Professional Documents
Culture Documents
Eleştiriler;tarihsel eleştiri,okura dönük eleştiri,topluma dönük eleştiri,sanatçıya dönük eleştiri ve yapıta dönük
eleştiri... olmak üzere türlere ayrılır.
Tarihsel eleştiri
, sanatsal eser yaratıldığı dönemin koşulları içinde görülür, o günün değer ölçütleriyle
değerlendirilir. Örneğin bir Fuzuli, bir Namık Kemal ancak Osmanlı`nın toplumsal
düzeni göz önünde bulundurularak kavranabilir. Tarihsel eleleştiride, eleştirmen biraz
da edebiyat tarihçisi gibi davranır. Edebiyat tarihinin sunduğu verilerden, o dönemin
başka ürünlerinden yararlanır. Sanatçının yaşamöyküsü de ona ipuçları olur.
OKURA YÖNELİK..
Eleştirmenin esere, okura verdiği haz veya onda uyandırdığı estetik duygu yönünden
yaklaşmasıdır. Okura dönük olan bu eleştiri türünde eleştirmenin işi eseri açıklamak,
değerlendirmek değil, kendisini nasıl etkilediğini, onu beğenip beğenmediğini,
kendisinde uyandırdığı duyguları anlatmaktır. Burada eleştirmen işin içine kendi
benliğini katar. Bu tür elestiriye öznel eleştiri denişi de bundandır.
YAPIYA YÖNELİK..
Bunlara göre bir eseri sanatsal kılan onun biçimidir. Sanatçı o biçimi kurmak için hangi
yola başvurmuştur, nelerden yararlanmıştır? Eleştirmen bu soruların cevabını esere
bağlı kalarak açıklamaya çalışır. ”Sanatçı, ele aldığı konuyu içerik haline getirir, bunun
için de belli bir teknik kullanır. Sanat eserinin anlamı ancak o biçimin taşıdığı anlam
olduğu için teknikten söz etmek her şeyden söz etmektir. Eserin konusu, kişileri ve
bunların arasındaki çatışma, anlatım tekniği, olay örgüsü, imajlar, ton, semboller,
bunların hepsi teknikle ilgili şeylerdir ve eserin kendine özgü anlamını meydana getirir.
SANATÇIYA YÖNELİK..
sanatsal yapıya bir toplumsal belge gibi bakar eleştirmen. Eleştirinin konusu edebiyat
eserlerini, yargılamak, sınıflandırmak, açıklamaktır...Açıklamak, bir eserin genel
edebiyat tarihi ile, türünün kendi öz yasalarıyla, içinde doğduğu çevreyle, sonunda
yazarıyla olan bağıntılarını belirtmektir
Cumhuriyetin ilk yıllarında eleştiri Yahya Kemal ve Ahmet Haşim'le başlar. İsmail Habip
Sevük ve Ahmet Hamdi Tanpınar eleştiriyi edebiyat tarihi içinde ele alırlar. Nurullah Ataç,
Suut Kemal Yetkin iki öznelci eleştirmendir.
Sistematik eleştirmenler Asım Bezirci, Fethi Naci, Hüseyin Cöntürk bağımsız yöntemi
geliştirdi. Sabahattin Eyüboğlu ile Vedat Günyol hümanist eleştirmenlerdir. Çağdaş
eleştirmenler Mehmet Kaplan, Tahsin Yücel, Akşit Göktürk, Şara Sayın, Ünsal Oskay, Murat
Belge, Orhan Burian, Tahir Alangu, Memet Fuat, Mehmet Doğan, Bedrettin Cömert, Enis
Batur, Nihat Sami Banarlı, Cemil Meriç, Kenan Akyüz, Melih Cevdet, Konur Ertop, Orhan
Şaik Gökyay, Alpay Kabacalı, Cevdet Kudret, Agah Sırrı, Berna Moran, Rauf Mutluay, Yaşar
Nabi, Ahmet Oktay, Atilla Özkırımlı, Nermi Uygur ve Fuat Köprülü.
EDEBİYAT VE ELEŞTİRİ DERGİSİ (93.SAYI)
GİRİŞ YAZISI/GERÇEĞİN ARKASI
Ahmet Yıldız
Ülkemizinin gündeminin değişimine yetişmek gerçekten zor. Çoğu yazar/şair ve
“aydın” bu değişkenliği tarihsel yerine oturtmakta zorlanıyor. Sürekli yer değiştiren
toplumsal aktörlerin -her depremle gerçek yerine oturup sağlamlaşan yer küremizin
durumundan farklı değil bu- bir önceki konumları, onları aldatıyor. Örneğin, bize
hayal ülkesi kadar uzak Vietnam’da saldıran bir ABD emperyalizmiyle, tam sınırımıza
sırtını dayamış bir emperyalizmin, ülkemizdeki toplumsal güçler arasında
değişkenliğe neden olması doğal değil midir?
ABD askerlerinin bir tekmeyle dergimizin kapısını kırıp içeri girme korkusunu, onlar
Vietnam’dayken düşleyemiyorduk ama bugün düşleyebiliyoruz! Kürt halkının
demokratik haklarının iyileştirilmesi için çabalarımızın üzerine emperyalizmin
balıklama atlayacağını ve bizi birbirimize düşman etmek için kullanacağını o zaman
bilebilir miydik? Bugün daha dikkatli olmamız, onların tuzağına düşmek
istemememiz akıllı bir davranış değil midir? Emperyalizmin “demokratikleşme”
yalanına kanarak bölgemizde yeni haritalar istiyor oluşuna katkıda bulunmak doğru
tavır mıdır?
Emperyalizm, bölgemize sömürgecilik dönemindeki gibi “açık işgal”le girdi. Bir
zamanlar var oluşlarına katlandığı, milliyetçiliklerini desteklediği ülkelerin, bugün
etnik milliyetçilerini destekliyor. Artık bölge devletlerinin; bir İran’ın, bir Suriye’nin,
bir Türkiye’nin ayakta kalmasını sağlayacak tek çağdaş güç, güçlü ulusal yapılarıdır.
•
Somut durumun somut tahlili”ni yapmaktan aciz “ahmak”lar yirmi yıl öncesinin
gözlükleriyle baksınlar: Biz onlara “yeni gericiler” diyoruz. Yani, en sol söylemle
emperyalizme hizmet eden, halkın, biricik demokratik kazanımı olan laiklik
kaygılarıyla ve tam bağımsızlık şiarıyla düzenlediği pırıl pırıl bir mitinge bile katılma
kararı alamayan, Cumhuriyeti savunma bilinci bile olmayan bir gericilikle karşı
karşıyayız.
Yalnızca enternasyonalist bir lafızla, demokratlık söylemiyle solcu olunamaz.
Karşınızdaki emperyalizmin ve işbirlikçilerinin manevralarını, politikalarını
çözümleyemiyorsanız ve bu çözümlemede kıbleniz hep yoksul halkta, geniş kütlelerde
olmuyorsa, uyanık değilseniz, emperyalizmle aynı ata binmiş olduğunuzu düştüğünüz
zaman ancak anlayabilirsiniz!
Bu baylara sormak gerekir: -Sizin de katıldığınız!- (Attığınız slogana, ABD dışişleri
bakan yardımcısı “Harika bir slogan” demişti!) Hrant Dink’in cenaze törenini naklen
yayınlayan, Kanal D’nin, CNN’nin, NTV’nin -sizin de katılmadığınız!- Cumhuriyet
Mitingi’ni, bırakalım naklen yayını, haberlerde bile geçiştirmesinde bir gariplik yok
mudur?
•
Buradan bakınca Türkiye’de yolların çoktan ayrıldığı görülmektedir. Son bir hafta
içinde, Genelkurmay Başkanı’nın konuşması, Cumhurbaşkanımızın konuşması ve
halkın konuşmasıyla (Cumhuriyet Mitingi) birlikte, artık önemli bir dönüm noktasına
gelindiği bellidir. Bu üç olayın aktörleri, ülkemiz ve halkımız için en büyük tehlikenin
ABD, AB ve onların iç (AKP hükümeti), dış (Barzani ve işbirlikçi Irak hükümeti)
olduğunu söylediler. Yıllardır aynı gerçeği, kanı pahasına haykıran ve bunun için çok
çekmiş “sol”un reflekslerinin değişmesi de zor!
•
Türk Edebiyatı mı? M. C. Anday’ın daha geçen ay ilk kez yayınlanan “Toplu Şiirler”i
bile 2 bin basılıyorsa, yere serilmişiz demektir!
Yayınlanan bir kitap artık yazarın mahremiyetinden çıkmış ve
okurların beğenisine sunulmuştur. Dolayısıyla okur, piyasaya
sunulan bir kitabı alıp almamakta özgür olduğu gibi, okuduğu
kitabı beğenip beğenmemekte de özgürdür. Bu konudaki öznel
düşüncelerini, duygularını dost sohbetlerinde dilediği biçimde
ifade eder. Her türlü eleştirisini özgürce dile getirebilir.
Sonuçta yazarlar da, yapıtları da, her açıdan eleştirilebilir,
hatta eleştirilmeli, tartışılmalıdır da.
Bir okur olarak eleştirmenler de elbette aynı haklara sahiptir. Ancak, belirli bir “yetkinlikle”
donatılmış olduğu varsayılan ve bu “yetkinlik” adına görüşlerini yayın yoluyla kamuoyuna
sunan, bir anlamda okuru yönlendirme ya da etkileme olanağına sahip olan eleştirmenlerin
konumu diğer okurlardan biraz farklıdır. Ciddiye alınmak ve inandırıcı olmak isteyen bir
eleştirmen, salt kendi öznel düşünce ve duygularını yansıtmakla yetinemez.
“Eleştiride sınır ve seviye” başlıklı yazısında sayın Füsun Akatlı’nın da belirttiği gibi,
edebi olduğu iddia edilen bir değerlendirme yapılacaksa, bir takım geçerli kriterlere sahip
olmak gerekir: “Edebiyatla ilişkiliymiş gibi sunulan, ama o ilişkinin asgari gereklerini hiçe
sayan (…), epeyce düşük seviyede ve demagojik bir üslupla kaleme alınmış” bir yazı, eleştirisi
yazısı değildir. “Bu alanlarda neyin ‘düşünce’, neyin demagoji, neyin küfür olduğunu ayırt
edebilecek ölçütler” vardır (Virgül, Mart 2001).
Örneğin, bir romanın bütün kahramanlarını yazarın yarattığını, tüm diyalogların onun
kaleminden çıktığını, kahramanların başlarına gelenler hakkında okurun edindiği tüm
bilgilerin yazarın bilinçli kurgusunun ürünü olduğunu hesaba katmadan yapılan bir eleştirinin
pek “anlamlı” olmayacağı açıktır. Aynı şekilde, eleştirmenliğe soyunan kişinin, kafasında
yazarla özdeşleştirdiği roman kahramanlarından birine (dolayısıyla yazara) saldırmak için, bir
diğer roman kahramanının anlattıklarını kendine mal ederek kullanmaya kalkışması, dahası,
roman kahramanlarından birinin sözlerini kendi adına benimseyip, (aslında yine yazarın
yazmış olduğu!) o sözler sayesinde ve yazarın yaratmış olduğu o kahraman adına yazarı ya da
yapıtını “eleştirmesi” de gülünç olur.
Yazarla romanının kahramanlarından birini özdeşleştirmek sıkça yapılan bir hatadır.
Yazarın kimliği, duruşu ve düşünceleri elbette yapıtlarına şu ya da bu biçimde yansır. Ancak
edebi bir yapıtta, romanda, bu yansıma dolaylı yoldan, yapıtın bütünü içinde gerçekleşir.
Başka bir deyişle, roman kahramanlarının ağzından çıkan her sözü bire bir yazarın düşüncesi
olarak değerlendiren, roman kahramanına atfettiği kişilik kusurlarını yazarın kişiliğine mal
eden, buradan hareketle de yazarı itham eden bir eleştiriyi ciddiye almak olanaksızdır. Zaten
bu mantık geçerli olsaydı, psikopat bir katilin iç dünyasını anlatan bir romanın yazarı hakkında
(hele iç konuşma ya da birinci tekil şahıs türü bir anlatımı seçmişse!) derhal suç duyurusunda
bulunmak ya da onu cinayetten tutuklamak gerekirdi…
Edebiyat eleştirisi açısından önemli olan roman kahramanlarının sempatik ya da antipatik
olmaları, doğru ya da yanlış düşünmeleri değil, roman kahramanlarının kişiliklerinin yazar
tarafından ne şekilde ve hangi yöntemlerle aktarıldığıdır. Dolayısıyla, görüşlerini ya da
kişiliğini beğenmediği bir roman kahramanıyla polemiğe giren, onun düşüncelerini ya da
tavırlarını hakarete varan sözcüklerle mahkum eden bir kişinin yaptığı işin, “edebiyat
eleştirisi” olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. Başka bir deyişle, yazar, eleştirmenin
görüşlerine çok ters düşünceler savunan ya da ona çok antipatik gelen bir roman kahramanı
yaratmışsa dahi, eğer onu eleştirmende “haklı” ve “haysiyetli” bir öfke yaratacak derecede
başarılı bir şekilde betimlemişse, gerçek bir eleştirmenden beklenen, kahramanıyla yazarı
özdeşleştirip yazarı aşağılaması değil, bu anlatım ustalığından ötürü yazarı kutlamasıdır…
Unutulmamalıdır ki, roman kahramanlarının düşünceleri, yazarın kendi doğrularıyla taban
tabana zıt olabilirler. Roman kahramanları (tıpkı gerçek insanlar gibi!) çelişkili düşünceler de
taşıyabilirler, ya da farklı kahramanlar, aynı roman içinde birbirleriyle çelişen görüşler ya da
tutumlar da sergileyebilirler. Bu nedenle, yazarın, her hangi bir konuda yapıtına yansıttığı
kendine ait düşünceleri, soruları, kuşkuları ya da kaygıları anlayabilmek, yorumlayabilmek
için, romanın bütününde söylenmek istenenleri ele almak gerek. Çünkü romanın şu ya da bu
bölümünde sahneye konan olaylar, şu ya da bu kahramanın her hangi bir bölümde dile
getirdiği düşünceler, romanın bütününde anlatılmak istenenlere hizmet eden kurmacanın bir
parçasıdır.
Ayrıca, romanların düşünsel içerikleri, (öznel algılarını her şeyin üstünde tutanların sıkça
yaptıkları gibi) yüzeysel bir okumayla kestirmeden çözümlenemeyecek kadar karmaşık
olabilirler. Romancıların kurcaladıkları sorunlar ya da sorguladıkları düşünceler,
ezberledikleri kutsal metinlerin kerameti ya da şeyhlerinin fetvalarıyla her şeyi
halledebileceklerini sanan müritlerin basit, basmakalıp ve kesin yargılarıyla içinden
çıkılamayacak nitelikte olabilirler. Totaliter zihniyetin kendinden emin ak ve kara dünyasından
farklı olarak, romancının dünyasında henüz yanıtı bulunamamış sorulara, çözülememiş
sorunlara, tartışmalara, yanılmalara ve çelişkilere de yer vardır. Üstelik, siyasi ya da ahlaki
düşüncelerin tartışıldığı ya da ele alındığı bir roman dahi, ne bir siyasi manifestodur, ne de bir
ahlaki davranış kılavuzu. Bu anlamda, sıradan siyasi polemiklerden ya da ahlak zabıtalarının
vaazlarından farklı olarak, edebiyat eleştirisi ciddi bir iştir, gerçek bir yetkinlik ister.
Kaldı ki, yazarın ya da roman kahramanlarından birinin düşünceleri eleştirilecekse de, bu
eleştiri dürüst bir biçimde, gerçekten söylenen sözlerin ya da gerçekten ifade edilen görüşlerin
eleştirisi olarak yapılmalıdır. Eleştirilen yapıtın bir yerinden cımbızla çekilmiş ve
bağlamından koparılmış, başı sonu tıraşlanmış alıntıları, metnin başka bir yerinden alınmış ve
benzer şekilde bağlamından koparılıp tıraşlanmış alıntılarla alt alta koymak suretiyle, yazara
(ya da bir roman kahramanına) kendisine ait olmayan düşünceler atfetmek, sırtlarına bir takım
yaftalar asmaya kalkışmak, asgari entelektüel dürüstlükten yoksun bir yöntemdir. 1930’larda
Goebbels’in Hitler adına, Jdanov’un da Stalin adına en uç noktasına kadar geliştirdikleri bu
yöntemin adı tahrifattır, karalamadır. Özellikle yoz siyasi polemiklerde sıkça karşımıza çıkan
bu yöntemin amacı, düşünce yaşamı üzerinde terör estirmek ve cadı avları tertiplemek
suretiyle, gerçek anlamda bir düşünce tartışmasını olanaksız kılmak, aykırı sesleri
susturmaktır.
Hele hele yazarlardan, tüm duyarlılıklarını ve otosansür de dahil her türlü sansürden
arınmış düşüncelerini yapıtlarına yansıtmaları beklendiği düşünüldüğünde, bu yöntemin
edebiyat tartışmalarına da egemen olmasının çok vahim sonuçlar doğuracağı açıktır. Ciddi
tartışmaların ve eleştirinin alanının zaten iyice daraldığı, kendini ifade edebilme araçlarının
iyice azaldığı bir ortamda, edebiyat, sanat ve genel olarak düşünce hayatına provokasyonun,
terör estirmenin ve düzeysizliğin egemen olması halinde, az sayıdaki okurun edebiyattan iyice
soğuması, yeterince hırpalanan ve yıpratılan yazarların esas işlerinden uzaklaşıp
verimsizleşmesi, egemen yozlaşma karşısında direnmekte güçlük çeken düşünce yaşantımızın
da iyice sığlaşması kaçınılmaz olur.
Her şeyin ötesinde, edebi bir eleştirinin de bu niteliğe uygun bir düzeyi ve üslubu olması
gerekir. Çirkin, düzeysiz, saldırgan bir üslupla yazılmış, hakarete varan ifadeler içeren,
tahrifat, demagoji, provokasyona dayalı bir metin, eleştirdiği yapıtı beğenmemiş bir
eleştirmenin kaleminden çıkmış “normal bir eleştiri yazısı” olarak kabul edilemez. Bu tarz bir
üslubun edebiyatla ilgili tartışmalarda yeri olmaması gerektiği açıktır. Zaten gerçek edebiyat
okurları da, okumamış oldukları bir roman hakkında yapılmış olsa dahi, bu tarz “eleştirilerin”
edebiyat dışı bir iş olduğunu rahatlıkla anlarlar. Kaldı ki üslup kişiliğin aynasıdır ve bu tür bir
üslupla “edebi eleştiri” yaptığını sananların tek başardıkları şey, kendi kişilik yapılarını ve ruh
hallerini sergilemektir.
Sonuç olarak, sayın Akatlı’nın adı anılan yazısının başında dile getirdiği düşüncelere
(daha doğrusu çağrıya) katılmamak elde değil: “Eline kalemi alan, lahana tarlasına bıçakla
dalar gibi edebiyat dünyasına dalar, yazarların kişiliklerine saldırmaya, provokasyon yapmaya,
terör yaratmaya başlarsa, kendine saygın bir derginin sayfalarında yer bulamayacağını bilmeli,
nedenini merak etmediğim öfke ve kinini söndürmenin başka yollarını aramak zorunda
kalmalıdır”.
Sinema eleştirisi (film .gen.tr. )
"...Pençe namıyla ortaya atılan o saçmasapan şeylerin birbirine eklenmesinden mütehassıl şerif, memleketimizde yalnız
sanayi-i nefise müntesipleri değil, her Türk'ü utandırmıştı. Herkes, pek bi-gane olduğumuz bu sanata karşı, biraz daha az
bala-pervaz olmamızı haysiyet-i milliye namına temenni ediyordu..."
Esra Biryıldız'ın "Örneklerle Türk Film Eleştirisi" adlı çalışmasında yer alan “Eleştiri Yöntemleri"
Ciddi fikir gazeteleri, siyasi dergiler, sanat dergileri ile yarı magazin dergileri ve ciddi sinema dergilerinde yer alan film
eleştirilerine "Klasik Eleştiriler" adını veriyoruz. Klasik eleştirilerde filmin kısa filmografisi verildikten sonra (zaman
zaman filmografiyi vermeden de yapanlara rastlanmaktadır) konu kısa bir biçimde anlatılmaktadır. Daha sonra fazla
detaya inmeden filmin görüntü, ses, renk, senaryo, oyuncu yönetimi ve filmin üstünlükleri ve eksiklikleri verilmekte
bazen yönetmenin öteki yapıtlarından örnekler verilerek bu filmle ortaya konan sanat değerlendirilmekte ve kısa bir
yorumda bulunulmaktadır.
Ciddi sinema dergilerinde ve sinema kitaplarında yayınlanan bu tür kapsamlı, detaylı film eleştirilerinde; film toplumsal,
ideolojik, psikolojik, semiyolojik, teknik, estetik bir ya da birkaç yönden derinlemesine incelenmektedir. Bu tür eleştiriler
dayanaklarını 'Toplumbilimsel Eleştiri", 'Tarihsel Eleştiri", "Marxist Eleştiri" ve "Biyografik, "Psikanalitik Eleştiri" ve
"Biçimsel Eleştiri"den almaktadır.Derinlemesine eleştiri yapılırken bazı durumlarda filmografiye yer verilmediği
görülmektedir. Yalnızca filmin adını yazıp doğrudan toplumsal, ideolojik, psikolojik, semiyolojik, tarihsel, teknik ve
estetik bir ya da birkaç yönden incelenmesi yapılmaktadır.
Bir filmin toplumsal, siyasal, tarihi, psikolojik, etik, teknik, anlambilim, estetik açılardan incelenmesi, nedenlerinin
araştırılması, bu araştırmaların bilimsel verilere dayandırılarak nesnel bir biçimde incelenmesi ve eserin sanat içindeki
yerine oturtulmasıdır. Bilimsel eleştiri yapılırken öznellikten tamamen kaçınılır. Nesnel bir biçimde, çağdaş yöntemle
eser incelenir. Bu tür eleştiride filmin filmografisi verilmekte, konu ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Filmle ilgili başka
kaynaklarada çıkan yazılardan örnekler verilmekte ve film toplumbilimsel, siyasal, etik, psikolojik, anlambilim, teknik ve
estetik yöntemlerden dayanaklarını alarak ve bunların yardımıyla neden-sonuç ilişkisini gözönüne alarak
incelemektedir.
Yazan:EmreArifoğlu
Tarih: 14.01.2005
GÖNÜL YARASI
Sinemaseverler için, günler heyecanlı geçiyor. Gördüğümüz gibi, her yıl bıkılmadan yaratılan suni Oscar
tantanası, nitelikli yapımların aradan sıyrılmasına engel olamamakta. İnsanlar kıymeti kendinden menkul
başıbozuklar Akademisinin bu yıl dikenli çelenklerini kimin başına takacağını düşünürken, artık "Hollywood ve
Diğerleri" ayrımını kırarak kendi yerelliklerini -aynı zamanda evrenselliklerini- masaya vurmaya başlayan dünya
sinemasından ilginç filmler seyircisini arıyor. Turgul'un Eşkıya'dan beri beklediğimiz filmi "Gönül Yarası" ise,
etkileyici anlatımıyla bu yapıtlar arasında zirveye oturmayı haketmiş gözüküyor.
Dipsiz bir derinliğe doğru inişe geçmiş hayatların kesişme noktasından dikkatli gözler tarafından çekilmiş
fotoğrafların birleştirilmesini andırıyor Gönül Yarası. Dünyayı ya da ülkelerini kurtarmayı bir kenara bırakın,
sevdiklerinin hayatlarını kurtarmayı bile başaramamış kahramanlar, sefilliğimizin yüzümüze indireceği tokat için
bizi daha ilk dakikadan uyarıyor. Yavuz Turgul, bir hikaye anlatıcı olarak iyi ve kötüyü kalın uçlu bir kalemle
çizmekten yine başarılı bir şekilde sakınmış, yorum herşeyiyle seyirciye kalıyor. Kendi içimize bu kadar yakından
bakınca ne kadar yorum yapabiliriz, o kısım belirsiz tabii. İnsanın içsel kaosuyla o kadar sık ve o kadar sarsıcı
anlarda karşılaşıyoruz ki, bir süre sonra kimin tarafından olacağımızı keşfedemediğimiz gibi, taraf tutup tutmama
konusunda da kuşkuya düşüyoruz. Son yıllarımızı nefesimiz tükenene kadar tartışmakla geçirdiğimiz sinemada
sanal görsellik konusunda savunulan tüm tezler, masum bir kız çocuğunun katıksız bakışıyla ve basit bir omuz
çekimiyle aktarılmış bir baba-oğul görüşmesinin yıkıcı etkisiyle altüst oluyor. Elimizde kalan ise, filmin sonunda bir
avuç daha yalnızlık, bir parça daha kuşatılmışlık oluyor. Ümitlerini ve ideallerini eski sandıklarda saklayanlarımız
haklı olmanın verdiği gururla çıkıyorlar salondan, bizler; henüz ümidi kesmemiş olanlar ise önümüzdeki insan
denen varlığın mutlak anlaşılamazlığını bir kez daha yüklüyoruz omuzlarımıza. Bu etkiyi yaratmak için, bir
yönetmenin elinde çektiği tüm filmlerden daha değerli bir altın heykelcik olması ise, ne yazık ki yeterli olmuyor.
Heykelciği son yıllarda bol bol toplayan Muhafazakar sağcıların ve özbeöz Siyah Blaxploidlerin böyle bir derdi yok
zaten, o da ayrı bir konu.
Film bana, belki çok alakasız görünecek ama ilk defa bir Ferzan Özpetek filmi izlediğim zaman hissettiğim
sarsıntıyı yeniden yaşattı. İki filmde de yakaladığım ortak noktalar; yönetmenlerin klasik araçları kullanarak film
yapma tutkuları ve Amerikan sinemasının tank namlusu gibi tüten parmağıyla gösterdiği yöne gitmeyeceklerine
dair inançları. Turgul büyük bir hikaye anlatma derdinde değil, o hikayeyi oyuncularının zaten büyüteceğini biliyor.
Siz filmi geriye doğru yürütseniz, kurguyu paramparça etseniz seyirciyi sersemletmekten ve sahte entelektüellerin
sakallarını gülümsetmekten başka neye yarayacak ki; yılların öğretmeni Şener Şen, filmin sonlarına doğru Kral
Lear'vari monoloğuyla zaten anlatılması gerekeni özetliyor. Bir kez daha görüyoruz; büyük hikayeler, küçük gibi
görünen insanlar üzerinden daha parlak aksediyor. Oyuncular, devlerin omuzlarından dünyaya bakan cüceler gibi
olmaktansa zıplayarak duvarın arkasına birşeyler fısıldamayı -neredeyse- kusursuzca başarıyorlar. Gerçi Şener
Şen'in iyi oyuncularla oynaması ilk defa rastladığımız bir olay değil ama, özellikle Timuçin Esen'in performansı
konuşulmaya değer. Bir aktör olarak içine girdiği kalıbı genişletmek yerine, davranışlarını silikleştirip Halil'i öne
çıkarmayı denemiş, ve başarılı olmuş. Karakterinin içerisine düştüğü açmazları, rahatlamaları ve tekrar tekrar
karşımıza gelen buhranları, hiç zaiyatsız atlatıyor. Meltem Cumbul için söylenecek çok birşey kalmadı artık, böyle
karmaşık ve tuhaf bir rolde bile derinlemesine içimize nüfuz etmeyi becerebiliyor. Kendisini yıllardır Erkan Can ile
karşılıklı izlemeyi hayal etmişimdir, bu da benim için ütopik bir hayal olarak kalacak gibi görünüyor. Mesela bir
Serdar Akar filminde, karşılıklı tatlı tatlı konuşsalar.. Eminim orada bile, bu kadar zarif kalabilirdi. Hayat tarafından
bu kadar yara almış bir kadının gururunu karşımıza dimdik ayakta çıkarabiliyorsa, yapabileceklerinin sınırı üzerine
düşünmemiz gerekli.
Haddim olmayarak, bakışlarımı kendisine karşı yerden kaldırmadan Yavuz Turgul'a bir teşekkür; yönetmene
sonsuzluğu sunacak olanın görsel ve işitsel olanaklar değil, iyi oyuncular tarafından anlatılacak hayatın sadece bir
anının fotoğrafını çeken hikayeler olduğunu "Türk işi Korku" ve "Türk işi Ekşın" yapmaya çalışanlara önlerine
Sinemanın Anayasa'sını fırlatırcasına hatırlattığı için.