Professional Documents
Culture Documents
herhangi bir kişiyi, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlışlarını dile
getirerek göstermek amacıyla yazılan metinlerdir. hedeflenen öğeyi
doğru ve yanlış yönleriyle tanıtmayı amaçlayabileceği gibi, bu öğenin
doğru tanıtılmasını sağlamayı ve bir değerlendirmeyi de hedef alabilir.
temeli ilkçağa dayanan eleştiri, ancak xix. yüzyılın ikinci
yarısından sonra bağımsız bir yazı türü olma niteliğini
kazanmaya başlamıştır. eleştirmen,bir sanat eserinin gerçek değerini,özünü
yapılışını,değerli-değersiz yanlarını ortaya koyar.eleştirmenin görevi güzellik yaratmak değil,yaratılmış
güzelliği yargılamak,okurlara tanıtmaktır.
tarihsel eleştiri
sanatÇiya yÖnelİk..
ahmet yıldız
Ülkemizinin gündeminin değişimine yetişmek gerçekten zor. Çoğu yazar/şair ve
“aydın” bu değişkenliği tarihsel yerine oturtmakta zorlanıyor. sürekli yer
değiştiren toplumsal aktörlerin -her depremle gerçek yerine oturup sağlamlaşan
yer küremizin durumundan farklı değil bu- bir önceki konumları, onları
aldatıyor. Örneğin, bize hayal ülkesi kadar uzak vietnam’da saldıran bir abd
emperyalizmiyle, tam sınırımıza sırtını dayamış bir emperyalizmin, ülkemizdeki
toplumsal güçler arasında değişkenliğe neden olması doğal değil midir?
abd askerlerinin bir tekmeyle dergimizin kapısını kırıp içeri girme korkusunu,
onlar vietnam’dayken düşleyemiyorduk ama bugün düşleyebiliyoruz! kürt
halkının demokratik haklarının iyileştirilmesi için çabalarımızın üzerine
emperyalizmin balıklama atlayacağını ve bizi birbirimize düşman etmek için
kullanacağını o zaman bilebilir miydik? bugün daha dikkatli olmamız, onların
tuzağına düşmek istemememiz akıllı bir davranış değil midir? emperyalizmin
“demokratikleşme” yalanına kanarak bölgemizde yeni haritalar istiyor oluşuna
katkıda bulunmak doğru tavır mıdır?
emperyalizm, bölgemize sömürgecilik dönemindeki gibi “açık işgal”le girdi. bir
zamanlar var oluşlarına katlandığı, milliyetçiliklerini desteklediği ülkelerin,
bugün etnik milliyetçilerini destekliyor. artık bölge devletlerinin; bir İran’ın, bir
suriye’nin, bir türkiye’nin ayakta kalmasını sağlayacak tek çağdaş güç, güçlü
ulusal yapılarıdır.
•
somut durumun somut tahlili”ni yapmaktan aciz “ahmak”lar yirmi yıl öncesinin
gözlükleriyle baksınlar: biz onlara “yeni gericiler” diyoruz. yani, en sol söylemle
emperyalizme hizmet eden, halkın, biricik demokratik kazanımı olan laiklik
kaygılarıyla ve tam bağımsızlık şiarıyla düzenlediği pırıl pırıl bir mitinge bile
katılma kararı alamayan, cumhuriyeti savunma bilinci bile olmayan bir gericilikle
karşı karşıyayız.
yalnızca enternasyonalist bir lafızla, demokratlık söylemiyle solcu olunamaz.
karşınızdaki emperyalizmin ve işbirlikçilerinin manevralarını, politikalarını
çözümleyemiyorsanız ve bu çözümlemede kıbleniz hep yoksul halkta, geniş
kütlelerde olmuyorsa, uyanık değilseniz, emperyalizmle aynı ata binmiş
olduğunuzu düştüğünüz zaman ancak anlayabilirsiniz!
bu baylara sormak gerekir: -sizin de katıldığınız!- (attığınız slogana, abd dışişleri
bakan yardımcısı “harika bir slogan” demişti!) hrant dink’in cenaze törenini
naklen yayınlayan, kanal d’nin, cnn’nin, ntv’nin -sizin de katılmadığınız!-
cumhuriyet mitingi’ni, bırakalım naklen yayını, haberlerde bile geçiştirmesinde
bir gariplik yok mudur?
•
buradan bakınca türkiye’de yolların çoktan ayrıldığı görülmektedir. son bir hafta
içinde, genelkurmay başkanı’nın konuşması, cumhurbaşkanımızın konuşması ve
halkın konuşmasıyla (cumhuriyet mitingi) birlikte, artık önemli bir dönüm
noktasına gelindiği bellidir. bu üç olayın aktörleri, ülkemiz ve halkımız için en
büyük tehlikenin abd, ab ve onların iç (akp hükümeti), dış (barzani ve işbirlikçi
irak hükümeti) olduğunu söylediler. yıllardır aynı gerçeği, kanı pahasına haykıran
ve bunun için çok çekmiş “sol”un reflekslerinin değişmesi de zor!
•
türk edebiyatı mı? m. c. anday’ın daha geçen ay ilk kez yayınlanan “toplu Şiirler”i
bile 2 bin basılıyorsa, yere serilmişiz demektir!
yayınlanan bir kitap artık yazarın mahremiyetinden çıkmış
ve okurların beğenisine sunulmuştur. dolayısıyla okur,
piyasaya sunulan bir kitabı alıp almamakta özgür olduğu
gibi, okuduğu kitabı beğenip beğenmemekte de özgürdür.
bu konudaki öznel düşüncelerini, duygularını dost
sohbetlerinde dilediği biçimde ifade eder. her türlü
eleştirisini özgürce dile getirebilir. sonuçta yazarlar da,
yapıtları da, her açıdan eleştirilebilir, hatta eleştirilmeli,
tartışılmalıdır da.
bir okur olarak eleştirmenler de elbette aynı haklara sahiptir. ancak, belirli bir
“yetkinlikle” donatılmış olduğu varsayılan ve bu “yetkinlik” adına görüşlerini yayın
yoluyla kamuoyuna sunan, bir anlamda okuru yönlendirme ya da etkileme olanağına
sahip olan eleştirmenlerin konumu diğer okurlardan biraz farklıdır. ciddiye alınmak ve
inandırıcı olmak isteyen bir eleştirmen, salt kendi öznel düşünce ve duygularını
yansıtmakla yetinemez.
“eleştiride sınır ve seviye” başlıklı yazısında sayın füsun akatlı’nın da belirttiği gibi,
edebi olduğu iddia edilen bir değerlendirme yapılacaksa, bir takım geçerli kriterlere sahip
olmak gerekir: “edebiyatla ilişkiliymiş gibi sunulan, ama o ilişkinin asgari gereklerini
hiçe sayan (…), epeyce düşük seviyede ve demagojik bir üslupla kaleme alınmış” bir yazı,
eleştirisi yazısı değildir. “bu alanlarda neyin ‘düşünce’, neyin demagoji, neyin küfür
olduğunu ayırt edebilecek ölçütler” vardır (virgül, mart 2001).
Örneğin, bir romanın bütün kahramanlarını yazarın yarattığını, tüm diyalogların onun
kaleminden çıktığını, kahramanların başlarına gelenler hakkında okurun edindiği tüm
bilgilerin yazarın bilinçli kurgusunun ürünü olduğunu hesaba katmadan yapılan bir
eleştirinin pek “anlamlı” olmayacağı açıktır. aynı şekilde, eleştirmenliğe soyunan kişinin,
kafasında yazarla özdeşleştirdiği roman kahramanlarından birine (dolayısıyla yazara)
saldırmak için, bir diğer roman kahramanının anlattıklarını kendine mal ederek
kullanmaya kalkışması, dahası, roman kahramanlarından birinin sözlerini kendi adına
benimseyip, (aslında yine yazarın yazmış olduğu!) o sözler sayesinde ve yazarın yaratmış
olduğu o kahraman adına yazarı ya da yapıtını “eleştirmesi” de gülünç olur.
yazarla romanının kahramanlarından birini özdeşleştirmek sıkça yapılan bir hatadır.
yazarın kimliği, duruşu ve düşünceleri elbette yapıtlarına şu ya da bu biçimde yansır.
ancak edebi bir yapıtta, romanda, bu yansıma dolaylı yoldan, yapıtın bütünü içinde
gerçekleşir. başka bir deyişle, roman kahramanlarının ağzından çıkan her sözü bire bir
yazarın düşüncesi olarak değerlendiren, roman kahramanına atfettiği kişilik kusurlarını
yazarın kişiliğine mal eden, buradan hareketle de yazarı itham eden bir eleştiriyi ciddiye
almak olanaksızdır. zaten bu mantık geçerli olsaydı, psikopat bir katilin iç dünyasını
anlatan bir romanın yazarı hakkında (hele iç konuşma ya da birinci tekil şahıs türü bir
anlatımı seçmişse!) derhal suç duyurusunda bulunmak ya da onu cinayetten tutuklamak
gerekirdi…
edebiyat eleştirisi açısından önemli olan roman kahramanlarının sempatik ya da
antipatik olmaları, doğru ya da yanlış düşünmeleri değil, roman kahramanlarının
kişiliklerinin yazar tarafından ne şekilde ve hangi yöntemlerle aktarıldığıdır. dolayısıyla,
görüşlerini ya da kişiliğini beğenmediği bir roman kahramanıyla polemiğe giren, onun
düşüncelerini ya da tavırlarını hakarete varan sözcüklerle mahkum eden bir kişinin yaptığı
işin, “edebiyat eleştirisi” olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. başka bir deyişle, yazar,
eleştirmenin görüşlerine çok ters düşünceler savunan ya da ona çok antipatik gelen bir
roman kahramanı yaratmışsa dahi, eğer onu eleştirmende “haklı” ve “haysiyetli” bir öfke
yaratacak derecede başarılı bir şekilde betimlemişse, gerçek bir eleştirmenden beklenen,
kahramanıyla yazarı özdeşleştirip yazarı aşağılaması değil, bu anlatım ustalığından ötürü
yazarı kutlamasıdır…
unutulmamalıdır ki, roman kahramanlarının düşünceleri, yazarın kendi doğrularıyla
taban tabana zıt olabilirler. roman kahramanları (tıpkı gerçek insanlar gibi!) çelişkili
düşünceler de taşıyabilirler, ya da farklı kahramanlar, aynı roman içinde birbirleriyle
çelişen görüşler ya da tutumlar da sergileyebilirler. bu nedenle, yazarın, her hangi bir
konuda yapıtına yansıttığı kendine ait düşünceleri, soruları, kuşkuları ya da kaygıları
anlayabilmek, yorumlayabilmek için, romanın bütününde söylenmek istenenleri ele almak
gerek. Çünkü romanın şu ya da bu bölümünde sahneye konan olaylar, şu ya da bu
kahramanın her hangi bir bölümde dile getirdiği düşünceler, romanın bütününde
anlatılmak istenenlere hizmet eden kurmacanın bir parçasıdır.
ayrıca, romanların düşünsel içerikleri, (öznel algılarını her şeyin üstünde tutanların
sıkça yaptıkları gibi) yüzeysel bir okumayla kestirmeden çözümlenemeyecek kadar
karmaşık olabilirler. romancıların kurcaladıkları sorunlar ya da sorguladıkları düşünceler,
ezberledikleri kutsal metinlerin kerameti ya da şeyhlerinin fetvalarıyla her şeyi
halledebileceklerini sanan müritlerin basit, basmakalıp ve kesin yargılarıyla içinden
çıkılamayacak nitelikte olabilirler. totaliter zihniyetin kendinden emin ak ve kara
dünyasından farklı olarak, romancının dünyasında henüz yanıtı bulunamamış sorulara,
çözülememiş sorunlara, tartışmalara, yanılmalara ve çelişkilere de yer vardır. Üstelik,
siyasi ya da ahlaki düşüncelerin tartışıldığı ya da ele alındığı bir roman dahi, ne bir siyasi
manifestodur, ne de bir ahlaki davranış kılavuzu. bu anlamda, sıradan siyasi
polemiklerden ya da ahlak zabıtalarının vaazlarından farklı olarak, edebiyat eleştirisi
ciddi bir iştir, gerçek bir yetkinlik ister.
kaldı ki, yazarın ya da roman kahramanlarından birinin düşünceleri eleştirilecekse
de, bu eleştiri dürüst bir biçimde, gerçekten söylenen sözlerin ya da gerçekten ifade edilen
görüşlerin eleştirisi olarak yapılmalıdır. eleştirilen yapıtın bir yerinden cımbızla çekilmiş
ve bağlamından koparılmış, başı sonu tıraşlanmış alıntıları, metnin başka bir yerinden
alınmış ve benzer şekilde bağlamından koparılıp tıraşlanmış alıntılarla alt alta koymak
suretiyle, yazara (ya da bir roman kahramanına) kendisine ait olmayan düşünceler
atfetmek, sırtlarına bir takım yaftalar asmaya kalkışmak, asgari entelektüel dürüstlükten
yoksun bir yöntemdir. 1930’larda goebbels’in hitler adına, jdanov’un da stalin adına en uç
noktasına kadar geliştirdikleri bu yöntemin adı tahrifattır, karalamadır. Özellikle yoz
siyasi polemiklerde sıkça karşımıza çıkan bu yöntemin amacı, düşünce yaşamı üzerinde
terör estirmek ve cadı avları tertiplemek suretiyle, gerçek anlamda bir düşünce
tartışmasını olanaksız kılmak, aykırı sesleri susturmaktır.
hele hele yazarlardan, tüm duyarlılıklarını ve otosansür de dahil her türlü sansürden
arınmış düşüncelerini yapıtlarına yansıtmaları beklendiği düşünüldüğünde, bu yöntemin
edebiyat tartışmalarına da egemen olmasının çok vahim sonuçlar doğuracağı açıktır. ciddi
tartışmaların ve eleştirinin alanının zaten iyice daraldığı, kendini ifade edebilme
araçlarının iyice azaldığı bir ortamda, edebiyat, sanat ve genel olarak düşünce hayatına
provokasyonun, terör estirmenin ve düzeysizliğin egemen olması halinde, az sayıdaki
okurun edebiyattan iyice soğuması, yeterince hırpalanan ve yıpratılan yazarların esas
işlerinden uzaklaşıp verimsizleşmesi, egemen yozlaşma karşısında direnmekte güçlük
çeken düşünce yaşantımızın da iyice sığlaşması kaçınılmaz olur.
her şeyin ötesinde, edebi bir eleştirinin de bu niteliğe uygun bir düzeyi ve üslubu
olması gerekir. Çirkin, düzeysiz, saldırgan bir üslupla yazılmış, hakarete varan ifadeler
içeren, tahrifat, demagoji, provokasyona dayalı bir metin, eleştirdiği yapıtı beğenmemiş
bir eleştirmenin kaleminden çıkmış “normal bir eleştiri yazısı” olarak kabul edilemez. bu
tarz bir üslubun edebiyatla ilgili tartışmalarda yeri olmaması gerektiği açıktır. zaten
gerçek edebiyat okurları da, okumamış oldukları bir roman hakkında yapılmış olsa dahi,
bu tarz “eleştirilerin” edebiyat dışı bir iş olduğunu rahatlıkla anlarlar. kaldı ki üslup
kişiliğin aynasıdır ve bu tür bir üslupla “edebi eleştiri” yaptığını sananların tek
başardıkları şey, kendi kişilik yapılarını ve ruh hallerini sergilemektir.
sonuç olarak, sayın akatlı’nın adı anılan yazısının başında dile getirdiği düşüncelere
(daha doğrusu çağrıya) katılmamak elde değil: “eline kalemi alan, lahana tarlasına
bıçakla dalar gibi edebiyat dünyasına dalar, yazarların kişiliklerine saldırmaya,
provokasyon yapmaya, terör yaratmaya başlarsa, kendine saygın bir derginin sayfalarında
yer bulamayacağını bilmeli, nedenini merak etmediğim öfke ve kinini söndürmenin başka
yollarını aramak zorunda kalmalıdır”.
sinema eleştirisi (film .gen.tr. )
"...pençe namıyla ortaya atılan o saçmasapan şeylerin birbirine eklenmesinden mütehassıl şerif, memleketimizde
yalnız sanayi-i nefise müntesipleri değil, her türk'ü utandırmıştı. herkes, pek bi-gane olduğumuz bu sanata karşı,
biraz daha az bala-pervaz olmamızı haysiyet-i milliye namına temenni ediyordu..."
" muhsin ertuğrul, temaşa dergisi, ağustos 1918
esra biryıldız'ın "Örneklerle türk film eleştirisi" adlı çalışmasında yer alan “eleştiri yöntemleri"
daha çok gündelik gazetelerde ve magazin dergilerinde yayınlanan bu çeşit yazılarda, filmin çok kısa fllmografısi
verildikten sonra konusu da çok kısa anlatılmaktadır. genellikle bir değer yargısı ve yorum belirtilmemektedir.
ancak bazen de değerlendirme yapılan, yorumda bulunan tanıtma yazılarına rastlanmaktadır. bu tür tanıtma
yazılarında yorumlar ve değerlendirmeler bir iki kelimeyi geçmemektedir ve daha çok izlenimci eleştiri yöntemine
dayanmaktadırlar.
ciddi fikir gazeteleri, siyasi dergiler, sanat dergileri ile yarı magazin dergileri ve ciddi sinema dergilerinde yer alan
film eleştirilerine "klasik eleştiriler" adını veriyoruz. klasik eleştirilerde filmin kısa filmografisi verildikten sonra
(zaman zaman filmografiyi vermeden de yapanlara rastlanmaktadır) konu kısa bir biçimde anlatılmaktadır. daha
sonra fazla detaya inmeden filmin görüntü, ses, renk, senaryo, oyuncu yönetimi ve filmin üstünlükleri ve
eksiklikleri verilmekte bazen yönetmenin öteki yapıtlarından örnekler verilerek bu filmle ortaya konan sanat
değerlendirilmekte ve kısa bir yorumda bulunulmaktadır.
ciddi sinema dergilerinde ve sinema kitaplarında yayınlanan bu tür kapsamlı, detaylı film eleştirilerinde; film top-
lumsal, ideolojik, psikolojik, semiyolojik, teknik, estetik bir ya da birkaç yönden derinlemesine incelenmektedir. bu
tür eleştiriler dayanaklarını 'toplumbilimsel eleştiri", 'tarihsel eleştiri", "marxist eleştiri" ve "biyografik,
"psikanalitik eleştiri" ve "biçimsel eleştiri"den almaktadır.derinlemesine eleştiri yapılırken bazı durumlarda
filmografiye yer verilmediği görülmektedir. yalnızca filmin adını yazıp doğrudan toplumsal, ideolojik, psikolojik,
semiyolojik, tarihsel, teknik ve estetik bir ya da birkaç yönden incelenmesi yapılmaktadır.
bir filmin toplumsal, siyasal, tarihi, psikolojik, etik, teknik, anlambilim, estetik açılardan incelenmesi, nedenlerinin
araştırılması, bu araştırmaların bilimsel verilere dayandırılarak nesnel bir biçimde incelenmesi ve eserin sanat
içindeki yerine oturtulmasıdır. bilimsel eleştiri yapılırken öznellikten tamamen kaçınılır. nesnel bir biçimde, çağdaş
yöntemle eser incelenir. bu tür eleştiride filmin filmografisi verilmekte, konu ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. filmle
ilgili başka kaynaklarada çıkan yazılardan örnekler verilmekte ve film toplumbilimsel, siyasal, etik, psikolojik,
anlambilim, teknik ve estetik yöntemlerden dayanaklarını alarak ve bunların yardımıyla neden-sonuç ilişkisini
gözönüne alarak incelemektedir.
ğ
gÖnÜl yarasi
sinemaseverler için, günler heyecanlı geçiyor. gördüğümüz gibi, her yıl bıkılmadan yaratılan
suni oscar tantanası, nitelikli yapımların aradan sıyrılmasına engel olamamakta. İnsanlar
kıymeti kendinden menkul başıbozuklar akademisinin bu yıl dikenli çelenklerini kimin başına
takacağını düşünürken, artık "hollywood ve diğerleri" ayrımını kırarak kendi yerelliklerini -aynı
zamanda evrenselliklerini- masaya vurmaya başlayan dünya sinemasından ilginç filmler
seyircisini arıyor. turgul'un eşkıya'dan beri beklediğimiz filmi "gönül yarası" ise, etkileyici
anlatımıyla bu yapıtlar arasında zirveye oturmayı haketmiş gözüküyor.
dipsiz bir derinliğe doğru inişe geçmiş hayatların kesişme noktasından dikkatli gözler
tarafından çekilmiş fotoğrafların birleştirilmesini andırıyor gönül yarası. dünyayı ya da ülkelerini
kurtarmayı bir kenara bırakın, sevdiklerinin hayatlarını kurtarmayı bile başaramamış
kahramanlar, sefilliğimizin yüzümüze indireceği tokat için bizi daha ilk dakikadan uyarıyor.
yavuz turgul, bir hikaye anlatıcı olarak iyi ve kötüyü kalın uçlu bir kalemle çizmekten yine
başarılı bir şekilde sakınmış, yorum herşeyiyle seyirciye kalıyor. kendi içimize bu kadar
yakından bakınca ne kadar yorum yapabiliriz, o kısım belirsiz tabii. İnsanın içsel kaosuyla o
kadar sık ve o kadar sarsıcı anlarda karşılaşıyoruz ki, bir süre sonra kimin tarafından
olacağımızı keşfedemediğimiz gibi, taraf tutup tutmama konusunda da kuşkuya düşüyoruz. son
yıllarımızı nefesimiz tükenene kadar tartışmakla geçirdiğimiz sinemada sanal görsellik
konusunda savunulan tüm tezler, masum bir kız çocuğunun katıksız bakışıyla ve basit bir omuz
çekimiyle aktarılmış bir baba-oğul görüşmesinin yıkıcı etkisiyle altüst oluyor. elimizde kalan ise,
filmin sonunda bir avuç daha yalnızlık, bir parça daha kuşatılmışlık oluyor. Ümitlerini ve
ideallerini eski sandıklarda saklayanlarımız haklı olmanın verdiği gururla çıkıyorlar salondan,
bizler; henüz ümidi kesmemiş olanlar ise önümüzdeki insan denen varlığın mutlak
anlaşılamazlığını bir kez daha yüklüyoruz omuzlarımıza. bu etkiyi yaratmak için, bir yönetmenin
elinde çektiği tüm filmlerden daha değerli bir altın heykelcik olması ise, ne yazık ki yeterli
olmuyor. heykelciği son yıllarda bol bol toplayan muhafazakar sağcıların ve özbeöz siyah
blaxploidlerin böyle bir derdi yok zaten, o da ayrı bir konu.
film bana, belki çok alakasız görünecek ama ilk defa bir ferzan Özpetek filmi izlediğim zaman
hissettiğim sarsıntıyı yeniden yaşattı. İki filmde de yakaladığım ortak noktalar; yönetmenlerin
klasik araçları kullanarak film yapma tutkuları ve amerikan sinemasının tank namlusu gibi tüten
parmağıyla gösterdiği yöne gitmeyeceklerine dair inançları. turgul büyük bir hikaye anlatma
derdinde değil, o hikayeyi oyuncularının zaten büyüteceğini biliyor. siz filmi geriye doğru
yürütseniz, kurguyu paramparça etseniz seyirciyi sersemletmekten ve sahte entelektüellerin
sakallarını gülümsetmekten başka neye yarayacak ki; yılların öğretmeni Şener Şen, filmin
sonlarına doğru kral lear'vari monoloğuyla zaten anlatılması gerekeni özetliyor. bir kez daha
görüyoruz; büyük hikayeler, küçük gibi görünen insanlar üzerinden daha parlak aksediyor.
oyuncular, devlerin omuzlarından dünyaya bakan cüceler gibi olmaktansa zıplayarak duvarın
arkasına birşeyler fısıldamayı -neredeyse- kusursuzca başarıyorlar. gerçi Şener Şen'in iyi
oyuncularla oynaması ilk defa rastladığımız bir olay değil ama, özellikle timuçin esen'in
performansı konuşulmaya değer. bir aktör olarak içine girdiği kalıbı genişletmek yerine,
davranışlarını silikleştirip halil'i öne çıkarmayı denemiş, ve başarılı olmuş. karakterinin içerisine
düştüğü açmazları, rahatlamaları ve tekrar tekrar karşımıza gelen buhranları, hiç zaiyatsız
atlatıyor. meltem cumbul için söylenecek çok birşey kalmadı artık, böyle karmaşık ve tuhaf bir
rolde bile derinlemesine içimize nüfuz etmeyi becerebiliyor. kendisini yıllardır erkan can ile
karşılıklı izlemeyi hayal etmişimdir, bu da benim için ütopik bir hayal olarak kalacak gibi
görünüyor. mesela bir serdar akar filminde, karşılıklı tatlı tatlı konuşsalar.. eminim orada bile,
bu kadar zarif kalabilirdi. hayat tarafından bu kadar yara almış bir kadının gururunu karşımıza
dimdik ayakta çıkarabiliyorsa, yapabileceklerinin sınırı üzerine düşünmemiz gerekli.
tablo için
ama, bu yazılar da, biçem açısından aynı türden değil. biçemleri dikkate alındığında, şair-
eleştirmenlerin eleştiri yazıları da kendi içinde, tavlama yazısı ve bilgi üreten yazılar
olmak üzere ikiye ayrılır. tavlama yazılarının temel özelliği, kendilerini sınayacak
örneklerden yoksun oluşlarında veya kendilerini test edecek örnekleri göze
alamayışlarında görülür. bunlar, yazıdaki öznenin inancını dile getiren yazılardır. bu
özneye göre, tek değer kendisidir veya kendi dışında başka bir değer var değildir. Özne,
muhalif düzlemden konuşuyor gibidir. ama bu muhaliflik sürekli iktidar konumunda olan
bir muhalifliktir. tavlama yazılarına attila İlhan, İsmet Özel, murathan mungan ve roni
marguies'in şiir/eleştiri yazıları örnek verilebilir.
bilgi üreten yazılar ise, belli bir şiir beğenisine ilişkin varsayım ve görüşlerden çok,
varolan şiire ilişkin bilgi üretmeyi hedefleyen yazılardır. bu yazılar da, kendi içinde ikiye
ayrılır: Şair edasıyla yazılanlar ve arayış veya arama problemiyle yazılanlar. Şair edasıyla
yazılan yazıların hareket noktası, söz konusu yazıyı yazan şairin kendi şiirine ilişkin
şairlik deneyimi ile kendi şiir anlayışına ilişkin beğenidir. bu yazıların temel özelliği,
biçernin, söz konusu deneyimin olgunluğunu dile getirmesinde görülür. Şair, genel olarak
şiir hakkında konuşurken aynı zamanda kendi şiiri hakkında konuşmakta, kendi şiiri
hakkında konuşurken aynı zamanda genel şiir hakkında konuşmaktadır.
yahya kemal, behçet necatigil, turgut uyar, (günler bağlamında) cemal süreya, İlhan berk,
gülten akın, hilmi yavuz, ataol behramoğlu, tahir abacı, Şavkar altınel, haydar ergülen,
orhan kahyaoğlu, cihan oğuz, osman Çakmakçı, ayhan kurt gibi şairlerin yazıları, bu
türün örnekleri içinde yer alır.
arayış problemiyle yazılan yazıların temel özelliği ise, genel olarak şiire ilişkin argüman
üretmekle birlikte, çeşitli kuramlardan hareketle yazılmakta olan şiiri tanımlama
girişiminde görülmektedir. bu yazılar, kuşkusuz, şairlerinin gerek şiirlerine gerekse şiir
anlayışlarına ilişkin yargıları da içerirler. ama, bu dolaysız olarak dile getirilmiş değildir.
bu yazıların olanaklı en öznel yorumu, şairlerinin kendilerinin de içinde bulunduğu
dönemi açıklama, anlama kaygısı içinde olduklarını dile getirir. ahmet hamdi tanpınar,
ahmet oktay, cemal süreya, Özdemir İnce, enis batur, ali günvar, ebubekir eroğlu, güven
turan, mahmut temizyürek gibi şairlerin yazıları bu bağlam içinde yer almaktadır.
eleştirinin varlık nedeni bilgi ortaya koymaktır. eleştirinin konu nesnesi, sanat
yapıtlarıdır. bu bilgi, sanat yapıtlarının taşıdığı imgede gizlidir. eleştirinin görevi, sanat
yapıtının taşıdığı bilgi imgesini ideleştirmektir. kavramlaştırmak da diyebiliriz buna. ama
her kavramlaştırma tanımlamakla olanaklıdır.
murat belge, orhan koçak, oğuz demiralp birinci bağlam içinde yer alırken; hüseyin
cöntürk, füsun akatlı, mustafa durak, necmiye alpay, kemal bek ikinci bağlam içinde yer
almaktadır.
İkinci bağlamın en önemli jsmi, kuşkusuz, hüseyin cöntürk'tür. türkiye'de şiir eleştirisinin
bağımsız bir disiplin olarak kurulma girişimi cöntürk'le başlar. ama, bu girişim, onun geri
çekilmesiyle birlikte '60'lı yılların sonunda, bir ruhun ait olmadığı bir bedende kalışı gibi,
kalmıştır. çünkü, bu eleştiri anlayışı, şairin, ergin olmuş bir tamlık içinde algılanması
gerektiğini, ergin almamışlık "halinin ergin olamamışın kendisi tarafından aşılması
gerektiğini (cöntürk, bu nedenle her şairin, şiir yayınlamadan önce eleştiri yazısı yazması
gerektiğini dile getiriyordu sürekli), dolayısıyla eleştirinin, ergin olmamışı ergin hale
getirme çabasından vazgeçmesi gerektiğini, dile getiriyordu.
eleştirmen statüsünden yazan eleştirmenlerin temel özelliği ise, temsil ettikleri statüyle
özdeşleşmiş olmalarında görülmektedir. bu özdeşlikle ıralanan bu kimlik, türk şiir
ortamının da kabulünü kazanmış genel bir itibara sahiptir. bu eleştirmenler de kendi
içinde, izlenimciler ve f'ikirciler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
İzlenimciler derken, şairi, başlangıçından, yani bir ergin olmama durumu olarak gençlik
döneminden başlayıp, olgunluk dönemine kadar izleyip ,takip ederek, ondaki her olumlu
gelişmeyi tanımlayıp destekleyerek, yani onu ergin olma haline getirme edimlerini içeren
eleştirmenlik biçemini kastediyorum. İzlenimci eleştirinin temel tezi, eleştirmenin
izlenimlerini betimlenmesini dile getirdiğini ileri sürülmesine karşın, türkiye'de bu
eleştiri anlayışını yönlendiren temel öğe, varolanın izlenimlerinden çok, olacak olanın,
olmakta olanın nasıl olması gerektiğini belirleme kaygısı olmuştur. bu eleştiri anlayışının
kare asını nurullah ataç, memet fuat, mehmet h. doğan ve doğan hızlan oluşturmaktadır.
cumhuriyet dönemi türk şiiri, yüzyılın başından 90'ların sonundaki yerine gelmişse, bu
biçemin 'yol arkadaşlığıyla' gelmiştir. ramis dara, bu eğilimin en genç temsilcisidir; belki
de son temsilcisi.