Akın, “Almanya’daki Türkler milli maçlarda hep rakibi tutardı. Ama bu
son dünya Kupası’nda bu değişti. (...) Bütün dünyadan misafirler geldi. Bu bir şok gibi oldu.
Eğitim gibi bir şey oldu, iyi oldu. Irkçılık gidiyor.”
“Almanya’nın yediği gol üzülen, attığı golle havalara fırlayan Akın, tur sevincini kutladı.”
Alman medyasında, esas vurgu hep, artık bütün milletler gibi Almanların da kendi
bayraklarından utanmamayı öğrendikleri ve onunla rahat bir ilişki kurabildikleri gibi
noktalarda yoğunlaşıyordu. Ve hemen hemen bütün haber ve resimlerde genellikle Almanlar
başka uluslardan insanlarla birlikte eğlenirken haber yapılıyordu. Maç dolayısıyla gelenlerle
yapılan söyleşi ve haberlerde öne çıkarılan, ziyaretçilerin Almanlar hakkında hep kabız, aşırı
ırkçı milliyetçi gülmez insanlar gibi yargıları olmasına rağmen burada bambaşka bir durumla
karşılaşmış olmaları gibi noktalardı.
Bir de en çok Alman bayrağıyla Alman milli takımının başarıların kutlayan yabancılar,
özellikle Türkler ve siyahlar göze batırılmaya çalışılıyordu. Hatta Türklerin Alman bayrağının
kırmızı şeridinin ortasına ay yıldız koymaları özellikle öne çıkarılan haberler arasındaydı.
(Buna gerici Türk milliyetçiliği, aynısının yarın Türkiye’de de olabileceği, yani Kürtlerin,
yeşil, sarı ve kırmızının ortasına bir ay yıldız koyabilecekleri korkusuyla hemen karşı çıktı.
Tabii Almanlarınkine koyulmasına temelden itirazı yok. Ona itirazı eşeğin aklına karpuz
kabuğu düşürebilir diye.)
Yani Fatih Akın’in tavrı, an azından yabancılar ve solcular yaygın olan genel bir eğilimin
ifadesinden başka bir şey değil. Solcuların ve yabancıların önemli bir kısmı eski reflekslerin
anlamının kalmadığını düşünüyor ve artık Alman bayrağından utanmamayı veya Almanya’yı
tutmayı öğreniyor. Geçenlerde “Sol Neden “Ofsayt”ta?” yazısında anlattığımız ve
tartıştığımız küçük sahneler, aslında genel bir eğilim ve dönüşümün tipik görünümleriydi.

Yıllardır uyum sorunları yaşadıklarını konuşsak da, bir şekilde sığdıkları geniş göçmen kitlelerinin,
kendiliklerinden bu üç renge bürünerek canı gönülden Almanya'yı desteklemiş olması bir işaret olsa
gerek. Göçmenlerin, özellikle de Müslüman nüfusun giderek arttığı Avrupa'da Hollanda ve Danimarka
gibi hoşgörü timsali gösterilen pek çok memlekette aşırı sağ güçlenirken, Almanya'da marjinal
görülüyor. Yer gök altın sarısı-kırmızı-siyah renklere boyanırken, yıllardır bu renkleri tekellerine almış
aşırı sağcıların çareyi Reich'ın beyaz-kırmızı-siyah renklerine sığınmakta bulması pek manidar değil
mi? İşte bundan ötürü, Dünya Kupası boyunca Almanya'da yaşanan coşkunun 'Nazizm ruhunu
hortlatacak bir milliyetçi hissiyat' olduğu iddiası pek komik. Zira Anglo-Sakson medyasının pek sevdiği
milliyetçi yakıştırmalar, Almanya'nın her zaferi sonrası Berlin sokaklarına üşüşen, Alman bayrağına ay-
yıldız konduran Türkleri açıklamıyor. Yahut da Der Spiegel'in yayımladığı altın sarısı-kırmızı-siyah
renklere bürünmüş başörtülü Müslüman kızların fotoğrafını... Bu başka bir fotoğraf olmalı! Belki de
basitçe şu saptamayı yapmak lazım: Almanlar artık kendilerini iyi hissediyor, dakika başı özür dilemek
gerektiği fikri sabitinden kurtuluyor.” (10/07/2006, Radikal)

198
Aslında bu yeni durum en bizzat PDS’in (Demokratik Sosyalizm Partisi) yıldızı olan, Gregor
Gysi’nin aşağıdaki sözlerinde en açık biçimde yansıyor:
“Ulusal futbol takımları için Almanlar tarafından dışa vurulan ulusal gurur, Meclis sol grup
başkanı Gregor Gysi’nin görüşüne göre, olumlu yurtseverliğin bir işareti. Gysi
“Tageszeitung”a verdiği demeçte, Almanya’da genç kuşak arasında “Ana vatanlarına
(Türklerde vatan ana metaforuyla, Almanlarda baba metaforuyla bağlantılıdır. Tam çevirisi
“baba vatan” olurdu) karşı tamamen normal, kabız olmayan” bir ilişki gelişiyor ve bu dünya
futbol şampiyonasını “biricik büyük bir şölen yapıyor” dedi. Buna karşılık, bizzat kendi
kuşağının ise, “ulusal sorunla hastalıklı bir ilişki”si olduğunu ve bu nedenle yurtseverlik
tartışmasında “ağzını kapaması” gerektiğini söyledi.
Gysi “Burada ilk defa, kendi ulusuna karşı bağımsız, kabız olmayan, normal bir ilişki
oluşuyor” dedi. Eski PDS Başkanının argümanına göre, toplumda herkesin kendisini bütüne
karşı sorumlu hissedebilmesi için, kabız olmayan ve normal bir ulusal bağ bir ön koşuldur.
Gysi’ye göre, “sağ taraftaki Totaliter anti komünizm tıpkı solun bir kesimindeki totaliter anti
nasyonalizm gibi bunu şimdiye kadar engelledi.”
Gysi partisinin bir bölümündeki ritualleşmiş “Almanya, bir daha asla!” parolasını da
eleştirdi. “Đnsan istemediği bir ulusu yönetemez” dedi. Bunun kafada ve yürekte bir çelişki
olduğunu söyledi. Solcular ve kendi kuşağının tutucuları, 50’li ve 60’lı yıllarının
tecrübeleriyle genç kuşakların canını sıkmamalı. “Biz kendiliğinden daha iyi gelişeni
yolundan saptırmamalıyız. Normalleşmeye bizim katkımız bu olabilir.” dedi. (21 Haziren
2006 http://de.news.yahoo.com/21062006/286/gysi-begruesst-deutschen-fussball-
patriotismus.html )
Gysi’nin bu sözleri, bu futbol şampiyonasının Alman kapitalizminin gerçek bir zaferi
olduğunun en büyük delilidir. Eski milliyetçiliğin karşısında olan solcular yeni milliyetçiliğin
savunucularıdırlar. Bir burjuvazi için, bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi?
“Ofsayt”ta kalmak istemeyen solcular ve yabancılar (Gysi veya F. Akın) bu yeni
milliyetçiliğin selamlayıcıları, taraftarı ve savunucusu olarak ortaya çıkıyorlar.
Milliyetçiliğin ne olduğunu anlamayanlar, bu günkü dünyada en demokratik milliyetçiliğin
bile aslında dünya çapında bir ırk ayrımcısı apartheit sisteminin aracı olduğunu anlamayanlar,
böyle yaparken, ırkçılıktan kurtuluş ve ona karşı çıkış adına, fiilen bu ırkçı sistemin
savunucuları olarak ortaya çıkıyorlar.
Ama sadece sol mu böyle? Aynı bölünmenin Alman sağı, arasında da yaşandığı görülüyor.
Die Zeit gazetesinin haberine göre, Alman faşistleri arasında da bir bölünme varmış. Bir
kısmı, bu “yeni yurtseverliği” milliyetçiliğin yaygınlaşması olarak selamlarken, diğerleri
bunun “tatil ve Pazar günü milliyetçiliği” olduğunu söyleyip bu milliyetçiliğe karşı tavır alıp
onunla kendi arasına sınır çizmeye çalışıyormuş. Bunlar etrafı dolduran siyah kırmızı ve sarı
renkli Alman bayraklarına da karşı çıkıp, siyah beyaz ve kırmızı renkli bayrağın Alman
milliyetçiliğinin bayrağı olduğunu söylüyorlarmış.

199
Böylece Alman burjuvazisi, solcuları, yabancıları (ve hatta faşistler arasındaki bölünmenin
gösterdiği gibi) faşistlerin bir bölümünü yeni milliyetçiliğinin destekçileri haline dönüştürmüş
bulunuyor.
Elbette bu yeni biçim milliyetçilik Batı Almanya’da eski Doğu Almanya olan Eyaletlerden,
büyük şehirlerde taşradan, gençler kuşaklar arasında yaşlılardan daha güçlü ve yaygındır. Eski
biçim hala özellikle eski doğu Almanya’da çok güçlüdür, ama bu, geleceğe damgasını vuran
bir eğilim değildir. Bütün doğu Avrupa’da olduğu gibi, orada zaman bir süre durmuştu ve
duvarın yıkılışından beri kaldığı yerden devam ediyor. Doğu ve Batı (Yaşlılar ve gençler;
büyük şehirler ve taşra) aslında bu milliyetçiliğin birbirini izleyen iki aşamasını, zamansal bir
dizilişi, mekansal biçimde yansıtmaktadırlar.
Alman kapitalizmi için Avrupa’daki başka ulusları ve toprakları işgal ile yayılmanın, başka
ulusları köleleştirmenin ideolojik temellerini atan klasik ırkçı milliyetçilik bir intihar olur.
Ayrıca buna ihtiyacı da yoktur. Hitler’in “Avrupa Kalesi”ni Alman Burjuvazisi, bizzat doğu
Avrupalı halkların Avrupa Birliği’ne katılmak için yaptıkları ayaklanmalarla ve gönüllü
katılımlarıyla kurmuş bulunmaktadır. Alman burjuvazisinin ihtiyacı, bu yeni duruma uygun
bir milliyetçilikti. Eski kuşakların şekillenmeleri, gelenekler, yerleşmiş eski yapı bu yeni
duruma uygun bir milliyetçiliğin egemen olmasının önünde bir engel oluşturuyordu. Bu futbol
şampiyonası, bu eski milliyetçiliğin kabuğunun kırılması; Alman politik kültürü ve egemen
resmi milliyetçilik için küçük bir “devrim” oldu.
Ama eskisinin yerine gelen, en az eskisi kadar tehlikeli bir ırkçılıktır, ya da günümüz
dünyasına uygun bir ırkçılıktır. Bu kavranmadığı an, dünyadaki hiçbir gelişme karşısında
doğru bir tavır alınamaz. 1936 Berlin Olimpiyatları biyolojik ayrımlara dayanan bir
milliyetçiliğin ve ırkçılığın bir gösterisiydi. 2006 Dünya futbol şampiyonası, “Çok kültürlü”
bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın gösterisidir, Alman politik kültüründe ikincisinin birincisinin
yerini almasıdır. Bunun nasıl bir ırkçılık olduğunu ise her hangi bir şekilde bir milliyetçi
olanlar anlayamazlar.
Bunun ırkçılık olduğunu anlayabilmek ve görebilmek için, yer yüzünde ulusal sınırların ve
milletlerin demokrasi ve insan haklarının önündeki en büyük engel olduğunu kavramak; bu
çok kültürlü milliyetçiliğin de bu ulusal sınırları ve ırk ayrımcısı sistemi yaşatmayı ve
güçlendirmeyi amaçladığını görmek gerekir.
Bu günkü globalleşme çağında, gelişmiş ülkelerde, gerek yaşlanan nüfus dolayısıyla, genç
nüfuslu “üçüncü dünya”dan gelecek iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle; gerek iş gücünün
yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak dolayısıyla kar oranlarını yükseltmek için özellikle
gastronomi, temizlik, sağlık gibi alanlarda göçmen iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle ve
nihayet belli alanlarda (özellikle programlama, elektronik) işgücü ithal edebilmek ve
çekebilmek için klasik kana, etniye, kültüre dayanan milliyetçilik burjuvazi için bir engel
oluşturur.
Ama sadece bunlar değil, Alman burjuvazisi gibi sabıkalı bir burjuvazi için, klasik
milliyetçilik, ekstradan prangadır politik, ideolojik ve kültürel etkinin ekonomik etki
ölçüsünde yayılmasını ve ağırlığının artmasını engelleyen.

200
*
Burjuvazinin globalleşmeden çıkardığı sonuç, yeryüzünde ulusal sınırların kaldırılması
gereği, ulusların ilgası ve bir tek dünya cumhuriyeti değildir. Bu eski milliyetçiliğin terki
bizzat tam da bu ulusları ve sınırları korumanın ve yaşatmanın bir aracıdır. Böylece burjuvazi,
hem gerici ulusları ve ulusal sınırları korumakta hem de yoksulları bir rezerv olarak bu
sınırların dışında tutmaktadır. Böylece, insanlığın büyük yoksul çoğunluğu, ulusal sınırları ve
ulusları meşru kabul eden bu sistem aracılığıyla, bir ırk ayrımcısı bir dünyada yaşamaktadır.
Bu modern çok kültürlü ulusçuluğu savunmak, özünde bu ırk ayrımcısı sistemi savunmak,
ulusları savunmak anlamına gelmektedir.
Bu günkü ırkçılık, aslında tıpkı klasik ırkçılık gibi dışında tutarak köleleştirmektedir. Çok
kültürlü milliyetçilik, zengin ülkelerin etraflarına ördükleri duvarlarla birlikte yükselmiştir ve
yükselmektedir. Bu dışta tutuş “çok kültürlü” bir milliyetçilik aracılığıyla yapıldığından, bu
modern ırkçılığa geçiş, “normal” bir milliyetçiliğe geçiş olarak Demokratik Sosyalizm Partisi
önderi Gysi tarafından bile selamlanıyor ve savunuluyor.
Bu günün dünyasında her türlü malın ve paranın hiçbir ulusal sınırı tanımadan dolaştığı bir
dünyada, işgücü denen malın hala ulusal sınırlara bağlı kalmasını “Normal” bir milliyetçilik
olarak savunmak, yani ulusal devletleri, sınırları savunmak ve insanları bunlara karşı savaşa
çağırmamak, ırkçılığı savunmakla, insanlığın büyük bölümünü bir “üçüncü dünya” denen
rezervatta tutmakla özdeştir.
Bunu kavramayan sol, klasik ulusçuluğu ve ulusal devletleri savunduğu sürece, “ofsayt”ta
kalmaya, klasik faşistlerle aynı ulusçuluk düzeyine takılmaya mahkumdur. Eğer bu klasik
ulusçuluk karşısında bay Gysi gibi “normal” ve “çok kültürlü” ulusçuluğu savunduğunda da,
bu günün gerçek var olan ırkçılığını, geleceğe damgasını vuran ırkçılığı savunur durumda
olmaya mahkumdur. Yeşiller, PDS veya Fatih Akın’da olduğu gibi.
Aslında bu bölünme aynen Türkiye’deki solun bölünmesi gibidir. Klasik ırkçı Türk
milliyetçiliğini savunanlar, Türklüğü ve Türk devletini sorgulamayanlar ve globalleşmeye
karşı olmak adına onu savunanlar, genel kurmayın, Askeri bürokratik oligarşinin birer desteği
ve yedeği olarak kalmaktadırlar. Buna karşılık, “Çok kültürlü” mozaik milliyetçiliği
savunanlar ise, burjuvazinin, globalizmin, Avrupa Birliği’nin, Liberalizmin savunucuları
olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Her iki taraf da ulusal devletleri ve sınırları tartışmamaktadır, politik olanın ulusal olana göre
tanımlanmasını sorgulamamaktadır; her iki taraf da milliyetçilidir, farkları ulusal olanın nasıl
tanımlanacağı noktasındadır.
Alman politik kültüründe “Bir daha asla Almanya” sloganları atanlar veya “Anti
Alman”cıların Türk solundaki karşılığı Türkiye’nin “ulusalcı sol”udur. Gysi’lerin,
Bendit’lerin Türkiye’deki karşılıkları ise ÖDP’liler, “Đkinci Cumhuriyetçiler”dir.
Bunların ikisi de milliyetçidir, ayrılıkları milliyetçilik anlayışlarındadır. Klasik milliyetçiler
buna Türkiye’de anti emperyalizm, Almanya’da anti Almanlık elbisesi giydirmekte;
globalizme karşı çıkış adı altında gerici ulusçuluğu savunma ve yaşatmaya çalışmaktadırlar.

201
Modern çok kültürlü milliyetçiler ise savunduklarının milliyetçilik olmadığını, ulus devletin
aşılması olduğunu söylemektedirler. Bunların ikisi de milliyetçiliktir. Đkisi de ırkçılıktır ama
biri artık ömrünü doldurmuş, diğeri bu günün dünyasının ihtiyaçlarına uygun.
Bu futbol şampiyonasında Almanya’da ne olduğunu anlamak için Türkiye’de şöyle bir durum
düşünülebilir.
Almanya’daki Bayern Futbol mafyası (şu Beckenbauer’ler falan) klasik ırk, kana dayalı
milliyetçiliğin temsilcileriydiler. Bu milliyetçilik bizzat Alman burjuvazisinin çıkarlarının
önünde bile bir engel haline gelmişti. Bu en iyi ve açık olarak Alman Milli takımının
bileşiminde görülür.
Bu milliyetçilik, yetenekli ve yoksul Türk ve yabancı çocuklarını daha okul ve mahalle
takımlarından beri engeller. Bunların içinde özel yetenekleriyle yükselebilenler büyük
takımlarda yedek kulübelerinde bekletilir ve hele milli takıma alınmaları söz konusu bile
olmazdı.
Bu en açık olarak futbol sonuçlarında görülebilir. Fransa Cezayirli Đşçi Çocuğu Zidane ve
simsiyah futbolcularıyla Dünya şampiyonu ve ikincisi olurken, Alman milli takımı benzer
başarılar gösterememektedir. Buna karşılık, Almanya’nın dışladığı Türkiye kökenli gençler,
Türkiye’yi geçen dünya şampiyonasında dünya üçüncüsü yapmışlardı. Bu gençleri dışlamayıp
özümleyebilseydi, geçen dünya şampiyonasında Almanya kolaylıkla dünya şampiyonu
olabilirdi örneğin.
Bu durum Almanya’ya egemen kana dayanan milliyetçiliğin Almanya’nın ekonomik gücüne
denk düşen bir politik ve ideolojik güç ve ağırlıktan onu mahrum kılmasının futbola
yansımasından ve onda da ifadesini bulmasından başka bir şey değildir.
Alman kapitalizmi üretim ve ekonomi alanındaki etkisini, politika ve ideoloji alanında
gösteremiyor ve bu da Alman kapitalizmi ve emperyalizminin gelişiminn ve yayılışının
önünde bir engel oluşturuyordu.
Almanya iki dünya savaşına neden olmuşluğu ile, diğer ülkeleri işgal etmişliği ile zaten
sabıkalıdır. Bu geçmiş nedeniyle Almanya, daima uluslar arası politika alanında arka planda
kalmayı bir strateji olarak benimsemiştir.
Dünya politikasında Avrupa adına hep Fransa’yı ne sürmüş, gerçekte kendi söylemek
istediklerini Fransa’ya söyletmiştir. Böylece hem Fransız Burjuvazisinin kendini beğenmişlik
biçiminde dışa vuran aşağılık komplekslerini tatmin etmesine olanak vermiş hem de onun bu
tafralı tavırları karşısında altın ortayı, aklı selimi ve uzlaşmayı savunan bir pozisyonu savunur
görünme olanağı elde etmiş, herkes tarafından kabul edilebilir olmuştur.
Savaş sonrasının özellikle Genscher döneminin Alman dış politikasını bu strateji karakterize
eder.
Ne var ki Doğu Avrupa’nın çöküşüyle birlikte bu denge yerinden oynamıştır. Yeni döneme
uygun dış politikayı da Yeşillerden Fischer şekillendirmiştir.

202
Duvarın yıkılışında, Almanya’nın birleşmesine en büyük muhalefet bizzat Fransa ve
Đngiltere’den hatta Amerika’dan gelmiştir. Doğu Avrupa’nın hakları bir yandan,. Avrupa
Birliği’ne katılarak Rusya’ya karşı kendilerini garantiye almak istiyorlardı ama Avrupa Birliği
demek Almanya demek olduğundan, bu aynı zamanda Almanya tarafından yutulmak
anlamına de geliyordu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktı bu. Bu nedenle bir yandan
Avrupa Birliği’ne girerken, Alman politik etkisine karşı Amerika’nın yanında yer aldılar.
Böylece, ABD, aslında bu ülkelerde ekonomik olarak büyük bir etkisi olmamasına rağmen, bu
ülkeler fiilen Alman sermayesi tarafından ele geçirilmiş olmasına ve Almanya’nın egemen
olduğu Avrupa Birliği’ne girmiş olmalarına rağmen ABD’nin müttefiki oluyorlar ve ABD bu
ülkeler aracılığıyla Avrupa Birliği içinde ağırlığını arttırıyor, Irak’a Saldırı döneminde olduğu
gibi, Avrupa Birliği Đçinde “Yeni Avrupa” ile “Eski Avrupa”ya karşı bir denge
oluşturabiliyordu.
Böylece ABD bizzat Avrupa Birliği içinde Alman-Fransız eksenini kuşatabiliyordu. Đngiltere
zaten klasik müttefiği ve Avrupa Birliği içinde beşinci koluydu. Güney Avrupa ve Akdeniz
ülkeleri Đtalya, Đspanya, Portekiz gibi ülkeler Almanya’nın gücünü dengelemek için ABD’nin
yanında saf tutuyorlardı, Doğu Avrupa da Almanya’ya ya karşı ABD’ye yaslanınca, ABD
Alman Fransız eksenini kuşatabiliyor; bu dengeler aracılığıyla örneğin Türkiye’nin Avrupa
Birliği’ne alınması için, (ki Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği de bizzat ABD’nin Avrupa
Birliği’nin bir siyasi irade oluşturmasını engelleme stratejisinin bir parçasıdır) baskı
yapabiliyordu.
Öte yandan Almanya Doğu Almanya’yı yutmuştu ama bu biraz midesine oturmuştu, bunu
hazmetmesi biraz zaman alacaktı. Benzer şekilde Doğu Avrupa’da gerek ihraç malları gerek
ihraç ettiği sermaye ile muazzam bir ağırlık kazanmıştı ama bu politik ilişkilere hiçbir şekilde
yansımıyordu. Çünkü geçmişin hayaleti bir türlü peşini bırakmıyordu.
Yugoslavya’nın parçalanmasını Almanya başlattı ve bu gün, bizzat Sırbistan dahil bütün eski
Yugoslavya’da esas ağırlığı olan Almanya’dır. Yugoslav iç savaşı bir bakma, Almanya ile,
Rusya, Fransa ve ABD’nin arasındaki etki ve paylaşım mücadelesinden başka bir şey değildi
ve bunun tartışmasız galibi Almanya oldu.
Almanya bir yardan eski doğu Almanya’yı hazmetmeye çalışır, diğer yandan doğu Avrupa
üzerinde iktisadi etki ve gücünü pekiştirir ve böylece uzun vadede ABD’nin etkisini nötralize
edecek temeli sağlamlaştırırken, diğer yandan Avrupa birliği içinde politik ağırlığını
pekiştirmek için, Avrupa Birliği içinde bir anayasa hazırlığına girdi. Bu anayasa ile, yavaş
yavaş, Avrupa birliği çapında seçilmiş organlara doğnu bir geçişe başlangıç yapılmak
isteniyordu. Avrupa Parlamentosu gibi gerçek bir gücü temsil etmekten uzak organların
dönemi geride kalmalıydı.
Tasarıyla örneğin bir ortak Avrupa Dış Politikası için temel yaratılıyor ve Alman dış işleri
bakanı Fischer bu görev için hazırlıklara başlıyordu.
Ama Almanya’nın bu artan gücünden korkan Fransa, bu planı sabote etmekten başka çare
bulamadı ve Anayasayı halk oylamasına götürerek hayır dedi. Böylece Anayasa ve Alman
planı bir anda değersiz bir kağıda dönüştü. Bu durum elbette ABD’nin de çok işine yaradı.

203
Almanya kendisi bizzat Fransa’dan bile daha geri kana dayanan bir ulus tanımına dayanırken
Fransa’nın ulusçuluğa dayanarak Avrupa’nın politik birliği ve iradesine giden yolu sabote
etmesine karşı bir şey yapamazdı. Bu milliyetçilikle doğu Avrupa’daki anıları unutturamaz,
ekonomik etkisini politik bir etkiye dönüştüremezdi, hatta bizzat kendi ekonomisinin
ihtiyaçları bile bu milliyetçilik tarafından baltalanır olmuştu. Örneğin doğu eyaletlerinde
klasik ırkçılığın kurbanları genellikle iş adamları bile olabiliyordu.
Bu koşullarda, ancak ciddi bir stratejik dönüş, Almanya’ya bu sorunları aşabilmesi,
Fransa’nın, doğu Avrupa’nın direncini kırabilmesi ve Avrupa’da bir tek politik irade
oluşturup, dünya çapında ABD’ye meyden okuyabilecek bir durma gelebilmesi için gerekli
koşulları yaratabilirdi. O zaman birden bire karşı olanlar yandaş haline gelebilirler, etkiye
karşı duranlar bizzat o etkinin araçları olabilirlerdi.
Bu yönde epey adımlar atılmıştı. Örneğin bizzat Fatih Akın gibi genç Türk asıllı rejisörlerin
önünün açılması ve ödüllerle teşvik edilmeleri, hem Alman sinemasına bir taze soluk
getirmiş, Alman filimlerinin dünya pazarına egemen Amerikan sinemasına karşı bir hamle
yapmasını sağlamış hem de Almanya’daki Türklerin sisteme entegrasyonu yolunda küçük
adımlar atmalarını sağlamıştı.
Dış politika alanında benzer bir işlevi de Alman politikasının bütün anketlerde yıllar boyunca
“en sevilen” politikacısı çıkan Fischer görmüştü. Bu solcu eskisi, Đsrail Parlmentosu’ndan
Arap ülkelerine kadar her yerde Alman kapitalizminin çıkarlarını en akıllı biçimde savunmuş
ve Almanya’nın ihtiyacı olan değişiklikleri yapmıştı. Fischer sayesinde Alman Ordusu, adım
adım bütün askeri harekatlara katılma hakkını elde etmişti.
Ama bütün bu gibi gelişmelerde yansıyan anlayış henüz hem toplumun derinlerine nüfuz
etmiş hem de egemen politik elite egemen olmuş değildi. Özellikle futbol ve spor alanında
eski anlayış, bu alana egemen olan Bayern Mafiyası da denen Beckenbauer gibilerin şahsında
egemenliğini sürdürüyordu. Ama aynı zamanda bu anlayış artık bütün olanaklarını tüketmiş
bulunuyor ve bir başarı getiremiyordu. Daha önce bu Mafia’nın has adamı olmayan
Christopher Daum, Kokain kullanmışlığı bahane edilerek tasfiye edilmiş ve bir süre daha
zaman kazanmıştı bu ekip. Ama Alman futbolunun düşüşünü durduramamıştı yine de.
Đşte bu uzun yıpranma sürecinin sonunda, yine bu Mafia’nın dışından, Stuttgart’lı, futbol
karyerinin önemli bir bölümünü Đtalya, Đngiltere gibi başka ülkelerde geçirmiş, Amerika’da
yaşayan (galiba karısı da Çin asıllı bir Amerikalı) Klinsmann’ın Alman milli takımının başına
gelmesi ile Alman kapitalizminin çıkarları üzerine iki farklı milliyetçilik arasındaki mücadele,
bir bakıma futbol şampiyonası içinde geçer oldu.
Politikada, giyinişler, duruşlar, tavırlar hep birer politik anlama da sahiptirler. Klinsmann,
takımı derhal gençleştirdi. Takımın esas golcüsü olarak Polonya asıllı iki futbolcuyu forvete
koydu. Daha sonraki düzenlemede Almanya’da büyümüş Odonkor adlı yarı siyahi bir
oyuncuyu da takıma aldı. Bayern Mafiası’nın takım içindeki etkisini kırmak ve onlara kendi
otoritesini kabul ettirebilmek için Kaleci Oliver Kahn’ı yedeğe aldı.

204
Almanya’da olanı anlamak için, Bayern Mafiası yerine Türkiye’deki Futbol mafyası, MĐT,
Mafia Đlişkilerini göz önüne getirilebilir. Beckenbauer yerine Fatih Terim’i koyulabilir.
Türkiye’de Özel savaş dairesinin inkarcılığa ve baskıya dayanan klasik Türkçü milliyetçiliği
ile Đkinci Cumhuriyetçilerin, çok kültürlü bir milliyetçiliğin çatışmasının milli takımın
bileşenine ilişkin bir çatışma biçiminde yansıması göz önüne getirilebilir. Örneğin Fatih
Terim gibilerin artık iyice yıpranmaları ve yeteneksizliklerinin açığa çıkmasıyla, Türk Milli
takımının başına, ikinci Cumhuriyetçi yaklaşımları olan bir antrenörün getirildiğini göz önüne
getirelim. Bu antrenör diyelim ki, çok iyi oynayan Kürt, Ermeni, Rum ve Çingene gençleri
takıma alıyor. Buna karşı sinsice bir kampanya yürütülüyor. Ama çok kültürlü milliyetçiliğe
eğilimli genç kuşaklar bu yeni antrenör gizliden gizliye destekliyorlar. Sonra bu antrenörün
anlayışıyla kurulmuş takımın başarısı üzerine o zamana kadar savunmada kalmış kendini
rahatça açığa vuramamış bir çok kültürlü milliyetçilik bu vesileyle birden bire saldırıya
geçiyor ve sahneye egemen oluyor ve bu başarıyı gören diğer inkara ve baskıya dayanan
milliyetçilerin bir kısmı saf değiştiriyor veya uygun bir fırsatı kollamak üzere siperlere
çekiliyor.
Böyle bir durum Türkiye’nin politik ortamında nasıl küçük bir devrim anlamına gelir idiyse,
Almanya’da olan da aşağı yukarı böyle bir şeydir.
Đşte bizim dediğimiz, bu milliyetçiliğin de bir milliyetçilik olduğu, bunun günün koşullarına
daha uygun daha tehlikeli bir milliyetçilik olduğudur.
Klinsmann’ın sembolü olduğu milliyetçilik nasıl Alman burjuvazisinin Almanya’da
Avrupa’da ve Dünyada etkisini arttıracak ve ona yepyeni güçler sağlayacaksa (Yukarıda
görüldüğü gibi şimdiden Gysi’ler Fatih Akın’lar yedeklendi bile), benzer bir milliyetçilik de
Türk burjuvazisine benzer olanakları açar.
Đşte Alman burjuvazisi bu dönüşümü başardı bu son futbol şampiyonasında. Bu nedenle bu
şampiyonanın en büyük galibi Alman burjuvazisidir.
Türk burjuvazisi ise, bunu yapacak cesaret ve güçten bile yoksun. Almanya’da 68’in, yeşil,
Barış hareketlerinin, feminist hareketin birikimi üzerinden bu dönüşümler gerçekleşti.
Türkiye’de ise, bütün bunların anıları bile unutuldu.
Bu nedenle Almanya’dakine benzer değişimler Türk ordusu ve Özel savaş dairesi iyice tecrit
olup ipliği pazara çıkmadıkça henüz bir hayaldir.
*
Biz ulusun tanımandan her türlü dil, din, etni, kültür, yer belirlemelerinin dışlanmasını
savunduğumuz için, elbette bu tavrımız kısa vadede, çok kültürlü bir milliyetçilikle yakınlık
hatta parallelik içinde bulunur, klasik kana dayanan milliyetçiliğe karşı
Ama biz bunun da bir milliyetçilik olduğunu ve ona karşı da mücadele ediyoruz.
Diğer yandan eski kana dayanan milliyetçiliğe karşı bu mücadelenin, Almanya’dan farklı
olarak, Orta Doğu’da ve üçüncü dünyada, tüm milliyetçiliğe ve milletlere karşı bir

205
mücadeleye dönebilme potansiyeli olduğunu düşünüyoruz. En azından Orta Doğu’da
olayların zorlaması onu bu yönde bir dönüşüme zorlayabilir diyoruz.
Çünkü, ulusu dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı olan böyle bir milliyetçiliğin Orta
Doğu’daki halkları birleştirebilme potansiyeli vardır.
Bu nedenle, kendi ülkelerinde “Çok kültürlü” bir milliyetçilikten yana olan zengin ülkeler,
geri ülkelerde, dile, dine, etniye dayanan bir milliyetçiliği desteklemektedirler.
Bu da ister istemez, Geri ülkeler ve orta doğuda bu çok kültürlü milliyetçiliğin, zenginleri
arkadan kuşatabilmek ve bütün dünyanın yoksullarını birleştirebilmek için, her türlü ulusa ve
ulusçuluğa karşı bir harekete dönüşebilme potansiyelini ortaya çıkarır.
11 Temmuz 2006 Salı

Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler

Đşçi Sınıfı ve Futbol


Belli sporların belli sınıflarla ilişkisi bir veridir. Örneğin atın üzerine binilerek yapılan at
yarışları ile, atın arkasına küçük bir araba takılarak yapılan yarışlar doğuşları ve sonraki
gelişimleriyle iki farklı sınıfa ait olmuşlardır. Birinin kökleri komün şeflerine, şövalyelere
kadar giden asillerin yaşantısından ve olanaklarından kaynaklanır, diğeri atlarının ardına
taktıkları arabalarla süt götüren köylü ve işçilerin bu esnada birbirileriyle yaptıkları
yarışlardan. Bu fark, bütün profesyonelleşmeye rağmen, bu gün bile onları yapan ve izleyen
kitlelerde görülebilir. Birinde asiller, soylular, zenginler, diğerinde daha sıradan insanlar
yoğunluktadır.
Bir çok sporun yapılabilmesi belli bir refah düzeyini var sayar. Örneğin bir golf, bir tenis alt
sınıfların hiçbir zaman semtine bile uğrayamadıkları sporlardır.
Bu bakımdan futbol işçiler için en ideal spor koşulları sunar, biraz boş bir alan, dört tane taş
ve bir de top işlevi görecek bir çam kozalağı, konserve kutusu veya bezden, kağıttan veya akla
gelebilecek her şeyden yapılabilen bir “top” her yerde ve her zaman bulunabilir. Arkadaş
grupları takımlar olur. Belli bir gelir düzeyi ve olanaklar gerekmez futbol için.
Ondan sonra iki ayağı üzerinde yaşayan bu tek memelinin bu özelliklerini sonuna kadar
kullanmasının yolları açıktır. Satrancı bile kenarda bırakan sonsuz bir kombinasyon
zenginliği; hem bireysel yeteneklerin, hem ortaklığın gücünü ortaya çıkarma, kullanma ve
geliştirme olanakları. Böylesine kolay yapılabilen, böylesine basit ama böylesine zengin
olanaklar sunan başka hiçbir spor yoktur. Onun büyüsü bu müthiş sadeliği ve o ölçüde de
karmaşıklığındadır.
Ama ortada modern kapitalizm ve işçi sınıfı olmasaydı futbolun böyle yaygınlaşması
mümkün olamazdı. Çünkü futbolun olabilmesi için önce sporun olabilmesi gerekir. Hatta
denebilir ki, spor ve futbol beraber doğmuşlardır, ya da spor futbol olarak doğmuştur.

206
Futbolun kendisi bizzat, bu günkü biçimiyle, sanayi devrimi ve işçi sınıfının ürünüdür. Đlk
futbol kulübü, 19 yüzyıl ortalarında, sanayi devriminden sonra, dünyanın fabrikası olan
Đngiltere’de kurulur. Futbolun yayılışı ve dünyayı feth edişi, bir bakıma kapitalizmin ve işçi
sınıfının yayılışının dünyayı feth edişinin en sağlam göstergelerinden biridir. O caz-blues
(tango, rebetiko arabesk, sun, kalipso vs. de aynı kategoriden sayılabilir) gibi, rock gibi, blue
jean gibi modern toplumu sırtında taşıyan işçi sınıfının en has ürünüdür.
Đşçi sınıfının bugünkü dünyada, Avrupa’daki doğuş döneminden bile geri durumdaki,
dağılmış, bölünmüş, programsız ve örgütsüz oluşuna bakarak Đşçi Sınıfı’nın var olup
olmadığını tartışanlar ağaçlardan ormanı göremez durumdadırlar, onlar dünyaya kendi
hayatlarının ekseninden bakmaktadırlar. Futbolun bu günkü yaygınlığına baksınlar. Bu
yaygınlık işçi sınıfı olmadan olamazdı. Futbolun yaygınlığı ve durdurulamaz yayılışı işçi
sınıfının yaygınlığının ve durdurulamaz yayılışının bir görünümüdür sadece. Bu günün
dünyasında, hala toplumsal konumu ve çıkarı ile büyüyen ve tarihsel bir eğilim olarak çıkarı
yakınlaşan tek büyük sınıf olmaya devam etmektedir işçiler.
Ama futbolun işçi kültürü ile olan bu yakın ilişkisine bakıp onun sosyalist ya da işçi sınıfının
bir mücadele aracı olduğu sonucuna ulaşmak son derece yüzeysel ve mekanik bir açıklama
olur.
Uluslar, Spor ve Politika
Tarih’te nasıl uluslar yoktu ise, spor da yoktur. Tarihte spor olduğu, modern toplumun, hatta
ulusçuluğun bir uydurmasıdır. Tatil de, spor da, ulus da, bütünüyle modern toplumun bir
ürünüdür ve modern toplumun dinine aittirler. “Ata sporu”, koca bir yalandan başka bir şey
değildir. Hem de katmerli yalan, çünkü hem tarihte yaşayanlar bu günkü Türklerin veya
bilmem kimlerin ataları değildiler, ulusların tarihi olmadığı gibi Türklerin veya başka
milletlerin tarihleri ve ataları da yoktur. Hem de o “atalar” spor yapmıyorlardı. Onlar tatil de
yapmıyorlardı.
Spor ancak kapitalizmde var olabilir. Spor’un bir tek işlevi vardır kapitalist toplumda, iş
gücünün üretiminin ve yeniden üretiminin sosyal masrafların kısmak, kar oranlarını
yükseltmek. Sağlık sisteminin de, ailenin de, tatil yerleri ve günlerinin de hepsinin temel
işlevi budur.
Spor yapan bir işçi, işgücünü daha kolay yeniler; modern üretim ve yaşam süreçlerinin
yarattığı fizyolojik ve ruhsal yorgunlukları, yıpranmaları, gerilimleri daha kolaylıkla atıp
kendini yenileyebilir. Bu da iş gücünün düzenli ve istikrarlı kullanımını, onun kendini
yenilemesi için gerekli sosyal masrafların azalmasını getirir.
Spor yapmayan bir toplumda, işçiler, yani işgücü denen metaı satanlar, daha çok hasta
olacaklar, iş yerlerindeki verimlilikleri daha az olacak, hayatlarının daha kısa bir döneminde
bir iş gücü olarak onlardan yararlanılabilecektir. Bu da kar oranlarında bir düşme demektir.
Modern kapitalizm aileyi de aynı amaçla korur. Kadının ödenmemiş emeği, iş gücünün
üretimi ve yenden üretiminin sosyal masrafların azaltır, ücretlerin düşük tutulmasını sağlar

207
dolayısıyla kar oranlarını yüksek tutar. Sporun ya da tatilin işlevi, ailenin işlevi gibidir,
kapitalist toplumun kendi işleyişi açısından.
Kapitalizm öncesinde ise, spor yoktur, çünkü, üretim veya sömürünün temeli, işgücü denen
metaın kullanım değerinin gerçekleşmesi değildir.
Gerek komünde gerek klasik uygarlıklarda, bugünkü “spor”a benzeyen etkinlikler, bedenin
sağlığına, yani iş gücünün yeniden üretilmesine değil, her şeyden önce ruhun eğitimine, nefsin
kontrolüne yöneliktir. Oyunlar ise, bütün memelilerde olduğu gibi yine bir eğitimdir.
Bu nedenle kapitalizm öncesinde tatil veya spor yoktur. Cuma, Cumartesi veya Pazar
günlerinin tatil olması, işgücünün yeniden üretilmesinin değil, toplumsal yaşamın yeniden
üretilmesinin ve ruhsal eğitimin aracıdır. Kiliseye Pazar, Camiye Cuma günü yani tatilde
gidilir. Bu günkü Spor’a benzeyen etkinlikler de aynı şekildedir. Baştan aşağı dinseldirler.
Sporlar manastırlarda, tarikat ayinlerinde, dini günlerde yapılır. Dinin dışında bir spor yoktur.
Ve sporun amacı bu günkü toplumdakinin tam tersinedir. Beden değil, ruhu eğitmektir. Đyi bir
komündaş, iyi bir Müslüman, Hıristiyan vs. olmaktır. Bu günkü sporun amacı ise, iyi bir insan
bile değil, iyi bir işgücüdür.
Tabii burada dinseli bir inanç değil, tüm üstyapı olarak kullanıyoruz. Dini inanç olarak ele
almak burjuvazinin ya da modern toplumun dininin bir dogmasıdır.
Ama bu bir kere görülünce, bu günkü toplumda da sporun aslında bu toplumun dininin
ayrılmaz bir parçası olduğu görülür. Bu toplumun dini, işgücünün sömürüsünü düzenlemeye
yöneliktir. Spor da tamamen buradan çıkar.
Nasıl iş gücünün dili, dini, etnisi, soyu, sopu, inancının onun yarattığı artı değer üzerinde bir
etkisi olmaz ise ve bütün modern toplumun dini bu gerçekten çıkıyorsa; aynı şekilde spor da
bizzat bu işgücünün yeniden üretilmesiyle ilgilidir ve bu din içindeki yerini buradan alır.
Tabii burada en saf ve ideal biçimiyle sporu ele alıyoruz. Yani şu demokratların (ve hatta
kendini sosyalist sanan ve özünde demokrat olan sosyalistlerin) idealindeki biçimiyle. Yani
herkes spor yapıyor, spor yapmaktan bambaşka bir fenomen olan takım taraftarlığı yok,
medyanın etkisi yok. Spor da yarışma, rekabet, etkinliği arttırmak, rekorlar kırmak için değil
tam da sağlık için yapılıyor diye düşünelim.
Bu en ideal biçimiyle bile spor burjuva toplumunun dininin, yani burjuva toplumunun
üstyapısının en has ve ayrılmaz bir öğesidir.
Şimdiye kadar sosyalistler, kapitalizmdeki sporu hep, rekabetçiliği, yarışmacılığı, etkinliği vs.
hedeflediği, sporcudan ziyade seyirci ve taraftar yarattığı için eleştirdiler. Bütün bu eleştiriler
aslında burjuva uygarlığının ufku içinde bir eleştiridirler. Bu eleştirilerin hiç birinin geçerli
olamayacağı bir toplum, sadece daha iyi bir kapitalizm olurdu. Sosyalistlerin Spora yönelik
eleştirileri aslında hep burjuva uyarlığının ufku içinde bir eleştiri olmuştur. Bu eleştiri özünde
hep, sporun yaygın, ucuz ve sağlığa yönelik olmamasıyla ilgidir.
Yaygın, sağlığa yönelik ve ucuz spor tam da saf ve ideal biçimiyle kapitalizmle hiç bir şekilde
çelişmez. Bunun için mücadele sadece daha demokratik bir toplum için mücadeleden başka

208
bir şey değildir. Bu tıpkı, demokratik bir ulusçuluk için mücadele gibidir. Yani ulusu, dille,
dinle, etniyle, kültürle, tarihle tanımlamayan bir ulusçuluk için mücadele gibidir.
Sosyalizmin spor eleştirisi bu çerçevede kalamaz, tıpkı ulus ve ulusçuluk eleştirisinin ulusun
gerici tanımlarıyla sınırlı kalamaması gibi. Sosyalist hareket, nasıl politik ve özel ayrımının
kendisini aşmak ve bunun için de ilk elde ulusal olanı da politik alının dışına atmak
zorundaysa, aynı şekilde, iş zamanı ve işgücünü yeniden üretmeye yönelik zaman (aile, tatil;
spor, kültür vs.) ayrımını aşmaya yönelik olmalıdır. Bu ayrımın ve bölünmenin kendisini
eleştirmelidir.
Đş, eğitim, spor ve dinlenmenin hepsi bir ve aynı şey olmalıdır. Proletaryanın aslı görevi ve
hedefi sporu yaymak, “demokratikleştirmek” değil, sporu yok etmektir, tıpkı yabancılaşmış
emeği, işi yok etmek olduğu gibi.
Dolayısıyla proletarya üretime kapitalizm gibi yaklaşamaz. Bu ayrımı ortadan kaldırmak, iş
saatlerinin yabancılaşmasına son vermek için tüm işi, “serbest zamanları”, “sporu” bu bakış
açısından yeniden örgütlemelidir.
Bu konuda hiçbir ciddi düşünüş ve yoğunlaşma yoktur. Bir zamanların sosyalist ülkelerindeki
uygulamalara benzemez bu. Elbette yabancılaşmanın aşılması, bürokrasinin, iş bölümünün,
meta üretiminin tümüyle tasfiyesiyle gerçekleşir. Ama bu yolda atılacak adımlar da vardır
elbette.
Proletaryanın hedefi örneğin devleti yok etmektir ama bunu yok edebilmek için en azından
var olan burjuva devletini parçalamak; çoğunluğun üzerinde baskı aracı olmayacak bir devlet
mekanizmasıyla işe başlamak ve bunu da adım adım yok etmek zorundadır.
Bizler, ya da işçi sınıfı, nasıl burjuva toplumunun devletini kullanamaz ve ilk adımda onu
parçalayıp ondan tamamen farklı karakterde bir “devlet” ile, örneğin politik olanı ulusal olana
göre tanımlamamış; düzenli ve profesyonel ordusu olmayan; memurların seçildiği ve
gelirlerinin bir ortalama işçi gelirini aşmadığı; egemenliğin gerçekten özgürce seçilmiş
temsilcilerin elinde bulunduğu vs. bir devletle işe başlamak zorundaysak; benzer şekilde bu
sistemin fabrikaları; iş ve özel hayat ayrımı; ve örgütlenmesiyle başlayamayız. Bu ilişkiyi, bu
örgütlenmeyi parçalamalıyız. Đş ve serbest zaman ayrımları, mekanları ve bunların
örgütlenmesini proletarya sınıfsız topluma giden yolda kullanamaz. Onları tıpkı burjuva
devleti gibi parçalamak, yeni baştan bambaşka bir anlayışla örgütlemek zorundadır.
Đşçi sınıfının sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz saat kültür talebi, aslında tam da burjuva
uygarlığının ayrımlarını yükselten ve yücelten onları eleştirmeyen bir talipti ve bir bakıma işçi
sınıfının burjuva uygarlığına alternatif bir uygarlık geliştirecek bir düzeye gelmemişliğini;
burjuva uygarlığı ve onun dini içinde heretik bir muhalefet olmaktan öteye gidemediğinin
işaretiydi.
Örneğin spor bu anlamda, iş gücünün yeniden üretiminin bir aracı olmaktan çıkmalı, iş
saatleri dışında olmaktan çıkmalı. Đşin kendisi bir spor ve oyuna dönüştürülmeye
çalışılmalıdır. Elbette bunun sınırları vardır ama yine de yapılabilecek pek çok şey
bulunmaktadır.

209
Đşin kendisinin spor haline gelmesi; sporun iş olması diye özetlenebilir. Böyle bir yaklaşım
açısından örneğin, spor ve işin mekansal ve zamansal ayrımı yok olur. Toplumsal örgütlenme
bu gün, şehir ve işyeri planlamalarında örneğin hep bu ayrıma dayanmaktadır. Ama böyle bir
anlayış açısından, üretim yerlerini , üretimi ve yaşamı bambaşka planlamak gerekir. Bunun
nasıl olacağının elbette reçetesi yoktur. Çalışanlar kendi denemeleri, yanılmaları inisiyatifleri
ve kararlarıyla bunun nasıl bir şey olabileceğini bizzat kendileri ortaya çıkarabileceklerdir.
Marksist spor eleştirisi ve programı, sporun bu en saf ve ideal biçiminden ve onun
eleştirisinden yola çıkmalıdır.
Tıpkı ulusçuluk ve ulusun, yeni sosyal hareketlerin eleştirisinde ve açıklamasında olduğu gibi.
Kapitalizm açısından ulusal sınırların olmadığı bir tek dünya cumhuriyeti en ideal biçim
olmasına rağmen niye böyle değildir; iş gücünün dili, dini, etnisi, inancı vs. onun kullanım
değeri ya da ürettiği artı değer üzerinde bir etkide bulunmamasına rağmen neden politik olan
bunlara göre tanımlanmış uluslara, ırklara göre örgütlüdür neden kadının ödenmemiş emeği
söz konusudur vs. tarzında yaklaşıldığı gibi yaklaşılmalıdır spora da. Sadece iş gücünün
yeniden üretilmesine yönelik, sağlığa yönelik yaygın spor kapitalizm için en ideal biçim
olmasına rağmen niçin böyle değildir?
Yarışma, rekabet, etkililik, çoğunluğun spor yapmaması, taraftarlık, medyanın
manüplasyonları vs. niçin bunlar egemendir spora? Analiz böyle bir yol izlemelidir.
Tabii bu biçimiyle bakıldığında, bu toplumdaki sporun da, bu toplumun dininin, yani özel
politik ayrımının ve politiğin ulusa göre tanımlanmasının ayrılmaz bir bileşeni olduğu
görülür.
Yani bu toplumda da spor aslında dinseldir. Ama bu toplumun dinden anladığı şey anlamında
değil.
Tıpkı ulusçuluğun bir din olduğun söyleyenlerin din derken bundan inancı kastetmeleri gibi;
sporun veya futbolun da bir din olduğunu söyleyenler çıkmıştır. Ama bunların dinden
anladıkları tam da burjuva toplumunun dinden anladığıdır: inanç ya da ibadet.
Hayır bu anlamda değil, üstyapının ayrılmaz bir bileşeni olarak, tümüyle üstyapı anlamında
dinseldir. Zaten Marksist analiz bizzat bunu göstermenin ta kendisidir.
*
Sanılanın aksine Marks’ın en büyük keşfi, sınıf mücadelesi veya bir metaın değerinin onun
içinde yoğunlaşmış emek miktarı olduğu değildir. Gerek emek değer teorisini, gerek sınıf
mücadelelerini Marks’tan önce, yine bizzat Marksın da belirttiği gibi, Burjuva tarihçileri ve
ekonomi politikçileri bulmuşlardı.

210
Marks’ın katkısı, yine kendi ifadesiyle, bu sınıf mücadelesinin, proletarya diktatörlüğü denen
sosyalizme giden bir geçiş döneminden geçeceğini söylemesindedir10. Ekonomi politik
altındaki en büyük keşfi ise, emek ve işgücünün ayrımı ve işgücü denen metaın özelliklerini
analiz etmesi ve artı değerin kaynağı olarak işgücünün kullanım değerini göstermesidir.
Bu nedenle, modern toplumun üst yapısının, yani dininin analizi ve anlaşılması ancak modern
kapitalist toplumun bu en öz noktasından olabilir.
Aynı şekilde sporun da bu üstyapı içindeki yeri böyle anlaşılabilir. Đş gücü kavramı olmadan
sporu anlamak olanaksızdır.
Gerici Ulusçuluk ve Spor
Spor veya futbol sosyolojisinin de bütün sosyolojiler gibi çok temel bir zaafı bulunmaktadır.
Ulusu ve ulusal devletleri veri kabul edip, bu ulusçu perspektif içinde futbolu, sporu anlamaya
çalışmaktadır.
Elbet bu alanda, bu tür çalışmalarla bir çok ayrıntıda bir çok ilginç sonuçlara ulaşılmış
olabilir. Ama çok temel bir sakatlık vardır bütün bu çalışmalarda, Futbol’un ortaya çıktığı ve
yayıldığı gerici ulusçuluklar çağını ve ulusal devletler bağlamında onu analiz etmemek. Onun
mümkün ve olabilir tek var oluş biçimi buymuş gibi görmek. Bu elbet sadece Futbol için
değil, Olimpiyatlar’dan Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne kadar her alanda geçerli bir
zaaf.

10
Yani Proletarya var olan devleti, sınıfsız topluma giden yolda, kendi amaçları için kullanamaz; onun
yapısı küçük bir sömürücü azınlığın, büyük sömürülen çoğunluğu baskı altına almaya göre
şekillendiğinden, bu işlev bu yapıda yoğunlaştığından, bu yapı tam zıt bir işlevi görmeye el vermez. Bu
nedenle onu parçalamak ve ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, azınlıklar tarafından kullanılmaya
müsait olmayan başka bir mekanizma oluşturmak zorundadır. Yapı ve işlev (anatomi ve fizyoloji)
arasında ayrılmaz bir ilişki vardır
Marks, bunun için birkaç kriteri saymıştı. Ama bir din ve ulus teorisi henüz olmadığından, bu devletin
en önemli özelliğinin de ortadan kaldırılması konusunda bir şey söylemiyordu. Gerçi, mantığının
kendisi potansiyel olarak, özgür komünlerin birliği fikriyle ulusal devlet formunu dışlıyorduysa da, bu
mantık sonuçlarına gitmiş ve bir ulus ve din teorisi içinde ifade dilmiş değildi.
Halbuki, modern toplumun devleti, her şeyden önce, politik olanı ulusa göre tanımlayan bir devlettir.
Proletarya, tıpkı profesyonel ordusu olan bir devleti örneğin kendi amaları için sınıfsız topluma giden
yolda kullanamayacağı gibi, politik olanı ulusal olana göre tanımlamış bir devleti de kendi amaçları
için kullanamaz. Yani proletarya diktatörlüğü, ulusal bir devlet olamaz.
İşte Marksistlerin ve sosyalist hareketin en büyük eksikliği bu oldu. Teori kendi içinde çelişiyordu.
Teorinin otantik biçiminde bu çelişki vardı, örneğin bu otantik biçimi sürdüren Troçkist gelenekte bu
çelişki yaşamaktadır. Tabii bürokratik karşı devrimin Marks’ın dediğiyle en küçük ilgisi bulunmayan ve
demokratikten ziyade gerici ulusçulukla damgalı devletleri ise sorunun üzerine iyice tüy dikti. Onlar bir
bakıma çelişkiyi, ondaki tüm devrimci demokrasi öğelerini yok ederek çözdüler.

211
Đşte Futbol üzerine araştırmalar ve öneriler de hep bu genel hastalıkla malüldür. Futbol’un
ortaya çıkıp yayıldığı ulusal devlet ve ulus onun olası ve mümkün biricik var oluş biçimi
olarak ele alınır. Bu var oluşun kendisinin saçma olarak görülüşü yoktur.
Örneğin, Ulusal takımların karşılaşması, Dünya şampiyonası konusunu ele alalım.
Niçin bu şampiyona uluslar ve ulusal devletler çapında yapılmaktadır?
Niçin mavi gözlüler ve siyah gözlüler; fasulya sevenler ve pırasa sevenler. Yeşil rengi
sevenler ile beyaz rengi sevenler. Belli bir bölgede yaşayanlar ile başka bir bölgede
yaşayanlar. Belli bir futbol ekolünü sevenler ile başka bir ekolü sevenler arasında niye
yapılmamaktadır? Pırasa sevenler arasındaki ortaklık, bir ulustan olan insanlar arasındaki
ortaklıktan daha mı azdır? Muhtemelen daha fazladır.
Zaten böyle olabileceğinin örnekleri yok mudur? Đnsanları Beşiktaş, Galatasaray ya da
Fenerbahçeli yapan nedir? Niçin yeryüzü ölçüsünde benzer bir durum olmasın? Niçin insanlar
ille de bir ülkeye göre tanımlasınlar?
Burada ulusun ve ulusçuluğun yeryüzü ölçüsündeki yaygınlaşması ve zaferinin çok önemli bir
aracı karşısında olduğunuz görülür.
Yani insanlar ancak ulus dolayımıyla bir dünya çapındaki yarışmaya katılabilirler.
Diyelim ki, yeryüzü ölçüsünde, boyu 170 cm olan insanlar veya yeşil ve sarı renklerini
sevenler bir araya geldiler, bu ölçülürden insanlar arasında takımlar kurdular, turnuvalar
yaptılar, en iyi takımı seçtiler veya o takımların hapsinden en iyi oyuncularla bir takım
oluşturdular ve Dünya Futbol şampiyonasına katılmak istediler.
Bu mümkün değildir. Bu günkü dünyada, böyle bir şey yapmaya kalkan muhtemelen soluğu
tımarhanede alır.
Hep Futbola ya da Spor’a politika karıştırmaktan söz edilir. Futbol veya Spor’un kendisi
ancak ulusal, yani politik bir form içinde var olabilir.
Nasıl eski çağlarda her türlü spor dinsel idiyse bu gün de öyledir. Yani her hangi bir din veya
tarikat dışında, ya da komün dışında spor mümkün değildi.
Örneğin, eski Yunanlıların olimpiyatları, farklı Gens’ler (Site’ler, Komün’ler) arasındaydı.
Daha sonraki uygarlıklarda, pehlivanlar, karateciler vs. hep bir tarikatin, bir dinin, bir meslek
loncasının örgütlenişi içinde var olabilirlerdi. Spor ibadetten, çalışmadan, eğitimden farklı
değildi. Dinin dışında, hiçbir şey mümkün olmadığı gibi, spor da mümkün değildir.
Elbette ideal bir demokratik cumhuriyette, yani politik olanın ulusal olanla tanımlanmadığı;
tüm insanların dini, dili, etnisi, vs. eşit olduğu; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı
bir demokratik cumhuriyette, (ki böyle bir cumhuriyet ancak bir dünya cumhuriyeti olarak var
olabilir ve özünde Đşçi sınıfı iktidarı ancak bu biçim içinde var olabilir, yani aynı zamanda
proletarya diktatörlüğüdür) elbette yukarıda örnekleri verildiği gibi, siyah ve beyazı
sevenlerin bir takım kurması gibi, çok farklı kriterlerle kurulmuş takımlar arasında elbette
karşılaşmalar olabilir ve muhtemelen olacaktır. Ama bütün bunların hiç birisi, bir politik
ayrıma tekabül etmez ve etmeyecektir. Aynı şekilde, kendini Türk olarak kabul edenler veya

212
Türkçe konuşanlar veya Türkiye denen topraklarda yaşamış veya doğmuş bulunanlar da, tıpkı,
siyah ve beyazı sevenler veya pırasa sevenler gibi pek ala takımlar kurup bu yarışmlara
katılabileceklerdir, tıpkı bu günün şehir takımları veya bilmem ne kasabası Esnaf Spor
takımları gibi hiçbir politik anlamları olmayacaktır.
Bir kasabada spor kulübü kurmak için, ortak bir tek kriter aranmaz örneğin. Yani sadece her
mahalleden ve köyden bir takım katılır diye bir kural yoktur. Bir fabrikanın işçileri bir takım
kurabilir; Esnaflar kurabilir; bir sokakta oturanlar kurabilir, ya da sadece birbirleriyle iyi
anlaşan bir oyuncular ve arkadaşlar grubu kurabilir. Ve bu çok farklı kriterlere göre kurulmuş
takımlar birbirileriyle karşılaşabilirler.
Eğer saf ve ideal bir kapitalizm ve gerçekten demokratik bir dünya cumhuriyeti olsa, (tabii
bütün diğer sorunları bu bağlamda yok sayıyoruz.) bütün bunlar mümkündür. Böyle bir
cumhuriyette dünya şampiyonası, muhtemelen bilmem ne fabrikası sporcuları ile örneğin sarı
ve laciverti sevenler arasında olabilirdi.
Tabii bunun kendisi de, tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi, modern dinin içinde olacaktı. Sporun
böyle yapılması, ancak o modern toplumun dini içinde mümkün olabilir ve anlaşılabilir
olurdu.
Ama gerici ulusçuluğa göre örgütlenmiş bir dünyada bu dinin gerici biçimi içinde olmaktadır.
Her hangi bir kritere göre oluşmuş ulusal devletler ve uluslar dolayımıyla karşılaşma olabilir.
bilmem ne kasabası esnaf sporu, ancak bir ülkenin, bir ulusun temsilcisi olarak, diğer
ulusların temsilcileriyle karşılaşabilir. Yani en ulus dışı görünen birlikler bile, ancak ulus
dolayımıyla var olabilir.
Đşte, futbol, spor ya da medya sosyolojisinin ihmal ettiği en önemli sorun budur. Futbol ya da
spor karşılaşmaları gerici ulusçuluğun en önemli araçlarından biridir. Gerici ulusçuluğun
diktatörlüğünün aracıdır. Burada diktatörlüğün aracı denince Franko ya da Salazar ve onların
futbolu kullanışı akla gelmesin. Burada kastedilen, ulusal devletin var oluşu dışında başka bir
var oluşun tanınmaması, bunun yerleştirilmesinin aracıdır.
Yani her hangi bir ulusal devleti temsil etmeden, hiç de politik olmayan bir kritere göre,
yeryüzünün en iyi oyuncularını bile bir takımda toplasanız, bu gün bir dünya şampiyonasına
katılamazsınız. Çünkü ulusal olanılar katılabilir ve ulusal olan da politik olan olmak
zorundadır. Bu ilkeyi reddettiğiniz sürece var olamazsınız. Tam da budur diktatörlük. Bu
katılamayışınız, sizin üzerinizde bir diktatörlüktür. Bu anlamda gerici ulusçuluğun
diktatörlüğünün bir aracıdır spor ve futbol.
Bu anlamda, nasıl eski çağlarda din dışı bir “spor” mümkün değil idiyse, bu gün de, bu
burjuva uygarlığının dininin gerici biçimi dışında bir spor mümkün değildir. Futbol veya spor
ancak bu bağlamda anlaşılabilir olur.
Sosyalizm veya Sosyalist Ülkeler ve Spor
Böylece, sosyalist ülkelerin spor müsabakalarında başarılarının aslında sosyalizmle ve
sosyalistlikle hiçbir ilişkisi olmadığı bu bakış açısından da ortaya çıkmaktadır.

213
Bir an için varsayalım ki bir ülkede, tesadüfen insanlar devrim yaptılar. Yani burjuva devletini
parçaladılar ve politik olanı ulusal olanla tanımlamayan bir “devlet” kurdular.
Bu devlet diğer ulusal devletler gibi onlarla yarışma içinde bir devlet olamaz. Çünkü bu
devlet onların var oluş ilkesine karşıdır. O diğer devletlerin yurttaşlarını da, Fransız, Đngiliz,
Türk vs. olmaktan çıkıp insan olmaya; tıpkı Muhammet’in puta tapanları Müslüman olmaya
çağırması ve gereğinde bunu zorla yapması gibi, çağırmak zorundadır. Bu çağrının somut
anlamı şudur, Türk, Fransız, Alman vs devletlerinin parçalanması.
Şimdi bu “devlet” kendini birer ulus ilkesine göre tanımlamış devletlerin olimpiyat veya
Dünya Şampiyonası’na katılamaz. Bu eşyanın tabiatı gereği mümkün olamaz.
Böyle bir şey yapmaya kalktığı takdirde, onlardan nitelikçe hiçbir farkı kalmaz.
Bu bize, bir zamanlar sosyalist ülkelerin aslında nasıl gerici milliyetçiler olduğunu, hem de
kapitalist ülkelere karşı spor başarıları kazanır ve DDR, Sovyet, Bulgar, Romen, Çin vs.
marşlarını çaldırırken aynı zamanda aslında nasıl gerici milliyetçiliğin yayılışının basit bir
araçları olduğunu da gösterir.
Napolyonun Sözleri
Yanılmıyorsam Engels, nicelik ve niteliği anlatırken, biraz zorlama ve mekanik olarak
Napolyon’un bir sözünü aktarır. Napolyon, Mısır seferi ile ilgili olarak aşağı yukarı şöyle
demiş:
“Bir Memlük askeri iki Fransız askerine bedeldi; iki Memlük ile iki Fransız karşı karşıya
gelince eşit güçte oluyorlardı; üç Memlük ile üç Fransız karşı karşıya gelince Fransızlar
üstün geliyordu.”
Futbol, bireysel yeteneklere büyük bir kendini gösterme ve gelişme olanağı sunmasına
rağmen bir takım oyunu olduğundan bu kural çok daha açık olarak görülüyor.
Örneğin Brezilyalıların her biri teknik olarak muhakkak ki çok üstünler, birer Memlük askeri
gibiler. Onların rakipleri, özellikle Avrupalılar, Fransız askerlerine benziyorlar. Kollektif
olarak bütün o bireysel teknik geriliklerini dengeleyebiliyorlar.
Köylülerle ve küçük burjuvaziyle modern ücretlilerin ilişkisi de böyledir ayağı yukarı.
Proletaryada Memlük askerleri veya Brezilyalı futbolcuları görmek isteyenler hiçbir zaman
onları bulamayacaklar ve göremeyeceklerdir.
Ücretliler tek tek birey olarak, son derece yeteneksiz, kaba, ırkçı, seksist, insanlıktan çıkmış
(nasıl olabilsin ki, ömrünün neredeyse tamamı kendine yabancılaşmış bir ücretlilik içinde
geçer) varlıklardır. Onların karşısında, bir köylü, bir küçük burjuva aydın, tek bireyler olarak,
Arap atlarıyla, gümüş koşumlarıyla, işlemeli ve her biri bir sanat ve zanaat ürünü elbiseleriyle
pırıl pırıl pırıldayan sırım gibi bir Memlük askerine veya topla bir akrobat gibi oynayan bir
Brezilyalı futbolcuya benzer.
Ne var ki onlar, bir türlü kollektif oyun oynayamazlar. Ücretliler ise ancak bir arada bir şeyler
yapabilirler. Budur onları muazzam bir devrimci güç haline dönüştüren,

214
Ve en sıradan çimçiğ ücret çıkarları için bile bir araya geldiklerinde, modern toplumu daha
demokratik ve eşitlikçi kılarlar. Đşçi hareketinin modern toplumda hiçbir sınıfta görülemeyen
sağaltıcı bir etkisi vardır.
Sosyalistlerin anlamadığı budur. Đşçici sosyalistler de işçileri böyle değil, idealize edilmiş
biçimleriyle anlarlar, tıpkı bir zamanlar köylüleri idealize ettikleri gibi.
Sosyalizmin amacı insanları işçi yapmak değil, işçiliği yok etmektir. “Sosyalist devletler”deki
ve sosyalist basındaki, işçi idealleştirmeleri (heykeller, resimler vs. göz önüne getirilsin)
aslında tamı tamına burjuva burjuva sosyalizminin bir ifadesidir ve burjuva uygarlığının bir
idealleştirilmesinden başka bir anlama gelmez.
Bu uygarlığın değerlerinin kendi zıddı biçiminde savunusudur. Tıpkı Beşikçi’nin tersinden
Kemalizmi gibidir.
Dolu Ev
Bir zamanlar bir Manda Bekir varmış, bir şut çekmiş, mandayı devirmiş. Ya da Bir şut çekmiş
ağları delmiş. Ah nerede eski futbolcular!
Neredeyse her spor alanında böyle efsaneler vardır. Eski pehlivanlarla ilgili böyle hikayeler
de vardır.
Manda Bekir bu gün yaşasaydı, muhtemelen mahalle takımlarında bile yer alamazdı. Kazıkçı
Karabekir ise her halde daha ilk turlarda elenirdi.
Benzer efsaneler Amerikan beyzbolunda da varmış.
Harikulade bir deneme yazarı ve paleantolog ve beyzbol hastası olan Stephan Jay Gould, Full
House adlı kitabında bunun bir efsane olduğunu istatistik olarak gösterir.
Beyzbolun neredeyse yüz yıla yakın bütün istatistikleri elde bulunuyor ve yine bu uzun süre
boyunca kuralları hiç değişmemiş. Bu istatistiklere dayanarak, Gould, aslında bu günkü
beyzbolcuların çok daha iyi olduklarını, ve çok daha iyi oldukları için, eski oyuncular gibi
büyük başarılar gösteremediklerini kanıtlıyor.
Futbol maçlarını seyredenler, eski maçları özlüyorlar. Zaten artık öyle çok gollü büyük
farkların olduğu karşılaşmalar, spektaküler başarılar ve oyuncular pek çıkmıyor. Bu bir
yanılsama mı? Pek değil, aslında beyzbolda kanıtlanmış eğilimin Futbol’da da görülüşü.
Gerçi Futbolun kuralları sık sık değiştiği için beyzbol gibi bir istatistik yapma olanağı yok
ama yine de, eski ve yeni oyuncuların, bir oyun boyunca ne kadar zaman ve kaç metre
koştukları, ayaklarında ne kadar top bulunduğu. Topla kaç kişiyi çalımladıkları kaç pas
verdikleri kaç kere ayaklarındaki topu kaybettikleri paslarının ne kadarının isabetli olduğu,
kaç sut attıkları sutların isabet oranı vs. üzerine istatistikler yapılsaydı, bu günkü futbolcuların
bütün bu oranlarda Manda Bekir’ler kuşağını fersah fersah geride bıraktıkları, öte yandan bu
günün futbolcuları arasında da artık bu oranlarda büyük farklar bulunmadığı görülürdü.

215
Bu günün futbolcusu çok daha iyi çalım atabiliyor ama bu günün futbolcusu çalım yememeyi
de daha iyi biliyor. Bu günün futbolcusu daha çok koşuyar ama karşı taraf da daha çok
koşuyor.
Hiçbir gelişim kurallar aynı kaldığı sürece sonsuza kadar gitmez, belli sınırlara takılır.
Örneğin 100 metre yarışlarında bu artık açıkça görülüyor. Bir zamanlar 100 metreyi 9.9’da
koşmak spektaküler bir başarıya imza atmaktı. Ama bu gün onlarca sprinter var 100 metreyi
9.9’da koşan. Ve insan fizyolojisinin sınırlarına aşağı yukarı varılmış durumda. Bundan daha
ötesi yok. Özel ayakkabılar, pistler veya özel bir mutasyon geçirmiş insanlar ortaya çıkıncaya
kadar.
Bütün sporlarda eğilimin bu yönde olduğu söylenebilir. Elbette futbolda da.
Dolayısıyla bu büyük farkları ortadan kaldırıyor, sonucu çok küçük farklar belirliyor. Bu da
eskisi kadar göz alıcı ve farklı sonuçlar olmamasına da yol açıyor. Futbol meraklılarının artık
maçların eskisi kadar değişik olmadığı, birbirine benzediği ve can sıktığı yönündeki sözleri
aslında bu eğilimin bir ifadesi olarak görülebilir.
Kaplanlar gazalları yakalamak için daha hızlı koşuyor, gazallar da kaplanlardan daha hızlı
kaçıyor. Ama verili koşullarda bu evrimin bir sınırı bulunuyor. Ne gazallar ne de kaplanlar,
organik varlıklar olarak belli bir sınırdan daha hızlı koşamazlar. Oyunun kuralları değişmediği
sürece, bu evrimde evin boş olduğu yanı gazalların ve kaplanların henüz mutasyonlarla daha
hızlı koşabilecekleri bir dönem bir de artık daha hızlı koşmanın verili yapılar içinde mümkün
olmadığı, evrimin durduğu ve dengeye ulaştığı bir dönemi ayırmak gerekir.
Bütün sporlar giderek bu denge durumuna yaklaşıyor. 100 metrede aşağı yukarı sınırlara
ulaşılmış durumda.
Doğa tarihinde de, kartların yeniden karıştığı ve kuralların yeniden belirlendiği dönemler ve
bu yeni kurallar içinde hızla yeni türlerin çıktığı dönemler ile; bu türlerin giderek
mükemmelleştiği ve belli bir dengeye ulaştığı dönemler birbirinden ayrılıyor.
Genellikle büyük toplu imhalardan sonra (göktaşı düşmeleri, volkan patlamaları gibi kozmik
veya tektonik büyük imhalar ve kartların yeniden karışmasından sonra) yeni türlerin hızla
ortaya çıkışları görülüyor. Sonra da bu türler içinde küçük değişikliklerle evrimin sürdüğü,
artık yüz metreyi herkesin 9.9’da koştuğu dönemler geliyor.
Ama bu durum yeni türlerin ortaya çıkmasını da engelliyor. Sadece artık sınırlara dayanıldığı
için değil, eskiler yenileri engellediği için de. Yani belki daha efektif olacak mutasyonlar
olabiliyor belki ama, bu mutasyonların yaşama ve gelişme şansı pek bulunmuyor, çünkü orası
daha önce kapılmış bulunuyor.
Diyelim ki ormanda, bir bitkide bir mutasyon oldu, onun daha yükseğe yapraklarını çıkarıp
daha çok güneş ışığı alabilmesi için. Ama zaten daha önceden büyük ağaçlar orayı kaptıkları
ve güneş ışığının ormanın tabanına gelmesini engelledikleri için, bu mutasyon yaşama ve
gelişme olanağı bulamıyor.

216
Bunu toplum hayatına da aktarmak mümkün özellikle sosyal hareketlere. Belli partiler ve
akımlar bir kere ortaya çıktılar mı, belli bir döneme damgalarını vuruyorlar. Değişiklikler
ancak verili durum çerçevesinde küçük değişiklikler olarak kalıyor. Başka bir hareketin ya da
partinin var olan sistemin içine girip yerini geliştirmesi pek mümkün olmuyor.
Ancak var olan denge iyice çürüyüp belli toplumsal “felaketler” sonucunda imha olduğunda,
yepyeni türler gibi, yepyeni partiler ve hareketler ortalığı kaplıyor. Bunların hızla yayıldıkları
bir dönem yaşanıyor. Sonra onların da belli bir dengeye ulaştıkları, stabilze oldukları bir
dönem geliyor.
Örneğin sol hareketleri göz önüne getirelim. 60’lı ve özellikle 70’li yıllarda, sol hareketler
hızla çoğaldı ve her biri de hızla büyüdü. Bu aşağı yukarı 79’lara kadar sürdü. Bir tür
“kambriyum patlama” yaşandı. Ya da Dinazorların yok oluşundan sonra memelilerin ortalığı
kaplaması gibi bir dönemdi bu.
Ama bir kere bu türler ortaya çıkıp var olan olanakları kaplayınca yeni bir hareketin ortaya
çıkarak, diğerlerini eriterek, yiyerek vs. yok etme olanağı neredeyse sıfırdır. 70’li yıllarda en
aptalca şeyleri söyleyen bile binlerce insanı örgütleyebilirdi; yetmişlerin sonuna gelindiğinde
ise, dünyanın en yetenekli örgütçüleri en iyi teorilerle bile gelselerdi büyüme şansları yoktu.
Onlar ancak marjinal, kenarda köşede, paylaşılmamış alanlarda varlığını sürdürebilirdi.
Bu nedenle şimdi, memeli hayvanlar, dinazorların kapladığı bu dünyada, ancak yer altında
marjinal alanlarda varlıklarını sürdürebilirler. Ancak bir volkan veya göktaşı bu dinazorların
köküne kibrit suyu ektikten sonra, memelilere yeni bir gelişme olanağı ortaya çıkabilir.
Şimdi ev doludur artık. Orada yer yoktur.
Kartlar yeniden karışmalı oyunun kuralları yeniden belirlenmelidir.
07 Temmuz 2006 Cuma

217

You might also like