You are on page 1of 7

Herhangi bir kişiyi, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlışlarını dile getirerek göstermek

amacıyla yazılan kısa metinlerdir. Hedeflenen öğeyi doğru ve yanlış yönleriyle tanıtmayı
amaçlayabileceği gibi, bu öğenin doğru tanıtılmasını sağlamayı ve bir değerlendirmeyi de
hedef alabilir. Edebiyat sorunlarını ve yapıtlarını konu alan inceleme, yorum ya da
değerlendirme olarak da tanımlanabilir.

Eleştiri okulları üçe ayrılır: Yansıtma, yaratma, dil. Yansıtma, eserin doğaya benzediğini
savunur. Yaratma, eserin iç dünyasıdır, yani sanatçı. Dil ise, Rus biçimcilerinin yöntemidir ve
eseri dil sistemi olarak görür.

ELEŞTİRİ(edebiyat dünyası)

Bir eseri değerlendirme amacıyla yazılan yazılara eleştiri denir.Eleştiride eserin yada sanatçının gerçek değerinin
belirtilmesi amaçlanır.
Eleştirmeci,bir sanat eserinin gerçek değerini,özünü yapılışını,değerli-değersiz yanlarını ortaya
koyar.Eleştirmecinin görevi güzellik yaratmak değil,yaratılmış güzelliği yargılamak,okurlara tanıtmaktır.
Eleştiriler;okura dönük eleştiri,topluma dönük eleştiri,sanatçıya dönük eleştiri,yapıta dönük eleştiri... olmak
üzere türlere ayrılır.

Türkiye'de Eleştiri [değiştir]


Tanzimat dönemi Romantikleri Şinasi, Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid;
Realistleri Samipaşazade Sezai, Beşir Fuad, Nabizade Nazım, Mizancı Murad'tır.

Serveti Fünun döneminde, Cenap Şahabettin intikad (sahte parayı gerçeğinden


ayırmak)anlayışıyla tenkit eder. Halit Ziya, Mehmet Rauf, Nabizade Nazım, Hüseyin Cahit
dönemin eleştiricileridir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında eleştiri Yahya Kemal ve Ahmet Haşim'le başlar. İsmail Habip
Sevük ve Ahmet Hamdi Tanpınar eleştiriyi edebiyat tarihi içinde ele alırlar. Nurullah Ataç,
Suut Kemal Yetkin iki öznelci eleştirmendir.

Sistematik eleştirmenler Asım Bezirci, Fethi Naci, Hüseyin Cöntürk bağımsız yöntemi
geliştirdi. Sabahattin Eyüboğlu ile Vedat Günyol hümanist eleştirmenlerdir. Çağdaş
eleştirmenler Mehmet Kaplan, Tahsin Yücel, Akşit Göktürk, Şara Sayın, Ünsal Oskay, Murat
Belge, Orhan Burian, Tahir Alangu, Memet Fuat, Mehmet Doğan, Bedrettin Cömert, Enis
Batur, Nihat Sami Banarlı, Cemil Meriç, Kenan Akyüz, Melih Cevdet, Konur Ertop, Orhan
Şaik Gökyay, Alpay Kabacalı, Cevdet Kudret, Agah Sırrı, Berna Moran, Rauf Mutluay, Yaşar
Nabi, Ahmet Oktay, Atilla Özkırımlı, Nermi Uygur ve Fuat Köprülü.

"http://tr.wikipedia.org/wiki/Ele%C5%9Ftiri"'dan alındı
EDEBİYAT VE ELEŞTİRİ DERGİSİ (93.SAYI)
GİRİŞ YAZISI/GERÇEĞİN ARKASI

Ahmet Yıldız
Ülkemizinin gündeminin değişimine yetişmek gerçekten zor. Çoğu yazar/şair ve
“aydın” bu değişkenliği tarihsel yerine oturtmakta zorlanıyor. Sürekli yer değiştiren
toplumsal aktörlerin -her depremle gerçek yerine oturup sağlamlaşan yer küremizin
durumundan farklı değil bu- bir önceki konumları, onları aldatıyor. Örneğin, bize
hayal ülkesi kadar uzak Vietnam’da saldıran bir ABD emperyalizmiyle, tam sınırımıza
sırtını dayamış bir emperyalizmin, ülkemizdeki toplumsal güçler arasında
değişkenliğe neden olması doğal değil midir?
ABD askerlerinin bir tekmeyle dergimizin kapısını kırıp içeri girme korkusunu, onlar
Vietnam’dayken düşleyemiyorduk ama bugün düşleyebiliyoruz! Kürt halkının
demokratik haklarının iyileştirilmesi için çabalarımızın üzerine emperyalizmin
balıklama atlayacağını ve bizi birbirimize düşman etmek için kullanacağını o zaman
bilebilir miydik? Bugün daha dikkatli olmamız, onların tuzağına düşmek
istemememiz akıllı bir davranış değil midir? Emperyalizmin “demokratikleşme”
yalanına kanarak bölgemizde yeni haritalar istiyor oluşuna katkıda bulunmak doğru
tavır mıdır?
Emperyalizm, bölgemize sömürgecilik dönemindeki gibi “açık işgal”le girdi. Bir
zamanlar var oluşlarına katlandığı, milliyetçiliklerini desteklediği ülkelerin, bugün
etnik milliyetçilerini destekliyor. Artık bölge devletlerinin; bir İran’ın, bir Suriye’nin,
bir Türkiye’nin ayakta kalmasını sağlayacak tek çağdaş güç, güçlü ulusal yapılarıdır.

Somut durumun somut tahlili”ni yapmaktan aciz “ahmak”lar yirmi yıl öncesinin
gözlükleriyle baksınlar: Biz onlara “yeni gericiler” diyoruz. Yani, en sol söylemle
emperyalizme hizmet eden, halkın, biricik demokratik kazanımı olan laiklik
kaygılarıyla ve tam bağımsızlık şiarıyla düzenlediği pırıl pırıl bir mitinge bile katılma
kararı alamayan, Cumhuriyeti savunma bilinci bile olmayan bir gericilikle karşı
karşıyayız.
Yalnızca enternasyonalist bir lafızla, demokratlık söylemiyle solcu olunamaz.
Karşınızdaki emperyalizmin ve işbirlikçilerinin manevralarını, politikalarını
çözümleyemiyorsanız ve bu çözümlemede kıbleniz hep yoksul halkta, geniş kütlelerde
olmuyorsa, uyanık değilseniz, emperyalizmle aynı ata binmiş olduğunuzu düştüğünüz
zaman ancak anlayabilirsiniz!
Bu baylara sormak gerekir: -Sizin de katıldığınız!- (Attığınız slogana, ABD dışişleri
bakan yardımcısı “Harika bir slogan” demişti!) Hrant Dink’in cenaze törenini naklen
yayınlayan, Kanal D’nin, CNN’nin, NTV’nin -sizin de katılmadığınız!- Cumhuriyet
Mitingi’ni, bırakalım naklen yayını, haberlerde bile geçiştirmesinde bir gariplik yok
mudur?

Buradan bakınca Türkiye’de yolların çoktan ayrıldığı görülmektedir. Son bir hafta
içinde, Genelkurmay Başkanı’nın konuşması, Cumhurbaşkanımızın konuşması ve
halkın konuşmasıyla (Cumhuriyet Mitingi) birlikte, artık önemli bir dönüm noktasına
gelindiği bellidir. Bu üç olayın aktörleri, ülkemiz ve halkımız için en büyük tehlikenin
ABD, AB ve onların iç (AKP hükümeti), dış (Barzani ve işbirlikçi Irak hükümeti)
olduğunu söylediler. Yıllardır aynı gerçeği, kanı pahasına haykıran ve bunun için çok
çekmiş “sol”un reflekslerinin değişmesi de zor!

Türk Edebiyatı mı? M. C. Anday’ın daha geçen ay ilk kez yayınlanan “Toplu Şiirler”i
bile 2 bin basılıyorsa, yere serilmişiz demektir!

Eleştirinin nedenleri (ntv-yiğit bener-)

Yayınlanan bir kitap artık yazarın mahremiyetinden çıkmış ve 
okurların beğenisine sunulmuştur. Dolayısıyla okur, piyasaya 
sunulan bir kitabı alıp almamakta özgür olduğu gibi, okuduğu 
kitabı beğenip beğenmemekte de özgürdür. Bu konudaki öznel 
düşüncelerini, duygularını dost sohbetlerinde dilediği biçimde 
ifade eder. Her türlü eleştirisini özgürce dile getirebilir. 
Sonuçta yazarlar da, yapıtları da, her açıdan eleştirilebilir, 
hatta eleştirilmeli, tartışılmalıdır da.

Bir okur olarak eleştirmenler de elbette aynı haklara sahiptir. Ancak, belirli bir “yetkinlikle” 
donatılmış olduğu varsayılan ve bu “yetkinlik” adına görüşlerini yayın yoluyla kamuoyuna 
sunan, bir anlamda okuru yönlendirme ya da etkileme olanağına sahip olan eleştirmenlerin 
konumu diğer okurlardan biraz farklıdır. Ciddiye alınmak ve inandırıcı olmak isteyen bir 
eleştirmen, salt kendi öznel düşünce ve duygularını yansıtmakla yetinemez. 
       “Eleştiride sınır ve seviye” başlıklı yazısında sayın Füsun Akatlı’nın da belirttiği gibi, 
edebi olduğu iddia edilen bir değerlendirme yapılacaksa, bir takım geçerli kriterlere sahip 
olmak gerekir: “Edebiyatla ilişkiliymiş gibi sunulan, ama o ilişkinin asgari gereklerini hiçe 
sayan (…), epeyce düşük seviyede ve demagojik bir üslupla kaleme alınmış” bir yazı, eleştirisi 
yazısı değildir. “Bu alanlarda neyin ‘düşünce’, neyin demagoji, neyin küfür olduğunu ayırt 
edebilecek ölçütler” vardır (Virgül, Mart 2001).
       Örneğin, bir romanın bütün kahramanlarını yazarın yarattığını, tüm diyalogların onun 
kaleminden çıktığını, kahramanların başlarına gelenler hakkında okurun edindiği tüm 
bilgilerin yazarın bilinçli kurgusunun ürünü olduğunu hesaba katmadan yapılan bir eleştirinin 
pek “anlamlı” olmayacağı açıktır. Aynı şekilde, eleştirmenliğe soyunan kişinin, kafasında 
yazarla özdeşleştirdiği roman kahramanlarından birine (dolayısıyla yazara) saldırmak için, bir 
diğer roman kahramanının anlattıklarını kendine mal ederek kullanmaya kalkışması, dahası, 
roman kahramanlarından birinin sözlerini kendi adına benimseyip, (aslında yine yazarın 
yazmış olduğu!) o sözler sayesinde ve yazarın yaratmış olduğu o kahraman adına yazarı ya da 
yapıtını “eleştirmesi” de gülünç olur.
       Yazarla romanının kahramanlarından birini özdeşleştirmek sıkça yapılan bir hatadır. 
Yazarın kimliği, duruşu ve düşünceleri elbette yapıtlarına şu ya da bu biçimde yansır. Ancak 
edebi bir yapıtta, romanda, bu yansıma dolaylı yoldan, yapıtın bütünü içinde gerçekleşir. 
Başka bir deyişle, roman kahramanlarının ağzından çıkan her sözü bire bir yazarın düşüncesi 
olarak değerlendiren, roman kahramanına atfettiği kişilik kusurlarını yazarın kişiliğine mal 
eden, buradan hareketle de yazarı itham eden bir eleştiriyi ciddiye almak olanaksızdır. Zaten 
bu mantık geçerli olsaydı, psikopat bir katilin iç dünyasını anlatan bir romanın yazarı hakkında 
(hele iç konuşma ya da birinci tekil şahıs türü bir anlatımı seçmişse!) derhal suç duyurusunda 
bulunmak ya da onu cinayetten tutuklamak gerekirdi…
       Edebiyat eleştirisi açısından önemli olan roman kahramanlarının sempatik ya da antipatik 
olmaları, doğru ya da yanlış düşünmeleri değil, roman kahramanlarının kişiliklerinin yazar 
tarafından ne şekilde ve hangi yöntemlerle aktarıldığıdır. Dolayısıyla, görüşlerini ya da 
kişiliğini beğenmediği bir roman kahramanıyla polemiğe giren, onun düşüncelerini ya da 
tavırlarını hakarete varan sözcüklerle mahkum eden bir kişinin yaptığı işin, “edebiyat 
eleştirisi” olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. Başka bir deyişle, yazar, eleştirmenin 
görüşlerine çok ters düşünceler savunan ya da ona çok antipatik gelen bir roman kahramanı 
yaratmışsa dahi, eğer onu eleştirmende “haklı” ve “haysiyetli” bir öfke yaratacak derecede 
başarılı bir şekilde betimlemişse, gerçek bir eleştirmenden beklenen, kahramanıyla yazarı 
özdeşleştirip yazarı aşağılaması değil, bu anlatım ustalığından ötürü yazarı kutlamasıdır…
       Unutulmamalıdır ki, roman kahramanlarının düşünceleri, yazarın kendi doğrularıyla taban 
tabana zıt olabilirler. Roman kahramanları (tıpkı gerçek insanlar gibi!) çelişkili düşünceler de 
taşıyabilirler, ya da farklı kahramanlar, aynı roman içinde birbirleriyle çelişen görüşler ya da 
tutumlar da sergileyebilirler. Bu nedenle, yazarın, her hangi bir konuda yapıtına yansıttığı 
kendine ait düşünceleri, soruları, kuşkuları ya da kaygıları anlayabilmek, yorumlayabilmek 
için, romanın bütününde söylenmek istenenleri ele almak gerek. Çünkü romanın şu ya da bu 
bölümünde sahneye konan olaylar, şu ya da bu kahramanın her hangi bir bölümde dile 
getirdiği düşünceler, romanın bütününde anlatılmak istenenlere hizmet eden kurmacanın bir 
parçasıdır. 
       Ayrıca, romanların düşünsel içerikleri, (öznel algılarını her şeyin üstünde tutanların sıkça 
yaptıkları gibi) yüzeysel bir okumayla kestirmeden çözümlenemeyecek kadar karmaşık 
olabilirler. Romancıların kurcaladıkları sorunlar ya da sorguladıkları düşünceler, 
ezberledikleri kutsal metinlerin kerameti ya da şeyhlerinin fetvalarıyla her şeyi 
halledebileceklerini sanan müritlerin basit, basmakalıp ve kesin yargılarıyla içinden 
çıkılamayacak nitelikte olabilirler. Totaliter zihniyetin kendinden emin ak ve kara dünyasından 
farklı olarak, romancının dünyasında henüz yanıtı bulunamamış sorulara, çözülememiş 
sorunlara, tartışmalara, yanılmalara ve çelişkilere de yer vardır. Üstelik, siyasi ya da ahlaki 
düşüncelerin tartışıldığı ya da ele alındığı bir roman dahi, ne bir siyasi manifestodur, ne de bir 
ahlaki davranış kılavuzu. Bu anlamda, sıradan siyasi polemiklerden ya da ahlak zabıtalarının 
vaazlarından farklı olarak, edebiyat eleştirisi ciddi bir iştir, gerçek bir yetkinlik ister.
       Kaldı ki, yazarın ya da roman kahramanlarından birinin düşünceleri eleştirilecekse de, bu 
eleştiri dürüst bir biçimde, gerçekten söylenen sözlerin ya da gerçekten ifade edilen görüşlerin 
eleştirisi olarak yapılmalıdır. Eleştirilen yapıtın bir yerinden cımbızla çekilmiş ve 
bağlamından koparılmış, başı sonu tıraşlanmış alıntıları, metnin başka bir yerinden alınmış ve 
benzer şekilde bağlamından koparılıp tıraşlanmış alıntılarla alt alta koymak suretiyle, yazara 
(ya da bir roman kahramanına) kendisine ait olmayan düşünceler atfetmek, sırtlarına bir takım 
yaftalar asmaya kalkışmak, asgari entelektüel dürüstlükten yoksun bir yöntemdir. 1930’larda 
Goebbels’in Hitler adına, Jdanov’un da Stalin adına en uç noktasına kadar geliştirdikleri bu 
yöntemin adı tahrifattır, karalamadır. Özellikle yoz siyasi polemiklerde sıkça karşımıza çıkan 
bu yöntemin amacı, düşünce yaşamı üzerinde terör estirmek ve cadı avları tertiplemek 
suretiyle, gerçek anlamda bir düşünce tartışmasını olanaksız kılmak, aykırı sesleri 
susturmaktır. 
       Hele hele yazarlardan, tüm duyarlılıklarını ve otosansür de dahil her türlü sansürden 
arınmış düşüncelerini yapıtlarına yansıtmaları beklendiği düşünüldüğünde, bu yöntemin 
edebiyat tartışmalarına da egemen olmasının çok vahim sonuçlar doğuracağı açıktır. Ciddi 
tartışmaların ve eleştirinin alanının zaten iyice daraldığı, kendini ifade edebilme araçlarının 
iyice azaldığı bir ortamda, edebiyat, sanat ve genel olarak düşünce hayatına provokasyonun, 
terör estirmenin ve düzeysizliğin egemen olması halinde, az sayıdaki okurun edebiyattan iyice 
soğuması, yeterince hırpalanan ve yıpratılan yazarların esas işlerinden uzaklaşıp 
verimsizleşmesi, egemen yozlaşma karşısında direnmekte güçlük çeken düşünce yaşantımızın 
da iyice sığlaşması kaçınılmaz olur.
       Her şeyin ötesinde, edebi bir eleştirinin de bu niteliğe uygun bir düzeyi ve üslubu olması 
gerekir. Çirkin, düzeysiz, saldırgan bir üslupla yazılmış, hakarete varan ifadeler içeren, 
tahrifat, demagoji, provokasyona dayalı bir metin, eleştirdiği yapıtı beğenmemiş bir 
eleştirmenin kaleminden çıkmış “normal bir eleştiri yazısı” olarak kabul edilemez. Bu tarz bir 
üslubun edebiyatla ilgili tartışmalarda yeri olmaması gerektiği açıktır. Zaten gerçek edebiyat 
okurları da, okumamış oldukları bir roman hakkında yapılmış olsa dahi, bu tarz “eleştirilerin” 
edebiyat dışı bir iş olduğunu rahatlıkla anlarlar. Kaldı ki üslup kişiliğin aynasıdır ve bu tür bir 
üslupla “edebi eleştiri” yaptığını sananların tek başardıkları şey, kendi kişilik yapılarını ve ruh 
hallerini sergilemektir.
       Sonuç olarak, sayın Akatlı’nın adı anılan yazısının başında dile getirdiği düşüncelere 
(daha doğrusu çağrıya) katılmamak elde değil: “Eline kalemi alan, lahana tarlasına bıçakla 
dalar gibi edebiyat dünyasına dalar, yazarların kişiliklerine saldırmaya, provokasyon yapmaya, 
terör yaratmaya başlarsa, kendine saygın bir derginin sayfalarında yer bulamayacağını bilmeli, 
nedenini merak etmediğim öfke ve kinini söndürmenin başka yollarını aramak zorunda 
kalmalıdır”.
Sinema eleştirisi (film .gen.tr. )

"...Pençe namıyla ortaya atılan o saçmasapan şeylerin birbirine eklenmesinden mütehassıl şerif, memleketimizde yalnız
sanayi-i nefise müntesipleri değil, her Türk'ü utandırmıştı. Herkes, pek bi-gane olduğumuz bu sanata karşı, biraz daha az
bala-pervaz olmamızı haysiyet-i milliye namına temenni ediyordu..."

" Muhsin Ertuğrul, Temaşa Dergisi, Ağustos 1918


Esra Biryıldız'ın "Örneklerle Türk Film Eleştirisi" adlı çalışmasında yer alan “Eleştiri Yöntemleri"

a.1 TANITMA YAZILARI

Daha çok gündelik gazetelerde ve magazin dergilerinde yayınlanan bu çeşit yazılarda, filmin çok kısa fllmografısi
verildikten sonra konusu da çok kısa anlatılmaktadır. Genellikle bir değer yargısı ve yorum belirtilmemektedir. Ancak
bazen de değerlendirme yapılan, yorumda bulunan tanıtma yazılarına rastlanmaktadır. Bu tür tanıtma yazılarında yo-
rumlar ve değerlendirmeler bir iki kelimeyi geçmemektedir ve daha çok izlenimci eleştiri yöntemine dayanmaktadırlar.

a.2 KLASİK ELEŞTİRİ

Ciddi fikir gazeteleri, siyasi dergiler, sanat dergileri ile yarı magazin dergileri ve ciddi sinema dergilerinde yer alan film
eleştirilerine "Klasik Eleştiriler" adını veriyoruz. Klasik eleştirilerde filmin kısa filmografisi verildikten sonra (zaman
zaman filmografiyi vermeden de yapanlara rastlanmaktadır) konu kısa bir biçimde anlatılmaktadır. Daha sonra fazla
detaya inmeden filmin görüntü, ses, renk, senaryo, oyuncu yönetimi ve filmin üstünlükleri ve eksiklikleri verilmekte
bazen yönetmenin öteki yapıtlarından örnekler verilerek bu filmle ortaya konan sanat değerlendirilmekte ve kısa bir
yorumda bulunulmaktadır.

a.3 DERİNLEMESİNE ELEŞTİRİ

Ciddi sinema dergilerinde ve sinema kitaplarında yayınlanan bu tür kapsamlı, detaylı film eleştirilerinde; film toplumsal,
ideolojik, psikolojik, semiyolojik, teknik, estetik bir ya da birkaç yönden derinlemesine incelenmektedir. Bu tür eleştiriler
dayanaklarını 'Toplumbilimsel Eleştiri", 'Tarihsel Eleştiri", "Marxist Eleştiri" ve "Biyografik, "Psikanalitik Eleştiri" ve
"Biçimsel Eleştiri"den almaktadır.Derinlemesine eleştiri yapılırken bazı durumlarda filmografiye yer verilmediği
görülmektedir. Yalnızca filmin adını yazıp doğrudan toplumsal, ideolojik, psikolojik, semiyolojik, tarihsel, teknik ve
estetik bir ya da birkaç yönden incelenmesi yapılmaktadır.

a.4 BİLİMSEL ELEŞTİRİ

Bir filmin toplumsal, siyasal, tarihi, psikolojik, etik, teknik, anlambilim, estetik açılardan incelenmesi, nedenlerinin
araştırılması, bu araştırmaların bilimsel verilere dayandırılarak nesnel bir biçimde incelenmesi ve eserin sanat içindeki
yerine oturtulmasıdır. Bilimsel eleştiri yapılırken öznellikten tamamen kaçınılır. Nesnel bir biçimde, çağdaş yöntemle
eser incelenir. Bu tür eleştiride filmin filmografisi verilmekte, konu ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Filmle ilgili başka
kaynaklarada çıkan yazılardan örnekler verilmekte ve film toplumbilimsel, siyasal, etik, psikolojik, anlambilim, teknik ve
estetik yöntemlerden dayanaklarını alarak ve bunların yardımıyla neden-sonuç ilişkisini gözönüne alarak
incelemektedir.

Yazan:EmreArifoğlu
Tarih: 14.01.2005

GÖNÜL YARASI

Sinemaseverler için, günler heyecanlı geçiyor. Gördüğümüz gibi, her yıl bıkılmadan yaratılan suni Oscar
tantanası, nitelikli yapımların aradan sıyrılmasına engel olamamakta. İnsanlar kıymeti kendinden menkul
başıbozuklar Akademisinin bu yıl dikenli çelenklerini kimin başına takacağını düşünürken, artık "Hollywood ve
Diğerleri" ayrımını kırarak kendi yerelliklerini -aynı zamanda evrenselliklerini- masaya vurmaya başlayan dünya
sinemasından ilginç filmler seyircisini arıyor. Turgul'un Eşkıya'dan beri beklediğimiz filmi "Gönül Yarası" ise,
etkileyici anlatımıyla bu yapıtlar arasında zirveye oturmayı haketmiş gözüküyor.

Dipsiz bir derinliğe doğru inişe geçmiş hayatların kesişme noktasından dikkatli gözler tarafından çekilmiş
fotoğrafların birleştirilmesini andırıyor Gönül Yarası. Dünyayı ya da ülkelerini kurtarmayı bir kenara bırakın,
sevdiklerinin hayatlarını kurtarmayı bile başaramamış kahramanlar, sefilliğimizin yüzümüze indireceği tokat için
bizi daha ilk dakikadan uyarıyor. Yavuz Turgul, bir hikaye anlatıcı olarak iyi ve kötüyü kalın uçlu bir kalemle
çizmekten yine başarılı bir şekilde sakınmış, yorum herşeyiyle seyirciye kalıyor. Kendi içimize bu kadar yakından
bakınca ne kadar yorum yapabiliriz, o kısım belirsiz tabii. İnsanın içsel kaosuyla o kadar sık ve o kadar sarsıcı
anlarda karşılaşıyoruz ki, bir süre sonra kimin tarafından olacağımızı keşfedemediğimiz gibi, taraf tutup tutmama
konusunda da kuşkuya düşüyoruz. Son yıllarımızı nefesimiz tükenene kadar tartışmakla geçirdiğimiz sinemada
sanal görsellik konusunda savunulan tüm tezler, masum bir kız çocuğunun katıksız bakışıyla ve basit bir omuz
çekimiyle aktarılmış bir baba-oğul görüşmesinin yıkıcı etkisiyle altüst oluyor. Elimizde kalan ise, filmin sonunda bir
avuç daha yalnızlık, bir parça daha kuşatılmışlık oluyor. Ümitlerini ve ideallerini eski sandıklarda saklayanlarımız
haklı olmanın verdiği gururla çıkıyorlar salondan, bizler; henüz ümidi kesmemiş olanlar ise önümüzdeki insan
denen varlığın mutlak anlaşılamazlığını bir kez daha yüklüyoruz omuzlarımıza. Bu etkiyi yaratmak için, bir
yönetmenin elinde çektiği tüm filmlerden daha değerli bir altın heykelcik olması ise, ne yazık ki yeterli olmuyor.
Heykelciği son yıllarda bol bol toplayan Muhafazakar sağcıların ve özbeöz Siyah Blaxploidlerin böyle bir derdi yok
zaten, o da ayrı bir konu.

Film bana, belki çok alakasız görünecek ama ilk defa bir Ferzan Özpetek filmi izlediğim zaman hissettiğim
sarsıntıyı yeniden yaşattı. İki filmde de yakaladığım ortak noktalar; yönetmenlerin klasik araçları kullanarak film
yapma tutkuları ve Amerikan sinemasının tank namlusu gibi tüten parmağıyla gösterdiği yöne gitmeyeceklerine
dair inançları. Turgul büyük bir hikaye anlatma derdinde değil, o hikayeyi oyuncularının zaten büyüteceğini biliyor.
Siz filmi geriye doğru yürütseniz, kurguyu paramparça etseniz seyirciyi sersemletmekten ve sahte entelektüellerin
sakallarını gülümsetmekten başka neye yarayacak ki; yılların öğretmeni Şener Şen, filmin sonlarına doğru Kral
Lear'vari monoloğuyla zaten anlatılması gerekeni özetliyor. Bir kez daha görüyoruz; büyük hikayeler, küçük gibi
görünen insanlar üzerinden daha parlak aksediyor. Oyuncular, devlerin omuzlarından dünyaya bakan cüceler gibi
olmaktansa zıplayarak duvarın arkasına birşeyler fısıldamayı -neredeyse- kusursuzca başarıyorlar. Gerçi Şener
Şen'in iyi oyuncularla oynaması ilk defa rastladığımız bir olay değil ama, özellikle Timuçin Esen'in performansı
konuşulmaya değer. Bir aktör olarak içine girdiği kalıbı genişletmek yerine, davranışlarını silikleştirip Halil'i öne
çıkarmayı denemiş, ve başarılı olmuş. Karakterinin içerisine düştüğü açmazları, rahatlamaları ve tekrar tekrar
karşımıza gelen buhranları, hiç zaiyatsız atlatıyor. Meltem Cumbul için söylenecek çok birşey kalmadı artık, böyle
karmaşık ve tuhaf bir rolde bile derinlemesine içimize nüfuz etmeyi becerebiliyor. Kendisini yıllardır Erkan Can ile
karşılıklı izlemeyi hayal etmişimdir, bu da benim için ütopik bir hayal olarak kalacak gibi görünüyor. Mesela bir
Serdar Akar filminde, karşılıklı tatlı tatlı konuşsalar.. Eminim orada bile, bu kadar zarif kalabilirdi. Hayat tarafından
bu kadar yara almış bir kadının gururunu karşımıza dimdik ayakta çıkarabiliyorsa, yapabileceklerinin sınırı üzerine
düşünmemiz gerekli.

Haddim olmayarak, bakışlarımı kendisine karşı yerden kaldırmadan Yavuz Turgul'a bir teşekkür; yönetmene
sonsuzluğu sunacak olanın görsel ve işitsel olanaklar değil, iyi oyuncular tarafından anlatılacak hayatın sadece bir
anının fotoğrafını çeken hikayeler olduğunu "Türk işi Korku" ve "Türk işi Ekşın" yapmaya çalışanlara önlerine
Sinemanın Anayasa'sını fırlatırcasına hatırlattığı için.

You might also like