You are on page 1of 16

eleŞtİrİ nedİr

herhangi bir kişiyi, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlışlarını dile
getirerek göstermek amacıyla yazılan metinlerdir. hedeflenen öğeyi
doğru ve yanlış yönleriyle tanıtmayı amaçlayabileceği gibi, bu öğenin
doğru tanıtılmasını sağlamayı ve bir değerlendirmeyi de hedef alabilir.
temeli ilkçağa dayanan eleştiri, ancak xix. yüzyılın ikinci yarısından
sonra bağımsız bir yazı türü olma niteliğini kazanmaya başlamıştır.
eleştirmen,bir sanat eserinin gerçek değerini,özünü yapılışını,değerli-
değersiz yanlarını ortaya koyar.eleştirmenin görevi güzellik yaratmak
değil,yaratılmış güzelliği yargılamak,okurlara tanıtmaktır.

eleştiriler;tarihsel eleştiri,okura dönük eleştiri,topluma dönük


eleştiri,sanatçıya dönük eleştiri ve esere dönük eleştiri... olmak üzere
türlere ayrılır.

tarİhsel eleŞtİrİ

, sanatsal eser yaratıldığı dönemin koşulları içinde görülür, o günün


değer ölçütleriyle değerlendirilir. Örneğin bir fuzuli, bir namık
kemal ancak osmanlı`nın toplumsal düzeni göz önünde bulundurularak
kavranabilir. tarihsel eleleştiride, eleştirmen biraz da edebiyat tarihçisi
gibi davranır. edebiyat tarihinin sunduğu verilerden, o dönemin başka
ürünlerinden yararlanır. sanatçının yaşamöyküsü de ona ipuçları olur.

okura yÖnelİk..(Örnek bul)

eleştirmenin esere, okura verdiği haz veya onda uyandırdığı estetik


duygu yönünden yaklaşmasıdır. okura dönük olan bu eleştiri türünde
eleştirmenin işi eseri açıklamak, değerlendirmek değil, kendisini nasıl
etkilediğini, onu beğenip beğenmediğini, kendisinde uyandırdığı
duyguları anlatmaktır. burada eleştirmen işin içine kendi benliğini katar.
bu tür elestiriye öznel eleştiri denişi de bundandır.

okura yönelik eleştiri


:eleştirmen,eserin kendisi üzerindeki etkilerini degerlendirir.öznel eleştiridir.

esere yÖnelİk....(Örnek bul)

bunlara göre bir eseri sanatsal kılan onun biçimidir. sanatçı o biçimi
kurmak için hangi yola başvurmuştur, nelerden yararlanmıştır?
eleştirmen bu soruların cevabını esere bağlı kalarak açıklamaya çalışır.
”sanatçı, ele aldığı konuyu içerik haline getirir, bunun için de belli bir
teknik kullanır. sanat eserinin anlamı ancak o biçimin taşıdığı anlam
olduğu için teknikten söz etmek her şeyden söz etmektir. eserin
konusu, kişileri ve bunların arasındaki çatışma, anlatım tekniği, olay
örgüsü, imajlar, ton, semboller, bunların hepsi teknikle ilgili şeylerdir ve
eserin kendine özgü anlamını meydana getirir.

esere yönelik eleştiri


:eserin konusu,anlatım biçimi,olay örgüsü değerlendirilir

sanatÇiya yÖnelİk..(Örnek bul)

sanatçının eserini açıklamak için onun kişiliğini, ruhsal yaşantısını ve


bilinçaltı dünyasını ölçüt olarak alır. burada freud`un psikanaliz
yönteminden yararlanılır. yaşamöyküsel eleştiride, sanatçının yaşamı
ile eseri arasındaki etkileşimleri bulunup ortaya konmaya çalışılır.
bunun için ya eserden sanatçıya, ya da sanatçıdan kalkarak eseri
açıklamaya gidilir.

sanatçıya yönelik eleştiri:


sanatçının bireysel özelliklerinden yola çıkılarak eser değerlendirilir

topluma yÖnelİk..(Örnek bul)

:eserin toplumsal olay ve olgularla bağlantısı,toplumsal gelişmeye katkısı değerlendirilir.

türkiye'de eleştirmenler [değiştir]

tanzimat dönemi : Şinasi, namık kemal, recaizade ekrem, abdülhak


hamid; samipaşazade sezai, beşir fuad, nabizade nazım, mizancı
murad'tır.

serveti fünun döneminde, cenap Şahabettin intikad (sahte parayı


gerçeğinden ayırmak)anlayışıyla tenkit eder. halit ziya, mehmet rauf,
nabizade nazım, hüseyin cahit dönemin eleştiricileridir.
cumhuriyetin ilk yıllarında eleştiri yahya kemal ve ahmet haşim'le
başlar. nurullah ataç, suut kemal yetkin'le devam eder.İsmail habip
sevük ve ahmet hamdi tanpınar ise eleştiriyi edebiyat tarihi içinde ele
alırlar.

türlerine göre eleştirmenler

romantikler:Şinasi, namık kemal, recaizade ekrem, abdülhak hamid

realistler: samipaşazade sezai, beşir fuad, nabizade nazım, mizancı


murad'tır.
öznelci eleştirmenler:nurullah ataç, suut kemal yetkin
sistematik eleştirmenler asım bezirci, fethi naci, hüseyin cöntürk
hümanist eleştirmenler:sabahattin eyüboğlu ile vedat günyol
Çağdaş eleştirmenler mehmet kaplan, tahsin yücel, akşit göktürk,
Şara sayın, Ünsal oskay, murat belge, orhan burian, tahir alangu,
memet fuat, mehmet doğan, bedrettin cömert, enis batur, nihat sami
banarlı, cemil meriç, kenan akyüz, melih cevdet, konur ertop, orhan
Şaik gökyay, alpay kabacalı, cevdet kudret, agah sırrı, berna moran,
rauf mutluay, yaşar nabi, ahmet oktay, atilla Özkırımlı, nermi uygur ve
fuat köprülü

eleştirinin nedenleri (ntv-yiğit bener-)

yayınlanan bir kitap artık yazarın mahremiyetinden çıkmış ve okurların beğenisine


sunulmuştur. dolayısıyla okur, piyasaya sunulan bir kitabı alıp almamakta özgür olduğu
gibi, okuduğu kitabı beğenip beğenmemekte de özgürdür. bu konudaki öznel
düşüncelerini, duygularını dost sohbetlerinde dilediği biçimde ifade eder. her türlü
eleştirisini özgürce dile getirebilir. sonuçta yazarlar da, yapıtları da, her açıdan
eleştirilebilir, hatta eleştirilmeli, tartışılmalıdır da.

bir okur olarak eleştirmenler de elbette aynı haklara sahiptir. ancak, belirli bir 
“yetkinlikle” donatılmış olduğu varsayılan ve bu “yetkinlik” adına görüşlerini yayın 
yoluyla kamuoyuna sunan, bir anlamda okuru yönlendirme ya da etkileme olanağına 
sahip olan eleştirmenlerin konumu diğer okurlardan biraz farklıdır. ciddiye alınmak ve 
inandırıcı olmak isteyen bir eleştirmen, salt kendi öznel düşünce ve duygularını 
yansıtmakla yetinemez. 
       “eleştiride sınır ve seviye” başlıklı yazısında sayın füsun akatlı’nın da belirttiği gibi, 
edebi olduğu iddia edilen bir değerlendirme yapılacaksa, bir takım geçerli kriterlere sahip 
olmak gerekir: “edebiyatla ilişkiliymiş gibi sunulan, ama o ilişkinin asgari gereklerini 
hiçe sayan (…), epeyce düşük seviyede ve demagojik bir üslupla kaleme alınmış” bir yazı, 
eleştirisi yazısı değildir. “bu alanlarda neyin ‘düşünce’, neyin demagoji, neyin küfür 
olduğunu ayırt edebilecek ölçütler” vardır (virgül, mart 2001).
       Örneğin, bir romanın bütün kahramanlarını yazarın yarattığını, tüm diyalogların onun 
kaleminden çıktığını, kahramanların başlarına gelenler hakkında okurun edindiği tüm 
bilgilerin yazarın bilinçli kurgusunun ürünü olduğunu hesaba katmadan yapılan bir 
eleştirinin pek “anlamlı” olmayacağı açıktır. aynı şekilde, eleştirmenliğe soyunan kişinin, 
kafasında yazarla özdeşleştirdiği roman kahramanlarından birine (dolayısıyla yazara) 
saldırmak için, bir diğer roman kahramanının anlattıklarını kendine mal ederek 
kullanmaya kalkışması, dahası, roman kahramanlarından birinin sözlerini kendi adına 
benimseyip, (aslında yine yazarın yazmış olduğu!) o sözler sayesinde ve yazarın yaratmış 
olduğu o kahraman adına yazarı ya da yapıtını “eleştirmesi” de gülünç olur.
       yazarla romanının kahramanlarından birini özdeşleştirmek sıkça yapılan bir hatadır. 
yazarın kimliği, duruşu ve düşünceleri elbette yapıtlarına şu ya da bu biçimde yansır. 
ancak edebi bir yapıtta, romanda, bu yansıma dolaylı yoldan, yapıtın bütünü içinde 
gerçekleşir. başka bir deyişle, roman kahramanlarının ağzından çıkan her sözü bire bir 
yazarın düşüncesi olarak değerlendiren, roman kahramanına atfettiği kişilik kusurlarını 
yazarın kişiliğine mal eden, buradan hareketle de yazarı itham eden bir eleştiriyi ciddiye 
almak olanaksızdır. zaten bu mantık geçerli olsaydı, psikopat bir katilin iç dünyasını 
anlatan bir romanın yazarı hakkında (hele iç konuşma ya da birinci tekil şahıs türü bir 
anlatımı seçmişse!) derhal suç duyurusunda bulunmak ya da onu cinayetten tutuklamak 
gerekirdi…
       edebiyat eleştirisi açısından önemli olan roman kahramanlarının sempatik ya da 
antipatik olmaları, doğru ya da yanlış düşünmeleri değil, roman kahramanlarının 
kişiliklerinin yazar tarafından ne şekilde ve hangi yöntemlerle aktarıldığıdır. dolayısıyla, 
görüşlerini ya da kişiliğini beğenmediği bir roman kahramanıyla polemiğe giren, onun 
düşüncelerini ya da tavırlarını hakarete varan sözcüklerle mahkum eden bir kişinin yaptığı 
işin, “edebiyat eleştirisi” olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. başka bir deyişle, yazar, 
eleştirmenin görüşlerine çok ters düşünceler savunan ya da ona çok antipatik gelen bir 
roman kahramanı yaratmışsa dahi, eğer onu eleştirmende “haklı” ve “haysiyetli” bir öfke 
yaratacak derecede başarılı bir şekilde betimlemişse, gerçek bir eleştirmenden beklenen, 
kahramanıyla yazarı özdeşleştirip yazarı aşağılaması değil, bu anlatım ustalığından ötürü 
yazarı kutlamasıdır…
       unutulmamalıdır ki, roman kahramanlarının düşünceleri, yazarın kendi doğrularıyla 
taban tabana zıt olabilirler. roman kahramanları (tıpkı gerçek insanlar gibi!) çelişkili 
düşünceler de taşıyabilirler, ya da farklı kahramanlar, aynı roman içinde birbirleriyle 
çelişen görüşler ya da tutumlar da sergileyebilirler. bu nedenle, yazarın, her hangi bir 
konuda yapıtına yansıttığı kendine ait düşünceleri, soruları, kuşkuları ya da kaygıları 
anlayabilmek, yorumlayabilmek için, romanın bütününde söylenmek istenenleri ele almak 
gerek. Çünkü romanın şu ya da bu bölümünde sahneye konan olaylar, şu ya da bu 
kahramanın her hangi bir bölümde dile getirdiği düşünceler, romanın bütününde 
anlatılmak istenenlere hizmet eden kurmacanın bir parçasıdır. 
       ayrıca, romanların düşünsel içerikleri, (öznel algılarını her şeyin üstünde tutanların 
sıkça yaptıkları gibi) yüzeysel bir okumayla kestirmeden çözümlenemeyecek kadar 
karmaşık olabilirler. romancıların kurcaladıkları sorunlar ya da sorguladıkları düşünceler, 
ezberledikleri kutsal metinlerin kerameti ya da şeyhlerinin fetvalarıyla her şeyi 
halledebileceklerini sanan müritlerin basit, basmakalıp ve kesin yargılarıyla içinden 
çıkılamayacak nitelikte olabilirler. totaliter zihniyetin kendinden emin ak ve kara 
dünyasından farklı olarak, romancının dünyasında henüz yanıtı bulunamamış sorulara, 
çözülememiş sorunlara, tartışmalara, yanılmalara ve çelişkilere de yer vardır. Üstelik, 
siyasi ya da ahlaki düşüncelerin tartışıldığı ya da ele alındığı bir roman dahi, ne bir siyasi 
manifestodur, ne de bir ahlaki davranış kılavuzu. bu anlamda, sıradan siyasi 
polemiklerden ya da ahlak zabıtalarının vaazlarından farklı olarak, edebiyat eleştirisi 
ciddi bir iştir, gerçek bir yetkinlik ister.
       kaldı ki, yazarın ya da roman kahramanlarından birinin düşünceleri eleştirilecekse 
de, bu eleştiri dürüst bir biçimde, gerçekten söylenen sözlerin ya da gerçekten ifade edilen 
görüşlerin eleştirisi olarak yapılmalıdır. eleştirilen yapıtın bir yerinden cımbızla çekilmiş 
ve bağlamından koparılmış, başı sonu tıraşlanmış alıntıları, metnin başka bir yerinden 
alınmış ve benzer şekilde bağlamından koparılıp tıraşlanmış alıntılarla alt alta koymak 
suretiyle, yazara (ya da bir roman kahramanına) kendisine ait olmayan düşünceler 
atfetmek, sırtlarına bir takım yaftalar asmaya kalkışmak, asgari entelektüel dürüstlükten 
yoksun bir yöntemdir. 1930’larda goebbels’in hitler adına, jdanov’un da stalin adına en uç 
noktasına kadar geliştirdikleri bu yöntemin adı tahrifattır, karalamadır. Özellikle yoz 
siyasi polemiklerde sıkça karşımıza çıkan bu yöntemin amacı, düşünce yaşamı üzerinde 
terör estirmek ve cadı avları tertiplemek suretiyle, gerçek anlamda bir düşünce 
tartışmasını olanaksız kılmak, aykırı sesleri susturmaktır. 
       hele hele yazarlardan, tüm duyarlılıklarını ve otosansür de dahil her türlü sansürden 
arınmış düşüncelerini yapıtlarına yansıtmaları beklendiği düşünüldüğünde, bu yöntemin 
edebiyat tartışmalarına da egemen olmasının çok vahim sonuçlar doğuracağı açıktır. ciddi 
tartışmaların ve eleştirinin alanının zaten iyice daraldığı, kendini ifade edebilme 
araçlarının iyice azaldığı bir ortamda, edebiyat, sanat ve genel olarak düşünce hayatına 
provokasyonun, terör estirmenin ve düzeysizliğin egemen olması halinde, az sayıdaki 
okurun edebiyattan iyice soğuması, yeterince hırpalanan ve yıpratılan yazarların esas 
işlerinden uzaklaşıp verimsizleşmesi, egemen yozlaşma karşısında direnmekte güçlük 
çeken düşünce yaşantımızın da iyice sığlaşması kaçınılmaz olur.
       her şeyin ötesinde, edebi bir eleştirinin de bu niteliğe uygun bir düzeyi ve üslubu 
olması gerekir. Çirkin, düzeysiz, saldırgan bir üslupla yazılmış, hakarete varan ifadeler 
içeren, tahrifat, demagoji, provokasyona dayalı bir metin, eleştirdiği yapıtı beğenmemiş 
bir eleştirmenin kaleminden çıkmış “normal bir eleştiri yazısı” olarak kabul edilemez. bu 
tarz bir üslubun edebiyatla ilgili tartışmalarda yeri olmaması gerektiği açıktır. zaten 
gerçek edebiyat okurları da, okumamış oldukları bir roman hakkında yapılmış olsa dahi, 
bu tarz “eleştirilerin” edebiyat dışı bir iş olduğunu rahatlıkla anlarlar. kaldı ki üslup 
kişiliğin aynasıdır ve bu tür bir üslupla “edebi eleştiri” yaptığını sananların tek 
başardıkları şey, kendi kişilik yapılarını ve ruh hallerini sergilemektir.
       sonuç olarak, sayın akatlı’nın adı anılan yazısının başında dile getirdiği düşüncelere 
(daha doğrusu çağrıya) katılmamak elde değil: “eline kalemi alan, lahana tarlasına 
bıçakla dalar gibi edebiyat dünyasına dalar, yazarların kişiliklerine saldırmaya, 
provokasyon yapmaya, terör yaratmaya başlarsa, kendine saygın bir derginin sayfalarında 
yer bulamayacağını bilmeli, nedenini merak etmediğim öfke ve kinini söndürmenin başka 
yollarını aramak zorunda kalmalıdır”.

"...pençe namıyla ortaya atılan o saçmasapan şeylerin birbirine eklenmesinden mütehassıl şerif, memleketimizde
yalnız sanayi-i nefise müntesipleri değil, her türk'ü utandırmıştı. herkes, pek bi-gane olduğumuz bu sanata karşı,
biraz daha az bala-pervaz olmamızı haysiyet-i milliye namına temenni ediyordu..."

" muhsin ertuğrul, temaşa dergisi, ağustos 1918

sİnema eleŞtİrİsİ

eleştiri yöntemleri
a.1 tanitma yazilari

daha çok gündelik gazetelerde ve magazin dergilerinde yayınlanan bu çeşit yazılarda, filmin çok kısa fllmografısi
verildikten sonra konusu da çok kısa anlatılmaktadır. genellikle bir değer yargısı ve yorum belirtilmemektedir.
ancak bazen de değerlendirme yapılan, yorumda bulunan tanıtma yazılarına rastlanmaktadır. bu tür tanıtma
yazılarında yorumlar ve değerlendirmeler bir iki kelimeyi geçmemektedir ve daha çok izlenimci eleştiri yöntemine
dayanmaktadırlar.

a.2 klasİk eleŞtİrİ

ciddi fikir gazeteleri, siyasi dergiler, sanat dergileri ile yarı magazin dergileri ve ciddi sinema dergilerinde yer alan
film eleştirilerine "klasik eleştiriler" adını veriyoruz. klasik eleştirilerde filmin kısa filmografisi verildikten sonra
(zaman zaman filmografiyi vermeden de yapanlara rastlanmaktadır) konu kısa bir biçimde anlatılmaktadır. daha
sonra fazla detaya inmeden filmin görüntü, ses, renk, senaryo, oyuncu yönetimi ve filmin üstünlükleri ve
eksiklikleri verilmekte bazen yönetmenin öteki yapıtlarından örnekler verilerek bu filmle ortaya konan sanat
değerlendirilmekte ve kısa bir yorumda bulunulmaktadır.

a.3 derİnlemesİne eleŞtİrİ

ciddi sinema dergilerinde ve sinema kitaplarında yayınlanan bu tür kapsamlı, detaylı film eleştirilerinde; film top-
lumsal, ideolojik, psikolojik, semiyolojik, teknik, estetik bir ya da birkaç yönden derinlemesine incelenmektedir. bu
tür eleştiriler dayanaklarını 'toplumbilimsel eleştiri", 'tarihsel eleştiri", "marxist eleştiri" ve "biyografik,
"psikanalitik eleştiri" ve "biçimsel eleştiri"den almaktadır.derinlemesine eleştiri yapılırken bazı durumlarda
filmografiye yer verilmediği görülmektedir. yalnızca filmin adını yazıp doğrudan toplumsal, ideolojik, psikolojik,
semiyolojik, tarihsel, teknik ve estetik bir ya da birkaç yönden incelenmesi yapılmaktadır.

a.4 bİlİmsel eleŞtİrİ

bir filmin toplumsal, siyasal, tarihi, psikolojik, etik, teknik, anlambilim, estetik açılardan incelenmesi, nedenlerinin
araştırılması, bu araştırmaların bilimsel verilere dayandırılarak nesnel bir biçimde incelenmesi ve eserin sanat
içindeki yerine oturtulmasıdır. bilimsel eleştiri yapılırken öznellikten tamamen kaçınılır. nesnel bir biçimde, çağdaş
yöntemle eser incelenir. bu tür eleştiride filmin filmografisi verilmekte, konu ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. filmle
ilgili başka kaynaklarada çıkan yazılardan örnekler verilmekte ve film toplumbilimsel, siyasal, etik, psikolojik,
anlambilim, teknik ve estetik yöntemlerden dayanaklarını alarak ve bunların yardımıyla neden-sonuç ilişkisini
gözönüne alarak incelemektedir.

Örnek

gÖnÜl yarasi
sinemaseverler için, günler heyecanlı geçiyor. gördüğümüz gibi, her yıl bıkılmadan yaratılan
suni oscar tantanası, nitelikli yapımların aradan sıyrılmasına engel olamamakta. İnsanlar
kıymeti kendinden menkul başıbozuklar akademisinin bu yıl dikenli çelenklerini kimin başına
takacağını düşünürken, artık "hollywood ve diğerleri" ayrımını kırarak kendi yerelliklerini -aynı
zamanda evrenselliklerini- masaya vurmaya başlayan dünya sinemasından ilginç filmler
seyircisini arıyor. turgul'un eşkıya'dan beri beklediğimiz filmi "gönül yarası" ise, etkileyici
anlatımıyla bu yapıtlar arasında zirveye oturmayı haketmiş gözüküyor.

dipsiz bir derinliğe doğru inişe geçmiş hayatların kesişme noktasından dikkatli gözler
tarafından çekilmiş fotoğrafların birleştirilmesini andırıyor gönül yarası. dünyayı ya da ülkelerini
kurtarmayı bir kenara bırakın, sevdiklerinin hayatlarını kurtarmayı bile başaramamış
kahramanlar, sefilliğimizin yüzümüze indireceği tokat için bizi daha ilk dakikadan uyarıyor.
yavuz turgul, bir hikaye anlatıcı olarak iyi ve kötüyü kalın uçlu bir kalemle çizmekten yine
başarılı bir şekilde sakınmış, yorum herşeyiyle seyirciye kalıyor. kendi içimize bu kadar
yakından bakınca ne kadar yorum yapabiliriz, o kısım belirsiz tabii. İnsanın içsel kaosuyla o
kadar sık ve o kadar sarsıcı anlarda karşılaşıyoruz ki, bir süre sonra kimin tarafından
olacağımızı keşfedemediğimiz gibi, taraf tutup tutmama konusunda da kuşkuya düşüyoruz. son
yıllarımızı nefesimiz tükenene kadar tartışmakla geçirdiğimiz sinemada sanal görsellik
konusunda savunulan tüm tezler, masum bir kız çocuğunun katıksız bakışıyla ve basit bir omuz
çekimiyle aktarılmış bir baba-oğul görüşmesinin yıkıcı etkisiyle altüst oluyor. elimizde kalan ise,
filmin sonunda bir avuç daha yalnızlık, bir parça daha kuşatılmışlık oluyor. Ümitlerini ve
ideallerini eski sandıklarda saklayanlarımız haklı olmanın verdiği gururla çıkıyorlar salondan,
bizler; henüz ümidi kesmemiş olanlar ise önümüzdeki insan denen varlığın mutlak
anlaşılamazlığını bir kez daha yüklüyoruz omuzlarımıza. bu etkiyi yaratmak için, bir yönetmenin
elinde çektiği tüm filmlerden daha değerli bir altın heykelcik olması ise, ne yazık ki yeterli
olmuyor. heykelciği son yıllarda bol bol toplayan muhafazakar sağcıların ve özbeöz siyah
blaxploidlerin böyle bir derdi yok zaten, o da ayrı bir konu.

film bana, belki çok alakasız görünecek ama ilk defa bir ferzan Özpetek filmi izlediğim zaman
hissettiğim sarsıntıyı yeniden yaşattı. İki filmde de yakaladığım ortak noktalar; yönetmenlerin
klasik araçları kullanarak film yapma tutkuları ve amerikan sinemasının tank namlusu gibi tüten
parmağıyla gösterdiği yöne gitmeyeceklerine dair inançları. turgul büyük bir hikaye anlatma
derdinde değil, o hikayeyi oyuncularının zaten büyüteceğini biliyor. siz filmi geriye doğru
yürütseniz, kurguyu paramparça etseniz seyirciyi sersemletmekten ve sahte entelektüellerin
sakallarını gülümsetmekten başka neye yarayacak ki; yılların öğretmeni Şener Şen, filmin
sonlarına doğru kral lear'vari monoloğuyla zaten anlatılması gerekeni özetliyor. bir kez daha
görüyoruz; büyük hikayeler, küçük gibi görünen insanlar üzerinden daha parlak aksediyor.
oyuncular, devlerin omuzlarından dünyaya bakan cüceler gibi olmaktansa zıplayarak duvarın
arkasına birşeyler fısıldamayı -neredeyse- kusursuzca başarıyorlar. gerçi Şener Şen'in iyi
oyuncularla oynaması ilk defa rastladığımız bir olay değil ama, özellikle timuçin esen'in
performansı konuşulmaya değer. bir aktör olarak içine girdiği kalıbı genişletmek yerine,
davranışlarını silikleştirip halil'i öne çıkarmayı denemiş, ve başarılı olmuş. karakterinin içerisine
düştüğü açmazları, rahatlamaları ve tekrar tekrar karşımıza gelen buhranları, hiç zaiyatsız
atlatıyor. meltem cumbul için söylenecek çok birşey kalmadı artık, böyle karmaşık ve tuhaf bir
rolde bile derinlemesine içimize nüfuz etmeyi becerebiliyor. kendisini yıllardır erkan can ile
karşılıklı izlemeyi hayal etmişimdir, bu da benim için ütopik bir hayal olarak kalacak gibi
görünüyor. mesela bir serdar akar filminde, karşılıklı tatlı tatlı konuşsalar.. eminim orada bile,
bu kadar zarif kalabilirdi. hayat tarafından bu kadar yara almış bir kadının gururunu karşımıza
dimdik ayakta çıkarabiliyorsa, yapabileceklerinin sınırı üzerine düşünmemiz gerekli.

tiyatro eleştirisi:
yazınsal etkinlik olarak tiyatro yapıtlarını değerlendirilmesi. 19. yüzyılda gazeteciliğin
yaygınlaşması ve eleştiri gücü kazanmasıyla gelişme gösteren tiyatro eleştirisi, gündelik
gazeteler ve sanat dergilerinde bir oyunun gösterimi üstüne tümünde değerlendirici,
yorumlayıcı bilgileri içerir; yazar, dramaturji, sahneleme, oyunculuk, sahne tekniği olarak
oyunun tümünü eleştiri konusu edinerek, okuyucuyu bilgilendirir. tiyatro eleştirisi,
gazetelerde gazetecilik boyutlarında kalırken, dergilerde daha geniş boyutlu
olabilmektedir. tiyatro eleştirisi, edebi eleştiri kapsamına girdiğinden edebiyat eleştirisi
yöntemlerini, edebiyat estetiği metodolojisini izlemek durumundadır. eleştiri
değerlendirme olduğundan, tiyatro eleştirisi de eleştirmenin siyasal-sanatsal dünya
görüşüyle bağlanımlıdır; bu nedenle de tiyatro eleştirisi'nin ölçütleri hep tartışmaya
açıktır. tiyatro eleştirisi günlük yayın boyutlarını aştığı, kuramsal çözümleme boyutlarına
ulaştığı zaman, tiyatro estetiği düzeyine yükselir. tiyatro eleştirisi, bilgilendirici,
bilinçlendirici, aydınlatıcı, uyarıcı, eğitici, yol gösterici, kısacası, yapıcı olma
durumundadır; sığ ve yıkıcı tiyatro eleştirisi, kolayından yargı ve değerlendirmeler,
sözkonusu tiyatro yapıtı ile okuyucu arasında doğru iletişim kurulmasına engel olur. Öte
yandan, ticari tiyatro sisteminin geçerli olduğu toplumlarda, tiyatro eleştirmenlerinin
değerlendirmeleri, tiyatroların ticari başarısı üstünde önemli bir rol oynar.
Örnek

ferhat İle Şİrİn


İstanbul Şehir tiyatrosu, nazım hikmet'in yazdığı, ragıp yavuz'un yönettiği ferhad ile
Şirin'i bu sezon ilk kez seyirci ile buluşturuyor
bildik bir doğu hikâyesinden yola çıkılarak yazılan ferhad ile Şirin, kişisel bir yolculuğun
giderek toplumsal bir varoluş serüvenine dönüşmesini sahneye taşıyor. İmge yüklü bu
doğu masalı, kendi düzlemine buyur ettiği gerçeklik çerçevesinde, bugünün yaşamına
dair önemli ipuçları sunuyor. aşkın yüceltildiği bir düzlemden, toplumsal olanın
önemsendiği bir varoluş serüvenine doğru ilerleyen öyküde, ferhad, her durakta yeniden
var olan âşık tipinin başat örneği olarak çıkıyor karşımıza.
ferhad ile Şirin hikayesi, bütün aşklara ilham oluşturabilecek motifler taşıyor. nakkaş
ferhad (ahmet Özarslan) yıllarca içinde duyumsadığı aşkı ustalıkla nakışlara döker.
mehmene banu (sevil akı), arzen ülkesinin hükümdarı olması bir yana, öncelikle bir
abladır. ve Şirin'e bir hayat bahşederken, güzelliğinden olmuştur. ferhad ile Şirin'in
(duygu erdoğan) aşkı, masalsı bir evrende buluşurken, mehmene banu, bu aşktan payına
düşen acıyı tadacaktır. aşkını görmezden geldiği vezir'inin (yalçın boratap) yazgısıdır
mehmene banu'yu da bekleyen. ve bir şart koşulur ferhad'a, Şirin'ine ulaşması için. Şartı
koyan mehmene banu'dur. İstenen, demirdağ'ın delinmesi ve halkın suya kavuşmasıdır.
halk suya kavuşmadıkça, yani demirdağ delinmedikçe; ferhad'ın Şirin'e ulaşması
mümkün değildir. başlangıcı itibarıyla mücerret (soyut) seyreden bir aşk; bir "yüz"le
somutlaşırken giderek toplumsal bir kıvamda sonlanır. demirdağ, Şirin'e ulaşmak için bir
araçken; toplumsal bir kaygıyla amaca dönüşür.
ragıp yavuz, rejisinde hikâyenin masalsı yanını öne çıkarıyor. Özellikle susuzluktan
kırılan halkı fon olarak algılatan bu hikâyede, halkın hükümdarı mehmene banu ile bu
halka su getirmek için aşkın bir işe girişen halkın kahramanı ferhad arasındaki diyaloglar
düşünüldüğünde, toplumsal gerçekçi bir söyleme de uzanabilecek özellikler taşıyan
hikâye, yavuz'un rejisinde naif dokunuşlarla hayat buluyor. dekorda yelpazelerin
kullanımı, bu tercihi destekleyen bir unsur.
ferhad ile Şirin, ölüm ile yaşam arasına sıkıştırdığımız tercihler ile aşk ve nefret
arasındaki gelgitleri sahneye taşıyor. aşk, bazen pişmanlık bazen umut ışığı yaksa da her
daim bir âşık mâşukun ateşiyle yanıyor. mehmene banu, vezir, ferhad ve Şirin, aşkta
eşitleniyor. ancak her birinin payına bazen sevinç; çokça hüzün, acı, keder ve bekleyiş
düşüyor. her birimizin payına...
dekor tasarımı, masalsı bir atmosfer oluşturuyor
ragıp yavuz'un yönettiği ferhad ile Şirin'in dekor tasarımı barış dinçel'e, kostüm tasarımı
duygu türkekul'e, müzikleri mazlum Çimen'e ait. işık tasarımını ayşe sedef ayter'in,
koreografisini yasemin gezgin'in, efektlerini ersin aşar'ın ve dramaturjisini arzu işıtman'ın
gerçekleştirdiği oyun, ekim ayı içerisinde fatih reşat nuri sahnesi'nde (1-9 ekim) ve
Ümraniye sahnesi'nde (12-16 ekim) seyirciyle buluşacak.
hÜseyİn sorgun 04 ekim 2005, salı

sunum
eleştiriler,genellikle gazete ve dergilerde yayimlanir. zaman zaman bir araya
getirilerek bir kitap da toplanir. bazi eleştiriler çok uzundur. böyle eleştiriler kitap
olarak yazilir.
eleştiriler,sanattan ve sanatçidan anlayan kültürlü kişilerce yazilir. ancak bizler de
kendi çapimizda basit eleştiriler yazabiliriz.
eleştiriler de belli plana gör yazilir. kisa eleştiri yazilarini giriş
bölümünde,eleştirilecek kişi ya da yapit genel çizgileriyle tanitilir. gelişmede çeşitli
özellikleri,başarili-başarisiz yanlari...örneklerle anlatilir. sonuçta da bir yargiya
varilir. bu yargi; ya olumlu,ya olumsuz,ya da bazi yönlerden olumlu,
bazı yönlerden olumsuz olabilir.

tablo için
ama, bu yazılar da, biçem açısından aynı türden değil. biçemleri dikkate alındığında, şair-
eleştirmenlerin eleştiri yazıları da kendi içinde, tavlama yazısı ve bilgi üreten yazılar
olmak üzere ikiye ayrılır. tavlama yazılarının temel özelliği, kendilerini sınayacak
örneklerden yoksun oluşlarında veya kendilerini test edecek örnekleri göze
alamayışlarında görülür. bunlar, yazıdaki öznenin inancını dile getiren yazılardır. bu
özneye göre, tek değer kendisidir veya kendi dışında başka bir değer var değildir. Özne,
muhalif düzlemden konuşuyor gibidir. ama bu muhaliflik sürekli iktidar konumunda olan
bir muhalifliktir. tavlama yazılarına attila İlhan, İsmet Özel, murathan mungan ve roni
marguies'in şiir/eleştiri yazıları örnek verilebilir.

bilgi üreten yazılar ise, belli bir şiir beğenisine ilişkin varsayım ve görüşlerden çok,
varolan şiire ilişkin bilgi üretmeyi hedefleyen yazılardır. bu yazılar da, kendi içinde ikiye
ayrılır: Şair edasıyla yazılanlar ve arayış veya arama problemiyle yazılanlar. Şair edasıyla
yazılan yazıların hareket noktası, söz konusu yazıyı yazan şairin kendi şiirine ilişkin
şairlik deneyimi ile kendi şiir anlayışına ilişkin beğenidir. bu yazıların temel özelliği,
biçernin, söz konusu deneyimin olgunluğunu dile getirmesinde görülür. Şair, genel olarak
şiir hakkında konuşurken aynı zamanda kendi şiiri hakkında konuşmakta, kendi şiiri
hakkında konuşurken aynı zamanda genel şiir hakkında konuşmaktadır.

yahya kemal, behçet necatigil, turgut uyar, (günler bağlamında) cemal süreya, İlhan berk,
gülten akın, hilmi yavuz, ataol behramoğlu, tahir abacı, Şavkar altınel, haydar ergülen,
orhan kahyaoğlu, cihan oğuz, osman Çakmakçı, ayhan kurt gibi şairlerin yazıları, bu
türün örnekleri içinde yer alır.

arayış problemiyle yazılan yazıların temel özelliği ise, genel olarak şiire ilişkin argüman
üretmekle birlikte, çeşitli kuramlardan hareketle yazılmakta olan şiiri tanımlama
girişiminde görülmektedir. bu yazılar, kuşkusuz, şairlerinin gerek şiirlerine gerekse şiir
anlayışlarına ilişkin yargıları da içerirler. ama, bu dolaysız olarak dile getirilmiş değildir.
bu yazıların olanaklı en öznel yorumu, şairlerinin kendilerinin de içinde bulunduğu
dönemi açıklama, anlama kaygısı içinde olduklarını dile getirir. ahmet hamdi tanpınar,
ahmet oktay, cemal süreya, Özdemir İnce, enis batur, ali günvar, ebubekir eroğlu, güven
turan, mahmut temizyürek gibi şairlerin yazıları bu bağlam içinde yer almaktadır.

eleştirmenleri de, yazılarının biçemleri bakımından, önce, bilgi üretenler ve kuşkucular


olmak üzere ikiye ayırmak olanaklıdır. kuşkucular derken, herhangi bir değerin temsili
olmayan yazıları kastediyorum. kuşkuculuk, bugün, "mahvetmesini bilmeyen
eleştirmesin!" argümanı ile "auschwitz'den sonra şiir yazılamaz!" sözü arasındaki
düzlemde kendisine temsil bulmaktadır.

tavlama yazılarında da görüldüğü gibi, kuşkucuların da hareket ettirici nedeni, "çamur at


izi kalsın!" sözünü dile getirten duygudur. bu yazılarda, eleştiri konusu edinilen nesne,
argümanlar ve ileri sürümler değil, söz konusu edinilen yazarının kişiliği ve itibarıdır.
mahvedilmek istenen kişilik ve yazınsal itibardır, değerler, argümanlar veya görüşler
değil. kuşkucular için, argüman veya görüşlerin bir değeri yoktur. değerleri çiğnemek,
tutarsızlık ve çıkarlara göre edimde bulunmak, bugün, kuşkuculuğu yönlendiren veya
ortaya çıkmasını neden olan temel özellikleri oluşturmaktadır. kuşkusuz, eleştiri kuşkuyu
içerir. ama, bu kuşku, ileri sürülen argümanın anlamını, güvenilirliğini ve insani yaşama
katkısının ne olduğunu sınamaya, test etmeye yöneliktir. eleştiride kuşku, bir başlangıçtır,
yoksa bir varış noktası değil. eleştiri, kuşkuculuğa karşı bir tasarım olarak kurulmuştur ve
bu kuruluş, değerlerin korunması, ahlaklılık, tutarlılık ve aydınlanma ilkesinden bağımsız
değildir. eleştirinin amacı, değerlerin çiğnenmediği, insanların çıkarlarına göre değil
ahlaklılık ve tutarlılığa göre eylediği aydınlanmış bir dünya için bilgi üretmektir.
kuşkuculuk, bilgelik ve erdemin kendisi için olanaklı olmadığını gören bilincin bütün
değerlere saldırısıdır aslında.

eleştirinin varlık nedeni bilgi ortaya koymaktır. eleştirinin konu nesnesi, sanat
yapıtlarıdır. bu bilgi, sanat yapıtlarının taşıdığı imgede gizlidir. eleştirinin görevi, sanat
yapıtının taşıdığı bilgi imgesini ideleştirmektir. kavramlaştırmak da diyebiliriz buna. ama
her kavramlaştırma tanımlamakla olanaklıdır.

bilgi üreten eleştirmenler de biçemleri bakımından, kuramsal anlamda arayış halinde


yazanlar ile eleştiriden statüsünden yazanlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. kuramsal
anlamda arayış halinde yazanlar, metnin anlamını, metin-şair ve şairin yaşadığı tarihsel
dönemle bağlantısında tanımlayan eleştirmenler ile, metnin anlamını metnin kendisine
göre tanımlayan eleştirmenler olarak kendi içinde ikiye ayrılmaktadır. bu türün temel
özelliği, şaire yaklaşımında görülmektedir. bu anlayışa göre, şair, ergin olamama halinden
ergin olma haline evrilen henüz reşit olmamış bir çocuk değil, tam tersine ergin olmuş
halde ele alınması gereken bir öznedir.

murat belge, orhan koçak, oğuz demiralp birinci bağlam içinde yer alırken; hüseyin
cöntürk, füsun akatlı, mustafa durak, necmiye alpay, kemal bek ikinci bağlam içinde yer
almaktadır.

İkinci bağlamın en önemli jsmi, kuşkusuz, hüseyin cöntürk'tür. türkiye'de şiir eleştirisinin
bağımsız bir disiplin olarak kurulma girişimi cöntürk'le başlar. ama, bu girişim, onun geri
çekilmesiyle birlikte '60'lı yılların sonunda, bir ruhun ait olmadığı bir bedende kalışı gibi,
kalmıştır. çünkü, bu eleştiri anlayışı, şairin, ergin olmuş bir tamlık içinde algılanması
gerektiğini, ergin almamışlık "halinin ergin olamamışın kendisi tarafından aşılması
gerektiğini (cöntürk, bu nedenle her şairin, şiir yayınlamadan önce eleştiri yazısı yazması
gerektiğini dile getiriyordu sürekli), dolayısıyla eleştirinin, ergin olmamışı ergin hale
getirme çabasından vazgeçmesi gerektiğini, dile getiriyordu.

eleştirmen statüsünden yazan eleştirmenlerin temel özelliği ise, temsil ettikleri statüyle
özdeşleşmiş olmalarında görülmektedir. bu özdeşlikle ıralanan bu kimlik, türk şiir
ortamının da kabulünü kazanmış genel bir itibara sahiptir. bu eleştirmenler de kendi
içinde, izlenimciler ve f'ikirciler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

İzlenimciler derken, şairi, başlangıçından, yani bir ergin olmama durumu olarak gençlik
döneminden başlayıp, olgunluk dönemine kadar izleyip ,takip ederek, ondaki her olumlu
gelişmeyi tanımlayıp destekleyerek, yani onu ergin olma haline getirme edimlerini içeren
eleştirmenlik biçemini kastediyorum. İzlenimci eleştirinin temel tezi, eleştirmenin
izlenimlerini betimlenmesini dile getirdiğini ileri sürülmesine karşın, türkiye'de bu
eleştiri anlayışını yönlendiren temel öğe, varolanın izlenimlerinden çok, olacak olanın,
olmakta olanın nasıl olması gerektiğini belirleme kaygısı olmuştur. bu eleştiri anlayışının
kare asını nurullah ataç, memet fuat, mehmet h. doğan ve doğan hızlan oluşturmaktadır.
cumhuriyet dönemi türk şiiri, yüzyılın başından 90'ların sonundaki yerine gelmişse, bu
biçemin 'yol arkadaşlığıyla' gelmiştir. ramis dara, bu eğilimin en genç temsilcisidir; belki
de son temsilcisi.

fikirciler derken ise kastettiğim, ilkin, eleştirmenliğin tümdengelirnci bir biçemle


yapılmasıdır. bu tür içinde yer alan eleştirmenler, temsil ettikleri anlayışın genel
doğrularından hareketle yazılan şiiri veya şiir edimlerini 'tanımlayarak, söz konusu genel
doğruya/beğeniye göre yapıtın veya edirnin yanında veya karşısında yer alıyorlardı. asım
bezirci ile eser gürson bu türün en güçlü örnekleridir. aynı tür içinde olmakla birlikte, her
ikisi de birbirine karşıt konumda yer almaktaydılar. İlki, 'bilimden yana', ikincisi ise,
'edebiyattan yana' olmaklıkla tanımlamışlardı kendilerini. ve, birbirine benzer trajik
nedenlerle, yaşayanların dünyasından ayrıldılar. bu eğilimin, yine çok farklı bağlamlarda
yer almalarına rağmen, günümüzdeki temsilcileri hasan bülent kahraman ile sabit kemal
bayıldıran'dır.

nurullah ataÇ Örnek

“Çocuklara aşk şiirlerini öğretmediniz mi gerçekten güzel şiir gösteremezsiniz. bunun 

içindir ki birtakım yavan lâkırdılardan başka bir şey belletmiyorlar çocuklara. Şiiri 

sevdiremiyorlar onlara. 

ne olur, çocuk aşk şiirlerini öğrenirse? aşk sevda düşünür de derslerine çalışmazmış, 

erkekse kızlara, kadınlara söz atar, kızsa kendisine söz atılmasından hoşlanırmış. onlara  
aşk 

şiiri öğretmek âşık olmalarına, çapkınlık etmelerine izin vermek olurmuş. siz izin  
vermezseniz, 

aşk sözü etmezseniz onlar kendiliklerinden öğrenmeyecekler, değil mi? ama oğlunuz 

büyüyünce, şöyle on sekiz on dokuz yaşını bulunca kızlara bakmazsa bu sefer de  
korkarsınız, 

bir eksikliği, bir hastalığı mı var bu çocuğun diye hekime danışırsınız.

Çocukların bir yaşa gelince, aşk düşünmeleri tabiatın bir buyruğudur, bunun önüne 

geçemezsiniz. Öyle ise aşklarını, o duygularını da eğitimden geçirin. güzel aşk sözlerini 

öğretin, imrensinler onlara, birbirlerini sevdiklerini söylerken onları kullansınlar, onlara  
benzer 

sözler bulmağa çalışsınlar 

ama çocukların tabii isteklerini saklamaları daha doğru bulunuyor. böylece sinsiliğe, 

ikiyüzlülüğe yalancılığa sürüklüyorlar onları, sonra da eğitim diyorlar, terbiye diyorlar  
bunun 

adına” (ataç, 1971, 89­ 90) 

bu açıdan vasfi mahir kocatürk’ün metinlerle türk edebiyatı adlı ders kitabında, tevfik 

fikret’in “balıkçılar” şiirinde yaptığı değişikliği tenkit eder. vasfi mahir kocatürk “deniz  
kadın 

gibidir: hiç inanmak olmaz ha!” mısraındaki kadın kelimesinin yerine çocuk kelimesini 

koymuştur. Çocuğu aşk duygusundan korumak endişesiyle başkasının sözü değiştirilmiş, 
yani 

“hile­i şer’iye” yapılmıştır. ataç, bu değişikliği çocukları yalana alıştıracak bir örnek 
olarak 

görür: 

“aşk tehlikeli bir konudur, çocuklara açmağa gelmez. ama ötekinin berikinin sözlerini, 

yazılarını değiştirmek, olur. ne kötülüğü var? yalana alıştır çocukları. yalan da biliyoruz,  

toplumun direği, temel taşıdır...” (“ders kitapları”) (ataç, 1972, 281).7 ataç’ın bu görüşü 
hem 

ders kitaplarına giren metinler, hem de çevirilerdeki değişiklikler açısından hâlâ değerini 
korumaktadır.

orhan seyfİ orhon Örnek. 

orhan seyfi orhon, daha garip hareketinin varlık mecmuasında görülmeye 

başladığı dönemde, edebiyat tenkidi alt başlığı altında yayımlanan “varlık 
mecmuası Üzerine” isimli yazısında edebiyatımızın o zamana kadar alışık olmadığı 

bu yeni şiir örneklerini eleştirmiştir: 

“(...)artık şiir yazabiliriz. yalnız dikkat edin, içinde vezin, kafiye, 

şekil, his, hayal falan olmasın. 

montör sabri ile 

daima geceleyin 

ve daima sokakta 

ve daima sarhoş konuşuruz 

o her seferinde 

(eve geç kaldım) diyor 

ve her seferinde, 

kolunda iki okka ekmek. 

bitti. İmzayı atalım. oktay rıfat.[ 

] nasıl yeni tarzda şiir yazmak 

kolay değil miymiş? ah, keşke ağaçlar kalem, denizler mürekkep ve 

bir iki hafta boş zamanımız olsa da birkaç yüz cilt şiir yazıp ortaya 

çıkıversek!”

orhan velİden cevap Örnek

orhan seyfi’nin akbaba’da bobstil şairlere dair yazdığı tenkit yazılarından 

en dikkat çekeni ise, “yegâne münekkidimiz nurullah ataç’tan bir rica” 

başlıklı 

olanıdır. Çünkü orhan seyfi, bu yazısında orhan veli’nin 17.06.1939 tarihli bir 
mektupla akbaba’da basılmak üzere yaz senfonisi adlı bir şiir gönderdiğini 

belirtmiş, garip şiirinin o dönemde en önemli savunucusu olan nurullah ataç’tan 

da bu şiirin orhan veli’ye ait olup olmadığı noktasında fikirlerini sormuştur. 

orhan seyfi orhon’un akbaba mecmuasında neşrettiği orhan veli imzalı 

şiir aşağıda verilmiştir: 

yaz senfonİsİ! 

nazif toker’e 

sonbaharı beklemek ne de zor, 

henüz patlıcanlar renk vermedi... 

samanpazarı esniyor durmadan! 

bu yaz asla bereket getirmedi 

tembel bir merkeptir zaman, 

yıldızlar tükeniyor gökyüzünde... 

mevsimler bir İspanyol öküzünde, 

haykırıyor zaman zaman!... 

­ankara­ 

orhan veli 

yaz senfonisi isimli şiir, kullanılan imgeler göz önüne alındığında garip şiir 

hareketinin özelliklerini yansıtmaktadır. Şiirde geçen “patlıcanların renk 

vermemesi”, “samanpazarı’nın esnemesi”, “zamanın tembel bir merkep olması”, 

“mevsimlerin bir İspanyol öküzünde haykırması” gibi ifadeler türk edebiyatının o 

döneme kadar alışık olmadığı imgelerdir. Şiirde bu tarz kullanımlar, garip 

hareketi ile edebiyatımızda görülmeye başlanmıştır. 

nazif toker’e ithaf edilen şiirin ilk dörtlüğünde, yaz mevsiminden 
kaynaklanan rehavet anlatılmaktadır. İkinci dörtlükte ise, genel olarak zaman 

kavramı değerlendirilmektedir. Şiirin ikinci dörtlüğünde zamanın tembel bir 

merkebe benzetilmesi, ilk dörtlükteki sıkıntının yansıması olarak düşünülebilir. 

yaz senfonisi, dörtlüklerden müteşekkil bir şiirdir ve şiirin mısralarında 

hece sayıları arasında simetrik bir uyumun olduğu gözlemlenmektedir. İlk 

dörtlükte hece sayıları 10 ve 11’li, ikinci dörtlükte ise 8 ve 11’li heceler art arda 

ya da çaprazlama gelecek şekilde sıralanmıştır. 

akbaba dergisi, dönemin tirajı en yüksek dergisidir ve bu sebeple orhan 

veli’nin bu dergiye yukarıdaki şiiri gönderme ihtimali vardır. bu şiir akbaba 

dergisinde yayımlandıktan sonra orhan veli ve nurullah ataç, orhan seyfi’nin 

yazısına cevap mahiyetinde bir yazı kaleme almamışlardır. bu durum da yaz 

senfonisi adlı şiirin orhan veli’ye ait olma ihtimalini artırmaktadır. 

orhan veli’nin gerçekten orhan seyfi’ye akbaba’da neşredilmek üzere 

yukarıdaki şiiri gönderip göndermediği yahut böyle bir mektubun var olup 

olmadığı noktasında şüphelerimiz olmakla birlikte [fakat böyle bir mektup varsa 

ve bu şiir de orhan veli’ye aitse] şairin adam ve yapı kredi yayınevlerince 

neşredilen ve bütün şiirlerini toplayan kitaplarında bu şiir görülmemektedir

You might also like