Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Elveda Panco
Elveda Panco
Elveda Panco
Ebook450 pages4 hours

Elveda Panco

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Sait, okumasını bitirdikten sonra, Ansiklopedinin sayfalarını öfkeyle kapatırken Panco'ya: "Çıkalım!" dedi.
İri çam ağaçlarıyla dolu bir avluyu geçerek sokakta yürümeye başladılar. Ne yöne gideceklerini düşünmeden rasgele yürüyorlardı.
Sait'in yere bakarken sinirli olduğunu gören Panco, “Aslında adam kötü niyetli değil Sait. Son cümlesini anımsasana. Senin milletler arası kıymette olduğunu söylüyor."
"Başlarım kıymetine de övgüsüne de! Namussuz, şerefsiz adam! Ne demek yahu bu? Kendisi çocuklara Anna Karenina'yı okurken ben ne yaparmışım bilmezmiş. Allahsız kitapsız. . . Her akşam sana rapor mu verecektim? . . . "

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateSep 26, 2021
ISBN9781005650513
Elveda Panco
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Elveda Panco

Related ebooks

Reviews for Elveda Panco

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Elveda Panco - Yusuf Solmaz

    Bu çalışmaya daha önce yüksek lisans araştırması olarak başlamıştım. Amacım Sait Faik'le ilgili bilimsel bir araştırma yapmak, bir tez hazırlamaktı. Psikolojik bulgular ışığında Sait Faik kişiliği hangi açılardan ele alınabilirdi? Başka araştırmacıların ona ilişkin herhangi bir değerlendirmesi var mıydı? Bu amaçla birçok malzeme toplandı. Ancak bu malzemelerin ne kadar bilimsel olduğu tartışmalı görünüyordu. Ölümünden sonra Sait Faik'le ilgili birçok makale yazılmıştı. Bir diğer malzeme de yazmış olduğu öykülerdi. Ancak her iki malzemenin de içerikleri bakımından sübjektif oluşu kaygıları artırıyordu. Bu bilgilerden yola çıkarak nasıl bilimsel bir sonuca ulaşacaktık? Uzunca bir süre neler yapmamız gerektiğine karar veremedik.

    Özel nedenlerden dolayı bir süre sonra yüksek lisans öğrenciliğime ara verdim. Birkaç yıl sonra topladığım malzemeyi tekrar gözden geçirdim. Nasıl bir yol izlemeli, ne yapmalıydım? Kendi bilgi ve algı çerçevemi kullanarak yeni bir Sait Faik portresi çizebilirdim. Özünü bozmadan, Sait Faik'in bir dönemini öyküleştirmeye karar verdim. Bu amaçla topladığım bilgiler yeniden yoğruldu. Sait Faik'in yaşamındaki kimi isimler sanal karakterlere dönüştürüldü. Son dönem öykülerinde sanal dostu, arkadaşı, bazen kendisi görünümündeki Panco, (Bkz. Yalnızlığın Yarattığı İnsan) yine sanal bir karakter olarak bu çalışmada yer aldı. Panco ve Sait Faik iç içe geçirildi. Panco ve Hidayet Sait’in arkadaşlarıdır, dostlarıdır, onlarla yaşadıklarıdır.

    Bilimsellikten tamamen kopmamaya gayret gösterilerek gerçekleştirilen bu öyküleme çalışması, tamamen edebi bir metin olarak görülmelidir. Amacımız eleştirmek değil, modern öykücülüğümüzün bu büyük ustasını, yeni kuşaklara bir kez de öykü lezzetinde yeniden sunmaktır. Edebiyatın bu sanal ortamında gerçek Sait Faik'in kim olduğunun arayışı içine girmek yapmaya çalıştığımız işin özüne aykırı düşer.

    Bu işi yürütürken diyebilirim ki uzunca bir dönem Sait Faik'in Panco'su, dostları gibi düşünmeye çalıştım. Öyküleri başta olmak üzere kim onun hakkında ne demiş ne yazmışsa araştırdım. Sırf ona yakın olabilmek için, şimdi müze olan Burgaz Adası'ndaki evine ziyarete gittim. Yürüdüğü yollardan ben de geçtim, baktığı denizlere, yıldızlara ben de baktım. Sonra da bir akşam tuvali önüme alıp boyamaya başladım. Boyadıkça Sait Faik daha da netleşti gözlerimin önünde. Bu portrenin en azından bir kez dönülüp bakılacak kadar önemli olduğunu düşünüyorum.

    Bu çalışmada bana en büyük desteği sunan arkadaşım Sevda Yüksel'di. Ayrıca Nuran Karayel, Necdet Kök, Haydar Seçkiner edebiyat ve Türkçe bilgi birikimleriyle çalışmaya katkı sundular. Yardımlarını esirgemeyen dostlarıma bir kez daha teşekkürler.

    Ve bir kez daha merhaba Sait Faik...

    Y.S

    İkinci Baskıya Önsöz

    Çalıştığım okullarda, katıldığım etkinliklerde, bu kitabı okuyan öğrencilerle, öğretmenlerle, okurlarla sohbet etme olanağım oldu. Her sohbetten sonra şunu bir kez daha anladım: Elveda Panco, amacına ulaşmıştır.

    Amacım Sait Faik’i öğrencilerimize, genel anlamda okura farklı bir açıdan anlatabilmekti. Üstelik de bunu klasik yazar biyografisi yazma tekniklerini kullanmadan yapmaktı.

    Genel anlamda biyografik eserlerin nasıl bir içeriğe sahip olduğunu biliyoruz. Yazar hakkında bilgi verilir, yazarı konu edinen yazılar derlenir, toparlanır, yazara övgüler dizilir, son bölümde de yazarın eserlerinden örnekler sunularak konu kapatılır.

    Elveda Panco böyle bir kitap değil. Bu kitapta yaşayan ama Panco kadar sanal bir Sait Faik var. Yazar kimliğinden daha çok, insan kimliğiyle okurun karşısına çıkan bir Sait Faik…

    Konu açıldığında bazı arkadaşlara sorardım:

    Sait Faik okuyor musun?

    Kimi:

    Beni sarmıyor. Neden bilmiyorum. Anlaşılması zor bir yazar, derdi.

    Hiç de zor bir yazar olmadığını edebiyata biraz yakın olan herkes anlar. Genellikle okuma alışkanlığı zayıf olanların böyle bir mazereti oluyor.

    Bu özellikteki bazı kişiler Elveda Panco’yu okuyunca şöyle düşünmeye başladı:

    Çok ilginç bir yazarmış. Doğrusu öykülerini de okumak isterim.

    Tanıdığım birçok kişi, Elveda Panco’dan sonra Sait Faik’in öykülerine yöneldi. Özellikle de öğrencilerim. Sait Faik’in anlattığı Panco kim, bu kitaptaki Panco’ya benziyor mu merak etmeye başladılar.

    Kitabı okuyanların, buna benzer birçok soruya cevap arama ihtiyacı duyması beni çok mutlu ediyor. Elveda Panco, Sait Faik’i tanımak isteyenler için iyi bir kaynak oldu.

    Bir yazarı iyi anlamak için onun yaşamının da iyi bilinmesi gerekiyor. Yıllar önce fark ettiğim bir gerçekti bu benim.

    Ortaokullu yıllarımda okuduğum yazarların hayatları hakkında bilgi toplardım. Liseye başladığımda bu ilgim daha da arttı. Sevdiğim yazarların dışında, merak ettiğim bilim adamlarının, devlet başkanlarının, kralların, padişahların, mümkün olduğunca özel hayatlarını anlatan kitaplar okumaya başladım. Ne yapıp ettiklerinden daha çok, bu insanların nasıl bir hayat yaşadıkları önemliydi benim için.

    Görebildiğim bir tek sonuç vardı:

    Kim olursa olsunlar sonuçta hepsi de insandı. Kendilerini sevmeyen bir kadına tutulabiliyorlardı. Dünyayı değiştirebilecek kadar güçlü olan bir insan, özel yaşamında hiç de o kadar güçlü olmayabiliyordu. Birçoğu mutsuzdu. Kimi, alkole yenik düşmüştü, kimi intihar etmişti. Kimi yıllarca yalnız yaşamış, yalnız ölmüştü. Bazıları yoksuldu.

    Sait Faik’te yoksuldu; varlıklı bir aileden geliyordu ama, para kazanamadığı kitaplarından başka üzerine kayıtlı hiçbir şeyi yoktu. Yalnızdı. Aradığı sevgiyi bulamamıştı. Yanlış kadınlara tutulmuştu.

    İlerde Türk öykücülüğünün köşe taşlarından biri olacağının farkında mıydı? Sanmıyorum. Hayat bunu bile öğrenmesine izin vermemişti.

    Durduğumuz yeri bilemediğimiz, zemini sağlam olmayan bir dünyada yaşıyoruz. Kimsenin torpili yok. Hayat herkese nasıl davranıyorsa, büyük dediğimiz insanlara da öyle davranıyor.

    Bu kitapta hayatın Sait Faik’e nasıl davrandığı var… Bir de yanından hiç ayrılmayan yalnızlığı; Panco… Elveda Panco, yazar Sait’i değil, daha çok insan Sait’i anlatmaktadır. (Panco’nun Rüyası Bkz.)

    Y.S

    Sen Olsan Ne Yapardın?

    Şehzadebaşı'ndaki Halk Kıraathanesi'nin camlarını rüzgâr dövüyordu. Hava çoktan kararmıştı. Kıraathane dar, uzun, iki taraflı bir koridordan meydana geliyordu. Karşılıklı iki duvarda boydan boya aynalar vardı. Aynalarda tıraşlı, tıraşsız, kederli, kedersiz çok sayıda yüz görünüyordu. Dört beş basamakla çıkılan sofa biçimindeki bölmede birkaç kişi kâğıt oynuyordu. Sağ tarafta kahve ocağı, sol tarafta da tuvalet yer alıyordu. Tuvaletin kırık camlarından giren lodos rüzgârı içeriye ağır bir sidik kokusu taşıyordu.

    Bir dönem lisede öğretmenlik de yapan kıraathane sahibi Turgut Bey, omzunda duran kirli bir bezle arada sırada masaları siliyor, işi bitince de bir kenara çekilip çevreyi izliyordu. Gözleri şaşı olduğundan ne yana baktığı tam olarak kestirilemiyordu.

    Uzun zamandır uygun bir yeri olmayan Felsefe Cemiyeti, toplantı yeri olarak bu kıraathaneyi kullanıyordu. Cemiyete sürekli gelenler arasında Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Mehmet Servet, Hasan Âli Yücel, Hüsnü Yaman, Mükremin Halil Yinanç, Emin Ali Sabri, Nazım Acar gibi adlar vardı. Bu kadro, hemen her gece burada toplanıyor, felsefe, bilim, politika, ekonomi, sanat üzerine tartışıyordu. Tartışmalar isteyen herkese açıktı. Kimi gençler kendilerini geliştirmek için tartışmalara özel bir ilgi gösteriyordu.

    Her zamanki grup bu akşam da yine bir araya gelmiş, felsefe tartışıyordu. Soğuk bir aralık gecesiydi. Dışarda usul usul kar serpiştiriyordu. Arada sırada kapı açılıyor, girip çıkanlarla birlikte içeri karla karışık soğuk bir rüzgâr doluyordu.

    Kapıya yakın oturan adamlardan biri, üşüdüğü için arada bir açık kalan kapıyı örtmek zorunda kalıyordu. Az sonra koridorun başında giysileri hafif karlı, biri genç, öbürü orta yaşlı iki adam daha göründü.

    Turgut Bey, içerde boş masa var mı, diye bakındı. Bir iki boş masa görünce sevindi. Adamların her ikisi de fötr şapkalıydı. Birinin paltosunun yakaları kürklüydü. İkisinin de geniş bir alnı, mavi parlak gözleri vardı. Aralarındaki yaş farkına karşın ikisi de aynı yaşta görünüyordu. Turgut Bey, orta yaşlı olanı tanımıştı. Adı Sait Faik'ti. Öbürünü ilk kez görüyordu. Sait’e bu kadar benzediğine göre belki de akrabadan biriydi. Ancak Panco, Sait'e göre daha, hatta çok daha fazla yakışıklı görünüyordu.

    Turgut Bey'in tanıyamadığı adamın adı Panco'ydu. Panco dünya işleriyle pek ilgilenmez, bütün gün kenti avare avare dolaşarak insanların nerede, ne yaptığını anlamaya çalışırdı. Genellikle yoksul yörelerde, semtlerde balıkçılarla, köylülerle, işçilerle, satıcı çocuklarla birlikte olur, onlarla dostça söyleşiler yapardı. Bu nedenle Sait, ne zaman bir şey yazmak için düşünmeye başlasa Panco, kendi bildiği, araştırıp öğrendiği hayatları fısıldardı onun kulağına.

    Aynaların önünden geçip merdivenlerin yanında bir masaya oturdular. Felsefe Cemiyeti bir köşede tartışıyordu. Panco, tartışmaları duyuyor, uzaktan kulak misafiri oluyordu. Bir eli pipolu, bir gözü monoklü adamın biri Sartre'dan söz ediyordu.

    Panco: Kalk biz de tartışmaya katılalım Sait. Adamlar ilerde çok işine yarayacak şeylerden söz ediyorlar. dedi.

    Sait suratını astı: Böyle tartışmalardan hoşlanmam ben Panco, biliyorsun.

    Sen sanatçı adamsın. Bu tartışmalar tam sana göre... Nazlanma...

    İyi kalk, dinleyelim biraz...

    Birer sandalye çekip oturdular tartışanların yanına. Adamlardan biri: Tanrı tanımaz varoluşçular, Hıristiyanlığı reddederken nasıl bir tezin arkasına sığınıyorlar? diye bir soru ortaya attı. Konuşmacı uzun uzun açıklamaya başladı. Tartışma giderek uzuyordu. Sait Panco'nun dizine vurarak:

    Sıkıldım ben, dedi. Kalk biraz da kağıt oynayalım... Felsefeden anlamam, sıkılırım...

    Sen git oyna, ben biraz daha dinleyeceğim, dedi Panco...

    İyi dinle bakalım. Ne anlayacaksan. . .

    Sait kalkıp başka bir masaya geçti. Tuvaletin arada bir açılan kapısından burnuna pis bir koku geliyordu. Kokuyu duymamak için kalkıp daha uzağa, pencerenin önüne gidip oturdu.

    Masaların arasında bir garson çay dağıtıyordu. Kıraathane sahibi Turgut Bey'den el işaretiyle bir top oyun kâğıdı istedi. Az sonra birkaç tanıdık daha gelince oyun karesi tamamlanmış oldu. Sait, kağıtları dağıttı.

    Oyun devam ederken herkes kendi paketinden birer sigara alıp yaktı. Birinci el bitmiş, ikinci ele geçilmişti.

    Felsefe Cemiyeti'nin tartışmalarını izleyen Panco, tartışma bitince gelip Sait'in yanına oturdu. Oyun giderek kızışıyordu. Ortada dönen para miktarı arttıkça heyecan yükseliyordu. Panco, dikkatle oyunu seyrediyordu. Sait, elindeki kağıtlara bakarak bir ara sevinçle Panco'nun dizini sıktı. Birkaç eldir oldukça kötü kağıtlarla oynadığından, ilk defa seviniyordu.

    Kalın paltosunun cebinde gelirken aldığı küçük bir şişe kanyak vardı. Kanyağı açıp bir fırt çekti. Oyunun sonunda kazanamayanlardan biri o olmuştu. Her yeni oyunda daha çok para yitiriyordu. Yitirdikçe sinirleniyor, sinirlendikçe de daha çok içiyordu. Bir ara, masada oturanları izlerken oyunculardan birinin kâğıt dizdiğini ayrımsadı. Elindeki kağıtları fırlatıp masaya bir yumruk attı. İçkinin etkisiyle yüzü değişmiş, göz akları kıpkırmızı olmuştu. Daha fazla dayanamayarak hile yapan adama:

    Senin dinini imanını si. . .! Hergele oğlu hergele, diye sunturlu bir küfür savurdu. Bir anda ortalık karışıverdi. Küfrü yiyen adam sapsarı bir yüzle ayağa kalktı. Öfkeden dudakları titriyordu.

    Olayı yatıştırmak isteyen orta yaşlı biri, Panco'nun şaşkın bakışları arasında, Hop hop, ne yapıyorsunuz yahu? diyerek ayağa kalktı. Bu uyarının ardından birden susuldu, içeriye ağır bir sessizlik çöktü. Sait sessizlikten, üzerine çevrilen gözlerden utanmış gibi Panco'ya baktı. Yalvaran bakışlarında büyük bir çaresizlik okunuyordu. Panco da üzgündü. Yatıştırmak için elini dostça Sait'in omzuna koydu.

    Sait içkisini cebine korken bir süre ne yapacağını bilemedi. Yerine oturdu. Tam karşısında ayna vardı. Başını kaldırınca aynadaki, içkinin etkisiyle kanlanan gözleriyle karşılaştı. Yüzü öfkeden allak bullak olmuştu. Bir süre öylece, aynadaki tanıyamadığı görüntüsü karşısında kalakaldı. Bir ara unutur gibi olduğu Panco'yu görünce eğilip kulağına:

    O yanındaki hergele ile öteki kâğıt diziyorlardı. Durmadan hile yapıyorlar. Yoksa o kadar kaybetmezdim, dedi. Kimse konuştuğunu duymamıştı. Az sonra ortalık yatıştı, yeniden oyun düzenine geçildi. Sait, cebindeki şişeyi çıkarıp birkaç fırt daha çekti. Oyunun ilerleyen saatlerinde elindeki kağıtları bile denetleyemez duruma gelmişti. Gözleri sürekli hile yapan adamın üzerindeydi. Adam hâlâ kâğıt dizmekten vazgeçmiyordu. Sait bu kez, öncekine oranla daha çok sinirlendi... Panco dostu için kaygılanmaya devam ediyordu. Oyunun bir yerinde Sait, sessizliğini bozdu. Ani bir hareketle yerinden fırlayıp ayağa kalktı. Adamı omuzundan itip yere düşürdü. Bununla yetinmeyip bileğinden tuttuğu adamın suratına bir tokat attı.

    Seni eşşoğlu eşşek, kâğıt dizersin ha! . . . Hile yapıp oyuncu geçinirsin, seni sahtekâr! diye bağırdı. Neye uğradığını şaşıran adam, öfkeyle ayağa kalkmış, ikinci tokatı yememeye uğraşıyordu. Bir taraftan da sıkılı yumruklarıyla karşısındakine vurmak için fırsat kolluyordu. Sait, ondan daha hızlı davranarak suratına bir yumruk daha attı. Yumruğun etkisiyle adam kalktığı gibi yeniden sandalyesine oturdu.

    Sigara dumanı içindeki müşteriler, merakla kavgayı izliyordu. Kavgayı yatıştırmak için araya girenler oldu. Kavgacılar, kollarından çekilerek güçlükle uzaklaştırıldı birbirinden. Sait, ayakta duramıyor, yürürken içkinin etkisiyle sallanıyordu.

    Yumruğu yiyen adamsa, birkaç kişinin kolunda az ilerde durmuş: Bunun hesabını sorarım sana bir gün pis sarhoş! Kafayı bulup oyun oynuyorsun. Madem kaybetmeyi sevmiyorsun, kumar masasında içmeyeceksin. Sarhoş olacaksan meyhaneye git. Burada ne işin var serseri! diyerek hem hakaret ediyor hem de Sait'e gözdağı veriyordu.

    Panco başkalarının yardımıyla Sait'i boş masaların birine oturtup, Gel lavaboya gidelim, dedi, elini yüzünü yıka, biraz kendine gel.

    Birlikte merdiveni çıkıp lavaboya girdiler. Sait, çeşmeyi açıp bol suyla elini yüzünü yıkadı. Kavga sırasında şapkası yere düşmüş, kızıla çalan uzun saçları darmadağın olmuştu.

    Merdivenleri inerken bir gözü monoklü (tek göze takılan gözlük) adam Sait'e: Ayıp, yapmayın böyle... Bir oyun oynuyorsunuz, ortalığı birbirine katıyorsunuz... Tanımadığın kişilerle oyuna oturmayacaksın... Kim olduğunu biliyor musun sen onların... Neyse... Dikkat etmeli... İçerek oynamak da iyi değil... dedi sitemle.

    Sait: Tamam içmeyelim de hile niye yapılıyor? Hile yapanın hiç mi suçu yok? Aynı şeyleri sana yapsalardı yutar mıydın? diye karşılık verdi.

    Ulan hıyar, dedi adam gülerek, hilesiz oyunun tadı mı olur? Sen çok mu dürüstsün sanki... Dürüst adam kumar oynamaz... Bunu bilir bunu söylerim...

    Gece iyice ilerlemiş, pencereden dışarıya bakan Sait sakinleşmişti. Panco saatine baktı. Çok geç oldu. Hadi gidelim artık. dedi.

    Çıkarken kapıda kısa boylu bir adamla karşılaştılar. Adam dalgındı. Sait de Panco da kimseyi görecek durumda değildi. Adamın adı Sabahattin Ali'ydi. Döneminin en gerçekçi hikayelerini yazan Sabahattin Ali o günlerde oldukça zor günler yaşıyordu. Almanya'dan yeni dönmüş, solculuktan devletle başı derde girmişti. İş bulamıyor, geçim sıkıntısı içinde yaşıyordu. Kalacak yeri yoktu. Turgut Bey'in izniyle bir süredir, herkes gittikten sonra kıraathanede yatıp kalkmaya başlamıştı.

    Sait'le Panco çıkınca garson arkalarından: Hesabı kim ödeyecek? diye seslendi. Sait, kapıyı çekip çıkmıştı bile. Arkasından gelen sesi duymamıştı. Yumruğu yiyen adam:

    Biz veririz, diye seslendi garsona, bırak gitsin...

    Beni Yarattığına Şükret

    Dışarısı soğuktu. İnce ince yağan kar durmuştu. Sokaklarda buz gibi bir rüzgâr esiyordu. Sait, Panco'nun koluna girerek: Üşüyorum Panco, dedi. Cebindeki kanyağın son yudumunu da içtikten sonra kaldırıp fırlattı şişeyi. Şişe bir duvara çarpıp parçalandı. İnce kar tanelerinin uçuştuğu karanlık sokaklar ıssızdı.

    Çöplükte birkaç bakımsız köpek yiyecek arıyordu. Kaç zamandır gidemediği Burgaz Adası'ndaki köpeği Arap geldi aklına. Acaba ne yapıyordu şimdi? Sokak köpekleriyle bir yerlerde fingirdeşiyor olmalıydı kerata. Belki de kaç gündür, evlerinin kapısı önünde başını dizlerine koymuş yolunu bekliyordu. . .

    Sabahları horoz seslerine, köpeklerin havlamaları, vapur çığlıkları karışırdı Ada'da. Eski bir konak olan iki katlı, bahçeli evleri yüksekçe bir yerdeydi. Tam karşısında Rum kilisesi vardı.

    Yanakları pörsümüş, yaşlı annesi ne zamandır Ada'da yalnız yaşıyor, kocasını seneler önce kaybeden zavallı kadın, yaklaşık bir aydır, İstanbul'un barlarından, yoksul mahallelerinden çıkamayan, her şeyi merak eden, içkinin dozunu ayarlayamayan, kendine özgü tuhaf bir yaşama sevinci olan biricik evladı oğlundan haber alamıyordu. Hayırsız Sait, anasını ihmal etmiş olmanın üzüntüsü içindeydi.

    Ellerini paltosunun ceplerine sokarken Panco'ya Annemi özledim. Ne suçu var kadının... O da benim gibi bir oğulla cezalandırıldı. Hayat işte... diye mırıldandı.

    Panco, Yarın gideriz, dedi, Çok geç oldu. . . Bu saatte Ada'ya vapur olmaz. . . Sen de her zaman olmayacak zamanlar da özlersin... Sabah olur unutursun... Haksız mıyım?

    Sait cevap vermedi... Kıraathanede olanları düşünüyordu.

    Sence kızmakta, kızıp küfretmekte haksız mıydım? Hak etmemiş miydi adam yumruğu? Gözümün içine baka baka kâğıt diziyordu namussuz! . . .

    Panco,İyi yaptın. . . dedi, bir yumruk da benim için çakacaktın suratına. . . Boş ver takma kafanı. . .

    Sait, biraz rahatlamıştı...Hadi gel artık eve gidelim Panco. Daha fazla dolaşacak olursak donacağız. . .

    Yoldan geçen bir araca atlayıp evin yolunu tuttular. Bomonti durağında Panco, Geldik. dedi. Beş on dakika sonra Kazancı Sokağı'ndaydılar. Uğultulu rüzgârı arkada bırakıp İkbal apartmanından içeri girdiler. Karanlık merdiven aralığı ılıktı.

    Sait, hâlâ kendine gelememişti. Yürürken sallanıyordu. Merdivenleri Panco'nun yardımıyla güçlükle çıkabildi.

    Panco, Beni yarattığına şükret. Ben olmasaydım şimdi kim yardım edecekti sana? Sait gülmemeye çalışarak, Gevezelik etme. . . Sessiz ol. Kilise kızı Kiki sesimizi duyarsa rahatsız olur. Yavaş çıkalım, dedi.

    Binada en ufak sesten rahatsız olan orta yaşlı, sinirli bir Rum rahibesi oturuyordu. Adı neydi, Sait de bilmiyordu; ancak ona Kiki diye bir ad takmıştı. Geceleri sarhoş gelip gürültü yaptığı için kaç kere Kiki'nin hışmına uğramıştı.

    Apartmanın dört numaralı kapısını açıp içeri girdiler. Küf kokulu daireye kapanınca Sait birden kendini çok yalnız duyumsadı. Gözleri ümitle Panco'yu aradı. Yoktu. Az önce yanı başındaki Panco birdenbire yitivermişti. İçinde bir ses durmadan uzaklaşıyor, kahreden sessizlik giderek artıyordu. Bu, ne yana, niçin gittiği belli olmayan ses Panco'nun ayak sesiydi.

    Çaresiz katlanacaktı içinin bu derin yalnızlığına. Girişte, bir duvarın dibinde çamurlu birkaç eski ayakkabı duruyordu. Bu saatte, bu durumda oturup bir şeyler yazamazdı. Bir an önce uyumaya, her şeyi unutmaya ihtiyacı vardı. Yatak odası buz gibi soğuktu. İçeride odun sobası kuruluydu ancak, sarhoş, yorgun haliyle nasıl yakacaktı? Soğuk yatak yorganın altına girince az sonra ısınırdı. Odanın bir köşesinde duran tek kişilik yatağının üzerine fazladan bir yorgan daha serdi. Panco da tam ortalıktan yitiverecek zamanı bulmuştu. Uyku gözlerinde ağırlaşırken bir ara Panco'nun sesini yeniden duyar gibi oldu. Panco, az sonra göreceği düşte şimdi onu bekliyordu.

    Daha Dikkatli Olmalısınız…

    Ertesi sabah uyandığında güneş doğmuştu. Kentin üzerine bulutların arasından ışıklar, renkler saçılıyordu. Akşamki soğuk hava yerini pırıl pırıl bir güne bırakmıştı. Yazdan kalma bir güneş, buz gibi soğuk gri kış bulutlarının arasına sanki birkaç saatliğine konuk gelmiş gibiydi. Uzaklarda, mavi denizin üstünde çığlık çığlığa martılar uçuyordu. Birkaç gemi sisli ufukta usul usul yol alıyor, üzerinden kuşlar, bulutlar geçiyordu.

    Sait bir süre daha çift yorganlı yatağında tembellik yaptıktan sonra kalkıp üstünü giydi. Kahvaltısını yapmadan kendini sokağa, sokakları dolduran evlerin, insanların arasına attı. Kapalı yerlerde, insan da yoksa, uzun süre kalamıyordu.

    Birkaç saat sonra Kadıköy İskelesinde, başında soluk renkli, eciş bücüş fötr bir şapka, gözünde siyah bir gözlükle bir banka oturdu. Yoldan geçen çaycıdan simitle çay istedi. Deniz kıyısında simidini yerken bir şeyler düşündü... Gronoble gelmişti aklına...

    Yıllar önce okumak için gittiği, iyi kötü birçok anısının biriktiği Fransız şehriydi Gronoble... Gençlik yılları artık çok gerilerde kalmıştı. Bir zamanlar, genelde özensiz kesilmiş gür, kızıla çalan sarı saçları, çıkık elmacık kemikleri, mavi parlak gözleriyle, deniz gülüşlü genç bir delikanlıydı. O günlerden bugüne değişmeyen tek şey, sürekli dalgın duruşu, giyimindeki özensizlik, bir de göz aklarındaki kızarıklıktı.

    Lisede okurken oldukça vasat, çekingen, sessiz bir öğrenciydi. Öğretmenlerinin anlattıklarını anlamasa da hiçbir zaman soru sormazdı. Başında, her zaman eğik duran bir okul şapkası vardı. Ailesinin ekonomik durumu hiç de fena sayılmazdı o günün koşullarında. Ekonomik koşulları daha iyi giyinmesine elverişliyse de giyimine gereken özeni göstermiyordu. Dağınık görünümü, ta o günlerden kalmaydı. Okulun avlusunda birçok zaman şapkası dizinde, canı nereye isterse oraya oturan genç bir delikanlıydı.

    Edebiyat ödevi olarak bir gün İpekli Mendil adında bir öykü yazdı. Bütün yaşamı bu öyküyle birden değişiverecekti. İpekli Mendil, belki de yaşamının en önemli dönüm noktasıydı. Zaman zaman ara vermiş, 'bir daha asla yazmayacağım,' diye kararlar almış olsa da o günden sonra yazmadan duramadı.

    İlk öyküsü, bir sabah edebiyat öğretmeni tarafından okunmuş, öykü bitinceye kadar sınıfta çıt çıkmamıştı. Bu onun, onca insan tarafından ilk kez bu kadar büyük bir dikkatle dinlenişi, önemsenişiydi. Yazmak, insana böylesine güzel, böylesine büyülü, böylesine vazgeçilemez bir olanak sağlıyordu demek ki... Yazının ve kalemin büyüsü ilk kez o gün kanına karışmıştı.

    Öğretmeni öyküsünü ona geri verdiğinde üzerinde şöyle bir not gördü: Yarın bunları neşredeceksiniz. Daha itinalı olmanız lazım. İçinde, bu uyarıyı önemsizleştiren anlatılmaz bir sevinç belirdi birden. Gerçi öğretmeninin bu öğüdünü hiçbir zaman yerine getiremeyecekti ancak bir daha da kendini asla yazmaktan alıkoyamayacaktı. Ondan sonraki yıllarda da buna benzer birçok uyarı alacaktı.

    Kimi öykülerinde tümcelerin başıyla sonu birbirini tutmuyordu, ayrımında olsa da yaptığı yazım hatalarını umursamıyordu. Boş bir zamanımda düzeltirim, diye düşünüyor, sonra da unutuyordu. Kimi zaman da nokta yerine virgül, virgül yerine nokta koyduğu oluyordu. Bu yüzden de kimi tümcelerinde gereksiz kesintiler oluşuyordu.

    Bütün kusurlarına karşın yine de öykülerinde gölgelenemeyen bir pırıltı vardı. Yazılarını kitaplaştırırken bile bu yanlışlarını düzeltme gereği duymuyordu. Bu tutumu yazılarını önemsemediği anlamına gelmezdi. Öykülerindeki kolaylığın, sıradanlığın altında inadına bir sabır ve özen gizliydi. Bu özen kendini daha çok etkili tümce seçiminde, öykülerinin kurgulanışında gösteriyordu. Bunların dışında kalan her şey ona göre ayrıntıydı.

    İpekli Mendil öyküsüyle yaşadığı o ilk mutluluğu, yıllar sonra bile daha dün gibi anımsıyordu. Onca yıllık öğrenciliğinde hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Öğretmeni, ilk öyküsünü bu derece önemsemekle ona dünyaları bağışlamıştı. İçindeki gizil güçlerin, yeteneklerin ayrımına ilk onun aracılığıyla vardı. Gerçi iyi mi oldu? O da ayrı bir tartışma konusuydu. Manevi anlamda değil belki ancak maddi anlamda yazmak hiç de mutlu etmedi onu. Üstelik de hâlâ o ilk yıllardaki gibi amatör, o ilk yıllardaki gibi dağınık bir yanı vardı yazarlığının.

    Her şeye karşın öğretmenini büyük bir gönül borcuyla bir kez daha anımsadı. Yaşamının anlamını ona borçluydu. Onun sayesinde yaşamına yeni bir yön çizmişti. O olmasaydı belki de bugün, tek dostu Panco olmayacaktı. Büyük kalabalıklar içindeki yapayalnız yaşamına Panco'suz artık hiç katlanamaz olmuştu. Panco da kimi zaman öyle insafsız oluyordu ki. . . Hiç haber vermeden çekip gidiyor, günlerce görünmüyordu ortalıkta. Geçenlerde yine bir gün ansızın ortalıktan yitivermişti. Aylar sonra Fransa'ya avarelik yapmaya gittiğini yazmıştı. Mektubunun bir yerinde Panco şunları diyordu:

    "Dün Gronoble'ye gittim, 'maviş çocuğa’ senden selam götürdüm. Büyümüş. Kocaman bir delikanlı olmuş. Delikanlılıktan da öte kırkını aşmış. ‘Yakında İstanbul'a gelmek istiyorum,' dedi. Sonra da ekledi: 'Sait'e yaz, vapur Pire'ye uğrarsa küfelerden üzüm çalmayacağıma söz veriyorum.'

    Sonra Coma'ya gittim. Coma'daki çocuğu biliyorsun, o da büyümüş, serpilmiş, yakışıklı bir delikanlı olmuş. Seni sordu. İyi, dedim. Uzun bir yolculuğa çıkacakmış. Belki İstanbul'a da uğrarmış. Senden söz edince gözlerinin nasıl sevinçle, dostlukla parladığını görmeliydin Sait. . .

    Bunun Manası Nedir?

    Mektubun bir yerinde de Panco, söz konusu çocukların kendine ne kadar benzediğinden söz ediyordu. Onların gözlerinde kendini, Sait'i ve Sait'in içindeki bütün sevinçleri, üzüntüleri bir kez daha gördüğünü söylüyordu.

    Bunları anımsayarak, martı sesleri arasında gülümsedi. Şapkasını çıkarıp başını kaşıdı. Birkaç haftadır sular akmadığından yıkanamıyor, adaya gitmediği içinse annesinin hazırladığı ütülü pantolonlardan, mintanlardan birini alıp giyemiyordu.

    Bir akşam zaman ayırıp hamama gitse, Ada'ya doğru uzansa, merak içindeki annesini ziyaret etse iyi olacaktı.

    Güzel, hafif rüzgârlı bir gündü... Gökyüzünden bağıra çağıra birbirini kovalayan martılar geçiyordu. Başını çevirince az ilerde, denize bakarak acemi acemi gezinen iki asker gördü. Bir an içinden, 'Keşke ben de bu kadar genç olsaydım,' diye geçirdi... Taze bir delikanlı olmanın hayalini kurdu... Evinden barkından kilometrelerce uzakta asker olmak, bütün gün sıkı bir disiplin altında tutulmak acaba nasıl bir şeydi? O böyle bir şeyi hiç yaşamamıştı. Yaşasaydı belki iyi bir değişiklik olurdu onun için. Kim bilir ne insanlar ne hayatlar tanıyacaktı orada?

    Askerlik yaşı geldiğinde bir tanıdık aracılığıyla ruh sağlığının yerinde olmadığına ilişkin rapor almıştı. Sağlık gerekçesiyle askere gitmemiş ama bunun, en çok da tanığı olacağı yaşamlara uzak kalmanın üzüntüsünü yaşamış, askerlik hayatının nasıl olacağına dair pek çok hayal kurmuştu. Üniformalı, sert, ölümü çağrıştıran, silah taşımayı gerekli kılan yaşamlardan her zaman ürkmüş, uzak durmak istemişti... İsteseydi bile herhalde hiçbir zaman iyi bir asker olamayacaktı. Askerliğin üst ast ilişkilerinden, olası çatışmalarından, risk taşıyan görevlerinden her zaman ürkmüş, olumlu hiçbir şey düşünememişti. Bunları düşünmekle, herkesin yaptığını yapmamakla acaba yanlış mı davranmıştı? İstanbul'un birçok gün ve gece gittiği batakhanelerinde, karanlık sokaklarındaki yaşam sanki askerlikten daha mı az tehlikeliydi?

    Askerin, devletin, ülkeyi yöneten sanatçı düşmanı acımasız çarkın gücüyle ilk kez Çelme adlı öyküsü nedeniyle tanışmak zorunda kalmıştı. O günden sonra devlet denen aygıttan, kolluk güçlerinden, güya adil olduğu söylenen mahkemelerden daha çok korkmaya başladı. Söz konusu aygıt o kadar acımasızdı ki, istediğini yargılıyor, istediğini hangi suçu işlerse işlesin keyfince serbest bırakabiliyordu. Bugün olduğu gibi sahte suç delili düzenlenmese de yerine göre, en masumane konular bile ilgililer aracılığıyla suç sayılıp dava konusu yapılabiliyordu. Çelme gibi bir öykü için bile soruşturma başlattıklarına göre, gerçekten suç sayılabilecek bir öykü için kim bilir neler yapmazlardı? Düşünüyordu da koca öykü metninde sadece bir iki tümce yüzünden ne kadar da çok haksızlığa uğramıştı.

    O günlerde, sabahın erken bir saatinde, polis memurunun eline tutuşturduğu mahkeme kâğıdı hâlâ aklındaydı. Ne çok korkmuş, öykü yazarı olduğuna, aklına gelini özgürlük içinde yaşadığını sanıp yazdığına ne çok pişman olmuştu. Vicdanla kaleme aldığı Çelme adlı öyküsü nedeniyle sıkıyönetim mahkemesince ta Ankara'ya çağırmışlardı. Annesi olayı öğrenince hem çok korkmuş hem de çok kızmıştı; Bugüne kadar ne çektikse hep senin bu yazı merakın yüzünden çektik, bu merak yüzünden işsiz kaldın, belalara bulaştın, kendini bulamadın, evlenemedin, evlenip torun sevdirmedin, demişti. Durup dururken bir de bu sıkıyönetim mahkemesinde yargılanma, belki Sabahattin Ali gibi hapse atılma, hapiste unutulup ölüme terk edilme, vatan haini olarak damgalanma olayıyla karşılaşmışlardı. Yaşadıkları onca sorun yetmiyormuş gibi bu soruşturma annesi kadar onun da canını çok sıkmış, beladan kurtulmak için ne yapacağını bilememesine neden olmuştu. Bir taraftan oğlundan başka kimsesi olmayan annesini düşünüyor, bir taraftan da yazanların, yazdıklarıyla devleti rahatsız edenlerin başına gelenleri bildiğinden korkuyordu. Tutuklanıp yıllarca içerde kalmak da vardı işin ucunda. Dört duvar arasında geçecek yıllarını düşündükçe soğuk soğuk terliyor, Yapamam, kapalı yerlerde kalamam, huyum böyle, dört duvar öldürür beni, diyordu.

    Mahkemede yargıç sormaya başlamıştı: Sen Sait Faik... Söyle bakalım, yazdığın öyküde emir erinin ayağına çelme taktırmışsın. Emir erinin elindeki dolmalar yere dökülmüş. Bunun manası nedir?

    Bu soruyu duyunca Sait gerçekten ne diyeceğini bilememişti. Doğrusu biraz da şaşırmıştı. Soru saçma, hâkim babacan görünse de o küçük bir çocuk gibi tir tir titriyordu sanık sandalyesinde... Süngülü iki muhafızın arasında gözleri dolu dolu oluyor,

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1