You are on page 1of 191

Metis Yayınlan

ELİF ŞAFAK
BABAVEPİÇ
İpek Sokak 9, 34433 Beyoğlu, İstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
ww w.metiskitap .com

Metis Edebiyat
BABA VE PİÇ
Elif Şafak
© Metis Yayınlan, 2005

İlk Basım: Mart 2006 Üçüncü


Basım: Haziran 2006
www.webturkiyeforum.com
Orijinali İngilizce olan Baba ve Piç,
Aslı Biçen tarafından Türkçeleştirilmiş,
metne son hali yazar ve çevirmenin
by Ayhan
ortak çalışmasıyla verilmiştir.

Yayın Yönetmeni: Müge


Gürsoy Sökmen

Kapak Tasarımı: Emine


Bora, Semih Sökmen

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık:


Metis Yayıncılık Ltd.
Baskı ve Cilt:
Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No: 12/197-203
Topkapı, İstanbul Tel: 212 5678003

ISBN 975-342-553-8
Elif Şafak
BÜTÜN YAPITLARİ

KEM GÖZLERE ANADOLU, 1994 Bir varmış, bir yokmuş


PİNHAN, 1997, 6. Basım Tanrının mahlukları tahıl kadar çokmuş
ŞEHRİN AYNALARI, 1999, 5. Basım
Fazla konuşmak günahmış...
MAHREM, 2000, 8. Basım
BİT PALAS, 2002, 5. Basım Bir Türk masalına mukaddime
...ve bir Ermeni masalına
ARAF, 2004,4. Basım
MED-CEZİR, 2005
BABA VE PİÇ, 2006
Birinci Bölüm

TARÇIN

G ökten kafana ne yağarsa yağsın


asla küfretmeyeceksin. Buna yağmur da dahil.
Yukarıdan üzerine ne düşerse düşsün, kabulün olmalı. Sağa-
nak ne kadar şiddetli, tipi ne denli dondurucu olursa olsun, bulut-
ların biz aşağıdakilere reva gördüklerine sövemezsin. Böyledir bu
düzen. Bunu herkes bilir. Zeliha dahil.
Bilir bilmesine de, temmuz ayının bu ilk cumasında, yanı ba-
şındaki tıkanmış trafiğe inat kaldırımda koşturarak çoktan gecik-
tiği bir randevuya yetişebilmek için telaş ederken, dudaklan kıpır
kıpır, ağzına geleni söylüyor yine de. Sövüyor da sövüyor Zeliha;
kırık kaldırım taşlarına, yüksek topuklu pabuçlarına, peşine takı-
lan adam müsveddesine, kuru gürültünün trafiği açtığı görülme-
diği halde deli gibi kornaya basan şoförlerin cem-i cümlesine;
vakt-i zamanında ne gerek varsa şu başa bela yüreğe cefa Kons-
tantinopolis şehrini fetheden ve asırlarca da hatasından dönme-
yen tekmil Osmanlı hanedanına ve bir de yağmura... evet, şu yere
batası yaz yağmuruna... sövüyor hepsine teker teker.
Doğrusu, yağmur bu şehirde tam bir çile. Dünyanın başka
yerlerinde yağmur muhtemelen herkese ve her şeye nimet gibi
gelir - mahsule, bitkilere, çevreye, az buçuk romantizm de ilave
edince üzerine, bilhassa âşıklara iyi gelir. İstanbul'da öyle değil
sefer yok sana şemsiye memsiye, iliklerine kadar ıslanmayı hak
ama. Burada işler başka türlü. Bizim için yağmur ne bereket de-
ettin kızım," diye buyurdu kendi kendine. Zaten artık çok geç. Sı-
mek, ne de ıslaklık. Ne arınırız onunla, ne onanırız. Olsa olsa se- rılsıklam oldu bile. Bu açıdan bakınca, yağmur da hüzün gibi bir
beb-i öfkedir yağmur. şey galiba: İlk başta, aman bana ilişmesin diye didinir sakınırsın,
Sebeb-i öfkemizdir yağmur. emniyetli ve kuru kalmak için elinden geleni yaparsın, ama baktın
Çünkü çamur ve karmaşa ve hiddet boca eder üzerimize, ki olmuyor, baktın ki yağıyor üzerine dört bir koldan, gark
damla damla dahi değil, kova kova, sanki elimizde yeterince yok- olursun ta dibine kadar ve bir kez bu kadar battın mı içine, ha bir
muş gibi her birinden. Bir de mücadele demektir yağmur. Bitevi- damla eksik ha bir damla fazla ne fark eder. Yağmur da hüzün gibi
ye didiniş. Suyla dolu bir leğene aniden atılmış yavru kediler gi- bir şey, yakalandın mı bir kez, azı çoğu yok artık. Olsa olsa
bi, on milyonumuz birden damlalara karşı beyhude bir kavgaya "kuru kalabilenler" ve "sağanaktan nasibini alanlar" var.
girişiriz. Bu dalaşta tümüyle yalnız olduğumuz söylenemez aslın- Yağmur Zeliha'nın kuzguni ve kıvırcık saçlarından aşağı ge-
da. Ne de olsa teneke levhalara yazılı kadim isimleriyle İstan- niş omuzlarına damlıyor. Kazancı ailesinin bütün kadınları gibi,
bul'un sokaklan-da mücadeleye koyulur bizimle beraber. Sokak- Zeliha da kara ve kıvır kıvır saçlarla doğdu. Ama diğerlerinin ak-
lar, evliyaların dört bir yana saçılmış mezar taşlan, hemen her kö- sine, o saçlarını değiştirmedi, aynen korudu.
şede bekleyen çöp yığınları, yakında göz alıcı, modern binalara Arada soluklanmak için durup, ani bir ışığa maruz kalmışça-
dönüşecek çirkin, devasa inşaatlar ve bir de martılar... Onlar da sına zümrüt yeşili gözlerini kısıyor. Katıksız bir kayıtsızlık var
var bu kavgada. Gökyüzü ne vakit tepemize tepemize tükürmeye bugün bakışlarında, hani şu dünyada sadece üç türden insana has
başlasa, hepimiz birden galeyana geliriz. kayıtsızlık: ya umutsuzca saf, ya umutsuzca içe kapanık, ya da
Ama sonra, son damlacıklar toprağa erişip de, artık üzerlerinde umutsuzca umut dolu insanlara. Zeliha bu üç gruba da dahil ol-
tozun zerresi kalmamış yapraklara kararsızca tünediğinde, yani madığından gözlerine sinen kayıtsızlığa anlam vermek zor. Gelip
yağmurun nihayet durduğunu sezdiğimiz ama bir türlü emin gidiyor kayıtsızlık. Yalpalıyor. Kâh üzerine çöküp donuklaştın-
olamadığımız o korunmasız anda, hani hayatın normale döndüğüne yor bakışlarını, kâh geri çekilip yerinde incecik bir boşluk, bir
dair bir işaret aradığımız o buruk arafta, her şey ve her yer sü- arayış bırakıyor.
kûnete kavuşuverir. Sema bize bakar, biz aşağıdakilere. Bakar ve Temmuzun bu ilk cumasında Zeliha'da bir tuhaflık var. Bazen
gülümser, bizleri içine soktuğu bu müşkül durumdan ötürü özür morfin yemiş gibi hissiz görünüyor nedense. Onun kadar cevval
dilercesine. Bizler de saçımızda hâlâ damlalar, paçalarımızda ça- biri için hayli sıradışı bir hal. Bu yüzden mi bugün ne bu şehirle
mur, bakışlarımızda bezginlikle, laciverdin tonlarına öykünen ve ne de yağmurla kavga etmek istemesi? Bu yüzden mi savaşma-
şimdi her zamankinden daha berrak görünen semaya bakakalırız. ması? Kayıtsızlık bir yoyo gibi, inip çıkıyor kendine has bir ritim-
Bakar ve tebessümüne karşılık vermeden edemeyiz. Elde değil, le. Zeliha da ayak uydurmuş bu yoyoya, ruh hali bir sarkaç olmuş
her seferinde gökyüzünü affederiz. adeta, iki zıt kutup arasında gidip geliyor: Donukluktan taşkınlığa
Ama henüz böyle bir af için çok, erken. Şu anda yağmur hâlâ savruluyor, sonra gene taşkınlıktan donukluğa.
bütün hızıyla yağıyor ve Zeliha'nın yüreğinde bağışlamadan eser Zeliha yağmurun altında ilerleyedursun, cafcaflı şemsiyeler,
yok. Şemsiye de taşımıyor üstelik. Zira "her yağmurda gene bir uyduruk yağmurluklar ve plastik eşarplar satan satıcılar alaycı
sokak satıcısına bir avuç para bayılıp aldığın her şemsiyeyi güneş gözlerle süzüyorlar onu. Satıcıların bakışlarını görmezden gelme-
çıkar çıkmaz orda burda unutacak kadar enayi olduğuna göre, bu
yi başarıyor, tıpkı vücuduna açlıkla bakan tüm erkeklerin bakışla- yaptığı düpedüz zındıklık. İnsan yağmuru sevmeyebilir, sevmeye
rım görmezden geldiği gibi. Zaman zaman ışıltılı hızmasma takı- mecbur değil elbet, ama her ne olursa olsun gökyüzünden gelene
lıyor kınayan gözler. Sanki o minnacık mücevher parçasında if- sövmemek gerekir çünkü hiçbir şey öyle kendi kendine düşmez
fetsizliğinin ipucunu görmüşçesine yargılayarak bakıyorlar. Oysa yukarıdan ve yağan her nimetin de musibetin de ardında Allah
bu hızmadan gurur duyuyor Zeliha, ne de olsa kendisi taktı bur- vardır. Sövdün mü semadan yağana, onu gönderene sövmek ka-
nuna. Canı yandı yanmasına da, kendini acıtmaya alışkın sayılır. dar büyüktür günahı.
Seviyor hızmasını. Seviyor tarzını. İster erkeklerin sözle ya da Hiç şüphesiz Zeliha, Cicianne'nin yazıya dökülmemiş ama
gözle tacizi, ister diğer kadınların ayıplamaları, ister kırık kaldı- çiğnenmesi imkânsız kurallarını harfiyen biliyor. Ama temmuz
rım taşları üzerinde topuklarla yürümenin zorluğu, ister vapurlar- ayının bu ilk cuması hatmettiği en kadim kuralları dahi çiğneyebi-
da otobüslerde sıkıştırılmak, hatta ve hatta annesinin sürekli dır- lecek kadar umarsız hissediyor kendini. Hem ağızdan çıkan çıktı
dırı olsun... bu şehirdeki çoğu kadından uzun boylu olan Zeliha'yı bir kere, olan oldu, maziyle uğraşacak değil. Zeliha'nın pişman-
göz alıcı renklerde mini etekler, iri göğüslerini meydana çıkaran lıklara vakti yok. Jinekologla olan randevusuna geç kaldı. Az buz
daracık bluzlar, parlak naylon çoraplar ve bir karış topuklu ayak- bir mesele sayılmaz bu - ne de olsa insan jinekologla randevusu-
kabılar giymekten men edebilecek hiçbir kuvvet yok bu dünyada. na geç kaldığını fark ettiği anda, oraya gitmek için duyduğu kıt is-
Üzerine bastığı kaldırım taşının aniden yerinden oynamasıy- teği hepten kaybedip hiç gitmemeye karar verebilir kolaylıkla.
la, altındaki zifos birikintisinin eflatun eteğine fışkırması bir ol- Hızlandı. Aynı anda, tamponuna silme çıkartma yapıştırılmış
du. Küfürü bastı Zeliha. Bu kadar galiz bir lisanı böyle çekinme- bir taksi zınk diye durdu önünde, üzerine su, çamur ve Madonna'
den uluorta kullanabilen tek kadın o. Kazancı sülalesinde. Sade- nın Like a Virgin şarkısını sıçrata sıçrata. Kalem bıyıklı, koca gı-
ce Kazancılar içinde değil, cümle Türk kadınları içinde de nadi- dıklı, esmer yağız bir adam kornaya basıp, açık duran camdan ba-
rattan sayılır bu özelliği sebebiyle. Belki de bu yüzden, ne zaman şını çıkardı. Zeliha boş bulundu bir an. Adam adres soracak ya da
küfretmeye başlasa, hemcinslerinin küfür açığını da kapatmak is- bir şey danışacak sandı. Ama fonda müzik avaz avaz gümbürder-
tercesine sövdükçe sövüyor. Bu sefer de öyle. Gelmiş geçmiş bü- ken, sırıtkan şoförün tek söylediği, "Hepsi senin mi yavrum!" oldu.
tün belediyelere küfretmeye koyuldu, çünkü çocukluğundan beri "Ne diyosun ulan sen?" Zeliha kendi sesinden ürktü, öylesine
bir gün olsun göremedi şu lanet kaldırım taşlarının sımsıkı yerle- çığlık çığlığa. "Bu şehirde bir kadın rahat rahat yürüyemez mi?"
rine oturduklarını. Okkalı, sunturlu küfürler... Yanından geçenler "Ama arabaya binmek dururken yürümek niye?" diye sırıttı
hayretle bakıyorlar yüzüne. Bir kadının ağzına yakışmayacak tür- şoför. "Böyle seksi vücuda yazık, ıslanmasın diye söylüyorum,
den küfürler... oldu mu yani?"
Birden susuverdi Zeliha, birinin ona seslendiğini işitmişçesi- Madonna arkadan bağıradursun, "Tıpkı bir bakire gibi, ilk de-
ne. Öyleyse bile etrafta bir tanıdık aramak yerine, is rengi gök- fa dokunulan..." diye, Zeliha açtı ağzını yumdu gözünü, küfür kü-
yüzüne çevirdi yüzünü, kaşlarını çattı. İkircikli bir iç geçirdi son- für üstüne. Böylece bir kuralı daha çiğnedi. Bir başka yazıya dö-
ra bastı gene küfrü, ama bu sefer dünyaya değil, tuttu yağmura külmemiş ama çiğnenmesi imkânsız kuralı ihlal etmiş oldu, bu
sövdü. sefer Cicianne'nin değil, Kadın Ferasetinin kitabından: Sen sen
Ne gaflet! Cicianne olsa nasıl kızardı şimdi. Cicianne'nin ya- ol, sakın ola tacizcine küfretme.
zıya dökülmemiş ama çiğnenmesi imkânsız kurallarına göre bu
Panikle çekince ayağını taşın altından, topuğunu kırdı. Ta başın-
İstanbullu Kadınların Elkitabından Altın Feraset Kuralı: So- dan beri aklından çıkarmaması gereken o muhterem kuralı hatır-
kakta sarkıntılığa uğradığında asla tepki verme, muhatap olma lasa, bunlar gelmezdi başına.
çünkü tacizcisine küfretmek şöyle dursun tepki dahi veren kadın,
tacizcisini daha da kışkırtmaktan öte bir şey yapmamış olur! İstanbullu Kadınların Elkitabından Gümüş Feraset Kuralı:
Sokakta sarkıntılığa uğradığında sakın ola sinirlenme, panikle-
Hiç şüphesiz Zeliha bu kuralın yabancısı değil, hem ihlal et- me, çünkü sarkıntılık karşısında sinirlenen ve aşırı tepki veren bir
meyecek kadar da kafası çalışır ama temmuz ayının bu ilk cuması kadın sadece kendi işini zorlaştırmakla kalır!
diğerlerine benzemiyor işte; içinde açığa çıkmış başka bir benlik
var, daha umursamaz, daha atılgan ve alabildiğine öfkeli biri. Halini gören taksi şoförü bir kahkaha attı, arkadaki Toyota'
Ruhunun çoğunu bu öteki Zeliha kaplamış şimdi; ipleri ele almış, nın kornası bir kez daha çaldı, sanki yağmur biraz daha hızlandı
ikisi adına karar veriyor. Avaz avaz küfretmeye devam etmesinin ve seyirci yayalardan "cık-cık" sesleri yükseldi, kimi ve niye kı-
sebebi bu. O kadar çok patırtı çıkardı ki, Madonna'nın sesini bas- nadıklarını anlamak kabil olmasa da. O kargaşanın içinde Zeli-
tırdığı gibi insanları da başına topladı. Oradan geçen yayalar ve ha'nın gözü taksinin arkasında parlayan çıkartmalardan birine ta-
şemsiye satıcıları ne menem bir bela koptuğunu görmek için top- kıldı: "Hor görme garibi! Onun da bir kalbi vardır."
laştılar. Bu arada kimse fark etmedi ama deminden beri Zeliha'nın
Zeliha boş boş baktı bu kelimelere. Harfler dağıldı gözlerinin
peşine takılmış ikinci bir tacizci, manyak bir kadına bulaşmaktan
önünde. Birden ölesiye yorgun hissetti kendini - öyle yorgun ve
çekindiği için takibinden vazgeçti. Ama taksi şoförü ne onun ka-
yılgın ki her İstanbullunun hemen her günkü sorunlarıyla değil
dar ihtiyatlı ne de ürkekti; bütün bu şamatayı keyifle karşıladı.
de, daha varoluşsal bir elemle boğuşmak zorundaydı sanki. Çok
Şoför sırıtırken, Zeliha adamın dişlerinin şaşırtıcı ölçüde beyaz geçmeden taksi de Toyota da çekip gittiler, yayalar kendi yolları-
ve kusursuz olduğunu fark edip, porselen kaplı olup olmadıkları- na dağıldı. Bir tek Zeliha kaldı geride; yolda bulduğu ölü bir kuşu
nı düşünmekten kendini alamadı. Ne fark eder! Kendine gel! Azar
tutar gibi şefkatle bakakaldı avuçlarındaki kırık ayakkabı topu-
azar, o bildik adrenalin dalgasının bir kez daha kamında kabardı-
ğuna, durdu bir müddet o halde.
ğını, midesini kavurduğunu, nabzını hızlandırdığını hissetti. Şid-
Şefkat çetrefil mesele Zeliha'ya göre. Ne de olsa bir sürü şeyle
det nasıl bir tutku, biliyor Zeliha. Kazancı sülalesindeki bütün ka-
baş edebilir de şefkate gelemez. Toparlandı hemen, tekrar yü-
dınların aksine, bir tek Zeliha, bir tek o, günün birinde bir erkeği
rümeye koyuldu. Tek topukla zar zor yürüse de, çok geçmeden
gebertebileceğim seziyor.
oradan uzaklaşmayı başardı. Şemsiydi kalabalığın içinde hızla
Zeliha'nın şansına, tam o esnada, taksinin arkasında bekleyen
kayıp, müziği bozan detone bir nota gibi topallayarak. Kahveren-
Toyota şoförünün sabn tükenmiş olmalı ki, bastı komaya. Bir ka-
gilerden ve grilerden mürekkepti kalabalık. Kahverengilerin ve
rabasandan uyanır gibi sıçradı Zeliha. Kendinden ürktü. Şiddete
grilerin arasında, nasıl olduysa kumaşa karışmış eflatun bir iplik,
olan yatkınlığından tedirgin oldu, her zamanki gibi. Sakinleşme-
uyumsuz mu uyumsuz bir tondu Zeliha. Ne var ki kalabalık, onun
ye çalışarak yana çark etti, kalabalığın da dağılacağını, el âlemin
ahenksizliğini yutup kendi temposuna uyduracak kadar cevval ve
kendi yoluna gideceğini umarak aralarından geçip gitmek istedi.
yekpareydi. Parçalarının toplamı değil kalabalık. Yüzlerce nefes
Ne var ki o telaşla öyle ters bir hareket yaptı ki sağ ayağı gevşek
alan, terleyen, ağrı çeken bedenden oluşmuş bir yığın değil, yağ-
bir kaldırım taşının altına girdi. Panik zehirdir böyle durumlarda.
mur altında tek bir bedendi. Nefes alan, terleyen, ağrı çeken tek ğine varamayan ama ayrı ayn daima haklı olduklarına inanan,
bir beden. Ha yaz ha kış, ha yağmur ha güneş fark etmez, İstan- başkalarından öğrenecek hiçbir şeyi olmayıp öğretecek çok şey-
bul'da yürümek kalabalıkla birlikte yürümek demek. leri olan dört kızın en küçüğü olmak talihsizlikti, piyangoyu tek
Eski Galata Köprüsü üzerinden geçti Zeliha. Bir ellerinde rakamla kaçırmak kadar nahoş: Vaziyete neresinden bakılırsa ba-
şemsiye, diğerinde olta, sessizce bekleyen balıkçıların yanından kılsın insan kendini telafisi mümkün olmayan bir haksızlığa ma-
geçerken onlann kımıltısızhk kapasitelerini, sabırlarını, varlığı ruz kalma hissinden kurtaramıyordu.
bile şüpheli bir kıytırık balık için böyle saatlerce bekleme beceri- Biraz tarçın aldı Zeliha, tozundan değil çubuğundan. Satıcı
lerini kıskandı. Bu kadar az şeyle mutlu olabilmek ne harikulade ona çay, sigara ve muhabbet teklif etti, o da hiçbirini reddetmedi.
bir yetenek. Günün sonunda eve eli boş ama memnun dönmek! Jinekolog beklesin. Oturup konuşurken gözleri gelişigüzel raflan
Bu dünyada dinginlik bir şanstı, şanslılar da dingin. Böyle olma- dolaştı ta ki bir çay takımına kilitlenene kadar. Bu da zaafı olan
lıydı herhalde, bu hususta Zeliha'nın tek yapabileceği tahmin yü- eşyalar listesindeydi: ince, narin kaşıklı, sırça tabakh, belleri yal-
rütmekti zira hiç böylesi bir dinginliği tatmamıştı, tadabileceğini dızlı kuşaklı, cam çay bardakları. Evde hepsi de onun tarafından
de sanmıyordu. En azından bugün değil. Kesinlikle bugün değil. alınmış en az otuz takım vardı herhalde. Ama yeni bir takım al-
Acelesine rağmen Kapalı Çarşı'dan geçerken yavaşladı. Alış- maktan zarar gelmezdi çünkü çok kolay kınlıyorlardı. "Öylesine
verişe zamanı olmasa da vitrinlere göz atmaktan kendini alamadı. kınlgan..." diye mmldandı Zeliha. Bütün Kazancı kadınlan ara-
Çıkarıp bir sigara yaktı. Dumanı solurken kendini biraz daha iyi, sında çay bardaklanmn kınlganhğını kendine dert edinen bir tek
neredeyse rahatlamış hissetti. Bu şehirde pek rastlanmaz sokak- oydu. Öte yandan, yetmiş yedi yaşındaki Çicianne başka türlü ba-
larda sigara içen bir kadına, belli başlı muhitler dışında, ama ki- kıyordu meseleye.
min umrunda, omzunu silkti Zeliha. Donukluktan taşkınlığa, taş- "Ah, gitti bir kem göz daha," derdi Çicianne ne zaman bir çay
kınlıktan donukluğa... çarşının iç kısımlarına doğru ilerledi. bardağı çatlayıp kınlsa. "Şu meşum sesi duydunuz mu? Çat diye
Burada onu ismen tanıyan satıcılar var, özellikle kuyumcular. inledi valla! Oh yüreğimi titretti! Allah bilir kimin kem gözüydü,
Ne de olsa Zeliha'nın her türden parıltılı aksesuara zaafı var. Kris- çatladı da gitti, iyi oldu!"
tal tokalar, alımlı broşlar, salkım salkım küpeler, sedefli yaka çi- Ne zaman bir bardak kınlsa ya da bir ayna çatlasa Çicianne
çekleri, zebra desenli eşarplar, saten çantalar, şifon şallar, ipek rahatlayarak iç geçirirdi. Madem ki bu deli dünyanın sathından
ponponlar ve bir de ayakkabılar, daima yüksek topuklu. Bu çarşı- habis insanlan silmek kabil değildi, böylelerinin kem gözlerinin
dan ne zaman geçse bir sürü dükkâna dalar çıkar, satıcılarla pa- masum canlara zarar vermek yerine camdan hudutlara toslayıp
zarlık eder ve ilk başta almayı düşünmediği şeyleri ilk baştaki fi- dağılması elbette daha iyiydi.
yatlarından çok daha ucuza alarak çıkardı. Ama bugün başka. Bu- Yanm saat sonra Zeliha, şık bir doktor muayenehanesine dal-
gün epi topu birkaç dükkânın yanında oyalanıp, birkaç vitrine göz dı, bir elinde kınk topuğu diğerinde yeni çay bardağı takımıyla.
attı. Hepsi bu. Ancak içeri girdiğinde fark edebildi paketlenmiş tarçın çubukla-
Türlü türlü otlarla ve baharatlarla dolu kavanozlarla, çömlek- nnı Kapalı Çarşı'da unuttuğunu.
lerle ve şişelerle kaplı bir tezgâhın önünde duraladı. Üç ablasın-
dan birinin bu sabah ondan tarçın almasını istediğini hatırladı
ama hangisi olduğunu çıkaramadı. Tek bir konuda bile fikir birli-
Bekleme odasında üç kadın ve bir adam oturuyordu. Zeliha hal- deki yapışkan tebessüm de yok olmuştu. Zeliha gayri ihtiyari ra-
lerine bakarak kadınları derhal bir "endişe sıralamasına soktu. hatladığını hissetti. Böylesi daha iyiydi. Dişil şakraklıktan haz-
İçlerinde en genç olan en kaygısızları olmalıydı. Elinde bir dergi, zettiği söylenemezdi.
öylesine karıştırıyor, metinleri okuyamayacak kadar üşengeç ol- "Randevu almamın sebebi..." dedi Zeliha, gözlerinin önüne
malı ki sadece resimlere bakıyordu. Muhtemelen basit bir işlem düşen bir saç tutamını gerilere doğru atarak. Çenesini kaldırıp
için buradaydı - doğum kontrol hapı danışmak için filan. Pence- kartal burnunu öne çıkardı. Tekrar etti cevabını, belki niyet etti-
renin yanında oturan, otuzlarında görünen ve saç dipleri acil boya ğinden bir parça daha yüksek sesle. "Kürtaj olmak..."
isteyen tombul sansın ise sinirli sinirli ayaklarını sallıyordu Bu yeni gelen hastayı tarafsızca ve profesyonelce randevu
habire, görünüşe göre aklı başka yerdeydi. Zeliha onun da o ka- defterine kaydetmek ile bunca pervasızlığı kınamak arasında gi-
dar ciddi bir sorunu olmadığını tahmin etti - herhalde rutin bir dip gelen sekreter, ne yapacağını bilemiyor olmalı ki bir an için
check-up ve pap-smear testi filan. Başörtülü olan ve buraya koca- bocaladı. Önünde açık duran deri kaplı deftere öylece bakakaldı.
sıyla gelen üçüncü kadınsa en tedirginleriydi muhtemelen; du- Yazı yazmaya başlayabilmesi için birkaç saniye daha geçmesi ge-
dakları kilitli, kaşları çatık. Daha derin bir derdi olmalıydı, kısır- rekti. Bu arada Zeliha mırıldandı:
lık tedavisi filan. Hoş, kısırlığın ne denli ciddi bir sorun olduğu da "Geciktim kusura bakmayın..." Duvardaki saat kırk altı daki-
son tahlilde kişiden kişiye göre değişirdi ya. Zeliha şahsen, hamile
ka geç kaldığını gösteriyordu. "Şey... yağmur yüzünden..."
kalamamayı bir kadının başına gelebilecek en talihsiz şey olarak
Doğrusu yağmura haksızlıktı bu, çünkü tıkanan trafik, kınk
görmüyordu bu günlerde.
kaldırım taşlan, sorumsuz belediye, peşine takılan adam ve taciz-
"Hoş geldiniiiz!" diye şakıdı sekreter. "Saat üç Randevumuz kâr taksi şoförü, hele hele durduk yerde ettiği alışveriş de bu ge-
siz misiniz?"
cikmeden sorumlu tutulabilirdi pekâlâ. Ne var ki Zeliha bunlann
Sekreter "r" harfini telaffuz etmekte zorlanıyor gibiydi ve bu hiçbirinin sözünü etmedi. İstanbullu Kadınlann Elkitabından Fe-
eksikliği telafi etmek istercesine, dili ne zaman o meşum harfe rasetin Altın Kuralını da Gümüş Kuralını da peş peşe çiğnemiş
toslasa sesini yükseltiyor ve üstüne bir de fazladan gülümseme olabilirdi ama sıra Bakır Kurala gelince, bu sefer kitaba uymakta
ilave ediyordu. Zeliha, başını salladı. kararlıydı.
"Pekâlâ, tam olaRak neydi şikâyetiniz, Saat-üç Hanım?"
Zeliha sorunun saçmalığına aldırmamayı başardı. Kimi hem- İstanbullu Kadınların Elkitabından Bakır Feraset Kuralı: So-
cinslerine bol bol nasip edilip de ona zerre kadar bahşedilmemiş kakta sarkıntılığa uğradıysan en iyisi bir an evvel unutup, hiç an-
bir şey vardı: Dişil Şakraklık. Nedense bazı kadınlar bir görev bi- mamaktır, çünkü hadiseyi hatırlamak sadece sinirlerini daha be-
linciyle tebessüm etmeyi huy edinmişlerdi, aksatmadan. İnsan ter bozmaya yarar!
nasıl olup da her zaman böylesine şen şakrak dolaşabilirdi ki?
Ama zihnini kurcalayan bu dikenli soruyu öteleyip, sekreterin so- Zeliha, şimdi uğradığı sarkıntılıktan bahsetse bile, diğer ka-
rusunu cevaplamayı tercih etti. dınlann böyle durumlarda destekleyici davranmak şöyle dursun,
"Kürtaj için..." tacize uğrayan hemşirelerini yargılamaya daha yatkın olduklannı
Kelime şişkin bir balon gibi asılı kaldı havada. Hepsi birden bilecek kadar zekiydi. Bu yüzden de cevabı uzatmadı ve geriye
sus pus olup, yere inmesini beklediler. Bu arada sekreterin yüzün- günah keçisi olarak bir tek yağmur kaldı.
"Yaşınız bayan?" Zeliha, ya başka neresi olacaktı der gibi omzunu silkti. Dünyada
Ne asap bozucu bir soruydu bu, ne kadar da gereksiz. Zeliha, başka neresi olabilirdi? O bu şehre aitti! Yüzünden anlaşılmıyor
karşısında bir kadın değil de alacakaranlık varmış gibi gözlerini muydu? Ne de olsa Zeliha kendini has İstanbullu sayardı. Böylesi
kısarak baktı sekretere. Aniden kendine dair bir gerçeği kabullen- bariz bir gerçeği göremediği için sekretere tavır koyarcasına kınk
mek durumunda kalmıştı: yaşını. Gerçek yaşının çok ötesinde ve topuğu üzerinde döndü ve kendini başörtülü kadının yanındaki
üzerindeymışçesine davranmaya alışkın olan niceleri gibi o da sandalyeye buyur etti. Ancak o zaman kadının yanında oturan ve
gençliğinden rahatsızdı. adeta utançtan felç olmuş gibi kıpırdamadan duran kocası
"Ben mi...?" dedi vakit kazanmak istercesine; nihayet ekledi: dikkatini çekti. Adam, Zeliha'yı yargılamaktan ziyade bu kadar
"on dokuz yaşındayım." Kelimeler ağzından çıkar çıkmaz çıplak kadıncıl bir alanda tek erkek olmanın verdiği rahatsızlıkla boğuşur
kalmış gibi kızardı. gibiydi. Zeliha bir an üzüldü onun için. Adama balkonda birer
"Kocanızın izni lazım elbette," diye devam etti sekreter, artık sigara içmeyi teklif etmeyi düşündü çünkü sigara içtiğine
cıvıltılı olmayan sesiyle. Ardından cevabını tahmin ettiği bir di- emindi. Ama yanlış anlaşılabilirdi. Evli olmayan bir kadın evli er-
ğer soruya geçti. "Tabii eğer evliyseniz...?" keklere böyle teklifler yapamazdı, hem evli bir erkek yanında ka-
Zeliha gözünün ucuyla sağındaki tombul sarışının ve solun- nsı varken başka bir kadına hasmane davranırdı. Erkeklerle arka-
daki başörtülü kadının yerlerinde kıpırdandıklarını gördü. Odada- daş olmak neden bu kadar zordu? Neden hep öyle sonlanmak zo-
kilerin meraklı bakışları üzerinde ağırlaştı. Ne var ki Zeliha'nın rundaydı? Neden balkona çıkıp birer sigara içip iki kelam edip
yüzünde ne sıkıntıdan eser vardı ne mahcubiyetten. Bu toplumsal kendi yoluna gidemezdin? Zeliha sesini çıkarmadan oturdu pen-
işkenceden keyif alıyor değildi elbette ama içinden bir ses başka- cerenin yanında, pencerenin sığınağında; yorgunluğunu sıkkınlı-
larının fikirlerini ve yargılarını umursamamayı öğütlemişti ona. ğını dışarıya verip, karşılığında sokağın seslerini almak istercesi-
Ne de olsa fark etmeyecekti sonuç olarak. Son zamanlarda bazı ne. Çok geçmeden bir satıcının boğuk sesi odaya sızdı: Kiraz...
kelimeleri kişisel sözlüğünden çıkarmaya karar vermişti, "utanç" Kütür kütür kiraz...
pekâlâ bunlardan biri olabilirdi. Gene de, şimdiye kadar odada "İyi, iyi... bağırmaya devam et!" diye kendi kendine mırıldandı
bulunan herkesin anladığı bir gerçeği yüksek sesle telaffuz ede- Zeliha. Oldum olası sessizliği sevmezdi. İnsanların sokakta,
cek cesareti bulamadı kendinde. Bu kürtaja onay verecek bir koca çarşıda, bekleme odasında, sağda solda, gece gündüz ona bakma-
yoktu. Bir baba yoktu. BA-BA yerine BOŞ-LUK vardı. ları, bakıp da yargılamaları sorun değildi, alışkın sayılırdı; seyret-
Neyse ki kocanın olmayışı formalitelerde bir avantaja dönüş- meleri, süzmeleri, bakışlarıyla didiklemeleriyle baş edebilirdi.
tü. Görünüşe göre kimsenin yazılı iznini almasına gerek yoktu. Mücadele edemeyeceği şey sessizlikleriydi. Kirazcı... kirazcı...
Bürokratik düzenlemeler, evli çiftlerin bebeklerini kurtarmak için Kilosu kaça?
gösterdikleri özeni evlilik dışı doğan bebekler için göstermiyordu Sokağın karşısındaki binanın üst katlarındaki açık bir pence-
anlaşılan. Babasız bir çocuk neticede bir piçti ve İstanbul'da bir reden bağırıyordu kadının biri. Bu şehrin sakinlerinin sıradan
piç, sallanan bir diş gibi her an düşmeye hazırdı. meslekler için olmadık isimler uydurmaktaki başarısı oldum olası
"Doğum yeRi?" diye devam etti sekreter bezgin bir sesle. hoşuna giderdi Zeliha'nın. Pazarda satılan hemen hemen her şeyin
"İstanbul!" sonuna bir -cı ekleyebilirsin, bir de bakmışsın şehir meslekleri
"İstanbul mu?" listesi bir madde daha çoğalmış. Bu yüzden de sattığı şeye
bağlı olarak birine kolayca "kiraza", "sucu" veya "simitçi" deni- Doktor, dik duruşu ve dostane tebessümüyle insana güven veren
lebilirdi... ya da "kürtajcı". iriyan bir adamdı. Sekreterinin aksine, onun yüzünde yargı, dilinde
Artık şüphesi kalmamıştı. Zaten emin sayılırdı ya, gene de gi- aptalca sorular yoktu. Zeliha'yı her açıdan hoş ve önyargısız
dip mahallelerinde yeni açılmış klinikte test yaptırmıştı. "Büyük karşılamış görünüyordu. Ona bazı kâğıtlar imzalattı, ardından
Açılış" günü klinik çalışanları bir grup seçkin misafire gösterişli operasyon sırasında ya da sonrasında çıkabilecek sorunlar için
bir davet vermiş, sokaktan geçenler de olaydan haberdar olsun di- başka kâğıtlar imzalattı. Zeliha doktorun yanında sinirlerinin ya-
ye bütün çelenklerle buketleri kapının girişine dizmişlerdi. Zeliha tıştığını, ruhunun gevşediğini hissetti ki işte bu çok fenaydı, çün-
ertesi gün kliniğe gittiğinde çiçeklerin çoğu solmuştu ama afişler kü ne zaman sinirleri yatışsa ve ruhu gevşese bir çay bardağı ka-
ilk günkü kadar parlaktı. "Şeker testi yaptıran herkese gebelik testi
dar kırılgan olurdu ve ne zaman bir çay bardağı kadar kırılgan olsa
bedava!" diyordu fosforlu büyük harflerle. İkisi arasında nasıl bir
gözleri yaşarmaya başlardı. Nefret ediyordu ağlamaktan. Kü-
bağlantı olduğunu anlayamasa da Zeliha testi yaptırmıştı. So-
çüklüğünden beri etrafında bol bol bulunan sulugöz kadınları kü-
nuçlar geldiğinde kan şekerinin normal, kendisinin de hamile ol-
çümsemişti. Gittikleri her yere gözyaşı ve mızıl mızıl şikâyetler
duğu ortaya çıkmıştı.
saçan bu ayaklı sefalet abidelerinden biri olmayacağına söz ver-
"İçeri girebilirsiniz!" diye seslendi sekreter kapının ağzından.
mişti. Zeliha kendine ağlamayı yasaklamıştı. Bugüne kadar genel
Ardından, onun gibi "r" özürlü biri için kurtulması kabil olmayan
itibariyle bu söze sadık kalmayı gayet iyi becermişti de. Gözleri
kelimeyi telaffuz etti: "DoktoR... DoktoR sizi bekliyoR." Zeliha,
yaşardığında nefesini tutup yeminini hatırlamak yeterli olmuştu
çay takımı kutusunu ve kırık topuğunu alıp, ayağa fırladı.
her seferinde. Bu yüzden, temmuz ayının bu ilk cumasında, şim-
Odadaki bütün başların, dikkatle ve her hareketini kaydederek
diye kadar gözyaşlarını bastırmak için uyguladığı tekniği tekrar-
ona döndüğünü hissetti. Normalde olabildiğince hızlı yürürdü.
ladı bir kez daha: Derin bir nefes alıp dudaklarını mıhladı; nefesi
Ama şu anda hareketleri kurşun gibi ağır, neredeyse ahesteydi.
içinde tutarken gücünü göstermek istercesine çenesini kaldırdı.
Tam odadan çıkmak üzereyken, görünmez bir el tarafından
Ama nedense bu defa hiçbir işe yaramadı teknik. Tuttuğu nefes,
dürtülmüşçesine durdu, arkasına döndü. Kimden yana bakması
boğuk bir hıçkırık olarak dışarı çıktı.
gerektiğini gayet iyi biliyordu. Döndü ve dosdoğru baktı ona. Ba-
Doktor şaşırmış görünmüyordu. Alışıktı ne de olsa. Bu mu-
şörtülü kadına.
ayenehaneye kürtaj için gelen kadınlar hep ağlardı.
Başörtülü kadının kahverengi gözlerinin kuyusunda kınama,
"Yapmayın böyle..." dedi, bir yandan eldivenleri eline geçirip
kımıl kımıl dudaklarında beddua vardı. Allah, hikmetinden sual
bir yandan Zeliha'yı teselli etmeye çalışarak. "Her şey yolunda gi-
olunmayan yüce Allah, ne demeye ondan senelerdir esirgediği be-
decek merak etmeyin. Sadece uyku. Uyuyacaksınız, rüya göre-
beği, bu kadir kıymet bilmez on dokuz yaşındaki kızın rahmine
ceksiniz, daha rüya bitmeden biz sizi uyandıracağız ve sonra evi-
bahsetmişti ki...
nize gideceksiniz. Bir daha hiçbir şey hatırlamayacaksınız."
Ağlamak Zeliha'nın yüz hatlarını belirginleştirmişti, bilhassa
da en çığırtkan özelliğini: burnunu! Tıpkı kız kardeşleri gibi o da
babasının kemerli burnunu miras almıştı. Ama aynı burun onun
yüzünde daha da sivri ve uzun duruyordu.
Doktor Zeliha'nın omzunu sıvazladı. Genç hastasına bir kâğıt
mendil uzattı, sonra da bütün kutuyu. Masasında daima fazladan üzerinde kükreyen bir elektro-tarrakaya dönüşüp insanlıktan çık-
bir kutu kâğıt mendil bulundururdu. Bu mendilleri ilaç firmaları masından nefret ederdi oldum olası. Çok geçmeden gürültü öyle
eşantiyon olarak dağıtıyordu. Kalemler, defterler ve şirket adını sağır edici bir hal aldı ki civardaki bütün camilerin ses sistemle-
taşıyan diğer şeylerin yanı sıra ağlamayı kesemeyen kadın müş- rinde bir sorun olduğundan şüphe etmeye başladı. Kim bilir belki
teriler için kâğıt mendil de imal ediyorlardı. de kendi kulaklarıydı birdenbire aşın hassaslaşan.
"İncir... Sütlü incir... Olgun incir!" "Bir dakika sonra bitecek... merak etmeyin," dedi doktor.
Acaba bu deminki satıcı mıydı yoksa bir başkası mı? Müşte- Zeliha şaşkın baktı doktora. Elektro-ezana duyduğu nefret o
rileri ona ne diyorlardı...? İncirci mi...?! diye geçirdi içinden Ze- kadar mı belli oluyordu? Hoş, ümranda da değildi ya. Tekmil Ka-
liha, som beyazlığı ve pür temizliğiyJe sinir bozan muayene ma- zancı kadınlan arasında açıktan açığa dinsiz bir o vardı.
sasında kıpırdamadan yatarken. Ne şu karmaşık cihazlar ne de et- Oysa çocukken, kısacık bir dönem için de olsa, nasıl da fark-
rafındaki neşterler onu bu mutlak beyazlık kadar ürkütüyordu. lıydı her şey. O zamanlar Allah'ı en iyi arkadaşı olarak hayal et-
Beyaz da tıpkı sessizlik gibiydi Zeliha'ya göre. İkisi de hayattan mek hoşuna giderdi. Fena bir şey değildi bu kuşkusuz; tek sakın-
mahrumdu. cası öteki en iyi arkadaşının sekiz yaşında ve şimdiden sigara tir-
Sessizliğin renginden kurtulma gayretinden olsa gerek tüm yakisi, çenebaz mı çenebaz bir çocuk oluşuydu. Bu çocuk, eve te-
dikkatini tavandaki siyah noktaya verdi. Bakışını üzerine odakla- mizliğe gelen temizlikçi kadının kızıydı; hani şu bıyıklannı alma-
dıkça nokta gitgide siyah bir örümceğe benzemeye başladı. Önce ya lüzum görmeyen, etli butlu temizlikçi kadının. O günlerde te-
hareketsizdi, sonra kıpırdandı, yürümeye başladı. İlaç Zeliha'nın mizlikçi kadın haftada iki kere gelir, her seferinde çilli kızını da
damarlarında yayılırken, örümcek büyüdükçe büyüdü. Bir-iki sa- yanında getirirdi. Bir süre sonra Zeliha ile bu kızcağız sıkı dost
niye sonra öyle ağırlaşmıştı ki parmağını bile kimildatamıyordu. olmuşlardı; hem de hayat boyu kan kardeşi kalmak üzere işaret
Anestezinin verdiği uykuya direnmeye çalışırken, tekrar hıçkır- parmaklanni kesecek kadar. Bir hafta boyunca parmaklannda kan
maya başladı. kardeşliklerinin bayrağı olan bandajlarla gezmişlerdi. O günlerde
"Bu operasyonu istediğinize emin misiniz? Biraz daha düşün- Zeliha ne zaman dua etse bu kanlı bandaj düşerdi aklına - Allah
seniz daha iyi belki," dedi doktor kadife sesiyle, sanki Zeliha bir da kan kardeş olabilseydi keşke... ama sadece onun kan kardeşi...
toz yığınıydı da yüksek sesle konuşursa sözlerinin rüzgânyla onu Ne zaman Allah'tan en yakın arkadaşı ve yeryüzünde bir tek
uçurmaktan korkuyordu. "Bu karan tekrar düşünmek isterseniz kendisinin kan kardeşi olmasını istese, anında pişman olup tövbe
henüz çok geç değil." ederdi. Ardından hemen tekrar ederdi çünkü Allah'tan özür dile-
Ama çok geçti artık. Zeliha bu işin şimdi yapılması gerekti- din mi üçlemen gerekirdi: tövbe, tövbe, tövbe.
ğini biliyordu, temmuzun ilk cuması. Ya şimdi ya hiç. "Düşüne- Affedilmez bir günahtı ne de olsa. Allah kişileştirilemez, in-
cek bir şey yok. Onu doğuramam," dedi. sana ait vasıflarla tasavvur edilemezdi. Bu sebepten, Allah'ın ne
Doktor başını salladı. Aynı anda, sanki bu hareketi komut bel- parmağı olabilirdi ne de kanı. Zeliha tüm çocukluğu boyunca ha-
lemişçesine aniden en yakın caminin ezanı odaya doldu. Birkaç yal gücüne ket vurmakta zorlanmıştı; madem Allah'ı insanlaştır-
saniye içinde diğer bir camininki de buna eklendi, derken bir di- mak yakışık almıyordu, ne demeye insanlara has sıfatlarla adlan-
ğeri, bir diğeri... Zeliha'nın yüzü buruştu. İnsan sesinin saflığıyla dınhyordu ki? Her şeyi görürdü ama gözleri yoktu; her şeyi du-
okunması gereken ezanın mikrofonlar ve hoparlörlerle şehrin yardı ama kulakları yoktu; her yere erişirdi ama elleri yoktu... Se-
KİZ yaşındayken Zeliha bütün bu bilgilerden yola çıkarak tek bir Orada öylece yatmış yankılan dinlerken Zeliha'nın aklına akşam
sonuca varmıştı: Yaradan yaradılanlara benzeyebilirdi ama yara- yemeğine geç kalacağı geldi aniden. Akşam masaya ne konacağı-
dılanlar Yaradan'a benzeyemezdi... yoksa tam tersi miydi? Biz nı, yemeği üç ablasından hangisinin pişirdiğini merak etti. Abla-
ona benzeyebilirdik ama O bize benzeyemezdi... Kazancı ailesi- lanndan her biri başka bir yemekte iyi olduğundan günün ahçısı
nin büyüklerine sorsa kulağını çekerlerdi muhtemelen, o da kim- kimse ona göre farklı bir yemeğin sofraya konmasını temenni
seleri kızdırmamak için susmuş, Yaradan'a dair sormak istediği ederdi. Gerçi bugün canı biber dolması çekiyordu - tek tek her bir
tüm bilmeceleri içine atmıştı. kız kardeşin farklı pişirdiği basit ama alengirli yemek. Biber...
İçine atmış ve çok da umursamamaya çalışmıştı. Eğer günler- dolması... Örümcek aşağı inmeye başlarken Zeliha'nın nefesi
den bir gün büyük ablası Feride'nin işaret parmağında bir bandaj ağırlaştı. Hâlâ tavana bakmaya çalışsa da odadaki diğer insanlarla
görmese umursamamakta devam ederdi muhtemelen. Aynı par- aynı uzayda yer almadığını hissediyordu. Çok geçmeden Mor-
mak, aynı kesik... Temizlikçi kadının kızı, Zeliha'dan sonra Feri- pheus'un krallığına adım attı.
de'yi de kan kardeşi yapmıştı anlaşılan. Zeliha ihanete uğradığını Burası hayli aydınlıktı, neredeyse ışıltılı. Ağır ağır yürümeye
hissetmişti o zaman. Kan kardeş dediğin biricik olurdu. Sen de başladı, kayarcasına. Tıka basa araba ve yaya dolu bir köprü bo-
onun gözünde biricik. Bu hadiseden sonra Zeliha, sadece küçük yunca ilerledi, oltalannın uçlarında çiğ pembe solucanlar kıvra-
dostuna değil, tutmuş Allah'a da içerlemişti. Yaradan'ın da birden nan hareketsiz balıkçılara değmemeye çalışarak. Attığı her adım-
fazla kan kardeşi vardı işte. Bir nevi öyle. İmdadına yetişmesi ge- da bir kaldırım taşı oynadı yerinden. Birden dehşetle farkına var-
reken o kadar çok kul vardı ki, sonunda Zeliha'nın imdadına yeti- dı ki taşların altında sadece boşluk vardı. Uçsuz bucaksız boşluk.
şeceği yoktu. Boşluk her yerdeydi, ayaklarının altında olan aynı zamanda
Çocukların dostlukları ondan sonra fazla uzun sürmemişti. başının üstünde. Çok geçmeden aşağıdakinin yukarıda olduğunu,
Konak öyle büyük ve harap, annesi öyle huysuz ve talepkârdı ki, mavi gökten patır patır kaldırım taşlan yağdığını gördü. Gökyü-
çok geçmeden temizlikçi kadın kızını da alıp işten ayrılmıştı. Sa- zünden bir kaldmm taşı düştüğünde kaldırımdan da bir taş eksili-
dakatsiz kan kardeşinden olunca kime yansıtacağını bilemediği yordu. Göğün üstünde ve yerin altında aynı şey vardı: BOŞ-LUK.
ince bir kırgınlık hissetmişti Zeliha. Ya kime kızsaydı şimdi? İş- Kaldınm taşlan, aşağıdaki oyuğu derinleştirerek yağarken
ten ayrıldığı için temizlikçi kadına mı, kadıncağızın burnundan Zeliha paniğe kapıldı, bu hoyrat uçurum tarafından yutulmaktan
getirip işten ayrılmasına neden olduğu için annesine mi, iki taraf- korktu. "Durun!" diye bağırdı taşlar ayaklarının altında yuvarla-
lı oynayan kan kardeşine mi, kan kardeşini çalan ablası Feride'ye nırken. "Durun!" diye emretti hızla gelip üzerinden geçen vasıta-
mi, yoksa her şeyi ve herkesi böyle yaratan Allah'a mı? Diğerle- lara. "Durun!" diye komut verdi onu omuzlayan yayalara, var gü-
rinin hiçbirine eh ermeyip nazı geçmediğinden, kırılmak için Al- cüyle, çığlık çığlığa.
lah'ı seçmişti sonunda. O gün bugündür alışkındı Yaradan ile kav- "Lütfen durun!"
gaya tutuşmaya. Daha o küçücük yaşta kendini kâfir gibi hisset-
menin tadını alınca, bir yetişkin olarak da kâfirliği üstlenmekte
pek bir mahsur görmemişti zamanla.
Başka bir camiden daha ezan yükseldi. Namaza çağrılar iç içe
geçti, suya atılmış bir taşın etrafında büyüyen halkalar misali.
Uyandığında tek başınaydı, midesi bulanıyordu ve tanımadığı bir nız, teRbiyesiz teRbiyesiz laflaR. Valla kaç senediR bu meslekte-
odadaydı. Buraya nasıl gelmiş olabileceğini bir an için merak et- yim, böyle bi şey ne göRdüm ne duydum. Onca moRfine bana
tiyse de, çözmek istemedi. Ne acı ne keder, hiçbir şey hissetmi- mısın bile demediniz."
yordu. Nihayetinde içindeki kayıtsızlığın bu yansı kazanmış ol- Zeliha bu lafın ardında bariz bir mübalağa olduğunu hissetti
duğuna hükmetti. Sadece bebeğini değil, hislerini de aldırmış ol- ama tartışmak gelmedi içinden. Jinekolog muayenehaneleri fikir
malıydı yan odada. Belki çıkınca gümüş bir olta satın alır, balığa tartışmaları için uygun yerler sayılmazdı. Aksine, bu tür yerlerin
giderdi artık. Öyle ya, madem ki hissizlikti içini kaplayan, kendi kadınlar üzerinde sessizleştirici bir etkisi olduğunu düşünmeye
beyniyle yanşmaya kalkmadan ya da kendini zamanın gerisinde başlamıştı. .
bırakılmış hissetmeden, saatlerce öylece durmayı başarabilirdi "Nihayet bayıldınız bayılmasına da valla heR an tekRaR baş-
belki de. lamayacağınızdan emin olamadık. DoktoR bey bekleyelim dedi,
"Aman nihayet! Demek sonunda kendinize geldiniz!" Sekre- kafası netleşene kadaR bekleyelim. Kesinkes küRtaj olmak isti-
ter kollannı kavuşturmuş kapıda dikiliyordu. "Ay yaRabbim! yoRsa sonRa da yaptıRabilir. Biz de sizi bu odaya getiRdik, uyu-
Ödümüzü patlattınız. Nasıl bağıRdığınızın faRkında mısınız ku- yun diye. Az da uyumadınız ya!"
zum? Feciydi! Feci ne kelime, felaketti!" "Yani şimdi gitmedi mi..." diye mınldandı Zeliha. Daha bu
Zeliha gözlerini kırpmadan boş boş baktı kadına. ikindi yabancılann arasında takındığı cesaretinden eser kalma-
"Sokaktan geçenleR sizi boğazladığımızı filan sanmışlardıR mıştı. Gözleri bir teselli için yalvanrken karnına dokundu usulca.
heRhalde... nasıl oldu da kapımıza polisleR dayanmadı, hayRet!" "Demek kızım hâlâ orada..."
Çünkü sözünü ettiğin İstanbul polisi. Amerikan filmlerindeki "Daha kız olup olmadığını bilmiyoRuz tabii!" dedi sekreter,
adaleli aynasızlardan değil, diye geçirdi Zeliha aklından, nihayet bilmiş bir sesle.
kendine göz kırpma izni vererek. Sekreteri neden sinirlendirdiği- Ama Zeliha biliyordu. Biliyordu işte.
ni anlayamadan, ama daha da fazla sinirlendirmekten çekinerek, Sokağa çıktığında hava çoktan kararmış olmasına rağmen sa-
aklına gelen ilk açıklamayı sundu kadına: "Kusura bakmayın... bahın erken saatleri gibi geldi ona. Yağmur durmuş, telaş dinmiş-
belki canım yandığı için bağırmışımdır öyle." ti ve hayat güzel, neredeyse yaşanılası göründü gözüne. Trafik
Ama ona gayet mantıklı gelen bu açıklama, sekretere hiç te- hâlâ arapsaçı, yollar da çamurlu olmasına rağmen, yağmur sonra-
sir etmedi: "Valla böyle bi şey imkânsız çünkü doktoR bey... ope- sının taze kokusu bütün şehre sinmişti. Sağda seîda, küçük gü-
Rasyonu geRçekleştiRmedi. Size elimizi bile süRmedik ki canı- nahlar işlemekten keyif duyan çocuklar su birikintilerine basıyor-
nız manınız yansın!" du. Günah işlemek için uygun bir zaman varsa tam şu an olsa ge-
"Nasıl yani...?" diye kekeledi Zeliha, cevabı öğrenmekten zi- rekti. Allah'ın bizi sadece seyretmekle yetinmeyip, dertlerimizle
yade kendi sorusunun ağırlığını kavramaya çalışarak. "Yani... siz de ilgilendiği hissi veren o nadir anlardan; insanın O'nu yakın his-
şimdi..." settiği nadir anlardan...
"HayıR, bi şey yapmadık," dedi sekreter migreni azmış gibi İstanbul saadet dolu bir metropol olmuştu adeta, tıpkı Paris
başını tutarak. "Siz öyle avaz avaz bağıRıRken doktoRun bi şey gibi romantik ve füsunkâr, diye düşündü Zeliha; Paris'e gitmişli-
yapması kabil olmadı tabi. Bi tüRlü bayılmadınız kuzum, ay o ne ği yoktu gerçi ya. Bir martı geçti yakından, alçaktan. Bir vapur sesi
' sayıklamalaR, bağRış çağRış, sonRa bi de küfRetmeye başladı- uzaktan. Bir an için de olsa, yepyeni ve belki de güzel bir mev-
simin eşiğinde olduğuna inandı Zeliha. Sonra mırıldandı kendi sistemiyle baş edemeyeceğini düşünüyordu Banu. Şişmanlık ka-
kendine: "Neden yapmama izin vermedin Allahım? Neden bırak- der gibi bir şeydi. Bu kaderi kutsamak için hapur hupur yediği ha-
madın kurtulayım bu bebekten?" Ne var ki sözler ağzından dökü- mur işlerini tartışacak değildi.
lür dökülmez ikiyüzlü hissetti kendini, geniş zamanlarda Tann'ya "Bil bakalım yemekte ne var?" diye neşeyle devam etti Ba-
tepki koyup da dar zamanlarda yardımını isteyenlerden değildi. nu, yeni bir kanat almadan önce parmağını Zeliha'ya sallayarak,
İçindeki ateistten özür diledi. "Biber dolması!"
Tövbe.tövbe, tövbe... , "Desene bugün şanslı günüm!" diye mırıldandı Zeliha.
Bir elinde çay takımı kutusu, bir elinde kınk topuğuyla, her Günün menüsü ne kadar da tanıdıktı. Fırından yeni çıkmış
nasılsa kendini haftalardır hissettiğinden daha az keyifsiz hisse- kocaman bir tavuğun yanı sıra yayla çorbası, pilaki, bir gün önce-
derek evin yolunu tuttu, topallaya topallaya. den kalma kadınbudu köfte, turşu, sabah yapılmış çörek, bir sürahi
ayran ve evet, biber dolması. Zeliha hemen bir sandalye çekti,
böyle zor bir günün sonunda ailesiyle sofraya oturmakta zorlan-
masına rağmen, açlığı isteksizliğine galip gelmişti.
"Bu saate kadar neredeydiniz küçük hanım?"
Böylece temmuz ayının bu ilk cuması akşam sekiz sularında eve Soruyu soran annesiydi; annesi Gülsüm, uzatmış başını ma-
vardı Zeliha. Sağlı sollu her iki tarafında kat kat yükselen modern sanın öbür ucundan. Bakışlarında katılık, yüzünde hoyratlık var-
apartmanlar arasında bir tuhaflık abidesi gibi kalan, beli bükük, dı; annesinin bir önceki hayatında Korkunç İvan olduğuna inanır-
sıvalan dökük, yüksek tavanlı konağa. Kıvrılarak dönen ahşap dı Zeliha.
merdiveni çıkıp da ikinci kata ulaşınca tekmil Kazancı kadınlarını "Saatin kaç olduğunun farkında mısın?" Omuzlarını dikleşti-
büyük yemek masasının etrafına dizilmiş, tabaklarına yumulmuş rip, kaşlarını çatarak ekşittiği yüzünü Zeliha'ya doğru çevirdi;
vaziyette buldu. Belli ki onu bekleme gereği duymamışlardı. böyle kıpırtısız ve kaskatı ve pürdikkat durursa, en küçük kızının
"Hah! Nihayet gelebildi hanımefendi! Hoş geldin yabancı! Gel zihnini okumayı başaracaktı sanki.
sen de katıl bize," diye seslendi Banu, fırında kızarmış gevrek bir Gülsüm ile Zeliha, ana kız, her an kavgaya tutuşmaya hazır
tavuk kanadının üzerinden boynunu uzatarak. "Peygamber ama kavgayı başlatmaya isteksiz bir halde birbirlerine somurta-
efendimiz sofranızdaki nimeti yabancılardan esirgemeyin diye rak öylece durdular bir süre. Gözlerini ilk kaçıran Zeliha oldu.
nasihat etmiş." Annesinin önünde asabiyet sergilemenin ne denli büyük bir hata
İncecik bir parıltı tabakası vardı Banu'nun dudaklarında. Salt olacağını çok iyi bildiğinden kendini gülmeye zorlayıp, dolaylı
dudakları değil, tüm yüzü, hatta kahverengi gözleri dahi nasibini da olsa bir cevap verme teşebbüsünde bulundu:
almıştı bu parıltıdan, yediği tavuğun yağı her yere bulaşmışçası- "Bugün çarşıda indirim vardı. Çay takımı aldım. Müthişler!
na. Zeliha'dan on iki yaş büyük ve on beş kilo ağır olduğundan Yaldızlı yaldızlı, kaşıklan da takım."
ablasından ziyade annesi gibi duruyordu. Banu'ya sorsanız, yedi- "Aman sen alıyosun, onlar kınlıyor. Yazık ki ilk darbede gi-
ği her şeyi anında depolayan bir sindirim sistemine sahip olduğu- diveriyorlar," diye atıldı Çevriye, Kazancı kardeşlerin ikincisi.
nu iddia ederdi. Su içse yarıyordu... Haliyle, kilolarından sorumlu Özel bir lisede tarih öğretmeniydi. Daima sağlıklı, dengeli yer,
tutulamayacağını, rejim yapmaya kalksa bile böyle bir sindirim her türlü aşınlıktan kaçınır. Tıpkı kişiliği gibi saçlan da disiplin
altındaydı her daim. Siyah saçlarını tam ensesinde büküp mü- "Aman! Doktor möktor deme bana!" diye tersledi Feride su-
kemmel bir topuz şeklinde tokalarla tutturur, tek bir tutamın bile ratını buruşturarak. Feride'nin insanlarla doğrudan göz teması
çıkmasına izin vermezdi. kurmakla ilgili bir sorunu vardı. Etrafındaki insanlara değil de
"Çarşıya mı gittin? Hani tarçın? Neden tarçın almadın? Bu nesnelere konuşmak ona daha rahat gelirdi. Bu yüzden de bir son-
sabah sütlaç yapacağımızı söyledim ya sana, üzerine serpecek raki cümlesini Zeliha'ya değil, Zeliha'nın tabağına söyledi:
tarçın kalmamış," dedi Banu iki ısırık arasında, ama bu sorun zih- "Bu sabah gazeteyi okumadın mı? Dokuz yaşında el kadar
nini bir saliseden fazla meşgul etmedi. İştahla ekmeğe uzandı. çocuğu apandisit ameliyatı yapmışlar, sonra da paslı makası için-
Banu'nun "ekmek teorisi"ne göre vücudu her gün belli bir miktar- de unutmuşlar. Buyrun bu kaçıncı! Bu memlekette kanunlar işle-
da ekmek almazsa doymaz, doyduğunu anlayamazdı. "Tokluk se, hapishaneler doktor dolup taşar valla! Görevi kötüye kullan-
hissi" ile "ekmek depolamak" arasında bir bağ olduğundan, mide- maktan kodesi boylayacak kaç doktor var biliyor musun?"
nin dolduğunu tam olarak anlayabilmesi için her şeyle birlikte Kimse itiraz etmedi. Ne de olsa tekmil Kazancı kadınları ara-
makul miktarda ekmek yemek gerekliydi. Bu sebeptendir ki kı- sında tıbbi prosedürlere en aşina olanı Feride'ydi. Son altı yılda
zarmış patatesin, pilavın, makarnanın, böreğin ve hatta gerekirse her biri kulağa diğerinden daha yabancı gelen sekiz farklı hasta-
ekmeğin yanında pekâlâ ekmek yiyebilirdi Banu. lık teşhisi konmuştu kendisine. Doktorlar mı bir karara varamı-
"Tarçın mı...?" diye tekrarladı Zeliha, soru sormaktan ziyade yordu yoksa Feride mi hamaratça yeni marazlar üzerinde çalışı-
tespitte bulunarak. Çarşıdan aldığı tarçın çubuklarının akıbetini yordu bilinmez. Zaten bir süre sonra neyin ne olduğunun o kadar
hatırlayınca dudaklarını büzüp sesini çıkarmadı. Soruyu cevapla- da önemi kalmamıştı. Akıl sağlığı denilen şey, yolunu yitirdiği bir
madan tabağına biber dolması aldı. diyar, vaat edilmiş topraklardı; bir nevi Shangri-La. Günün birin-
Her seferinde biberleri Banu'nun mu, Cevriye'nin mi, yoksa de oraya dönmeye niyetliydi de şimdilik her biri birbirinden aca-
Feride'nin mi doldurduğunu kolayca anlayabilirdi. Zira eğer Banu yip isimli ve tedavisi zahmetli "akıl hastalıkları" patikasının muh-
ise günün aşçısı, şamfıstığı, badem, mahuncevizi gibi ekstra telif duraklarında konaklıyordu.
tadlarla doldururdu içlerini. Yok eğer Feride yapmışsa, biberlerİB Doğrusu daha küçükken bile Feride'de bir tuhaflık vardı.
içlerini pirinçle öylesine tıka basa şişirirdi ki daha tencerede pi- Okulda öteki öğrencilere ayak uydurmakta zorlanmıştı hep. Coğ-
şerken kenarlarından açılır, etrafa saçıhrlardı. Biberleri aşın dol- rafya dersi dışında bir şeye alaka göstermemiş, coğrafya dersinde
durma eğilimine her tür yeni ve bilinmeyen çeşniye duyduğu me- de topu topu bir-iki konudan ötesiyle ilgilenmemişti. En sevdiği
rak da eklenince Feride'nin dolmaları tuhaf baharatlardan geçil- konu: atmosferin katmanları. Ozonun stratosferde nasıl parçalan-
mezdi. Karışımına göre ya fevkalade lezzetli ya da berbat bir ne- dığı ve okyanus yüzey akıntılarıyla atmosfer hareketleri arasında-
tice çıkardı ortaya. Ama yemeği pişiren Çevriye ise, daima tatlı ki bağlantı üzerinde saatlerce düşünebilir, okuyabilir, konuşabilir-
olurdu biberler. Ne de olsa Cevriye'nin her türlü yiyeceğe toz şe- di. Yüksek seviyelerdeki stratosfer deveranı, mesosferin özellik-
ker eklemek gibi bir huyu vardı, zihnindeki acılığı bununla telaıi leri, vadi rüzgârları ve deniz esintileri, güneş döngüleri ve tropikal
etmek istermiş gibi. Ve tatlarına bakılırsa anlaşılan bugünkü dol- enlemler, dünyanın şekli ve büyüklüğü üzerine ne bulduysa hat-
malar onun eseriydi. metmişti. Okulda ezberlediği her bilgi kırıntısını eve gelir gelmez
"Doktora gittim bugün..." diye mırıldandı Zeliha, dolmanın aile fertleri üzerinde test etmeye kalktığından. Kazancılar atmos-
soluk yeşil pelerinini özenle çıkararak. fer hareketleri hususunda hayli bilgili sayılırlardı. Coğrafya bilgi-
sini sergilediği her sohbette şevkle konuşurdu Feride; bulutların line kadar uzun tutmuş, bir keresinde tümüyle kazıtmıştı; diken
üzerinde uçar, bir atmosfer katmanından diğerine sıçrardı. Der- diken, kıvırcık, örgülü; tonlarca saç spreyi, jölesi, şekillendirici
ken, liseden mezun olduktan bir sene sonra, tuhaflıkları katmer- kreme bulanmış; tokalar, mücevherler ya da kordelalarla süslen-
lenmiş; yabanilik ve asosyallik alametleri sergilemeye başlamıştı. miş; punk stili dik dik, balerin topuzu, meçli denemişti. Akla ha-
Feride'nin coğrafya merakı zaman içinde azalmamış, ama ona yale gelen her renge boyanmıştı şimdiye değin saçları. Hastalığı-
bir o kadar keyif veren başka bir ilgi alanına ilham vermişti: ka- nın safhalarını saçlarının hallerinden takip etmek mümkündü.
zalar ve felaketler. Her gün ilk iş gazetelerin üçüncü sayfalarını Uzunca bir müddet "majör depresif bozukluk"ta konakladık-
okurdu. Okumak ne kelime, adeta hatmederdi. Araba kazaları, seri tan sonra Feride "sınırda kişilik" denilen teşhise doğru kaymıştı
cinayetler, kasırgalar, depremler, yangınlar, seller, ölümcül has- bodosloma. Kazancı ailesinin her bir ferdinin kendi kafasına gö-
talıklar, salgınlar, bilinmeyen virüsler... Feride bunların hepsini re yorumladığı bir terimdi bu "sınırda kişilik" teşhisi. Mesela an-
yutarcasına okurdu. Seçici belleği yerel, ulusal ve uluslararası fe- nesi "sınır" kelimesini polis, gümrük memurları ve kaçakçılıkla
laketleri özenle depolardı. bağlantılandırdığından, kızında bir nevi yasadışı eğilim bulmuş
Bunca "acı haber" depolayınca, etrafında dönen her sohbetin gibi davranmıştı. Zaten güvenmediği kızından iyice şüphe eder
içine limon sıkabilir, herkesin içini karartabilirdi. Ama gene de ai- olmuştu. Halbuki Feride'nin kız kardeşleri için "sınır" kelimesi
lesinde kimsenin huzurunu kaçırmazdı Feride'nin saçtığı kara ha- sadece "kenar" fikrini çağrıştırıyordu, kenar fikri de ölümcül bir
berler. Ne de olsa kimsenin tam olarak inandığı yoktu ona. Ka- uçurum görüntüsünü. Belki de bu sebepten ona karşı son derece
zancı ailesi delilikle uğraşmanın yolunu bulmuştu: delilik ile "ya- temkinli davranmışlardı, metrelerce yükseklikteki bir duvarın
lancılığı" birbirine karıştırmak. Söyledikleri hakikat değilmiş gi- üzerinde yürüyen ve her an düşüverme ihtimali olan bir uyurge-
bi davranıyorlardı Feride'ye, gazetelerden seçip verdiği tüm o ka- zermiş gibi. Öte yandan Cicianne tamamen farklı yorumlamıştı
ra haberler hayal mahsulleriymişçesine. "sınırda kişilik" teşhisini. Sınır kelimesi dantel kenan gibi bir şey
Feride'ye konulan ilk teşhis "stres ülseri"ydi - ailede kimse- hatırlattığından daha da büyük bir ilgi ve yakınlıkla incelemişti en
nin ciddiye almadığı bir teşhisti bu, ne de olsa "stres" kelimesi bir deli torununu.
nevi tekerleme halini almıştı. Stres aşağı, stres yukan... Türk kül- Yakın zamanda Feride, herkesin böyle kafasına göre yorum-
türüne girer girmez bu kelime öyle büyük bir coşkuyla karşılan- ladığı "sınırda kişilik" teşhisinden kimsenin değil yorumlamak,
mıştı ki, memlekette mantar gibi stres hastası türemişti. Feride de telaffuz dahi edemediği başka bir teşhise göç etmişti: "hebephre-
dur durak bilmeden stresle ilintili bir hastalıktan diğerine yolcu- nik şizofreni". O gün bugündür bu yeni isimlendirmeye sadık kal-
luk etmişti. Ne bereketli diyardı burası! Stresle ilintilendirileme- dığı söylenebilirdi. Teşhis ne olursa olsun, ne kadar değişirse de-
yecek hiçbir şey yok gibiydi. Derken bu aşama da geride kalmış, ğişsin, kendi hayal ülkesinin kurallarına göre yaşıyordu Feride.
Feride zamanla obsesif-kompulsif bozukluk, çözülmeli amnezi ve Göz temasının mümkün olduğu o ender anlarda göz bebeklerine
psikotik depresyon civarlarında oyalanmıştı. bir kez bakmak yeterdi sıradan bir insan olmadığını ve o gri-yeşil
Delilik seyr-ü seferinin her aşamasında Feride saçının rengini gözlerin ardında muhayyilesinin ne denli derin, nasıl da delişmen
ve biçimini değiştirdiğinden, psikolojisindeki değişiklikleri takip olduğunu anlamak için.
etmeye çalışan doktorlar bir saç çizelgesi tutmaya başlamışlardı. Ama temmuz ayının bu ilk cuması Zeliha ablasının doktorla-
Saçlarını kâh kısacık, kâh orta boy, kâh saç eklemek suretiyle be- ra duyduğu nefreti kaale almadı. Yemeğe oturur oturmaz gün bo-
yu bir şey yemediğini hatırlamıştı. Hızlı hızlı bir çörek indirdi "Ne demek bu?" diye sordu Banu, yüzü allak bullak.
gövdeye, bir bardak ayr&n koydu kendisine, bir dolma daha aldı Zeliha bir anlığına durakladı, nasıl bir açıklama yapacağını
önüne ve aniden durdu içinde-giderek büyüyen ifşa arzusunu sa tartarak. Derken aniden sesini yükseltti: "Çünkü Allahü Teala bu
lıverdi: akşam bana bir mesaj gönderdi!"
"Bugün jinekologa gittim..; Böyle okkalı bir iddiayı kendisininki gibi dindar ve her şeyi
"Aman! Jinekologlar...!" diye cırladı Feride gene ama konuş- büyütmeye namzet bir aileye söylemenin yakışık almayacağını
masıyla susması bir oldu. Bunun ötesinde bir yorumda bulunama- biliyordu bilmesine de dizginleyemedi kelimelerini. "Bir yanım-
dı. Ne de olsa cümle doktor Jtaifesi içinde jinekologlar en az aşina da doktor bir yanımda hemşire, uyuşturulmuş vaziyette yatıyor-
olduğu kesimi oluşturuyordu. dum. Her şey bitti bitecek. Bir-iki dakika sonra operasyon başla-
"Bugün kürtaj olmak için jinekologa gittim," diye bitirdi yacak, bebek gidecek! Ebediyen! Ama tam ameliyat masasında
cümlesini Zeliha, kimseye bakmadan. bilincimi kaybetmek üzereyken yakınlardaki bir camiden ikindi
Banu elindeki tavuk kanadını düşürüp yutkundu; Çevriye du- ezanı okunmaya başladı... Ezan kadife gibi yumuşaktı. Bütün vü-
daklarını büzüp ağlamaklı oldu; Feride önce bir çığlık ardından cudumu sardı. Sonra ezan daha bitmeden kulağıma bir meleğin fı-
bir kahkaha attı; anneleri Gülsüm başını ellerinin arasına alıp ka- sıldadığını duydum: Ey Zeliha, bu çocuğu öldürmeyeceksin!"
fatasını aniden mengeneye sıkıştırmışlar gibi inledi ve Cicianne... Çevriye gayri ihtiyari yerinde sıçradı, Feride sinirli sinirli ök-
sevgili Cicianne sakin sakin yayla çorbasını içmeye devam etti. sürdü, Banu bir dikişte bir bardak su içti, anneleri Gülsüm ise al-
Belki de son zamanlarda kulakları iyice duymaz olduğu için. Ya nını ovuşturmaya başladı. Sadece uzaklarda, muhtemelen burada-
da belki bunama başlangıcından mustarip olduğu için. Kim bilir lardan çok daha masalımsı, çok daha yaşanılası bir diyarda gezi-
belki de ortada o kadar da büyütecek bir şey olmadığını düşündü- nen Cicianne hiç oralı olmadı. Yayla çorbasını bitirmiş, sabırla s\-
ğü için. Cicianne'nin sağı solu belli olmazdı ki. radaki yemeği bekliyordu.
"Bebeğini mi öldürdün? Nasıl yaparsın?" diye sordu Çevriye "Sonra..." diye hikâyesine devam etti Zeliha. "Bu ulvi ve es-
dehşetle. rarengiz ses şöyle buyurdu: Ey Zeliha! Ey faziletti Kazancı aile-
"Bebek değil!" dedi Zeliha omuzlarını silkerek. "Şu aşamada sinin hayırsız evladı! Ey bu ailenin yüz karası! Bırak rahmindeki
olsa olsa pıhtı sayılır. Hani 'o seni bir kan pıhtısından yarattı' di- çocuk yaşasın! Şimdiden bilemezsin ama bu çocuk büyüyünce li-
yor ya Kuran, öyle işte. Pıhtıcık kelimesi hem dine hem bilime der olacak. Padişah olacak!"
daha uygun olur!" "Sanki padişah mı kaldı!" diye araya girdi Çevriye, öğret-
"Dinmiş! Bilimmiş! Ne dindar ne bilimselsin sen..." diye atıl- menlik daman kabarmıştı gene.
dı Çevriye, hiddetinden titreyerek. "Olsa olsa soğuk nevalesin "Ey Zeliha kulum! Ey günahkâr kulum, ey cehennem ateşle-
sen! Kalpsiz vicdansız!" rinde yanası kadın," diye kendi kendine haykırmaya devam etti
"İyi de daha bitmedi," dedi Zeliha, sakin, kararlı. "Madem Zeliha hiç oralı olmadan. "Senin işlediğin günahlara rağmen, sa-
pıhtıcıkla aranız bu kadar iyi, müjdemi isterim ey ahali! Kimseyi na rağmen pür-i pak olacak bu çocuk. Herkese örnek olacak! Sırf
öldürmedim!" Zeliha ablasına döndü. "İstemediğimden değil as- bu ülke değil, Ortadoğu ve Balkanlar değil, bütün dünya duyacak
lında İstedim! Pıhtıcığı ebediyen aldırmak istedim ama bir şekilde evladının adını. Bu kızçocuğu kitleleri peşinden sürükleyecek ve
olmadı. Ben kovdum ama o gitmedi..." insanlığa banş ve adalet getirecek!"
di ailede, birisi dolunayda sarhoş yüzerken boğulmuş, birisi takı- Zeliha aile fertlerine baktı göz ucuyla. Boş ve donuk yüzler
mının kupayı kazanmasını kutlayan azılı bir taraftarın kaza kur- buldu etrafında.
şunuyla göğsünden vurulmuş, bir diğeri kanalizasyon sistemini "Neyse canım, uzun lafın kısası pıhtıcık bir yere gitmedi!
yenileyen belediyenin açtığı iki metrelik çukura düşmüştü. Tabii Müjdemi isterim valla! Bebek hâlâ karnımda! Yakında şu masaya
bir de hiç sebep yokken kendini vuran, ikinci göbekten akraba, bir tabak daha eklenecek demektir."
Ziya isminde bir kuzen vardı. Derin bir sessizlik oldu masada. Hiç bitmeyecek gibiydi ses-
Nesiller boyu, adeta yazılı olmayan bir kurala uyarcasına, sizlik, tabii eğer anneleri Gülsüm hiddetle atılmasa. "Piç!" diye
aniden, vakitsiz oluvermişti Kazancı soyağacındaki erkekler. Son inledi Gülsüm. "Bu aileye evlilik dışı bir çocuk mu getiriyorsun?
kuşaklarda en uzun yaşayanı kırk birine gelebilmişti ancak. Sa- Bir piç!"
kınmak da kâr etmiyordu sanki. Mesela kaderden kaçmaya ka- Kelime kesif bir duman gibi yükseldi, kıvrıldı, oyalandı ha-
rarlı bir uzak yeğen sağlıklı bir hayat sürmek için azami özen vada.
göstermiş, aşın yemekten, fahişelerle yatmaktan, azılı taraftarlar- "Utan utan! Bunca zaman hepimizi rezil rüsva ettiğin yetme-
la temastan, alkolden ve her türlü uyuşturucudan uzak durmuş, di mi?" Gülsüm'ün yüzü öfkeden çarpılmıştı. "Şu hızmaya bak, şu
en nihayetinde yanından geçtiği bir inşaattan üzerine düşen be- hallere... Boya küpüne düşmüş gibi makyaj, avuç kadar etekler, bi
ton tarafından ezilmişti. karış topuklar! Böyle... böyle orospular gibi giyinirsen olacağı
Sonra bir de Celal vardı, Cevriye'nin derinden sevdiği ve bir budur. Beyoğlu'ndaki kaldırım yosmaları bile senden daha na-
kavgada kaybettiği, aynı zamanda ikinci derece akrabası olan ko- musludur ya. Yat kalk Allah'a şükret. Şükret ki bu ailede erkek
cası. Halen açıklığa kavuşmayan sebeplerden dolayı Celal rüşvet yok. Yoksa seni sağ komazlardı bilesin."
suçuyla iki yıl hapse mahkûm edilmişti. Tahliyesine az bir zaman Aslında o kadar da doğru sayılmazdı bu tespit. Öldürme kıs-
kala ölüm haberi gelmişti. Kavgada ölmüştü. Ama öyle bir yum- mı değil de, ailede erkek olmaması kısmı. Erkekler vardı ne de ol-
ruk ya da darbeyle değil, yumruklaşan mahkûmları seyretmek sa. Bir yerlerde, bir zamanlar. Ama Kazancı ailesinde kadından
için kendine daha iyi bir seyirlik yer ararken yüksek voltajlı bir çok daha az erkek olduğu doğruydu. Adeta soyun üzerindeki bir
elektrik kablosuna basarak kaybetmişti hayatını. Kocasını kay- lanet gibi, Kazancı erkekleri nesiller nesiller boyu gitgide daha
bettikten sonra Çevriye evlerini satmış, yaşama arzusunu yitir- erken çekip gitmişti öte dünyaya. Mesela Cicianne'nin kocası Rı-
miş, neşesiz bir tarih öğretmeni olarak Kazancı hanesine göç et- za Selim Kazancı altmışına varmadan bir gün aniden nefes ala-
mişti. Okulda nasıl kopyaya şamataya karşı savaş açmışsa, evde maz olmuş, küt diye düşüp ölmüştü. Sonraki nesilde Levent Ka-
de patırtıya kargaşaya karşı savaşmakta kararlı olduğundan, öm- zancı elli birinci yaşgününü göremeden kalp krizinden rahmetli
rü devamlı birilerini azarlamakla geçiyordu. Kazancı ailesi Cev- olmuş, babasıyla dedesinin izinden gitmişti.
riye'nin öğrencilerine acırdı içten içe. Bilmedikleri, Cevriye'nin Bir Rus hayat kadınıyla Moskova'ya kaçan, orada aile soya-
öğrencilerinin de ailesine acımakta olduğuydu. ğacının lanetinden korunacağını sanan bir büyük amcaları vardı.
Ailedeki erkeklerden söz edince, tabii bir de Sabahattin Enişte Sonunda kadm bütün parasını çalmış, amca da St. Petersburg'da
vardı; Banu'nun yumuşak kalpli, iyi huylu ama o nispette de çe- donarak ölmüştü; bir diğer akraba otoyolda körkütük sarhoş kar-
kingen kocası. Kâğıt üzerinde hâlâ evli oldukları halde balayın- şıdan karşıya geçmeye çalışırken bir arabanın çarpmasıyla ebedi
dan sonraki kısa bir dönem hariç, Banu kendi evinde kocasıyla istirahatgâhına intikal etmişti; yirmi yaşlarında ölen yeğenler var-
kalmak yerine zamanının çoğunu ailesinin konağında geçirmişti. gel buraya!" Yirmi yaşına bastığında Mustafa'yı olabildiğince
Fiziksel uzaklıkları öyle dikkat çekiciydi ki, Banu ikiz oğlanlara uzağa gönderme karan alınmıştı oybirliğiyle. Hem buralardan
hamile kaldığında, herkes bu hamileliğin teknik olasılığı üzerine uzaklaşırsa kaderinden daha uzun süre kaçabileceği umuduyla,
şakalar yapmıştı. Ancak bütün Kazancı erkeklerini bekleyen me- hem de doğrusunu söylemek gerekirse, ailesi dışında kimseyle
şum kader ikizleri daha bebekken yakalamıştı. Küçücük oğullarını doğru dürüst geçinemediğinden mecburen alınan bir karardı bu.
çocuk hastalıkları yüzünden kaybeden Banu temelli ailesinin İyi bir öğrenci olduğu halde Mustafa'nın lise hayatı sosyalleşme
evine taşınmış, kocasını ara sıra ziyarete gider olmuştu. Gittiğin- beceriksizliği yüzünden berbat geçmişti. Evinde kral kesilmeye
de onu hâlâ seven bir eş bulurdu karşısında. Gene de yuvasında alışkın olan çocuk, sınıfta nice öğrenciden sadece biri olmayı ka-
kalmaz, kalamaz, apar topar dönerdi aile ocağına. bullenemiyordu. Evinde nasıl özel ise, okulda da öylesine ayrıca-
Son olarak tabii bir de Mustafa vardı; bu neslin tek erkek ço- lıklı ve biricik olmaya kalkışması, en nihayetinde tamamen arka-
cuğu, dört kızın arasına Allah tarafından bahşedilmiş kıymetli daşsız kalmasına sebep olmuştu. Zamanla öyle gözden düşmüştü
mücevher. ki Mustafa, annesi Gülsüm onun için bir mezuniyet partisi verme-
Nasıl da istemişti Levent Kazancı kendi soyadını taşıyacak ye kalktığında, davet edecek arkadaş bulamamıştı.
bir erkek evlat sahibi olmayı... oğlan babası olma saplantısı öyle Evinin dışında öylesine yalnız ve antisosyal, evindeyse böy-
büyüktü ki, Kazancı ailesinin dört kızı çocukluklarının her aşa- lesine kuşatılmış bir halde geçen her yaşgünüyle Kazancı erkek-
masında davetsiz misafir gibi hissetmişlerdi kendilerini. Levent- lerinin akıbetine adım adım yaklaşıyordu Mustafa. Bu şartlar al-
Gülsüm Kazancı çiftinin ilk üç çocuğu kız olmuştu. Önce Banu, tında oğlanı bir müddet yurtdışına göndermek yapılabilecek en
sonra Çevriye ve ardından Feride... Kızlar varlıklarını bir "önsöz" iyi şey gibi gelmişti. Gerekli parayı temin etmek için Cicianne'nin
olarak görmüşlerdi senelerce, esas kitaptan önce yazılmış bir ön- mücevherleri satılmış ve bir ay önce Kazancı ailesinin biricik er-
söz, beklenen şarkıyı önceleyen peşrev, beklenen oğlan çocuğun- kek evladı. Ziraat ve Biyosistem Mühendisliği okumak ve inşal-
dan önce geliveren gereksiz, geçici aşamalar... Nihayet dördüncü lah ömrüne ömür katmak üzere Amerika'ya, Arizona Üniversite-
çocuk oğlan olmuştu: Mustafa. Beşinci ve en küçük çocuk Zeli- si'ne doğru yola çıkmıştı.
ha'ya gelince, doğmasının tek sebebi oğlan tutturan ebeveynleri- Velhasıl temmuz ayının bu ilk cumasında Gülsüm, ailede er-
nin şanslarını bir kez daha denemek istemiş olmalarıydı. Belki ge- kek olmadığı için şükretsin diye Zeliha'yı azarladığında, az da ol-
ne oğlan olur... Zeliha'ya sorsanız, peşrevden de kötüydü son nota sa bir haklılık payı vardı. Zeliha bu lafa cevap vermek yerine, ma-
olmak, önsözden beterdi sonsöz muamelesi görmek. sadan kalktı, bu çatı altındaki tek eril varlığı bulmak ve beslemek
Önsöz ya da sonsöz fark etmez, aslolan ortadaki metindi bu için mutfağa gitti.
ailenin kitabında. Kıymetliydi Mustafa. Hal böyle olunca, doğdu- Üçüncü Paşa'ydı kedinin ismi, her zaman obur, doymak bil-
ğu andan itibaren Kazancı sülalesindeki erkekleri yakalayan la- mez tekir bir kedi yavrusu.
netten onu korumak için bir dizi tedbir alınmıştı. Bebekken göz- Kazancı konağında, tıpkı insanlar gibi kedi nesilleri de birbi-
boncuklan ve muskalarla kuşatılmış, yürümeye başladıktan son- rinin ardı sıra gelip gitmişti. İnsanların aksine kediler hep ecelle-
ra hep göz önünde tutulmuş, sekiz yaşına kadar saçları kesilme- riyle ölmüştü ama, istisnasız hepsi yaşlılıktan gitmişti. Her ne ka-
mişti, kız çocuğu gibi dolaşırsa Azrail'i aldatabileceğim umarak. dar bütün kediler kendilerine has karakterlerini korusalar da ge-
Birisi çocuğa ne zaman seslenecek olsa "kızım!" derdi, "kızım, nel itibariyle evin kedi soyunda birbiriyle rekabet halinde olan iki
gen hâkimdi. Bir tarafta 1930'larda Cicianne'nin genç bir gelin mış, soyulmuş, dişlenmiş, tahrip edilmişti. Ne kadar yaşlı olduğu
olarak yanında getirdiği uzun tüylü, basık burunlu, bembeyaz düşünülürse, Üçüncü Paşa'nın epeyce bir elektrik çarpmasını ga-
İran kedisinden (mahalledeki komşular "çeyizi hepi topu bu kedi yet iyi atlattığı anlaşılıyordu.
herhalde" diye dalga geçmişlerdi) gelen "asil" genler vardı. Öte- "Paşa, oğlum... gel bakalım, bak ne var burda!" Zeliha bir di-
ki tarafta beyaz İran kedisinin evden kaçtığı sırada çiftleşmeyi ba- li m kaşar peyniri uzattı. Kediye kaşar yedirdiğini görse köpürür-
şardığı, tam olarak tespit edilememiş ama belli ki tekir türünden dü annesi. Gizli bir keyifle biraz daha kaşar verdi kediye.
bir sokak kedisinden gelen "sokak" genleri. Birbiri ardı sıra gelen Sonra önlüğünü takıp lavaboyu köpüklü suyla doldurdu ve
nesiller boyu bu iki genetik özellikten kâh biri kâh öteki galip ge- başladı tabaklar, bardaklar, tencereler yığınını ova ova yıkamaya.-
lirdi bu çatı altında doğan kedilerde. Bir süre sonra Kazancılar ke- Nihayet bulaşıkları bitirip sakinleştiğinde, ayaklarını sürüyerek
dilere farklı isimler bulmayı bırakmış, sadece kedi şeceresini ta- geri döndü yemek odasına. Orada "piç" kelimesini hâlâ havada
kip etmeye başlamışlardı. Doğan yavru aristokrat tarafa benziyor- asılı buldu, annesi de hâlâ somurtuyordu.
sa, yani uzun tüylü, yassı burunlu ve beyazsa, ona annesinin soy- Birisi tatlıyı getirmeyi hatırlayana kadar iğreti bir sessizlik
lu olduğunu tescil eden bir isim veriyorlardı: Birinci Paşa, İkinci hüküm sürdü odada. Neyse ki çok geçmeden ayaklandı Çevriye.
Paşa, Üçüncü Paşa... Yok eğer yavru sokak kedisinin soyundan Kocaman bir tencereyle çıkageldi. Küçük kâselere dökülmüş süt-
geliyorsa adını sırasıyla "Sultan" koyarlardı: Birinci Sultan, İkin- lacı ikram ederken tatlımsı, yatıştırıcı bir koku doldurdu odayı.
ci Sultan, Üçüncü Sultan... Şüphesiz Paşa'dan daha üstün bir Belli ki yeni yapılmıştı sütlaç, soğumasını beklemeyeceklerdi.
isimdi Sultan, sokak kedilerinin kendilerine yeten özgür ruhlar Çevriye talimli bir rahatlıkla sütlacı bölüştürmeye devam eder-
olduğunun, kimselere dalkavukluk etmeye ihtiyaç duymadıkları- ken, Feride de onun peşinden bütün kâselere hindistan cevizi
nın göstergesi. serpmeye koyuldu.
Seçilen isimler kedilerin karakterlerine yansımıştı sanki. "Tarçın olsa daha iyi olurdu," diye mızıldandı Banu birden.
Asilzadeler ürkek, muhtaç ve sakin, soba başı tipleri olurdu; işleri Tarçını unutmayacaktın..."
güçleri yalanmaktı, ne zaman biri başlarını okşasa insan tema- Zeliha usulca yaslandı sandalyesine, görünmez bir sigarayı rmuş
sının bütün izlerini silmeye çalışırcasına yalanmaya koyulurlardı. gibi derin bir nefes çekti. Yorgunluğunu, bıkkınlığını, korkularını
Halbuki ikinci genleri taşıyan tekirler her daim daha cevval daha nefesiyle beraber azar azar salıverirken, günboyu yakasını
meraklı olmuşlardı; yerlerinde duramayan, illaki her şeye burun- bırakmayan o kayıtsızlık yoyosunun yeniden inip çıktığını hissetti.
larını sokan tipler, çikolata yemek gibi tuhaf, lüks alışkanlıklara Temmuz ayının bu ilk cuması, bu uzun lanetli gün boyunca
sahip olmaları da cabası. yaşananlar (ve yaşanmayanlar) asla unutulmayacaktı.
Üçüncü Paşa'ya gelince, o asilzade soyunun tüm özelliklerini Hindistan ceviziyle kaplı sütlaç kâselerine dikti bakışlarını,
haizdi, etrafında nadide porselenler varmış gibi vakur bir ritimle istemediği şeylere sebep olacaktı, istemediği bir şeye gebe... Nice
yürürdü daima. Her fırsatta uygulamaya koyduğu iki meşgalesi sonra, bakışları hâlâ tarçınsız sütlaca odaklı halde ve hiç de
vardı: elektrik kablolarını kemirmek ve peşlerinden koşturamaya- kendi sesine benzemeyen kibar, kadifemsi bir sesle mırıldandı:
cak kadar tembel olduğundan, kuşlarla kelebekleri gözlemlemek- "Üzgünüm..." dedi Zeliha. "Çok üzgünüm."
le yetinmek. İkinci uğraşından bıkabilirdi ama birinciden asla.
Evdeki hemen hemen bütün elektrik kabloları iki-üç kere ısınl-
olsa da, bitiren sen değilsen daha da zordu bu tatsız şakaya güle-
İkinci Bölüm bilmek. Madem bitecek, bari süründürmeden sona erebilseydi.
Sürüncemede kalması, yalpalaması, noktalanmadan evvel uzun
NOHUT uzun can çekişmesi belki de en beteriydi. Bu sürünceme insana
hâlâ bir şeylerin düzelebileceği ümidini veriyordu. Kof bir ümit.
Umutsuz bir durum karşısında umuda sarılmaktan daha vahim,
daha aptalca ne olabilirdi ki? Üç buçuk ay süren bu yalpalamadan
sonra şimdi artık Rose'un tek istediği kendi yoluna gitmekti. Ay-
nen böyle, kendi yoluna, hiç mi hiç arkasına .bakmadan hem de.

S
Kararlıydı Rose. Eğer tüm bunlar Tann'nın onu içinden geçmeye
zorladığı bir nevi ıstırap tüneliyse, bu karanlık dehlizden alnının
akıyla çıkacak ve çıktığında bambaşka bir kadın olacaktı.
Azmini dışa vurmak jstercesine gütmeye çalıştı ama nafile.
üpermarketler asabı bozuk ye kafa- Tuhaf, boğuk bir ses çıkardığıyla kaldı^sadece. İçini çekti Rose;
sı karışık kadınlar için tuzaklarla dolu tehlikeli yerlerdir. En azın- iki kat sıkıntılı bir iç çekiş, ne de olsa hiç uğramasa daha iyi ede-
dan Rose gibi kadınlar için. ceği bir koridordan geçiyordu şu anda: Şekerlemeler ve Çikolata-
Ne zaman süpermarkete girse ihtiyacı -olmayan bir sürü ıvır lar Reyonu.
zıvın sepetine dolduruyor Rose. Ama bu sefer âynıhatayı tekrar- Karbonhidrat Rejimi Yapanlar İçin Şekersiz Vanilya Aromalı
lamamaya kararlı. Bu kez hakikaten ihtiyacı olan şeylerden baş- Bitter Çikolata rafının önünden geçerken zınk diye durdu. Bir,
kasını almayacak. Söz verdi kendine. Bu kararlılıkla bebek bez- iki... tam beş adet aldı. Karbonhidrat rejimi filan yaptığı yoktu.
lerinin bulunduğu koridora yollandı. Hem oyalanmanın zamanı Ama ürünün ismi kulağına hoş geliyordu; daha doğrusu bir şey-
değildi. Küçük kızını park yerinde arabanın içinde bıraktığı için leri, herhangi bir şeyi denetliyor olma hali hoşuna gidiyordu. Ha-
huzursuz olmuştu. Ne demeye bırakmıştı ki bebeğini arabada bir yatın üzerinde söz sahibi olmasan bile vücudun üzerinde söz sa-
başına? İşte bu da yapar yapmaz pişman olduğu ama geri döne- hibi olabilirsin, etrafındakileri cezalandıramasan da vücudunu ce-
mediği, düzeltemediği hatalarından biri olarak kalacaktı. Doğru- zalandırabilirsin hiç olmazsa. Dağınık bir ev kadını, savruk bir eş
sunu söylemek gerekirse, bu tür hadiseler son aylarda ürkütücü ve berbat bir anne olmakla itham edilmekten öylesine bıkıp usan-
ölçüde çoğalmıştı... kesin konuşmak gerekirse, tam tamına üç bu- mışti ki Rose, artık can atıyordu bunun aksini kanıtlamaya, irade-
çuk aydır. Günbegün, haftabehafta cehennem azabı yaşadığı, ger- sini ortaya koymaya.
çeği kabullenmemekte direndiği, kadere karşı çırpına çırpına mü- Supermarket arabasını bir başka reyona çevirmesiyle kendini
cadele ettiği, durmadan ağlayarak geçirdiği ve nihayet evliliğinin yeni bir aburcubur koridorunda bulması bir oldu. Çocuk bezleri
sona erdiğini idrak ettiği şu son üç buçuk ay... Evlilik denilen ku- hangi cehennemdeydi? Gözleri hindistan cevizli şekerleme pa-
rum, insanı sonsuza kadar süreceğine inandırıp ardından pat diye ketlerine takıldı; ardından arabada bir, iki... altı paket birden biti-
ortada bırakıveren bir yanılsamadan başka neydi ki sonuçta? Ba- verdi. Yapma Rose yapma... Daha bu ikindi koca bir kutu vişneli
yat bir şaka gibi. Ama şakayı yapan değil de şakaya maruz kalan dondurma yedin... Daha şimdiden bir sürü kilo aldın... Benliğin-
kişi olmak en beteriydi. Evliliğin bitmesi her iki taraf için de ağır
den gelen ikaz yeterince yüksek çıkmamıştı. Yine de bilinçdışın- Şekerleme Topları, Sanmtırak Akide Şekerleri... bunlan arabaya
da bir yerlerde bir suçluluk düğmesini harekete geçirmiş olacaktı atar atmaz arkasından kovalayan varmış gibi hızlandı. Ama tatlı
ki, Rose'un zihninde kendi sureti beliriverdi o anda. Oysa daha az bağımlılığına yenik düşmek vicdanını tetiklemiş olacaktı ki, çok
evvel, hani organik marulların oradan geçerken, arkadaki enli ay- geçmeden kendini daha derin bir pişmanlıkla boğuşur vaziyette
naya bakmamayı başarmış, görünüşünü savuşturmuştu başından. buldu. Nasıl olmuştu da bebeğini arabada tek başına bırakabil-
Ama şimdi zihnindeki hayali aynadan onu süzüyordu görüntüsü. mişti? Nasıl yapabildin bunu Rose... Gün geçmiyordu ki Arizona
Kendine baktı. Genişleyen kalçasını, yayılan baldırlarını üzün- televizyonunda evinin önünden kaçınlmış bir çocukla ya da ih-
tüyle süzse de çıkık elmacık kemiklerine, altın şansı saçlarına, malden hüküm giymiş bir anneyle ilgili haberler yayınlanmasın.
buğulu mavi gözlerine ve mükemmel kulaklarına gülümsemeyi Önceki hafta Tucson'lu bir kadın yemek yapıyorum diye evini
başardı. Kulaklar insan vücudunun en güvenilir organlarıydı. İn- ateşe vermiş ve içeride uyuyan iki çocuğu ölümden son anda kur-
san ne kadar kilo alırsa alsın kulakları tıpatıp aynı kalıyordu, da- tarılmıştı. Mazallah buna benzer bir hadise başına gelse, kayınva-
ima sadık, daima vefalı. lidesinin zil takıp oynayacağını düşündü Rose. Kadirimutlak kay-
Maalesef kadın vücudunun geri kalanı için durum böyle değil- nana müsveddesi o cadaloz^Şuşan, torununun vesayetini almak
di. Kadın vücudu zerre kadar sadakat bilmeyen nankör bir yığındı. için anında dava açardı herhalde.
Öğle değişkendi ki bedeni, nasıl sınıflandıracağını bile bilmiyor- Zihnindeki karanlık senaryolara gömülen Rose'un içi titredi.
du. Mesela "armut biçimli" kategorisinde olsa, kalçasının omuzla- Son zamanlarda bir parça dalgınlaştığı doğruydu; hayati önemi
rından daha geniş olması gerekirdi. "Elma biçimli" olsa karnından olmayan şeyleri unutuyordu, mesela kredi borçlan, telefon fatu-
ve göğüs çevresinden kilo almaya yatkın olurdu. Sağlıklı Yaşam ralan... ama kimse, aklı başında hiç kimse onu kötü bir anne ol-
Dergisi kadın okurlarını böyle sınıflandırıyordu: armutgiller ve el- makla suçlayamazdı! Katiyen! Bunu hem eski kocasına, hem de
magiller. Oysa hem armutların hem de elmaların özelliklerine sa- kocasının o kâbustan beter Ermeni sülalesine kanıtlayacaktı. Ko-
hip olan Rose, bu durumda tam olarak hangi kategoriye girdiğini casının ailesini yabancı bir memleket, bir öte diyar gibi algılıyor-
kestiremiyordu, tabii eğer "mango biçimliler" diye ayrı bir kategori du Rose. İnsanlann telaffuzu imkânsız bir soyadı taşıdıklan ve bi-
yoksa, altı kalın, ortası kalın, üstü kalın olanlar için... "Aman linmesi mümkün olmayan sırlara sahip oldukları bambaşka bir ül-
neyse ne," diye düşündü. Fazla kiloları verecekti nasılsa. Şu rezil- ke. Rose orada kendini hep yabancı hissetmişti, ne yaparsa yap-
ler-rezili-boşanma-serüveni biter bitmez yepyeni bir kadın ola- sın odar* olduğunun bilincinde olmuştu daima - bu yapışkan ke-
caktı. "Aynen böyle!" diye geçirdi içinden. Rose "evet" kelimesi lime daha ilk günden yapışmıştı üstüne.
yerine "aynen böyle" derdi. "Hayır" yerine de "katiyen!" İnsanın fiziksel olarak ayn olduğu birine halen zihinsel ve
Aynen böyle! Bambaşka bir kadına dönüşüp, kıymetini bil- duygusal olarak bağlı olması ne korkunç şeydi. Niye çıkartıp ata-
meyen eski kocasını ve onun o dırdırcı kalabalık sülalesini şaşır- mıyordu eski kocasını benliğinden? Toz duman dağılıp boşanma
tacaktı. Düşünmesi bile güzeldi bunu, hayali bile cezbedici. Bu fi- gerçekleştiğinde, bir-yıl-sekiz-ay süren kelebek ömürlü evlilikle-
kirle keyfi yerine gelmiş olmalı ki gülümsedi; bulunduğu korido- rinden geriye kalan dipsiz bir güceniklik duygusuydu ve bir de
ru şöyle bir alıcı gözle taradı. Elleri ondan bağımsız hareket eder- bebek.
cesine kendiliğinden uzanıverdi raflara - Tereyağlı Danimarka
*
Kurabiyeleri. Rengârenk Meyveli Turtacıklar, Siyah Meyanköklü (Erm.) Ermeni olmayan.
"Bana kalan sadece bunlar..." diye mırıldandı Rose kendi
muştu; kendini öğrenci gibi görmeye yardımcı olabilirdi bu ama
kendine. Boşandıktan sonra bir nekahat devresi geliyordu ve trav-
diğer iki hayaline faydası yoktu.
ma ertesi bu dönemin en büyük yan etkisi gevezelik olmalıydı.
Sonraki koridora geçtiğinde Rose'un yüzü buruştu. Uluslara-
Boşanmak insanı konuşkanlaştınyordu. Ne kadar konuşursan ko-
rası Yiyecekler Reyonu.
nuş, söyleyecek lafın bitmiyordu. Nitekim Rose haftalardır zih-
Patlıcan soslan ve yaprak salamurası kavanozlanna sinirli si-
ninde Çakmakçıyan ailesinin tek tek her üyesiyle tekrar tekrar
nirh baktı. Patlıcan matlıcan yok artık! Sarma marma yok! Aca-
kavga etmiş, karşı tarafın savlarını başarıyla çürütüp kendini
yip etnik yemekler yemek zorunda kalmayacaklardı bundan böy-
azimle savunmuş, her seferinde galip gelmiş, boşanma sürecinde
le. O iğrenç kavurmanın görüntüsü bile midesini kaldırmaya ye-
bir türlü dile getirmeyi başaramadığı ve o zamandan beri içinde
tiyordu. Bundan böyle canı ne çekerse onu pişirecekti. Kızı için
ukte kalan şeyleri döne dolaşa sayıp dökmüştü kafasında.
h^riki Kentucky yemekleri yapacaktı. Hamburger mesela...
Ama ne fayda! Bir duyan olmadıktan sonra... İçini çekti.
Hamburger sosis biftek üçlemesini düşününce yüzü aydınlandı.
İşte oradalar! Latekssiz, süper-emici bebek bezleri. Bunları
"Aynen böyle!" dedi kendi kendine. Dahası tavada yumurta, ak-
arabaya yerleştirirken saçlan kırlaşmış, keçi sakallı, orta yaşlı bir
çaağaç şurubuna batınlmış gözlemeler, soğanlı sandviçler, man-
adamın kendisine gülümsediğini fark etti. "Ne dikkatli, ne özenli
galda koyun pirzolası, kızarmış patates... velhasıl özbeöz Ameri-
bir genç anne," diye düşünmüş olmalıydı adam. Doğrusu Rose
kan yemeği yiyeceklerdi bundan sonra... Her sofraya oturduğun-
anneliğinin seyredilmesinden hoşlanırdı, şimdi de seyirci bulma-
da görmekten gına getirdiği o vıcık vıcık yoğurtlu içecek yerine
nın keyfiyle gülümsemekten kendini alamadı. Bu ruh haliyle
de elma suyu içeceklerdi! Bundan böyle günlük menülerini Ame-
uzandı Aloe Veralı, bahar meltemi esanslı bir kutu ıslak mendile.
rikan Mutfağından seçecekti, patates püresi ya da kırmızı et... ya
Onu da koydu arabaya. Tann'ya şükür birileri anneliğini takdir
da... nohut. Bu yemekleri hiç şikâyet etmeden hazırlayacaktı. Tek
ediyordu. Daha fazla takdir ve ilgi görme arzusuyla, bebek eşya-
ihtiyacı, günün sonunda karşısında nezaketle oturup, pişirdikleri-
lan koridorunda bir aşağı bir yukan gezinmeye başladı. Her sefe-
ni tebessümle yiyecek efendi bir kocaydı. Onu ve pişirdiği ye-
rinde aslında almaya hiç mi hiç niyetli olmadığı halde şimdi al-
mekleri gerçekten sevecek bir adam. Aynen böyle! Rose'un ihti-
mamak için sebep göremediği yeni bir ürün buluyordu: üç şişe
yacı olan buydu: kalabalık bir sülalesi, etnik kimliği, zor telaffuz
antibakteriyel pişik losyonu, banyo suyu aşın sıcak olduğunda
edilen adlan ve yıllanmış sırlan olmayan basit bir sevgili; nohut
bas bas öterek ikaz eden bebek banyosu emniyet ördeği, küçük
yahnisinin kıymetini bilecek bir erkek.
parmaklan korumak için altılı plastik kapı muhafaza seti, May-
Oysa bir zamanlar Barsam'la birbirlerine nasıl da âşıktılar.
mun-Max çöp kutusu, içi su dolu, kelebek şeklinde diş kaşıyıcı-
Barsam'ın sofraya konan yemeğin farkında bile olmadığı, en
sı... Hepsini arabaya koydu. Şimdi kim kalkıp da ona sorumsuz
azından içindekileri umursamadığı bir dönem olmuştu, zira gözü
anne diyebilirdi ki? Minik kızının ihtiyaçlannı dikkate almamakla
başka yerde olurdu, Rose'un gözlerinin içinde, öylesine aşk ve arzu
kim suçlayabilirdi onu? Bebek doğduğunda üniversite eğiti-
dolu. O şehvetli günlerini hatırlayınca Rose'un yanaklan yandı
minden bile vazgeçmemiş miydi? Bu evliliği sürdürmek için bü-
ama hemen ardından gelen dönemi düşününeft birden buz kesti.
tün gücüyle çalışmamış mıydı? Zaman zaman kendini hâlâ üni-
Heyhat, göz açıp kapayana kadar eşinin o korkunç altesi mey-
versite öğrencisi olarak hayal ederdi Rose, hâlâ bakire ve evet,
dana çıkmış ve sahneyi sonsuza kadaj hükümleri altına almıştı.
hâlâ incecik. Kısa süre önce üniversite kafeteryasında bir iş bul-
Bunu izleyen haftalarda Barsam ile Rose'un birbirlerine olan sev-
gileri gitgide aşınmış, damla damla azalmıştı. O Çakmakçıyan çe- rip boynu sağa yatarken. Rose bu tiki utangaçlık işareti olarak al-
tesi karga burunlarını evliliğime sokmasa, diye düşündü Rose gıladı.
düşmanca, hâlâ yanımda olacaktı kocam. Derin bir of çekti. "Sa- Delikanlıyı hoş gördüğünü göstermek istercesine tatlı tatlı
hi neden sürekli evliliğimize burnunu sokup durdun?" diye sordu, güldü Rose. O anda yüzünde beliren Sevimli-Tavşancık ifadesi-
koltuğunda oturmuş, elinde örgüsü, gene bebek battaniyesi örer- nin yanı sıra Rose'un Tabiat Anadan ilham alarak edindiği üç adet
ken gözünde canlandırdığı Şuşan'a. Ama ne hayalindeki kayınva- hayvansı rol modeli vardı. Karşı cinsle bütün münasebetlerinde
lidesi cevap verdi, ne de bu süre zarfınca kaşlarını çatarak baktığı dönüşümlü olarak bunlan kullanırdı: tam bir sadakat hissi vermek
bamya turşusu kavanozu. Rose dayanamadı, soruyu tekrar etti. istediğinde tercih ettiği Sadık-Köpek ifadesi; ayartmak istediğin-
Boşanma ertesi nekahat döneminin ikinci yan etkisi de bu olma- de kullandığı Şeytani-Kedi ifadesi ve eleştirildiğinde takındığı
lıydı: İnsanı sadece konuşkan değil, bir de ısrarcı yapıyordu. "Ne- Kavgacı-Çakal ifadesi.
den bizi asla rahat bırakmadınız?" Rose aynı soruyu teker teker "Şimdi hatırladım seni nereden tanıdığımı..." dedi Rose bir-
kocasının üç kız kardeşine de sordu -Surpun Hala, Zaruhi Hala den sırıtarak. "Seni daha evvel nerede gördüğümü hatırlamak için
ve Varsenig Hala'ya- bir yandan da raflardaki babaganuş kava- beynimi zorluyordum demindenberi. Arizona Üniversitesi'ndesin
nozlarına hışımla baktığını fark etmeden. değil mi? Bahse girerim quesadilla seviyorsundur!"
Rose hızlı, keskin bir u-dönüş yaparak Etnik Yiyecekler kori- Delikanlı her an kaçacakmış da ne yöne gideceğine karar ve-
dorundan çıktı. O hışımla Konserve Yiyecekler ve Bakliyat kori- remiyormuş gibi koridora baktı.
dorunun bir ucundan diğerine hızla ilerledi. Öyle kaptırmıştı ki "Cactus Grill var ya hani, orada part-time çalışıyorum," dedi
kendini melankolisinin rüzgârına, neredeyse orada duran genç Rose açıklık getirmek gayretiyle, "Öğrenci Demeğinin ikinci ka-
adama çarpacaktı. Delikanlı nohut markalarının dizili olduğu raf- tındaki büyük lokanta, hatırladın mı? Genelde yemek servisi ya-
lara bakıyordu dalgın dalgın. Bir saniye önce orada değildi kesin! pılan tezgâhın arkasında oluyorum; omletler, quesadillalar... Ya-
Gökten inmiş gibi orada belirivermişti. Açık tenliydi; ince, oran- nm gün çalışıyorum, fazla para getirmiyor ama ne yaparsın? İda-
tılı bir vücudu, ela gözleri ve ona meraklı, nerdeyse araştırmacı reten. Aslında ilkokul öğretmeni olmak istiyordum. Belki gene
bir hava veren sivri bir burnu vardı. Kumral saçları kısaydı. Rose dönerim üniversiteye..."
onu daha önce gördüğünden şüphelendi bir an ama ne zaman ve Delikanlı şimdi merakla Rose'un yüzünü inceliyordu, o yüz-
nerede olduğunu çıkaramadı. deki her bir ayrıntıyı ezberlemek istercesine.
"Çok lezzetliler, değil mi?" diye sordu Rose. "Maalesef her- "Neyse işte, seni orada görmüş olmalıyım," dedi Rose. Göz-
kes nohut yahnisinin kıymetini bilecek kadar duyarlı değil bu dün- lerini şuhça kısıp alt dudağını hafifçe ıslattı. Şeytani-Kedi ifade-
yada..." sine geçti. "Geçen sene bebeğim olunca okulu bıraktım ama şim-
O dalgınlıkla gafil avlanan genç adam yerinde sıçradı; yanın- di tekrar geri dönmeye çalışıyorum..."
da bitiveren pembe yanaklı, tombulca kadına döndü ve ellerinde "Öyle mi?" diye merakla atıldı delikanlı ama soruyu sorma-
nohut kutulanyla değil de ahlaka mugayir cisimlerle yakalanmış- sıyla bir dişi eksikmiş gibi ağzını kapatıvermesî bir oldu. Eğer
çasına kulaklarına kadar kızardı. Boş bulunduğu için savunması- Rose ömrü hayatında daha evvel bir yabancı ile sohbet etmiş ol-
nı henüz kuramamıştı. saydı, Yabancının Tanışma Anı Refleksini ayırt edebilirdi. Hani şu
"Kusura bakmayın..." dedi delikanlı sağ gözü üst üste seği- yurtdışında yabancı olarak yaşayanların, ilk kez birileriyle konuş-
maya başladıklarında doğru kelimeleri doğru zamanda doğru te- lar, İstatistikler ve Haritalar: Dünya Atlası Ailelerin, Öğrencile-
laffuzla söyleyememe korkularını. Delikanlının tutukluğunun ar- rin, Öğretmenlerin, Dünya Gezginlerinin Hizmetinde. Atlası kap-
dındaki temel sebep işte bu refleksti. Ne var ki Rose, çocukluğun- tığı gibi, dizinde İstanbul'u buldu ve doğru sayfaya giderek bu
dan bu yana etrafındaki her şeyin kendisiyle ilgili olduğunu var- şehrin nerede olduğunu görmek için haritaya baktı.
saymayı âdet edinmişti. Bu yüzden de delikanlının sessizliğini Nihayet dışarı çıktığında, park yerinde 1984 model lacivert
kendisiyle ilgili bir durum olarak yorumladı. Telafi etmek için elini Cherokee Jipi Arizona güneşinin altında yanarken buldu, içinde
uzattı: uyuyan bebeğiyle birlikte.
"Kusura bakma. Kendimi tanıtmayı unuttum. Adım Rose." "Armanuş, uyan güzelim, annen döndü!"
"Mustafa..." dedi delikanlı yutkunarak, adem elması yukan Bebek şöyle bir kımıldandı ama Rose yüzüne öpücükler yağ-
çıkıp indi. dırdığında bile gözlerini açmadı. Yumuşacık saçları neredeyse ka-
"Nerelisin?" diye sordu Rose. fası kadar büyük san bir kurdelayla bağlanmıştı. Bebeğin üzerin-
"İstanbul..." dedi kısaca. de somon rengi şeritler ve mora çalan düğmelerle süslü cart yeşil
Rose belli belirsiz bir panikle kaşlarını kaldırdı. Eğer Mustafa bir elbise vardı. Çocukcağız bu haliyle çılgın biri tarafından süs-
ömrü hayatında daha evvel bir Amerikalı ile sohbet etmiş ol- lenmiş küçük bir noel ağacına benziyordu.
saydı, Yerlilerin Coğrafya Korkusu Refleksini teşhis edebilirdi. "Acıktın mı? Annen sana bu akşam gerçek Amerikan yemeği
Hani şu nice Amerikalı'nın dünya tarihi ya da coğrafyası hakkında pişirecek," dedi Rose, torbalan arka koltuğa koyarken; bu arada
yeterli bilgi sahibi olmadıklarını hissettikleri andaki refleksleri. yolluk bir paket hindistan cevizli lokum ayırmayı da ihmal
Doğrusu Rose İstanbul'un nerede olduğunu hatırlamaya çalışı- etme-
yordu. Acaba Mısır'ın başkenti miydi, yoksa Hindistan'da bir yer : Aynada saçlarını düzeltti; son günlerde en sevdiği kaseti
mi...? Kaşlannı çatmasının ardındaki sebep bu kafa karışıklığıy- koydu ve kontağı çalıştırmadan bir avuç lokumu ağzına attı.
dı. Ne var ki Mustafa ergenliğinden beri kadınlar tarafından be- "Demin süpermarkette tanıştığım çocuk Türkiye'den gelmiş
ğenilmeme korkusu taşırdı. Bu yüzden de Rose'un yüzünde beli- ur musun!" dedi Rose dikiz aynasından kızma göz kırparak.
ren ifadeyi kendi kifayetsizliğine yordu. Telafi etmek için konuş- Armanuş'un her şeyi olması gerektiği gibiydi; düğme burnu, yu-
mayı kısa kesmeye çalıştı. muk elleri, minicik ayaklan... ismi dışında her şeyi mükemmeldi.
"Tanıştığımıza memnun oldum Rose," dedi, keskin bir aksan- Kocasının ailesi, bebeğe büyük büyükannesinin ismini vermekte
la. "Benim gitmem lazım..." ısrar etmişlerdi. Şimdi Rose bebeğine böyle bir isim koydurmak
Çabucak nohut kutularını yerlerine koydu, saatine baktı, se- yerine, çok daha aşina, çok daha Amerikan bir isim vermediğine
petîni alıp yürümeye başladı. Gözden kaybolmadan önce "bay ne kadar pişmandı. Annie olabilirdi mesela ya da Katie veya
bay" diye mırıldandığını duydu Rose. Cyndie... Çocuk dediğinin ismi çocuksu olmalıydı, sevilesi, şirin,
Gizemli arkadaşını bu şekilde kaybeden Rose aniden süper- dile kolay bir isim. Oysa Armanuş isminin hiçbir sevimli ya da
markefte ne kadar uzun zaman geçirdiğini fark etti. Delikanlının çocuksu tarafı yoktu. Böyle bir ismi mıncıklayamazdı insan! Faz-
bıraktıkları da dahil birkaç kutu nohut alıp hızla kasalara yollan- la yabancıydı bu isim, hem telaffuzu zor hem mesafeli. Nasıl hi-
dı. Dergi ve kitap koridorundan geçerken bir şey ilişti gözüne: tap edecekti kendi evladına, ismi diline takılmadan, kulaklarını
Dünya Atlası. Yaldızlı başlığın altında şöyle yazıyordu: Bayrak- tırmalamadan?
Rose içini çekip bir lokum daha attı ağzına. Lokum dilinin
üzerinde erirken, bundan böyle kızına Amy demeye karar verdi. seyrederek ya da internette sörf yaparak geç saatlere kadar oturu-
Ve bu beklenmedik vaftiz töreninin bir parçası olarak kızına öpü- yordu. Faydası da oluyordu hani. Başka şeylerle ilgilenince ken-
cük gönderdi aynadan. di içindeki zehirli sesler azalıyordu. Ama öyle olsa bile günışığıy-
Sonraki kavşakta ışığın yeşile dönmesini beklediler. Rose, la birlikte geri dönüyordu benliğini tırmalayan fikirler. Evden
kasetçalardan yükselen Gloria Estefan'a parmaklarıyla direksi- kampüse yürürken, ders aralanndayken ya da yemekhanede sıra
yonda ritim tutarak eşlik etti. beklerken, buram buram İstanbul hasreti çekerken yakalıyordu
kendini. Keşke bilgisayar belleği gibi olabilseydi insanın belleği.
Modern aşk istemem, telaştan başka ne ki, İlkel Hafızasında tuttuğu tüm bilgileri silmeyi, eski dosyalan tümden
aşk isterim, aşkın en ilkel halini... iptal edip programı yeniden başlatmayı nasıl isterdi.
Arizona, Mustafa'yı kuşakbekuşak Kazancı sülalesindeki bü-
tün «kekleri vuran kötü kaderden kurtaracaktı. Bu niyetle yollan-
mıştı ta buralara, bu kadar uzağa. Ama Mustafa böyle hurafelere
inanmazdı. Hurafelerin kadınlara has tekinsiz bir âlemin nişane-
Mustafa satın aldığı üç beş şeyi kasiyerin önüne koydu: Kalama-
leri olduğuna inanırdı. Kadınlar zaten tuhaf mahluklardı. O kadar
ta zeytini, dondurulmuş ıspanaklı pizza, konserve mantar çorbası,
kadının arasında büyüdüğü halde kendini kadınlara bu kadar ya-
konserve kremalı tavuk çorbası ve konserve şehriye çorbası.
bancı hissetmesini açıklayamıyordu Mustafa.
ABD'ye gelene kadar hiç yemek pişirmesi gerekmemişti. Şimdi
Doğrusu Mustafa'nın ta buralara gelmeyi kabul etmesinin se-
iki odalı öğrenci dairesindeki küçük mutfakta ne zaman bir şeyler
bebi ailesindeki erkekleri bekleyen kaderden kaçma hayali değil,
pişirmeye uğraşsa kendini sürgünde devrik bir hükümdar gibi his-
ailesindeki kadınlardan uzaklaşma arzusuydu. Bilinçli bir tercih-
sediyordu. Onu daima el üstünde tutan annesi, anneannesi ve dört
ten ziyade istemsiz bir refleks.
kız kardeşi tarafından hizmet edilip yediği önünde yemediği ar-
Mustafa erkeklerin vaktinden çok evvel ve hep ansızın ölü-
dında beslendiği günler geride kalmıştı. Bulaşık yıkamak, oda
verdikleri bir ailenin tek erkek evladı olarak büyümüştü. Annesi,
toplamak, ütü yapmak, hele alışveriş büyük bir yüktü sırtında. Bu
büyükannesi ve haklannda fantezi kurması tabu olan dört kız kar-
tür işlerin başkaları tarafından onun için yapılması gerektiği his-
deş arasında... Geceleri yatağa yattığında, "bu çatı altındaki tek
sinden bir kurtulabilse, belki de o kadar zorlanmayacaktı. İş yap-
erkek benim" düşüncesiyle kasıhrdı bazen. Çıkardığı her sesi, ak-
maya alışık değildi, tıpkı yalnızlığa alışık olmadığı gibi.
lından geçirdiği her özlemi biliyor görünüyordu sanki ailesindeki
Mustafa'nın bir ev arkadaşı vardı; az konuşan, durmadan ders
kadınlar. Zihni ağza alınmayacak düşüncelere kayar, üzerinden
çalışan ve geceleri uyumadan önce Dağ Irmaklarının Ezgisi ya da
atamadığı bir suçluluk duygusuyla kendi-kendine dokunmaya
Balinaların Gizemli İletişimleri gibi tuhaf tuhaf kasetler dinleyen
başlardı. Cinsellik buydu, bastınlmış kelimeler arasından boy-
Endonezyalı bir öğrenci. Mustafa bir ev arkadaşı olursa, Arizo-
gösteren iğreti bir duraklama, patlamaya hazır bir sessizlik. İlk
na'da kendini daha az yalnız hissedeceğini ummuştu ama sonuç
başlarda Mustafa neredeyse kutsal gözüyle bakardı kadınlara.
bunun tam aksi olmuştu. Geceleri yatağında tek başına ve ailesin-
Onu reddedeceği baştan belli kızlara âşık olur, uzaktan uzağa ta-
den kilometrelerce uzakta uzanırken zihnindeki sesleri bastıramı-
nışma hayalleri kurar ama asla el süremezdi kızlara, değil kendi-
yordu. İçinde onu sorgulayan ve suçlayan sesler vardı. Pek iyi
lerine hayallerine bile... Dergilerdeki top model fotoğraflarına so-
uyuyamiyordu. Çoğu geceler, televizyonda bayağı komedileri
murturken yakalayıp duruyordu kendini, sanki bu kadar mükem-
mel hiçbir kadının onu arzulamayacağı gerçeğini içine sindinnek
ister gibi. Ev içinde gördüğü kral muamelesi ile ev dışında yaşa-
dığı reddedilme, alay edilme ve aşağılanma korkusu arasında bir
yerlerde kilitlenmişti senebesene.
Rose ışıklarda durmuş kasetçalardan yükselen şarkıya eşlik eder-
Bir başka sarkaç daha vardı hayatında: En küçük kız kardeşi ken, Meksika kökenli Amerikalı bir aile ağır aksak karşıdan kar-
Zeliha onunla hep dalga geçer, kendini eksik ve arızalı hissetme- şıya geçmeye başladılar. Anne bir bebek arabasını itiyor, baba da
sine sebep olurdu. Oysa annesi tam tersine onu hep takdir eder, 4-5 yaşlarında bir çocuğun elini tutuyordu. Onlar salına salına yü-
pohpohlardı. Ne Zeliha'nın iddia ettiği gibi habis, ne annesinin rüyedursunlar Rose bu aileyi hasetle seyrekoyuldu. Evliliği sona
dediği kadar yüce... sıradan bir adam olmak istiyordu sadece. erdiğinden beri karşılaştığı her çift ona saadet içinde yüzüyormuş
Hem iyi, hem de hata yapabilen biri. Herkes kadar, herkes gibi. gibi geliyordu.
Yegâne ihtiyacı bir tutam anlayıştı, bir de hayatın kendisine daha
Biliyor musun Amy, keşke o cadı babaannen benim bugün
iyi biri olma fırsatı tanıması. Onu seven bir kadını olsa her şey
bu Türk'le flört ettiğimi görseydi. Tüyleri diken diken olurdu
başka türlü olurdu. Kendini ona adayacak, ona inanacak, geçmi-
eminim. Nasıl dehşete kapılırdı düşünebiliyor musun? Kibirli
şini bilmeyen, bilmek de istemeyen bir eş... Mustafa Amerika'da
Çakrnakçıyan sülalesi için bundan beter kâbus düşünemiyo-
başarılı olması gerektiğini biliyordu, daha iyi bir gelecek için de-
rum...! Kibirli ve soğuk ve..."
ğil, geçmişin külfetinden kurtulmak istediği için.
Ama cümlesini bitiremedi çünkü başka bir düşünce aklını
"Nasılsınız bu gün?" diye sordu kasiyer yayvan bir tebessüm-
le. Bir yandan da Mustafa'nın aldığı öteberiyi kâğıt torbalara yer- çefanişti - hayli hınzır bir düşünce. Işık yeşile döndü, sağda sıra-
leştirmeye başlamıştı. lanan arabalar gaza bastı, arkadaki karavan korna çaldı ama Rose
hareket etmedi. Aklına gelen fikir öyle nefisti ki, kımıldarsa kay-
Mustafa'nın hâlâ alışamadığı bir şeydi bu. Amerika'da herkes
betmekten korktu. Zihni hayallere batıp çıktı, gazap ışınları saça-
herkese nasıl olduğunu soruyordu, hiç tanımadıkları insanlara bi-
rak etrafa. Boşanma ertesi nekahat döneminin üçüncü yan etkisi
le. Ama bu soru gerçek bir merak ifadesi olmaktan ziyade bir se-
lamlaşma tarzıydı. Ama Mustafa ayriı rahatlıkla ve doğallıkla ce- de bu olmalıydı: İnsanı sadece sadece konuşkan ve ısrarcı değil,
vap vermeyi beceremiyordu. biraz da mantıksız kılıyordu. Boşanma ertesi yeniden bir ayar ge-
"İyiyim, teşekkür ederim," dedi kızararak. "Ya siz nasılsınız?" rekir mantığa. Yoksa tepetaklak olmuş bir dünya dahi gayet man-
tıklı görünür boşanana.
Kasiyer kız meraklı bir ifadeyle baktı ona. "Hangi ülkedensi
niz?" Ah intikamın tatlı tadı...! Yeniden bir hayat kurmak ve yepye-
"Türkiye..." diye mırıldandı Mustafa, verdiği cevabın bir şey ni bir kadın olmak uzun vadeli planlardı, karşılığı zaman içinde
ifade etmeyeceğini bilmenin somurtkanhğıyla. Ahdim olsun gü- atanacak bir yatırım. Oysa o kadar beklemeye tahammülü yoktu
nün birinde İngilizceyi öyle aksansız konuşacağım ki bir yaban- Rose'un, çabucak istiyordu intikamını. Öyle bir şey yapmalıydı ki
cıyla konuştuklarını anlayamayacaklar, diye geçirdi içinden. Tor- sabık kayınvalidesi çileden çıksın, eski kocasının tüm sülalesinin
basını ajıp dışarı çıktı. Bir yandan da ceplerinde otobüs tarifesini uykuları kaçsın. Rose'un aklına hinoğluhin bir fikir gelmişti.
arıyordu. Dünya üzerinde Çakmakçıyan sülalesini bir odar'dan bile daha
fazla çileden çıkaracak bir şey varsa, o da bir Türk'tü!
Eski kocasının can düşmanı Türklerle flört etmek ne kadar il- "Armanuş Çak-mak-çı-yan!"
ginç olurdu. İyi de Arizona çölünün ortasında bir Türk erkeğini Ancak o zaman delikanlının ela gözleri parladı ama Rose'un
nereden bulacaktı? Kaktüs tepesinde bitecek değillerdi ya? Ke- umduğu şekilde değil.
yifle güldü Rose. Talihin onu Arizona çöllerinde bir supermarket "Çak-mak-çı-yan... Çak-mak-çı...! Kulağa Türkçe gibi geli-
reyonunda nohut ararken bir Türk'le karşılaştırmış olması ne hoş yor!" diye bağırdı neşeyle.
bir tesadüftü. Yoksa tesadüf değil miydi? "Aslında Ermenice," diye uyardı Rose. Baklayı ağzından çı-
Rose motoru tekrar çalıştırdı ama dosdoğru yoluna gitmek kartmıştı ama delikanlıdan çok kendi kendisiyle konuşur gibiydi.
yerine sola saptı, dönüp karşı yola geçerek son sürat aksi yönde "Babası... yani eski kocam..." ağzındaki acı tattan kurtulmak ister
gitmeye başladı. gibi yutkundu, "Ermeni'ydi de."
"Öyle mi?" dedi Mustafa umursamaz bir tavırla.
Elveda ağladığım günlere, Anlamadı galiba, diye geçirdi içinden Rose. Sonra uzun za-
İstemem artık, istemem mandır gırtlağını gıcıklayan bir hıçkmğı bırakır gibi kahkahayı
koyverdi. Varsın anlamasın., ben anlıyorum ya... Mostaffa benim
Göz açıp kapayana kadar 1984 model lacivert Cherokee Jip,
intikam aracım olacak!
Fry's Süpermarketinin park yerine daldı.
"Baksana," dedi Rose Sevimli-Tavşancık sesiyle. "Meksika
İlkel aşk isterim, Aşkın sanatını sever misin bilmem ama yann akşam bir sergi açılacak.
en ilkel halini Başka planın yoksa yann sergiye gidip sonrasında da bir şeyler
atıştırabiliriz."
Araba yanm daire çizdi, sonra çaprazlama giderek süpermar- "Meksika sanatı mı...?" Mustafa cümlenin orta yerinde dura-
ketin girişine geldi. Rose delikanlının elinde küçük bir torbayla ladı.
otobüs durağında beklediğini gördü. "Epey iyi olduğu söyleniyor," dedi Rose üsteleyerek. "Ne
"Hey Mostaffa," diye bağırdı, aralık pencereden başını çıka- dersin... gelmek ister misin?"
rarak. "Gideceğin yere bırakayım mı?" "Meksika sanatı...!" diye tekrarladı Mustafa bu sefer güven-
Mustafa boş boş baktı bir an. Sonra usulca başını salladı: le. "Tabii, neden olmasın?"
"Olur, teşekkürler."
Arabanın içinde Rose bilgiç bilgiç gülümsedi. "Mostaffa seni
kızımla tanıştırayım: Armanuş. Ama ben ona Amy diyorum! Amy
bak bu Mostaffa..."
Delikanlı uykulu bebeğe gülümserken, Rose onun yüzünde
bir tanıma emaresi aradı ama bulamadı. Bu yüzden de ona bir ipu-
cu sunmaya karar verdi, daha bariz bir ipucu: "Kızımın adı Arma-
nuş Çakmakçıyan."
Delikanlının yüzündeki sabit ifadeye bakılırsa bu soyadı ge-
ne bir şey ifade etmemişti. Rose tekrarlama ihtiyacı hissetti:
nig Hala'nın ikiz bebekleri sakin sakin divanda uyuyorlardı. Kali-
Üçüncü Bölüm
forniya Körfez bölgesindeki Ermeni Gençlik Organizasyonu'nun
TOZ ŞEKER düzenlediği sosyal bir etkinliğe katılmak üzere Minneapolis'ten
gelen uzak kuzen Kevork Karaoğlanyan da buradaydı. Son üç ay-
dır Kevork bu grubun düzenlediği bütün etkinliklere sektirmeden
katılmıştı - Ermenistan için yardım konserlerine, yıllık büyük
pikniğe, Noel partisine, Cuma Gecesi Işık Partisine, Kış Galasına,
Pazar Brançlanna ve Erivan'da ekoturizm yararına düzenlenen

B
rafting yarışına... Ne var ki Dikran Dayı yakışıklı yeğeninin ta
Minneapolis'ten kalkıp da zırt pırt San Francisco'ya uçmasının ar-
dında sadece hayır işlerine düşkünlük yatmadığını tahmin ediyor-
du. Bir erkek durup dururken bir hayır derneğine bu kadar kaptır-
mışsa kendini, işin içinde bir kadın vardır muhtemelen. Kevork da
u ne felakettir başımıza gelen!" diye
henüz açılamadığı bir kıza abayı yakmış olmalıydı.
haykırarak salona daldı Dikran Dayı. Teselli bulabilmek umuduy-
Bunları zihninden geçirerek masadaki yiyeceklere yöneldi
la etrafı taradı heyecandan pörtlemiş kara gözleri. "Duyduklarım
Dikran Dayı. Bir sürahi ayran vardı önünde - tepeleme buzla dol-
doğru değil di mi? Biri bana doğru olmadığım söylesin!"
durularak sulandırılmış, Amerikanlaştınlmış bir ayran. Onun ya-
Pos bıyığının altından görünen iki ön diş yüzünden en kızgın
nında çeşitli ebatlarda renkli toprak kaplarda fasulye pilaki, ka-
olduğu anlarda bile rnütebessim izlenimi veriyordu Dikran İstan-
dinbudu köfte, karniyarik, fırından yeni çıkmış çürek ve en önem-
buliyan. Şu halde bile mütebessim.
lisi, ah, en dayanılmazı, bastırma vardı. Dikran İstanbuliyan bayı-
"Dayıcım sakin olun lütfen, otursanıza şöyle, yüreğinize ine-
lırdı pastırmaya. Öyle ki derdini tasasını unutuverdi bir an için de
cek," diye mırıldandı Surpun Hala, Çakmakçıyan kız kardeşlerin
olsa. Hele masanın öbür ucunda yer alan burma tatlısını görünce
en küçüğü. Ailede Barsam'ın Rose'la evlenmesini açıktan açığa
hepten eridi hiddeti.
destekleyen tek kişi olarak tüm bu olan bitenden sonra kendini
Karısının sımsıkı diyet gözetimi altında olmasına rağmen
suçlu hissediyordu. Oysa zerre kadar alışkın değildi kendi kendi-
Dikran Dayı her geçen yıl meşhur göbeğine bir yağ tabakası da-
ne kızmaya. Kaliforniya Berkeley Üniversitesi'nde Beşeri Bilim-
ha eklemeyi başarmıştı, tıpkı her sene büyüme halkalarına bir ye-
ler profesörü olan Surpun Çakmakçıyan, dünya üzerindeki her
nisini ekleyen ağaç gövdeleri gibi. Ne bodurluğundan ne şişman-
meselenin taraflar arası diyalog, sükûnet ve düz mantıkla müza- lığından şikâyet eden bodur ve şişman bir adamdı şimdi. İki yıl
kere edilebileceğine inanan, kendine güveni tam, feminist bir aka- önce bir makarna reklamında oynatmışlardı onu. Şen bir ahçıyı
demisyendi. Böylesine duygusal ve tepkisel bir ailede, bu özellik- canlandırmıştı orada; karısı onu terk ettiğinde dahi morali bozul-
leri yüzünden kendini yalnız hissettiği oluyordu zaman zaman. mayan çünkü mutfağında mutlu mesut makarna pişirmeye devam
Dikran İstanbuliyan içini çekip bıyıklarını kemirerek en ya- edebileceğini bilen bir ahçıyı. Dikran Dayı aynen reklamdaki gi-
kındaki boş iskemleye yöneldi. Bütün aile üzeri tıkabasa yiyecek bi biriydi gerçek hayatta. Her daim muhafaza ettiği neşesi öylesi-
dolu antika maun masanın etrafında toplanmıştı ama olağan şüp- ne dikkat çekici, o kadar gıpta edilesiydi ki, çok sayıda ahbapla-
heliler dışında kimse yemek yiyormuş gibi görünmüyordu. Varse-
nndan biri, ne zaman şişman insanların daha neşeli oldukları kli- eline alıp örgüsüne koyuldu. Şişlerden camgöbeği bir bebek bat-
şesini kanıtlamak istese hemen onun adını zikrederdi. Ne var ki taniyesinin ilk sıralan sarkıyordu; köşesine A. Ç. harfleri işlen-
her daim cıvıl cıvıl neşe saçan Dikran Dayı bugün hiç de benze- miş: Armanuş Çakmakçıyan. Aile efradı örgü şişlerinin dansını
miyordu aslına. seyrederken bir an sessizlik oldu. Büyükanne Şuşan'ın örgüsü
"Barsam nerede peki?" dedi Dikran Dayı tepeleme köfte do- grup terapiye benzerdi adeta. Onu örgü örerken seyretmek rahat-
lu bir tabağa çatalını daldırırken. "Karısının ne haltlar karıştırdı- latırdı etrafındakileri. Sanki o bu işi sürdürdüğü müddetçe dünya
ğını biliyor mu?" daha yaşanılası bir yer olacak, korkacak bir şey kalmayacaktı.
"Eski karısının!" diye düzeltti Zaruhi Hala. Gün boyu birbi- "Haklısın, zavallı Armanuşçuk," dedi Dikran Dayı. Metanet
rinden haylaz çocuklarla boğuşan tecrübeli bir anaokul öğretme- abidesi kız kardeşiyle anlaşmazlığa düşmenin ne mânâya geldi-
ni olarak, etrafta duyduğu her hatayı anında düzeltmek gibi bir ğini gayet iyi bildiğinden, bütün meselelerde Şuşan'ın tarafını tu-
huyu vardı. tardı. Ağzına bir biber dolması daha atarken, söylendi: "O masum
"Evet elbette, eski kansı! Ama hatun bunun farkında değil ki! kuzucuğa ne olacak?"
O kadın kafayı yemiş. İnadımıza yapmıyorsa ne olayım! Bile bile Kimsenin cevap vermesine fırsat kalmadan bir anahtar şıngır-
yapıyor. Yanılıyorsam, Rose cadısı bu işi sırf bizi sinir etmek için tısı duyuldu kapıda ve beti benzi atmış halde Barsam içeri daldı.
yapmıyorsa, bana da Dikran demesinler. Başka isim bulsunlar!" "Hah! Kim gelmiş! Barsam Bey, Barsam Bey, bir tanecik ev-
"Başka isme ihtiyacın olmayacak dayıcım," diye teselli etme- ladın var, onu da Türkler yetiştirecek. Senin kılını kıpırdattığın
ye çalıştı Varsenig Hala. "Besbelli bile bile yapıyor..." yok... Amot!*”
"Ne yaparsa yapsın, kendi hayatıdır bizi ilgilendirmez. Ama "Ben ne yapabilirim ki?" Barsam Çakmakçıyan çökmüş göz-
torunum başka. El kadar biçare çocuk. Derhal Armanuş'u kurtar- lerle dayısına döndü. Ama anında kenara kaydı bakışları ve du-
mamız lazım bu beladan," diye araya girdi bir ses. Büyükanne Şu- vardaki devasa Mardiros Saryan röprodüksiyonuna odaklandı.
şan'dı bu. Ağır, sakin adımlarla masadan kalkıp koltuğuna yönel- Aradığı cevap tabloda gizliymiş gibi uzun uzun oraya baktı: Çi-
di. Harika bir ahçı olduğu halde hiçbir zaman iştahlı olmamıştı, çek Açmış Elma Ağaçları, 1912. Ama tablodan da teselli bulama-
hele son zamanlarda günde bir tastan fazla yemeden yaşamanın mış olacaktı ki, tekrar konuştuğunda sesinde sadece umutsuzluk
yolunu bulduğundan endişe ediyordu kızları. Kısa boylu, kemikli vardı. "Karışmaya hakkım yok. Rose onun annesi."
yapılı, sert hatlı, dal gibi incecik bir kadındı. Tuhaf bir iktidar hâ- "Aman! Ne anne!" Dikran İstanbuliyan kıkırdadı. Onun cüs-
lesi yayardı etrafına; en çetrefil engeller karşısında dahi direncini, sesinde bir adam için pek tiz bir kahkahası vardı - genelde fazla-
metanetini yitirmeyenlere has bir hâle. Ne olursa olsun yenilgiyi sıyla farkında olduğu ve kontrol edebildiği bir ayrıntıydı bu ama
kabul etmezdi Büyükanne Şuşan. Hayatın zaten başlıbaşına bir gerilimli durumlarda tümüyle unuturdu.
varoluş mücadelesinden ibaret olduğuna inanırdı; ama eğer Erme- "O masum kuzu ilerde ne söyleyecek arkadaşlarına? Babamın
ni'ysen, üç kat fazla zorlu olduğunu iddia ederdi, üç kat daha çe- ismi Barsam Çakmakçıyan, büyük dayımın ismi Dikran İstanbu-
tin. Kararlılığı ve karşılaştığı herkesin gönlünü fethetme becerisi liyan, onun da babası Yervant İstanbuliyan, benim adım Armanuş
aile efradını oldum olası hayrete düşürürdü. Çakmakçıyan, bütün soyağacım Filanca Falancıyan... bütün akra-
"Mühim olan torunumun selameti, gerisi ne gam."
Büyükanne Şuşan bu sözü söyledikten sonra kalın şişlerini * (Emi.) Utan!
versite eğitimine geri dönmek istediği için Arizona'da kaldı. Öğ-
balarını 1915'te kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykınmze- renci Demeği'nde bulduğu iş geçici bir durum. Asıl ilkokul öğret-
de bir sülalenin torunuyum amma velakin Mustafa adında bir meni olmak istiyor. Çocuklara olan sevgisinden. Bunda bir beis
Türk tarafından büyütüldüğüm için köklerime ihanet etmeyi öğ- yok ki. Kendisi mutlu olduğu ve Armanuş'a iyi baktığı müddetçe
rendim, soykırımı inkâr etmek üzere yetiştirildim! Fıkra gibi val- kiminle çıktığının ne önemi var?"
la... Ah, marnım khalasim!*" "Haklısın haklısın da bir o kadar da haksızsın," dedi Surpun
Dikran İstanbuliyan hiddetle sustu ve sözlerinin etkisini tar- Hala, gözlerinde aniden beliren alaycı bir parıltıyla. "İdeal bir
tabilmek için kaşlarını çatıp yeğenine baktı. Ama Bardam taş gibi dünyada yaşıyor olsak, bu onun hayatı, bize düşmez diyebilirsin.
hareketsizdi. Tarih ve soy mevhumun yoksa, belleğin ve toplumsal sorumluluk
"Koş durdur bu işi Barsam!" diye ekledi Dikran Dayı, bu se- duygun yoksa, sadece şimdide yaşıyorsan elbette bunu iddia ede-
fer daha yüksek sesle. "Bu gece Arizona'ya uç ve çok geç olma- bilirsin. Ama sevgili kardeşim sen de pekâlâ biliyorsun ki geçmiş
dan bu komediye bir son ver. Karınla konuş. Haydeh!" geçip gitmiş bir şey değildir. Geçmiş şimdiki zamanın içinde ya-
"Eski karısı!" diye düzeltti Zaruhi Hala, tabağına bir parça şar ve atalarımız çocuklarımızın içinde nefes alıp verirler... Evla-
burma alırken. "Ay bunu yememem lazım aslında. Kalori bomba- dına o baktığı müddetçe eski karının hayatına karışmaya hakkın
sı valla. Annecim ne demeye bu kadar şeker koyarsın ki şu tatlı- var. Hele bir Türk'le çıkmaya başlamışsa!"
lara? Neden yapay tatlandırıcı denemiyorsun?" Akademik nutukları pek sevmeyen ve gündelik konuşma di-
"Denemiyorum çünkü benim mutfağıma yapay olan hiçbir lini entelektüel jargona tercih eden Varsenig Hala araya girdi:
şey adımını atamaz," diye cevapladı Şuşan Çakmakçıyan. "Yaşla- "Barsamcığım, sana bir sorum var. Bana Ermenice konuşan bir
nıp da şeker hastalığına tutulana kadar yiyebildiğiniz kadar yiyin. Türk gösterebilir misin?"
Her şey mevsiminde güzel." Barsam cevap vermek yerine ablasına yan yan baktı.
"Haklısın valla, benim şeker mevsimim daha geçmemiştir Varsenig Hala devam etti, "Söyle bana kaç Türk Ermenice
herhalde," dedi Zaruhi Hala göz kırparak ama sadece yarım bur- öğrenmiş. Hani var mı böyle Türkler? Hiç! Neden bizim annele-
ma yemeye cesaret edebildi. Ağzındakini bitirmeden kardeşine rimiz onların dilini öğrenmiş de tersi olmamış? Kimin kime hük-
döndü: "Hem Rose'un Arizonalarda işi ne?" mettiği apaçık ortada değil mi? Sen kalk gel Orta Asya'dan, dal
"Orada kendine iş buldu," dedi Barsam ifadesiz bir sesle. dosdoğru Anadolu'nun bağrına, sonra bir bakmışsın her yerdeler!
"Aman ne iş ne iş!" diye atıldı Varsenig Hala. "Oralarda ne Orada yerleşik olan milyonlarca Ermeni'ye ne oldu peki? Asimi-
halt ettiğini sanıyorsa... üniversite kafelerinde hizmet etmek kim le edildiler! Eridiler! Katledildiler! Yetim bırakıldılar! Sürüldü-
o kim, sanki beş parasız. Bile bile yapıyor. Cümle âlem ona yete- ler! Mal mülklerinden oldular! Sonra da unutuldular! Kendi öz
rince nafaka vermediğimizi düşünüp bizi suçlasın diye yapmıyor- kızım nasıl olur da bizim şimdi bu kadar az sayıda ve bu kadar ke-
sa ne olayım. Zorluklarla mücadele, eden cesur, yalnız anne rolle- derli olmamızdan sorumlu olanların eline bırakırsın? Mesrop
rinde! Kendine bu rolü biçmiş!", Mashtots* mezarında döner!"
"Armanuş'a bir fenalık gelmez Rose'dan," diye mırıldandı
Barsam sesine bir tutam umut,katmaya çabalayarak. 'Rose üni- * Mesrop Mashdots (360-440): Ermeni Kilisesinin önde gelen din adamla-
rından. Aynı zamanda bir dilbilimci ve Ermeni alfabesini oluşturan kişi.

* (Erm.) Ölsem de kurtulsam!


Yeğeninin sıkıntısını azaltmak isteyen Dikran Dayı bir hikâ- sayesinde hayatta kalmayı başardı Ermeni halkı. Yoksa tükenir-
ye anlatmaya başladı bu noktada. dik çoktan, kururdu soyumuz."
"Bir gün Arabın teki saçını kestirmeye berbere gitmiş. Kestir- "Ama şöyle de bir laf vardır. Derler ki, 'İki Ermeni bir araya
dikten sonra da berbere para vermek istemiş. 'Paranı dünyada ka- geldi mi hemen aralarında bölünür, üç farklı kilise kurar'," diye
bul etmem. Bu kamu hizmeti,' demiş berber. Arap pek sevinmiş araya girdi Kuzen Kevork, inatlaşmaya kararlı.
bu işe, şaşkın ama hoşnut dükkândan çıkmış. Ertesi sabah berber "Das' mader's mom'ri, noren koh chi m'nats*" diye homur-
dükkânı açarken kapıda bir sepet bulmuş. Üzerinde 'Teşekkürler' dandı Dikran İstanbuliyan. Ne zaman gençlerden birinden şikâyet
yazılı bir kart, bir sepet de hurma." etmek istese Ermenice konuşurdu.
Divandaki ikizlerden biri usulca kımıldandı uykusunda. Çat pat gazete-Ermenicesi anlayan ama ev-Ermenicesi anla-
"Ertesi gün Türk'ün tekinin yolu düşmüş aynı berbere. O da makta zorlanan Kevork güldü, cümlenin ilk bölümünü anladığını
saçını kestirmiş, o da kestirdikten sonra para vermek istemiş ama geri kalanını çıkaramadığını gizleme gayretiyle.
berber yine, 'Paranı kabul edemem. Bu kamu hizmeti,' demiş. "Oğlanı kızdırmayasin" dedi Büyükanne Şuşan Türkçe. Oda-
Türk pek sevinmiş bu işe, şaşkın ama hoşnut dükkândan çıkmış. daki büyükler ne vakit kendi aralarında haberleşip çocukların an-
Ertesi gün berber dükkânı açarken kapıda, üzerinde 'Teşekkürler' lamayacağı bir mesaj vermek isteseler, Türkçe konuşurlardı.
yazılı bir kart ve bir kutu lokum bulmuş." Mesajı alan Dikran Dayı annesi tarafından azarlanan bir ço-
Divandaki ikizlerden diğeri ağlamaya başladı o anda. Varse- cuk gibi mahcup mahcup iç geçirdi ve burma tatlısına döndü. Sı-
nig Hala ikizlerinin yanına koştu ve bir dokunuşuyla ağlayanı kıntılı, iğreti bir sessizlik çöktü odaya. Dışarıda yanan sokak lam-
susturdu. basının ölgün ışığında canlandılar yeniden: üç erkek, üç nesil ka-
"Ertesi gün bir Ermeni gelmiş aynı dükkâna. O da saçını kes- dın -anne, kızlar ve divanda huzur içinde uyuyan yeni doğmuş
tirdikten sonra berbere ücreti ödemek istemiş ama adam itiraz et- ikizler- ve etrafı donatan onlarca rjaspas, dolaptaki antika gümüş-
miş, 'Kusura bakma, paranı kabul edemem. Bu kamu hizmeti.' Er- ler, şifoniyerin üzerindeki semaver, yemekten sonra çalmak üzere
meni pek sevinmiş bu işe, o da gayet şaşkın ama hoşnut dükkân- dolaptaki yerlerinden çıkarılmış iki plak (Komitas-geleneksel
dan çıkmış. Ertesi sabah berber dükkânını açtığında... Bil bakalım şarkılar ve Erivan Kadın Korosu tarafından seslendirilen Ermeni
orada ne bulmuş?" Müziği), videonun içinde orta yerde durdurulmuş kaset (Narların
"Bir paket burma tatlısı mı?" diye sordu uzak kuzen Kevork Rengi), bir sürü resim, Azize Arına İkonu, Ermenistan haritası, te-
Karaoğlanyan. pesi saf beyaz karla kaplı Ağrı Dağı posteri... herkes ve her şey
"Hayır. Berber karşısında bir düzine Ermeni daha bulmuş! kısa bir an sessizliğe büründü. Çok geçmeden dışanda park eden
Orada dizilmiş bekliyorlarmış!" bir arabanın çiğ farları doldu içeri; duvarda yaldızlı bir çerçeve
"Ne yani bizim beleşçi bir halk olduğumuzu mu söylemeye içindeki duayı aydınlattı: "Doğrusu size derim: Yeryüzünde her
çalışıyorsun?" dedi Kevork. ne bağlarsanız, gökte bağlanmış olur; ve yeryüzünde her ne çö-
"Hayır efendim, ne münasebet! Ne biçim dinliyorsun cahil zerseniz, gökte çözülmüş olur." Gürültücü çocuklarla meraklı tu-
çocuk," diye tersledi Dikran Dayı. "Sadece biz Ermenilerin birbi- ristleri taşıyan bir tramvay daha zilini çala çala geçti. San Fran-
rimizi kolladığımızı anlatmaya çalışıyorum. Güzel bir şey gördük
mü hemen arkadaş ve akrabalarımızla paylaşırız. Bu kolektif ruh * (Erm.) On parmağımı mum yaptım, yine de memnun edemedim.
cisco İŞ çıkış saatinin hengâmesi odaya dolup daldıkları durgun-
luktan kurtardı Çakmakçıyan ailesini.
bekler doğurmuş olmasına rağmen bu kadar ince kalabilmesi an-
"Rose artniyetli bir insan değil," diye yeniden savunmaya
cak mucize eseri olabilirdi. "Pişirmeyi bildiği yegâne yemeğin o
geçti Barsam. "Hem bizim âdetlerimize alışmak onun için hiç de
korkunç kuzu butlan olduğu düşünülürse! Evine her geldiğimiz-
kolay değildi. İlk tanıştığımız zamanki hallerini düşünüyorum da,
de o kirli önlüğü takıp et kızartırdı."
Kentucky'den çıkma utangaç, iyi niyetli bir kızdı."
Barsam hariç herkes güldü.
"Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir derler,"
"Ama hakkını vermek lazım," diye devam etti Varsenig Hala,
diye lafı yapıştırdı Dikran Dayı.
dinleyicilerinin desteğinden memnun. "Sosu arada sırada değiş-
Ama Barsam ona cevap vermedi. "Düşünebiliyor musunuz?
tirdiği oluyordu. Bazen Baharatlı Tex-Mex sosuyla, bazen Kre-
Rose'un yetiştiği yer o kadar kapalı bir çevre ki orada alkol bile
malı Çiftlik sosuyla yerdik etimizi... Kannın mutfağında çeşitten
satmıyorlar. Yasak! Kentucky, Elizabethtown'daki en heyecanlı
geçilmezdi!"
olayın her sene düzenlenen ulusal kahramanlar festivali olduğu-
"Eski kansı!" diye düzeltti Zaruhi Hala.
nu biliyor muydunuz? Bunlar böyle Amerika kıtasına ilk ayak
basan göçmenler gibi giyinip bir aşağı bir yukarı yürürlermiş ka- "Ama siz de ona az yapmadınız," dedi Barsam, kimseye bak-
sabada," dedi Barsam, umutsuz bir yakarıyla Tann'nın dikkatini madan, "hatırlarsanız öğrendiği ilk Ermenice kelime odar'dı."
çekmek istercesine ellerini havaya kaldırarak. "Sonra da General "Ne yani odar değil miydi," diye öne eğildi Dikran Dayı, ye-
George Armstrong Custer'la buluşmak üzere şehir merkezine yü- ğeninin sırtına bir şaplak indirdi. "Odar olduğuna göre neden
rüyüp orada kahramanlık sarkılan söylerlermiş! En büyük eğlen- odar demeyelim?"
ce anlayışları bu olan insanlardan bahsediyoruz." "Ama hatırlatınm," dedi Barsam. "Bu ailede kimileri bu lafı
"Bu yüzden de daha en başta onunla evlenmemen gerekirdi," iyice abartmıştı. Odar aşağı, odar yukan. El kızısın, bugün var
dedi Dikran Dayı hafiften kıkırdayarak. Bütün öfkesi akıp gitmişti yarın yoksun, demediniz mi zavallıya? Sen gidicisin, biz kalıcıyız
artık; en sevdiği yeğenine yanm saatten fazla küs kaldığı görül- demediniz mi?"
memişti ki. "Aman dedikse dedik, ne var ki bunda?" diye somurttu Var-
"Kendinizi bir kerecik olsun Rose'un yerine koymaya çalışsa- senig Hala, üzerine alınarak. "Yalan mı, öyle de oldu işte. Kardeş-
nız, kızcağızın neler çektiğini anlarsınız. Sen tut minnacık bir ka- ten ötesi var mı? Bir Rose gider, bir Rose gelir. Ama insanın ba-
sabada dünyaya gel, annen baban hırdavat dükkânı işletsin, sene- cısı ölene kadar kalır hayatında."
lerce çıkma oradan ve dışarıya adım atar atmaz git bir Ermeni'ye Bu lafın ardından üç kız kardeş dönüp aynı anda şefkatle ka-
âşık ol. Daha ne olduğunu anlayamadan bu deli sülalenin içinde nşık bir muziplikle baktılar Barsam'a, "tekne kazıntısı" küçük
buldu kendini. Biz de kolay insanlar değiliz hani. Bize ayak uy- kardeşlerine.
duramayanın vay haline. N'apsın Rose! Altüst oldu tabii." "Bu kadar şaka yeter!"
"Valla Rose da bizim için kolay değildi," diye karşı çıktı Var- Konuşan Şuşan Çakmakçıyan'dı. Sözleri anında tesir yaptı.
senig Hala, çatalını köfteye batırmadan önce kardeşine doğru sal- Sustular. Güneş batmış, içerideki ışık azalmıştı. Masadakilerden
layarak. Annesinin aksine onun iştahı her daim yerindeydi ve her biri kalkıp kristal avizeyi yaktı.
gün tükettiği yiyecek miktarının yanı sıra daha yenilerde ikiz be- "Armanuş'un zarar görmesine engel olmalıyız, önemli olan
bu," dedi Büyükanne Şuşan alçak bir sesle, yüzündeki sayısız çiz-
giyle ellerindeki ince, morumsu damarlar çiğ beyaz ışığın altında
iyice belirginleşmişti. "O masum kuzunun bize ihtiyacı var, bizim
de ona." Dördüncü Bölüm
Yüzü kararlılıktan tevekküle geçerken bir zamanlar çocukla-
rına ve torunlarına anlattığı, sonu daima mutlu biten masallara KAVRULMUŞ FINDIK
sakladığı özel ses tonuyla ekledi:
"Ancak bir Ermeni sayıca böylesine azalmanın, azıcık kalma-
nın ne mânâya geldiğini anlayabilir. Budanmış bir ağaç gibi kü-
çüldük... Rose özgürdür elbette, istediği adamla çıksın, hatta ev-
lensin, bizi alakadar etmez. Ancak Barsam'ın evladı Ermeni'dır ve
Ermeni gibi yetiştirilmelidir."

A sya Kazancı, bazı insanların doğum günlerine


neden bu kadar bayıldığını bilmiyordu ama en azından o tür in-
sanlardan olmadığını biliyordu. Doğum günlerinden nefret ederdi.
Belki bu derin hoşnutsuzluğunun nedeni, küçüklüğünden beri
her yaşgününde aynı lezzetsiz pastayı yemek zorunda kalmasıydı
- üç kat karamelli kestaneli (aşırı tatlı) kek üzerine, dövülmüş
limonlu krema (aşırı ekşi). Teyzelerinin nasıl olup da onu bu
berbat pastayla mutlu etmeyi beklediklerini hiç anlayamıyordu.
Zira Asya'dan bu konuda duyduklan tek şey bir şikâyet nakaratıy-
dı. Kim bilir belki de her sene bu zamanlarda bir unutkanlık bu-
lutu çöküyordu üzerlerine. Pasta sevmediğini unutuyorlardı belki
de. Her seferinde bir önceki yaşgününün anılannı silip hafızaları-
nı sıfırlıyor olmalıydılar. Neden olmasın? Kazancılar başka in-
sanların hikâyelerini ilelebet unutmamaya, kendi hikâyelerini ise
anında silmeye meyilli bir aileydi.
Doğrusu, Asya Kazancı bu yaş^J kadar her yaşgürriinde hep
aynı pastayı yemişti ama her seferinde kendisiyle ilgili yepyeni
bir hakikat keşfetmişti. Mesela üç yaşında, yeterince ağlayıp zır-
larsa hemen hemen her şeyi elde edebileceğini öğrenmişti. Bun-
dan üç yıl sonra, altıncı yaşgünündeyse ağlayıp zırlamaya kesin-
kes bir son vermesi gerektiğini, aksi takdirde hep çocuk kalacağı-
m. Sekiz yaşına geldiğinde o zamana kadar içten içe sezdiği ama mırıldanırcasına alçacık bir sesle saldı o meşum kelimeyi: "Piç!"
tam olarak kavrayamadığı bir hakikati keşfetmişti: Piç olduğunu. Bunu öyle sakin söylemişti ki, Asya anneannesinin çiçeğe değil
Şimdi geriye baktığında bu bilgiyi edinmekte kendi çabaları ka- de kendisine hitap ettiğini hemen idrak edemedi. Söylendiği gibi
dar Gülsüm Nine'nin de hakkını teslim etmesi gerektiğini düşünü- dağıldı eridi bu kelime. Ama Asya unutmadı.
yordu. Asya'nın bu kelimenin anlamını tam anlamıyla kavraması an-
Gayet iyi hatırlıyordu o günü. Tesadüfen ikisi oturma odasın- cak ertesi sene, dokuzuncu yaşgününde mümkün olacaktı. Ancak
da yalnızdı. Gülsüm Nine pek sevdiği bitkilerini sulamakla meş- okulda bir çocuk ona "piç!" diye bağırdığında. Dokuzuncu yaşı-
guldü, henüz sekizindeki Asya da resimli boyama kitabındaki sı- nın keşfi de buydu işte. Ninesinin kızgınlıktan söylediği bir hitap-
rıtkan bir palyaçoyu boyamakla. tan ibaret değildi piçlik; geçici değil kalıcıydı hayatında. Sonra on
"Nine yaaa, niçin saksılarla konuşuyorsun?" diye sordu Asya yaşına bastığında kendisine dair bir başka gerçeği keşfetmişti: Sı-
aniden. nıfındaki diğer bütün kızların aksine bir tek onun evinde bir baba
"Saksılarla değil, bitkilerle konuşuyorum," dedi anneannesi. ya da erkek modeli yoktu. Böyle bir eksikliğin bir kız çocuğunun
"Bitkilerle konuşursan daha çabuk serpilip güzelleşirler." kişiliği üzerinde kalıcı etki bırakabileceğini fark etmesi üç yılını
"Sahi mi?" dedi Asya inanmadığını belli eden bir dudak bük- daha alacaktı. On dört, on beş ve on altıncı doğum günlerinde sı-
mesiyle. rasıyla bunları kavrayacaktı: Başkalarının aileleri onunkine ben-
"Sahi ya. Bitkilere diyeceksin 'toprak sizin anneniz su da ba- zemiyordu ve bazı aileler pekâlâ normal olabiliyordu; erkeklerin
banız'. Böyle dersen pek bir keyiflenir, çiçeklenirler." çok erken ve tuhaf şekilde ortadan kayboldukları Kazancı ailesin-
Asya başka soru sormadan boyamasına geri döndü. Palyaço- de ise haddinden fazla kadın ve haddinden fazla sır vardı. As-
sunun elbisesini turuncuya, dişlerini yeşile boyadı. Tam ayakka- ya'nın bu sıralamadaki son keşfi en beteriydi: Ne kadar uğraşırsa
bılarını kan kırmızıya boyayacakken aniden durup, şımarık bir uğraşsın asla güzel bir kadın olamayacaktı.
edayla anneannesini taklit etmeye başladı. "Canım canım! Aman Asya Kazancı bir sonraki sene on yedi yaşına bastığında ye-
da aman! Toprak annen, su baban." ni bir keşfe doğru yelken açmıştı: Bu şehre ait değildi. Buraya ait
Gülsüm Nine'nin kaşları çatıldıysa da bir müddet durumu değildi. İstanbul ile bağı hani şu belediyenin her tarafa koyduğu
fark etmemiş gibi davrandı. Bu kayıtsızlıktan cesaret bulan Asya "Dikkat Yol Çalışması" ya da "Bina Restorasyonu: Verdiğimiz
taklitçiliğinin dozunu artırdı. Geçici Rahatsızlıktan Ötürü Özür Dileriz" tabelalarından daha
Sulanma sırası Afrika menekşesine gelmişti şimdi, Gülsüm derin değildi. Geçici bir rahatsızlıktı Asya da bu şehrin bağrında.
Nine'nin gözdesi. Çiçeğe nağme yapmaya başladı yaşh kadın: Hemen ertesi yıl, on sekizinci yaşgününden tam iki gün önce
"Aman da aman! Nasılmış benim güzelim?" Asya onu taklit etti Asya evdeki ecza dolabını yağmalamış ve orada bulduğu bütün
derhal: "Aman da aman! Nasılmış benim güzelim?" haplan yutmuştu. Gözlerini tekrar açtığında etrafı teyzeleri, Cici-
Gülsüm Nine'nin kaşları iyiden iyiye çatıldı bu sefer. "Nasıl annesi ve Gülsüm Ninesiyle çevrili bir halde boylu boyunca yatı-
da mor mor açmış!" dedi bitkiye. yordu bir yatakta. Midesinde ne var ne yok kusturup çıkarttırdık-
"Nasıl da mor mor açmış!" diye yankıladı Asya en şımarık se- ları yetmiyormuş gibi, fincan fincan berbat kokulu bozbulanık
siyle. bitki çayları içirmişlerdi zorla. Böylece Asya daha evvelki keşif-
İşte o zaman Gülsüm Nine'nin ağzı kasıldı ve kendi kendine lerine katacak yeni bir hakikatin farkına vararak girmişti on sekiz
yaşına: Bu kavanoz dipli dünyada, intihar etmek bir imtiyazdı as- Teyze'nin kemikli, ince damarlı parmaklarına sahipti; Feride Tey-
hnda ve kendisininki gibi bir aileyle yaşarken, bu imtiyazdan ko- ze'nin sinir bozucu ölçüde sivri çenesine, Banu Teyze'nin fil ku-
lay kolay yararlanamazdı. laklarına. Aşın kemerli burnunun benzeri dünyada sadece iki ki-
Neden bilinmez ama Asya Kazancı'nın müzik saplantısı üç şide vardı: biri Fatih Sultan Mehmet diğeri de Zeliha Teyze. Be-
aşağı beş yukan o günlerde başlamıştı. Öyle soyut bir müzik aşkı ğenseniz de beğenmeseniz de Sultan Mehmet, Konstantinopolis'i
değildi bu. Daha ziyade alabildiğine somut bir saplantıydı. Zira fethetmişti; burun şeklinin kaale alınmamasını sağlayacak kadar
tek bir müzisyene takıntılıydı: Johnny Cash. önemli bir hadise. Zeliha Teyze'ye gelince, öyle gösterişli ve et-
Onun hakkında her şeyi biliyordu; Arkansas'tan Memphis'e kileyiciydi ki, burnunun biçimine dikkat çekmeden insanları ge-
uzanan hayat faslının binlerce ayrıntısını, kafayı kimlerle çektiği- nel görünümüyle hipnotize ederdi. Ama Asya ne Fatih Sultan
ni, nelere kederlendiğini, karısına olan aşkını, iniş çıkışlarını, re- Mehmet gibi zaferlere imza atmıştı ne de Zeliha Teyze'nin albe-
simlerini, jestlerini ve elbette şarkı sözlerini. Johnny Cash'in şar- nisine sahipti. Hal böyleyken, başkalarının kemerli burnuna ba-
kı sözlerini hayatının şiarı ilan eden Asya, tıpkı onun bir şarkısın- kıp durmalarına nasıl mani olabilirdi ki?
da dendiği gibi "ıstırap ruhuyla doğduğuna, nereye gitse sorun Gerçi haksızlık etmemeli. Asya'nın akrabalarından miras al-
yaratacağına" inanmıştı. dığı hoş şeyler de vardı. En başta saçları! Kıvırcık, siyah ve gür
Bugün, on dokuzuncu yaşına basıyordu ve kendisini hiç ol- saçları vardı - teorik olarak ailedeki bütün kadınlannki gibi ama
madığı kadar olgun hissediyordu. Ne de olsa, gide gide kendisini pratikte sadece Zeliha Teyze'ninki gibi. Her daim disiplinli lise
yakından ilgilendiren bir başka olguya varmıştı artık: annesinin öğretmeni Çevriye Teyze saçını sıkı sıkı topuz yapardı, Banu Tey-
onu doğurduğu yaştaydı. Bu durumda kimse kalkıp da çocuk mu- ze'yse neredeyse sürekli başörtüsü taktığından her türlü kıyasla-
amelesi yapamazdı artık ona. Kız çocukları annelerinin kendilerini madan muaftı. Feride Teyze saçının şeklini ve rengini ruh haline
doğurduğu yaşa gelince kadın sayılmalıydılar. göre değiştirir dururdu. Gülsüm Nine pamuk kafaydı çünkü saçları
Bu fikirden aldığı kuvvetle homurdandı: "Haberiniz olsun, si- bembeyaz olmuştu ve yaşlı kadınların olduklarından daha genç
zi uyarıyorum! Bu sene yaşgünü pastası filan istemiyorum." görünmeye çalışmalarının ayıp kaçacağını iddia ederek boyamayı
Omuzlar dikilmiş, kollar kavuşmuş, ne zaman böyle dursa iri reddederdi. Öte yandan ondan çok daha yaşlı olan Cicianne kızıl
göğüslerinin iyice meydana çıktığını bir an için unutmuştu. Far- kınalı saçlarından asla taviz vermezdi. Gittikçe ağırlaşan alzhe-
kına varsa kuşkusuz yine o her zamanki kambur dunîfuna geri imeri ona çocuklarının isimleri de dahil bir sürü şeyi unutturmuş
dönerdi zira Asya Kazancı annesinden aldığı bir diğer genetik olsa da saçlarına kına yakmayı unutacağa benzemiyordu.
yük olan iri göğüslerinden nefret ederdi. Olumlu genetik özellikler listesine Asya Kazancı, badem gi-
Zaman zaman kendini Kuran-ı Kerim'de bahsi geçen esraren- bi kahverengi gözlerini (Banu Teyze'den), yüksek alnını (Çevriye
giz mahluk Dabbet-ül Arz'a benzetirdi, Kıyamet günü arzı endam Teyze'den) ve çabucak patlamasına sebep olan ama tuhaf bir bi-
edecek, organlarının her biri başka bir hayvandan alınmış o kırma çimde onu canlı ve cevval kılan mizacını (Feride Teyze'den) ka-
mahluk gibi, Asya da olmadık parçaların bütünüydü kendi gözün- tabilirdi. Geçen her sene onlara, Kazancı kadınlarına daha fazla
de. Ailesindeki tekmil kadınlardan miras alınmış birbiriyle uyum- benzediğini gördükçe tüyleri diken diken oluyordu. Tek bir husus
suz organlardan oluşuyordu vücudu. Uzun boyluydu, bu şehirdeki dışında: mantık düşmanlığı. Ne hikmetse Kazancı kadınları ah-
çoğu kadından çok daha uzun, tıpkı Zeliha Teyze gibi; Çevriye detmişçesine irrasyonel oluyordu. Ailede kimsecikler düz man-
dişsiz nineler, fakirlerle zenginler, evhamlarına kuruntularına gö-
tıktan nasibini almamıştı. Neredeyse bulaşıcı bir akıl-mantık-dı- mülmüş kim varsa, kaderin onlara ne getireceğini öğrenmeye can
şılık hüküm sürüyordu bu çatı altında. Bunları gözlemledikçe As- atarak geliyordu buraya. Bir dolu soruyla çıkagelir, sorularına
ya asla akılcı, analitik zihnin yolundan sapmayacağına dair söz hem kısmi cevaplar bulmuş hem de yenilerini eklemiş vaziyette
üstüne söz vermişti kendi kendine. Katiyen onlar gibi mantıksız giderlerdi. Kimi müşteriler minnettarlıklannı ffade etmek için ya
olmayacaktı. On dokuz yaşma vardığında Asya kendi kişiliğini ve da kadere rüşvet verme umuduyla büyük paralar öderdi ama ara-
larında tek kuruş olsun vermeyenler de Vardı. İstedikleri kadar çe-
bağımsızlığını kanıtlama ihtiyacıyla öylesine yanıp tutuşuyordu
şitli olsunlar, müşterilerin bir ortak noktası vardı: İstisnasız hepsi
ki, en ağulu kavgalara tutuşacak, en olmadık isyanlara kalkışacak
kadındı. Banu Teyze kendini kâhin ilan ettiği gün, ne olursa olsun
hale gelmişti. Şimdi pasta konusundaki itirazını sert bir biçimde
asla erkek müşteri almamaya yemin •etmişti.
dile getiriyorsa, hiddetinin ardında işte böyle bir süreç vardı:
Bu süre zarfında görünümünden başlayarak pek çok şeyi köklü
"O salak pastadan istemiyorum artık!"
bir değişimden geçmişti Banu Teyze'nin. Falcılık kariyerinin
"Çok geç küçük hanım. Yapıldı bile," dedi Banu Teyze, yeni
başlangıcında, özensizce omzuna atılmış, nakışlı alacalı şallarla
açtığı Tarot falı üzerinden Asya'ya aceleci bir bakış fırlattı. Bun-
gezerdi evin içinde. Çok geçmeden şalların yerini kaşmir etoller,
dan sonraki üç kart olağanüstü iyi gelmezse masadaki fal fesada
onun yerini paşmina atkılar, onun yerini gevşek bağlanmış ipek
ve karışıklığa alametti. "Ama bilmiyormuş gibi davran yoksa an-
türbanlar almıştı, hep kırmızı tonlarında. Sonra Allah bilir ne za-
neciğin üzülür. Sürpriz olsun!"
mandır gizliden gizliye düşündüğü bir karan ilan edivermişti ani-
"Bu kadar malum bir şey nasıl sürpriz olur?" diye söylendi den: Maddi ve dünyevi her şeyden elini eteğini çekecek, kendini
Asya. Galiba bu da Kazancı ailesinin genlerinden gelen bir özel- tümüyle Yaradan'ın hizmetine adayacaktı. Nihayet bu uğurda bir
likti. Her türlü saçmalığı "olası" görebiliyordun bu evde. "Her se- nedamet devresi geçirmeye ve eskiden dervişlerin yaptığı gibi bü-
ne aynı pastayı yiye yiye gına geldi. Akıbetimi bilmek için mü- tün dünyevi kibirleri terk etmeye hazır olduğunu ilan edecek ka-
neccim olmak gerekmiyor." dar ileri gitmişti.
"Bu evde müneccimliğe soyunan tek kişi benim, sen değil," "Senden derviş merviş olmaz, kendine gel abla," demişti kız
dedi Banu Teyze göz kırparak. kardeşleri hep bir ağızdan, Kazancı ailesinin şeceresinde eşi me-
Bu doğruydu, en azından bir ölçüye kadar. Seneler boyu ge- nendi duyulmamıştı şıhlann şeyhlerin. Bu tuhaflıktan onu vazge-
leceği görme yeteneğini geliştiren Banu Teyze artık eve müşteri çirmeye kararlıydılar. Bu niyetle üçü birden itirazlarını saymışlar-
kabul etmeye ve bundan para kazanmaya başlamıştı. Bir falcının dı, her biri olabildiğince ikna edici bir üslup ve sesle.
İstanbul'da efsane olması işten bile değildi. Ezkaza şansın yaver "Farkındaysan dervişler çuval ya da kaba yünden mintanlar
gidip de birine baktığın falın doğru çıkması yeter de artardı bile. giyerlermiş, kaşmir şallar değil," demişti Çevriye Teyze, kız kar-
Bir de bakmışsın o kişi önüne gelene anlatmış bunu, üstelik bir deşler içinde en kasvetlisi en gamlısı.
numaralı müşterin olmuş. Rüzgârın ve martıların yardımıyla ya- Giysilerinden rahatsız olan Banu Teyze tedirginlikle yutkun-
yılıyor olmalıydı bu tür haberler. Yoksa nasıl açıklamalı epi topu muştu bu itiraz karşısında.
birkaç haftada müşterilerin kapıda kuyruk oluşturmasını? Banu "Üstelik dermişler ya keçe ya saman üzerinde yatarmış, senin
Teyze de falcılık sanatının basamaklarını hoplaya zıplaya tırman- gibi kuş tüyü ortopedik yataklarda değil," diye destek çıkmıştı
mış, attığı her adımda daha meşhur olmuştu. Şehrin her yerinden
akın ediyordu şimdi müşterileri; bakirelerle dullar, gençkızlarla
Feride Teyze, kız kardeşler içinde en dengesizi en leylası. ortalığı yıkmış, kapıyı tırmalamış, en nihayetinde kendini odadan
Banu Teyze sorguculanyla göz temasında bulunmamak için karşı dışarı attırmıştı. Yegâne can yoldaşını böylelikle kaybeden Banu
duvara bakmış, hiç sesini çıkarmamıştı. Ne yapabilirdi ki, or- Teyze kendini yalnızlığına gömmüş ve konuşmayı bırakıp, herke-
topedik özel yatakta yatmasa sırt ağrısından duramazdı. Fakr-ı se sağır dilsiz gibi davranmaya başlamıştı. Takip eden kırk gün
mutlak mertebesine ortopedik yatağından vazgeçmeden varacaktı. kırk gece boyunca yıkanmayı, saçlarını taramayı, hatta en sevdi-
ği dizi olan Kara Sevda Sarmaşığının Lanetini seyretmeyi bile
"Hem derviş dediğin evvela nefsini öldürür. Bir de sana bak, safı
bırakmıştı.
nefs!" Zeliha Teyze'ydi bu, kız kardeşler içinde en sivri dillisi en
pervasızı. Ama esas şok, daima muazzam iştahlı olan Banu Teyze'nin
Kendini savunma arzusuyla karşı saldırıya geçmişti Banu ekmekle sudan başka bir şey yemez hale gelmesiydi. Karbonhid-
ratlara, hele hele ekmeğe düşkünlüğüyle jıam salmıştı gerçi ama
Teyze. "Hiç de değil. Benim de yok nefsim. Varsa da bundan böy-
kimse onun salt ekmekle hayatta kalabileceğine ihtimal vermi-
le olmayacak. O günler geride kaldı." Sonra yeni edindiği mistik
yordu. Onu baştan çıkartmak için üç kız kardeş ellerinden geleni
ses tonuyla eklemişti. "Ahdim olsun ki nefsimle mücadele edece-
yapmışlardı o dönem; türlü türlü yemekler pişirip bütün evi leziz
ğim ve onu yeneceğim!"
tatlıların kokusuyla doldurmuş, balıklar kızartıp etler kavurmuş,
Kazancı ailesinde ne zaman biri olağandışı bir şey yapmaya
iyice koksun da bir tarafı şişsin çıksın artık odasından diye her ye-
kalksa, diğerleri hep aynı davranış tarzını benimserdi: "Aman bu-
meğe bir batman tereyağı koymuşlardı.
yur bildiğin gibi yap. Sanki çok umrumuzdaydı." Bu sefer de
Ama ne fayda! Banu Teyze yolundan dönmemişti. Kuru ek-
farklı olmamış, kimse Banu Teyze'nin iddiasını ciddiye almamış-
meğine sarıldığı gibi aldığı karara da sarılmıştı dört elle. Bulaşık,
tı.' Ne var ki bu konuşmanın ardından Banu Teyze odasına gitmiş,
çamaşır, televizyon, komşularla dedikodu... günlük hayatın rutin-
kapısını çarpmış ve mutfakla banyoya yaptığı kısa ziyaretler ha-
lerini birer birer terk etmişti. O günlerde kız kardeşleri ne zaman
ricinde o kapıyı kırk gün boyunca açmamıştı. Bir de bir keresinde
kapısını aralayıp ne yaptığına baksalar Kuran okurken bulmuşlardı
üstüne karton bir levha yapıştırmak için açmıştı o kapıyı:
büyük ablalarını. Etrafını çevreleyen saadet ve huzur hâlesi öyle
barizdi ki bunca senedir onu tanıyanlar için neredeyse bir yabancı
"BURAYA GİRMEDEN EVVEL
halini almıştı. Sonra kırk birinci günün sabahında herkes
TERK EYLEYESİN NEFSİNİ!"
kahvaltıda sucuklu yumurta yerken Banu ayaklarını sürüyerek
odasından çıkmıştı. Yüzünde kocaman bir gülümseme, gözlerin-
İnziva günlerinin ilk başlarında Banu, o günlerde dünya üze-
de tekinsiz bir ışık, başında da vişne rengi bir eşarpla.
rinde son demlerini yaşamakta olan Beşinci Sultan'ı da yanına al-
"O kafandaki şey de ne," olmuştu Gülsüm Nine'nin ilk tepki-
ma teşebbüsünde bulunmuştu. Nedamet mevsiminin yalnızlığında si.
kedinin kendisine can yoldaşı olacağını düşünmüştü herhalde,
"Şu andan itibaren inancım gereği başımı örteceğim." "Bu ne
yoksa tabii dervişlerin evcil hayvan beslediğine tanık değildi.
densizlik, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin," diye
Ama zaman zaman gayet antisosyal olsa da böyle yalıtılmış bir
söylenmişti Gülsüm Nine. "Nerden çıktı şimdi türban mürban?
münzevi hayat Beşinci Sultan'a ağır gelmişti, onun dünya nimet-
Yok bizim ailemizde böyle bağnazlıklar."
lerinden vazgeçesi yoktu. Banu Teyze'nin hücresinde topu topu "Türk kadını çarşaftan kurtulalı seksen sene oldu," demişti
birkaç saat geçirebilmişti ancak, ardından miyavlaya miyavlaya
Çevriye Teyze uzmanlık alanını konuşturma gayretiyle. "Tarihin
akışını tersine mi çevirmeye çalışıyorsun? Çıkar şunu kafandan!"
Ama Banu Teyze Nuh demiş peygamber dememiş, türbanını casetle kuşatılmışsa, ya da görülecek bir hesabın varsa, o iyi kalpli
çıkarmamıştı. Kendini kâhin ilan etmesi bile bu başörtüsü mese- insanlar derman olamaz yarana. İyilerden yardım isteyemezsin."
lesi kadar şaşırtıp alt üst etmemişti aile fertlerini. "Onun yerine kötü cinlerden mi yardım alacağımı söylemeye
Tıpkı görünüşü gibi kafasının içi de ani bir dönüşüme uğra- çalışıyorsun?" diye karşılık vermişti Asya.
mıştı Banu Teyze'nin. İlk başlarda sadece kahve falına bakıyordu "Belli mi olur?" demişti Banu Teyze başını bilgiç bilgiç sal-
ama zamanla yeni ve hiç de geleneksel olmayan teknikler uygula- layarak. "Hoş gönül ister ki asla mecbur kalmayasın kötünün yar-
maya başlamıştı, Tarot kartlarının yanı sıra kuru fasulye taneleri, dımına. İnşallah lüzum duymazsın. Ama velev ki duydun, o za-
bozuk paralar, tespih boncuklan, kapı zilleri, taklit inciler, gerçek man sana kötü bir cin gerek."
inciler, okyanus çakıllan gibi akla hayale gelebilecek her türlü şeyi Bir daha konuşmamışlardı bu mesele hakkında. İyilerin aczi
"okuma" yeteneğine sahipti artık. Herhangi bir şeyi kullanabi- ve kötülüğün gerekliliği teması anlık bir sapma olarak kalacaktı
lirdi, yeter ki paranormal âlemden haber getirsin. Bazı bazı Banu aile sohbetlerinin tutanaklannda.
Teyze omuzlarına dönüp konuşmaya başlar, adeta omuzlanyla ha- Yakın zamanlarda Banu Teyze sık sık değiştirdiği fal teknik-
raretli bir sohbete girişirdi. İddia ettiğine göre iki adet cin vardı lerini bir kez daha yenileyip kavrulmuş fındık okumaya başlamış-
omuzlarında; iyi olan sağında, habis olan solunda. İkisinin de tı. Kuzinede özenle kavurduğu fındıklann çıtırtılanndan ahbar-ı
isimlerini bildiği halde asla yüksek sesle telaffuz etmezdi. Onun gayba dair türlü türlü mânâlar devşiriyor, tabiatın ve kâinatın fın-
yerine birine Şekerşerbet Hanım, diğerine de Ağulu Bey derdi. dıklar aracılığıyla ona sırlarını fısıldadığını iddia ediyordu. Gay-
"Madem habis bir cin var sol omzunda ne demeye alaşağı et- bı bilen yalnızca Allah'tır düsturuna hürmetsizlik ve itaatsizlik et-
miyorsun yaratığı?" diye sormuştu Asya bir keresinde en büyük memek için öğrendiklerini açık açık ifşa etmek yerine, perdeli ve
teyzesine. sırlı ihbar etmekteydi.
"Çünkü insanın hayatında öyle anlar gelir ki iyilik de yetmez O.ne derse desin, Kazancı ailesi bu işitilmemiş icadın köke-
iyiler de. Kötülerin yardımına ihtiyaç duyuverirsin," olmuştu al- ninde Banu Teyze'nin iştahının yattığından şüpheleniyordu.
dığı cevap. Muhtemelen fala bakarken arada avuç avuç fındık götürüyordu.
Asya boş boş bakmıştı ona. "En büyük teyzem olarak bana Kahve telvesine bakmaktan daha leziz, bir yöntem olduğu kesin!
örnek olman gerekmiyor mu? Sen de tutmuş zaman zaman kötü- Ailenin ortak inancı buydu. Başka herkesin farklı yorumlan var-
lere ihtiyacımız var diyorsun. Bizim evde her şey ters valla!" dı. İstanbul'da dolaşan rivayetlere bakılırsa, pek mübarek bir ka-
"Sen ne dersen de," demişti Banu Teyze, dikkatlice yeğenine dın olduğundan muhtaç müşterilerinden para talep etmiyor, ona
bakarak. "Bu dünyada öyle habis şeyler vardır ki, Allah muhafaza, sadece bir avuç fındık getirmelerini istiyordu. Fındık onun alice-
yüreciği tertemiz insanların bunlardan hiç haberi yoktur. İsabet, naplığının ve hakikatşinaslığının simgesi halini almıştı. Neticede
varsın bilmesinler zaten, bilseler iyi kalamazlardı, değil mi ya?" bu tekniğin tuhaflığı şöhretine şöhret katmıştı. "Fındık Ana" di-
Asya başıyla onaylamaktan kendini alamamıştı. Hem Johnny yorlardı ona.
Cash'in de bu fikre katılacağını hissediyordu. Zelil cinler, kavrulmuş fındıklar... Asya Kazancı zaman için-
"Ama eğer bir kötülük madenine düşmüşsen, sağın solun ne- de büyük teyzesinin her türlü tuhaflığına alışmış olsa da kabullen-
mekte zorlandığı bir şey vardı hâlâ: ismi. "Banu Teyze"nin "Fın-
dık Ana"ya dönüşmesini kabul etmek imkânsızdı, bu yüzden de
ne zaman evde müşteriler olsa ya da masanın üzerine Tarot kart-
döndü: "Bana bak, yoksa birinin pastayı zehirlediğinden mi kor-
ları açılsa ondan uzak dururdu. Belki de bu sebeptendir ki Asya
kuyorsun?"
teyzesinin söylediği son sözleri gayet iyi duyduğu halde duymaz-
Asya hayretle baktı en kaçık, en deli teyzesine. Geçen onca
lıktan gelmişti. Tam o anda Feride Teyze, üzerinde doğum günü
zamana ve onca doğrudan tecrübeye rağmen hâla şaşırabiliyordu
pastasının parladığı kocaman, düz bir tabakla odaya girmese gaf-
onun ettiği patavatsız laflara. Hâlâ bir strateji geliştirmeyi başara-
letin verdiği saadeti yaşamaya devam edecekti.
mamıştı, Feride Teyze'nin feveranları karşısında sükûnetini koru-
"Aaa! Ayol senin burada ne işin var?" dedi Feride Teyze kaş- masını sağlayacak o altın stratejiyi bulabileceğe de benzemiyor-
larını çatarak. "Burada olmaman lazım, bale dersin yok mu evla-
du pek. Psikolojik hastalıklar skalasıni bir baştan bir başa dolaşıp
dım senin?"
paranoyaya intikal etmişti Feride Teyze. Onu gerçekliğe geri dön-
Bale dersleri! İşte bu da Asya'nın ayaklarına vurulmuş pran- dürmek için ne kadar uğraşıyorlarsa, o da o kadar paranoyaklaşı-
galardan biriydi. Kendi çocuklarının, zenginlerin çocuklarından yordı galiba.
aşağı kalmadığını görme hırsıyla yanıp tutuşan çok sayıda orta sı- "Birinin pastayı zehirlediğinden mi korkuyor dedin? Uçtun
nıf Türk ailesi gibi, Kazancı ailesi de biçare Asya'yı aslında zerre gene Feridecim. Tabii ki hayır, seni tatlı kaçık!" .
kadar ilgi duymadığı faaliyetlere katılmaya zorluyordu. Konuşan Zeliha Teyze'ydi. Odadaki bütün başlar ona döndü.
"Burası tam tımarhane," diye mırıldandı Asya. Bu iki kelime Kapıda dikilmişti Zeliha Teyze, olanca alımı ve güzelliğiyle.
son zamanlarda pelesenk olmuştu diline; çekinmeden tekrarlıyor- Omuzlannda fitilli kadife som yeşil bir ceket, ayaklannda yüksek
du habire. Sesini iyice yükseltip, "Merak etmeyin," diye gürledi. topuklu ayakkabılar, onu iç burkacak kadar güzel gösteren bir ifa-
"Zaten ben de çıkmak üzereydim." de suratında, öylesine çekici, su gibi. Gençliğinde kısa etek ve
"İyi de ne fayda?" diye huysuzca söylendi Feride Teyze, pasta yüksek topuktan hevesini almış nice Türk kadının aksine Zeliha
tabağını işaret ederek. "Bunun sürpriz olması gerekiyordu. Ne yaşlandıkça etekleri uzatıp topuklan kısaltmamıştı. Giyim tarzı
anladım ben böyle sürprizden!" eskisi kadar gösterişliydi. Yıllar ablalanndan çok şey alıp götür-
"Zaten hanfendi bu sene pasta istemiyormuş," diye müdahale düğü halde onu daha da güzelleştirmişti. Zamana rüşvet yedirmiş
etti Banu Teyze köşesinden. Masada bekleyen üç Tarot kartından olmalıydı.
birini çevirdi bunu derken. Yüksek Rahibe kartı çıktı. Büinçdışı- Mevcudiyetinin nasıl bir etki yarattığını bilircesine tebessüm
nm ve farkındalığın simgesi - hayalgücüne ve saklı yeteneklere etti Zeliha Teyze. Manikürlü tırnaklanna bakarak kapıda dikildi
doğru bir açılımın işaretiydi bu kart ama aynı zamanda bilinme- bir süre. Ellerine çok ihtimam gösterirdi, ne de olsa mesleğini on-
yene de gebeydi. Dudaklarını büzüp öteki kartı çevirdi: Kule. Bü- larla icra ediyordu. Bürokratik kurumlardan ya da komuta zincir-
yük değişimlerin, duygusal patlamaların, ani düşüşlerin simgesi. lerinden hazzetmediği için kendine göre bir meslek seçmişti.
Banu Teyze bir an dalıp gitti. Sonra üçüncü kartı çevirdi. Durak- Hem bağımsız hem yaratıcı olabileceği, bir de içinde az biraz acı
ladı. Yakında bir misafir gelecekti galiba, okyanusun öte yanın- barındıran, müşterilerine usul usul acı çektirmesine izin veren bir
dan hiç beklenmedik bir misafir. meslek: dövmecilik.
"Ne demek pasta istemiyor? Bugün onun yaşgünü," diye iti- Bundan yaklaşık on yıl önce Zeliha Teyze bir dövme dükkânı
raz etti Feride Teyze. Gözbebeklerinde asabi birpanltı vardı. Ama açmış ve kendine özgü desen koleksiyonunu geliştirmeye başla-
sonra paranoyası tetiklenmiş olacak ki, gözlerini kısarak Asya'ya mıştı. Dövme sanatının klasiklerine pek itibar etmemişti başlarda;
maharetle hayvana dönüştürüldükten sonra terk edilenle terk e-
den arasındaki güç dengesi değişebilirdi. Dövmeli müşteri, eski
hani şu kankırmızı güller, yanardöner kelebekler, okla boydan bo- sevgilisinin ruhunu zaptetmiş gibi ona üstün hissederdi kendini.
ya delinmiş kalpler, kıllı böcekler, dev örümcekler... Bu basmaka- Bu mertebeye gelinir gelinmez eski sevgili cazibesini kaybeder,
lıp desenlerin yerine hayatın temel ilkesi olan çelişkiden ilham dinmeyen aşk acısından mustarip olanlar da saplantılanndan da-
alan kendi desenlerini geliştirmek istemişti. Zeliha Teyze severdi ha rahat kurtulabilirdi. Zira aşk iktidan sever. Bu sebeptendir ki
çelişkiyi. Yansı erkek yansı kadın yüzler, yansı hayvan yansı in- başkalarına ölümüne âşık olabiliriz ama bize ölümüne âşık olan-
san vücutlar, yansı çiçekli yansı kuru ağaçlar... Ne var ki bu ilk de- ları içten içe küçümser, öteleriz.
senleri pek tutulmamıştı. İnsanlar dövme aracılığıyla bir mesaj Öyle ya da böyle anında tutmuştu bu koleksiyon. İstanbul kı-
vermek, yeterince dışa vuramadıklan bir yanlannı ifade etmek is- rık kalpler şehri olduğundan, Zeliha Teyze'nin işleri kısa zaman-
tiyorlardı, zaten belirsizliklerle dolu hayatlanna bir muğlaklık daha da büyümüş, özellikle bohem çevrelerde tam bir efsane olmuştu.
katmak değil. Onun için mümkün mertebe somut ve basit olmalıydı Asya derin derin içini çekip annesine daha fazla bakmamak
dövme, en karmaşık desenlerde bile anlaşılır ve duru. Çelişkiler için gözlerini çevirdi. Asla "anne" diye hitap etmediği, belki de
Koleksiyonu'nun beğenilmemesiyle dersini alan Zeliha Teyze "teyzeleştirerek" mesafesini korumayı umduğu bu kadın ürkütü-
yeni bir seriye başlamıştı ardından. Dinmeyen Aşk Acısını Zap-lü yordu onu. Kesif bir acıma duygusu duydu kendine. Asla annesi
Rapt Altına Almanın Yollan'ydı bu yeni koleksiyonun adı. gibi olamayacaktı. Ne büyük adaletsizlikti yarabbi, anneyi kızın-
Bu özel koleksiyondaki her dövme tek bir tema etrafında yo- dan çok daha güzel çok daha alımlı yaratmak!
ğunlaşacak şekilde tasarlanmıştı: eski sevgili. Şehirdeki tüm kara "Asya hanımın bu sene neden pasta istemem diye ter ter te-
sevdalılar, terk edilmişler, aşk acısı çekenler, kısacası kendilerine pindiğini anlamıyor musunuz?" dedi Zeliha Teyze, manikürünü
eza edeni sevmekten geri duramayanlardı koleksiyonun hedef incelemeyi bitirdiğinde. "Kilo almaktan korkuyor!"
kitlesi. Bunlar hayatlanndan sonsuza kadar çıkarmak istedikleri Annesinin önünde kızgınlığını göstermenin ne büyük bir gaf-
halde bir an bile düşünmeden edemedikleri eski sevgililerinin let olduğunu gayet iyi bildiği halde hiddetine mani olamadı Asya:
resimlerini getiriyorlardı beraberlerinde. Zeliha Teyze resmi "Bu doğru değil! Kilo almaktan korktuğum filan yok!"
inceliyor, beynini zorluyor, nihayet eski sevgilinin hangi hayva- Zeliha Teyze gözlerinde muzip bir panltıyla baktı ona: "Peki
na benzediğini buluyordu. Gerisi nispeten kolaydı. O hayvanı kâ- canım, madem öyle diyorsun."
ğıda çiziyor, sonra da kederli müşterinin vücuduna onu dövme Ancak o zaman Asya, Zeliha Teyze'nin elindeki tepsiyi fark
olarak geçiriyordu. Bu uygulama şamanlann kadim uygulamala- etti. Büyük bir et topu, ondan da büyükçe bir hamur topu vardı
rından farklı değildi aslında. Amaç, totem hayvan ile birey ara- tepside. Anlaşılan akşama mantı yiyeceklerdi.
sında özel bir ilişki yaratmak suretiyle kişiyi totem karşısında "Mantı sevmediğimi size kaç kere söylemem lazım?" diye so-
kuvvetlendirmekti. Eski sevgiliyi düşmanlaştırmak değil, düşma- murttu Asya. "Artık et yemediğimi biliyorsunuz." Sesi kendi ken-
nını bünyene almak suretiyle zayıflatmaktı arzulanan. Evvela disine yabancı geldi, boğuk, tuhaf.
"onu" kabul etmek, bağnna basmak, sonra da dönüştürmekti as- "Ben demedim mi bu kız kilo almaktan korkuyor," dedi Zeli-
lolan. Bir hayvanla özdeşleştirilip dövmeye dönüştürülmek sure- ha Teyze başını sallayarak, yüzüne düşen bir tutam saçı geri itti.
tiyle eski sevgili içe alınıyor, yani bedenin içine zerk ediliyor "Ya ne ilgisi var kiloyla? Vejetaryenlik diye bir şey duymadın
ama aynı zamanda dışanda bırakılıyor, yani tenin dışına atılıyor-
du. Eski sevgili içle dış arasındaki bu eşiğe yerleştirildikten ve
mı hiç?" Asya başını salladı ama annesinin jestlerini tekrarlama
korkusuyla yüzüne düşen saçı geri itmedi. Beşinci Bölüm
"Duymaz olur muyum," dedi Zeliha Teyze omuzlarını dik-
leştirerek. "Sakın unutma canım," diye devam etti daha ikna edici VANİLYA
olacağını bildiği kadifemsi bir tonla, "sen vejetaryen mejetar-yen
değil Kazancı ailesinin evladısın evvela!" Asya ağzının aniden
kuruduğunu hissetti. "Biz Kazancılar da yedi kuşak atadan
kırmızı et severiz! Hatta ne kadar kırmızı, ne kadar yağlı olursa o
kadar iyi! Bana inanmıyorsan Beşinci Sultan'a sor, anlatsın sana,
öyle değil mi Sultan?" Zeliha Teyze başıyla balkon kapısının

B
yanındaki kadife yastıkta yatan iri kıyım kediyi işaret etti. Kedi
söylenenleri anlamış ve onaylamışçasına ona dönüp, mahmur
gözlerini kıstı.
Tarot kartlarını tekrar karıştıran Banu Teyze köşesinden katıl-
dı muhabbete: "Bu memlekette Kurban Bayramı olmasa et tadını urası Kafe Kundera. İstanbul'un Avru-
bilmeyecek kadar yoksul insanlar var. Doğru düzgün bir yemeği pa yakasında, alabildiğine dar, yılankavi bir sokak üzerinde, mo-
ancak bayramdan bayrama yiyebiliyorlar. Vejetaryen olmak ne
dern ama salaş görünmeye çalışan bir kafeterya. Mekânın imajı,
demekmiş git o biçarelere sor bakalım. Böyle vıdı vıdı huysuzla-
"bu mekân öyle imaj mimaj peşinde değil, imajını zerre kadar
nacağına tabağına konan her lokma ete şükretmelisin."
umursamıyor" mesajını verecek şekilde dikkatle tasarlanmıştır.
"Of be teyze!" dedi Asya içini çekerek. Of be teyzelerim... di-
Tüm şehirde bir tek burada müşteri her zaman haksızdır; bir tek
yebilmek isterdi. Hepsine birden aynı anda. "Valla tam tımarhane
burada garsonlara kötü muamele görmek için bahşiş verir insanlar.
bu ev! Hepimiz deliyiz, ben de size çektim, başka şansım mı var-
Bu mekâna neden nasıl meşhur yazarın adının verildiği, kimsenin
dı, hepimiz deliyiz işte," diye şiarını tekrar etti Asya. Ama bu se-
tam olarak çözemediği bir bilmecedir. Zira içinde ne doğrudan
fer sesinden bezginlik akıyordu."Ben çıkıyorum hanımlar. Ne is-
Milan Kundera'yı ne de yazarın romanlarından birini hatırla-,
tiyorsanız buyurun kazan kazan pişirin. Ne haliniz varsa görün.
tacak bir unsur vardır.
Bale dersine geciktim zaten!"
Kafe Kundera'nın dört bir duvarı boy boy, çeşit çeşit çerçeve-
Teyzelerinden hiçbiri Asya'nın "bale" kelimesini nasıl hoyrat-
lerle kaplıdır; o çerçevelerde de yüzlerce fotoğraf, resim, karala-
ça, adeta iğrenerek telaffuz ettiğini fark etmedi. Dişine yapışmış
ma saklıdır. Öyle sıkış tıkıştır ki çerçeveler, alt alta, yan yana ve
bir yemek artığını tükürür gibi ağzından çıkmıştı o kelime. Yapış-
çaprazlama, insan bir an için altlarında ayrıca bir duvar olmayabi-
kan bir artıktan kurtulur gibi: ba-le.
leceğini düşünür. Belki de tuğladan değil de çerçeveden örülmüş-
tür bu mekânın duvarları. İstisnasız bütün çerçevelerdeki bütün
resimlerde bir yol imgesi göze çarpar. Amerika'dan geniş otoyol-
lar, Avustralya'dan iki yanı açıklık yollar, Almanya'dan nizamlı
otobanlar, Paris'ten ışıklı bulvarlar, Roma'dan daracık ara sokak-
lar, Maçu Piçu'dan patikalar, Kuzey Afrika'dan unutulmuş kervan
yollan, İpek Yolu boyundaki kadim ticaret rotalarının haritaları, dahi doğru dürüst okumazdı. Böyle bir adamın Kundera hayranı
Marco Polo'nun ayak izleri... bütün dünyadan yol resimleri vardır olmasına kimse ihtimal vermediğinden, mekânın isminin kökeni-
burada.. ne dair bambaşka rivayetler de dolaşıyordu ortalıkta.
Müşteriler de bu dekordan fazlasıyla memnundular. Hiçbir Karşısav ise şöyleydi: Belki de bu kafeye Kundera adının ve-
yere varmayan sohbetlere karşı iyi bir alternatif olarak görürlerdi rilmesinin sebebi mekânın onun muhayyilesinin ürünü olmasıydı.
resimleri. İçlerinden konuşmak gelmediğinde ya da sohbetler tü- Kafe bir kurgu ürünüydü, başlıbaşına bir hayal ürünü. Hal böyle
kendiğinde, arkalarına yaslanıp, oturdukları masanın açısına ve o olunca buranın müdavimleri de pekâlâ kurgu ürünü sayılabilirdi
gün tam olarak neye odaklanmak istediklerine bağlı olarak bir tabii. Zaten ne hayatı ne kendilerini hakiki bulurdu Kafe Kunde-
çerçeve seçerlerdi duvardaki yığının arasından. Sonra seçtikleri ra'nın müşterileri. Her şey bir yanılsama olabilirdi, neden olma-
resme bakışlarını diker, yavaş yavaş çekilirlerdi orada tasvir edi- sın? Kundera yeni yazmaya başladığı bir kitapta İstanbul şehrinde
len yola doğru. Bir öte diyar arzusuydu bu. O uzak memlekette bir küçük kafeyi anlatmaya, dolayısıyla yoktan yaratmaya baş-
olma, oraya ışınlanma arzusuyla odaklanırlardı seçtikleri resme. lamış, içine hayat ve kaos üflemişti. Ne var ki çok geçmeden da-
Neresi olduğu o kadar da önemli değildi belki de, burası olmasın ha mühim işleri çıkmış ve bu kafe bitmemiş bir proje, tamamlan-
da neresi olursa olsun. mamış bir hikâye olarak kalmıştı. Aradan zaman geçince de Kun-
Resimler ne kadar çeşitlilik arz ederse etsin, sabit olan bir şey dera varlığından bizzat kendisinin sorumlu olduğu bu mekânı
vardı: Hiçbirinin Milan Kundera'yla ilgisi alakası yoktu. Ne re- hepten unutmuştu. Kafe Kundera'nın müşterilerine, garsonlarına
simlerin ne de dekorun geri kalanının. Hal böyleyken nereden ge- gelince, varlık sebepleri olan yazar kendilerini unuttuğundan beri
liyordu Kundera ismi? Bu kafe ilk açıldığı zamanlarda buraya tesellisiz bir boşluk duygusuyla boğuşuyorlardı. Bu sebeptendi
damlayan ilk müşteriler bir teori geliştirmişlerdi bu hususta. Riva- durup durup varoluşsal bunalımlara gark olmaları. Başrolü oyna-
yete göre, bir zaman bir sebepten ötürü Kundera İstanbul'a gelmiş madıkça hiç dahil olmak istemedikleri bir senaryo gibiydi adeta
ve bir güzergâhtan diğerine yollanırken tamamıyla tesadüfen bu- hayat. Ya kral olacaklardı ya hiç. Kral olma ihtimalleri pek düşük
rada soluklanmış, kapuçino içmek için buraya uğramıştı. Gerçi ne olduğuna göre, somurtarak demleniyorlardı kendi köşelerinde.
kapuçinoyu ne de yanında getirdikleri vanilyalı bisküviyi sevmişti Kafenin isminin kökenine dair üretilen teoriler arasında en fazla
ama burada kimse onu mânâsız sorularla rahatsız etmediği için müşterisi olan buydu. Tüm mekân Kundera'nın kaleminden çık-
düşündüğünden daha uzun kalmış, hatta otururken birkaç sayfa mış ve yarım kalmış bir kurgudan ibaretti... Yine de zaman zaman
dahi karalamıştı. O gittikten sonra bu günün anısına kafeye Kun- Kafe Kundera'ya yeni takılmaya başlamış ya da dikkatleri üzerine
dera adı verilmişti. Bir diğer teoriye göre aslından kafenin sahibi çekmek isteyen biri çıkar bambaşka bir teori atardı ortaya - diğer
hararetli bir Kundera okuruydu, hepsini imzalattığı bütün kitapla- müşteriler de bir süre bununla oyalanırdı. Yeni teoriyi kafalarında
rını yalayıp yuttuktan sonra bu mekânı en sevdiği yazara adama- evirip çevirir, sundurup çekiştirir, nihayet ondan sıkılır ve ebedi
ya karar vermişti. Ne var ki bu rivayet hakikatler karşısında en cı- bunalım bataklıklarına dönerlerdi tekrar, tekrar.
lız duranıydı. Zira kafenin sahibi, daima yanık görünmek için so- Bugün de Alkolik Karikatürist kafenin ismine dair yeni bir
laryumdan çıkmayan ve edebiyatla yakından uzaktan işi olmayan teori peşinde gibiydi. Tuhaf şey. Ne de olsa karikatürist ne bura-
bir adamcağızdı. O kadar uzaktı ki metin okumaya, kendi oluştur- larda yeniydi ne öyle dikkatleri üzerine çekmekten hoşlanan bi-
duğu müzik grubuyla buluştuğunda tenezzül edip şarkı sözlerini riydi. Ama işte ne hikmetse bugün takmıştı kafenin ismine. Ar-
kadaşlan -harta karısı- konuyla ilgilenmemelerine rağmen dik- sabahlan nasıl vardığını hiç mi hiç bilmediği şaibeli yerlerde
katle dinlemek zorunda hissettiler kendilerini. Ne de olsa ona uyanmaya başlamıştı. Bardağı taşıran son damla bu yakınlarda
destek olmalı, hoşgörü göstermeliydiler. Ne de olsa onca zaman- kendini bir caminin avlusunda musalla taşının üzerinde yatarken
dır herkesin söyleyip dürttüğü şeyi yapma cesaretini nihayet gös- bulması olmuştu; görünüşe göre kendi cenazesini kaldırmaya ça-
terip Adsız Alkolikler Derneği'ne katılmıştı bugün. Bir ödülü hak lışırken sızmıştı. Şafak vakti gözlerini açmayı başardığında ya-
etmişti. nında genç bir imam duruyordu, sabah ezanını okumaya giderken
Masadaki herkesin karikatüriste her zamankinden daha hoş- musalla taşı üzerinde horlayan biriyle karşılaşınca ne yapacağını
görülü davranmasının ikinci bir sebebi daha vardı gerçi. Bir gün şaşırmış bir imam. Bu olaydan sonra Alkolik Karikatürist'in arka-
evvel karikatürlerinde başbakana hakaret etmekten hakkında daşları -kansı bile - öyle korkmuşlardı ki, profesyonel yardım al-
ikinci bir dava açılmıştı. Bu sefer de suçlu bulunursa üç yıla ka- ması ve hayatını düzene sokması için yalvar yakar onu ikna ede-
dar hapis cezası alabilirdi. Alkolik Karikatürist bakanlar kurulu- bilmişlerdi. Nihayet bugün ilk defa Adsız Alkolikler toplantısına
nu koyun sürüsü, başbakanı da koyun postu giymiş bir kurt ola- katılmış ve içmeyi bırakacağına dair söz vermişti. Şimdi cafe lat-
rak resmettiği siyasi karikatürlerle ün kazanmıştı. Bu metaforu te içiyor ve takdiri hak ediyordu. Bu nedenle de masadaki herkes
kullanması yasaklanınca bakanlar kurulunu bir kurt sürüsü, baş- -karısı bile - teorisini cankulağıyla dinlemeye koyuldular.
bakanı da kurt postuna bürünmüş bir çakal olarak resmetmişti. Bu "Kundera kelimesi bir şifre aslında. Mühim olan ismin ne ol-
metafor da elinden alınırsa bir başka fikir vardı zihninde: pengu- duğu değil, neyin emaresi olduğu!"
enler! Meclisin bütün üyelerini smokinli penguenler olarak çiz- "Neyin emaresiymiş peki?" diye sordu Aşın Milliyetçi Film-
meye kararlıydı. Siyasetçileri hayvanlar âleminin içine yerleştir- lerin Gayri Milliyetçi Senaristi. Kısa boylu, cılızca bir adamdı,
me çabası o kadar tepki almıştı ki bizzat siyasetçilerden, şimdi ar- genç kadınlann olgun erkeklerden hoşlandığına kanaat getirdi-
kadaşları Alkolik Karikatürist'in yüzüne bakarken içten içe bir ğinden beri sakalını kül rengine boyuyordu. Popüler TV dizileri
acıma duyuyor, yakında hapse girecek bir adam görüyorlardı kar- yazardı ve çocuklann pek sevdiği Aslanyürekli Timur'un yaratıcı-
şılarında. sıydı. Akın akın düşman alaylannı birkaç darbede kanlı püreye
"Ben bu mevzuda yeni bir teori geliştirdim!" dedi Alkolik çevirebilen iri kıyım bir milli kahraman. Senariste yaptığı bayağı
Karikatürist. Arkadaşlarında uyandırdığı merhametin farkında ve bayat filmlere dair bir soru sorulduğunda, meslek itibariyle
değildi ve dinleyicilerinin gösterdiği ilgiye biraz şaşırmıştı. İriya- milliyetçi olduğunu ama tercih itibariyle tam bir nihilist olduğu-
n, deli mavi gözlü bir adamdı, göz altlarındaki koyu halkalar onu nu iddia ederdi. Bu yüzden de milliyetçi olmakla itham edilemez-
kısmen ürkütücü kısmen ulaşılmaz kılmasa hayli yakışıklı sayıla- di. Milliyetçilik yaptığı "iş"in niteliğiydi. Senarist bugün yeni bir
bilirdi aslında. Istırap ve melankolinin yabancısı değildi gerçi kız arkadaşla gelmişti - konuşmadığı müddetçe alımlı, göz alıcı
ama, olabilecek en yanlış kadına gizliden gizliye âşık olduğundan bir kadın. Senarist, kız arkadaşına bundan bahsetmemişti tabii
bu yana gamı kederi iki kat artmıştı. ama masadaki erkekler arasında onun gibi sığ yavrular için kul-
Ona bakınca ekmeğini mizahtan kazandığını, o ciddi ve dur- landıklan özel bir lakap vardı: "çerez" - ana yemek değil elbette
gun suratın arkasında en komik esprilerin cirit attığını tahmin ama atıştırıp açlığı bastırmak için ideal. Masadaki tabaktan biraz
edemezdi insan. İçkiden yana oldum olası tatsız bir şöhreti oldu- fıstık attı ağzına ve yeni kız arkadaşına sarılarak, neşeyle çiğne-
ğu halde son zamanlarda alkole olan bağımlılığı tavana vurmuş; di: "Hadi, söylesene neymiş bu şifre!"
"Sıkıntı," dedi Alkolik Karikatürist sigarasının dumanını üf-
leyerek, "İç Sıkıntısı". Kafe Kundera'da havalandırma sistemi baca
gibi sigara içen müşterilerin hızına yetişemediğinden, ortalığı bu kadar kolay olsa! Gerçek medeniyet uçurumu Türkler ile
duman basmıştı. Karikatüristin ince dumanı da masanın üzerinde Türkler arasındadır. Bizimle onlar arasında. Her tarafımız magan-
asılı duran duman tabakasına katıldı.
dalar, hödükler ve köylülerle sarılmış. Biz de bunun tam ortasın-
Masada sigara içmeyen tek kişi Gizli Gay Köşe Yazarı'ydı. dayız, bir avuç kültürlü şehirli eski komşularımızı özlüyoruz. İs-
Dumanın kokusundan nefret ederdi. Her gün eve gittiğinde Kafe tanbul Ermenilerini, Rumlarını, Yahudilerini... onun yerine Ana-
Kundera'nın berbat kokusundan kurtulmak için hemen giysilerini dolu köylüleriyle komşuluk etmek durumundayız. Nereye kaça-
çıkarır, banyoya koşardı. Yine de vazgeçemiyordu bu mekândan. cağımızı şaşırdık. Sıkıştık. Bütün şehri ele geçirdiler."
Hem bu hercai arkadaşlık grubunun parçası olmaktan hoşlandığı, Bir an için sustu. Bir alay insanın taşla sopayla üzerlerine sal-
hem de gizliden gizliye Alkolik Karikatürist'e abayı yaktığı için dırmasından korkuyormuş gibi yan yan pencereye baktı.
devam ediyordu buraya gelmeye. "Sokaklar onların, meydanlar onların, vapurlar onların. Bü-
Gizli Gay Köşe Yazan'nın Alkolik Karikatürist'le fiziksel bir tün açık alanlar onların. Belki bir-iki yıla kadar bu kafe bize ka-
yakınlık istediği yoktu. Onu çıplak düşünmek bile tüylerinin diken lan tek yer olacak. Kurtarılmış bölge! Her gün onlardan kaçmak
diken olmasına yetiyordu. Yok cinsellik değildi istediği, öyle di- için buraya sığmıyoruz. Tanrı bizi kendi halkımızdan korusun!"
yordu kendine, ruhların kardeşliğiydi bu. Ruhsal bir bütünleşme "Şiir gibi konuşuyorsun," dedi Olağanüstü Yeteneksiz Şair.
istiyordu. Hoş, ha ruhsal olmuş ha cinsel, iki büyük engel vardı Olağanüstü yeteneksiz bir şair olduğundan etrafındaki her şeyi
önünde. Birincisi Alkolik Karikatürist katı bir heteroseksüeldi ve şiire benzetmek gibi bir huyu vardı.
değişme şansı pek azdı. İkincisi Asya denen şu suratsız kıza tutul- "Tıkılıp kaldık. Sıkıştık burda. Bir tarafta mağrur laikçi mo-
muş gibiydi -kızdan başka herkes farkındaydı bu vahim durumun. dernistler konumlanmış. Burunlarından kıl aldırmazlar, tek bir
Bu yüzden de Gizli Gay Köşe Yazan, Alkolik Karikatürist'le ilişki eleştiri yapamazsın. Orduyla devletin yansı onlann arkasında.
yaşamak gibi bir umut beslemiyordu. Sadece onun yakınında Öte tarafta muhafazakâr gelenekçiler, Osmanlı mazisine hayran,
olmak istiyordu. Karikatürist bardağa ya da kül tablasına uza- onlar da atalanna laf ettirmez, eleştiri kaldırmaz. Halkla devletin
nırken ne zaman kazara eline ya da omzuna değecek olsa aniden geri kalanı onlann arkasında. Ee, bize ne kalıyor?"
ürperirdi. Yine de onunla ya da başka bir erkekle asla ve kafa il- Sigarayı solgun, çatlak dudaklan arasına geri koydu ve tekrar
gilenmediğine herkesi ikna etme kaygısından ötürü, zaman za- konuştuğunda eline almayı unuttu. "Modernistler ilerlememizi
man Karikatürist'e mesafeli hatta kötü davrandığı, durduk yerde söylüyor ama onlara inancımız yok. Gelenekçiler geri gitmemizi
düşüncelerini aşağıladığı da olurdu. Karmaşık bir hikâyeydi bu. söylüyor ama onlann ideal düzenine geri dönmek de istemiyoruz.
"Sıkıntı," diye tekrarladı cafe lattesini kafasına diken Alkolik İki taraf arasında tost olmuş vaziyetteyiz! Nereye kaçabiliriz?
Karikatürist. "Dinmeyen geçmeyen iç sıkıntısı hayatlarımızın Azınlık bile değiliz. Keşke BM Sözleşmesinin koruması altındaki
özetidir. Günbegün bezginliğe batıp çıkarız. Kendi kültürümüzle etnik bir azınlık filan olsak. En azından o zaman bazı temel hak-
kendi halkımızla travmatik bir karşılaşmadan korktuğumuz için lanmız olurdu. Ama nihilistler, pesimistler ve anarşistler azınlık-
bu tavşan deliğine tıkıldık kaldık. Batılılar da zannediyor ki. Doğu tan sayılmıyor. Oysa esas bizim soyumuz tükenmekte. Sayımız
ve Batı Medeniyetleri arasında bir kültür uçurumu var. Keşke her geçen gün azalıyor. Daha ne kadar hayatta kalacağız?"
Kimse cevap vermedi bu soruya, kimse üzerine alınmadı.
Uçucu bir sessizlik çöktü üzerlerine, masanın üzerinde asılı du-
man tabakasını andıran. Karikatüristin Hayatla Kavgalı Karısı "Hey Asya," diye bağırdı senarist onu görünce. Masadaki
dişlerini sıktı. Kumral, kederli gözlü bir kadındı. Çok fazla güce- kasvetli sohbeti dağıtacak kurtarıcı gibi görmüş olmalıydı onu.
niklik biriktirmişti içinde. Hayatta istediklerini bir türlü yerine "Gel! Gel! Burdayız!"
getirememiş, devamlı kendinden feragat ede ede en nihayetinde Asya Kazancı hafif bir tebessümle senaristi ve tüm masayı
kendisi dışında her şeye ve herkese kırgınlık besler olmuş, çok selamladı, alnını kırıştırdı. Yüz ifadesi, e, n'apalım biraz size ta-
çabuk parlayan, çok çabuk insan harcayan ve kocasından çok daha kılayım bari, hem ne fark eder, her halükârda hayat boktan, der
iyi karikatür çizdiği halde onun kadar takdir görmemenin acısını gibiydi. Ağır adımlarla, üzerine görünmez bir atalet yükü vurul-
zehir gibi damarlarında taşıyan bu kadın, şimdi kocası yanında muşçasına masaya yaklaştı. Hal hatır sorma gereği duymadan bir
konuşurken on iki yıllık hayat arkadaşını içinden geldiği gibi sandalye çekip sigarasını sarmaya başladı.
paylasın mı, yoksa ideal bir eş gibi her şeye rağmen taşkınlığına "Bu saatte burada ne işin var senin-? Balede olman gerekmi-
destek mi olsun karar veremiyordu. Birbirlerinden nefret ederlerdi yor muydu?" diye sordu Alkolik Karikatürist, yarım kalan nutku-
ama yine de bunca yıldır evliliklerini sürdürmüşlerdi; kadın nu tamamen unutarak. Gözlerinde bir endişe parıltısı yandı söndü
gün gelir intikam alırım ümidiyle, adam da gün gelir her şey dü- - masadakilerin hiçbiri fark etmedi bunu.
zelir ümidiyle. Ne var ki bu zaman zarfında o kadar aynılaşmış- "Oradayım ya işte," dedi Asya muzip bir ifadeyle. "Şu anda
lardı ki birçok hususta, artık birbirlerinden çaldıkları kelimelerle bale dersindeyim. Ve tam şimdi..." Asya sigara kâğıdının içini tü-
konuşuyor, birbirlerinin jestlerini taşıyorlardı. Hatta karikatürleri tünle doldurdu. "En zor sıçrayışlardan birini yapıyorum, havada
bile birbirine benzemeye başlamıştı. Deforme olmuş vücutlar çi- bacaklarımı 45 derecede çaprazlıyorum, cabriole!
ziyor, toplumun en çarpık yanlarını en kaba biçimde teşhir eden "Vay!" dedi Alkolik Karikatürist gülerek.
diyaloglar yazıyor ve bilhassa insanları hayvanlaştınyorlardı. "Sonra dönerek sıçrıyorum," diye devam etti Asya. "Sağ ayak
Depresif hay vanlar âlemi... önde, demi plie, sıçra!" Deri tütün kesesini alıp havaya kaldırdı.
"Biz neyiz biliyor musunuz? Bu ülkenin cerahati! Zavallı, vı- " 180 derece dön," diye emretti keseyi çevirirken, masaya biraz tü-
cık vıcık, kokuşmuş bir cerahat, hepsi bu! Bizden başka herkes tün saçıldı. "Sol ayağının üzerine in!" Kese usulca fıstık kâsesi-
AB'ye girmekle, paralanmakla, iktidara yamanmakla, ya arabasını nin yanına konuverdi. "Sonra aynı hareketi tekrar ederek başlan-
ya sevgilisini habire yenilemekle bozmuş kafayı..." gıç pozisyonuna dön. Emboite!
Aşın Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi tedirgin "Bale insanın vücuduyla şiir yazmasından başka nedir ki," di-
oldu hafiften. ye mırıldandı Olağanüstü Yeteneksiz Şair.
"İşte Kundera tam da bu noktada devreye giriyor," diye de- Sıkıntılı bir durgunluk takip etti bu lafları. Uzaklarda bir yer-
vam etti Alkolik Karikatürist, gafını fark etmeden. "Hafiflik fikri lerde şehrin sesleri çalkalanıyordu; sirenler, kornalar, küfürler ve
hayatlarımıza mânâsız bir boşluk biçiminde sızıyor. Varlığımız kahkahalardan mürekkep bir alaşım, martı çığlıklarının eşliğinde.
kiç, latif bir yalan, faniyiz ama ne faniliğimizle barışmamızı sağ- Bir-iki yeni müşteri geldi, bir-ikisi ayrıldı. Kadehler bardaklar ta-
layacak bir inancımız var, ne de..." baklar yenilendi ama her şey aynı kaldı. Garsonlardan biri bir ka-
Tam o esnada ani bir şıngırtıyla açıldı Kafe Kundera'nın ka- dın müşterinin çantasına takıldı, bir tepsi bardakla birlikte yere
pısı. Yaşından beklenmeyecek kadar bezgin ve suratsız bir genç yuvarlandı. Kafedekilerin hiçbiri bu olaya fazla ilgi göstermedi,
kadın daldı içeri. üstüne başına cam kırıkları yağanlar dahil. Başka bir garson sü-
pürgeyle çıkageldi, cam kırıkları faraşla alınırken, süpürülen kendi kalkıyorlardı. Bu güdüyle masadakilere çok fazla şahsi sorular
hayatlanymış gibi hüzünle seyretti birkaç müşteri. Kafe Kun- sorup her lafa karışıyor, olur olmadık yerlerde şahsi yorumlarda
dera'da sık sık değişirdi garsonlar. Çalışma saatleri uzun, ücretler bulunuyorlardı. Oysa tam da sohbetleri gereğinden fazla şahsileş-
düşük, iş çoktu. Yine de şimdiye kadar tek bir garson bile istifa et- tirmemek ve ilgisizlik raddesinde mahremiyete saygıydı grup
memişti. Gidenlerin hepsi şu ya da bu sebepten ötürü kovulmuş- üyelerini birbirine bağlayan.
lardı. Kafe Kundera böyleydi işte; bir kere adımını attın mı, me- "Seninki de kolay değil yani. Onca teyzeyle nasıl başa çıkı-
kân seni dışarı tükürene kadar yapışıp kalırdın buraya. yorsun?" diye devam etti Senaristin Kız Arkadaşı, Asya'nın yü-
Bunu takip eden bir saat içinde masada bir kişi hariç herkes zünde beliren hiddeti zamanında okumayı başaramayarak. "Aynı
üst üste bira, şarap, grappa ısmarladı. Sadece Alkolik Karikatürist çatı altında anne rolü oynayan o kadar kadın... ben olsam bir da-
cafe latteden şaşmadı. Homurdana homurdana cafe lattenin ya- kika dayanamam valla."
nında getirdikleri vanilyalı bisküvileri kemirdi durdu. Sohbetler Bu kadan fazlaydı. Grupta yazılı olmayan kurallar vardı, dil-
sessizlikleri, sessizlikler sohbetleri tetikledi. Neticede hiçbir şey lendirilmeyen ama asla çiğnenmeyen. Asya içine çektiği dumanı
ahenk içinde yapılmadı ama bu ahenksizlikte bile bir doku uyu- sinirli sinirli üfledi. Zaten kadınları sevmezdi. Kendisi de kadın
mu, kendine has bir ritim vardı. Asya, Kafe Kundera'nın en çok olmasa bu olguyla daha rahat başa çıkabilirdi elbette. Olsun var-
bu özelliğini severdi: koma benzeri bir bezginlik hali ve kimsenin sın, sevmiyordu hemcinslerinin vıdı vıdı hallerini, yargılamak
düzeltmeye kalkmadığı yapışkan bir ahenksizlik. Zamanın ve için süzen gözlerini. Ne zaman yeni bir kadınla tanışsa iki tepki-
mekânın dışında konumlanmıştı burası. İstanbul şehri daimi bir den birini verirdi: Ya ondan ne zaman nefret edeceğini görmek
telaş içindeydi ama Kafe Kundera'da hüküm süren sadece reha- için az biraz beklerdi ya da beklemeye gerek duymaz, ondan
vetti. Kafenin dışındaki insanlar yalnızlıklarını saklayabilmek anında nefret ederdi. Senaristin yeni kız arkadaşı belli ki ikinci
için birbirlerine yaklaşır, aslında olduklarından daha samimi gö- tepkiyi görecekti.
rünmeye çalışırlardı. Halbuki burada tam tersi geçerliydi. Burada "Benim ailem normal değildir," dedi Asya, böylelikle konuyu
herkes gerçekte olduğundan çok daha kopuk davranırdı. Kafe kapatmayı umarak. Ters ters baktı karşısındaki kadına. Ama bu
Kundera şehrin tezatı, hatta inkârıydı. esnada berikinin arkasında, duvarda asılı parlak gümüş bir çerçe-
Kıpirtısızlığın, kayıtsızlığın tadını çıkararak öylece oturdu, ta ki ve çarptı gözüne. Bolivya'dan bir yol resmi. Kızıl Göl'e uzanan
Alkolik Karikatürist saatine bakıp da ona dönene kadar. "Yedi bir ücra yol. Şimdi orada olmak ne güzel olurdu! Ah bir gidebil-
kırk oldu. Bale dersin bitti." seydi bu şehirden, nereye olduğu o kadar önemli değil, yeter ki,
"Ay hemen gitmek zorunda mısın? Ailen de çok geri kafalıy- buradan uzak olsun, yeter ki kimsenin kendisini tanımayacağı bir
mış," diye lafa daldı Aşırı Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi yer olsun. Kahvesini bitirdi, sigarasını söndürdü ve yenisini sar-
Senaristinin Kız Arkadaşı. "Yani hiç anlamıyorum. Madem iste- maya başlarken mırıldandı:
miyorsun, neden sana zorla bale dersi aldırıyorlar ki? Tipik Türk "Biz aile filan değil, bir arada yaşamaya mecbur bırakılmış
ailesi!" bir grup kaçığız. Başka bir şey değil bizimki."
Senaristin her defasında yanında getirdiği kelebek ömürlü kız "Ama aile dediğin tam da böyle bir şeydir zaten," diye itiraz
arkadaşların ortak sorunu buydu. Gruba sonradan dahil olduklarını etti Olağanüstü Yeteneksiz Şair. Böyle anlarda grubun en yaşlısı
bilmenin huzursuzluğuyla herkesle hemen içli dışlı olmaya olduğunu hatırlardı; sadece yıllar itibariyle değil, kaybolan yıllar
itibariyle de. Üç kere evlenmiş, üç kere boşanmış, istisnasız tüm birer çerçeve seçip, ayn ayn yol resimlerine odaklandılar.
eski eşlerinin İstanbul'u terk edip kendisinden olabildiğince uza- "İslam dini alkolü yasakladığından beri. Ezelden beri yani,"
ğa yerleştiğine tanık olmuştu. Her evlilikten geriye ayda yılda bir diye homurdandı Alkolik Karikatürist. "Var mı bizim gibi çok, bi-
kere ziyaret ettiği ama daima gururla sahiplenmeye kalktığı bir zim kadar rahat içen Müslüman memleket? Osmanlı tarihini dü-
çocuk kalmıştı. "Unutma," dedi parmağını babacan bir edayla As- şün. Onca meyhane, onca meze... adamlann keyfi yerindeymiş.
ya'ya sallayarak, "bütün mutlu aileler birbirine benzerler ama her Biz milletçe alkole bayılınz, neden kabul etmiyoruz bunu? Sene-
mutsuz ailenin mutsuzluğu farklıdır." de on bir ay kafayı çeken, sonra paniğe kapılıp pişman olan ve bü-
"Aman! Tolstoy için bunları yumurtlamak kolay," dedi Kari- tün Ramazan oruç tuttuktan sonra, mübarek ay biter bitmez içki-
katüristin Hayatla Kavgalı Kansı. "Adamın her şeyini çekip çevi- ye geri dönen bir toplum bu. İyi ki de öyle valla. Bu ülkede şeri-
ren bir kansı varmış. Tolstoy doğurtmuş, kadın büyütmüş. Bir dü- at olmamasını, dincilerin başka yerlerde olduklan gibi başarılı
zine çocuk, viyak viyak. Majesteleri Tolstoy Efendi roman yaz- olamamasını, işte bu içki geleneğini zinde tutan kültüre borçlu-
maya konsantre olsun diye, kadıncağız kendinden fedakârlık edip yuz. Velhasıl Türkiye'de demokrasiye benzer bir şey varsa bunu
bir ömür boyu eşşek gibi çalışmış!" alkole borçluyuz."
"İyi de sen şimdi ne demeye bu kadar sinirlendin ki?" diye "Madem öyle içelim bari!" dedi Alkolik Karikatüristin Hayat-
sordu Alkolik Karikatürist yüzünü buruşturarak; ama tartışacak la Kavgalı Kansı yorgun bir gülümsemeyle. Kocasına hak ver-
bir şeyleri olmadığından ne kansı cevap verdi bu soruya, ne de o mekten ziyade bu konuya bir son vermek ister gibiydi. "Söylese-
sorusuna bir cevap bekledi. Masadakiler kan kocanın arasındaki ne-Asya, senin şu baletin adı neydi? Ona içelim bari... Cecche
gerilimi hissederek susmayı yeğlediler. Ne var ki bir dakika bile miydi?"
geçmeden, Alkolik Karikatürist derin bir of çekerek, az evvel tep- "Ceccheti," diye düzeltti Asya. Gruba bale tarihine dair bir
siyle yere yuvarlanan garsona işaret etti ve arkadaşlarının -karı- nutuk atacak kadar sarhoş olduğu güne hâlâ esef ediyordu. Ne de-
sının bile- hayal kırıklığını umursamadan bir adet soğuk bira si- meye bahsetmişti ki bunlara Ceccheti'den? Takılıp kalmıştı dille-
pariş etti. Yine de bira geldiğinde, hafif bir suçluluk hissetmiş ola- rine. O günden beri ne zaman konu sıkıntısı çekseler, parmak
cak ki, aniden konuyu değiştirip alkolün faydalarından dem vur- ucunda pointe yürüyüşünü bulan balete kadeh kaldınrlardı. Ma-
maya başladı. dem ki kadeh kaldıracak daha iyi bir sebepleri yoktu onlar da
"Bu ülkede az biraz da olsa demokrasi varsa, bunu şu elimde- Ceccheti'ye içeceklerdi.
ki alkol şişesine borçluyuz." Dışandan gelen ambulans sirenini "Yani. şimdi o olmasaydı balerinler parmak uçlannda yürü-
bastırmak için sesini yükseltti. "Ne sosyal reformlar ne siyasi ya- mek için kendilerini helak etmeyeceklerdi öyle mi?" derdi biri her
pılanmalar. Hatta Kurtuluş Savaşı bile değil. Türkiye'yi diğer bü- seferinde.
tün Müslüman ülkelerden ayıran işte bu şişedir. Bu bira var ya bu "Derdi neymiş ki?" derdi bir başkası ve gülerlerdi durup du-
bira..." tokuşturacakmış gibi bardağını kaldırdı, "özgürlüğün ve rurken parmak uçlannda yürümeyi geliştiren balete. Hayatı basit
gelişmiş sivil toplumun simgesi." tutmak varken zorlaştıran herkese güldükleri gibi...
"Amma da uçtun üstad! Ne zamandır alkoliklik özgürlük sa- Her gün burada buluşurlardı, bu kafede. Olağanüstü Yetenek-
vaşçılığı oldu," diye çıkıştı senarist sertçe. Diğerleri lafa kanşma- siz Şair, Aşın Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi ve o
dı. Tartışmak beyhude enerji kaybıydı. Onun yerine duvarlardan anki kız arkadaşı, Alkolik Karikatürist, Alkolik Karikatüristin
verdi ağzından bu bilgi, kendisi de şaşmıştı.
Hayatla Kavgalı Karısı, Gizli Gay Köşe Yazarı ve tabii ki Asya... "Öyle mi?" dedi birisi.
Ara sıra gerilip seslerini yükselttikleri olsa da, pek tartışmazlardı "Ne tesadüf! Bugün en küçük kızımın da yaşgünü," dedi Ola-
aralarında. Kavga, tartışma, patırtı gereksiz enerji kaybıydı. Böy- ğanüstü Yeteneksiz Şair.
le diye diye nice gerilimi içlerinde biriktirmişlerdi. Grup üyeleri "Öyle mi?" deme sırası Asya'ya geçti.
bazı bazı başkalarını da getirirlerdi yanlarında, arkadaşlar, mes- "Demek kızımla aynı gün doğmuşsunuz! İkizler burcu," diye
lektaşlar, ya da yeni tanıştıkları yabancılar; çoğu kez yalnız gelir- ekledi şair kafasını teatral bir neşeyle sallayarak.
lerdi. Tek tek farklılıkların sergilendiği ama hiçbir farklılığın di- "Balık," diye düzeltti Asya. Şairin yüzünden bir kuşku bulutu
ğerlerine baskın çıkmadığı bir organizmaydı grup. Tek tek parça- geçti. Yoksa bugün doğmamış mıydı ortanca çocuğu? Gene de
larının toplamından daha fazlasıydı. Asya Kazancı kendi evinde belli etmedi şüphesini ve kadeh kaldırdı.
bulamadığı iç huzurunu burada bulurdu. Kafe Kundera onun sığı- Hepsi hepsi bu. Kimse Asya'ya sarılmaya, onu yapışkan sev-
nağıydı. Ne giydiğine, ne dediğine karışmayan bu insanların ya- gi öpücüklerine boğmaya kalkışmadı; masaya pasta getirmeye
nında kendini rahat hissederdi. Kazancı ailesi asla ulaşamayacağı kalkmadı. Şair onun için bir şiir okudu, Karikatürist onun şerefi-
bir mükemmelliği ona dayatmak için çırpımrken Kafe Kundera ne üç bardak bira içti ve Karikatüristin Hayatla Kavgalı Karısı bir
ahalisi onu olduğu gibi kabul eder; dahası, insan denilen mahlu- peçeteye onun karikatürünü çizdi - delici zeki gözlerin altında,
katın zaten özünde kabahatli, kusurlu ve düzeltilemez olduğu var- sivri bir burnu olan, koca memeli, kabarık saçlı, asık suratlı genç
sayımından hareket ederdi. bir kadın. Ardından Asya'ya devasa bir kremalı kahve ısmarladı-
Ne Kafe Kundera'dan ne de bu gruptan teyzelerine bahsetmişti lar ve bir de günün sonunda ona hesap ödetmediler. Bu kadar ba-
Asya. Evdekiler bilseler böyle mekânlarda bu tiplerle takıldığını sit, bu kadar tantanasız algılandı yaşgünü meselesi. Ciddiye alma-
kızılca kıyamet koparırlardı. En çok da yaş meselesinden rahatsız dıklarından değil. Aksine öyle ciddiye almışlardı ki mevzuyu, fa-
olurlardı. Grup üyeleri ekseriya Asya'nın annesi babası olacak nilik ve öte dünya üzerine bir sohbete daldılar çok geçmeden.
yaştaydı. Ancak tam da bu yaş farkıydı Asya'yı cezbeden. Onlara Gruptakilerin çoğu ölümden sonra hayat olduğuna ve bunun dün-
baktıkça hayatta "ilerleme" diye bir şey olmadığını anlıyordu. yadakinden çok daha beter olacağına kaniydi. "Biz iyisi mi burada
Ellisindeki insanlar bu kadar kusurlu, böylesine çocuksa, on kalan zamanımızın tadını çıkaralım" şeklindeydi genel kanaat.
sekizinde büyümek için çabalamaya gerek kalmıyordu. Demek ki "Zaman..." diye iç geçirdi biri ama gerisi gelmedi. Genel iti-
bazı şeyler değişmiyordu hayatta: Suratsız bir ergen isen, suratsız
barıyla masadakiler için kof bir kelimeden ibaretti zaman. Din-
bir yetişkin, suratsız bir orta yaşlı, suratsız bir ihtiyar ve suratsız
darların zaman anlayışından bihaberdiler; ne İslam ne de başka
bir ölü oluyordun. Şablon kalıcıydı. Belki kulağa az biraz karamsar
bir dinle ilgilendiklerinden. Bergsoncu zaman fazla ürkütücüydü,
geliyordu ama en azından insanın beyhude yere mükemmellik
Tanpınarcı zaman ciddi ciddi özeleştiri beklediğinden ağır geli-
aramaması gerektiğini gösteriyordu. Yaşadıkça düzelmiyordu
yordu; kapitalist zaman anlayışı ise umurlarında bile değildi.
hayat, tıpkı yaşlanmakla büyümediği gibi kişinin. Bu da bir
Varsa yoksa "mekân"dı. Varsa yoksa burası. Sanki dışarıda bir
teselliydi sonuçta. Zamanla hiçbir şey değişmeyeceğine ve bu
bekleyenleri yoktu, sanki dışarısı diye bir yer hiç yoktu. Kelimeler
kusurluluk hali baki olduğuna göre Asya da aynen olduğu gibi ka-
usul usul dağıldı ağızlarında, iyiden iyiye bir kayıtsızlık çöktü
labilirdi. Olanca kusurluluğuyla...
üzerlerine. Bazdan düşünceye daldı, bazılan konuşmayı bıra-
"Bugün benim yaşgünüm," dedi Asya aniden. Öylesine çıkı-
kıp duvardaki muhtelif resimlerden birine kaçtı. Uzun müddet bu mek, biliyor muydunuz? Halının üstünde nasıl kayabilirim?! İn-
hissiz hali korudular. Akşam perde perde böyle çöktü Kafe Kun- san öyle damdan düşer gibi bale yapamaz."
dera'ya. Zeliha Teyze kuzguni saçlannı parmaklanyla düzeltirken ze-
hirli bir gülüşle aralandı dudaklan. Kızıyla kavga etmektense
pastasını yemeyi tercih ediyormuş havasıyla başka bir şey söyle-
medi. Ama gülüşü Asya'yı çileden çıkartmaya yetmişti. Tabağını
itti, sandalyesini geri çekip ayağa kalktı.
Akşam dokuzda, dört dörtlük bir yemeğin ardından ışıklar söndü- Böylelikle akşam dokuz çeyrekte, bir zamanlann müreffeh ve
rülünce, şarkılar alkışlar arasında üç katlı, limon kremalı (aşın debdebeli, şimdininse çoktan miyadım doldurmuş, harap kona-
ekşi), üzeri karamelli (aşın şekerli) pastasının mumlarını üfledi ğında, tümü kadınlardan oluşan seyirciler önünde Asya Kazancı,
Asya Kazancı. Mumlardan ancak üçte birini söndürmeyi başara- yüzünde romantik bir ifadeyle, kollan açılmış, elleri orta parmak-
bildi. Geri kalanlar dört bir yandan üfleyen teyzeleri, ninesi ve Ci- ları başparmaklanna değecek şekilde yumuşakça kıvnlmış bir
cianne tarafından elbirliğiyle söndürüldü. halde bale yapmaya başladı halının üzerinde.
"Bale dersi nasıldı bugün?" diye sordu Feride Teyze ışıkları
açarken.
"İyiydi," dedi Asya gülümseyerek. "Hocanın mecbur tuttuğu
esneme hareketleri yüzünden sırtım ağnyor biraz ama şikâyetim
yok, bir sürü yeni hareket öğrendim..."
"Öyle mi?" diye sordu şüpheci bir ses. Zeliha Teyze'ydi. "Ne
mesela?"
Asya annesine çevirdi yüzünü ve renk vermedi. "Hımmm ba-
kalım," diye ekledi pastadan ilk lokmasını alırken. "Petite-jete
öğrendim, küçük bir sıçrayış, pirouette ve glissade da var."
"Ay ne güzel valla. Bir taşla iki kuş vuruyoruz," diye atıldı
Feride Teyze. "Bir tek bale dersinin parasını veriyoruz ama kız
Fransızca da öğreniyor. Pek ekonomik!"
Zeliha Teyze dışında herkes başını salladı. O ise zümrüt yeşili
gözlerinin uçurumunda şüpheci bir panltıyla yüzünü kızının
yüzüne yaklaştırdı ve neredeyse duyulmaz bir sesle "Göstersene
bize şu öğrendiğin hareketleri!" dedi.
"Deli misin?" dedi Asya geri çekilerek. "Oturma odasının or-
tasında ne gösterecek misim? Burada yapamam bunları. Stüdyo-
da, hocayla birlikte çalışmam lazım. Önce ısınıp esniyoruz ve yo-
ğunlaşıyoruz. Hem mutlaka müzik oluyor... Glissade kaymak de-
etken vardı. Birincisi Armanuş güzel bir kızdı, fazla güzel. Oran-
Altıncı Bölüm tılı vücudu, ince hatlı yüzü, koyu sarı dalgalı saçları, iri gri-mavi
gözleri ve başkalarında bir kusur gibi görünebilecek ama ona ken-
ANTEPFISTIĞI dine güvenli bir hava veren hafif kemerli burnuyla fiziksel cazibe-
si, zekâsıyla da birleştiğinde delikanlıları ürkütüyordu. Çirkin ka-
dınları tercih ettiklerinden ya da zekâyı takdir etmediklerinden de-
ğil. Onu tam olarak nereye yerleştireceklerini bilemediklerinden.
Kategorileri bulandınyordu. Yaşıtı erkeklerin üç kategorisi vardı:
okşanlar, danışmanlar ve nişanlar. Okşanlar, yatmak için ölüp bit-
tikleri kızlardı, öncelikle vücuduyla var olanlar. Danışmanlar ise

A
akıl danıştıkları kızlar, yani dostları; öncelikle zekalarıyla var
olanlar. Nişanlar ise günün birinde evlenmeyi düşündükleri kız-
lardı, öncelikle iyi huylanyla var olanlar. Armanuş'un derdi bu üç
kategoriden hepsine uyacak kadar "mükemmel" olması ve bu se-
rmanuş Çakmakçıyan, A Clean Well- bepten hiçbir kategoriye uymayıp açıkta kalmasıydı.
Lighted Place for Books'taki çenebaz kasiyerin, seçtiği on iki ro- Armanuş Çakmakçıyan'ın erkekler konusunda yaşadığı fiyas-
manı tek tek işlemden geçirip çantaya yerleştirmesini seyretti. Ni- konun ardındaki ikinci etken daha karmaşıktı: akrabaları. San
hayet kredi kartı onayını aldığında, satış fişinin altındaki miktara Francisco'daki Çakmakçıyan ailesi ve Arizona'daki annesi, Arma-
bakmamaya çalışarak kâğıdı imzaladı. Bir kez daha biriktirdiği nuş için doğru erkeğin kim olduğuna dair birbirine taban tabana
bütün parayı kitaplara yatırmıştı! Tam bir kitap kurduydu Arma- zıt görüşlere sahipti. Çocukluğundan beri neredeyse beş ayını San
nuş; pek matah bir özellik değildi bu, zira oğlanların gözünde kıy- Francisco'da (yaz tatilleri, bahar tatili ve hafta sonu ziyaretleri)
meti harbiyesi yoktu; bu yüzden de zengin bir koca bulmasını ha- geri kalan yedi ayını da Arizona'da geçirdiğinden, her iki tarafın
yal eden annesinin keyfini kaçırıyordu. Daha bu sabah telefonda, da kendisinden neler beklediğini ve bu beklentilerin ne kadar uz-
bu gece dışarı çıktığında romanlar üzerine tek kelime bile etme- laşmaz olduğunu birinci elden öğrenme fırsatı bulmuştu. Neresin
yeceğine dair söz verdirmişti annesi ona. Kendisini bekleyen ran- den bakılırsa bakılsın birbirihin tümüyle zıddıydı bu beklentiler.
devuyu düşündüğünde midesinde bir endişe dalgasının kabardığını Bir tarafı memnun eden adım, öteki tarafı mutlaka rahatsız ederdi.
hissetti Armanuş. Yaklaşık bir senedir kimselerle çıkmıyordu. Annesi Rose, Ortabatı'da doğmuş, beyaz, Protestan bir Ameri-
Yemin etmişti sözde randevularla vakit kaybedeceğine bu işi kö- kalı'ydı ve bu tanıma uyan insanlarla çıkmasını istiyordu. San
künden kesip hiç kimseyle çıkmamaya, oturup evde kitaplarını Francisco'daki baba tarafı ise diyasporada kalabalık, Katolik bir
okumaya. Ne var ki nasıl olduysa bu akşam Armanuş Çakmakçı- Ermeni sülaleydi ve onlar da kendilerine benzeyenlerle çıkmasını
yan erkeklerle şansını bir kez daha deneyecek, aşka bir şans daha bekliyorlardı. Bu durumda kimsenin canını sıkmamak için, San
verecekti. Francisco'dayken Ermeni çocuklarla, Arizona'dayken de Ermeni-
Karşı cinsle tekerrür eden başarısızlıklarının ardındaki esas likle uzaktan yakından alakası olmayanlarla çıkmayı denemişti
sebep kitaplara duyduğu tutku ve çıktığı erkeklerden daha bilgili Armanuş. Ama kaderin bir cilvesi, San Francisco'da bulunduğun-
olmasıydı belki ama durumu daha da vahim hale getiren iki ilave
da ilgisini çekenler hep Ermeni olmayanlardı, öte yandan Arizo- normal muamelesi yapar. Armanuş insanların normalliği varsay-
na'da tutulduğu üç delikanlının üçü de Ermeni-Amerikahlar çık- maya ne kadar yatkın olduklarını keşfetmişti küçük yaşlarda. An-
mıştı, annesini sükûtu hayale uğratma pahasına. nesi odar olduğuna göre, Rose'un başka bir odar'lz evlenmesin-
Aldığı kitaplarla beraber endişelerini de sırtlanarak çıktı ki- den daha normal ne olabilirdi? Arkadaşları Armanuş'un üvey ba-
tapçıdan. Opera Meydanı'nı geçerken rüzgâr ıslık çalıyor, kulak- basının da Ortabatıh, beyaz, Protestan bir Amerikalı olduğunu
larına tekinsiz ezgiler mırıldanıyordu. Opera Kafe'de oturan genç düşünüyorlardı.
bir çift ilişti gözüne; ya önlerindeki tıka basa dolu sandöviçlerde Türk Sokağı'ndaki dükkânların önünden hızlı hızlı yürüdü:
umduklarını bulamamışlardı ya da kavga etmişlerdi. Tanrı'ya şü-
Gay-dostu bir pansiyon, Lübnanlıların işlettiği ve baharatlı ezme-
kür bekârım ve yalnızım, diye düşündü Armanuş şakayla karışık.
ler satan bakkal ve sadece Tayland ürünleri satan marketin yanın-
Türk Sokağı'na saptı. Seneler önce New Yorklu Ermeni-Amerika-
dan geçip çeşit çeşit insanla yan yana yürüdükten sonra Russian
lı bir kıza şehri gezdirmişti bir keresinde. Bu sokağa geldiklerin-
Hiü'e giden tramvaya bindi. Alnını tozlu cama dayayıp ufuktan
de kızın yüzü buruşmuştu: "Türk Sokağı! Nereye gitsen karşına
kalkan sisi seyrederken, Borges'in Labirentler'ini düşündü. Bu şe-
çıkıyor Türkler.'"
hirde olmayı, şehrin vücudunda nabız gibi atan şevki seviyordu.
Armanuş kızın bu tepkisine ne kadar şaşırdığını hatırlıyordu.
Küçüklüğünden beri severdi buraya gelmeyi; babası ve Şuşan ni-
Sokağa bu ismin verilmesinin sebebinin, vaktiyle belediye başka-
nesiyle kalmayı. Annesinin aksine babası bir daha evlenmemişti.
nı olarak hizmet vermiş ve şehrin tarihinde önem taşıyan Frank
Armanuş babasının zaman içinde birtakım kız arkadaşları oldu-
Türk'ün anısına hürmet olduğunu anlatmaya çalışmıştı.
ğunu biliyordu ama hiçbiriyle tanıştınlmamıştı, ya ilişkiler ciddi
"Öyle ya da böyle," diye kesmişti nutkunu arkadaşı, şehir ta-
olmadığı için ya da babası onu bir şekilde üzmekten çekindiği
rihiyle pek ilgilenmemişti. "Nereye gitsen karşına çıkmıyor mı
için. Muhtemelen ikincisiydi. Tam Barsam Çakmakçıyan'a göre
Türkler?"
bir davranıştı bu. Dünya üzerinde onun kadar diğerkâm, bu kadar
Armanuş sesini çıkarmamıştı. Nasıl diyebilirdi ki, evet Türk-
egosuz bir insan olamayacağına inanırdı Armanuş. Anlayamadığı,
ler her yerdeler, hatta ve hatta içlerinden biri annemle evli! Nasıl
babası gibi bencillikten nasibini almamış bir erkeğin nasıl olup da
söylersin bunu?
annesi gibi bencillik abidesi bir kadına evlenme teklif edebil-
Ermeni arkadaşlarının yanında üvey babasından bahsetmezdi
diğiydi. Annesini sevmediğinden değil. Severdi elbette ama kolay
Armanuş. Hoş, Ermeni olmayan arkadaşlarına da güvenmezdi ya.
değildi Rose ile yaşamak. Zaman zaman annesinin tatminsiz sev-
Hatta Ermeni-Türk sorunu hakkında gıdım bilgisi ya da ilgisi ol-
gisinden boğulacak gibi olurdu. O zaman San Francisco'ya, Çak-
mayanlara bile anlatmazdı bir şey. Sırların grip virüsünden daha
makçıyan ailesinin kollarına kaçardı ama orada da aynı ölçüde ta-
hızlı yayıldığını bildiğinden, sırlarını da sessizliğini de korurdu.
lepkâr bir sevgi deryası onu içine çekerdi.
Ne zaman Mustafa'dan söz etmesi gerekse ismiyle değil tanımıy-
Armanuş Çakmakçıyan tramvaydan iner inmez adımlarını
la hitap ederdi ona: üvey baba. Yoksa bir Ermeni'ye "Mustafa" is-
mini söylese tüyleri diken diken olurdu anında. Lise bittiğinde sıklaştırdı. Matt Hassinger onu yedi buçukta almaya gelecekti.
sırlarını saklamak kolaylaşmıştı Armanuş için zira üniversite Hazırlanmak için bir buçuk saatten az zamanı vardı; bu da duş ya-
kampüslerinde ilgi duyulan en son mevzu "ebeveynler"di. Eğer pıp üzerine bir elbise geçirmeye anca yeterdi. Belki herkesin çok
olağandışı bir ailevi durumun olduğunu anlatmazsan, herkes sana yakıştığını söylediği şu turkuaz elbiseyi giyerdi. Bu kadarı yeter.
Makyaj yok, aksesuar yok. Kendini bu randevu için süsleyip püs-
lemeyecekti, zaten fazla bir şey de beklemeyecekti. Her şey yo-
lunda giderse hoş olurdu. Gitmezse de ne âlâ, buna da hazır ola- "Sen ona bakma yavrum. Yaşlandıkça huysuzlaşıyor," dedi Sur-
caktı. San Francisco şehrini ve zihnindeki düşünceleri kaplayan pun Hala arkasından. "Hepimiz seninle gurur duyuyoruz canım."
sisin altında Armanuş, babaannesinin Russian Hill'deki evine "Canım gurur duyuyoruz tabii ama yaşına göre davransa da-
ulaştı. San Francisco'nun en dik tepelerinden birinde yer alan ha- ha iyi olur," dedi Varsenig Hala son porselen tabağı da masaya
reketli bir göçmen mahallesiydi burası. koyarken. Sonra yeğenine sıkı sıkı sarıldı. "Senin yaşındaki kız-
"Merhaba canım, hoş geldiiiiin!" lar makyaj malzemesi kıyafet çanta peşinde, sense kitap peşinde-
Hayrettir, kapıyı babaannesi değil Surpun Hala açmıştı. "Ca- sin. Hoş senin güzelleşmeye ihtiyacın yok ama oku oku oku, bu-
nım nasıl özledim seni," dedi sevgiyle, "anlat bakalım, ne yaptın nun sonu neye varır?"
dışarlarda? Nasıl geçti günün?" "Halacım daha iyi ya, makyaj malzemesi kıyafet çanta peşinde
"İyi geçti," dedi Armanuş sakin sakin, bir yandan da en küçük olsam ailecek iflas ederdik, kitaplar çok daha hesaplı,".dedi
halasının salı akşamı burada ne işi olduğunu merak ediyordu. Armanuş en pinti halasına göz kırparak. Batan güneşin ışığında
Surpun Hala ezelden beri, en azından Armanuş'un çocuklu- ne kadar güzel göründüğünün farkında değildi. Çantasını babaan-
ğundan beri, öğretim üyeliği yaptığı Berkeley'de otururdu. Her nesinin koltuğuna bıraktı ve hediye oyuncaklarını görmek için
hafta sonu muhakkak San Francisco'ya gelirdi ama hafta içi bura- can atan bir çocuk gibi hemen içindekileri boşalttı. Kitaplar birbiri
da görülmesi beklenmedik bir hadiseydi. Ne var ki Armanuş o üzerine 'yağdılar: A/e/: Toplu Eserler, Kum Kitabı, Yollan
gün neler yaptığını anlatmaya başlar başlamaz bu soruyla ilgilen-
Çatallanan Bahçe, Narziss ve Goldmund, Rua Dam Vale, Çalı
meyi bıraktı. Yüzünde güller açarak, "Yeni kitap aldım," dedi Ar-
Horozu, Denizin Değiştirdiği, Küskün Kahvenin Türküsü, Baha-
manuş.
ra Kadar Bekle Bandini, Elde Makas Koşmak ve en sevdiği yazar
"Kitap!? Yine. kitap mı dedi o?" diye içeriden bağırdı tanıdık Kundera'nın iki kitabı: Yaşam Başka Yerde ve Gülünesi Aşklar -
bir ses.
bazısı yeni, bazısı seneler önce okunmuş ama şimdi tekrar okuna-
Varsenig Hala'nın sesi! Armanuş yağmurluğunu kancaya astı,
cak romanlar.
rüzgârın dağıttığı saçlarını düzeltti ve Varsenig Hala'nın burada
Armanuş, Çakmakçıyanların kitap tutkusuna gösterdiği di-
ne işi olduğunu merak ede ede içeriye yöneldi. Şimdi bu saatte
rencin bir başka sebebi, çok daha derin ve karanlık bir hikâyesi
burada değil havaalanında olması gerekmiyor muydu? Aynı vo-
olduğunu düşünüyordu. Sadece kadın olduğu için değil, Ermeni
leybol takımında forvet olan ikiz kızları, üç günlüğüne gittikleri
olduğu için de bibliyofil olmaktan kaçınması gerekiyordu. Varse-
Los Angeles'taki bölge turnuvasından bu akşam dönüyordu. Var-
nig Hala'nın okumasına sürekli muhalefet etmesinin altında daha
senig Hala maç yüzünden öyle heyecanlıydı ki üç gündür gözüne
duygusal, hatta tarihsel bir kaygı, bir hayatta kalamama korkusu
uyku girmemiş, sürekli kızlarına ya da antrenöre telefon edip dur-
olduğunu seziyordu. Halası onun yaşıtlarından çok farklı olması-
muştu. Ama takımın geri döndüğü gün, âdeti olduğu üzre saatler
nı, onlar arasından sivrilmesini istemiyordu. Hep anlattıklarına
evvelinden havaalanına gitmek yerine, buraya gelmiş, içerde ma-
göre, Ermeniler Osmanlı'nın bir parçası iken henüz, Osmanlı hü-
sayı kuruyordu.
kümetinin ilk safdışı ettikleri arasında yazarlar, şairler, sanatçılar,
"Evet, kitap dedim," dedi Armanuş, geniş oturma odasına gi- entelektüeller varmış. Önce "beyinlerden" kurtulmuşlar, ondan
rerken.
sonra gerisini sürmüşler - sıradan insanları. Diyasporadaki pek
çok Ermeni aile gibi Çakmakçıyanlar da çocuklarından biri oku-
maya yazmaya fazla merak gösterdiğinde ve ortalamanın fazla "Ne varmış ki bunda? Dişlerini fırçalar bir de naneli sakız
üzerine çıktığında hem gurur duyuyor hem endişeleniyorlardı. çiğnersen koku moku kalmaz."
Kitapların dünyası tehlikeliydi, bilhassa da romanların. O Elinde maydanoz ve limon dilimleriyle süslenmiş bir tabak
kurgusal yol insanı kolaylıkla hayaller evrenine götürebilirdi, her musakkayla içeri giren Zaruhi Hala'ydı konuşan. Tabağı masaya
şeyin akışkan ve her şeyin mümkün olduğu o tekinsiz evrene. în- bırakıp yeğenini kucaklamak için kollarını açtı. Armanuş kollarını
san ne olduğunu anlamadan öyle bir kapılıp giderdi ki bu âleme, açarken, bir yandan da onun burada ne işi olduğunu merak edi-
bağı büsbütün kopabilirdi gerçeklikle. Oysa azınlıksan, azınlık yordu. Ama durumu anlamaya başlamıştı artık. Çakmakçıyan ai-
çocuğu olarak gelmişsen dünyaya, hiçbir zaman fa^la hayalci, lesinin tüm fertlerinin tam da Armanuş'un bir erkekle randevusu
fazla naif, fazla romantik olma lüksün yoktu. Ayakların her za-
olduğu akşam Şuşan Nine'nin evinde tecessüm etmiş olması pek
man sıkı sıkı basmalıydı hakikatlerin toprağına. Çok fazla itimat
iyi planlanmış bir "tesadüftü! Herkes başka bir bahaneyle ama
etmemeliydin kimseciklere. Kötümser olmak iyimser olmaktan
belli ki aynı maksatla gelmişti: Hepsi de şu Matt Hassüıger'i, bi-
yeğdi; zira dünya haksızlıklarla dolu bir yerdi. Geçmişinde trav-
ricik gözbebeklerini dışarı çıkaracak olan şanslı genç adamı gör-
malar olanlar için hayalgücü olsa olsa zehirli bir iksirdi; farkında
mek, sınamak ve değerlendirmek istiyordu belli ki.
bile olmadan kanına girer, bünyeni altüst eder, tam gaz geleceğe
Armanuş umutsuz bir bakışla baktı akrabalarına. Ne yapabi-
ve hayatta kalmaya odaklanmanı engellerdi. Susturulanlar öyle
lirdi? Bunca sevgi ve ilgi karşısında bağımsızlığını nasıl koruya-
rahatlıkla heba edemezlerdi kelimeleri. Kimlikleri ellerinden alı-
bilirdi? Hayata itimat etmemek ve felaketlerden korkmak için
nanlar öyle kolay kolay terk edemezlerdi kökenlerini. Diyaspora-
bunca haklı sebebi olan bir sülaleyi nasıl ikna edebilirdi kendisi
da Ermeni olmak kalan sağların torunu olmak demekti. Kalan
için endişelenmemeye? Genetik mirasından nasıl kurtulabilirdi,
sağların çocuklarından biri olarak, yine de okumak düşünmek
yazmak ve hayal kurmak isterseniz, bunu sessiz sedasız ve içten bilhassa bir yanı bu mirasla gurur duyarken? Sevgi ve şefkatle
içe yapmanız gerekirdi, asla kendini kaptırmadan. Böyle bir aile örülü bir kuşatmaydı yaşadığı, ama kuşatmaydı işte. O kadar da
mirasına sahipken, farklılaşmak değil, "normalleşmek" peşinde iyi niyetliydiler ki karşı çıkamıyordu hiçbirine. Mümkün müydü
olmalıydı. Böyle öğrenmişti Armanuş, ama öğrendiklerinin tekini savaşmak iyilikle?
bile uygulamıyordu işte. "İşe yaramaz ki," dedi Armanuş içini çekerek. "En keskin diş
Mutfaktan süzülen keskin, baharlı kokuyla dalgınlığından macunlan, en naneli sakızlar, hatta şu feci keskin ağız çalkalama
sıyrıldı. "Halacım, yemeğe kalacak mısın?" diye sordu üç hala- sulan bile bastıramaz bastırmanın kokusunu. Bu dünyada bastır-
sından en konuşkan olanına. mayı yenecek çapta bir şey icat edilmedi daha. En azından bir
"Az bir şey tırtıklarım tatlım," diye mırıldandı Varsenig Hala. hafta geçmesi lazım. Bir dilim dahi yesen günlerce çemen kokar,
"Birazdan havaalanına gitmem lazım, ikizler bugün dönüyor. Size çemen terlersin. Çişin bile bastırma kokar!"
mantı getirmek için uğradım bir de..." Varsenig Hala gururla O arkasını döner dönmez, Varsenig Hala merakla fısıldadı
gülümsedi, "Bil bakalım ne geldi bugün Erivan'dan? Bastırma Surpun Hala'ya: "Çişim kokar diye bastırma yemeyi reddedeni de
geldi! Otur da yiyelim." ilk defa duyuyorum."
"Halacım mantı da yiyemem bastırma da şimdi," dedi Armanuş Armanuş bunlan duymazdan gelip banyoya yöneldi. Halala-
kaşlarını çatarak. "Bütün gece sarımsak kokmak istemiyorum." rıyla didişmeye niyeti yoktu. Hazırlanması gerekliydi. Ne var ki
banyoya adımını atar atmaz Dikran Dayı'yı buldu karşısında. Ba-
şı lavabonun altındaki dolapta, koca gövdesi elleriyle dizleri üze- diye düşündü Armanuş.
rinde, lavabonun musluklarını tamire koyulmuş durumda. Az kal- Öteden beri çıtı pıtı bir kadındı ya, ihtiyarlık onu iyice küçül-
sın üzerine basıyordu. tüp zayıflatmıştı. Giderek gün içinde şekerlemeye daha fazla ihti-
"Dikran Dayı?" diye tiz bir çığlık attı Armanuş. "Ay canım yaç duyuyordu. Geceleriyse her zamanki gibi uyanıktı. İhtiyarlık
geldin mi sen!" diye seslendi Dikran İstanbuliyan lavabonun
Şuşan'ın uykusuzluk sorununu bir nebze olsun azaltmamıştı. Uyu-
altından.
maz, kısa kısa kestirirdi sadece. Armanuş usulca kapıyı kapattı.
"Bu ev Çehov karakterleriyle dolu," diye mırıldandı Armanuş Salona döndüğünde sofra kurulmuştu. Onun için de bir tabak
kendi kendine.
koymuşlardı. Yemek randevusuna bir saatten az zaman kaldığı
"Sen öyle diyorsan öyledir," dedi Dikran Dayı göbeğini sı- halde nasıl olup da aileyle oturup yemek yemesini bekleyebilir-
vazlayarak. "Âlim olan sensin." "Dayıcım, ne işiniz var orada?"
lerdi? Ama Armanuş, Çakmakçıyanlardan düz mantık bekleme-
"Babaannen evdeki muslukların eskiliğinden şikâyet edip du- mek gerektiğini öğrenmişti bir kere. Yemezse kırılırlardı. Herkesi
rur ya. Bu akşam kendi kendime dedim ki, neden dükkânı erken mutlu etmek için bir-iki şey atıştırabilirdi. Hem bu mutfağı se-
kapatıp Şuşan'ın evine musluktan tamir etmeye gitmiyorsun?" verdi; hayatının Arizona kıyısından San Francisco kıyısına her
"Ya öyle mi?" dedi Armanuş gülmemeye çalışarak. "Ne tesa- geçişinde yemek yeme alışkanlıklarını değiştirmişti. Ermeni mut-
düf. Herkes burada bu akşam. Babaannem nerede peki?"
fağından Ortabatı Amerikan mutfağına geçebilmek için damak
"Kestiriyor," dedi Dikran İstanbuliyan, İngiliz anahtarını al-
tadını tamamen silbaştan düzenlemesi gerekirdi her seferinde.
mak için zar zor dolabın içinden çıkıp, oflaya poflaya tekrar içeri
Annesi Rose, Ermeni yemeklerini mutfak sınırlarından olabildi-
emekledi. "Ne yaparsın ihtiyarlık, vücudun uykuya ihtiyacı
ğince uzak tutmak istemişti hep, hatta komşularıyla bir araya ge-
oluyor! Biliyorsun geceleri uyuduğu yok ki. Bari şimdi kestirsin.
lince Ermeni yemeklerini karalamaktan büyük zevk alırdı. Özel-
Ama yedi buçuğa kadar uyanır merak etme."
likle her fırsatta alenen yerin dibine batırdığı iki yemek vardı: pa-
Yedi buçuk! Görünüşe göre ailenin bütün fertleri biyolojik
ça ve bağırsak dolması. Armanuş, annesinin bir keresinde Bayan
alarmını Matt Hassinger'in zili çalacağı ana göre ayarlamıştı.
Grinnell'e nasıl yakındığını hatırladı.
"Bana penseyi uzatsana," dedi sıkıntılı bir ses. "Bu iş görmü-
yor." "Iyy," demişti Bayan Grinnell sesinde tiksintiyle. "Gerçekten
Armanuş, içinde her boydan yaklaşık yüz kırk parçanın bu- bağırsak mı yiyorlar?"
lunduğu alet çantasının içinde istenilen penseyi bulana kadar ilgili "Yemezler mi," demişti Rose başını hızlı hızlı sallayarak.
ilgisiz bir sürü alet edevat aldı eline. Beceriksiz Tesisatçı Dikran "Hem de hapur hupur yiyorlar. İçine sarımsak ve baharat doldu-
Dayı banyo borularını sökerken duş yapmanın imkânsızlığını rup mideye indiriyorlar o leş gibi etleri."
idrak ederek, arka taraftaki yatakodasına gitti, usulca kapıyı ara- İki kadın suratlarını buruşturmuştu aynı anda. Ne var ki Ar-
layıp içeri baktı. Babaannesi yatakta kıvrılmış, belli belirsiz hor- manuş'un üvey babası tam o sırada yüzünde bezgin bir ifadeyle
luyordu. Tedirgin bir uykuydu bu, her an bölünmeye hazır. Gene onlara dönüp, "Nesi varmış? Bumbara benziyor anlattığınız ye-
de çocukları ve torunlarıyla çevrili yaşlı kadınlara has bir bahti- mek. Öyleyse gerçekten çok lezzetlidir," demese daha da devam
yarlık okunuyordu yüzünde. Belki de rüyasında bizleri görüyor, edeceklerdi.
"Bu kocan da Ermeni mi?" diye fısıldamıştı Bayan Grinnell,
Mustafa odadan çıktığında.
miş rengârenk battaniyelerin altında geçirdiğinden, ilerleyen yaş-
"Ne münabeset," demişti Rose, sesini alçaltarak. "Sadece
larında kendisine dayatılan bu hırka mecburiyetini de benimse-
mutfakları benziyor... Yoksa, Ermenilerin düşmanı o."
mekte zorlanmamıştı Armanuş.
Hazırlık faslı tamamlanınca masaya oturdular. Akşamki ye-
meğe hazır olması için önceden evde bir şeyler atıştırması man-
tıklı geliyordu Çakmakçıyanlara.
"Ama güzelim kuş kadar yiyorsun. Mantımın tadına bakma-
Kapı zilinin çalmasıyla Armanuş hariç herkesi bir heyecandır al-
yacak mısın yoksa?" diye sızlandı Varsenig Hala, elinde kepçe,
dı. Saat daha yedi bile olmamıştı. Dakiklik Matt Hassinger'in me-
kara gözlerinde öyle büyük bir üzüntü vardı ki, gören de zanneder
ziyetlerinden biri olmasa gerekti. Aynı anda düğmeye basılmış-
ki bir hayat memat meselesi var ortada.
çasına halalarının üçü birden ayağa fırladılar. Sükûnetini muhafa-
"Yiyemem hala," dedi. "Tabağıma kadayıf doldurdun bile.
za eden Armanuş, kasten ağırlaştırdığı adımlarla, halalarının sabit
Şunu tadayım, yeter."
bakıştan altında kapıya gitti ve açtı.
"Et ve sarımsak kokmak istemedin," dedi Surpun Hala, hın-
Açmasıyla yüzünün aydınlanması bir oldu. "Babacım!" diye zır bir sesle. "Biz de sana ekmek kadayıfı verdik. Böylece nefesin
bağırdı sevinçle. "Akşam toplantın var sanıyordum. Nasıl bu ka- antepfıstığı kokacak."
dar erken gelebildin?" "İnsan neden antepfıstığı kokmak ister ki?" diye sordu uyku-
Ama daha sorunun sonuna gelmeden cevabı sezmişti bile. dan yeni kalkan Şuşan Nine şaşkın şaşkın.
Barsam Çakmakçıyan, gamzelerini açığa çıkartan gülüşüyle "Antepfıstığı kokmak istediğim filan yok," diye homurdandı
kızma sarıldı; gözleri gurur ve kaygıyla parlıyordu. "Evet ama Armanuş. Ama başka bir şey söyleyemeden, cep telefonu çalma-
toplantıyı ertelememiz gerekti," dedi Armanuş'a ve o arkasını dö- ya başladı: Çaykovski. Telefonu alıp kaşlarını çatarak ekrana bak-
ner dönmez, kız kardeşlerine fısıldadı: "Daha gelmedi mi oğlan?" tı. Özel numara. Herhangi biri olabilirdi. Yemeği iptal etmek için
Matt Hassinger'in gelişinden önceki son otuz dakika Arma- tuhaf bir bahane uydurmak üzere arayan Matt Hassinger bile ola-
nuş dışında herkesin heyecanı arttıkça arttı. Üst üste üç kıyafet bilirdi. Armanuş huzursuzca telefonu elinde tutarak öylece durdu.
giydirip defile yaptırdılar, sonunda oy birliğiyle aynı karara var- Dördüncü çalışta annesi olmadığını ümit ederek açtı.
dılar: Turkuaz elbiseyi giymeliydi. Kulaklarına elbiseye uygun Ama oydu: annesi!
düşecek küpeler geçirip koluna da Varsenig Hala'mn "kadınsı bir
"Canım iyi misin, sana iyi davranıyorlar mı orda?" oldu ilk
ışıltı" vereceğini söylediği şarap rengi bir çanta taktılar. Bir de
sorusu.
olur da gidecekleri yer soğuk olur diye tüylü lacivert bir hırka at-
"Evet, anne," diye mırıldandı Armanuş durgun bir sesle. Ar-
tılar omuzlarına. Armanuş sorgulamaması gereken şeyler listesin-
tık buna alışmış sayılırdı. Küçüklüğünden beri ne zaman Çak-
de "hırkalar" olduğunu biliyordu. Küçüklüğünden beri ne zaman
makçıyanların evinde kalsa, hayatı tehlikedeymiş gibi davranırdı
dışan çıksa bir hırka geçirmişlerdi üzerine. Her nedense ev dışın-
annesi.
daki dünya. Kuzey Kutbu gibi bir yerdi Çakmakçıyanlann gözün-
"Amy, sakın bana hâlâ evden çıkmadığını söyleme."
de. "Dışarısı" demek "soğuk diyar" demekti ve oraya gitmeden
Armanuş buna da nispeten alışıktı. Annesi, babasından bo-
eyvel tercihan el örgüsü hırkanı yanına alman gerekirdi. Bebekli-
şandığından beri bir kez olsun gerçek adıyla seslenmemişti ona.
ğini babaannesinin ördüğü, köşelerine isminin baş harfleri işlen-
Rose'un kızını sevebilmesi için onu yeniden isimlendirmesi ge- bir ordu çocuk varmışçasına krep üstüne krep yapıyordu. Akşama
rekmişti sanki. Bu bölünmüşlük senebesene ruhuna işlemişti Ar- kadar hepsini kendi yiyecekti muhtemelen. Üvey babası Mustafa
manuş'un. Babasıyla beraberken Armanuş, annesiyle Amy. Kazancıyı da getirebiliyordu Armanuş gözlerinin önüne, mutfak
Bugüne kadar Çakmakçıyan ailesinden hiç kimseye bu isim masasında oturmuş, elinde Arizona Daily Star gazetesi, bir yan-
değişikliğinden bahsetmemişti. Bazı şeylerin sır olarak saklan- dan ekonomi sayfalarını okurken bir yandan da kahvesini karıştı-
ması gerekirdi. Sır demişken, hayatında bundan bol ne vardı? rıyordu.
"Neden cevap vermiyorsun?" diye üsteledi annesi. "Bu gece Arizona Üniversitesi'nden mezun olup Rose'la evlendikten
dışarı çıkmayacak miydin?" sonra bölgedeki bir maden şirketinde çalışmaya başlamıştı Mus-
Armanuş odadaki herkesin kulak misafiri olduğunu bildiğinden tafa. Armanuş'un görebildiği kadarıyla kayaların ve taşların dün-
duralamıştı. "Evet anne," dedi sıkıntılı bir sessizlikten sonra. yasını insanlarınkinden fazla seviyordu. Fena bir adam değildi,
"Fikrini değiştirmedin değil mi?" "Hayır anne. İyi de numaranı belki biraz sıkıcı. Hayatta hiçbir şeye tutku duymuyor gibiydi. Ai-
neden sakladın?" "Kendime göre sebeplerim var. Anneyim ben. lesi orada olduğu halde kim bilir ne zamandır İstanbul'a dönme-
Arayanın ben olduğumu anlayınca telefona cevap vermiyorsun mişti. Armanuş bazen onun geçmişiyle bağlarını koparmak iste-
her zaman." Rose'un sesi hüzünle alçalmıştı ki yeniden yükseldi. diği izlenimine kapılıyor ama nedenini kavrayamıyordu. Bir-iki
"Matt aileyle tanışacak mı?" "Evet anne." kere onunla 1915'i ve Türklerin Ermenilere yaptıklarını konuş-
"Sakın ha! Asla yapma böyle bişey. Çocuğun ödünü kopartır- mak istemişti. "Ben pek bilmem bunları," diye kestirip atmıştı
lar. Sen o halalarını bilmezsin, sorgu memuru gibi zavallı çocu- Mustafa, nazik ama aynı ölçüde katı bir tavırla onu susturarak.
ğun burnundan fitil fitil getirirler." 'Tarihi tarihçilerle konuşmalısın."
Artnanuş sesini çıkarmadı. Ya telefon hattında tuhaf hışırtılar "Amy niye konuşmuyorsun evladım?" Rose'un sesi sinirli
vardı ya da annesi bir yandan ona dırdır ederken bir yandan da gelmeye başlamıştı.
saçlarını fırçalıyordu. "Annecim kapatmam lazım artık. Seni sonra ararım," dedi
"Neden bir şey söylemiyorsun tatlım? Yoksa hepsi orada mı Armanuş. Son anda bir cızırtı daha yükseldi ahizeden, annesi ya
o cadıların?" diye sordu Rose. Boğuk bir cızırtı geldi fondan. Bir tavaya koca bir kepçe krep hamuru daha koymuştu ya da ağlama-
kepçe krep hamurunun sıcak tavaya dökülüşü gibi. ya başlamıştı. Armanuş ilkine inanmayı tercih etti.
"Ah ah, bile bile neden soruyorum ki? Ordalar tabii. Bahse Sinirleri iyice bozulmuş bir halde masaya döndü, sandalyesi-
girerim hepsi birden gelmiştir. Hâlâ benden nefret ediyorlar değil ne oturdu ve kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak önündekini
mi?" yemeye başladı. Ne var ki tabağına istemediği şeyler doldurulmuştu
Armanuş'un buna verecek cevabı yoktu. Kafasında Rose'u aradan geçen zamanda. Hatasını anlaması birkaç saniye sürdü.
canlandırabiliyordu; hep değiştirmekten bahsettiği ama buna ne "Hala söyler misin ben neden mantı yiyorum?" diye söylendi
zaman ne para ayırabildiği somon rengi dolaplanyla loş mutfak- Armanuş.
ta dikiliyor olmalıydı şu anda; saçları gevşek bir topuz yapılmış, "Bilmem canım," diye aynı tonda karşılık verdi Varsenig Ha-
kablosuz telefon kulağına yapışık, öteki elinde bir spatula, evde la. "Tadına bakmak istersin diye koymuştum. Demek ki canın
çekmiş."
Armanuş'un içinden ağlamak geldi. Masadan kalkmak için
tü. Diğerleri de ona iyice sokulup yarım daire şeklinde oturdular.
izin istedi ve dişlerini fırçalamak üzere banyoya koştu. Bu aptal Hava durumundan konuştular önce. Ardından, Matt'in eğitimi
randevuyu verdiğine bin pişman olmuştu. Bir elinde diş macunu (hukuk fakültesindeydi, bu iyi de olabilirdi kötü de), Matt'in ailesi
bir elinde diş fırçası ve suratında da kırgın bir ifadeyle aynanın (onlar da avukattı, bu iyi de olabilirdi kötü de), Matt'in Erme-
önünde durup, uzun uzun kendine baktı. Şu basit Colgate Total nilere dair ne bildiği (pek bir şey bilmemesi kötüydü ama öğren-
Beyazlaştıncı Diş Macunu mantı kokusuyla nasıl savaşabilirdi meye hevesli olması iyiydi) hakkında konuştular; sonra yine ha-
ki? Acaba Matt Hassinger'i arayıp bu işi iptal mi etseydi? Aslında va durumuna geri döndüler, ondan sonra da sinir bozucu bir ses-
tek yapmak istediği odasına kapanıp aldığı romanları okumaya sizlik çöktü. Neredeyse beş dakika boyunca kimse tek kelime et-
başlamaktı. Başka hiçbir şey istemiyordu. medi. Bu sıkıntılı durumdan neredeyse acıklı bir açmaza düşe-
"Yatağında kalıp romanlarını okumalıydın," diye azarladı ay- ceklerdi ki Çaykovski yeniden duyuldu. Armanuş ekrana baktı:
nadaki tanıdık yüzü. özel numara. Telefonu titreşimli moda aldı.
"Saçmalama canım!" dedi arkadan bir ses. Zaruhi Hala'ydı Akşam yedi kırk beşte Armanuş Çakmakçıyan ve Matt Has-
yanı başında bitiveren. "Gençsin, güzelsin. Dünyadaki en iyi er- singer nihayet sokağa çıkabildiler. Venedik Kırmızısı bir Suzuki
keği hak ediyorsun. Şöyle biraz kadınsı bir ışıltı katalım sana, şu
Verona'ya atlayıp, Matt'in çokça methini duyduğu, sevimli ve ro-
ruju sürün bakalım küçük hanım!"
mantik olacağına kanaat getirdiği lokantaya doğru yollandılar.
Sürdü. Rujun altında "kadınsı ışıltı" filan yazmıyordu ama
Yerin adı Çarpık Pencere'ydi.
benzer bir ibare vardı, "vişne ışıltısı". Armanuş halasının zorla
"Umanm azıcık Karayip etkisi taşıyan Asya füzyon mutfa-
sürdüğü rujun çoğunu bir peçeteyle sildi. Tam o anda kapı çaldı.
ğıyla iyidir aran," dedi Matt, kendi sözlerine kendi de gülerek.
Yedi otuz iki! Dakiklik Matt Hassinger'in meziyetleri arasındaydı
demek. "Pek övüyorlar bu lokantayı."
İki dirhem bir çekirdek giyinmişti Matt Hassinger; hayli he- Pek övülmek, Armanuş için bir ölçüt değildi. Gene de şüphe-
yecanlı ve biraz şaşkın görünüyordu. Armanuş'tan üç yaş küçüktü sinin gecenin sonunda boşa çıkacağını umarak itiraz etmedi.
zaten ama ya saçlarına bir batman jöle sürdüğü ya da normalde Ne var ki gece hiç de istedikleri gibi gitmeyecekti. Entelektü-
giymeyeceği deri ceket ve bal rengi Ralph Lauren pantolonlara ellerin ve bohem sanatçıların buluşma yeri olan Çarpık Pencere
büründüğü için iyiden iyiye görünür olmuştu gençliği. Yetişkin ne sevimliydi ne romantik. Daha ziyade yüksek tavanlı bir ambara
gibi giyinmiş bir ergene benziyordu şu haliyle. Sol elinde on iki benziyordu; Art-Deco avizeleri ve çağdaş soyut sanat eserleriyle
kırmızı laleden oluşan koca bir demetle içeri girdi; Armanuş'a gü- süslenmiş bir ambar. Tepeden tırnağa karalar giymiş garsonlar, toz
lümsedi, sonra arkadaki izleyicileri fark edip donakaldı. Bütün şeker tümsekleri üzerinde çalışan karıncalar gibi harıl hani gelip
Çakmakçıyan ailesi Armanuş'un arkasına dizilmişti. gidiyordu. Abartılı bir zarafetle hazırlanmış tabaklan, hoyratça
"İçeri gel delikanlı, korkma," dedi Varsenig Hala en cesaret servis ediyorlardı. Her müşterinin yerini derhal bir başkası
verici sesiyle. alacaktı nasıl olsa. Menüye gelince, hepten anlaşılmaz bir dille
Matt Hassinger pancar gibi kızararak bütün aile fertleriyle tek hazırlanmıştı. Malzemeleri yeterince karmaşık değilmiş gibi, bir
tek tokalaştı. Kendine güvenini kaybedip terlemeye başladı. Biri- de her tabak belli bir ekspresyonist tabloya göndermede buluna-
si elinden çiçekleri aldı, bir başkası da ceketini. Tüyleri yolunmuş cak şekilde düzenlenmiş ve süslenmişti.
bir kaz gibi acıklı bir halde salona girip bulduğu ilk koltuğa çök- Lokantanın Hollandalı şefinin hayatta üç gayesi vardı: filozof
olmak, ressam olmak ve lokantada şef olmak. Gençliğinde hem
"Anne, rica ederim," dedi Armanuş çünkü bu soru ancak so-
felsefe hem de resimde çuvallayınca bu iki alandaki kıymeti bi-
rulmaması rica edilerek cevaplanabilirdi. Vücudunun ağırlığı iki
linmemiş yeteneklerini mutfağına katmaya karar vermişti. Böyle
katına çıkmış gibi sırtını kamburlaştırdı. Annesiyle iletişim kur-
böyle başlamıştı her bir tabağı bir tabloya benzetip, her bir yemek
mak neden bu kadar zordu?
tarifine felsefi anlamlar yüklemeye. Çarpık Pencere'de yemek,
Çabucak özür dileyip eve gider gitmez onu arayacağına söz
damak zevkinden ziyade sanatın alanına giriyordu.
vererek telefonu kapattı. Telefon konuşmasına bozulup bozulma-
Menü o kadar karmaşıktı ki ne sipariş edeceklerine karar ver-
dığını anlamak için göz ucuyla Matt'e baktı, ama onun hâlâ taba-
mek epey bir vakitlerini aldı. Seçtiği yemeklerle hangi şarabın gi-
ğını incelemekte olduğunu görünce endişesi yatıştı. Matt'in taba-
deceğini bilmeyen ama iyi bir etki bırakma arzusu duyan Matt şa-
ğı yuvarlak değil kareydi ve içindeki yiyecek dümdüz bir hardallı
rap menüsünden en pahalı şaraplardan birini seçti.
krema sosu çizgisiyle iki farklı bölgeye aynlmıştı. Desen ya da
Sohbete koyuldular. Matt inşa etmek istediği kariyerinden,
renklerden ziyade tabağın kusursuzluğu çarpıcı gelmişti Matt'e.
Armanuş yok etmek istediği çocukluğundan, biri gelecek planla-
Çatalını bu mükemmellik içinde bir yere batınrsa bu eksiksiz
rından diğeri geçmişin izlerinden, biri hayattaki beklentilerinden
dörtgenliği bozmaktan korkuyormuş gibi yutkundu.
diğeri aile anılarından. Uyuşmadı kimyaları, ikisi de bu uyuşmaz-
İlk anlatıldığında tam olarak anlamamışlardı ama yemekleri
lığı görmezden geldi. Tam yeni bir muhabbet boşluğuna düşmek
iki ekspresyonist tablonun kopyasıydı. Armanuş'un tabağı Fran-
üzerelerken Armanuş'un cep telefonu titremeye başladı. Tedirgin-
cesco Boretti'nin "Kör Fahişe" tablosunu esas almıştı. Matt'in ta-
likte numarayı kontrol etti. Bildiği bir numara değildi ama gizli
bagıysa, Mark Rothko'hun "İsimsiz" isimli tablosundan esinlen-
numara da değildi. Telefonu açtı. "Amy, nerdesin?"
mişti. İkisi de tabaklanna öyle dalmışlardı ki, garson her şeyin
Afallayan Armanuş kekeledi: "A-an-ne! Sen nasıl... numaran yolunda olup olmadığını sorduğunda duymadılar bile.
nasıl değişti?"
Sıra tatlılara geldiğinde sanat eserlerini mideye indirmeye
"Bayan Grinnell'in cep telefonundan arıyorum da ondan," de- alışmışlardı artık. Öyle ki Matt, Peter Kitchell'in "Nisan Mavileri
di Rose. "Telefonlarıma cevap verseydin bu kadar zahmete gir- Mayıs Sarıları Getirir"indeki kusursuz dizilmiş böğürtlenleri da-
mezdim tabii." ğıtmaktan rahatsızlık duymadı, Armanuş da Jackson Pollock'un
Tam o esnada garson kırmızı, bej ve beyaz tonlarından oluşan "Pırıldayan Özdek"ini temsil eden titrek, kadifemsi jöleye kaşığı-
bir tabağı önüne koydu. Fırça darbeleriyle sürülmüş gibi duran nı daldınrken tereddüt etmedi. Ama iş konuşmaya geldiğinde ye-
sosun içinde yuvarlak yuvarlak üç kırmızı, çiğ, ton balığı parçası mekte kaydettikleri ilerlemenin yansını bile kaydedememişlerdi.
ve sapsarı bir yumurta şansı vardı, hep birlikte yuvarlak gözlü üz- Eksik bir şeyler vardı. Her halükârda Armanuş sınırlarını anla-
gün bir yüz oluşturuyorlardı. Cep telefonunu hâlâ kulağında tutan mıştı; Matt Hassinger'e âşık olmasının imkânı yoktu. Bu keşfi
ama artık annesini dinlemeyen Armanuş, bu yüzü nasıl yiyeceğini yaptıktan sonra boş yere kendini zorlamaktansa anın keyfini çı-
düşünerek dudaklannı büzdü. karmaya çalıştı ve ona duyduğu ilginin yerini som sempati aldı.
"Amy, neden benimle konuşmuyorsun? Annen değil miyim? Eve dönerken arabayı kenara çekip bir müddet Columbus
Çakmakçıyanlara tanıdığın haklann yansını olsun bana tanımıyor Bulvarı'nda yürüdüler, ikisi de dalgın ve sessiz. O sırada rüzgâr
musun?" değişti ve Armanuş bir an denizin keskin, tuzlu kokusunu aldı;
deniz kıyısında olmak, bu andan kaçmak için büyük bir özlem
duydu. Yine de City Lights kitapçısının önüne geldiklerinde ilgiy- Yakında Arizona'ya dönecekti ama annesinin boğucu evrenine ta-
le vitrine bakmaktan kendini alamadı çünkü en sevdiği kitaplar- hammül edebileceğinden emin değildi. San Francisco'yu sevdiği,
dan birini görmüştü orada: A Tomb for Boris Davidovich. babası ve Şuşan Nine'yle kalmak için bir dönemliğine kaydını
"Bu kitabı okudun mu? Müthiştir!" dedi kendini tutamayıp ve dondurabileceği halde burada da başka türlü boğuluyordu. Adeta
kesin bir "hayır" cevabı aldıktan sonra ilk hikâyeyi anlatmaya kimliğinin bir bölümü kayıptı da onu bulmadan kendi hayatını
başladı. Ancak Doğu Avrupa Edebiyatı hakkında bilgi sahibi ol- yaşamaya başlayamıyordu. Bu gece Matt Hassinger'le yaşadığı
madan bu kitabın hakkının verilemeyeceğine inandığından önce bu vasat randevu zaten hissettiği bir açmazı daha net görmesine
genel bir çerçeve çizdi; takip eden yirmi dakika boyunca anlattı yaramıştı. Bir boşlukta yaşıyordu. Tek başına uzun bir yolculuğa
da anlattı. Böylece Armanuş daha bu sabah annesine verdiği ki- çıkması gerektiği hissinden kurtulamıyordu.
taplar hakkında tek kelime etmeme sözünü bozmuş oldu. Meyveleri yanına alarak sessizce odasına süzüldü. Saçlarını
Nihayet Russian Hill'e geri döndüklerinde Şuşan Nine'nin topladı, turkuaz elbiseyi özenle çıkardı ve Çin mahallesinden al-
evinin önünde yüz yüze durdular. Gecenin bittiğinin ve çok da is- dığı ipek pijamayı giydi. Hazırlıkları biter bitmez bilgisayarını
tedikleri gibi gitmediğinin farkındaydılar. Ancak tensel yakınlık, açtı. Şu anda ona yardım edebilecek tek bir şey, sığınabileceği tek
ancak tutkulu bir öpüşme kapatabilirdi yaşanan kusurları. Halbuki bir yer vardı: Cafe Constantinopolis.
öpüştüklerinde ikisi de tutkudan fersah fersah uzaktı; Armanuş Cafe Constantinopolis bir chat odasıydı ya da müdavimleri-
için şefkatle, Matt için hayranlıkla mühürlenmiş bir dokunuştan nin deyişiyle kahvesiz bir siberkafe. Birkaç Yunanh-Amerikalı,
öteye geçemedi. Sefarad-Amerikalı ve Ermeni-Amerikalı tarafından kurulmuştu;
"Bütün gece sana bir şey söylemek istedim," diye kekeledi New Yorklu olmaları dışında tek bir temel ortak noktalan vardı:
Matt. "İnanılmaz bir kokun var... olağandışı, egzotik... tıpkı.." hepsi de bir zamanlar İstanbul'da yaşamış gayrimüslim ailelerin
"Tıpkı ne?" diye atıldı Armanuş, "bir tabak sarımsaklı mantı" torunlarıydı. Hepsi de aileleriyle gurur duyuyor ve Türklerden
diyecek diye ödü patlayarak. hazzetmiyordu. Web sitesi tanıdık bir melodiyle açılıyordu:
Ama cevap korktuğu gibi olmadı: "Antepfıstığı... evet, antep- Istanbul was Constantinople Now it's Istanbul, not
fıstığı kokuyorsun." Constantinople Been a long time gone, Constantinople Now it's
On biri çeyrek geçe Armanuş, nihayet Şuşan Nine'nin evine Turkish delight on a moonlit night*
döndü. Kapıyı açarken bütün aileyi salonda siyaset konuşup çay
içerken, meyve dilimleyip onun dönüşünü beklerken bulacağın- Müzikle birlikte günbatımında eflatun, siyah ve sarımsı tülle-
dan korktu bir an. Ama içerisi karanlık ve boştu. Babasıyla baba- re bürünmüş şehrin silueti beliriyordu fonda. Ekranın ortasında
annesi yatmış, diğerleri de çoktan gitmişti. Masanın üzerinde bir chat odasına girmek için nereye tıklanacağını gösteren, yanıp sö-
tabak içinde iki elma ve iki portakal vardı, özenle soyulmuş ve
görünüşe göre yemesi için ona bırakılmıştı. Armanuş kararmış el- * İstanbul bir zamanlar Konstantinopoüs'ti/Şimdi İstanbul, Konstantinopo-
malardan birini aldı. İçi burkuldu, sebepsiz, öylesine. Gecenin te- lis değil/Epey geride kaldı. Konstantinopolis/Şimdi mehtabın altında bir Türk
lokumu.
kinsiz dinginliğinde elmayı kemirerek evde hayalet gibi dolaşma-
ya başladı; bilmediği bir sebepten ötürü hüzünlenmişti. Son za-
manlarda ne kadar yorulduğunun ancak şimdi farkına varıyordu.
nen bir ok vardı. Herhangi bir yer hissi versin diye özellikle bula- tesindeki tek kadın romancı. Zabel Yeseyan muhteşem bir karak-
nık ve belirsiz bırakılmış şehir siluetinin ta kalbine bakıyordu terdi. İstanbul'da doğmuş, sürgünde yaşamış, romancı ve köşe ya-
böylece kafe. Bu noktadan sonra daha ileri gitmek için şifre gere- zan olarak alabildiğine zor ama dolu dolu bir hayat sürmüştü. Ar-
kiyordu. Pek çok gerçek, yerel kafe gibi burası da teoride herke- manuş'un masasının üzerinde bir fotoğrafı vardı; şapkasının altın-
se açıktı ama pratikte müdavimlere ayrılmıştı. Bu kural gereği, dan çerçevenin ötesindeki belirsiz bir noktaya bakıyordu Zabel
zaman zaman gelgeç sohbetçiler çıksa da, grubun çekirdeği üç Hanım bu resimde.
aşağı beş yukarı aynı kalıyordu. Siteye girdikten sonra zeminde- Anuş Ağacı'nın üyeleri her hafta bir tartışma konusu seçerdi;
ki siluet soluyor ve oyundan önce açılan tiyatro perdesi gibi iki tarih ve felsefeye meraklıydılar. Popüler kültürden nefret ettikleri
yana çekiliyordu. Siberkafeye girerken çan sesleri duyuyordunuz, gibi kapitalist tüketim kültürünün hükümranlığını tanımamaya
sonra yine aynı melodi ama bu sefer daha uzaktan: ahdetmişlerdi. Seçtikleri temalar çeşitlilik gösterse de ortak tarih-
leri ve kültürleri üzerinde durmaya meyilliydiler - "ortak" da ço-
Even old New York was once New Amsterdam
ğunlukla "ortak düşman" anlamına geliyordu: yani Türkler. Hiç-
Why they changed it I can't say People just
bir şey insanlan ortak bir düşman kadar hızla ve kuvvetle birbiri-
liked it better that way*
ne yakınlaştırmaz.
Siteye girdikten sonra Armanuş, "bekâr Ermeniler", "bekâr Bu hafta tartışma konusu "Yeniçeriler"di. Yeni gönderilmiş
Yunanlılar" gibi arkadaş atayanlara aynlrruş fowrnlara bakmadan iletileri gözden geçirirken Baron Baghdassarian'm online olduğu-
doğrudan "Anuş Ağacı" yazan yeri tıkladı. Burası daha entelektüel nu görüp sevindi Armanuş. Onun hakkında tek bildiği tıpkı ken-
meraklan olanlann buluştuğu bir forumdu. Armanuş grubu on ay disi gibi kalan sağlann torunu olduğuydu ama kendisinin aksine
önce keşfetmişti ve o günden beri hemen her gün tartışmalara öfkeyle doluydu. Bazen aşın sert ve şüpheci olabiliyordu. Son
katılan daimi bir üyeydi. Zaman zaman bazı üyeler gündüz vakti birkaç ay boyunca, siberuzayın ele avuca gelmezliğirıe rağmen,
mesaj atsalar da esas tartışmalar geceleyin, günlük rutinin hayhu- ya da belki tam da o sayede, Armanuş ondan hoşlanmaya başla-
yu bittikten sonra gerçekleşiyordu. Armanuş forumu eve döner- mıştı. Mesajlannı okuyamadan geçerse günü, derin bir eksiklik
hissediyordu. Ona karşı hissettiği her neyse -dostluk, hoşlanma
ken uğramayı âdet edindiği salaş, dumanlı bir bar olarak hayal et-
ya da sırf merak- bunun karşılıklı olduğunu biliyordu.
mekten hoşlanırdı.
Cafe Constantinopolis'in Anuş Ağacı bölümü yedi daimi üye-
den oluşuyordu, bunların beşi Ermeni geri kalan ikisi Yunan'dı. "Osmanlı hükümdarlığının adil olduğuna inananlar Yeniçeri-
nin Paradoksunu bilmezler. Yeniçeriler kendi halklarını hakir
Şahsen tanışmamışlar, böyle bir ihtiyaç duymamışlardı. Hepsi
görmek ve geçmişlerini unutmak pahasına bir ihtimal toplumsal
farklı şehirlerden, mesleklerden ve hayatlardan geliyordu. Hepsi-
merdivenin tepesine tırmanmak üzere Osmanlı devleti tarafından
nin takma adları vardı. Armanuş'unki Madam Sürgün Ruhum'du.
alıkoyulup din değiştirtilen Hıristiyan çocuklardı. Yeniçerinin
Bu ismi çok sevdiği yazar Zabel Yeseyan şerefine seçmişti; 1915'
Paradoksu, her azınlık için geçmişte olduğu kadar günümüzde de
te Osmanlı hükümetinin devşirdiği Sakıncalı Ermeni Aydınlar lis-
geçerlidir. Ey göçmenlerin çocukları! Bu asırlık soruyu arada bir
* Bizim New York bile bir zamanlar Yeni Amsterdam'dı/Kim bilir adını ne- sorun kendinize: Bu paradoks içinde konumunuz ne olacak, Yeni-
den değiştirdiler/Zahir böylesini daha çok beğendiler. çeri rolünü kabullenecek misiniz? Türklerle barış yapmak için ce-
miyetinizi yüzüstü mü bırakacaksınız, onların deyimiyle hep bir-
6. Mantı tadına, sucuk kokusuna, bastırma iptilasına aşina mısınız?
likte ileriye bakmak için geçmişe perde çekmelerine izin mi vere-
7. Fazlasıyla önemsiz konularda kolayca çileden çıkıp sinirleniyor
ceksiniz?" ama gerçekten endişelenecek ya da paniğe kapılacak önemli bir
Bakışları ekrana yapışmış vaziyette, elmadan bir ısınk daha şey olduğunda sükûnetinizi koruyor musunuz?
8. Kemerli burnunuzu ameliyat ettirdiniz mi? (ya da ettirmeyi plan
alıp sinirli sinirli çiğnedi Armanuş. Hiçbir erkeğe böylesine hay-
lıyor musunuz?)
ranlık duymamıştı, tabii babası hariç ama o farklıydı. Baron
9. Buzdolabınızda bir kavanoz nutella, sandık odasının bir yerlerin
Baghdassarian'da onu hem heyecanlandıran hem de ürküten bir
de bir tavla tahtası var mı?
şey vardı, ama Baron'dan ya da cüretle savunduğu fikirlerden de-
10. Salonunuzda çok sevdiğiniz bir halı serili mi? Üzerinde yürüme
ğil, kendisinden korkuyordu. Sözlerinin derine işleyen bir büyüsü
ye dahi kıyamadığınız oluyor mu?
vardı, içinde barınan ama henüz açığa çıkmamış Armanuş'u,
11. Ezgisi gayet oynak olduğu ve sözlerini anlamadığınız halde Lor-
uykudaki o esrarlı mahluku dışan çıkartmaya muktedirdi. Her na-
ke Lorke oynarken içinizi hüzün basıyor mu?
sılsa Baron Baghdassarian sözlerinin mızrağıyla Armanuş'un
12. Her akşam yemeğinden sonra toplanıp meyve yemek evinizde
içindeki o saklı mahluku dürtüklüyordu. Ya bir gün kükreyerek köklü bir âdet mi? Babanız kaç ya'şına gelmiş olursanız olun si
uyanır ve bir daha uyumazsa... zin için hâlâ portakalları soyuyor mu?
Armanuş bu ürkütücü olasılığı düşünürken Leydi Tavuskuşu 13. Akrabalarınızın ağzınıza yiyecek tıkıştırıp, "doydum" lafını ka
Siramark tarafından gönderilmiş uzun bir mesaj ilişti gözüne - bu bul etmedikleri oluyor mu?
kadın Kaliforniya merkezli bir şaraphanede çalışan Ermeni-Ame- 14. Duduk sesi sırtınızı ürpertiyor mu ve kayısı ağacından yapılmış
rikalı bir şarap uzmanıydı ve sık sık Erivan'a yolculuk yapar, her bir flütün nasıl bu kadar keder banndırabildiğini merak etmekten
yolculuk sonrasında ABD'yle Ermenistan arasında hayli eğlenceli kendinizi alamadığınız oluyor mu?
kıyaslamalar geliştirirdi. Bugün de kimin ne kadar Ermeni oldu 15. İçten içe geçmişinizde öğrenmenize izin verilenden çok daha faz
ğunu ölçen bir test yollamıştı. . . lasının olduğunu hissediyor musunuz?

Yeterince Ermeni misiniz testi:


Bu soruların hepsine "evet" cevabı veren Armanuş kaç puan
1. Bebekliğiniz boyunca el örgüsü battaniyeler altında uyudunuz aldığını görmek için aşağıya baktı.
mu, okula giderken el örgüsü hırkalar giydiniz mi?
2. Altı ya da yedi yaşına kadar her yaşgününüzde elinize bir Erme 0-3 puan: Kusura bakma ahbap, sen Ermeni değil "yabancı"sın. 4-8
ni Alfabesi kitabı tutuşturuldu mu? puan: İçimizden bir yabancı gibisin. Muhtemelen bir Erme-ni'yle
3. Evinizde, garajınızda ya da büronuzda Ağrı Dağı'nın en az bir
evlisin.
adet resmi asılı mı?
9-12 puan: Ermeni olduğun neredeyse kesin. 13-
4. Evde Ermenice sevilip okşanmaya, İngilizce azarlanıp haşlanma
15: Hiç kuşku yok, mağrur bir Emenisin.
ya ve Türkçe çekiştirilip arkanızdan işler çevrilmesine alışık mı
sınız?
Armanuş gülümsedi. İçindeki seyahat arzusu yeniden kabar-
5. Misafirlerinize patates cipsiyle humus, patlıcanlı dipli kanapeler
ikram ediyor musunuz? dı. Beyninin derinliklerinde gizli bir kapı açılmıştı sanki. Gitmesi
gerekiyordu. Bir yolculuğa feci ihtiyacı vardı.
Parçalı çocukluğu yüzünden halen bir süreklilik ya da aidiyet mel. Senin durumunsa daha farklı ama neticede hepimiz Ameri-
duygusu kazanamamıştı. Kendi hayatını yaşamaya başlayabil- kalı ve Ermeni'yiz, temelimizi kaybetmediğimiz sürece bu çoğul-
mek için geçmişine yolculuk etmesi gerekiyordu. Bu yeni fehmin luk güzel bir şey."
ağırlığı üzerine çökerken, görünüşe göre herkese ama özellikle
Baron Baghdassarian'a mesaj yazmaya başladı: Körfez Bölgesindeki itibarlı bir edebiyat dergisinin baş editö-
rüyle evli, eskiden iyi bir köşe yazan olduğu halde şimdi sadece
"Yeniçerinin Paradoksu birbiriyle çelişen iki varoluş hali mutsuz bir ev kadını olan Bedbaht Ev Kadını'ydı bunları yazan.
arasında kalmaktır. Bir tarafta geçmişin kalıntıları birikir. Öte ta-
rafta vaat edilen geleceğin ışıltıları. Geçmiş üç H -hafıza, hüzün "Kültürel çoğulluk iyi bir şey elbette ama benim durumum ço-
ve haksızlık— demek bizim için. Gelecek ise başarının süslemele- ğulluktan ziyade eksiklik üzerine kurulu. Annemi gücendirmemek
riyle bezenmiş bir sığınak, daha önce hiç sahip olmadığın bir em- için ne tam Ermeniliğimle barışabildim, ne de babamı gücendir-
niyet duygusu, çoğunluğa katılma, normalleşme arzusu." me korkusuyla Amerikalılığtmla. Bir kere en başta Ermeni olmayı
başaramadım," yazdı Armanuş, bir itirafın eşiğinde olduğunun
"Hoş geldin Madam Sürgün Ruhum! Döndüğüne sevindim,
farkındaydı. "Kimliğimi bulmam gerek. Gizliden gizliye ne düşü-
içindeki şairi duymak ne güzel."
nüyorum biliyor musunuz? Ailemin Türkiye'deki evini görmeye
Baron Baghdassarian'dı bu. Armanuş cümlenin sonunu tekrar gideceğim. Babaannem hep İstanbul'daki o muhteşem evden bah-
yüksek sesle okumaktan alamadı kendini: içindeki şairi duymak seder. Gidip kendi gözlerimle göreceğim. Ailemin geçmişine bir
ne güzel. Düşünceleri dağıldı ama sadece bir anlığına. yolculuk yapabilsem, aynı zamanda kendi geleceğime doğru yola
çıkmış olacağım. Geçmişimi keşfetmek için bir şey yapmazsam
"Sanırım Yeniçerinin Paradoksu bizzat benim için de geçerli.
Yeniçerinin Paradoksu yakamı bırakmayacak."
Farklı kültürlerden gelen ve son derece tatsız bir biçimde boşan-
mış bir anababanın tek çocuğu olarak," —şahsi tarihini ifşa et- "Dur, dur, dur," yazdı Leydi Tavuskuşu / Siramark panikle.
mekten duyduğu rahatsızlıkla bir an duraladı ama devam etme ar- "Nasıl yani? Tek başına Türkiye'ye mi gideceksin, aklını mı kaçır-
zusu baskın çıktı- "kalan sağların çocuğu olan Ermeni bir ba- dın?"
bayla Kentucky, Elizabethtown'lu bir annenin tek kızı olarak iki
taraf arasında kalmanın, tam manâsıyla bir yere ait olamamanın, "Bazı bağlantılar bulabilirim. O kadar zor değil."
sürekli iki varoluş hali arasında gidip gelmenin nasıl bir şey ol-
"Ne bağlantılarından bahsediyorsun Madam Sürgün Ru-
duğunu biliyorum."
hum?" diye üsteledi Leydi Tavuskuşu/Siramark. "Pasaportunda-
O zamana kadar gruptaki kimseye bu kadar şahsi ve doğru- ki Ermeni isimle nereye kadar gidebileceğini zannediyorsun?"
dan bir şey yazmamıştı. Kalbi küt küt atarak derin bir nefes aldı.
Baron Baghdassarian onun hakkında ne düşünecekti şimdi, ger- "Onun yerine İstanbul'da dosdoğru emniyet müdürlüğüne git
çek düşüncelerini yazacak mıydı acaba? de kendini bir güzel tutuklat!" diye araya girdi Anti Kavurma -
Columbia Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmalarında öğrenciydi ve
"Zor olsa gerek. Diyaspöradaki çoğu Ermeni için Hai Dat bir çocukluğundan beri her kahvaltıda annesinin önüne kavurma çı-
kimlik edinmek anlamında sahip olduğumuz yegâne psikolojik te- karmasından şikâyetçiydi.
Armanuş hayatıyla ilgili bir diğer temel gerçeği itiraf etmenin rını birbiri ardına ifşa etmek bu koca dünyada yalnız olma hissi-
tam zamanı olduğunu hissetti. "Doğru bağlantıları bulmak benim ni tetiklemişti - hep bildiği ama yüzleşmek için doğru anı bekle-
için o kadar zor olmayabilir çünkü annem bir Türk'le evli." diği bir şeydi bu. "Sız hepiniz diyasporadaki Ermeni cemiyeti
Uzun bir sessizlik oldu. Kimse bir şey yazmayınca Armanuş içinde doğdunuz ve içlerinden biri olduğunuzu kanıtlamak zorun-
devam etti. da kalmadınız hiç. Halbuki ben doğduğum günden itibaren eşikte
kaldım. Arafta sıkıştım. Mağrur ama travmalı bir Ermeni aileyle,
"Adı Mustafa, Arizona'da bir şirkette jeolog olarak çalışıyor. histeri ölçüsünde Ermeni karşıtı bir anne arasında gidip geldim.
İyi adam ama tarihle hiç alakası yok ve ABD'ye geldiğinden beri, Sizin gibi Ermeni-Amerikalı olmak için önce Ermeniliğimi
yani yaklaşık yirmi senedir, memleketine hiç gitmedi. Ailesini dü- bulmam lazım. Geçmişe bir yolculuk gerektiriyorsa bu, yapmaya
ğüne bile davet etmedi. Bir tuhaflık var ortada ama nedir bilemi- hazırım..."
yorum. O konuda hiç konuşmaz. Ama İstanbul'da büyük bir ailesi
"Peki babanla ailesi Türkiye'ye gitmene nasıl izin verecek?"
olduğunu biliyorum. Ona bir keresinde ailesinin nasıl insanlar
olduğunu sordum: Sıradan insanlar, senin benim gibi, dedi." Stoacı Alex'ti bu, güneşli hava, lezzetli yiyecekler ve güzel kadın-
larla çevrili olduğu müddetçe hayatından memnun olan Bostonlu
"Dünyanın en duyarlı adamı değil anlaşılan, tabii erkekler bir Yunan-Amerikah. Zenon'un sadık takipçisi olarak insanların
söz konusu olduğunda duygu diye bir şeyden bahsedilebilirse"
sınırlarını zorlamaması ve sahip oldukları şeyle mutlu olması ge-
diye araya girdi Sappho'nun Kızı, kısa süre önce Brooklyn'de sa-
rektiğine inanırdı. "San Francisco'daki ailen endişelenmez mi?"
laş bir reggae barında iş bulmuş lezbiyen bir garsondu.
Endişelenmek mi? Halalarının ve babaannesinin yüzlerini
"Bana da öyle geldi," diye ekledi Bedbaht Ev Kadını. "Sevme gözünün önüne getirince suratı ekşidi Armanuş'un. Endişeden
yeteneği var mı bari?" hasta olacaklarını biliyordu.
"Var. Annemi seviyor, annem de onu," diye cevap verdi Arma- "Bilmemeleri lazım, kendi iyilikleri için. Bahar tatili geliyor,
nuş. Annesiyle üvey babası arasındaki sevgiyi ilk kez kabul etti- İstanbul'da on gün geçirebilirim. Babam Arizona'da annemle ol-
ğini fark etti. "Neyse, onun ailesiyle kalabilirim, ne de olsa üvey duğumu düşünür. Annem burada San Francisco'da olduğumu sa-
kızıyım, herhalde beni misafir olarak kabul ederler. Sıradan Türk- nır. O kadar da zor değil bunu sağlamak. Zaten birbirleriyle ko-
ler tarafından nasıl karşılanacağım sorusu müthiş bir bilmece. Şu nuşmazlar hiç. Üvey babam da İstanbul'daki ailesiyle hiç görüş-
Amerikanlaşmış akademisyenler değil, gerçek bir Türk ailesi." mez. Durumun ortaya çıkmasının imkânı yok. Sır olarak kala-
"Sıradan Türklerle ne konuşacaksın?" diye sordu Leydi Ta- cak." Armanuş gözlerini kırpıştırarak ekrana baktı. "Annemi her
vuskuşu Siramark. "Eğitim görmüşleri bile ya milliyetçi ya cahil. gün, babamı iki-üç günde bir ararsam her şeyi kontrol altında tu-
Sıradan insanlar tarihi gerçekleri kabul eder mi sence? 'Sizi kat- tabilirim."
liamdan geçirip sürdüğümüz sonra da bütün bunları inkâr ettiği- "Süper plan valla! İstanbul'a kapağı atınca," dedi Leydi Ta-
miz için özür dileriz' mi diyecekler sanıyorsun? Neden başını der- vuskuşu/Siramark, "bizim kafeye her gün rapor yollarsın."
de sokmak istiyorsun?"
"Vay, bizim savaş muhabirimiz olursun," diye atıldı Anti Ka-
"Anlamıyorsun..." Armanuş birden ümitsizliğe kapıldı. Sırla- vurma.
Armanuş ekrandan uzaklaşmak için sandalyesine yaslandı. Yedinci Bölüm
Gecenin sessizliğinde babasının düzenli soluklarını ve yatağında
dönen babaannesini duyabiliyordu. Vücudunun ağırlaştığını his- BUĞDAY
sediyordu, sanki bir yansı uykusuzluğun ne menem bir şey oldu-
ğunu anlamak için bütün gece bu sandalyede oturmak istiyordu,
öteki yansı da yatağa gidip derin bir uykuya dalmak. Öteki elma-
yı da bitirdi, adrenalin salgıladığını hissetti - bir karar vermişti ve
artık dönüş yoktu.
Armanuş masa lambasını kapattı, geriye bir tek bilgisayann

U
titrek ışığı kaldı. Tam Cafe Constantinopolis'ten çıkmak üzereydi
ki ekranda bir satır belirdi.
"Bu içsel yolculuk seni nereye götürürse götürsün, lütfen ken-
dine dikkat et sevgili Madam Sürgün Ruhum ve Türklerin sana
kötü davranmasına izin verme..." yanalı iki saati geçmişti ama Asya
Kazancı hâlâ kaz tüyü yorganının altında, yatakta miskin miskin
Baron Baghdassarian'dı bunu yazan. yatıyor, ancak İstanbul'un üretebileceği sesleri dinlerken, zihnin-
de Şahsi Nihilizm Manifestosunu oluşturuyordu.

Birinci Madde: Yaşadığın hayatı sevmek için bir sebep bula-


mıyorsan yaşadığın hayatı seviyormuş gibi yapma.

Bu cümleyi biraz düşündü ve o kadar beğendi ki manifesto-


sunun ilk satın yapmaya karar verdi. İkinci maddeye geçerken dı-
şanda birisinin frene asıldığını duydu. Akabinde şoförün avaz
avaz küfürleri yükseldi; anlaşılan yaya geçidini kırmızı ışıkta
çaprazlama geçen bir yayaya bağınyordu. Şoför, şehrin uğultusu
içinde sesi kısılana kadar bağırdı durdu.

İkinci Madde: İnsanların ezici çoğunluğu asla düşünmez, dü-


şünenler de asla ezici çoğunluk olmaz. Ayrımı gör! Tarafım seç!
Üçüncü Madde: Tarafını seçemiyorsan bari sadece yaşa,
hırslarından arın; bir su yosunu ya da yaban otu ol.

"İki saattir bas bas bağınyoruz içerden, duymuyo musun?


Hâlâ yatakta n'apıyosun, tembel kız?"
Kapıyı çalma gereği duymadan başını içeri uzatan Banu Tey- "Asya dedim!"
ze'ydi. Bu sabah kırmızısı öyle göz alıcı bir eşarp bağlamıştı ki "Ne var ya!" Asya'nın kafası yorganın altından kıvırcık, kuz-
kafası uzaktan kocaman, olgun bir domatese benziyordu. "Krali- guni bir öfke topu olarak çıktı. Ayağa fırladığı gibi yatağın yanın-
çe Hazretlerini beklerken bir semaver çayı bitirdik. Hadi kalk ba- da duran lavanta rengi terliklere bir tekme savurdu; birini ıskala-
kalım! Kızaran sucuğun kokusunu almıyor musun? Acıkmadın dı ama diğerini dosdoğru şifoniyerin üzerine göndermeyi başardı.
mı ya?" Cevabı beklemeden kapıyı kapattı. Terlik aynaya çarptıktan sonra yere yumuşak iniş yaptı.
Dördüncü Madde, diye mırıldandı Asya, yorganı burnuna çe- "Allahaşkına, bir pazar sabahı azıcık rahat veremez misiniz?"
kip öteki tarafa dönerek. Cevaplarıyla ilgilenmediğin sorular sor- "Maalesef saatler süren bir azıcık yok," dedi Zeliha Teyze,
ma. terliğin sinir bozucu rotasını takip ettikten sonra. "Neden sinirle-
Yorganın altında büzülmüşken, kahvaltı masasını resmetti rimi bozmaya çalışıyorsun? Ergenlik isyanlarına kalkışıyorsan
zihninde. Hafta sonu kahvaltısının bildik şamatası esnasında se- geç kaldın küçük hanım; o işi en azından beş yıl önce halledecek-
maverin minnacık musluğundan damlayan suyun sesini, yumurta tin. On dokuzuna girdiğini hatırlatırım."
tenceresinde fokur fokur kaynayan yedi yumurtayı, tavada cızır- "Bilmez miyim," dedi Asya gözlerinde ürkütücü bir bakışla.
dayan baharatlı sucuk dilimlerini ve sürekli bir kanaldan diğerine "Tam da bana hamile kalıp evlilik dışı dünyaya getirdiğin yaşta-
atlayan televizyonun sesini duyabiliyordu. İçeri bakmaya gerek yım."
duymadan semaverin başında Gülsüm Nine'nin durduğunu bili-
Kapıda dikilen Zeliha Teyze, bütün gece içip içip yarattığı
yordu; sucukları kızartamn kırk günlük Sufı perhizi başarıyla bi-
büstü ertesi sabah ayık kafayla görünce derin hayal kırıklığına
tip de kendini falcı ilan ettikten sonra iştahına yeniden kavuşan
uğrayan bir heykeltıraşın bezginliğiyle baktı Asya'ya. Bir dakika
Banu Teyze olduğunu bildiği gibi. Hangi kanalı seçeceğine karar
boyunca hiç sesini çıkarmadı. Sonra baktığı yüzün aynadaki kendi
veremeden birinden diğerine atlayanın Feride Teyze olduğuna
yansıması olduğunu fark etmiş gibi dudakları kederli bir gülüşle
emindi; aynı anda hem çizgi film, hem pop müzik hem de haber-
büküldü. Kızı kendine ne çok benziyordu. Ne kadar da aynı nasıl
leri emmeye kabil.
da uzaktılar.
Beşinci Madde: Hayatta başarmak için yeteneğin ya da sebe- Zeliha Teyze o yaşlardaki hallerini hatırladı; şüpheciliğini,
bin yoksa, uğraşma boşuna, bir şey olmakla yetin. Sahip olma, asiliğini, öfkesini aynen kızına geçirmiş gibiydi. Nasıl olduğunu
sadece ol! anlamadan Kazancı ailesinin kara koyunları ikiye çıkmıştı. Neyse
Altıncı Madde: Bir şey olmak için yeteneğin ya da sebebin ki Asya henüz çok genç olduğundan dünyadan bezmiş görün-
yoksa, sadece varolmakla yetin. Bir şey olma, sadece varol! müyordu henüz. Ama kendini yok etmeye muktedirdi. İnşa ettik-
lerini kendi elleriyle yerle bir etme eğilimi herkese has bir özellik
"Asya!!!" Kapı ardına kadar açıldı ve Zeliha Teyze hışımla değildir bu hayatta. Bu çatı altında bu özellikten nasibini almış iki
içeri daldı. "Kalk dedik ya! Haşmetmeap bize katılmanız için da- kişiden biriydi Asya. Gözlerinde usul usul parlıyordu kendi ken-
ha kaç elçi göndermemiz lazım?" dini yok etmenin o ağulu cazibesi.
Kişilikleri ne kadar benziyorsa görünüş açısından da o kadar
Yedinci Madde: Varolmak için yeteneğin ya da geçerli bir se-
farklıydılar. Zeliha Teyze, Asya'nın ona çekmediğini açıkça göre-
behin yoksa, sadece tahammül et hayata.
biliyordu. Güzel değildi, muhtemelen de asla olmayacaktı. Vücu-
dunda ya da yüzünde bir acayiplik olduğundan değil. Aslında ay- Açılır kapanır masanın üzerinde çoktan hazır edilmişti kah-
rı ayrı bakıldığında her yeri biçimliydi; boyu, kilosu, kıvırcık valtı. Huysuzluğuna rağmen, masanın, böyle bezendiğinde, altın-
kuzguni saçları, çenesi... ama hepsi bir araya geldiğinde, toplamda daki mercan rengi halıyla nasıl uyum sağladığını görüp de beğen-
bir bozukluk vardı. Çirkin de değildi, hem de hiç değil. Vasat bir meden edemedi. Üç çeşit siyah zeytin, kırmızı biberli yeşil zey-
hoşluğu vardı, bakması güzel ama bakanın aklında yer etmeyecek tin, tam yağlı beyaz peynir, örgü ve otlu ve keçi peynirleri, haş-
türden. Yüzü öyle sıradandı ki onunla ilk kez karşılaşanların çoğu lanmış yumurta, petek balı, manda kaymağı, ev yapımı kayısı ve
daha önce karşılaştıkları hissine kapılıyordu. Şu aşamada böğürtlen reçelleri, porselen tabaklarda üzerine zeytinyağı gezdi-
"güzel"den ziyade, "hoş" iltifatını koparabilirdi olsa olsa. Bunda rilmiş, kekik serpilmiş domatesler... Fırından yeni çıkmış böreğin
bir beis yoktu elbette; tek sakıncası hayatının bu safhasında kokusu mutfaktan içeri süzülüyordu.
Asya hoş değil, güzel olmak peşindeydi. Doğrusu hoşluk kendisi- Artık doksan yaşında olan Cicianne masanın başına oturmuş,
ne yakıştırılmasını istediği son şeydi. Bundan yirmi yıl sonra vü- kendisinden bile daha ince bir çay fincanı tutuyordu elinde. Yü-
cudunu daha farklı bir gözle görmeye başlayacaktı. Asya gençlik- zünde dalgın ve biraz da şaşkın bir bakışla balkon kapısının ya-
lerinde çekici olmasalar da orta yaşlarında gayet alımlı olabilen nındaki kafesinde şakıyan kanaryayı seyrediyordu yeni fark etmiş
kadınlardandı. O zamana kadar dayanabilirse tabii... gibi. Belki de öyleydi. Alzheimerin beşinci safhasına girdiğinden
Maalesef Asya'nın zerre itimadı yoktu hayata. Zamana gü- bu yana hayatındaki en bildik yüzleri ve hadiseleri karıştırmaya
venmeyecek kadar kötümserdi. İlahi adaletin doğruluğuna en başlamıştı.
ufak inancı olmayan bir yangındı içi. Bu açıdan da başka kimse- Mesela geçen hafta ikindi namazının sonlarına doğru, alnını
ye değil annesine çekmişti. Bu kafayla ne sabırlı olabilirdi ne de seccadeye dayadığı anda ardından ne yapacağını unutuvermişti.
inançlı; hayatın, vücudunu onun çıkarına döndüreceği günü bek- Okuması gereken duaların sözleri aniden bir harfler zincirine dö-
lemesinin imkânı yoktu. Fiziksel sönüklüğünün kızının genç kal- nüşmüş ve sayılamayacak kadar çok ayağı olan kara, kıllı bir kır-
bini sızlattığını açıkça görebiliyordu Zeliha Teyze. Keşke güzel- kayak gibi uzaklaşıp gitmişti. Bir süre sonra kırkayak durmuş, ar-
liğin o kadar da arzulanası bir şey olmadığını anlatabilseydi ona. kasına dönmüş, uzaktan Cicianne'ye el sallamıştı. Ne yapacağını
Güzelliğin sadece en yanlış erkekleri çeken bir mıknatıs olduğu- bilemeyen Cicianne elinde tespihi, başında namaz örtüsü, secca-
nu ona söyleyebilseydi. Keşke güzel doğmamakla ne kadar şanslı deye yapışık, yüzü Kıble'ye dönük vaziyette oturakalmıştı, sessiz
olduğunu; çirkin kadınlara hem hemcinslerinin hem erkeklerin ve hareketsiz, ta ki biri durumu fark edip onu yerinden kaldırana
daha cömert davranacağını, hayatının daha kolay olacağını anla- kadar.
tabilseydi. "Devamı nasıldı?" diye panikle sormuştu Cicianne, onu diva-
Yine tek kelime etmeden şifoniyere gitti Zeliha Teyze, terliği na yatırıp başının altına yumuşak yastıklar koyduklannda. "Sec-
aldı ve diğer tekiyle birlikte Asya'nın çıplak ayaklannm önüne dede Süphane Rabbiyel ala, Süphane Rabbiyel ala, Süphane Rab-
koydu. Silahlarını teslim etse de onurunu teslim etmeyen mağrur biyel ala demek gerekir. En az üç kere söylemek lazım. Üç kere
savaş esiri pozunda çenesini kaldırmış ve sırtını dikleştirmiş olan söyledim." Çileden çıkmış gibi tekrar etmişti. "Ya sonra? Ondan
kızının önünde durdu. sonra ne vardı? Kaçıncı rekâttaydım?"
"Düş önüme!" buyurdu Zeliha Teyze. Anne kız sessizce otur- Kısmet bu ya Cicianne bu soruyu sorduğunda yanında Zeliha
ma odasına yollandılar. Teyze vardı. Ne namazla ne de başka bir dini vecibeyle ilgisi ala-
kası olduğundan, anneannesinin neden bahsettiğine dair en ufak yakın hissediyordu.
bir fikri yoktu. Ama yardımcı olmak, becerebildiğince ihtiyar ka- "Günaydın, benim güzel torunum," diye cevap verdi Cician-
dının endişesini azaltmak istemişti. Kalkıp Kuran'ı getirdi ve say- ne, herkesi belleğinin berraklığıyla şaşırtarak.
falarını karıştırarak teselli verebilecek bir şeyler aradı: "Bak ne Elinde uzaktan kumandayla oturan Feride Teyze, "nihayet,
diyor: 'Namaz kılınınca yeryüzüne dağılın. Allah'ın ihsanını, lüt- huysuz prenses uyandı," diye söylendi ona bakmadan. Sesindeki
funu arayın.'" azarlama tınısına rağmen keyfi yerinde gibiydi. Daha bu sabah bir
"Ne demek istiyorsun?" Cicianne kafası iyice karışmış bir kez daha boyamıştı saçlarını; bu sefer platin rengine. Asya artık
halde gözlerini kırpıştırdı. teyzesinin saç biçimindeki radikal değişimlerin ruh halindeki ra-
"Şunu diyorum, artık namaz öyle ya da böyle bittiğine göre dikal değişimlerin işareti olduğunu biliyordu. Delilik emareleri
düşünmeyi bırakıp dağılabilirsin. Bu ayet de öyle diyor, değil mi? bulmak için Feride Teyze'yi dikkatle incelemeye başladı. Kendini
Hadi Ciciannecim, gel de bizimle birlikte yemek ye." tümüyle televizyona kaptırmış, son derece yeteneksiz bir pop
İşe yaramıştı. Cicianne unuttuğu ayet için endişelenmeyi bı- yıldızını hayranlıkla seyretmesi dışında bir tuhaflık bulamadı.
rakıp onlarla birlikte huzur içinde yemeğini yemişti. Yine de böy- "Hazırlanman gerek biliyorsun, misafirimiz bugün geliyor,"
le vakalar son zamanlarda ürkütücü bir sıklıkla meydana gelmeye dedi Banu Teyze, fınndan yeni çıkmış bir tepsi börekle içeri gi-
başlamıştı. Genelde sakin ve içine kapanık olan Cicianne an rerken. Belli ki günlük karbonhidratını almaktan mutluydu. "O
geliyor, en basit şeyleri bile unutuyordu. Gelgeldim öyle zaman- gelmeden evi toplamak lazım."
lar vardı ki zihni yeni ovalanmış Venedik kristalleri gibi berrak - Ayağıyla Beşinci Sultan'ı damlayan musluktan uzaklaştırma-
laştığından hasta olduğuna inanmak güçleşiyordu. Bu sabahsa ne ya çalışarak, kendine dumanı tüten semaverden çay alan Asya ka-
durumda olduğunu söylemek zordu. Daha çok erkendi. yıtsızca sordu: "Bu Amerikalı kız sizi neden bu kadar heyecanlan-
Nihayet yüzünü yıkamış ve dişlerini fırçalamış olan Asya, dırıyor ki?" Çayından bir yudum alınca yüzünü buruşturup şeker
"Günaydın Cicianne," diye seslendi lavanta rengi terliklerini ma- aramaya başladı. Bir, iki... tam dört adet şekerle doldurdu küçü-
saya doğru sürüklerken. İhtiyar kadının üzerine eğilip iki yana-
cük bardağı.
ğından öptü.
"Ne demek neden bu kadar heyecanlandırıyor? Misafir o!
Küçüklüğünden beri ailenin bütün kadınları arasında kalbin-
Okyanusun ta öte tarafından geliyor," dedi Feride Teyze, okyanu-
de özel bir yeri vardı Cicianne'nin. Onu çok severdi. Ailenin bazı
sun öte tarafının ne kadar uzak olduğunu göstermek için elini kal-
fertlerinin aksine Cicianne boğmadan sevmeyi başanrdı çünkü.
dırıp Nazi selamı vererek. Lise yıllarını hatırlamış gibiydi; atmos-
Tahakkümperver değildi sevgisi. İtmez, iğnelemezdi. Ara sıra
fer hareketleri ve okyanus akıntıları canlanmıştı zihninde. Bunu
onu nazardan korumak için Asya'nın ceplerine okunmuş buğday
kimse bilmezdi ama lise yıllarında öğrendiği tüm coğrafya bilgi-
taneleri koyardı gizlice. Kem gözlerle savaşmak kadar iyi ve sık
leri en küçük ayrıntısına kadar canlıydı belleğinde.
yaptığı bir başka şey de gülmekti; hastalığı ağırlaşana kadar. Es-
"Daha da mühimi bize dayının gönderdiği bir misafir o," di-
kiden Asya'yla ikisi sık sık beraber gülerlerdi. Son günlerde bü-
ye araya girdi, başka bir hayatta Korkunç İvan olma şöhretini hâ-
yük ninesinin sıhhatinden derin bir kaygı duyduğu halde, onun
lâ ısrarla koruyan Gülsüm Nine.
içine sürüklendiği özerk bellek kaybı ülkesine de saygı duyuyor-
"Dayım mı? Ne dayısı? Hani şu hiç görmediğim dayım mı?"
du Asya. İhtiyar kadın onlardan uzaklaştıkça onu kendine daha
Asya çayının tadına baktı. Hâlâ acıydı. Bir şeker daha attı. "Hu
hu, uyanın! Sözünü ettiğiniz adam ayağını Amerika topraklarına
bastığından beri bizi ziyarete gelmedi. Halen hayatta olduğunu birinde taktığı masmavi sombrero geldi aklına, İstanbul'da buna
kanıtlayan yegâne şey Arizona manzaralı kartpostallar," dedi Asya benzer bir şey bulsa gece gündüz başından çıkarmazdı kuşkusuz.
zehirli bir bakışla. "Güneş altında kaktüs, alacakaranlıkta kaktüs, Bu arada hiç kimse Zeliha Teyze'nin yüzünün aniden kedere bü-
mor çiçekli kaktüs, kırmızı kuşlu kaktüs... Adam kartpostal ründüğünü fark etmemişti.
tarzını bile değiştirmeye tenezzül etmiyor." "Gerçeklerle yüzleşmemiz lazım!" dedi Asya kendinden
"Karısının fotoğraflarını da yolluyor," diye ekledi Feride Tey- emin. "Yıllarca ailenin tek ve kıymetli erkek evladı olduğu için •
ze haksızlık olmasın diye. Mustafa Dayı'nın üzerine titrediniz ama o yuvadan uçar uçmaz sizi
"Çok umrumdaydı o tombul, sansın karısının fotoğrafları. unuttu. Adamın bu aileyi takmadığı açık değil mi? Madem öyle o
Yok mutfakta krep pişirirken, yok bahçede çapa yaparken, yok neden bizim için bir şey ifade etsin ki?"
Büyük Kanyon'da, yok Meksika şapkasıyla sırıtırken... Ne deme- "Oğlan çok çalışıyor," diye araya.girdi Gülsüm Nine. "Gurbet
ye gönderip duruyor bize bu fotoğrafları? Davet bile edilmediği- kolay değil. Gurbet yer kemirir adamı derler eskiler."
miz bir evin önünde yan yana bile gelmediğimiz kansı... Bize her "O eskidenmiş. Şimdi artık o kadar kolay ki gidip gelmesi, ta-
ay elin kadınının fotoğraflarını yollamasından sıkılmadınız mı?" bii gelmek isteyene. Uzaklık işin bahanesi." Asya çaydan yanan
Asya çayının halen kaynar olmasına aldırmadan koca bir yudum dilini rahatlatmak için peynirinden bir parça ısırdı. Hayrettir pey-
aldı. nir güzeldi, yumuşak ve tuzlu, tam sevdiği gibi. Hem vıdı vıdı
"Kolay değil onca yol gelip gitmek. Her gün gastelerde oku- edip hem de yiyeceğin tadını çıkarmakta zorlandığı için bir anlı-
ğına çenesini kapatıp, sinirli sinirli çiğnedi.
yoruz, uçaklar kaçırılıyor, arabalar kaza yapıyor, trenler bile dev-
Bu geçici ateşkesten yararlanan Banu Teyze gergin zamanlar-
riliyor. Dün Ege kıyılarındaki bir araba kazasında sekiz kişi öl-
da, âdeti olduğu üzre bir mesel anlatmaya başladı. Yakında ölece-
dü," diye araya rutin sabah haberlerini serpiştirdi Feride Teyze.
ğini bilen ve kaderden kaçabilmek için bütün dünyayı dolaşmaya
Kimseyle göz teması kuramadığından bakışları masanın etrafında
kalkan bir adamın hikayesiydi bu. Kuzeye, güneye, doğuya, batı-
asabi daireler çizdikten sonra tabağındaki siyah zeytinlerin üzeri-
ya, gidilebilecek her köşe bucağa gitmişti adam. En nihayetinde,
ne odaklandı.
Kahire'de beklenmedik bir biçimde Azrail'le karşılaşmış. Azrail
Feride Teyze ne zaman boyalı basının üçüncü sayfalarından
hayretle bakmış yüzüne. Ne tek kelime etmiş ne de peşinden git-
tüyler ürpertici haberler okusa sıkıntılı bir sessizlik olurdu. Bu se-
miş. Adam pilini pırtısını topladığı gibi oradan da kaçmış, yeni-
fer de öyle oldu. Bu sessizlik sırasında tek oğlunun böyle tenkit
den düşmüş yollara. Çin-i Maçin'de saklı, kuytu bir kasabaya ge-
edilmesinden rahatsız olan Gülsüm Nine surat astı; Banu Teyze
lene kadar hiç durmadan yolculuk etmiş. Susuz ve yorgun argın
eşarbının uçlarını çekiştirdi; Çevriye Teyze "Büyük Kanyon"un
karşısına çıkan ilk hana dalmış. Orada, oturtulduğu masanın he-
tam olarak nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı ama öğretmenlik men yanında sabırla onu bekliyormuş Azrail, bu sefer yüzünde ra-
mesleğinde geçirdiği yirmi dört yıl onu cevaplar konusunda cev- hatlamış bir ifadeyle. "Hoş geldin, tam zamanında geldin," demiş.
val, sorular konusunda pısırık yaptığından kimseye sormaya ce- "Doğrusu Kahire'de seninle karşılaştığımızda çok şaşırmıştım
saret edemedi; Cicianne tabağındaki sucuk dilimini bitirdi; Feride çünkü kaderinde Çin-i Maçin'de buluşmamız yazılıydı."
Teyze okuduğu başka kaza haberlerini düşündü ama kasvetli Asya bu hikâyeyi ezbere bilirdi, tıpkı bu çatının altında tek-
haberler yerine Mustafa'nın Amerikalı karısının fotoğraflardan rar tekrar anlatılan nice hikâyeyi harfi harfine bildiği gibi. Anla-
yamadığı ve asla anlayamayacağı nokta, teyzelerinin noktası vir- ri inançlıymış ötekiyse hep inançsız, hep huysuz. Günün birinde
gülüne kadar bilinen hikâyeleri anlatmaktan bu kadar haz duyma- köye Sultan gelmiş. 'Sepetlerinizi buğdayla dolduracağım, bu
larıydı. Oturma odasındaki hava yumuşadı; korunaklı bir hal aldı, buğdaya iyi bakarsanız altına dönüşür,' demiş. Birinci sepetçi bu
gündelik hayatın rutini usulca sarmaladı her birini; hayat uzun, teklifi sevinçle kabul etmiş ve sepetlerini doldurmuş. Senden da-
kesintisiz bir provaymış da herkes repliklerini ezberliyormuş gi- ha az hırçın olmayan ikinci sepetçi ise Büyük Sultan'ın hediyesini
bi. Kahvaltı bitene kadar bir lakırdıdan diğerine atladılar; her hi- reddetmiş. Sonunda ne olmuş biliyor musun?"
kâye bir yenisini tetikledi. Asya bile neşelenmişti. Bazen kendi "Tabii ki," dedi Asya, "en azından yüz kere dinlediğim bir hi-
tutarsızlığına kendi de şaşıyordu. En sevdiklerine karşı nasıl böyle kâyenin sonunu nasıl bilmem? Ama sen bu hikâyelerin benim ya-
hınçlanabiliyordu? Ruh hali bir yoyoydu sanki, inip çıkıyordu, ratıcı ruhuma verdiği zararı biliyor musun peki? Mesela bu gü-
kâh öfkeli kâh mutlu. Bilmiyordu ki bu açıdan da annesine ben- lünç hikâye yüzünden okula başlamadan önce, ertesi sabah altı-
ziyordu. na dönüşür umuduyla yastığımın altında bir buğday başağıyla
Sokaktan geçen bir simitçinin tekdüze sesiyle bölündü soh- uyurdum hep. Sonra ne oldu? Okula başladım, diğer çocuklara
betleri. Banu Teyze pencereye koşup kırmızı kafasını dışan uzat- altına dönüşecek buğdaylanmm beni yakında zengin edeceğini
tı. "Simitçi! Simitçi! Buraya," diye bağırdı. "Simit kaça?" anlattım günün birinde, sınıfın maskarası oldum. Beni budalaya
Simitin kaç para olduğunu bal gibi de biliyordu. Bu bir soru- çevirdiniz."
dan ziyade, vazife bilinciyle icra edilen bir ritüeldi. Bu yüzden de Asya'nın çocukluğunda yaşadığı bütün şoklar ve travmalar
soru ağzından çıkar çıkmaz adamın cevabını beklemeden sonraki arasında hiçbiri belleğinde buğday hadisesi kadar acı bir iz bırak-
repliğe geçti: "Sekiz tane versene." mamıştı. İlerki yıllarda daima en beklenmedik anlarda karşısına
Her pazar kahvaltıda sekiz simit alırlardı, ailenin her üyesi çıkacak olan kelimeyi ilk o zaman duymuştu: "Piç!" İlkokul
için birer tane, bir de fazladan, uzaktaki eksik kardeş için. üçüncü sınıftaki bu buğday hadisesine kadar Asya piç kelimesini
"Nasıl da tazeymiş simitler, çıtır çıtır," dedi Banu Teyze yü- sadece bir kere anneannesinden duymuş ama fazla önemseme-
zünde güller açarak; halkalarla gösteri yapmaya hazırlanan bir mişti, çünkü ne mânâya geldiğini bilmiyordu. Ama buğdayların
sirk akrobatı gibi simitleri iki kolunun üzerinde taşıyordu. Su- altına dönüşeceğini anlattığı gün kendisiyle dalga geçen çocuk-
samlarını etrafa saçarak herkesin önüne birer tane bıraktı. Simiti lardan birinin ağzından çıkan "piç" kelimesi başkaydı. Hikâyenin
böreğe, böreği ekmeğe katık ederek mideye indirmeye başladı. bu kısmını kendisine saklayıp bir bardak daha çay koydu.
Ama çok geçmeden ya çarpıntısı tuttuğundan ya da aklına habis "Bana bak Asyacım bize istediğin kadar naletlik edebilirsin
bir düşünce geldiğinden, yüzü ciddileşti, bir müşteriye Tarot kart- ama misafirimiz geldiğinde kendine hâkim ol, ona iyi davran. İn-
larında gördüğü uğursuz bir şeyi haber verirken aldığı ifadeye bü- gilizcen hepimizden daha iyi."
ründü. "Kaderden kaçmak mümkün değil," dedi Banu Teyze kaş- "Falcılık sanatında yabancı dil şartı yok tabii," diye sırıttı As-
larını kaldırarak, "Allah uzun ömürler versin Mustafa'ya. Ama ya.
Amerika'ya kaçmakla ailemizin erkeklerini kınp geçiren kader- Banu Teyze lisedeyken İngilizce dersi almıştı ama öğrendik-
den kaçamayacağını bilmez mi, bilir elbet..." lerinden geriye pek bir şey kalmamıştı. Feride Teyze'ye gelince
Asya'ya döndü Banu Teyze. "Vaktiyle ta Osmanlı'nın şaşaalı okulda Almancayı seçmişti. Ama tam o sıralarda coğrafya dışın-
günlerinde iki sepetçi yaşarmış. İkisi de çok çalışkanmış ama bi- da bütün derslere ilgisini kaybettiğinden onun da Almancası pek
ilerleme kaydedememişti. Cicianne ve Gülsüm Nine değerlendir- riyeti Batılılar karşısında temsil etmenin her Türk vatandaşının
me dışı olduklarından geriye sadece Zeliha Teyze'yle, Çevriye ödevi olduğuna inanırdı. İnsanın ülkesini temsil etmesi için ulus-
Teyze kalıyordu. İkisi de orta karar İngilizce biliyorlardı. Ne var larası bir mektup arkadaşlığından iyi fırsat mı olurdu?
ki her ikisinin İngiliz diline hâkimiyetleri arasında keskin bir fark "San Francisco ile İstanbul arasında karşılıklı mektuplar gön-
vardı. Zeliha Teyze küfürler, deyimler, argoyla dolu günlük İngi- derirsiniz artık birbirinize," diye mırıldandı Çevriye Teyze. Eği-
lizce konuşurdu; her gün dövmeci dükkânına gelen yabancılarla tim harici sebeplerle bir yabancıyla mektuplaşmak aklına hayali-
konuştuğu şekilde. Halbuki Çevriye Teyze liselerde öğretilen gra- ne sığmadığından pedagojik bir sebep aradı. "Bizim sorunumuz
mer odaklı, zaman içinde donmuş, ders kitabı İngilizcesi konu- sürekli yanlış anlaşılmak. Batılı zannediyor ki Türkler de Araplara
şurdu. Velhasıl her türlü basit, karmaşık ve bileşik cümleyi ayırt benzer. Niye? Biz kendimizi gösteremediğimiz için. Bir kişi bir
edebilir, zarf, zamir ve isim tamlamalarını tespit edebilir, hatta kişidir demeden anlatacağız kendimizi Batılılara."
söz dizimi içinde yanlış yere konmuş tamlayanları yakalayabilirdi O esnada Feride Teyze'nin televizyonun sesini aniden açma-
ama konuşamazdı. sıyla yeni bir pop klip dikkatlerini çeldi. Ekrandaki şarkıcının saç
modeline dikkatle baktı Asya: platin rengi, kıvır kıvır. O an Feri-
"Bu yüzden de sen çevirmenimiz olacaksın canım. Onun ke
de Teyze'nin bu sabahki saç modelinin kimden ilhamla yapıldığı-
limelerini bize, bizim kelimelerimizi ona taşıyacaksın," dedi Ba-
nı anlayıp gülmemek için dudaklarını ısırdı.
nu Teyze. "Kültürler arasında uzanan bir köprü gibi Doğuyla Ba
tıyı birbirine bağlayacaksın." , "Maalesef ABD'ye Türklerden önce giden Yunanlar ve Erme-
niler yüzünden Amerikalıların beyni yıkanmış durumda," diye
Asya evde sadece onun duyabildiği korkunç bir koku almış
nutkuna devam etti Çevriye Teyze. "Türkiye'yi Geceyarısı Eksp-
gibi burnunu kırıştırdı ve "atış serbest!" mânâsında dudaklarını
resi zannediyorlar. Amerikalı kıza ülkemizin güzelliklerini gös-
büzdü.
termek senin görevin."
Bu arada kimse Cicianne'nin sandalyesinden kalktığını ve se-
Asya hüsranla başını eğdi.
nelerdir elini sürmediği piyanoya yaklaştığını fark etmemişti. Ba-
"Hem İngilizceni geliştirirsin, belki ona biraz da Türkçe öğ-
zen yemek masasına sığmayan yemekleri ve tabaklan koymak
retirsin. Üstüne para versen bu kadarını bulamazsın. Şans ayağı-
için büfe gibi kullanırlardı piyanoyu.
na geldi."
"İkinizin aynı yaşlarda olması harika," diye bitirdi Banu Tey-
Ayağım... Hazır lafı geçmişken Asya ayağa kalktı.
ze tiradını. "Arkadaş olursunuz."
"Nereye böyle küçük hanım? Kahvaltı bitmedi daha," diye
Asya merakla baktı Banu Teyze'ye; acaba günün birinde As-
sordu Zeliha Teyze; masaya oturduğundan beri ağzım İlk defa aç-
ya'yı çocuk gibi görmekten vazgeçecek miydi? Küçükken eve ne
mıştı. Haftanın altı günü, on ikiden dokuza dövmeci dükkânının
zaman bir çocuk gelse teyzeleri çocuğu onun yanına getirir ve
hercümerci içinde çalıştığından pazar sabahı kahvaltılarının ma-
adeta komut verirlerdi: "Hadi arkadaş olun!" Aynı yaşta olmak
yışık uzunluğundan en çok o keyif alırdı.
otomatikman iyi anlaşıp arkadaş olmak demekti teyzeleri için.
"Japon Filmleri Festivali var," dedi Asya, samimi görünme
"Valla pek heyecanlı olacak. Ülkesine döndüğünde de mek-
gayreti bir sahtelik katmıştı sesine. "Hocalardan biri hafta sonu
tup arkadaşı olursunuz," diye araya girdi Çevriye Teyze. Mektup
bir film seyretmemizi ve hakkında çözümleyici bir yazı yazma-
arkadaşlıklarına yönelik sarsılmaz bir inancı vardı. Türkiye Cum-
mızı istedi."
huriyeti öğretmenler ordusunun yılmaz bir neferi olarak, cumhu-
tü onu. Yapılı, uzun boylu bir adam; adı Rıza.
"Ne biçim ödevmiş o öyle?" diye atıldı geleneksel olmayan Gür bir sakalı, incecik bıyığı ve alabildiğine ciddi, iri, kara
pedagoji tekniklerinden hiç hazzetmeyen Çevriye Teyze. gözleri vardı. Ondan on beş yaş büyüktü. Bir kez evlenmişti ve
Ama Zeliha Teyze daha fazla üstelemedi. "Peki git gör baka- söylentiye bakılırsa kansı hem onu hem de oğullarını terk edip
lım Japon filmini," dedi başını sallayarak. "Ama sakın gecikme. gitmişti; vicdansız kadın. Karısının ihanetinden sonra küçük oğ-
Beşten önce evde ol. Akşam misafirimizi havaalanından alaca- luyla yalnız kaldığı halde birkaç sene evlenmeyi reddetmiş, baba-
ğız." dan kalma evde tek başına yaşamayı tercih etmişti. Dostlarıyla
Asya heybesini alıp hızla kapıya yöneldi. Tam dışan çıkmak paylaştığı servetini ve düşmanlarına sakladığı gazabını günbegün
üzereyken hiç beklenmedik bir ses duydu. Birisi piyano çalıyor- büyüterek. Kendi kendini yetiştirmiş bir işadamıydı, çıraklıktan
du. Uzun zaman önce mazi olmuş bir ezgiyi arayan ürkek, titrek ustalığa geçmiş. Önceleri bir kazancı ustası iken doğru zamanda,
dokunuşlar, dağılmış toparlanamayan notalar. doğru yerde bayrak işine atılacak kadar akıllı bir müteşebbis.
"Cicianne!" diye fısıldadı Asya heyecanla. Aradığı huzuru 1930'lann başında yeni Türkiye Cumhuriyeti halen coşku için-
bulmuşçasına mütebessim, usulca kapıyı kapadı ardından. deydi ve her ne kadar hükümet propagandası el işçiliğini sistema-
tik olarak göklere çıkarsa da bu alanda az para vardı. Yeni rejimin
öğrencilerden vatansever yetişkinler yetiştirecek öğretmenlere,
milli burjuvaziyi yaratmaya yardım edecek fınansörlere ve bütün
ülkeyi Türk bayrağıyla süsleyecek bayrak imalatçılarına ihtiyacı
Cicianne yüzyılın başlarında Selanik'te doğmuştu. Genç yaşta vardı, kazancı ustalarına değil. Rıza Selim bu yüzden bayrak ima-
dul kalan annesiyle İstanbul'a göç ettiklerinde çocuktu daha. Se- latı işine girmişti.
ne 1923'tü. Tüm tarihlerin ve hadiselerin kanştınlabildiği şece- Ne var ki yeni mesleğinde deste deste para ve gani gani nü-
rede bir tek Cicianne'nin bu şehre geliş tarihinin karıştırılmasına
fuzlu dost edindiği halde, soyadı kanunu çıktığında, Rıza Selim,
imkân yoktu.
beklendiği üzre Bayrakçı soyadını almak istememiş, ilk zanaatiy-
"Sen ve Cumhuriyet bu şehre birlikte geldiniz. Meğer bilme-
le anılmak istemişti: Kazancı.
den ikinize de hasretmişim, ikinizi de beklermişim dört gözle,"
Eli yüzü gayet düzgün, hali vakti yerinde olmasına rağmen,
diyecekti seneler sonra kocası Rıza Selim Kazancı. "İkiniz de es-
aradaki yaş farkı ve ilk evliliğinde maruz kaldığı felaket düşünül-
ki rejimlerin köküne kibrit suyu ektiniz; biriniz memleket sathın-
düğünde (kim bilir kansı onu niçin terk etti, belki de adamın sa-
da, diğeriniz benim çatım altında. Sen de Cumhuriyet de bir nur
pıkça zevkleri vardır diye dedikodu yapıyordu mahalleli kadın-
gibi indiniz hayatıma."
lar) Rıza Selim Kazancı, Cicianne'nin talipleri arasında en az
"Geldiğimde sen kederli ama kuvvetliydin. Ben sana neşe ge-
makbul olanıydı belki de. Şüphesiz ondan daha münasip adaylar
tirdim sen de bana kuvvet verdin," demişti Cicianne cevap mahi-
vardı. Ama annesinin ısrarlı itirazlanna ve gözyaşlanna rağmen
yetinde.
Cicianne kalbinin sesinden başkasını dinlemeyi reddetmişti. Belki
Doğrusu Cicianne öyle şen şakrak ve ak pak bir kızdı ki, on
de Rıza Selim Kazancı'nın kara gözlerinde şu dünyada pek
beş yaşına geldiğinde taliplilerini sıraya dizsen Galata Köprüsü-
çoklanndan esirgenmiş olan kıymetli bir kabiliyet bulmuştu: bir
nün bir ucundan diğerine uzanırdı. Kapılarını çalan koca adayları
başka insanı kendinden daha fazla sevebilme kabiliyeti. O günler-
arasından sadece birine ısınmıştı içi. Kafesin ardından görmüş-
de son derece genç ve tecrübesiz olduğu halde Cicianne, böyle bir
citmesine de, bu durumdan fazla etkilenmeyecek kadar hayat do-
meziyete sahip bir adam tarafından sevilmenin nasıl müstesna bir
luydu o yaşlarda. Dünyada bebek bakmaktan çok daha ilginç şey-
bahtiyarlık olduğunu anlayabilecek kadar sağduyuluydu. Rıza
ler vardı, mesela piyano çalmayı öğrenmek. Çok geçmeden İngiliz
Selim Kazancı'nın gözleri merhametliydi, tıpkı sesi gibi; insan
Grover & Grover firması tarafından yapılmış bir Bentley piyano,
kendini onun yanında emniyette hissediyordu, etrafta kargaşa bile
oturma odasının en mutena köşesinde ışıldıyordu. Cicianne ilk
olsa. Rıza Selim gibi bir adam insanı yan yolda bırakacaklardan
müzik derslerini bu piyanoda almaya başlamıştı - Bolşevik
değildi.
Devriminden kaçmış ve Bolşeviklerin gidici değil kalıcı olduğu-
Ama Cicianne'nin Rıza Selim Kazancı'yı tercih etmesinin tek
na kanaat getirdikten sonra İstanbul'a yerleşmiş Beyaz Rus bir
nedeni bu değildi. Aslında onu cazip bulmadan evvel, hikâyesini
müzisyendi öğretmeni. Dediğine göre en iyi öğrencisiydi Cician-
cazip bulmuştu. İlk karısının onu terk etmesiyle ruhunun ne den-
ne. Sadece yeteneği değil, piyanoyu geçici bir oyalanma vasıta-
li derinden yaralandığını hissetmişti. Bu yaralan iyi edebilirdi.
sından ziyade bir ömürlük refakatçisi yapacak sebatı da vardı.
Buna itimadı tamdı. Ne de olsa kadınlar birbirlerinin bıraktığı en-
Rahmaninov, Borodin ve Çaykovski gözdeleriydi. Ne zaman
kazlar üzerinde çalışmaktan hoşlanır. Cicianne'nin karannı ver-
evde yalnız kalsa, sadece kendisi ve kucağında keyifle kıvrılan
mesi fazla uzun sürmedi. Rıza Selim'den başka kimseye varma-
kedisi için çalmaya koyulsa bu bestecilerin eserlerini seçerdi.
yacaktı.
Ama misafirler için çaldığında tümüyle farklı bir repertuardan
Cicianne sezgileriyle Rıza Selim Kazancı'ya böylesine inan-
parçalar tercih ederdi. Hükümet memurlan, işadamları ve onlann
mıştı belki ama o da karşılığında son nefesine kadar bu güvenin
çıtkınldım kanlan için Bach, Beethoven, Mozart, Schumann ve
hakkını verecekti. Çeyizi olmayan, onun yerine uzun tüylü, kar
bilhassa Wagner. Akşam yemeklerinden sonra erkekler ellerinde
gibi bir kediyle çıkıp gelen bu beyaz tenli, gri-mavi gözlü kadın
içkileriyle şöminenin yanına toplanır, dünya siyaseti tartışırlardı.
hayatının neşesi olacaktı. Cicianne ne kadar kaprisli olursa olsun,
1930'ların başlan, milli siyasetin öyle uluorta eleştirilemediği, ya
tek bir gün bile isteklerini yerine getirmezlik etmeyecekti. Ne var
takdir ya da tasdik edilebileceği yıllardı - yerin kulağı olduğun-
ki evdeki üç yaşındaki çocuk için durum çok farklıydı: küçük Le-
dan ne kadar yüksek sesle olsa o kadar iyi. Bu yüzden de ne za-
vent üvey annesini asla kabullenmeyecek, bir kez bile sevmeye
man hakiki bir tartışmaya ihtiyaç duyulsa, en emin liman dünya
yeltenmeyecekti. Her fırsatta Cicianne'ye direnecek ve en nihaye-
siyasetiydi.
tinde çocukluğunu bastınlmış bir hınçla noktalayacaktı; tabii
Erkekler tartışadursun, hanımlar odanın öteki tarafına topla-
böyle bir garez altında yaşanan çocukluk artık ne kadar tamama
nır, ellerinde kristal nane likörü kadehleri birbirlerinin elbiselerini
erebilirse.
süzerlerdi. Hanımlar tarafında iki kadın tipi arasında keskin bir
Çocuk sahibi olmamanın kısırlık alameti sayıldığı bir dönem- ayrım vardı: meslek sahibi kadınlar ve ev kadınları.
de Cicianne ile Rıza Selim çocuk yapmamışlardı. İlk başlarda Ci- Meslek sahipleri kararlı, idealist yoldaş-kadınlardı, yeni Türk
cianne fazla genç olduğundan ve çocuk yetiştirme hevesi olmadı- kadının timsali; reformcu seçkinler tarafından yüceltilmiş, des-
ğından, sonra fikrini değiştirdiğindeyse Rıza fazlaca yaşlandığın- teklenmiş. Bu kadınlar yeni meslek sahipleriydi - avukatlar, öğ-
dan. Böylelikle soyu devam ettirecek tek çocuk Levent Kazan- retmenler, hâkimler, yöneticiler, kâtipler, akademisyenler... Anne-
cı'ydı - onun da pek hevesli olmadığı bir unvan. lerinin aksine eve kapatılmamışlardı ve dişiliklerini ortaya çıkar-
Üvey oğlunun gösterdiği husumet Cicianne'yi incitmişti in- mama şartıyla sosyal, ekonomik ve kültürel merdivenin tepesine
işi yapmayacaktı. Havai kansı her ne isterse yerine getirirdi Rıza
tırmanma şansları vardı. Çoğunlukla tayyör giyerlerdi; kahveren- Selim Kazancı. Genelde başkalarına saygı gösteren, derin bir ada-
gi, siyah ya da gri - iffetin, tevazuun ve partizanlığın renkleri. let duygusu olan, aklı başında bir adamdı. Ancak tek bir konu vardı
Saçlar kısa, makyaj yok, takı yok, abartı yok. Cinsiyetsizleştiril- ki huylannın tümüyle değişmesine, içindeki garezin açığa çık-
miş, dişiliksizleştirilmiş vücutlar. Ev kadınları ne zaman o sinir masına sebep olurdu: ilk kansı.
bozucu kadınsı kıkırtılannı koyverseler, meslek sahipleri koltuk
Seneler sonra bile Cicianne ne zaman ona ilk karısıyla ilgili
altlarındaki düz deri. çantaları sıkıca kavrarlardı; her an çıkıp gi-
bir şey soracak olsa Rıza Selim Kazancı sessizliğe bürünürdü.
decek, beriki kadın tipinden kaçacak gibi. Onların aksine ev ka-
"Ana değil taş imiş meğer. Bir ana nasıl evladını bırakıp gider?"
dınları bu davetlere kat kat tüllü saten gece elbiseleriyle gelirler-
derdi yüzünü nefretle buruşturarak. Tekinsiz bir gamla gölgele-
di; beyaz, pastel pembe ya da mavi - hanım hanımcıklığın, masu-
nirdi gözbebekleri.
miyetin ve kırılganlığın renkleri. Kadından ziyade "militan" gibi
"Ama ona ne olduğunu merak etmiyor musun? Akıbetini
gördükleri meslek sahiplerinden pek hazzetmezlerdi; meslek sa-
araştırmak istemez misin?" demişti bir keresinde Cicianne koca-
hipleri de kadından ziyade "odalık" gibi gördükleri ev kadınların-
sına; iyice sokulup kucağına oturmuş, usul usul çenesini okşaya-
dan hazzetmezlerdi. Neticede kimse kimseyi yeterince "kadın"
rak adeta onu bu soruyla yüzleşmeye ikna etmeye çalışmıştı.
bulmazdı.
"O kaltağın akıbeti umrumda değil," demişti Rıza Selim Ka-
Ne zaman militanlarla odalıklar arasında gerilim tırmansa,
zancı sertleşerek. Levent'in annesinin kötülendiğini duymaması
kendini iki gruba da ait görmeyen Cicianne, kristal bardaklarda
için sesini alçaltmayı dahi akıl edememişti.
nane likörü ve gümüş tabaklarda badem ezmesi ikram etmesi için
hizmetçiye gizlice işaret ederdi. Likör-badem ikilisinin, hangi ta- "Yoksa birisiyle mi kaçtı?" diye üstelemişti Cicianne, haddi-
raftan olursa olsun, odadaki bütün kadınların sinirlerini yatıştıran ni aşmakta olduğunu bildiği halde, aşmadığı takdirde haddinin ne
yegâne şey olduğunu keşfetmişti. olduğunu anlayamayacağına inanırdı.
Partinin sonlarına doğru Rıza Selim Kazancı karısını çağırır "Neden üzerine vazife olmayan konulara burnunu sokuyor-
ve muhterem misafirleri için piyano çalmasını rica ederdi. Cici- sun?" diye çıkışmıştı Rıza Selim Kazancı, "Yoksa sen de mi aynı
anne asla ikiletmezdi. Batılı bestecilere ilaveten vatanperverlik yolun yolcususun?"
yayan milli marşlar da çalardı. Misafirlerin beğenisini kazanırdı Bu lafı işiten Cicianne nihayet anlamıştı haddinin ne olduğu-
her seferinde. Özellikle 1933'te Onuncu Yıl Marşı bestelendiğin- nu. İlk eş mevzuunun açıldığı nadir anlar hariç, senelerce dingin-
de tekrar tekrar çalması gerekmişti. Marş her yerdeydi; uykuday- likle akıp gitti evlilikleri. Sevecen, saygılı, huzurlu. Etraflannda-
ken bile insanların kulaklarında yankılanırdı. Beşiklerindeki be- ki ailelerin hiç de böyle olmadığı düşünülürse tuhaf bir durumdu
beklerin bile onun coşkun ritmiyle uyutulduktan bir dönemdi. onlann bu uyumu. Memnuniyetleri, daimi haset kaynağıydı. Et-
Cicianne'nin piyanoya olan ilgisi hiç azalmadığı halde yeni raftakilerin çemkirmeyi en sevdikleri konu çiftin çocuklannın ol-
bir meşgaleler listesi bulması uzun sürmedi. İlerki yıllarda Fran- mamasıydı. Herkes Cicianne'nin kısır olduğuna kanaat getirmiş-
sızca öğrenecek, asla yayımlanmayacak hikâyeler kaleme alacak, ti. Pek çokları Rıza Selim'i çok geç olmadan başka bir kadınla ev-
cam boya ve yağlıboya teknikleri üzerinde uzmanlaşacak, parlak lenmeye ikna etmeye çalışmıştı. Rıza Selim Kazancı bu nasihat-
ayakkabılar ve saten balo tuvaletlerine bürünecek, kocasını dans- lere kulaklarını tıkardı. Nesiller boyu Kazancı erkeklerinin ortak
lara sürükleyecek, çılgın partiler verecek ve tek bir gün olsun ev yazgısı olan apansız ölümün gerçekleştiği gün Cicianne hayatın-
da ilk olarak nazara inanmıştı. Saadet içindeki bu konağın duvar- Dokuzuncu Madde: İçerideki uçurum seni dışarıdaki dünya-
larını delip kocasını öldüren, kıskanç insanların kem nazarların- dan daha çok heyecanlandırıyorsa pekâlâ içine, yani kendi zihni-
dan başka ne olabilirdi? ne düşebilirsin.
Şimdi o dönemden hemen hemen hiçbir şey hatırlamıyordu.
Kemikli parmaklan eski piyanoyu okşarken Cicianne'nin Rıza Tekrar aynı şeyi yaptılar, karikatürist dumanı saldı ağzına; o
Selim Kazancı'yla anılan, alzheimerin fırtınalı sulannda yol gös- içine çekti, tekrar ve tekrar, nefes borusunda kaybolan son duman
terme şansı kalmamış köhne ve cılız bir deniz feneri gibi uzaktan da dışan üflenene kadar.
uzaktan yanıp sönüyordu. "Bahse girerim şimdi daha iyi hissediyorsundur," dedi Alko-
lik Karikatürist nağmeli nağmeli, yüzünden daha fazla seks arzusu
okunuyordu. "İyi bir sevişmeyle iyi bir jointin üzerine yoktur."
Asya itiraz etmemek için dilini ısırdı. Başını açık pencereye
çevirip bütün kaosu ve ihtişamıyla koca şehri kucaklayacakmış
Sokakların asla uyumadığı, kaldırım taşlarının bile bir sürü sır bil- gibi kollarını gerdi. "Bokpüsür..." dedi.
diği bir mahallede, Galata Kulesi'ne bakan bir dairenin divanların- Alkolik Karikatürist üzerinde sadece boxer küloduyla, bira
dan birinde, salaş binaların camlarından yansıyan güneş ışıkları göbeğini sergileyerek ayağa kalktı. CD çalara doğru gitti; Asya'
altında, martıların çığlıkları arasında Asya Kazancı çıplak ve ha- nm en sevdiği Johnny Cash şarkılanndan biriydi seçtiği: "Hurt."
reketsiz oturuyordu. Zihni hayal dünyasına kayarken, içine çekti-
ği yoğun duman da ciğerlerini yakarak bedeninde kıvrılıyordu. 7 hurt myself today To see
"Ne düşünüyorsun yavrum?" if I still feel I focus on the
"Şahsi Nihilizm Manifestomun Sekizinci Maddesi üzerinde pain The only thing that's
çalışıyorum," dedi Asya dumanlı gözlerini açarak. real*

Sekizinci Madde: Toplum ile Benlik arasında derin bir uçu- Asya etine görünmez bir iğne batmış gibi yüzünü buruşturdu.
rum, onun üzerinde de sarsak bir asmaköprü varsa, umutsuzca "Yazık..."
ikisini bağlamaya çabalamak yerine, pekâlâ asmaköprüyü yc'ap "Neye yazık yavrum?"
Topluma uzaktan veda etmek suretiyle, ebediyen Benliğin tarafın- "Şu organizatör bozuntulan Avrupa, Asya, hatta yaşa-Peres-
da kalabilirsin. troyka-Rusya turlan düzenliyorlar... ama İstanbul'da müzik me-
raklısıysan hiçbir coğrafi tanıma uymuyorsun. Arafta kalıyoruz.
Asya bir nefes daha çekti. Burada istediğimiz kadar çok konser düzenlenmemesinin tek ne-
"Dur seni besleyeyim," dedi Alkolik Karikatürist, elindeki deni İstanbul'un jeostratejik konumu."
jointi alarak. Kırçıllaşmış kıllarla kaplı geniş göğsünü ona yasla- "Evet, hepimiz Boğaziçi Köprüsü'ne sıralanıp bu şehri batıya
yarak usulca üzerine abandı. Asya beslenmeye hazırlanan kör bir
kuş yavrusu gibi ağzını açtı. Karikatürist esrar dumanını doğrudan * Canımı yaktım bugün /Hâlâ hissedebildiğimi görmek için /Acıya yoğun-
ağzına üflediğinde, kana kana su içer gibi şevkle çekti dumanı. laştım/Tek gerçek şeye...
itmek için ciğerlerimizin bütün kuvvetiyle üflemeliyiz. İşe yara- bakışta anlamak zor ne kadar keskin olduğunu. Ama var işte. Dip-
mazsa bir de öteki tarafı deneriz, bakalım doğuya gidecek mi," siz bir yıkım potansiyelin var."
dedi karikatürist gülerek. "Arada olmak iyi değil. Uluslararası si- "Olabilir ama en azından kimseyi yıkmıyorum, değil mi?" As-
yaset muğlaklığı kaldırmıyor." ya kendini savunma ihtiyacı hissetmişti. "Sadece kendim olmak
Ama bulutların üzerinde olan Asya onu duymamıştı. Jointi istiyorum, malum terane... Biraz kendi halime bırakılsam..."
tekrar çatlak dudaklarının arasına koyup derin bir kayıtsızlık ne- "Kendini daha hızlı ve daha erken yok etmek için mi? İstedi-
fesi çekti.
ğin bu mu? Pervanenin ışığa yönelmesi gibi, kendi kendini yok
"Ölmeden Johnny Cash'e ulaşmanın bir yolu olmalıydı. Ada-
etmeye yöneliyorsun."
mın İstanbul'a gelmesi gerekirdi, burada yılmaz hayranları oldu-
Asya gergin gergin güldü.
ğunu bilmeden öldü..."
"İçtin mi körkütük sarhoş oluyorsun, eleştirdin mi eziyorsun,
Alkolik Karikatürist usulca güldü. Asya'nın sol yanağındaki
moralin bozuldu mu ta en dibe vuruyorsun. Sana nasıl yaklaşmam
beni öptü, boynunu yavaşça okşadı, sonra elleri iri memelerine
gerektiğini bilmiyorum. Öyle öfke dolusun ki, bebeğim..."
indi, ikisini birden avuçladı. Öpüşü arsızdı. Gözlerinde parıltıyla
"Belki piç olduğumdandır," dedi Asya bir joint daha yakarak.
sordu: "Bir daha ne zaman buluşuyoruz?"
"Babamın kim olduğunu bile bilmiyorum. Hiç sormadım, hiç
"Kafe Kundera'da karşılaştığımız zaman herhalde." Asya om-
söylemediler. Bazen annem bana baktığında yüzümde onu görü-
zunu silkerek ondan uzaklaştı.
yor sanıyorum ama hiçbir şey söylemiyor. Hepimiz baba diye bir
"İyi de burada, evimde ne zaman buluşacağız?"
şey yokmuş gibi davranıyoruz. Sadece Baba var, büyük B'yle. Al-
"Yani burada garsoniyerinde ne zaman buluşacağız? demek
lah insana yukarıdan göz kulak olduğuna göre babaya ne hacet?
istiyorsun..." diye çıkıştı Asya. "Zira ikimizin de gayet iyi bildiği
Hepimiz O'nun çocuklan değil miyiz? Annemin bu zırvalara karnı
üzre burası senin evin değil! Evin kaç senelik karının oturduğu
tok gerçi. Tanıdığım bütün kadınlardan daha şüpheci, daha asi.
yer, burası ise kanna sezdirmeden kafayı tütsüleyip kanlarla kız-
Sorun da bu. Annemle ben birbirimize çok benziyoruz ama çok
larla yattığın gizli garsoniyerin. Çıtırları düzdüğün yer. Ne kadar
uzağız."
genç, sığ, kafası dumanlı olursa o kadar iyi!"
Alkolik Karikatürist, sayısız kavgalanndan birinde kansı
Alkolik Karikatürist içini çekip rakı bardağını kavradı. Tek
tahrip eder diye korktuğundan en iyi işlerinden bazılarını sakla-
yudumda yansını içti. Yüzü öyle yoğun bir kederle allak bullak
dığı maun yazı masasına doğru üfledi dumanını. Meclis üyelerini
oldu ki, Asya bu kadar büyük bir incinmenin sessiz kalabileceği-
farklı hayvan türleri şeklinde çizdiği iki yeni serinin, Amfibi
ni tahmin etmediğinden onun ya bağırmaya ya da hıçkıra hıçkıra
Siyasetçi ve Gergedanus Siyasius'un taslakları da oradaydı. Baş-
ağlamaya başlamasından korktu. Ama beriki sadece boğuk bir
bakanı kuzu postuna bürünmüş kurt gibi çizdiği için mahkeme
sesle, "Bazen çok acımasız olabiliyorsun," demekle yetindi.
onu üç yıl hapse mahkûm ettiği, sonra da mahkûmiyeti belirsiz
Sokakta futbol oynayan çocuklann çığlıkları doldu odaya.
bir tarihe kadar ertelediği için bu seriyi şimdilik yayımlatmayı
Çığlıklann yüksekliğine bakılırsa çocuklardan biri az önce kırmı-
düşünmüyordu. Ama belli olmazdı onun sağı solu. Düşünce ve
zı kart görmüştü ve bütün takım hakeme saldırmakla meşguldü.
ifade özgürlüğü kadar mühim olan bir şey daha vardı: dalga geç-
"Karanlık bir yanın var Asya," dedi Alkolik Karikatürist dal-
me özgürlüğü.
gın dalgın. "Tatlı yüzünün belli etmediği bir baldıran zehri... i l k Masanın köşesinde, kaz boyunlu Art Deco lambanın san ışığı
altında ahşap oyma bir heykel vardı: bir kitabın üzerine eğilmiş, "Beni katma çünkü emin ol benim ihtiyacım yok!" dedi As-
kendini kaybetmiş Don Kişot. Asya bu heykeli çok sevmişti. ya. Sehpanın üzerindeki Zippo'yu almıştı eline, kapağını açıp
"Ailemin topu kaçık. Anıların kirini pasını temizliyorlar! Da- yaktı, sertçe kapattı. Çıkan ses hoşuna gitmiş olacak ki başladı bu
ima geçmişten bahsederler ama geçmişin temizlenmiş bir versi- hareketi tekrar etmeye; beş, on, elli... Trık! Tnk! Trık! Trık! Tam
yonundan. Kazancıların sorunlarla başa çıkma yöntemi budur; bir Alkolik Karikatürist'i çıldırtmak üzereydi ki aniden Zippo'yu ona
şey seni rahatsız ediyorsa gözlerini kapa, ona kadar say, hiç olma- uzatıp, "Gideyim ben," diye mırıldandı. Giysilerini aramaya baş-
mış olmasını dile, birde bakmışsın hiç olmamış, yaşasın! Her gün ladı. "Biricik ailem bana mühim bir görev bahşetti bu sabah. An-
yeni bir unutkanlık hapı yutuyoruz..." nemle havaalanına gidip Amerikalı mektup arkadaşımı karşıla-
Dumanlı kafayla Don Kişot'un ne okuduğunu merak etti As- mam lazım."
ya. Oradaki açık sayfada ne yazıyordu? Heykeltıraş birkaç keli- "Amerikalı mektup arkadaşın olduğunu bilmiyordum."
me çiziktirecek kadar ayrıntıya girmiş miydi? Merakla divandan "Müstakbel mektup arkadaşım. Teyzemlerin planına göre
inip heykelin yanına gitti. Ne yazık ki tahta sayfada hiç kelime kızcağız o kadar sevecek ki İstanbul'u ve Türkleri, Amerika'ya
yoktu. Yerine dönüp tekrar şikâyete başladı. gittikten sonra da durmadan bizleri hatırlayacak. Mektuplar ara-
"Bütün o evim-güzel-evimleri görmek beni sinir ediyor. cılığıyla Türk-Amerikan dayanışması kuracağız."
Mutlu ailelerin acıklı taklitleri. Biliyor musun bazen Cicianne'yi "İyi de nerden çıktı bu kız?"
kıskanıyorum, şimdi neredeyse yüz yaşında, keşke bende de "Gökten zembille indi valla. Bir sabah posta kutusunda bir
onun hastalığından olsaydı. Biricik, tatlı alzheimer. Bellek eriyip mektup buldum, bil bakalım nereden? San Francisco! Amy diye
gidiyor." bir kız. Mustafa dayımın üvey kızıymış. Adamın üvey kızı olduğu-
"Bu iyi bir şey değil, şekerim." nu bile bilmiyorduk. Böylece bunun karısının ikinci evliliği oldu-
"Çevrendeki insanlar için iyi olmayabilir ama senin için iyi," ğunu çaktık. Bize hiç söylememişti! Kıymetli oğlunun yirmi yıllık
diye diretti Asya. karısının evlendiklerinde bakire olmadığını öğrendiğinde ninemin
"İyi de genelde bu ikisi ilişkilidir." yüreğine inecekti, görsen; bakire olmadığı gibi bir de dul!"
Ama Asya bunu duymazdan geldi. "Bugün Cicianne onca se- Asya çalmaya başlayan şarkıya saygıda kusur etmemek için
neden sonra piyanosunu açtı, çaldığı o akortsuz notaları duydum. sustu. It Ain't Me, Babe. Melodiyi ıslıkla çalıp sözlerini mırıldan-
O kadar üzücü ki. Bu kadın bir zamanlar Rahmaninov çalarmış, madan konuşmaya devam etmedi.
şimdi kıytınk bir çocuk şarkısı bile çalamıyor."
"Demek istediğim kendisi farkında değil, biz farkındayız..." I'm not the one you want, babe I'm not
diye ekledi Asya sahte bir heyecanla. "Alzheimer düşünüldüğü the one you need You say you're looking
kadar nahoş değil. Geçmiş kurtulmamız gereken bir pranga. İnsanı for someone Who's never weak but always
ezen bir külfet. Geçmişim olmasaydı, Hiçkimse olabilseydim, strong*
sıfır noktasından başlayıp orada ebediyen kalabilseydim. Tüy gi-
bi hafif. Aile yok, anı yok, hiçbir bokpüsür yok."
"Herkesin geçmişe ihtiyacı vardır," diye itiraz etti Alkolik
Karikatürist. * Aradığın ben değilim bebeğim /Senin ihtiyacın ben değilim/Any orum di-
yorsun öyle birini/Hiç zayıf olmasın, her zaman kuvvetli.
"Neyse, bu Amy denen hatun damdan düşer gibi bir mektup I'm not the one you want, babe I'll
yolladı. Arizona Üniversitesinde öğrenciymiş, başka kültürleri ta- only let you down*
nımak çok ilgisini çekiyormuş. 11 Eylül'den sonra bilhassa Müs-
lüman ülkeleri merak ediyormuş. Türkiye ne kadar da ilginç bir Asya çantasını alıp kapıya yöneldi. Tam çıkmak üzereyken
yere benziyormuş. Günün birinde bizimle tanışmak için can atı- Alkolik Karikatürist önünü kesti. Gözlerinin içine bakarak onu
yormuş, falan feşmekân. Derken baklayı ağzından çıkarıyor: Bu omuzlarından tuttu ve yavaşça kendine çekti. Koyu kahverengi
arada bir haftaya kadar İstanbul'a geliyorum. Sizin evinizde kala- gözlerinin altında şişkinlikler vardı, alkoliklere ya da her şeyi
bilir miyim?" kendine dert edinenlere mahsus şişkinlikler. O ikisi birdendi.
"Bak sen," dedi Alkolik Karikatürist, yeniden doldurduğu ra- " Asyacım canım," diye fısıldadı, yüzü Asya'nın daha önce hiç
kı bardağına üç tane buz atmıştı. "Peki neden buraya geldiğini görmediği bir şefkatle aydınlanmıştı. "İçinde barındırdığın onca
yazmış mı? Sadece turist olarak mı?" zehre rağmen, belki tam da bu yüzden, garip bir biçimde çok
"Bilmem," diye homurdandı Asya aşağıdan, dizlerinin üzeri- özelsin, tanıdığım en hesapsız insansın sen, en delişmen ruh. Belki
ne çökmüş divanın altında çorabının tekini arıyordu. "Ama üni- anlamadın ama ben seni seviyorum. Yüzünde o sıkıntılı ifadeyle
versite öğrencisi olduğuna göre bahse girerim İslam ve Kadınlara Kafe Kundera'ya geldiğin ilk gün âşık oldum sana. Senin için bir
Uygulanan Baskı' konulu bir araştırma yapıyordur, ya da ne bi- anlamı olup olmadığını bilmiyorum ama yine de itiraf edeceğim.
leyim, 'Ortadoğu'da Ataerkil Teamüller' gibisinden bir şey... Yok- Bu evden çıkmadan önce buranın bir garsoniyer olmadığını ve
sa neden bizim kanlarla dolu tımarhanemizde kalmak istesin. Bü- buraya çıtırlan getirmediğimi bilmen lazım. Burası benim sı-
tün şehir gayet hesaplı ve şıkıdım otellerle dolu olduğu halde? ğınağım. Ben buraya içmeye, çizmeye ve bunalmaya geliyorum,
Eminim bizimle söyleşi yapmak istiyordur, Müslüman ülkelerde bazen de çizmeye, bunalmaya ve içmeye... hepsi bu..."
kadınların durumu ve bütün o..."
Afallayan Asya eşikte bir an hareketsiz kaldı. Ellerini nereye
"Bokpüsür!" diye tamamladı cümlesini Alkolik Karikatürist.
koyacağını bilemediğinden ceplerine soktu ve parmaklan kınntı
"Aynen!" dedi Asya muzaffer bir edayla, çorabının kayıp te-
gibi bir şeylere dokundu. Ellerini dışan çıkardığında Cicianne'nin
kini bulmuştu. Göz açıp kapayana kadar eteğiyle gömleğini giy-
onu nazara karşı korumak için cebine koyduğu kahverengimsi to-
di, saçma fırça çaldı.
humlan gördü.
"Bir ara onu da Kafe Kundera'ya getir."
"Şuna bak! Buğday... buğday..." dedi kelimeyi farklı farklı
"Teklif ederim ama eminim o şimdi arkeoloji müzesine filan
tonlayarak. "Cicianne beni nazardan korumaya çalışıyor." Elini
gitmek ister," diye homurdandı Asya deri botlarını ayağına geçi-
açıp Alkolik Karikatürist'e bir buğday tanesi verdi. Ama bunu ya-
rirken. Bir şey unutmadığından emin olmak için etrafına baktı.
"Onunla zaman geçirmem gerekecek mutlaka, bizimkiler İstan- par yapmaz bir sun açık etmiş gibi kızardı.
bul'a hayran olsun diye dere tepe gezdirmemi istediler. Ameri- Yanakları kızaran, içindeki acılıktan acı duyan Asya telaşla
ka'ya döndüğünde ülkemizi öve öve bitiremesin istiyorlar." kapıyı açtı. Çabucak dışan attı kendini ama bir an önemli bir şey
Pencerelerin açık olmasına rağmen oda hâlâ buram buram jo- söylemek istiyormuş gibi durakladı. Bulamadı aradığı kelimeleri.
int, rakı ve seks kokuyordu. Johnny Cash gürledi: Elleri kendiliğinden uzandı Alkolik Karikatüristin parmaklarına,

* Aradığın ben değilim bebeğim/Ben seni yüzüstü bırakırım.


birden ve sadece bir anlığına sıkı sıkı sarıldı ona. Sonra beş kat
Sekizinci Bölüm
merdiveni koşa koşa indi, ruhunu kovalayan bütün işkencelerden
olabildiğince uzağa kaçarcasına. ÇAM FISTIĞI

N asıl oluyor da hâlâ uyuyor?" diye sor-


du Asya çenesiyle yatakodasını göstererek. Havaalanından dön-
düklerinde, teyzelerinin onun yatağının karşısına ikinci bir yatak
koyduklarını ve bu çatı altındaki yegâne mahremiyet alanını bo-
zarak, "kızların odası"na çevirdiklerini öğrendiğinde gıcık olmuş-
tu. Ya mütemadiyen ona işkence etmenin yeni yollarını aradıkla-
rından, ya bu odanın manzarası daha iyi olduğu ve misafir üzerin-
de iyi bir izlenim bırakmak istediklerinden, ya da UDKHTP-Ulus-
lararası Dostluk ve Kültürel Hoşgörüyü Teşvik Projesi- dahilinde
kızları bir araya getirmek için bir fırsat olarak gördüklerinden iki-
sini aynı odaya yerleştirmişlerdi. Özel alanını bir yabancıyla pay-
laşmak için en ufak bir istek duymamasına rağmen misafirin
önünde duruma itiraz edemeyen Asya bu kumpasa dişlerini sıka-
rak razı olmuştu. Ama tahammülü azalıyordu. Amerikalı kızı ya-
takodasına yerleştirdikleri yetmiyormuş gibi Kazancı kadınları
şeref konuğu gelmeden yemeğe başlamamaya da kararlı görünü-
yordu. Yirmi dakikada bir birisi kalkıp mercimek çorbasını ve et-
li yemeği ısıtıyor, tencereleri bir mutfağa bir oturma odasına taşı-
yor, bu arada Beşinci Sultan da yalvaran miyavlamalarla kokuyu
takip ediyordu. Sandalyelerine yapışmış, alçak sesle televizyon
seyreder ve fısıltıyla konuşur vaziyette kalakalmışlardı. Yine de
bu arada yemeklerden ufak ufak tırtıkladıkları için -Beşinci Sul-
Teyzesinde yarattığı üzüntüyü umursamayan Asya omzunu
tan hariç- herkes bir oturuşta yiyeceğinden fazlasını yemişti.
silkti: "İyi de neden olmasın? Şu kişiliksiz Amerikan taklidi prog-
"Belki uyanmıştır da utandığı için yataktan kalkamıyordur.
ramdan çok daha sahici ve yaratıcı olurdu. Batıdan alınan teknik
Gidip bir baksam mı acaba?" diye sordu Asya.
malzemeyi yerel kültürün özellikleriyle harmanlamah, değil mi
"Otur oturduğun yerde küçük hanım. Bırak kız uyusun!" Ze-
ya? Yoksa ham bir taklitten başka ne kalır elimizde? Bu yüzden
liha Teyze tek kaşını kaldırmıştı.
de yanşmacılardan mesela Müslüman mahallesinde domuz eti
Bir gözünü ekrandan diğerini kumandadan ayırmayan Feride
satmalarını istemeli. Al işte, ben ona zorluk derim. Gör bakalım o
Teyze de ona katıldı: "Uykuya ihtiyacı var. Jet-lag duymadın mı
zaman pazarlama stratejilerini."
sen jet-lag! Uyku düzeni şaştı kızcağızın. Okyanus akıntılarının
Kimsenin bunun üzerine yorum yapmasına fırsat kalmadan
üzerinden geçti."
yatakodasının kapısı gıcırdayarak açıldı Ve biraz çekingen, biraz
"Çifte standart diye buna denir. Misafire gelince aman bırak
sersemlemiş halde Armanuş Çakmakçıyan dışan çıktı. Açık renk
uyusun, bana gelince bir pazar sabahı bile istediğim gibi kalamam
bir kot pantolon ve vücut hatlarını saklayacak kadar bol ve uzun
yatakta," diye söylendi Asya, ama kimse ona laf yetiştirmeye ni-
mavi bir sweatshirt giymişti. Türkiye'ye gelmek üzere eşyalarını
yetli olmadığından bu sefer dirençle karşılaşmadı.
toplarken yanına nasıl giysiler alması gerektiğini uzun uzun dü-
"Şışşş, sus sus başladı," dedi Feride Teyze heyecanla. Bekle-
şünmüş ve tutucu bir yerde göze batmamak için en mazbut giysi-
diği programın belirmesi şerefine televizyonun sesini açtı: Çırak.
lerini almıştı. Bu yüzden de İstanbul'da havaalanında Zeliha Tey-
Türk Donald Trump'ının, vecit sessizliğiyle, harika bir Boğaziçi
ze'nin fahiş kısalıktaki eteği, ondan da fahiş yükseklikteki topuk-
Köprüsü manzarası gören geniş bürosunun parlak, saten perdeleri
larıyla karşılanmak, Armanuş'un üzerinde hafif bir şok etkisi ya-
arkasından çıkışım seyrettiler. Emrine amade iki takıma üstün-
ratmıştı. Ama daha da irkiltici olan, başörtüsü ve uzun elbisesiyle
körü, yukarıdan alan bir bakışla baktıktan sonra onları bekleyen
Banu Teyze'yle tanışmak, ne kadar dindar olduğunu, günde beş
vazifeyi anlattı. Takımların bir maden suyu şişesi tasarlamaları,
vakit namaz kıldığını öğrenmekti. Görünüşlerindeki ve belli ki
bunlardan doksan dokuz tane imal etmenin bir yolunu bulmaları,
kişiliklerindeki keskin tezata rağmen iki kadının aynı çatı altında
sonra şehrin en lüks muhitlerinden birinde olabildiğince hızlı ve
yaşayan iki kardeş olmaları Armanuş'un daha epey boğuşması ge-
pahalıya satmaları gerekiyordu.
reken bir bilmeceydi.
"Aman ne zor ne zor. Ben buna görev demem," dedi Asya "Welcome, welcome" diye neşeyle bağırdı Banu Teyze ama
yüksek sesle. "Kolaysa bu yarışmacıları İstanbul'un en dindar, İngilizce kelimeleri tükendiğinden dilinin ucunda sormak istedik-
muhafazakâr mahallesine göndersinler, aynı şişelerin içine kırmı-
leriyle öylece kalıverdi.
zı şarap koydurup sattırsınlar, o zaman görelim." Yabancının nasıl koktuğunu merak eden Beşinci Sultan, Ar-
"Tövbe tövbe," diye çıkıştı Banu Teyze ve içini çekti - yeğe- manuş'un etrafında bir halka çizdi; terliklerini kokladıktan sonra
ninin sürekli dinle ve dindarlıkla dalga geçmesinden rahatsız ol- ilginç bir şey olmadığına karar verdi.
duğu için. Gerçi Asya'nın bu açıdan kime çektiğini gayet iyi gö- "Afedersiniz, nasıl bu kadar uyudum anlamıyorum," diye ke-
rüyordu. Eğer zındıklık da meme kanseri ya da şeker hastalığı gi- keledi Armanuş ağır çekim Ingilizceyle. Pek çok Amerikalı gibi o
bi genetik olarak anneden kıza geçen bir şeyse, düzeltmeye çalış- da yabancılarla konuşurken sesini yükseltiyordu, İngilizcenin ya-
manın ne faydası vardı ki? Bu yüzden tekrar içini çekti. bancısı olmak sağırlık alametiymiş gibi.
"Tabii evladım, vücudunun ihtiyacı vardı. Uzun bir yolcu-
luk," dedi Zeliha Teyze. Ahenkli ama bozuk bir aksanı olduğu, Son söyleneni anlayamayan Banu Teyze umutsuzca Asya'ya
vurguyu yanlış hecelere koyduğu halde kendini İngilizce ifade döndü ama onun çevirmenlik yapmaya niyeti yok gibiydi; kendini
ederken oldukça rahat görünüyordu. "Acıkmadın mı? Umanm tümüyle alaturka Donald Trump'ın ekiplerine verdiği yeni va-
Türk yemeklerini seversin." zifeyi tenkide adamıştı. Yanşmacılardan bu sefer de tekstil sana-
"Yemek" kelimesini varolan bütün dillerde tanımaya mukte- yiine dalmalan ve Fenerbahçe'nin san lacivert formasını yeniden
dir olan Banu Teyze yeniden ısıtılan mercimek çorbasını getir- tasarlamalan istenmişti. Takım oyunculannm en çok oy verdiği
mek için mutfağa koştu. Beşinci Sultan minderinin üzerinden tasanm yanşmayı kazanacaktı. Asya bu görev için de bir alterna-
kalktığı gibi talepkâr miyavlamalarla peşinden gitti. tif düşünmüştü ama bu sefer fikrini kendine sakladı. Artık konuş-
Armanuş kendisine ayrılan iskemleye otururken odayı göz- mak gelmiyordu içinden. Doğrusu Amerikalı kız beklediğinden
den geçirdi. Hızla bakındı etrafına, bazı yerlerde duraklayarak: çok daha güzel çıkmıştı; hoş, bir şey beklediği de yoktu ya. Ne
içinde kahve fincanları, çay bardakları, çeşitli antikalar olan, cam var ki havaalanında karşılayacaklan kızın aptal bir sansın olaca-
kapaklı, oymalı gül ağacı dolap, duvara dayalı eski piyano, yer- ğını düşünmüş, öyle ummuştu içten içe. Oysa hiç de öyle görün-
deki kıymetli halı, sehpalann, kadife koltukların hatta televizyo-
müyordu bu kız. Bir ağırlık vardı hallerinde, üzerinde...
nun üzerinde göze çarpan tığ işi örtüler, balkon kapısının yanın-
Nedenini bilmeden, bilmeye de çalışmadan Asya bu misafir-
daki süslü kafesinde şakıyan kanarya, duvarlardaki resimler -
le takışmak istiyordu ama buna niyeti olsa bile enerjisi yoktu. Her
gerçek olamayacak kadar mükemmel bir kır manzarası, her yap-
halükârda kararlıydı. Şu vıcık vıcık "Türk misafirperverliği" gös-
rağında Türkiye'nin farklı bir kültürel ve doğal güzelliğinin fotoğ-
terisinden olabildiğince uzak duracaktı.
rafı olan bir takvim, nazar boncuklan, üzerlikler ve bir de çerçe-
"Anlatsana," dedi Feride Teyze, Amerikalı kızın saç biçimini
vede görülmeyen kalabalığa melon şapkasını sallayan, smokinli
incelemeyi bitirip, fazla sade bulduktan sonra. "Amerika nasıl?"
bir Atatürk portresi vardı duvarda. Bütün oda nesnelerle ve yadi-
Uzak durmaktaki kararlılığına rağmen bu sorunun saçmalığı
gârlarla doluydu - capcanlı renkler, mavi, vişne çürüğü, deniz ye-
şili, turkuaz. Armanuş'a ışıl ışıl göründü içerisi, öyle ki neredey- Asya'nın vakannı kaybetmesine yetti. Teyzesine alaycı bir tebes-
se bu lambaların dışında bir yerlerden, belki de zeminden, mistik sümle baktı. Ama Armanuş, bu soruyu gülünç bulduysa da, hiç
bir ışığın geldiğine inanacaktı. belli etmemişti. Belli ki teyze hala takımıyla arası iyiydi. Uzman-
lık alanıydı onlarla nasıl konuşulacağı. Sağ yanağı, içindeki hu-
Armanuş daha sonra artan bir ilgiyle masadaki yemeklere
mus lokmasıyla hafiften şişkin bir halde cevap verdi: "Amerika
baktı. "Ne harika bir sofra," dedi gülerek. "En sevdiğim yemek-
ler. Humus, babaganuş, sarma... aaa çürek de pişirmişsiniz!" güzel. Ama tabii çok büyük bir ülke. İnsanın nerede yaşadığına
"Aaaa, do you speak Turkish!" diye hayretle baktı Banu Tey- bağlı olarak farklı farklı Amerikalar var."
ze, elinde dumanı tüten tencereyle ve peşinde Beşinci Sultan'la "Sorun bakayım Mustafa nasılmış?" dedi Gülsüm Nine, anla-
içeri girerken. madığı son lakırdıları bir kenara iterek.
Armanuş bu beklentiyi boşa çıkarmaktan üzgünmüş gibi yan "İyi, çok çalışıyor," dedi Armanuş bir taraftan Zeliha Teyze'
ciddi yan şaşkın başını iki yana salladı. "Hayır. Türk dilini konuşa- nin sözlerini tercüme eden ahenkli sesini dinleyerek. "Güzel bir
mıyorum maalesef ama sanırım Türk mutfağını konuşabiliyorum." evleri, iki köpekleri var. Çöl müthiş. Arizona'da hava hep güzel-
dir, güneşli..."
Çorbalar içilip, zeytinyağlılar azar azar yendikten sonra, Gül-
sum Nine ve Feride Teyze mutfağa gidip iki koca tepsiyle geri Armanuş onun neden bahsettiğini anlamadığı için gözlerini
döndüler. Yüklendikleri tabaklan masaya koydular. açıp kapamakla yetindi. Şöyle bir etrafı kolaçan edince bu şaşkın-
"Pilav," dedi Armanuş gülerek ve yemekleri incelemek için lıkta yalnız olmadığını, teyzelerin de anlamamış göründüğünü
öne eğildi, "Turşi ve..." fark etti.
"Oooo," dedi teyzeler hep bir ağızdan, misafirlerinin Türkçe- "Ya, benim çok sevdiğim bir rock topluluğu var. Müzisyenler
ye hâkimiyetinden etkilenmişlerdi. Ermeni de. İşte Türklerden nefret ettiklerine, hiçbir Türk'ün mü-
Armanuş aniden masaya getirilen son yemeği gördü. "Keşke ziklerini dinlemesini istemediklerine dair şehir efsaneleri dolaşı-
ninem bunu görseydi, harika, kaburga..." yor ortalıkta, ben de merak ettim," dedi Asya isteksiz isteksiz. Bu
"Oooo," diye yankıladı koro. Asya bile merakla dikildi. kadar alakasız bir gruba bu bilgileri sunmaktan hoşnutsuz omzu-
"Amerika'da var çok Türk lokantası?" diye sordu Çevriye nu silkti.
Teyze. "Ben o grubu pek bilmiyorum," dedi Armanuş dudaklarını
"Aslında ben bu yemekleri Ermeni mutfağının da bir parçası büzerek. Tuhaf ama o anda aniden yabancılığını duyumsadı. Ne
oldukları için biliyorum," dedi Armanuş ağır ağır. Kendini bu ai- arıyordu bu hiç bilmediği yerde hiç tanımadığı insanların arasın-
leye, Mustafa'nın üvey kızı Amy, San Francisco'dan gelen Ame- da? Kendini burada cılız ve kırılgan hissetti birdenbire. "Ailem
rikalı bir kız olarak takdim ettiğinden, kimliğinin geri kalan bölü- İstanbulluymuş, yani ninem..." Hikâyeyi daha iyi anlatmak için
münü ağır ağır ifşa etmeyi planlamıştı. Ancak karşılıklı güven te- ihtiyar bir modele ihtiyaç duyuyormuş gibi parmağıyla Cician-
sis edildikten sonra açıklayacaktı Ermeni olduğunu. Ama daha rie'yi işaret etti.
şimdiden planlarını aksatıyor, kestirmeden son sürat sadede gidi- "Sorun bakalım soyadları neymiş?" diyerek Asya'yı dürtükle-
yordu. di Gülsüm Nine, gelmiş geçmiş bütün İstanbul ailelerinin kayıtla-
Gergin ama aynı ölçüde kendinden emin bir ruh haline giren rının tutulduğu gizli bir arşivin anahtarı elindeymiş gibi.
Armanuş sırtını dikleştirdi ve herkesin nasıl tepki verdiğini gör- "Çakmakçıyan," cevabını verdi Armanuş, soru kendisine ter-
mek için masayı bir uçtan bir uca süzdü. Yüzlerinde gördüğü boş cüme edildikten sonra. "İsterseniz bana Amy diyebilirsiniz ama
ifade onu daha fazla açıklama yapmaya zorladı: esas ismim Armanuş Çakmakçıyan."
"Şey, ben Ermeni'yim de... yani Ermeni-Amerikalıyım." İsmi tanıdık bulan Zeliha Teyze'nin yüzü aydınlandı. "Bu dil
Kelimeler bu sefer tercüme edilmedi. Buna gerek yoktu. Dört kuralı bana hep ilginç gelmiştir. Biz Türkler meslek yaratmak için
teyze aynı anda tebessüm etti; ama her biri kendine göre, birinci- bulduğumuz her kelimeye -cı -ci eki takarız. Bizim soyadımız
si kibarca, ikincisi kaygıyla, üçüncüsü merakla, dördüncüsü dost- meselâ Kazan-cı."
ça. Ama en gözle görülür tepki Asya'dan gelmişti. Çırak progra- Dikenli, ağulu bir anı nüksetti zihninde. Geçmişte bir yerler-
mını seyretmeyi bırakmış, ilk kez hakiki bir ilgiyle misafire bakı- de sıkışmış bir anı: sokaktan geçen bir "kirazctııı", içeride, bem-
yordu. Bir farklılık vardı bu kızda. "İslam ve Kadın" konulu bir beyaz bir muayanehanede, "kürtajcın" diye kelime üreten bir
tez araştırması olmayabilirdi buraya gelme sebebi. genç kadın. Hızla savuşturdu zihninden bu meşum hatırayı. Se-
"Pemek öyle!" Asya ağzını ilk kez açmış dirseklerini masa- sinde zoraki bir şevkle Armanuş'a döndü: "Demek Ermeniler de
ya dayayarak öne eğilmişti. "Söylesene System of a Down'un biz- aynı şeyi yapmakta. Çakmak... Çakmakçı, Çakmakçı-yan."
den nefret ettiği doğru mu?" "Desenize ortak bir noktamız daha var," dedi Armanuş güle-
rek. Zeliha Teyze'de görür görmez hoşuna giden bir şeyler vardı. olduğunu hisseden Zeliha Teyze sordu: "Demek buraya ninenin
Şu göze çarpan hızması, mini eteği, abartılı makyajıyla dış görü- evini görmeye geldin. İyi de neden ayrılmış ninen buralardan?"
nüşünü diğerlerinden ayırması mıydı acaba Armanuş'u cezbeden? Armanuş hem bu sorunun sorulmasına memnundu, hem de
Yoksa bakışlarında bulduğu açıklık mı? Bakışlarında, insanı ev- cevap vermeye isteksiz. Anlatmak için çok mu erkendi acaba? Hi-
vela anlamaya çalışacağına, ne olursa olsun yargılamadığına dair kâyenin ne kadarını anlatmalıydı? Şimdi değilse ne zaman? Hem
bir güvence taşıyordu adeta. neden ya da neyi bekleyecekti ki? Çayından bir yudum aldı. Hu-
"Şuşan ninem İstanbul'da doğmuş," dedi Armanuş usulca ve zursuz, neredeyse bitkin bir sesle: "Gitmek zorunda bırakılmış-
cebinden bir kâğıt parçası çıkardı. "Evin adresi var yanımda. Ba- lar," dedi. Ne var ki bunu söylemesiyle yılgınlığından, isteksizli-
na yolu tarif edebilirseniz gidip görmek isterim bir ara." ğinden silkinmesi bir oldu. Çenesini kaldırıp neredeyse gururla
Zeliha Teyze kâğıdın üzerindeki yazıyı inceleyedursun, ma- ekledi:
sanın öbür yanında Asya, Feride Teyze'nin kıpır kıpır bir şeyler- "Ninemin babası, Ohannes İstanbuliyan çok meşhur bir şair ve
den rahatsız olduğunu fark etti. Kendini'tehlikeli bir durumda bu- yazarmış. Cemiyetinde büyük saygı gören önemli bir adammış."
lan ve ne yana koşacağını bilemeyen biri gibi aralık balkon kapı- "Ne diyo, ne diyo?" Cümlenin ilk bölümünü yakalayıp geri-
sına bakıp duruyordu panikle. sini kaçıran Feride Teyze, Asya'ya dirsek attı.
Asya yana eğilip buharı tüten pilavın üzerinden teyzesine mı- "Ailesi İstanbul'un önemli ailelerindenmiş," diye fısıldadı
rıldandı: "Şşşt, neyin var?" Asya kulağına.
Feride Teyze sesini mümkün mertebe alçaltarak gene pilavın "Dedim sana altın liralar için gelmiş olmalı..."
üzerinden fılsıldadı: "Ermenilerin, ta seneler evvel dedelerinin Asya gözlerini yuvarlayıp bir of çekti. İstediği kadar alaycı
kaçarken oraya buraya sakladıkları sandıklan çıkarmak için geri olamamıştı bu efekt, ama teyzesiyle uğraşmayı bırakıp tekrar Ar-
döndüklerini duymuştum." Gri-yeşil gözlerinde kıvılcımlarla se- manuş'un hikâyesine odaklandı.
sini biraz daha yükseltti: "altın ve mücevher için dönüyorlar." De- "Bana anlatıldığına göre büyükdedem Ohannes okumayı,
rin bir nefes aldı ve heyecanla kendini yankıladı: "Altın ve mü- yazmayı ve düşünmeyi dünyada her şeyden fazla seven bir adam-
cevher!" mış. Ninem der ki ben de ona benziyormuşum. Ben de kitapları
Asya boş boş baktı en uçuk teyzesinin heyecandan alev alev çok severim," diye ekledi Armanuş mahcup mahcup gülerek.
yanan suratına. Dinleyenlerin bazıları gülümsedi, çeviri bitince de herkes gü-
"Söylemedi deme, bu kız buraya hazine sandığı bulmak için lümsedi.
gelmiş," diye ekledi Feride Teyze, gözleri hayali bir sandığın "Ama maalesef adı listedeymiş," dedi Armanuş ortamın nab-
içindeki zümrüt ve yakutların ışıltısıyla parlayarak. zını yoklayarak.
"Nasıl da bildin!" diye patladı Asya. "Ben de sana bunu an- "Ne listesi?" diye sordu Çevriye Teyze.
latacaktım zaten. Bu kız uçaktan çıktığında bi de ne görelim, el- "Ortadan kaldırılacak Ermeni aydınlar listesi. Siyasi liderler,
lerinde bavul yerine kazma kürek var..." şairler, yazarlar, gazeteciler, din adamları... toplam 234 kişi."
"Geç bakalım dalganı sen," diye çıkıştı Feride Teyze, bozul- "İyi de neden?" dedi Banu Teyze ama Armanuş bu soruyu
muştu. Kollarını kavuşturup arkasına yaslandı. şimdilik atlamayı yeğledi.
Bu sırada Armanuş'un ziyaretinin ardında daha derin bir sebep "1915 senesinde 24 Nisan Cumartesi akşamı İstanbul'da ya-
şayan düzinelerce Ermeni ileri geleni tutuklanıp emniyete götü- geçmeden yaşlılar da ölmeye başlamış. Bakacak akrabaları olma-
rülmüş. Hepsi de törene gider gibi iki dirhem bir çekirdek giyin- yan küçük çocuklar o karmaşada birbirlerini kaybetmişler. Ama
mişler. Bembeyaz yakalar, zarif takım elbiseler. Hepsi de okumuş aylarca ayrı kaldıktan sonra erkek çocuklar mucizevi bir biçimde
yazmış adamlar. Açıklama yapılmadan emniyette tutulmuşlar bir Lübnan'da Katolik misyonerlerin yardımıyla bir araya gelmiş.
müddet, sonra da ya Ayaş'a yahut Çankırı'ya sürülmüşler. İlk Hayatta olan tek kayıp kardeşleri Şuşan Ninem'miş. Kimse başı-
gruptakiler ikinciye nazaran daha feci koşullarda kalmışlar. Ayaş na ne geldiğini bilmiyormuş. Kimse İstanbul'a götürülüp bir ye-
ta sağ kalan olmamış. Çankırı'ya götürülenler de peyderpey öldü- timhaneye konduğunu duymamış."
rülmüşler. Dedem bu gruptaymış. Türk askerlerinin gözetimi al- Asya gözünün ucuyla, annesinin dik dik ona baktığını görebi-
tında trenle İstanbul'dan Çankırı'ya götürülmüşler. Yolun son liyordu. Belki de Zeliha Teyze asi kızının tüm bu anlatılanların ne
dört-beş kilometresini istasyondan şehre kadar yürümek zorunda kadarını Kazancı kadınlarına tercüme edeceğini merak ediyordu.
kalmışlar. O zamana kadar iyi muamele görmüşler. Ama istasyon- "Şuşan Ninemin ağabeyinin, onun izini bulması seneler sür-
dan yürümeye başladıklarında şiddete maruz kalmışlar. Sopalar- müş. Nihayet Yervant Dayı onu bulup Amerika'ya akrabalarının
la, balta saplanyla dövülmüşler. Efsanevi müzisyen Komitas gör- yanına götürmüş..." diye usulca ekledi Armanuş.
dükleri karşısında aklını yitirmiş. Çankırı'ya geldiklerinde tek bir Anlatılanları çeviriyle geriden takip eden Banu Teyze başını
şartla salıverilmişler: şehirden çıkmaları yasakmış. Orada oda ki- yana eğip, asla manikür yaptırmadığı kemikli parmaklarıyla keh-
ralayıp yerli halkın arasında oturmaya başlamışlar. Her gün iki-üç ribar tespihini çekmeye başladı, bir yandan da mırıldanıyordu:
kişi askerler tarafından şehir dışına yürümeye götüriilüyormuş, "Hasbünallahü venimel vekil, hasbünallahü venimel vekil..."
sonra askerler yalnız dönüyorlarmış. Günün birinde askerler de- "Ama anlamıyorum," diye şüphelerini ilk dile getiren Feride
demi de yürümeye götürmüşler." Teyze oldu. "Onlara ne olmuş? Yürüdükleri için mi ölmüşler?"
Hâlâ gülümseyen Banu Teyze bütün bunları kimin tercüme Soru sorulduğunda Armanuş bir an duraladı. Masanın öteki
edeceğini anlamak için bir soluna bir sağına, önce kardeşine sonra ucunda oturan Cicianne'yi süzdü; ince yüzünde onca yılın kırışık-
yeğenine baktı ama iki çevirmenin yüzünde de sadece şaşkınlık ları, öyle sarih bir sevecenlikle ona bakıyordu ki Armanuş'un ak-
vardı. lına iki ihtimal geldi: ya hikâyeyi hiç dinlememişti ya da öyle dik-
"Neyse, uzun hikâye. Bütün bu ayrıntılarla zamanınızı alma- katle dinlemişti ki adeta yaşamıştı. Her halükârda, burada, onla-
yayım. Babası öldüğünde Şuşan Ninem üç yaşındaymış. Dört rın yanında değildi.
kardeşmişler, en küçükleri ve tek kız oymuş. Aile babasız kalmış, "Susuz, aç perişan yürümek zorunda kalmışlar. Aralarında
ninemin annesi dul. Çocuklarla birlikte İstanbul'da yaşamak zor hamile kadınlar varmış, yaşlılar, kundakta bebekler... Durup so-
geldiğinden babasının Sivas'taki evine sığınmış. Ama onlar Si- luklanmalarına bile izin verilmemiş. Kilometrelerce yürümüşler.
vas'a gider gitmez tehcir başlamış. Bütün ailenin malını mülkünü Ta Der Zor çöllerine kadar. Yolda hastalananlar olmuş; intihar
bırakıp binlerce kişiyle birlikte bilinmeyen bir yere doğru gitme- edenler olmuş..." Armanuş'un sesi alçalmıştı: "Bazıları açlıktan
leri emredilmiş." ölmüş. Bazıları da öldürülmüş."
Armanuş dinleyicileri dikkatle süzdükten sonra bütün hikâ- Bu sefer Asya tek kelime atlamadan her şeyi tercüme etti.
yeyi bitirmeye karar verdi. "Bu vahşeti kim yapmış?" diye çıkıştı Çevriye Teyze, karşı-
"Yürümüşler, yürümüşler. Ninemin annesi yolda ölmüş, çok sında disiplin yoksunu bir sınıf çocuk varmış gibi.
dırdığına inanıyordu. Halbuki sıradan bir Türk'ün nesebiyle ara-
Banu Teyze de kız kardeşinin tepkisine katıidı ama o hiddet- sında böyle bir süreklilik hissi yoktu. Ermenilerle Türkler farklı
lenmekten ziyade kederlenmiş gibiydi. Her huzursuz oluşunda zaman çerçevelerinde yaşıyorlardı galiba. Ermeniler için zaman
yaptığı gibi eşarbının uçlarını çekiştirdi. Ardından, ne zaman bir çemberdi; geçmişin şimdide yeniden doğduğu, şimdinin gele-
eşarbının uçlannı çekiştirmek kafi gelmese yaptığı şeyi tekrarla- ceği doğurduğu bir döngüydü. Halbuki Türkler için zaman pek
dı. Ayet-el Kürsi okumaya başladı. çok yerinden bölünmüş kesik kesik bir çizgi gibiydi; geçmiş be-
"Çevriye teyzem bunu kimin yaptığını soruyor," dedi Asya. lirli bir noktada sona eriyor, şimdi sıfırdan başlayıveriyordu.
"Türkler yapmış," dedi Armanuş, söylediklerinin ucunun ne- Türklerin geçmişi ile şimdisi arasında safı kopuştan başka bir şey
reye vardığına dikkat etmeden. yoktu.
"Ayıptır, günahtır, insan değil mi bunlar?" dedi Feride Teyze. "Ama hiçbir şey yemedin. Hadi evladım, ye biraz," dedi Ba-
"Değil tabii, bazı insanlar canavardan farksız!" dedi Çevriye nu Teyze. Kedere karşı bildiği iki çareden biriydi yemek ikram et-
Teyze. Yirmi Yıllık İnkılap Tarihi Hocası olarak geçmişle şimdi mek.
arasına kesin bir sınır çizmeye, Osmanlı İmparatorluğu'nu mo- "Her şey çok güzel olmuş, teşekkür ederim," dedi Armanuş
dern Türkiye Cumhuriyeti'nden kesinkes ayırmaya öyle alışkındı çatalını yeniden eline alarak. Pilavı aynen babaannesi gibi pişir-
ki, bütün hikâyeyi başka bir ülkede cereyan etmiş elim bir hadise diklerini fark etmişti, tereyağlı ve çam fıstıklı.
gibi dinlemişti. Yeni Türk devleti 1923'te kurulmuştu; bu rejimin "Good, good! Eat, eat!" dedi Banu Teyze başını sallaya salla-
miladı oydu. Bu tarihten evvele denk düşen şeyler başka bir dev- ya.
rin, başka bir memleketin, kısacası başkalarının meselesiydi. Bu arada Asya, Armanuş'un nezaketini, kaburgayı yerken
gösterdiği özeni içi ezilerek seyretti. Başını eğdi, iştahı kaçmıştı.
Armanuş kafası karışmış bir halde tek tek baktı yüzlerine.
Daha evvel hiç Ermeni arkadaşı olmamıştı ama tehciri ilk kez
Kazancı kadınlarının anlattığı hikâyeyi korktuğu kadar kötü kar-
duymuş değildi. Daha önce de bazı şeyler dinlemişti; bazısı leh-
şılamamaları onu rahatlatmıştı, ama bu sefer de kendisini tam ola-
te, çoğu aleyhte. Ama böyle bir hikâyeyi gerçek bir insandan din-
rak anladıklarından emin olamıyordu. Gerçi ne inanmayı reddet-
lemek oldukça farklı bir tecrübeydi. Ama Asya'yı esas ilgilendi-
miş ne de karşı tezlerle saldırmaya kalkmışlardı. Tam tersine, dik-
ren başka bir noktaydı: Armanuş'un hafızası. Hiç bu kadar ihtiyar
katle dinlemiş ve üzülmüşlerdi. Peki öyleyse ne demeye hâlâ hu-
bir belleğe sahip bir gençle tanışmamıştı.
zursuzdu? Armanuş yüreğini yokladı. Ne bekliyordu ki?
Gene de içindeki nihilistin hüznü kovması uzun sürmeyecek-
Sonra yavaş yavaş anladı ki bir özür bekliyordu; o da olmadı
ti. Omzunu silkti. Neyse ne! Dünya zaten boktan bir yerdi. Geç-
suçun kabul edilmesini. Türklerdi 1915'te bunları Ermenilere ya-
miş, gelecek, burası, orası... hepsi birdi. Her yerde aynı ıstırap.
panlar. Kendisi Ermeni, onlar da Türk olduğuna göre özür dile-
Tanrı ya yoktu ya da hepimizi içine attığı sefaleti göremeyecek
meleri gerekmez miydi? Oysa kimse üstüne alınmış görünmüyor-
kadar uzaktaydı. Hayat alabildiğine acımasızdı. Karanlık bakışla-
du. Üzüntüsünü paylaşmadıklarından değil, zira görünen o ki rı alaturka Donald Trump'in kaybeden grubun en kabahatli üç
paylaşmışlardı. Mesele kendileriyle geçmişte bu suçlan işleyen- üyesine ahret sualleri sorduğu ekrana kaydı. Futbol takımı için ta-
ler arasında hiçbir bağ görmemeleriydi. Nice sonra Armanuş bu sarlanan formalar öyle berbat olmuştu ki, en fanatik taraftarlar bile
anı hatırladığında meselenin bir "zaman algısında farklılık" oldu- bedava olduğu halde bunları giymeyi reddetmişti. Şimdi biri-
ğuna kanaat getirecekti. Kendisi bir Ermeni kızı olarak kendi ku-
şağından nesiller evvel yaşamış atalarının ruhlarını içinde barın-
nin diziden elenmesi gerekiyordu. Tüm yarışmacılar elenen ol- de yapılacak en iyi şeyin bu olduğunu düşünerek içini rahatlatma-
mamak için birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışıyordu. Kapita- ya çalıştı. Gerçeği nasıl söyleyebilirdi ki? Ne desin? "Babaanne-
lizmin gaddar at yansında kaybeden taraf olmak istemiyordu cim aslında ben Arizona'da filan değil, senin doğduğun şehirde-
kimse. Gerekirse birbirlerinin gözünü oyabilirlerdi. Asya suratını yim!"
buruşturdu. Ne vahşi bir sistemdi bu. Telefonu kapattıktan sonra birkaç dakika bekledi. Sıkıntıyla
Düşüncelerinin kasvetine gömülen Asya'nın yüzünde müs- derin bir nefes aldı, cesaretini toplayıp sıradaki numarayı çevirdi.
tehzi bir gülümseme belirdi. İçinde yaşadığımız kâinat buydu iş- Sükûnetini korumaya azami gayret etse de annesinin sesini duyar
te. Tarih, siyaset, din kavgaları, yarışmalar, pazarlama taktikleri, duymaz geriliverdi.
serbest piyasa ekonomisi, iktidar mücadelesi, bir lokmacık zafer "Amy! Neden daha önce aramadın? Nerdesin? Nasılsın? Sa-
için herkes birbirinin gırtlağında... bütün bunlara ihtiyacı yoktu na iyi davranıyor mu o cadılar? San Francisco'da hava nasıl? Ne
kuşkusuz, bütün bu... zaman döneceksin Arizona'ya? Yoksa bırakmıyorlar mı?"
...bokpüsüre... "Annecim lütfen sakin olun. Ben gayet iyiyim. Hava da..."
Hâlâ gözü televizyonda ama artık iştahı tümüyle açılmış bir Armanuş internetten San Francisco'daki hava durumuna bakma-
halde sandalyesini ileri itip tabağını doldurmaya başladı Asya Ka- dığına pişman oldu. "...iyi, biraz rüzgârlı, her zamanki gibi."
zancı. Başını kaldırdığında annesinin dikkatle kendisini süzmekte "Hıı," dedi Rose. "Seni defalarca aradım ama cep telefonun
olduğunu gördü. Adeta ruhunu okumuştu Zeliha Teyze. Anında kapalıydı. Çok merak ettim."
gözlerini kaçırdı. Açtığına pişman olmuş bir yaban çiçeği gibi "Bak anne," dedi Armanuş, sesindeki kararlılığa kendisi de
anında kapandı. şaşarak. "Beni babaannemin evindeyken aradığında rahatsız olu-
yorum. Gel seninle bir anlaşma yapalım. Hiç olmazsa bir müddet
sen beni arama, bırak ben seni arayayım. Lütfen."
. "Sana bunu onlar mı söyletiyor?" diye şüpheyle sordu Rose.
"Hayır anne, tabii ki hayır, Tann aşkına. Senden bunu rica
Yemekten sonra Armanuş telefon etmek için "kızlar odası"na çe- eden benim."
kildi. Cep telefonundan önce San Francisco'yu aradı. Duvardaki Birkaç dakika süren bir cebelleşmeden sonra Rose gönülsüz
devasa Johnny Cash posterinin tam karşısında duruyordu. de olsa anlaşmayı kabul etti. Ardından başladı her zamanki şikâ-
"Babaannecim, benim Armanuş!" diye bağırdı heyecanla ama yetlerine. Evden işe, işten eve koşturmaktan, kocasının duyarsız-
hemen sesini normale çevirdi. "Nasılsın bi tanem? Arkadaki o ses lıklarından, kendisine hiç zaman ayıramamaktan yakındı. Bir tek
de ne?" Home Depot'da tenzilat olduğunu, Mustafa'yla birlikte mutfak do-
"Mühim bir şey değil güzelim. Banyodaki boruları tamir edi- laplarını yenileme karan aldıklarını anlatırken sesine neşe geldi.
yorlar. Dikran Dayın geçen gün hepsini benzetmiş. Tesisatçı ça- "Bana akıl ver," dedi Rose hevesle. "Kiraz ağacına ne dersin?
ğırdık mecburen. Sen ne yapıyorsun?" Bizim mutfağa yakışır mı?"
Bu soruya hazırlıklı olan Armanuş, havadan sudan bahsetme- "Olabilir, yakışır herhalde..."
ye başladı. Tabii İstanbul'daki değil, Arizona'daki havadan sudan. "Bence de. Ya koyu meşe? Biraz pahalı ama çok klas. Sence
Şuşan Nine'yi böyle kandırdığı için kendini berbat hissettiği hal- hangisi daha iyi?"
"Bilmem ki anne, koyu meşe de iyi gibi."
"Ay, o da iyi, bu da iyi, hiç yardımcı olmuyorsun ki," dedi
Rose içini çekerek.
Dokuzuncu Bölüm
Armanuş nihayet telefonu kapattığında yabancı yabancı ba-
kındı etrafına. Duvarlardaki fotoğraflar, yerdeki Türk halısı, ya- PORTAKAL KABUKLARI
bancı mobilyalar, başka bir dil konuşan gazeteler... aniden küçük-
lüğünden beri hissetmediği bir paniğe kapıldı. Hatırladı.
Armanuş altı yaşındayken bir gün annesiyle arabada giderken
aniden benzinleri bitmiş, yol ortasında kalakalmışlardı. Yoldan
başka bir vasıta geçene kadar bir saat beklemeleri gerekmişti.
Derken Rose otostop çekmeye başlamış ve bir TIR durup onları
almıştı. TIR'ın içinde iki kaba saba, iriyan adam vardı; ürkütücü

E
ve suratsız. Tek kelime etmeden onlan benzin istasyonuna götür-
müşlerdi. İstasyona bırakıldıktan ve TIR gözden kaybolduktan
sonra Rose dudağı titreyerek Armanuş'a sarılmış, panik içinde ağ-
lamaya başlamıştı: "Ah Tannm, ben ne yaptım, ya kötü insanlar
olsalardı? Bizi kaçırabilir, tecavüz edebilir, öldürebilirlerdi, kim- rtesi gün Asya Kazancı ve Armanuş Çakmakçı-
se de cesetlerimizi bulamazdı. Bu riski nasıl alabildim?" yan, Şuşan Nine'nin doğduğu konağı aramak için erkenden çıktı-
Bu kadar şiddetli olmasa da, Armanuş'un şu anda hissettiği lar. Mahalleyi- ve sokağı kolayca buldular - Yeniköy'de, şık bir
panik bundan farklı değildi. İstanbul'da, yabancı bir evdeydi ve muhitteydi eski konağın yeri. Ama konak monak yoktu ortada.
ailesinden hiç kimsenin bundan haberi yoktu. Nasıl böyle aklına Onun yerine beş katlı, modern bir bina dikilmişti. Birinci katta
estiği gibi hareket edebilmişti? gösterişli bir balık lokantası vardı. İçeri girmeden önce Asya cam-
Ya kötü insanlarsa... nasıl böyle bir risk alabildim? daki yansımasını kontrol etti, memnuniyetsizce memelerine bak-
tıktan sonra saçlarını düzeltti.
Öğle yemeği için çok erken olduğundan önceki gecenin izle-
rini yerden süpüren bir avuç garson dışında kimseler yoktu içeri-
de; bir de insanın ağzını sulandıran bir koku bulutu altında akşam
için meze ve yemek hazırlayan al yanaklı, tombul ahçı vardı. As-
ya her biriyle tek tek konuşup binanın geçmişine dair sorular sor-
du. Ama Kürt garsonlar şehre daha yeni göçmüşlerdi; ahçı da eski
Yeniköylü'ydü ama sokağın tarihine dair malumat sahibi değildi.
"Köklü İstanbul ailelerinden sadece birkaçı doğdukları top-
raklarda kaldılar," diye açıkladı ahçı otorite havasıyla, bir yandan
da devasa bir kalkan balığını havada bayrak gibi kaldırarak.
"Bu şehir bir zamanlar Babil Kulesi gibiymiş, her telden her
demden insan... her dil konuşulurmuş sokaklarında," diye devam
etti ahçı, kalkanın kılçığını kuyruğun hemen üzerinden ve başın
tarak. Üzerinde vişne rengi çiçek desenleri olan, uzun, açık yeşil
hemen altından kırarak. "Bu mahallede bir sürü Yahudi komşu-
bir hipi eteği giymişti, yamalı bohça bir çantası vardı ve bir sürü
muz vardı. Rumlar, Ermeniler... Ben küçükken balığı Rum balık-
takısı - cam boncuktan kolyeler, bilezikler, neredeyse her parma-
çılardan alırdım. Annemin terzisi Ermeni'ydi. Babamın patronu
ğında gümüş yüzükler. Onun yanında Armanuş kot pantolonu ve
Yahudi'ydi. Hepimiz bir aradaydık yani. Onlar bizim bayramları-
tüvit ceketiyle kendini giysi fukarası hissediyordu.
mızı kutlardı, biz onlarınkini."
"Her iyi şeyin bir de kötü tarafı var," dedi Asya. "Kadınlarla
"Her şeyin neden değiştiğini sorsana," dedi Armanuş çevir-
dolu bir evde tek çocuk olarak doğmak zor iş, sevgileriyle boğu-
meni Asya'ya.
yorlar. Tek çocuk olarak etrafındaki bütün yetişkinlerden daha ol-
"Neden mi değişti?" diye gürledi ahçı, aniden celallenerek.
gun olman gerekiyor. Bu kadar sevilip esirgendiğim, birinci sınıf
"Ben sana diyivereyim ne değişti! İstanbul şehir değil. Şehir gibi
bir okula gönderildiğim ve bu ülkede mümkün olan en iyi eğitimi
görünüyor ama o işin kandırmacası. Sadece kabuğu şehir buranın.
aldığım için minnettarım. Ama esas mesele benden hayatta yapa-
Esasında bu bir şehir-tekne. Biz hepimiz bir gemide yaşıyoruz!"
Balığı kafasından tutup kılçığı içinden çekip çıkardı. Mahare- madıkları, kendi içlerinde ukte kalan tüm şeyleri yapmamı bekle-
tinden memnun, devam etti: "Burada hepimiz yolcuyuz, öbek meleri. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"
öbek gelip gidiyoruz. Bizanslısı gidiyor Osmanlısı geliyor. Yahu- Armanuş gayet iyi anlıyordu, gayet tanıdık olan bu hikâyeyi.
diler gidiyor Ruslar geliyor. Ağabeyimin mahallesi Moldavyalı "Sonuçta aynı anda hepsinin hayallerini gerçekleştirmek için deli
Romanyalı dolu... Abim şaka yapıyor kanyı boşayıp Moldavyalı gibi çalışmam gerekti. İngilizceyi altı yaşında öğrenmeye
alacam yerine diye... Yann onlar gidecek başka yolcular gelecek. başladım. Bununla kalsa sorun yoktu. Ertesi sene Fransızca öğ-
İşte böyle..." renmem için özel öğretmen tutuldu. Dokuz yaşına geldiğimde hiç
Armanuş hayal kırıklığına uğramış, Asya bunalmış vaziyette alakam ve yeteneğim olmadığı halde bir sene boyunca bana ke-
lokantadan ayrıldılar. Dışarıda hava yumuşamıştı. Muhteşem bir man çaldırdılar. Ondan sonra evimizin yakınlarında bir buz pateni
Boğaz manzarasına çıktılar, beklenmedik ölçüde parlak bir güneş sahası açıldı ve teyzelerim patenci olmama karar verdiler. Beni
ve berrak bir sema altında ışıl ışıl. Güneşten korunmak için elle- parıltılı elbiselerle saltolar atarken hayal etmek hoşlarına gittiği
rini gözlerinin üzerine koydular. İkisi de derin bir nefes alıp ha- için. Avrupa şampiyonu olup buz pistlerinde milli marşımızı çal-
vadaki bahar kokusunu içine çekti. dıracaktım! Katarina Witt'in Türk versiyonu ben olacaktım! So-
Daha iyi bir planlan olmadığından, karşılaştıkları hemen her nuçta ne oldu? Kendimi pistte kıçımın üstüne düşerken buldum!
seyyar satıcıdan bir şeyler alarak Boğaz boyu yürümeye başladı- Buz üstündeki patenlerin cızırtısı hâlâ tüylerimi diken diken eder."
lar: kaynamış mısır, midye dolması, irmik helvası, sonunda da Armanuş kibarlıktan gülmemeyi başardı ama Asya'nın ulus-
koca bir kesekâğıdı ayçekirdeği. Şaşmaz bir ritimle başladılar çit- lararası bir müsabakada saltolar atan imgesine gülmemekte zor-
lemeye. Yiyecekten yiyeceğe geçtikleri gibi konudan konuya geç- landı.
tiler. Her şeyi konuşabilirlerdi, üç konu hariç: cinsellik, erkekler "Sonra bir ara uzun mesafe koşucusu olmamı istediler. Yeterince
ve babalar. Birbirine halen yabancı olan genç kadınlar arasında bu çalışırsam Türkiye'yi Olimpiyat Oyunlarında temsil eden
üç konunun dokunulmazlığı vardı. müthiş bir atlet olacaktım! Bu memelerle beni kadınlar marato-
"Aileni sevdim," dedi Armanuş. "Hayat dolular." nunda yarışırken hayal edebiliyor musun Allah aşkına!"
"Ya ne demezsin," dedi Asya, kolundaki bilezikleri şıngırda- Armanuş bu sefer kahkahasını bastırmadı.
Asya bir an duralayıp Armanuş'a baktı göz ucuyla. Yeni arka-
"Şu kadın atletler bu işi nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama hep- daşının profilini çıkartmayı bitirmemişti ama onu "hanım hanım-
sinin göğüsleri tahta gibi. Memelerini küçültmek için erkeklik cık bir kız" olarak sınıflandırmıştı. Aklı başında, son derece halim
hormonu filan alıyorlar herhalde. Benim gibi kadınlar atlet olmak selim bir kızdı bu ve eğer hayat tarzında sigara sunturlu bir küfür-
için yaratılmamış; fiziğin en temel kanunlarına aykırı. Düşün bir se, Asya'nın diğer habis alışkanlıklarını kabul etmesi söz konusu
kere. Vücut ivme kanunu uyarınca hız kazanarak ilerliyor. Hızın- bile olamazdı.
daki değişim miktarı vücuda verilen güçle orantılı ve aynı yönde "Hepsi de anne rolü oynayan teyzelerimin arasında büyü-
olmak durumunda, değil mi? Sonra ne oluyor peki? Memeler de düm. Benim kişisel trajedim bir bakıma dört kadının tek çocuğu
ivme kazanıyor ama tümüyle kendilerine has aksak bir ritimle. olmamdı. Herhalde farkına varmışsındır, Feride Teyzem biraz
Sen öne doğru koşuyorsun, memeler yukarı aşağı iniyor ve so- çatlaktır, hiç evlenmedi. Bir sürü işe girdi çıktı. Manik evredey-
nunda seni yavaşlatıyorlar. Eylemsizlik kanunu artı yerçekimi ka- ken mükemmel bir tezgâhtardı. Çevriye Teyzem mutlu bir evlilik
nunu! Kazanmanın imkânı yok. Ay nasıl utanç vericiydi," diye yaptı ama sonra kocasıyla birlikte hayatının neşesini de kaybetti.
ekledi Asya heyecanla. "Allaha şükür o safha çabuk atlatıldı. On- Ondan sonra kendini tarih öğretmenliğine verdi. Aramızda kalsın,
dan sonra resim ve heykel dersleri aldım. Derken maalesef beni bence cinsellikten hoşlanmıyor ve insan vücudunun ihtiyaçlarını
baleye yazdırdılar. Yakın zamana kadar baleye gittim, sonunda iğrenç buluyor! Tabii en büyükleri Banu Teyze var. Dünya iyisi-
annem dersleri her fırsatta astığımı anlayıp beni azat etti. Şimdi- dir. Kimseyi incittiğini görmedim bugüne kadar. Yüreği geniştir
lik beni kendi halime bırakmış görünüyorlar ama her an bir tey- en büyük teyzemin. Ama işte çok çekti. Kâğıt üzerinde hâlâ evli
zemin aklına yeni bir fikir gelebilir ve bir de bakmışsın ben gene ama kocasını nadiren görür. İki oğlu vardı, ama ikisi de öldü. Bu
olmadık kurslara yazılmışım." ailenin erkekleri lanetlidir. Uzun yaşamazlar."
Armanuş başka birinin hayatında kendi hayatının belirleyici Armanuş bu lafı nasıl yorumlayacağını bilemediğinden içini
öğelerini bulmanın verdiği aşinalık duygusuyla başını salladı. çekti.
Kendi halalarının abartılı sevgileriyle ilgili pek çok şey anlatabi- "Yani Banu Teyze'nin Allah'a sığınmasını anlayabiliyorum,"
lirdi. Onun yerine bir soru sordu: diye ekledi Asya kolyesinin boncuklanyla oynayarak. "Neyse de-
"Anlayamadığım bir şey var. Havaalanına birlikte geldiğin mek istediğim, doğduğum zaman kendimi dört teyze-anne ya da
hanım, hep mini etek giyen..." Armanuş kıkırdadı ama hemen dört anne-teyzeyle çevrili buldum. Ya hepsine 'anne' diyecektim
kendini topladı. "Zeliha... o senin annen değil mi? Ama ona anne ya da anneme, teyze diyecektim. Galiba teyze demek kolayıma
demiyorsun... yanılıyor muyum?" geldi. Zeliha Teyze!"
"Doğru, biraz kafa karıştırıcı. Bazen benim bile kafam karışı- "Peki ama annen bu işe bozulmadı mı?"
yor," dedi Asya günün ilk sigarasını yakarken. Armanuş'un siga- Açık denize doğru giden pas rengi bir şilebi fark etmesiyle
radan hoşlanmadığını fark etmişti. Sigaranın dumanını öteki ya- Asya'nın yüzünün canlanması bir oldu. Boğaz'dan kayıp giden ge-
na, Armanuş'tan mümkün olduğunca uzağa üfledi ama rüzgâr du- mileri seyretmeyi severdi. Nasıl yaşardı acaba mürettebat? Şehri
manı dosdoğru üstlerine taşıdı. onların gözünden görebilmek isterdi. Sürekli hareket halinde olan
"Anneme tam olarak ne zaman 'teyze' demeye başladığımı ha- bir denizcinin gözünden nasıldı acaba yerleşiklerin hayatı?
tırlamıyorum. Belki baştan beri, ta en baştan." Asya sigara duma- "Yo, bozulmadı. Bana hamile kaldığında on dokuz yaşınday-
nından iki mükemmel halka yaptı ama rüzgâr ikisini de dağıttı.
gisine mazhar olmaktan memnun sırıttı. Armanuş kızararak yüzü-
mış. Kulağa tuhaf gelecek ama anne dememem onu rahatlatmış
nü çevirdi, Asya ise kaşlarını çatıp, turşucuya ters ters baktı.
olmalı. Dört kardeşin dördü de teyzelerimdi teoride. Bir şekilde
"Yani annen sana hâlâ babanın kim olduğunu söylemedi mi?"
bu unvan annemin işlediği günahı toplum nezdinde daha az görü-
diye çekinerek sordu Armanuş tekrar yola koyulduklarında.
nür hale getirdi. Aslını istersen ona teyze demeye beni bizzat ken-
"Annem nevi şahsına münhasır bir yaratıktır! Öyle de inatçı-
disinin cesaretlendirdiğini düşünüyorum. En azından bir müddet,
dır ki... Görüp göreceğin en demir iradeli kadındır. İçinden gel-
sonra da alışkanlığın üstesinden gelmek mümkün olmadı."
mezse bana hiçbir şey anlatmaz. Diğerlerinin de babamın kimli-
"Ondan hoşlandım," dedi Armanuş, ama sonra kafa kanşıklı-
ğini bildiğini sanmıyorum. Sanmam ki kimseye söylemiş olsun.
ğıyla durakladı. "Hangi günahtan bahsediyorsun?"
Hoş, bilseler bile benimle paylaşmazlardı ya. Kimse bana bir şey
"Gayrimeşru bir çocuk doğurmaktan. Annem..." Asya doğru
açıklamaz. Kazancı ailesinde sürgünüm ben, aile arşivlerindeki
kelimeyi ararken burnunu buruşturdu, "... ailedeki kara koyundur.
her türlü tehlikeli bilgiden ve sırdan uzak tutuluyorum. Beni ko-
Evlilik dışı çocuk doğuracak kadar asi."
rumak adına kendilerinden ayırdılar." Asya çitlediği çekirdeğin
Bir Rus tankeri geçiyordu şimdi. Kıyıya küçük dalgalar çarptı.
kabuklarını hınçla tükürdü: "Bir müddet sonra karşılıklı bir oyuna
"Etrafta bir baba olmadığını fark ettim ama ölmüş filan olabi-
dönüştü; onlar beni maziden uzak tuttukça, ben de onlan kendi
leceğini düşünmüştüm," dedi Armanuş kekeleyerek. "Üzgünüm."
sırlarımdan dışladım."
"Babam ölmedi diye mi üzülüyorsun?" dedi Asya gülerek.
Aynı anda ikisi de yavaşladı. Denizde, topu topu elli metre
Kıpkırmızı kesilen Armanuş'a hınzır bir bakış fırlattı.
ötelerinde, küçük bir teknenin burnunda ayakta durmuş, bir elin-
"Ama haklısın biliyor musun," dedi Asya nice sonra, gözle-
de dumanı tüten bir sigara, diğer elinde ise san, turuncu ve mor
rinde tekinsiz bir parıltıyla. "Ben de böyle hissediyorum zaman
balonlar tutan bir adam vardı. Baloncu mavi sulann üzerinde nasıl
zaman. Yani babam ölmüş olsaydı bu belirsizlik de sona ermiş
bir renk şölenine dönüştüğünün, ne denli nefes kesici bir seyir
olacaktı. Beni en çok çileden çıkaran bu. Kim olduğunu, neye
malzemesi sunduğunun farkında değildi. Armanuş ile Asya ba-
benzediğini düşünmeden edemiyorum. İnsanın babasının nasıl
bir adam olduğuna dair hiçbir fikri olmadığında, hayalgücü dev- lonlar ufukta kaybolana kadar bu manzarayı sessizce seyrettiler.
reye girip boşluğu dolduruyor. Düşünsene belki de karşılaştık ba- "Bir yerlere oturalım," dedi Asya, gördüğü güzellikten yorgun
bamla. Belki her gün televizyonda seyrediyor ya da sesini radyoda düşmüş gibi. Yakınlarda salaş bir kır kahvesi vardı.
duyuyorum, o olduğunu bilmeden. Belki günün birinde bir "Ne tip müzik dinlersin?" diye sordu Asya, boş bir masa bu-
yerde burun buruna geleceğiz, bilmeden yanından geçip gidece- lup içeceklerini ısmarlar ısmarlamaz - Asya limonlu çay, Arma-
ğim. Babamla aynı otobüse binebiliriz; belki dersten sonra konuş- nuş buzlu diyet kola. Müzik Asya'nın dünyayla başlıca bağlantısı
tuğum hocadır, sergisine gittiğim fotoğrafçı ya da şu seyyar satı- olduğundan, bu soru aslında karşısındakini daha iyi tanıma gay-
cıdır... Kim bilir." retiydi.
Dönüp aynı anda dikkatle baktılar Asya'nın nutuğuna konu "Klasik müzik severim; bir de Ermeni müziği ve caz..." dedi
mankeni olan seyyar satıcıya. Kalem bıyıklı, ellili yaşlarda, tüy- Armanuş. "Ya sen?"
siklet bir adamdı. Önündeki camlı el arabasında çeşit çeşit turşu- "Biraz farklı," dedi Asya sebebini bilmeden kızararak. "Bir
larla dolu koca koca kavanozlar vardı. İki genç kadının böyle il- müddet hayli sert şeyler dinledim, bilirsin, alternatif müzik, punk,
post-punk, endüstriyel metal, death metal, darkwave, psychede-
He, biraz üçüncü dalga ska, biraz gotik... öyle şeyler."
mi çeker," Asya bir sigara daha yakıp dumanların arasından sor-
Öyle şeyleri yoz ergenlerin ya da karakterden ziyade hiddet du: "Ya sen?"
sahibi, yönünü şaşırmış yetişkinlerin paylaştığı kayıp bir müzik
Armanuş çoğu Rus ve Doğu Avrupalı uzun bir yazarlar liste-
türü olarak görmeye alışık olan Armanuş şaşırarak, "sahi mi?" di-
si saydı.
yebildi sadece.
"Gördün mü," dedi Asya. "Hayatta en sevdiğin meşgale söz
"Evet ama bir sene önce Johnny Cash'e demir attım. Orada da
konusu olduğunda sen de tercihlerinde yerel takılmıyorsun...
kaldım. O zamandan beri başka bir şey dinlemiyorum. Cash'e ta-
Okuma listen bana hiç de Ermeni gelmedi."
pıyorum. İçimi öyle bir daraltıp karartıyor ki, yaşadığımı hissedi-
Armanuş hafifçe kaşını kaldırdı. "Edebiyatın gelişmek için
yorum."
özgürlüğe ihtiyacı vardır," dedi başını sallayarak. "Ermeni edebi-
"Peki hiç yerli müzik dinlemiyor musun? Türk müziği... ne
yatını geliştirmek için pek fazla özgürlüğümüz olamadı ki..."
biliyim, Türk popu..."
Bir sınıra tosladığını anlayan Asya üstelemedi. Belki de ken-
"Türk müziği mi? Eksik olsun," dedi Asya, yapışkan bir sey- dine acımak Ermenilerin sık sık yaşadığı bir derttir, sonucuna
yar satıcıyı kapıdan kovarcasına elini sallayarak. vardı.
Bir zihinsel sınıra tasladığını anlayan Armanuş üstelemedi. Arkalarındaki gençler sessiz sinema oynamaya başladılar.
Belki de kendi köklerinden nefret etmek Türklerin sık sık yaşadı- Çilli, kızıl saçlı bir kız belirlenen film adını jestlerle anlatmaya
ğı bir derttir, sonucuna vardı. başladı; her hareketinde karşı ekip bağıra çağıra gülüyordu. Ses
Asya çayını bitirdikten sonra ekledi'. "Feride Teyzem hoşlanır sizlik üzerine kurulu bir oyunun bu kadar şamata yaratması iro-
o tarzdan. Gerçi bazen şarkılarla mı-yoksa şarkıcıların saçlarıyla nikti.
mı daha çok ilgilendiğine emin olamıyorum." Arkaplandaki şamata yüzünden bir anlığına dikkati dağılan
İkinci djyet kolasını yanlayan Armanuş, Asya'ya ne tip ro- Armanuş, sınırlan zorlamama karannı çiğnedi: "Dinlediğin mü-
manlar okuduğunu sordu. Edebiyat dünyayla başlıca bağlantısı zik çok Batılı. Neden kendi kökenlerine uygun müzikler dinlemi-
olduğundan, bu soru aslında karşısındakini daha iyi tanıma gay- yorsun?"
retiydi. "Ne demek kendi kökenlerine uygun...?" Asya şaşırmışa ben-
"Okumayı severim ama edebiyat değil..." ziyordu. "Biz Batılıyız."
Kızlı oğlanlı bir grup kafeye geldiler ve Armanuş'la Asya'nın "Hayır değilsiniz. Türkler düpedüz Ortadoğulu'dur ama ne-
karşısındaki masaya oturdular. Oturur oturmaz da her şeyle, her- dense bunu sürekli inkâr ederler. Eğer biz Ermenilerin de kendi
kesle dalga geçmeye başladılar. Plastik sandalyelerle, mütevazı evimizde kalmamıza izin vermiş olsaydınız bizler de diyaspora
içeceklerin durduğu cam dolaplarla, menüdeki şeylerin İngilizce halkı olmak yerine Ortadoğulu kalacaktık," dedi Armanuş ve
çevirilerindeki hatalarla ve garsonların giydiği I love İstanbul ti- anında pişman oldu, çünkü bu kadar sert konuşmak istememişti.
şörtleriyle... Asya'yla Armanuş patırtıdan rahatsız olup, sandalye- Asya düşünceli düşünceli sol yanağmdaki et beniyle oynadı.
lerini birbirlerine yaklaştırdılar. "Ne demek istiyorsun?"
"Felsefe okumayı severim, bilhassa siyaset felsefesi. Benja- "Ne mi demek istiyorum? Sultan Hamit'in Pantürkçü, Panis-
min, Adorno, Gramsci, biraz Zizek... bir de Deleuze. Onları seve- lamcı boyunduruğundan bahsediyorum. 1909 Adana katliamla-
rim. Sanırım soyutlamaları seviyorum. Varoluşçuluk da çok ilgi- nndan ya da 1915 tehcirinden... Bunlar sana bir şey hatırlattı mı?
lie, biraz üçüncü dalga ska, biraz gotik... öyle şeyler." mi çeker," Asya bir sigara daha yakıp dumanların arasından sor-
Öyle şeyleri yoz ergenlerin ya da karakterden ziyade hiddet du: "Ya sen?"
sahibi, yönünü şaşırmış yetişkinlerin paylaştığı kayıp bir müzik Armanuş çoğu Rus ve Doğu Avrupalı uzun bir yazarlar liste-
türü olarak görmeye alışık olan Armanuş şaşırarak, "sahi mi?" di- si saydı.
yebildi sadece. "Gördün mü," dedi Asya. "Hayatta en sevdiğin meşgale söz
"Evet ama bir sene önce Johnny Cash'e demir attım. Orada da konusu olduğunda sen de tercihlerinde yerel takılmıyorsun...
kaldım. O zamandan beri başka bir şey dinlemiyorum. Cash'e ta- Okuma listen bana hiç de Ermeni gelmedi."
pıyorum. İçimi öyle bir daraltıp karartıyor ki, yaşadığımı hissedi- Armanuş hafifçe kaşını kaldırdı. "Edebiyatın gelişmek için
yorum." özgürlüğe ihtiyacı vardır," dedi başını sallayarak. "Ermeni edebi-
"Peki hiç yerli müzik dinlemiyor musun? Türk müziği... ne yatım geliştirmek için pek fazla özgürlüğümüz olamadı ki..."
biliyim, Türk popu..." Bir sınıra tosladığını anlayan Asya üstelemedi. Belki de ken-
"Türk müziği mi? Eksik olsun," dedi Asya, yapışkan bir sey- dine acımak Ermenilerin sık sık yaşadığı bir derttir, sonucuna
yar satıcıyı kapıdan kovarcasına elini sallayarak. vardı.
Bir zihinsel sınıra tasladığını anlayan Armanuş üstelemedi. Arkalarındaki gençler sessiz sinema oynamaya başladılar.
Belki de kendi köklerinden nefret etmek Türklerin sık sık yaşadı- Çilli, kızıl saçlı bir kız belirlenen film adını jestlerle anlatmaya
ğı bir derttir, sonucuna vardı. başladı; her hareketinde karşı ekip bağıra çağıra gülüyordu. Ses-
Asya çayını bitirdikten sonra ekledi'. "Feride Teyzem hoşlanır sizlik üzerine kurulu bir oyunun bu kadar şamata yaratması iro-
o tarzdan. Gerçi bazen şarkılarla rm-yoksa şarkıcıların saçlarıyla nikti.
mı daha çok ilgilendiğine emin olamıyorum." Arkaplandaki şamata yüzünden bir anlığına dikkati dağılan
İkinci diyet kolasını yarılayan Armanuş, Asya'ya ne tip ro- Armanuş, sınırlan zorlamama karannı çiğnedi: "Dinlediğin mü-
manlar okuduğunu sordu. Edebiyat dünyayla başlıca bağlantısı zik çok Batılı. Neden kendi kökenlerine uygun müzikler dinlemi-
olduğundan, bu soru aslında karşısındakini daha iyi tanıma gay- yorsun?"
retiydi. "Ne demek kendi kökenlerine uygun...?" Asya şaşırmışa ben-
"Okumayı severim ama edebiyat değil..." ziyordu. "Biz Batılıyız."
Kızlı oğlanlı bir grup kafeye geldiler ve Armanuş'la Asya'nın "Hayır değilsiniz. Türkler düpedüz Ortadoğulu'dur ama ne-
karşısındaki masaya oturdular. Oturur oturmaz da her şeyle, her- dense bunu sürekli inkâr ederler. Eğer biz Ermenilerin de kendi
kesle dalga geçmeye başladılar. Plastik sandalyelerle, mütevazı evimizde kalmamıza izin vermiş olsaydınız bizler de diyaspora
içeceklerin durduğu cam dolaplarla, menüdeki şeylerin İngilizce halkı olmak yerine Ortadoğulu kalacaktık," dedi Armanuş ve
çevirilerindeki hatalarla ve garsonların giydiği I love İstanbul ti- anında pişman oldu, çünkü bu kadar sert konuşmak istememişti.
şörtleriyle... Asya'yla Armanuş patırtıdan rahatsız olup, sandalye- Asya düşünceli düşünceli sol yanağındaki et beniyle oynadı.
lerini birbirlerine yaklaştırdılar. "Ne demek istiyorsun?"
"Felsefe okumayı severim, bilhassa siyaset felsefesi. Benja- "Ne mi demek istiyorum? Sultan Hamit'in Pantürkçü, Panis-
min, Adorno, Gramsci, biraz Zizek... bir de Deleuze. Onları seve- lamcı boyunduruğundan bahsediyorum. 1909 Adana katliamla-
rim. Sanırım soyutlamaları seviyorum. Varoluşçuluk da çok ilgi- nndan ya da 1915 tehcirinden... Bunlar sana bir şey hatırlattı mı?
Ermeni soykırımı diye bir şey duymadın mı hiç?" "Devamlılık hissi müthiş bir ayrıcalık. İnsanı dayanışma ruhu
"Ben daha on dokuz yaşındayım," dedi Asya omzunu silke- olan bir grubun parçası yapar," dedi Asya. "Beni yanlış anlama
rek. lütfen. Tarihin ailen için ne kadar mühim ve trajik olduğunu
Çilli kız verilen süre içinde film ismini anlatamadığından ye- görebiliyorum ve ne olursa olsun anılarınızı canlı tutma isteğini-
rini başka bir oyuncu aldı - âdemelması her hareketiyle boynun- ze saygı duyuyorum, atalarınızın acılan unutulmasın diye. Ama
dan fırlayan uzun boylu, yakışıklı bir oğlan. Oğlan iki elini de ha- yollarımız tam da burada ayrılıyor. Seninki bir hatırlama seferi,
vaya kaldırarak hayali, yuvarlak bir nesneyi ellerinin arasında tut- bir nevi hafıza fetişizmi. Bana gelince, Cicianne gibi olmayı ter-
tu ve kokladı. Takım arkadaşları ne dediğini anlamamıştı ama ra- cih ederim, keşke hiçbir şey hatırlamasam." "Geçmiş seni neden
kip takım gülmekten iki büklüm oldu. bu kadar korkutuyor?" Asya'nın onuruna dokundu.
"On dokuz yaşında olman tarih bilincinden yoksun olmanı "Korkutmuyor!" İstanbul lodosunun kaprisli esintileri uzun
gerektirmez," diye çıkıştı Armanuş. Asya'nın gözlerinin içine eteğini ve sigarasının dumanını sağa sola savururken bir an
baktı. "Nasıl bu kadar pervasız ve gamsız olabilirsin?" duraladı. "Sadece geçmiş değil, gelecek odaklı olmayı yeğlerim,
Asya ne pervasız ne gamsız kelimelerinin anlamlarını bildi- hepsi bu."
ğinden hiç üzerine alınmadı. Topak topak bulutlar ardından güne- "İkisinden birini seçmek zorunda değiliz ki," diye üsteledi
şin bir anlığına görünmesinin tadını çıkararak bir süre sessiz kal-
Armanuş.
dı. Sonra mırıldandı: "Tarih seni kendine esir etmiş."
"Ben zorundayım. Bütün samimiyetimle söylüyorum, benim
"Ama aynı tarih senin için bir anlam ifade etmiyor öyle mi?"
gibi birisi geçmişe odaklanamaz, neden biliyor musun?" diye sor-
dedi Armanuş sesinde hem şüphe hem küçümsemeyle.
du Asya uzun bir beklemeden sonra. "Geçmişimi umursamadı-
"Ne faydası var ki?" dedi Asya sertçe. "Geçmişi bilsem ne
ğımdan değil. Hakkında hiçbir şey bilmediğim için. Bence geç-
olacak? Kolektif hafıza da bireysel hafıza da sadece yüktür omuz-
mişteki olayları bilmek, hiç bilmemekten iyi."
larımızda."
Armanuş'un yüzünden bir şaşkınlık ifadesi geçti. "Ama de-
Armanuş başını çevirince ister istemez gençlere dönmüş ol-
min geçmişini bilmek istemediğini söyledin. Şimdi başka şey di-
du. Gözlerini kısarak anlatıcı çocuğun hareketlerine yoğunlaştı.
yorsun."
Asya da dönüp oyunu seyretmeye başlamıştı ki kendini tutama-
"Öyle mi?" dedi Asya. "Şöyle diyelim, bu konuda içimde çe-
yıp cevabı söyleyiverdi: "Otomatik Portakal... "
lişkili sesler var." Arkadaşına hınzırca baktı ama sonra sesi biraz
Gençler, oyunlarına katılan yan masadaki iki genç kadına ba-
daha ciddileşti. "Geçmişim hakkında tek bildiğim bir şeylerin
karak kahkahalara boğuldular. Asya kıpkırmızı kesildi, Armanuş
yanlış olduğu, ama neyin yanlış olduğu bilgisini katiyen edine-
başını çevirdi. Hemen hesabı ödeyip sokağa çıktılar.
meyeceğim. Benim için tarih şimdi başlıyor, zaman içinde bir sü-
"Tarihin esir etmesi meselesine dönersek," dedi Armanuş,
reklilik yok. Daha babanın bile izini süremiyorsan, nasıl atalarına
tekrar deniz kenarındaki yola indiklerinde. "Barındırdığı bütün
bağlı hissedeceksin ki kendini? Belki babamın adını asla öğrene-
acıya rağmen bugün bizleri hayatta ve bir arada tutan tarihtir."
meyeceğim. Sürekli bunu düşünürsem aklımı kaçırırım. Ben de
"Eğer öyleyse bu herkese nasip olmayan büyük bir ayrıcalık,"
kendi kendime, neden sırları açığa çıkarmak istiyorsun, diyorum.
diye cevap verdi Asya.
Geçmişin kısır döngü olduğunu görmüyor musun? Kapalı devre.
"Nasıl yani?"
Bizi içine çekiyor ve bir tekerleğin üzerindeki sincap gibi koştu-
ruyor. Sonra kendi kendimizi tekrar etmeye başlıyoruz, tekrar
tekrar." dedi Armanuş. "Bütün tanıdıklarım arasında en ama en en en
Bozuk yollarda bir aşağı bir yukarı yürürlerken her yaştan Türk düşmanı kişidir Baron Baghdassarian."
meraklı kadınlar çaylarını yudumladıkları balkonlardan onlara
bakıyordu. Her mahalle birbirinden öyle farklı görünüyordu ki
Armanuş İstanbul'un bir kent labirenti, şehir içinde şehirlerden
oluştuğunu düşünmeye başlamıştı. James Baldwin'in de buraday-
ken aynı şeyleri hissedip hissetmediğini merak etti. O gece Kazancı kadınları derin uykudayken Armanuş pijamasıy-
Öğleden sonra üçte, yorgun ve aç bir lokantaya daldılar. As- la yataktan çıktı, küçük masa lambasının ışığını yaktı ve ses çı-
ya'nın dediğine göre şehirdeki en iyi tavuk döneri burası yapı- karmamak için azami gayret göstererek dizüstü bilgisayarını açtı.
yordu. İkisi de birer döner ve koca birer bardak köpüklü ayran Daha önce internete bağlanmanın ne kadar kulak tırmalayıcı bir
aldılar. gürültüsü olduğunu hiç fark etmemişti. Telefon numarasını çevir-
"İtiraf etmeliyim ki," dedi Armanuş kısa bir sessizlikten son- di, network kodunu buldu ve Cafe Constantinopolis'e girmek için
ra, "İstanbul beklediğimden farklı çıktı. Daha modern, hem kork- şifresini yazdı. Her zamanki gibi sitedeki diğer tartışma gruplarını
tuğum kadar tutucu değil." atlayıp doğrudan Anuş Ağacı'na tıkladı.
"Bir ara Çevriye Teyzeme söyle bunu. Acayip sevinir. Ülke- "Madam Sürgün Ruhum, nerelerdeydin7 Meraktan öldük!
mî bu kadar iyi temsit ettiğim için bana madalya verir!" Nasılsın?"
Karşılaştıklarından beri ilk kez birlikte güldüler.
Sorular yağmaya başlamıştı.
"Seni bir yere götürmek isterdim," dedi Asya. "Arkadaşlarla
buluştuğumuz küçük bir kafe var. Kafe Kundera." "İyiyim," yazdı Madam Sürgün Ruhum. "Ama babaannemin
"Sahi mi, en sevdiğim yazarlardandır," diye heyecanla bağır- evini bulamadım. Yerine çirkin modern bir bina yapmışlar. Git-
dı Armanuş. "Neden bu adı koymuşlar?" miş. İzi bile kalmamış... İz yok, kayıt yok, yüzyıl başı o binada ya-
"Sakın bu soruyu orda sorma," dedi Asya. "Bu sonsuz bir tar- şamış Ermeni ailesini hatırlayan kimse yok."
tışma konusu. Aslında her gün yeni bir teori geliştiriyoruz." "Çok üzüldüm canım," yazdı Leydi Tavuskuşu/Siramark. "Ne
İşte o zaman Armanuş aniden Asya'nın elini tutup sıktı. "Ba- zaman döneceksin?"
na bir arkadaşımı hatırlatıyorsun," dedi gölgeli bir tebessümle,
"Hafta sonuna kadar kalacağım," cevabını verdi Madam Sür-
"Bu kadar sezgili ve... başkalarının duygularını hem bu kadar iyi
gün Ruhum. "Tam bir macera yaşıyorum. Şehir güzel. San Fran-
kavrayan hem de bu kadar sert köşeleri olan birini tanımamıştım
cisco'yu andırıyor, yokuşlu sokaklar, sürekli deniz kokusu, en bek-
hiç. Bir kişi hariç! Bana en tuhaf arkadaşımı hatırlatıyorsun: Ba-
lenmedik yerlerde en bohem yüzler. Burası bir labirent şehir. Şe-
ron Baghdassarian. Öyle çok yönünüz birbirinize benziyor ki ruh
hir içinde şehirlerden müteşekkil. Bu arada mutfakları bir harika.
ikizi olabilirsiniz."
Her Ermeni burada cennete düşmüş gibi olur."
"Hadi ya?" dedi Asya, isim ilgisini çekmişti. "Söylesene ne-
ye gülüyorsun?" Armanuş ne yazdığını fark ederek panikle bir an durdu. "Ya-
"Kusura bakma, kaderin bu cilvesine gülmeden edemedim," ni yemek açısından," diye ekledi çabucak.
"Yav sen bizim savaş muhabirimizdin ama Türk gibi konuş-
maya başlamışsın! Bana bak, seni asimile edip Türkleştirmediler İçki içerseniz dikkatli ol. Alkol insanların en kötü yönlerini açığa
değil mi?" Anti Kavurma'ydı bu. çıkarır bilirsin." Stoacı Alex'ti bu.
Armanuş derin bir nefes aldı. "Merak etmeyin, zaten içmiyorlardır herhalde. Müslümanlar
"Aksine. Kendimi hiç bu kadar Ermeni hissetmemiştim. Er- ya! Ama baca gibi sigara içiyorlar."
meniliğimi tam manâsıyla hissedebilmem için Türkiye'ye gelip Leydi Tavuskuşu/Siramark: "Ermenistan'da da öyle, herkes
Türklerle karşılaşmam gerekiyormuş... Yanlarında kaldığım aile pofur pofur tüttürüyor. Erivan'a daha yeni gittim. Tüm memleket
o kadar ilginç ki. Bir yanıyla kendi aileme benzetiyorum Kazan- dumanaltı."
cıları; bir yanıyla da hiçbir şeye benzetemiyorum çünkü akıldışı-
Armanuş sandalyesinde kımıldandı. İyi de Baron neredeydi?
lık gündelik akışın ayrılmaz bir parçası. Marquez romanlarında
Neden yazmıyordu? Armanuş'a kızmış "ya da küsmüş müydü?
gibiyim. Kız kardeşlerden birisi dövme sanatçısı; diğeri falcı; di-
Onu hiç düşünüyor muydu... özlüyor muydu? Parlayan ekranda
ğeri tarih öğretmeni; dördüncüsü uçuk bir tip ya da Asya'nın de-
bir sonraki satır belirmese kendine bu sorularla işkence etmeye
yimiyle tam mesai çatlak."
devam edecekti.
"Asya da kim?" yazdı hemen Leydi Tavuskuşu/Siramark.
"Söylesene Madam Sürgün Ruhum, Türkiye'ye gittiğinden be-
"Evin kızı. Dört annesi olan, hiç babası olmayan genç bir ka- ri hiç Yeniçerinin Paradoksunu düşündün mü?"
dın. Tam bir roman karakteri, bol bol öfke, ironi ve zekâ sahibi.
Oydu! O! O! Armanuş önündeki iki satın tekrar okuduktan
İyi bir Dostoyevski karakteri olurdu."
sonra yazmaya başladı: "Evet, düşündüm." Ama sonra ne diyece-
Armanuş, Baron Baghdassarian'ın nerede olduğunu merak ğini bilemedi. Baron Baghdassarian onun tereddütünü hissetmiş
ediyordu ama soramadı. gibi devam etti:
"Madam Sürgün Ruhum, kimseyle soykırımı konuştun mu?" "O Türk ailesiyle bu kadar iyi anlaşman gerçekten çok hoş.
Bedbaht Ev Kadını'ydı soran. Kendilerince ilginç, iyi kalpli insanlar oldukları konusunda söy-
"Denedim ama zor. Evdeki kadınlar ailemin hikâyesini sami- lediklerine de inanıyorum. İyi de görmüyor musun? Ancak kendi
mi bir alaka ve üzüntüyle dinlediler ama ondan öteye geçemiyor- kimliğini inkâr ettiğin müddetçe onların arkadaştsın. Tarih bo-
lar. Türklerin gözünde geçmiş başka bir ülke." yunca Türklerle durum hep böyle olmuş. Onlarla arkadaşlık ede-
bilmenin tek yolu bu: Onlar Türklüklerinden feragat etmeyecek
"Kadınlarından bu kadar çıkıyorsa erkeklerinden hiç umutlu
ama biz Ermeniliğimizden feragat edeceğiz. Mimar Sinan'ı hatır-
değilim..." diye araya girdi Sappho'nun Kızı.
la! Onlardan biri gibi hareket ettiğin müddetçe toplumsal merdi-
"Doğrusu henüz bir Türk erkeğiyle konuşma fırsatını bula- venin en üst basamağına kadar tırmanabilir, hatta tarihlerinde
madım," yazdı Madam Sürgün Ruhum, bu durumun daha yeni 'en büyük Türk mimarı' diye yer bulabilir, teveccühlerini kazana-
farkına vararak. "Ama bir-iki güne kadar Asya beni arkadaşlarıy- bilirsin."
la sürekli takıldıkları kafeye götürecek. En azından orada birkaç
Armanuş hüzünlenerek dudaklarını kemirdi. Odanın öteki ta-
erkekle karşılaşırım herhalde."
rafında, Asya yatakta kâbus görüyormuş gibi sağa sola döndü ve
"Aman sen gene de dikkat et, fazla tartışma bu konuda. Hele anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı.
"Ermenilerin arzusu kaybımızın ve çektiğimiz derin acının ta-
Onuncu Bölüm
nınmasıdır. Hakiki insani ilişkilerin gelişebilmesi için en temel ge-
reklilik bu. Türklere şunu diyoruz: 'Bakın biz yas tutuyoruz, nere-
deyse bir asırdır yas tutuyoruz çünkü sevdiklerimizi kaybettik, ev-
BADEM
lerimizden çıkarıldık, toprağımızdan kovulduk, eşyalarımızdan
olduk, hayvan muamelesi gördük, koyun gibi kesildik. Doğru düz-
gün haysiyetli bir ölüm bile esirgendi bizden. Dedelerimize nine-
lerimize çektirdiğiniz acı bile onu takip eden sistematik inkârdan
daha çok yaralamadı bizleri... Söylesene, bunları dillendirirsen
Türkler sana nasıl tepki verir? Olumsuz! Türklerle arkadaş olma-

M
nın tek bir yolu var: onlar kadar bilgisiz ve unutkan olmak. Velha-
sıl, onlar geçmişin hatırlanmasında bize katılmadıklarına göre bi-
zim geçmişin göz ardı edilmesinde onlara katılmamız bekleniyor."
Aniden kapı hafifçe tıklatıldı, sonra ısrarla tekrar ve tekrar. isafirliğinin beşinci günü itiba-
Yüreği ağzına gelen Armanuş sandalyesinde dikildi. Gayri ihtiya- rıyla Armanuş, Kazancı konağının gündelik sabah rutinini keşfet-
rı bilgisayar ekranını indirdi. "Evet," diye fısıldadı. mişti artık. Her sabah saat altı civarında kahvaltı hazır ediliyor ve
Kapı usulca açıldı ve Banu Teyze belirdi. Başında pembe, dokuz buçuğa kadar masada kalıyordu. Bu süre zarfında semaver
gevşek bağlanmış bir eşarp, üzerinde de uzun, açık renk bir gece- sürekli kaynıyor ve her saat başı yeniden demleniyordu. Herkesin
lik vardı. Namaz kılmak için kalkınca kızların odasından sızan aynı anda masaya oturması hayal olduğundan ailenin farklı üye-
ışığı fark edip meraklanmıştı. leri işlerine ya da ruh hallerine göre farklı zamanlarda katılıyordu
Banu Teyze İngilizceden yana eksikliğini hissettiği bütün ke- kahvaltıya. Böylece tümüyle eşzamanlı bir olay olan akşam ye-
limelerin rahatsızlığı yüzüne kazınmış vaziyette, sessiz sinema meğinin aksine kahvaltı muhtelif istasyonlarda duran, yolcu indi-
oynuyormuş gibi bir dizi hareket yaptı. Başını .salladı, kaşlarını rip yolcu alan sabah trenlerine benziyordu.
çattı sonra gülerek parmağını önce bilgisayara sonra ona doğru Sofrayı genellikle Banu Teyze kurardı, sabah namazına kalk-
salladı. Armanuş bütün bunları şöyle yorumladı: "Çok ders çalı- tığı için ilk uyanan o olurdu. "Namaz uykudan hayırlıdır," diye
şıyorsun evladım. Kendini bu kadar yorma." mrıldanarak kalkardı yatağından, en yakın caminin müezzininin
Ardından Banu Teyze bir tabakla çıkageldi. Gülümseyerek sesi duyulur duyulmaz. Sonra abdest almak için banyoya giderdi
Armanuş'un omzunu sıvazladı ve kapıyı yavaşça kapatarak çıkıp Banu Teyze. Su bazen soğuk olurdu ama umursamazdı. Ruhun
gitti. Getirdiği tabağın içinde iki portakal yardf, soyulmuş ve di- uyanmak için titremesi lazım, derdi kendine, ruhun titremesi la-
limlenmiş. zım. Ailenin geri kalanının fosur fosur uyumasını da umursamaz-
Tekrar ekranı kaldıran Armanuş, bir yandan portakal dilimle- dı. Onlar da bağışlansın diye iki kat fazla dua ederdi.
rini yerken, bir yandan da Baron Baghdassarian'a ne cevap yaza- Bu yüzden de bu sabah müezzin "Allahü ekber" diye seslen-
cağını düşünmeye koyuldu. diğinde Banu Teyze yatağında çoktan gözlerini açmış, sabahlı-
ğıyla eşarbına uzanıyordu. Ne var ki diğer günlerin aksine bu sa-
bah vücudu ağırdı, külçe gibi. Müezzinin sesi doldu odaya: "Al- Banu Teyzenin onu kırk günlük perhizinin son sabahında kendine
lahü ekber Allahü ekber." Buna rağmen Banu Teyze hâlâ kalka- bağlamış olmasıydı. O günden beri cini konrol altında tutuyor, onu
mamıştı. "Hayye alessalah, hayye alelfelah; Namaza gelin, sela- tutsak eden tılsımı boynundan hiç çıkartmıyordu. Bir cini bağla-
mete gelin" sözlerini duyduktan sonra bile vücudunun yansını mak kolay iş değildi. Öncelikle ismini doğru tahmin etmek gere-
yataktan kaldırmayı başaramadı, sol tarafında bir uyuşukluk var- kirdi; ölümcül bir oyundu bu, çünkü sen onun ismini keşfetmeden
dı, vücudunun o yanındaki kan çekilmiş, geriye ağır, hantal bir cin senin ismini öğrenirse o efendi, sen köle olurdun. İsmini doğru
çuval kalmış gibi. tahmin edip cini kontrol altına alsan bile üzerindeki etkini mutlak
Essalatü hayrun minennevm kabul etmemeliydin çünkü bu aptalca bir yanılsama olurdu. İnsan-
Namaz uykudan hayırlıdır. lık tarihi boyunca sadece Hazreti Süleyman cin ordularını yenmeyi
"Neyiniz var çocuklar, neden kıpırdamama izin vermiyorsu- başarmıştı ama o bile büyülü bir demir yüzükten yardım almıştı.
nuz?" diye sordu Banu Teyze hüsran dolu bir sesle. Başka kimse Hazreti Süleyman'la boy ölçüşemeyeceğine göre
İki omzunda oturan cinler birbirlerine baktılar. "Bana sorma sadece ihtiraslı bir hodbin cinleri esir etmekle böbürlenebilirdi ki
ona sor. Hınzırlığı yapan o," dedi Şekerşerbet Hanım sağ omzun- Banu Teyze ne ihtiraslı ne de hodbin idi. Ağulu Bey ona altı küsur
dan. yıldır hizmet ettiği halde aralarındaki ilişkiyi zaman zaman yeni-
Adından da anlaşılacağı gibi Şekerşerbet Hanım iyi bir cindi lenmesi gereken geçici bir anlaşma olarak görürdü. Ona karşı asla
- adil ve hoşdil olan taifeden. İyilik saçan, aydınlık bir yüzü, ba- lakayt ya da küçümser davranmamıştı. Ne de olsa insanların aksine
şının etrafında mor, pembe ve eflatun tonlarında bir hale vardı; in- cinler kendilerine yapılan yanlışı katiyen unutmayan bir hafızaya
ce, zarif bir boyun, boynunun bitip teknik olarak gövdesinin baş- sahiptir. Haksızlığı asla unutmazlar. Her hadiseyi ıcığına cıcığına
laması gereken yerdeyse sadece duman vardı. Vücudu olmadığın- kadar kaydeden titiz bir kâtip gibidir cinlerin bellekleri; günün
dan kaide üzerinde duran bir büstü andırırdı ki bundan gayet birinde de kaydettiklerini bir bir ortaya çıkarırlar.
memnundu. Herkesin gayet iyi bildiği üzre dişi insanların aksine Banu Teyze daima tutsağının haklarına saygılı davranmış,
dişi cinler vücutları orantısız diye komplekse kapılmazlar. gücünü asla kötüye kullanmamıştı. Yine de istese otoritesini bam-
Banu Teyze, Şekerşerbet Hanım'a güvenirdi çünkü o yozlaş- başka bir biçimde kullanabilir, para, mücevher ve şöhret gibi
mış hodperest tiplerden değil, iyi kalpli dini bütün bir cindi - cin maddi kazançlar talep edebilirdi. Etmemişti. Bütün bunların ya-
taifesi arasında yaygın bir illet olan tanrıtanımazlıktan tövbe ede- nılsamadan ibaret olduğunu ve zulmani cinlerin bilhassa ham ya-
rek İslam'a geçmişti. Şekerşerbet Hanım sık sık camileri ve kut- nılsamalar yaratmakta usta olduklarını bilirdi. Ayrıca birdenbire
sal mekânları ziyaret ederdi, Kuran konusunda da çok bilgiliydi. edinilen her servet başkalarından çalınmış bir birikim demekti zi-
Seneler içinde Banu Teyze'yle çok samimi olmuşlardı. Ama tü- ra doğada saf boşluk diye bir şey yoktu - insanların kaderleri tığ
müyle farklı bir kalıptan çıkmış ve rüzgârın ulumayı hiç kesme- işinin ilmekleri gibi sıkı sıkı bağlıydı birbiriyle. Dolayısıyla bü-
diği yerlerden gelmiş olan Ağulu Bey'in durumu tamamen fark- tün bu yıllar boyu Banu Teyze ihtiyatla maddi kazanç talep et-
lıydı. Ağulu Bey çok yaşlıydı, bir cin için bile çok yaşlı. Bu saye- mekten kaçınmıştı. Ağulu Bey'den tek bir şey istemişti: Bilgi.
de göründüğünden çok daha güçlüydü. Zira herkesin gayet iyi bil- Şüpheli hadiseler, kimvurduya giden cinayetler, sırlanmış iti-
diği üzre, cinler yaşlandıkça güçlenir. raflar, muğlak ya da müşkil davalar, mülk anlaşmazlıkları, aile kav-
Ağulu Bey'in Kazancı hanesinde ikamet etmesinin tek sebebi gaları, açılmamış sırlar, çözülmemiş gizemlerle ilgili bilgi isterdi
menin zamanı gelmişti. Şekerşerbet Hanım'ın yardımıyla da fal-
cininden; müşterilerine yardım etmesini sağlayacak türden temel cılık yapmaya devam edebilirdi. Güçleri biraz azalırdı belki ama
malumat. Diyelim ki birisi baba yadigârı kıymetli bir belgeyi kay- olsun. Bu kadarı yetmez miydi? Bir yanı Banu Teyze'yi Kâhinin
betti, yerini öğrenmek için Banu Teyze'ye gelirdi. Habis bir büyü- Laneti konusunda uyarıyor, fuzuli bilginin vereceği elemden onu
nün etkisi altında olduklarına inanan kadınlar da keza büyüyü ki- esirgemeye çalışıyordu. Halbuki öteki yanı, daha fazlasını bilmek
min yaptırdığını öğrenmek için onun kapısını çalardı. Bir keresinde için can atıyordu, daima meraklı ve kurcalamaya hazır. Ağulu
aniden hastalanan ve durumu günbegün kötüye giden hamile bir ka- Bey onun ikileminin farkındaydı ve bundan zevk alır gibiydi; sa-
dın getirmişlerdi. Ağulu Bey'e danıştıktan sonra Banu Teyze kadı- hibinin her tereddütünde omzuna daha fazla abanıyor, içten içe
na, bahçesindeki meyvesiz limon ağacının altını kazmasını, orada keyifleniyordu.
mor kadifeden bir kese içinde, birkalıp zeytinyağı sabunu bulacağını "İn omzumdan," buyurdu Banu Teyze ve Kuran'ın tehlikeli
söylemişti, üzerine kendi tırnaklan saplanmış halde. Kıskanç bir cinlere karşı okunmasını nasihat ettiği bir dua okudu. Aniden uy-
komşunun büyüsü vardı kadıncağızın üzerinde. Banu Teyze bunları sallaşan Ağulu Bey aşağı atlayıp onun doğrulmasına izin verdi.
anlatmış ama durumu daha da-beter hale getirmemek için büyüyü "Efendim, beni azat edecek misin?" diye sordu Ağulu Bey.
yapanın ismini kendine saklamıştı. Birkaç gün sonra hamile kadı- Zihnini okumuştu. "Yoksa şahsi bir merakı gidermek için mi aça-
nın düzeldiği haberi gelmişti. Velhasıl Banu Teyze şimdiye değin caksın bilgi çeşmemi?"
Ağulu Bey'in hizmetlerinden bu şekilde yararlanmıştı. Bir konu ha- Banu Teyze'nin hafif aralık dudakları arasından bir fısıltı çıktı
riç. Sadece bir kere ondan müşterileri için değil kendisi için bir şey ama "evet" ya da "hayır"dan ziyade bir iniltiyi aridınyordu. Se-
istemişti. Özel bir soru: Asya'nın babası kim? manın, yıldızların ve ruhunu yağmalayan çelişkilerin altında ken-
Ağulu Bey ona bir cevap vermişti. Hakikati söylemişti zira dini küçük, çok küçük hissetti.
esir bir cin efendisine asla yalan söyleyemezdi. Ne var ki Banu "Şu Amerikalı kızcağız sizlere ailesi hakkında o üzücü şeyleri
Teyze bunu gayet iyi bildiği halde verilen cevabı kabul etmemiş, anlattığından beri cevabını öğrenmek için can attığın soruyu so-
inanmayı reddetmişti. Ta ki günün birinde yüreği, zihninin çoktan rabilirsin bana. Anlatılanların doğru olup olmadığını öğrenmek
kabullendiğini inkâr etmeyi bırakana kadar. O günden sonra Ba- istiyorsun. Bir de tabii, onun hakikati bulmasına yardım etmek is-
nu Teyze asla eskisi gibi olmamıştı. Zaman zaman "keşke hiç sor- tiyorsun. Ne kadar takdire şayan," diye yılan gibi tısladı Ağulu
masaydım" derdi kendi kendine. Alıp da kullanamayacağın kadar Bey, kömür karası patlak gözlerinde ateşli bir zaferle. Sonra ani-
karanlık, tutup da hesap soramayacağın kadar yıllanmış bir bilgi den uysallaştı: "İstersen her şeyi anlatabilirim. Ne de olsa olan bi-
sadece ıstırap veriyordu insana. Kâhinin Laneti. Şimdi yıllar sonra teni bilecek kadar yaşlıyım. Ben de oradaydım."
yeniden Banu Teyze, Ağulu Bey'den kendisi için bir şey istemek "İstemez, kes," diye tersledi Banu Teyze. Midesinin kasıldı-
niyetindeydi. Bu sabah bedenen bu kadar aciz durumda ol- ğını hissetti, kekremsi bir sıvı geldi ağzına, kusacak gibiydi. "Öğ-
masının sebebi buydu; zihninde kaynayan çelişkili düşünceler, renmek istemiyorum. Merak da etmiyorum. Sana bir zamanlar
efendisinin her çıkmazında sol omzuna olanca ağırlığıyla abanan Asya'nın babasını sorduğuma da pişmanım. Aüahım, dilim tutul-
kölesi karşısında güçsüz düşürmüştü onu. saydı da keşke sormasaydım. Hiçbir şeyi değiştiremedikten, dü-
Geçen sefer o kadar pişman olduğu halde Ağulu Bey'e şahsi zeltemedikten sonra bilgi dediğin neye yarar? İnsanı ebediyen sa-
bir soru sormak istiyordu gene. Hata mı olurdu bu? Kim bilir belki kat bırakan bir zehirden başka nedir? Ne bir şey yapabiliyorsun,
de bu oyunu kesinkes bitirmenin, muskayı çıkarıp cini azat et-
ne unutabiliyorsun. Yemin etmedim mi? Bir daha kendi şahsi me- rekirse bitki, taş ya da hayvan kılığına girebilirler; özellikle leş yiyici
rakım için sana bir şey danışmayacağıma yemin vermedim mi?.." akbabaların kılığına. Musibetleri seyrederler; zaman zaman ker-
Derin bir sessizlik oldu. Ağulu Bey sabırla bekledi Banu Teyze' vanlara dadandıkları da olur, biçare yolculann hayâtta kalmak için
nın kendine yenik düşmesini. Nice sonra iki kelime döküldü ka- ihtiyaçları olan ne kadar yiyecek varsa çalarlar; hacıları kutsal yol-
dının kehanete alışkın dudaklarından. "Hem sen ne biliyorsun?" culuklarında korkuturlar, kalabalıklara saldırırlar ya da kürek mah-
Bu soruyu ağzından kaçırmıştı. Yoksa Armanuş'un geçmişini kûmlarının veya ölüm yürüyüşüne zorlananların kulaklarına deh-
öğrenmek için danışılacak en doğru kişinin Ağulu Bey olduğuna, şetengiz ölüm ezgileri fısıldarlar. Geride hiçbir tanık ya da yazılı ka-
hikâyeyi bilse bilse onun bileceğine şüphesi yoktu. Zira Ağulu yıt kalmamış tarihsel anların tanığıdır onlar. En üzücü hadiselerin
Bey cin taifesinin gulyabani kümesine mensuptu. En tehlikeli, en en duyarsız tanıkları...
nâkes tür. Ama iş geçmişin acılarım deşmeye gelince şüphesiz en Velhasıl gulyabaniler, insan ırkının birbirlerine yapabileceği
doğru adresti gulyabaniler. çirkinliklerin çirkin şahitleridir. Bu yüzden de Banu Teyze, 1915'
Yu valarından fersah fersah uzakta pusuya düşürülüp katledilen te Armanuş'un ailesi hakikaten iddia edildiği gibi uzun bir ölüm
kara bahtlı askerler, dağda tipide donarak ölen gezginler, çöllere sü- yürüyüşüne zorlanmışsa, Ağulu Bey'in bunu bileceğinden adı gi-
rülen biçare vebalılar, eşkıyaların soyup dilim dilim kestiği yolcu- bi emindi aslında.
lar, bilinmedik diyarlarda kayıplara kansan kâşifler, ıssız adalarda "Anlatmamı istemeyecek misin?" diye cırladı Ağulu Bey,
ölüme terk edilen mahkûmlar, deliler, istenmeyenler... gulyabani efendisinin tereddütlü hallerinin büsbütün keyfini çıkararak. Yata-
taifesi bunların hepsine tanıklık etmiştir. Kanlı meydan muharebe- ğın kenarına oturarak. "Sene 1915. Oradaydım. Bulutsuzdu gök-
lerinde koca taburlar yok olurken, köyler kıtlıktan kırılırken, ker- yüzü. Daireler çizdim yukarlardan baka baka. Akbaba kılığına bü-
vanlar düşman orduları tarafından yakılıp kül edilirken hep oracıkta ründüm," diye devam etti çatal çatal bir sesle. "Her şeyi gördüm.
hazır ve nazır bulunmuşlardır. Yamuk Savaşı'nda, mesela, Bizans Her şeyi kaydettim. Yürüyenleri seyrettim; kadınların, çocuk-
İmparatoru Heraklius'un muazzam ordusu Müslümanlar tarafından ların, kundakta bebeklerin üzerlerinden süzüldüm. Yaklaştığımı
bozguna uğratıldığında; Tank bin Ziyad askerlerine: "Arkanız görünce taş atanlar oldu ama yeterince uzaklaştıramadılar beni.
deniz, önünüz düşman! Nereye kaçacaksınız askerlerim?" diye Masmavi semada çığlıklar ata ata dizlerinin üstüne düşmelerini
haykırdığında ve hemen akabinde yollanna çıkan herkesi öldüre- bekledim."
rek Vizigotlann hâkim olduğu İspanya'yı işgal ettiklerinde; sonra- "Kes sesini," diye bağırdı Banu Teyze sinirden tir tir titreye-
dan Martel adını alan Prens Charles, Tours Savaşı'nda üç yüz bin rek. Eli ayağı buz kesilmişti. "Kes artık. Daha fazlasını duymak
Arabi katlettiğinde; Haşaşilermeşhur vezir Nizam-ül-Mülk'ü öldü- istemiyorum. Kimin efendi olduğunu unutma."
rüp Moğol Hülagu Han, içindeki her şeyle birlikte kalelerini yerle "Elbette efendim," dedi Ağulu Bey geri çekilerek. "Her sözü-
bir edene kadar ortalığa dehşet saçarken de gulyabaniler oradaydı- nüz benim için emirdir, o muskayı boynunuzda taşıdığınız müd-
lar. Gulyabani denilen cin-i namerdler bütün bu felaketlerin hepsi- detçe böyle olacak. Ama 1915 senesinde o kızcağızın ailesine ne
ne şahitlik etmiştir. Özellikle aç susuz çölde kalanlann peşine düş- olduğunu bilmek isterseniz bir gün, bana sorabilirsiniz. Hafızam
meleriyle nam salmışlardır. Ne zaman, nerede Âdemoğullanndar emrinize amadedir efendim."
Havvakızlanndan biri ardında bir mezar taşı bile bırakamadan ölse Banu Teyze sırtını dikleştirdi, sert bir ifade geldi çehresine.
cesedin yanında bitiverirler. Bazen kılık değiştirdikleri de olur. Ge- Kararlı görünüyordu. Ağulu Bey'e zaafını göstermeye niyeti yok-
tu. O kendini toparlamaya çalışırken oda aniden küf, çöp ve leş diye bağırdı Asya cevaben.
kokmaya başladı. Ya şimdiki zaman hızla çürüyerek geçmişin tor- "Peki ama bu yaptığın biraz irrasyonel değil mi? Nasıl hem
tusu halini alıyordu ya da geçmişteki çürüme şimdiki zamanın bangır bangır müzik dinleyip hem de kitaba konsantre olabiliyor-
içine sızıyordu. Geçmiş ile gelecek arasında yer alan ve ekseriya sun?"
kapalı duran kapıların sürgüleri kilitleri zorlanıyordu. Kapılan ki- "Birbirlerine yakışıyorlar bence," dedi Asya müziği kısarak.
litli ve kurulu düzeni olduğu gibi tutmak için Banu Teyze, çekme- "Johnny Cash ve varoluşçu felsefe... ikisi de içinde ne olduğunu
cesinde incili bir mahfazanın içinde sakladığı Kuran-ı Kerim'i çı- görmek için insan ruhunu deşiyor ve ikisi de bulduklarından hoş-
kardı. Bir sayfa açıp rasgele okudu: "And olsun ki, biz insanı ya- nutsuz açık bırakıp gidiyor!"
rattık. Nefsinin onu ne gibi vesveselere düşürdüğünü biliriz: Biz Armanuş henüz laf yetiştirememişti ki biri kapıyı tıklattı; Ba-
ona şah damarından daha yakınız." nu Teyze iki kızı kalkan son kahvaltı trenini yakalamaya davet
"Rabbim," dedi içini çekerek. "Bana şah damarımdan daha etti.
yakınsın. Bu cendereden kurtulmama yardım et. Bana ya gafille-
rin rehavetini ya da âlimlerin metanetini ihsan et. Hangisini seçer-
sen seç, minnettar kalırım ama yalvarırım beni hem bilgili hem
güçsüz kılma."
Bu duayla birlikte Banu Teyze yataktan kalktı, sabahlığını İçeride sofranın ikisini beklediğini gördüler, herkes kahvaltıyı bi-
giydi ve telaşlı adımlarla abdest almak için banyoya gitti. İçeride- tirmişti. Gülsüm Nine ve Cicianne akraba ziyaretine gitmişti,
ki büfenin üzerindeki saate baktı: yedi kırk beş. Ağulu Bey'le mü- Çevriye Teyze okula, Zeliha Teyze dükkânına yollanmıştı. Feride
cadele ederek, kendi vicdanıyla mücadele ederek o kadar mı uzun Teyze banyoda saçını kızıla boyuyordu. Ortalıktaki tek teyze ise
kalmıştı yatakta? Hızlı hızlı yüzünü, ellerini ve ayaklarını yıkadı, tuhaftır, hayli sıkıntılı görünüyordu.
başına tülbentini takıp odasına geri döndü, seccadesini serip na- "Neyin var, cinlerin seni terk mi etti?" diye sordu Asya.
maza durdu. Ne var ki Banu Teyze cevap vermek yerine mutfağa kapandı.
Banu Teyze bu sabah kahvaltı sofrasını geç kurduysa bunu en İki saat boyunca raflardaki bakliyat kavanozlarını düzenledi, yer-
son fark edecek kişi Armanuş'tu. Geceyanlanna kadar bilgisayar leri sildi, üzümlü cevizli kurabiye pişirdi, tezgâhtaki plastik mey-
başında kaldığı için uykusunu alamamıştı, daha da uyuyası vardı. veleri yıkadı ve binbir zahmetle ocağın köşesindeki taşlaşmış har-
Ne var ki uyanmıştı bir kez ve şimdi yatağında dönüp duruyor, dal lekesini ovdu. Nihayet odaya geri döndüğünde iki kızı hâlâ
battaniyeyi bir yukarı bir aşağı çekiyor, tekrar uykuya dalmak kahvaltı masasında buldu, Türk televizyonculuk tarihindeki en
için elinden geleni yapıyordu. Nihayet tek gözünü açtığında As- uzun süreli pembe dizi olan Kara Sevda Sarmaşığının Laneti'nin
ya'nın masasında oturmuş kitap okuduğunu, şarkıya katılarak ku- her sahnesiyle dalga geçiyorlardı Ama Banu Teyze değer verdiği
laklıkla müzik dinlediğini gördü. bir şeyle dalga geçtikleri için onlara gücenmek yerine, çok şaştı
"O söylediğin ne?" diye sordu Armanuş. kendine - senelerdir ilk defa en sevdiği pembe diziyi kaçırıyordu;
"Hı," diye bağırdı Asya, sırıttı."Johnny Cash." üstelik farkında bile değildi. Daha önce sadece büyük perhizi sı-
"Tabii ya!" diye mırıldandı Armanuş. "Peki ne okuyorsun?" rasında kaçırmıştı diziyi. O zaman bile, Allah affetsin, kendisi ne-
"İrrasyonel Adam: Varoluşçu Felsefe Üzerine Bir Çalışma" damet getirirken dizide neler olduğunu merak ederek Kara Sevda
Sarmaşığının Laneti'ni düşünmüştü. Ama bugün diziyi kaçırması "Sonra..." dedi Banu Teyze, fincanın dibindeki murdar haberi
için bir sebep yoktu ki? O kadar mı dalgınlaşmıştı? O kadar mı atlayarak - yakında, çok uzaklarda bir mezara çiçekler bırakı-
meşguldü zihni? lacaktı. Fincanı tombul parmaklan arasında çevirdi. Sonraki söz-
Banu Teyze aniden kızların sandalyelerinden dikkatle onu leri istediğinden daha yüksek sesle çıkınca hepsini irkiltti. "Se-
süzdüklerini fark etti. ninle yakından ilgilenen genç bir adam var. Ama nedense bir tü-
"Teyzecim, Armanuş Tarot falına bakıp bakamayacağını so- lün arkasında... tül gibi bir şeyin."
ruyor," dedi Asya en yumuşak sesiyle. Armanuş'un kalbi duracak gibi oldu.
"Neden fal baktırmak istiyor ki?" dedi Banu Teyze sükûnetle. "Sakın bilgisayar ekranı olmasın?" diye sordu Asya hınzırca,
"Geleceği parlak, gayet de güzel ve akıllı bir genç hanım olduğu- Beşinci Sultan kucağına hoplamıştı.
nu söyle ona. Şimdi durumu parlak olmayanlar illaki gelecekleri- "Kahve falında bilgisayar görmem," diye itiraz etti Banu Tey-
ni öğrenmek ister." ze. Teknolojiyi ruhani evrenine karıştırmaktan hoşlanmazdı.
"Kırma misafirimizi ya. Madem öyle kavrulmuş fındık falına Banu Teyze ciddileşti birden, fincanı usulca döndürdü. Yüzü
bak," diye üsteledi Asya, tercümeyi es geçerek. kaygılı görünüyordu. "Senin yaşlarında bir kız görüyorum. Kıvır-
"Artık fındıklara bakmıyorum," diye diklendi Banu Teyze. cık saçlı, kuzguni siyah... iri göğüslü..."
"O kadar da iyi bir yöntem olmadığı ortaya çıktı." "Teşekkür ederim teyzecim, mesaj alınmıştır," dedi Asya gü-
"Biliyor musun, teyzem son derece pozitivist bir falcı," dedi lerek. "Ama baktığın her fala akrabalarını sokmamalısın, buna il-
Asya Armanuş'a göz kırparak. "Fallardaki hata payını bilimsel timas denir."
olarak ölçüyor." Asya İngilizceyi kesip Türkçe daha ciddi bir ses- Banu Teyze gözlerini kırpıştırdı.
le devam etti: "Madem öyle kahve falımıza bak." "Burada bir ip var, kalın, güçlü bir ip, ucunda kement gibi bir
"Bak o başka," dedi Banu Teyze, kahve falına asla "hayır" di- ilmek var. İkiniz birbirinize çok güçlü bir bağla bağlanacaksınız...
yemezdi. "Ona ne zaman olsa bakarım." ruhani bir bağ görüyorum... Dostluğunuz baki!"
Kahveler yapıldı. Armanuş'unki sade, Asya'nınki bol şekerli, Banu Teyze başka bir şey söylemeden falı bıraktı, kahve fin-
her ne kadar o falına bakılsın istemese de. Asya kafeinin peşin- canını tabağın içine koyup, şekiller karışsın, kimseler görmeden
deydi, kaderinin değil. Yirmi dakika kadar sonra, Armanuş'un fin- silinsin diye içini soğuk suyla doldurdu. Kahve falının bu iyiliği
canının dibi soğuduğunda fal açıldı ve Banu Teyze saat yönünde vardır; Cenab-ı Hakk'ın görünmez mürekkeple alnımıza yazdığı
ilerleyerek şekilleri okumaya başladı. kaderin aksine, kahvenin telveyle yazdığı kader daima yıkanıp
"Burada çok evhamlı bir kadın görüyorum." akıtılabilir.
"Annemdir," dedi Armanuş içini çekerek.
"Çok endişeli. Sürekli seni düşünüyor, seni çok seviyor ama
ruhu gergin, kıpır kıpır daima. Kızıl... kızıl köprülü bir şehir de
var burada. Su var, deniz, rüzgâr ve... sis. Perde perde sis inmiş Kafe Kundera'ya giderlerken Armanuş şehri bütün ihtişamıyla
şehrin üstüne. Orada bir aile görüyorum, bir sürü kafa, bak bak, görsün diye vapura bindiler. Vapurun kendisi gibi yolcularında da
bir sürü insan, bol bol sevgi, ihtimam ve yiyecek..." bir dermansızlık havası vardı ama koca tekne lacivert denize açıl-
Armanuş böyle keşfedilmekten bîraz utanarak başını salladı. dığında kopan ani rüzgâr bu havayı çabucak dağıttı. İçerideki ka-

'
labalığın uğultusu yükseldikten sonra tekdüze bir uğultuya dö-
nüştü. Başka başka sesler eşlik etti bu uğultuya: motorun meka- yorum. Birisiyle çıkmaya başladığında büyü bozuluyor. Baron'la
nik takırtısı, tekneye çarpan dalgaların dinmeyen şıpırtısı, martı- da aynı şeyin olmasına katlanamam. Benim için apayrı bir yeri
ların çığlıkları. Armanuş sahilde miskin miskin bekleyen martıla- var. Çıkmak ve cinsellik başka hikâye, Baron'u bunlardan muaf
rın da canlanıp onlarla birlikte geldiklerini fark etti sevinçle. Va- tutmayı tercih ederim."
purdan birkaç yolcunun simit atmaya başlamasıyla anında katlandı Farkında olmadan üç dokunulmaz konunun, cinsellik, erkek-
martı sayısı. Armanuş bu hengâmeyi meraklı gözlerle izledi. ler ve babaların olduğu o bozbulanık bölgeye giriyorlardı. Yakın-
Klasik giyimli, cüsseli bir kadın ve ergen oğlu oturuyordu laştıklarını gösteren bir işaretti bu.
karşılarında, yan yana ama ayrı dünyalarda. Armanuş kadının yü- "Büyü!" dedi Asya. "Büyüye kimin ihtiyacı var ki? Leyla ile
züne bakınca toplu taşımaya pek meraklı olmadığı, kalabalığı ha- Mecnun, Yusuf ile Züleyha,' Pervane ile Mum, Bülbül ile Gül...
kir gördüğü ve mümkün olsa fakir giyimli bütün yolcuları kürek Uzaktan sevme, dokunmadan sevişme hikâyeleri... Amor platoni-
kürek denize atacağı hissine kapıldı. Kalın çerçeveli gözlüğünün cus! İnsanın nefsini saf dışı etmesini şart koşan, kavuşamama üs-
arkasına saklanan oğlu, annesinin bumu büyük hallerinden utanı- tüne kurulu geleneksel söylem. Platon her türlü fiziksel teması re-
yor gibiydi. Tıpkı Flannery O'Connor karakterleri gibiler, diye zil ve iğrenç kabul eder çünkü Eros'un gerçek, gayesinin güzellik
düşündü Armanuş. Kim derdi ki Amerikan güney edebiyatı ka- olduğunu düşünür. Cinsellikte güzellik yok mu hiç? Platon'a göre
rakterlerine İstanbul'da bir vapurda rastlayacak? hayır. O daha 'yüce amaçlar' peşindedir. Bana sorarsan nice düşü-
"Bana şu Baron'u biraz daha anlatsana," dedi Asya damdan nür gibi Platon'un da derdi, adamakıllı düzüşememiş olmasıdır."
düşer gibi. "Neye benziyor? Kaç yaşlarında?" Armanuş hayretle arkadaşına baktı. "Felsefeyi sevdiğini sanı-
Armanuş kızardı. Kalın bulutlar arasında çiğ çiğ parlayan kış yordum..." dedi tam da neden böyle dediğini bilmeden.
güneşinin ışığında yüzü, âşık bir genç kadının yüzüydü. "Bilmi- "Felsefeyi takdir ediyorum," dedi Asya. "Ama her filozofa
yorum. Hiç yüz yüze görüşmedik. Siber arkadaşız biz. Fiziksel harfiyen hak vereceğim anlamına gelmez bu."
bir ilgi değil ona duyduğum, ben onun zekâsına ve tutkusuna hay- "Buradan da şunu çıkarıyorum, Amor platonicus taraftan de-
ranım." ğilsin pek!?"
"Peki ama günün birinde onunla tanışmak istemiyor musun?" Bu bilgiyi Asya kendisine saklamayı tercih etti, soruya cevap
"Hem evet hem hayır," diye itirafta bulundu Armanuş, içeri- veremeyeceğinden değil, cevabın çağrışımlarından korktuğu için.
deki küçük ve kalabalık büfeden simit aldıktan sonra. Bir parça Armanuş öylesine nazik ve uslu bir kıza benziyordu ki karanlık
koparıp güvertenin trabzanlanna yaslandı ve bir martının yaklaş- yanını ona göstermek istediğinden o kadar emin değildi. Daha on
masını beklemeye başladı. dokuzunda olduğu halde pek çok erkeğin elleriyle tanıştığını, fi-
"Beklemene gerek yok," dedi Asya gülerek. "Havaya bir par- ziksel teması değil kınamak tam tersine yücelttiğini ve kabarık si-
ça attın mı martı gelir hemen kapar." cilli seks hayatından ötürü en ufak bir suçluluk hissetmediğini
Armanuş onun sözünü dinledi. Boş gökyüzünde bir martı be- ona nasıl söylerdi?
lirdi ve simiti mideye indirdi. Bir erkekle sevişmeden onun doğru insan olup olmadığının
asla anlaşılmayacağına inanıyordu Asya - bunu söyleyebilecek
"Doğrusu onun hakkında daha fazla şey öğrenmek için can
miydî Armanuş'a? İnsanların normalde hiç sezdirmedikleri, içle-
atıyorum, bir taraftan da içten içe onunla hiç karşılaşmak istemi-
rine işlemiş komplekslerinin ancak yatakta su yüzüne çıktığını ve
herkes ne düşünürse düşünsün, cinselliğin fiziksel bir şey olmak- miydi? İşin doğrusu, tam bir ayaklı felaket ve fecaat olduğunu na-
tan çok duyumsal bir şey olduğunu anlatabilecek miydi? Geçmişte sıl anlatırdı Armanuş'a?
haddinden fazla ilişkiye girdiğini ona nasıl itiraf edebilirdi ki? Bu yüzden de beklenen cevabı vermek yerine çantasından bir
Erkeklerden intikam almak ister gibiydi ama neyin intikamı oldu- walkman çıkarıp, bir şarkı dinlemek için izin istedi. Şu anda bir
ğunu hâlâ bilemiyordu. Pek çok erkek arkadaşı olmuştu arka ar- doz Johnny Cash'e ihtiyaç duyuyordu. Kulaklıklardan birini Ar-
kaya - bazen aynı anda, daima hayal kınklığıyla son bulmuş ço- manuş'a uzattı. Sabahki gürültülü müziğin anısı zihninde taze
keşli ilişkiler, Kazancı hanesinin sınırlarından titizlikle uzak tut- olan Armanuş kulaklığı istemeye istemeye kabul ederken sordu:
tuğu bir sırlar yığını. Bunları ifşa edebilecek miydi? Armanuş onu "Johnny Cash'in hangi şarkısını dinleyeceğiz?"
yargılamadan anlayabilir miydi? O steril ahlak kulesinin yüksek- "Başlıyor," dedi Asya ciddiyetle. "Dinle..."
lerinden eğilip de Asya'nın ruhunun derinliklerini görebilir miy-
di? İçinden bir ses alaylı alaylı güldü. Belki de tüm bunları ifşa I'm gonna stomp your head in the ground
edersen, "Türk kızlarının iffeti" konusunda bir yabancıya yanlış If you don't stay out of my hen house*
izlenim vereceğinden korkuyorsun, dedi ses. Böyle bir "kolektif
kimlik sorumluluğu" Asya Kazancı için tam manâsıyla yeniydi. Ezgiyi dinlerken, duyduğu sözlerle bulundukları yer arasın-
Daha önce kendini hiçbir cemaatin parçası olarak hissetmemişti. daki uyumsuzluktan allak bullak oldu Armanuş. Bu şarkıyı As-
Şimdi hissetmediği gibi gelecekte de böyle bir şey yapmaya hiç ya'ya benzetti - çelişkilerle ve feveranla dolu, çevreyle uyumsuz,
niyeti yoktu. İçindeki sesi duymazdan geldi. tepkisel, duyarlı ve her an patlamaya hazır, tıpkı Asya gibi. Arka-
Bir keresinde intihara teşebbüs ettiğini itiraf etseydi mesela, sına yaslandı. Fondaki mırıltı yeknesak bir uğultuya dönüştü, si-
Armanuş'un tepkisi ne olurdu acaba? Asya o nahoş tecrübeden iki mit parçaları havada kayboldu, esinti efsun taşıdı beraberinde, va-
temel ders çıkarmıştı: Birincisi, deli teyzenin haplarını yutmak pur usulca kayıyordu ve bir zamanlar bu sularda yaşamış bütün
hayatına son vermenin en doğru yolu değildi; ikincisi, kendini öl- balıklann hayaletleri yüzüyordu onlarla birlikte, koyu lacivert de-
dürmek istiyorsan el altında bir gerekçe bulundurmalıydın, zira nizde.
hayatta kalman halinde herkesten tekrar ve tekrar "NEDEN?" so-
Now if he don't stop eating my eggs up
rusunu duyacaktın. Neden intihara kalkıştın? Cevabın yoksa işin
Though I'm not a real bad guy I'm gonna
zordu. Hoş, ne cevap verirsen ver, her halükârda sorardan tatmin
get my riffle and send him To that great
etmek olanak dışıydı. Şimdiye kadar bu soruya bir cevap bulama-
dığını, belki de içinde yaşadığı evren için fazla genç, fazla öfke- chicken house in the sky**
li, fazla duyarlı olduğunu itiraf edebilir miydi? Bunların herhan-
Şarkı bittiğinde çoktan kıyıya varmışlardı. Bazı yolcular da-
gi biri Armanuş için bir anlam ifade eder miydi? Ya son zaman-
ha vapur iskeleye yanaşmadan atlamaya başladılar. Armanuş, İs-
larda istikrar ve dinginlik yolunda bir ilerleme kaydettiğini, artık
tanbulluların şehrin ritmiyle başa çıkabilmek için edindikleri tür-
tekeşli bir ilişkisi olduğunu, ama bunun da evli bir adamla oldu-
ğunu söylese? Nicedir evli bir adamın metresi olduğunu, seks ve
esrar sayesinde birbirlerinin bunalımlarına ayna tutup yalnızlığın * Kafanı ezerim yerde senin/Uzak durmazsan kümesimden. ** Yemeyi
bırakmazsa yumurtalarımı/O kadar kötü bir adam olmasam da/ Tüfeğimi
kuyusundan kaçabilmek için birbirlerine sığındıklarını da eklese kapar yollarım onu/Gökteki o büyük tavuk kümesine.
lü becerilere şaşarak bu akrobatik performansı hayranlıkla sey- umutsuzca kafa patlatıyormuş gibi görünen müşterilerin yüzlerin-
retti. deki o somurtkan ifade... her şey bir Kundera romanı sahnesini
On beş dakika sonra Kafe Kundera'nın tahta kapısı şıngırda- hatırlatıyordu. Ama onlar bunu bilmiyorlardı, bilemezlerdi. Der-
yarak açıldı ve leylak rengi bir hipi elbisesi giymiş olan Asya Ka- ya içre yüzüp de deryayı kavrayamayan balıklar gibiydiler, orta-
zancı, kot pantolon ve sade bir süveter giymiş olan misafiriyle mın bir parçası halini almışlardı.
birlikte içeri daldı. Her zamanki grubu, her zamanki yerinde, her Kafeyi bir Kundera sahnesine benzetmek Armanuş'un ilgisini
zamanki ruh haliyle otururken buldular. bir kat daha artırmıştı. Masadaki herkesin, aksanla ve gramer
"Herkese merhaba," dedi Asya neşeli bir sesle. "Bu Amy, kusurlarıyla da olsa İngilizce konuştuğu gerçeği de dahil, pek çok
Amerika'dan arkadaşım." şey fark etti. Genelde Türkçeden İngilizceye geçmekte hiç zorlan-
"Merhaba Amy," dediler hep bir ağızdan. "İstanbul'a hoş gel- mıyor gibiydiler. Armanuş ilk başta bu rahatlığı özgüvene bağla-
din!" mıştı ama akşama doğru bunun sebebinin İngilizcelerine duyduk-
"Buraya ilk gelişin mi?" diye sordu birisi. Sonra başladı di- ları güvenden ziyade, muhtemelen dil denilen iletişim aracına hep-
ğerleri: "Şehri sevdin mi? Yemekleri sevdin mi? Ne kadar kala- ten güvensizlik duymaları olduğu sonucuna varacaktı. Ne söyler-
caksın? Tekrar gelecek misin?.." se söylesin, nasıl söylerse söylesin beyhude, insan gerçek iç ben-
Onu sıcak bir biçimde karşılasalar da her zamanki yılgın hal- liğini tam manâsıyla ifade edemez varsayımından hareket ediyor-
lerine dönmeleri uzun sürmedi. Zira hiçbir şey Kafe Kundera'ya lardı. Çoktan içi geçmiş boş kelimelerin kokuşmuş artığıydı dil.
hâkim olan bezgin ritmi bozamaz. Hız ve çeşitlilik ihtiyacı du- Kara kuru bir seyyar satıcı, garsonlardan saklanarak içeri sü-
yanlar çıkıp gidebilirler çünkü sokaklarda bunlardan bol bol var. züldü. Koca bir tepsinin içinde, buz kalıplan üzerine dizilmiş, so-
Burası ise mecburi miskinliklerin ve ebedi tekerrürlerin penahı- yulmuş, san bademler taşıyordu.
dır. Saplantıların, yinelemelerin, takıntıların ve boşvermişliklerin "Badem!" diye bağırdı, yana yakıla aradığı birinin ismini
mecrası. haykırır gibi.
Sorular arasındaki anlık sessizliklerde Armanuş ortamı ve in- "Burda!" diye bağırdı Alkolik Karikatürist söylenen kendi
sanları incelemeye ancak fırsat bulabildi. Duvarlardaki çerçeveli adıymış gibi. O sırada içtiği birayla çok iyi gidecekti badem. Ar-
yol resimlerinin ezici çoğunluğunun ya gelişmiş Batı şehirlerine tık Adsız Alkolikler toplantılarını açıktan açığa terk etmişti. Kendi
ya da büsbütün egzotik diyarlara ait olduğunu fark etti; iki uç ara- denetmeni olmaya karar vermişti. Mesela bugün sadece üç bira
sında pek bir yer yok gibiydi. Armanuş yavaş yavaş kafenin adı- içecekti. Birinciyi mideye indirdiğinden geriye iki tane kalmıştı.
nın nereden geldiğine dair bir teori geliştirmeye başladı. Belki de Ondan sonra duracak, başka içmeyecekti. Kimsenin profesyonel
gerçeklerin vasatlığından kaçıyordu buradakiler. Ama bunu ya- kılavuzluğu olmadan kendini disipline sokmayı başarabilirdi. Bu
parken hayal dünyasına sığınmak yerine içsel bir huzursuzluğun kararlılıkla dört kepçe badem aldı ve herkes kolayca uzanabilsin
içine yuvarlanıyorlardı. Adeta havaya sinmiş bir kasvet vardı; dı- diye masanın ortasına yığdı.
şarıdaki insanlar'dan kendilerini kesinkes ayırma gayretindeydi Armanuş'un zihni meşguldü o sırada. Uzun boylu, dalgın gö-
içerideki insanlar. Tüm bu bölünme ve mekânın rüyadan çıkmış rünüşlü garsonun sipariş alışını seyretti, çoğunluğun ya bira ya da
gibi oluşu... birde en nihayetinde, perişan aşkların ağırlığını taşı- şarap içtiğini görünce hayret etti. Geçen gece Müslümanlar ve al-
mak ile daha da hafifleşmek arasında bir seçim yapabilmek için kol konusunda yaptığı yorumu hatırladı. Türklerin alkole olan
düşkünlüğünden bahsetmeli miydi acaba Anuş Ağacı'ndaki arka- tanıyıp ona, kendisinden ne zaman nefret edeceğini bekleyecekti,
daşlanna? Burada olanların ne kadannı yazmalıydı onlara? ya da kestirmeden gidip doğrudan ondan nefret edecekti. İkinciyi
Birkaç dakika sonra garson, karikatürist için koca bir bardak seçti.
köpüklü bira, diğerleri için de bir sürahi kırmızı şarapla döndü. Arkasına yaslanıp kadehini avuçlarının arasına alarak içinde-
Zarif şarap bardaklarına servis yapılırken Armanuş masanın etra- ki sıvıyı incelemeye başladı. Konuşmaya başladığında bile bakış-
fında oturan insanları biraz daha gözlemleme fırsatı buldu. İri bu- larını bardaktan ayırmamıştı.
runlu, mavi gözlü, yapılı adamın yanında ama kilometrelerce uza- "Aslına bakılırsa, dövmenin ne kadar eskiye dayandığını dü-
ğında oturan asabi kadının onun karısı olduğunu tahmin etti. Sı- şünürsek," diye başladı Asya ama cümlesini bitirmeyip yeni bir
rayla Alkolik Karikatüristin Hayatla Kavgalı Kansı'nı, Alkolik cümleye başladı: " 1990'lann başlarında kâşifler İtalya Alplerinde
Karikatürist'i, Gizli Gay Köşe Yazan'nı, Olağanüstü Yeteneksiz çok iyi korunmuş bir ceset bulmuşlar. 5000 küsur yaşındaymış.
Şair'i, Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi'ni in- Üzerinde elli yedi dövme varmış. En eski dövmeler!"
celedi... Masanın bir parçası olmaktan ziyade rahatsızca ucuna "Sahi mi?" diye sordu Armanuş. "O zamanlar nasıl şekiller
ilişmiş gibi görünen, karşısındaki genç ve seksi esmere biraz da- yapıyorlarmış acaba?"
ha uzun bakmaktan alamadı kendini. Tam manâsıyla bir cep tele- "Genelde hayvan şekilleri, totemler... muhtemelen eşek, ge-
fonu müptelası olan esmer kadın, habire pırıltılı, pembe cep tele- yik, baykuş, dağ keçisi... ve yılan, eminim yılana talep hep olmuş-
fonuyla oynuyor, durup dururken açıyor, şu ya da bu düğmeye ba- tur."
sıyor, ya kısa mesaj gönderiyor ya alıyor, şu küçük aletten başka "Vay, 5000 küsur yıllık," dedi hayretle Ultra Milliyetçi Film-
şeye kıymet vermiyordu. Bir de zaman zaman yanındaki şu sakallı lerin Gayri Milliyetçi Senaristinin yeni kız arkadaşı.
adama sokulup sürünüyordu. Belli ki Ultra Milliyetçi Filmlerin "Ama sanmam ki göbek deliğinde bir dövme olsun!" dedi
Gayri Milliyetçi Senaristi'nin yeni kız arkadaşıydı. Aniden başını senarist nağmeli bir sesle. Gülüştüler. Birbirlerine sokulup öpüş-
kaldırıp, "dün dövme yaptırdım," dedi. tüler.
Bu sözler bağlamla öyle alakasızdı ki Armanuş ilk anda ken- Dışarıda kaldırıma atılmış birkaç masa vardı. Sıkıntılı bir çift
disine yönelik olduğunu kavrayamadı. Ya sıkıntıdan ya da gruba o masalardan birine çöktü, bir başka masada gergin bir çift daha
kendisi gibi yeni katılan biriyle yakınlaşma isteğinden Ultra Mil- vardı, ciddi, düşünceli, huzursuz, burjuva yüzler. Armanuş Fitz-
liyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi'nin kız arkadaşı ona gerald romanlarından çıkma karakterlere benzetti onlan.
hitap etmişti: "Görmek ister misin?" "Nedense dövmeyi özgünlük, yaratıcılık, hatta modernlikle
Pat diye kaldırdı tişörtünü. Göbek deliğinin etrafında kıpkır- özdeşleştiriyoruz. Aslına bakılırsa göbek deliğinin etrafına döv-
mızı bir yabani orkide kıvrılıyordu. me yaptırmak dünya tarihinin en eski geleneklerinden biri. Hatır-
"Çok hoşmuş," dedi Armanuş kibarca. larsanız 19. yüzyılın sonlarında bir grup Batılı arkeolog mumya-
İltifattan hoşlanan kadın sırıttı. "Teşekkür ederim," dedi, hiç- lanmış bir ceset bulmuşlardı. Bir Mısır prensesine aitti. Adı Amu-
bir şey yemediği halde dudaklarını peçeteyle silerek. net'ti ve kocaman bir dövmesi vardı. Bilin bakalım nerede?" As-
Bu arada Asya kenardan kenardan kadını incelemekteydi ama ya, senariste dönüp gözlerinin içine baktı: "Göbek deliğinde!"
hoşnutsuz bir bakışla. Sevmemişti bu kadını. Her zamanki gibi, Bu kadar malumattan şaşkına dönen Ultra Milliyetçi Filmle-
bir hemcinsiyle tanıştığında yapabileceği iki şey vardı: ya zaman rin Gayri Milliyetçi Senaristi gözlerini kırpıştırdı. Onun kadar et-
sef yeterli değil ama. Mürekkep ne olacak? Dövmenin sadece iğ-
kilenmiş görünen yeni kız arkadaşı sordu: "Bütün bunlan nereden neleri değil mürekkebinin de her seferinde yenilenmesi gerektiği-
biliyorsun?" ni biliyor muydunuz? Her seans için, her müşteri için yeni mürek-
"Annesi dövmecilik yapıyor," diye araya girdi Alkolik Kari- kep kullanmak lazım."
katürist, gözlerini Asya'dan alamadan. Onun kızgın dudaklarını "Mürekkep mi..." diye kekeledi kız.
öpmek geldi içinden. Yapamayınca bir bira daha istedi sessizce. "Tabii ya," diye atıldı Asya kendinden emin. "Dövme işle-
Bu arada Asya tümüyle başka bir ruh ikliminde, Ultra Milli- minden sonra sırf mürekkep yüzünden türlü çeşit enfeksiyon çı-
yetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi'nin yeni kız arkadaşına kabilir. Bunların en yaygınlarından biri Staphylococcus aureus'
saldırmaya hazırlanıyordu. Yüzünde tehditkâr bir ifadeyle öne tur. Ne yazık ki çok sinsi ilerler ve..." kaşlarını çattı, "kalbe cid-
eğildi ve "yalnız bu dövme meselesi çok tehlikeli olabilir," dedi. di zarar verir."
"Tehlike" kelimesinin istediği etkiyi yaratması için birkaç sa- Soğukkanlılığını kaybetmemek için elinden geleni yapsa da
niye susarak bekledi. "İşlem sırasında kullanılan aletlerin titizlikle Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi'nin yeni kız
dezenfekte edilmesi gerekir ama enfeksiyon riskinin yüzde yüz arkadaşının beti benzi atmıştı. Pembe cep telefonu tam o anda
ortadan kaldırıldığı söylenemez. En yaygın dövme tekniğinin de- bipledi ama bakmadı bile.
rinin altına iğnelerle mürekkep zerkedilmesi olduğu düşünüldü- "Yaptırmadan önce bir doktora danıştın mı?" diye sordu As-
ğünde, bu ciddi bir meseledir..." ya sahte bir şefkatle.
İğnelerden öyle uğursuz bir havayla bahsetmişti ki masadaki "Yok, danışmadım," dedi kız. Yüzü gölgelenmiş, gözlerinin
herkesi tedirgin etti. Sadece Alkolik Karikatürist gözlerinde cin altında yeni çizgiler belirmişti.
gibi bir parıltıyla seyrediyor, gösterinin tadını çıkarıyordu. "Ya, öyle mi? Hay Allah. Neyse, takma kafana," dedi Asya el-
"İğne yaklaşık dakikada 3000 vuruş ritmiyle deriye sokulup lerini iki yana açarak. "Tatsız bir şey olmaz inşallah."
çıkarılır," diye devam etti Asya. Paketten bir sigara çekip hareketi Alkolik Karikatürist'le Armanuş Asya'nın saldırgan sohbetine
canlandırır gibi hızlı hızlı sokup çıkardı sonra yaktı. Ultra Mil- gizlice gülümsediler ama diğerleri tepki vermedi. Oyuna katılma-
liyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi'nin yeni kız arkadaşı ya karar veren Alkolik Karikatürist, yüzünde hınzır bir ifadeyle
cinsel çağrışımları olan bu harekete gülmeye yeltendi ama Asya' sordu: "Ama istese dövmeyi çıkarttırabilir değil mi? Çıkartmak
nın gözlerindeki katı soğuk hevesini kursağında bıraktı. mümkün değil mi?"
"Kan zehirlenmesi ve hepatit bir dövme dükkânında kapabi- "Mümkün," dedi Asya hemen, gelen pası gole çevirme gayre-
leceğiniz nice ölümcül hastalıktan sadece ikisi. Dövmecinin her tinde. "Ama işlem son derece acılı ve yıldırıcı. Üç yöntemden bi-
seferinde yeni bir steril paket açması, elini sıcak su ve sabunla yı- rini seçebilirsin: cerrahi, lazer tedavisi ya da deri soyma."
kaması, steril sıvılarla ovması, lastik eldiven giymesi gerek... te- Bunları söyledikten sonra yığının üzerinden bir badem alıp
orik olarak tabii. Pratikte kim bu kadar ince zahmete girer ki?" kabuğunu soydu. Masadaki herkes, hatta Armanuş bile bademe
"Ama benim gittiğim yerde hepsine dikkat ettiler, iğneler de dehşetle bakmaktan alamadı kendini. Seyirci tepkisinden mem-
yeniydi," diye salvo atışından sıyrılmayı denedi Ultra Milliyetçi nun olan Asya soyulmuş bademi ağzına atıp sakin sakin çiğnedi.
Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi'nin yeni kız arkadaşı. Türkçe "Şahsen üçüncüyü hiç tavsiye etmem. Ötekiler de ondan iyi
söylemişti bunlan. değil ya. Çok ama çok iyi bir dermatolog ya da estetik cerrah bul-
Asya sükûnetle ve İngilizce devam etti. "Ya, çok iyi. Maale-
manız gerek. İşlem gayet tuzluya mal oluyor ama elden ne gelir? herhangi bir tenkide karşı omuzlarını dikleştirdi ama senelerdir
Her muayene bir ton para, bir kereyle de bitmez. Dövme çıkarıl- Kafe Kundera'nın müdavimi olan grup, mekânın miskin havasını
dıktan sonra bile gözle görünür bir iz kalır, ten rengindeki deği- öyle içine sindirmişti ki, çok çabuk bıraktı işin ucunu.
şiklik de cabası. Ondan kurtulmak için bir estetik ameliyat daha Ne var ki Asya meselenin böyle kapanmasına izin verme-
lazım. Yine de yüzde yüz garantili değil." di. "Armanuş'un ailesi İstanbulluymuş," dedi iki badem arası.
"Ay inanmıyorum," dedi Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri "...1915'te türlü türlü acılar çekmişler... çoğu tehcirde ölmüş, aç-
Milliyetçi Senaristi'nin yeni kız arkadaşı, gözleri faltaşı gibi açıl- lıktan, yorgunluktan, şiddetten..."
mış bir halde. Armanuş Asya'nın gaddarlığına gülmemek için Som sessizlik. Ne bir soru ne bir yorum. Asya, Alkolik Kari-
kendini çimdikledi. katürist'in endişeli bakışları altında ipleri biraz daha gerdi.
"Eee yeter bu kadar kasvet, hadi neden içmiyoruz?" diye ara- "Ama büyük dedesi bütün bunlardan önce öldürülmüş, hem de
ya girdi Alkolik Karikatüristin Hayatla Kavgalı Karısı. "İçmek sırf," dedi Asya, Armanuş'a dönerek söyledi bunu, ama sonraki
için Bay Parmakucundan daha iyi sebep mi bulunur? Neydi adı... lafı grubun diğer üyelerineydi: "...entelektüel olduğu için!" Şa-
Cecche?" rabını yavaşça yudumladı. "Cemaat öncü beyinlerinden mahrum
"Ceccheti," diye düzeltti Asya, gruba bale tarihi konulu nut- kalsın diye ilk olarak Ermeni entelektüeller öldürülmüş 1915'te."
ku atacak kadar sarhoş olduğu o güne hâlâ lanet ederek. Sessizliğin bölünmesi uzun sürmedi. "Öyle bir şey olmadı," dedi
"Evet, evet Ceccheti," diye kıkırdadı Olağanüstü Yeteneksiz Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi başını hızlı
Şair ve Armanuş'a açıkladı. "O olmasa bale yapanlar parmakları- hızlı sallayarak. "Hiç öyle bir şey duymadık." Piposundan derin
nın ucunda yürümek zorunda kalmayacaklarmış biliyor muydun?" bir nefes aldı ve sarmallanan dumanlar arasından Armanuş'un
"Derdi neymiş acaba?" diye ekledi biri, sonra herkes gülüştü. gözlerine baktı. Sesi alçalıp, cana-yakın bir fısıltıya dönüşmüştü.
Ortam böyle yumuşayınca, "Eee, anlat bakalım Amy, nere- "Ailen için çok üzüldüm, taziyelerimi kabul et. Ama o zamanlar
densin?" diye sordu Olağanüstü Yeteneksiz Şair kafenin mutat savaş zamanıydı. İki taraftan da insanlar öldü. Ermeni isyancıların
uğultusu üzerinden Armanuş'a. ne kadar Türk öldürdüğünü biliyor musun? Hikâyenin öteki
"Aslında Amy, Armanuş'un kısaltması," diye araya girdi As- tarafını düşündün mü hiç? Eminim düşünmemişsindir! Acı
ya, halen provokatör ruh halindeydi anlaşılan. "Çünkü Armanuş çeken Türk ailelerine ne diyeceksin? Olanlar çok trajik ama
Ermeni-Amerikalı!" 1915in 2000'ler olmadığını anlamamız lazım. O zaman her şey
"Ermeni" kelimesi Kafe Kundera'da kimseyi şaşırtmazdı ama farklıymış. Türk Devleti bile yokmuş, Osmanlı İmparatorluğu
"Ermeni-Amerikah" başkaydı. "Türk-Ermeni" zaten "biz"den de- varmış. Modernite öncesi devir, modernite öncesi trajediler..."
mekti. "Ermeni-Ermeni" de hiç sorun değildi; "Türk-Türk" olan- Armanuş dudaklarını öyle sıktı ki renkleri attı. O kadar çok
lar gibi bildik bir şey, benzer kültür, benzer maya, benzer kumaş karşısavı vardı ki sıralayacak, nereden başlayacağını kestiremi-
demekti. Ama "Ermeni-Amerikah", diyasporada beyni yıkanan yordu. Keşke Baron da burada olsa ve bütün bunlan görseydi.
ve bu yüzden Türklerden nefret eden biri anlamına geliyordu. Bü- Armanuş atacak en doğru adımı düşünedursun, onun bıraktı-
tün başlar Armanuş'a dönmüştü. Bakışları kuşkucu bir ilgi taşı- ğı boşluğu Asya'nın müdahalesi doldurdu: "Hay Allah, ben de
yordu; dışı süslü ama içinde bomba olmasından şüphelendikleri bunca zamandır seni anti-milliyetçi bilirdim."
bir hediye paketiymiş gibi incelediler onu. Armanuş gelebilecek
"Öyleyim zaten!" diye tersledi Ultra Milliyetçi Filmlerin Garson elinde yeni bir sürahi ve yüzünde endişeli bir ifadeyle
Gayri Milliyetçi Senaristi, sesini birkaç oktav yükselterek. Sinir- tekrar belirdi. Alkolik Karikatürist'e "Devam edecek misiniz?"
li sinirli sakalını sıvazladı. "Ama tarihi gerçekleri her türlü safsa- gibilerinden bir işaret yaptı. O da parmağını kaldırarak "Kesinlik-
tanın üstünde görürüm."
le!" demeye getirdi. Üç birayı çoktan bitirdiğinden ve daha fazla
Asya'yla Armanuş birbirlerine baktılar. O kısacık an içinde içmeme kararına sadık olduğundan şimdi şaraba geçmişti.
garson yeniden geldi ve boş şarap sürahisinin yerine dolusunu
"Sana bir şey diyeyim mi Asya," dedi Ultra Milliyetçi Film-
koydu.
lerin Gayri Milliyetçi Senaristi kadehini doldururken. "Meşhur
"Ermeni gençlerin beynini yıkamışlar," diye atıldı senaristin
Salem cadı mahkemelerini biliyorsun değil mi? Orada işin ilginç
yeni kız arkadaşı, hem sevgilisine destek olmak hem de dolaylı
yanı cadılıkla suçlanan kadınların neredeyse hepsi aynı itiraflarda
yoldan az evvelki dövme mevzuunun rövanşını almak için.
bulunmuş, aynı semptomları göstermiş, hatta aynı anda nöbet
"Nereden biliyorsun? Belki senin beynin yıkanmıştır!" dedi
geçirip aynı şekilde bayılmış... Yalan mi söylüyorlardı? Hayır!
Armanuş öfkelenmeden, tane tane.
Rol mü yapıyorlardı? Hayır! Peki neydi bu aynılığın sebebi? Top-
"Tabii ya, nereden biliyorsun?" diye yankıladı Asya, öfkele-
lu histeriden mustariptiler."
nerek ve süratle. "1915 hakkında ne biliyoruz? Bu konu üzerine
"Bu ne mânâya geliyor?" diye sordu Armanuş tepkisini kon-
yazılmış kaç kitap okudun? Hangi zıt fikirleri karşılaştırıp kıyas-
trol ederek.
ladın? Hangi araştırmaları, hangi belgeleri takip ettin... bahse gi-
"Evet, bu ne mânâya geliyor?" diye yankıladı Asya tepkisini
rerim bu konuda hiçbir şey okumamışsındır! Ama kendinden pek
salıvererek.
eminsin. Bize verileni olduğu gibi kabul etmiyor muyuz? Kapsül
"Şu mânâya geliyor, hanımlar," dedi senarist; yorgun bir te-
kapsül resmi tarih yutuyoruz her gün."
bessüm çöktü dudaklarına. "Toplu histeri diye bir şey varsa toplu
"Katılıyorum, kapitalist tüketim toplumu hislerimizi uyuştu-
hafıza diye bir şey de vardır. Ermenilerin histerik olduğunu filan
ruyor, hayalgücümüzü köreltiyor," diye lafa girdi Olağanüstü Ye-
söylemiyorum, yanlış anlamayın. Ancak toplulukların, tek tek
teneksiz Şair. "Dünyanın ruhsuzlaşmasından bu sistem sorumlu.
üyelerinin inançlarını, algılarını, hatta bedensel tepkilerini yön-
Ama bizi tarih marih değil ancak şiir kurtarabilir."
lendirmeye muktedir olduğu bilimsel bir gerçek. Bir hikâyeyi tek-
"Bak Asyacım," dedi Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri Milli-
rar tekrar dinlersen, anlatıyı içselleştirirsin. İçselleştirdiğin anda
yetçi Senaristi. "Türkiye'deki pek çok kişinin aksine mesleğim
da başkasının hikâyesi olmaktan çıkar. Hatta hikâye olmaktan bile
gereği ben bu konuda hatın sayılır araştırma yaptım. Tarihi film-
çıkar, gerçek olur, senin gerçeğin. Kendi gerçeğinmiş gibi canını
lere senaryo yazıyorum. Sürekli tarih okurum. Yani başkalarından
dişine takıp mücadele edersin. Bu yüzden yirmisine gelmemiş bir
duyduğum için ya da yanlış bilgilendirildiğim için böyle konuş-
sürü Ermeni-Amerikalı, dedelerinin ninelerinin anlattıkları hikâ-
muyorum. Aksine! Konu üzerinde titiz araştırma yürütmüş biri
yeleri bu kadar derinden yaşıyorlar. Zamanda donmuş bir anlatı."
olarak konuşuyorum." Durup şarabından bir yudum aldı. "Erme-
"Bir nevi büyülenme gibi," dedi Olağanüstü Yeteneksiz Şair
nilerin iddiaları abartı ve çarpıtma üzerine kurulu. Yapmayın, ba-
ama kimse daha fazla konuşmasına izin vermedi.
zıları iki milyon Ermeni öldürdüğümüzü bile söylüyor! Aklı ba-
Asya arkasına yaslanıp sigara dumanını üfledikten sonra sazı
şında hiçbir tarihçi bunu ciddiye alamaz."
eline aldı: "Toplu histeri ne, biliyor musun? Şimdiye kadar kale-
"Bence bir kişi bile öldürülse fazla," diye diklendi Asya.
me aldığın o pespaye senaryolar, Aslan Yürekli Timur'un bütün
bölümleri... Ne kahraman ya, sanki bir milli kahramana daha ih- yor, bizimle bir olup o filmlerle dalga geçiyorsun. İkiyüzlülüğün
tiyacımız var! Budala Bizanslılara karşı maceradan maceraya ko- bir sının olmalı!"
şan kash, Herkül kılıklı, vurdu mu oturtan Türk erkeği. Türk ol- Senaristin yüzünde kan çekildi. "Sen kim oluyorsun da bana
mayan erkeklerin hepsi ya tecavüzcü, ya zalim ya da olay örgü- yok ikiyüzlülükten yok çift kimlikten bahsediyorsun Piç Hanım?
sünde tesadüfi. Türk olmayan kadınların hepsi önüne gelenle ya- Bana musallat olacağına gidip babişkonu arasana!"
tar. Olur da ezkaza bu kadınlardan birinde bir gıdımcık iffet var- Bunlan dedi ve ardından şarap kadehine uzandı. Ama zahmet
sa, onun da eninde sonunda Türk olduğu ortaya çıkacaktır. Bu na- etmesine gerek yoktu zira tam o sırada bir adet şarap kadehi sü-
sıl propaganda? Ben işte buna histeri derim. Milyonların bu ber- ratle ona doğru uçmaktaydı. Alkolik Karikatürist doğrulmuş,
bat mesajları içselleştirmesini sağladın mı toplu histeriye sebep elindeki şarap kadehini vargücüyle senariste fırlatmıştı. Iskaladı.
oluyor." Kadeh duvardaki bir çerçeveye çarpınca içkideki şarap her yere
Bu sefer Gizli Gay Köşe Yazan araya girdi: "Valla Asya hak- saçıldı. Hedefi vurmayı başaramayan Alkolik Karikatürist kolla-
lı. Düşmanın kadınsılığıyla dalga geçmek için yarattığın bütün o nnı sıvadı.
kaba saba, maço Türk kahramanlar tahakkümperver ataerkilliğin Alkolik Karikatürist'in yan cüssesinde ve onun kadar sarhoş
tezahürlerinden başka ne ki..." olmasına rağmen Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Se-
"Kuzum sizin neyiniz var bugün?" diye sordu Ultra Milliyetçi naristi ilk yumruktan kaçmayı başardı ve hemen bir köşeye sıvıştı.
Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi alt dudağı belli belirsiz tit- Köşeye vanr varmaz artık emniyette olduğuna kanaat getirerek
reyerek. "O saçmalıklara inanmadığımı gayet iyi biliyorsunuz. O derin bir nefes aldı.
filmlerin sadece eğlence amaçlı olduğunu söylemeye gerek var Gelen darbeyi görmedi.
mı?" Destek almak için Armanuş dahil herkese tek tek baktı. Gizli Gay Köşe Yazan sandalyesinden fırladığı gibi karikatü-
Armanuş hâkim havayı değiştirmek için elinden geleni yaptı. ristin yardımına koştu. Elindeki sürahiyi senaristin tepesine indi-
Baron Baghdassarian'ın pasifızme kuvvetle karşı çıkacağını bilse riverdi. Göz açıp kapayana kadar yerdeydi senarist, incecik kan
de gerilimi artırmaktan kimseye bir fayda geleceğine inanmıyor- sızdı şakağından. Kanın görüntüsü olmasa aldığı darbeye inan-
du. "Şuradaki çerçeve," dedi duvan işaret ederek. "Şu turuncu mayacakmış gibi gözlerini kırpıştırarak hayretle önce yüzlerine,
çerçeveli yol resmi var ya, Arizona'dan. Çocukken annemle o yol- sonra da belirsiz bir noktaya baktı.
dan sık sık geçerdik." Ama Kafe Kundera en nihayetinde hayatın ritminin öyle ya
"Arizona," diye mırıldandı Olağanüstü Yeteneksiz Şair ve bu da böyle asla değişmediği, rehavet ve atalet esaslanna dayalı,
isim onun için bir ütopya adası, bir nevi Shangri-la'ymış gibi içi- bezgin bir entelektüel kahvesiydi. Sarhoş kavgasının yeri değildi.
ni çekti. Daha senaristin kafasının kanaması durmadan kafedeki herkes
Ne var ki Asya'nın işi burada noktalamaya hiç niyeti yoktu. hadise patlak vermeden evvel yaptıklan işlere geri dönmüştü; ki-
"Ama seninkisi en beteri," dedi. "Keşke yaptığın işe inansaydın, mi somurtuyor, kimi şarap ya da kahve içerek sohbet ediyor, ki-
o filmlere azıcık da olsa inancın olsaydı, bakış açını sorgulasam mi duvarlardaki çerçeveli fotoğraflara dalıp gidiyordu.
bile samimiyetini sorgulamazdım. O senaryoları kitleler için ya-
zıyorsun. Yazıyor, pazarlıyor, kamyonla para kaldırıyorsun. Son-
ra buraya gelip entelektüellerin takıldığı bu kafede kılık değiştiri-
On Birinci Bölüm Bazı İstanbullular her zamanki gibi diğerlerinden önce uyan-
mış. Mesela şehirdeki imamlar; genci yaşlısı, yanık seslisi, çatlak
KURU KAYISI seslisi, bir dolu caminin imamı erkenden uyanmış, inananlan sa-
bah namazına çağırmak için. Sonra simitçiler var. Onlar da gün
boyu satacaklan gevrek simitleri almak için fırınlara yollanmışlar.
Dolayısıyla fınncılar da uyanık. Çoğu işe koyulmadan ancak bir-
iki saat uyku uyuyabiliyor, bazısı geceleri hiç uyumuyor. İstisna-
sız her gün fınncılar fınnlannı geceyansı yakıyorlar; böylece şa-
faktan evvel şehirdeki fınnlar ekmeğin enfes kokusuyla doluyor.

N
Temizlikçi kadınlar da uyanık. Kimi pek hareketli ve eli ça-
buk, kimi pek tembel ve isteksiz her yaştan kadın, gün boyu ovup
duracakları lüks evlere en az iki-üç otobüs değiştirerek gitmek
üzere erkenden kalkıyorlar. Gittikleri yer başka bir dünya. Zengin
eredeyse şafak vaktiydi, geceyle gündüz kadınlar daima makyajlı geziyor ve katiyyen yaşlannı göstermi-
arasındaki o tekinsiz eşiğe ramak kala. Hâlâ mümkün avuntu bul- yor. Temizlikçi kadmlann kocalannın aksine banliyölerdeki karı-
mak rüyalarda ama onları silbaştan inşa etmek için artık çok geç. ların kocaları daima meşgul, şaşırtıcı ölçüde kibar ve çıtkrıldım-
Fezâ-yi ıtlak dedikleri o nihayetsiz gökyüzü anlatıldığı gibi lar. Bu sitelerde zaman kıt bir kaynak değil. İnsanlar onu sıcak su
yedi katlı yetmiş sırlı ise eğer ve onun yedinci katında bir göz, yu-
gibi bol bol ve rahat rahat kullanıyor. Temizlikçi kadınlar, siteler-
karılardan herkesi seyreden bir Semavi Ayn varsa, kimlerin kapalı
deki kadmların sabah akşam yaptıkları duşların ya da köpüklü,
kapılar ardında neler çevirdiğini, kimlerin ne günahlar işlediğini
sütlü banyoların uzunluğuna ve sıklığına şaşmaktan kendilerini
bilebilmek için uzun zamandır bu şehr-i İstanbul'u izliyor olsa
alamıyorlar.
gerek. Tam şu anda burada ışıldayan şehir silueti turuncu, kızıl ve
İmamlar, simitçiler, fırıncılar, temizlikçiler, hırsızlar, çöpçü-
san tonlannda. Bir kıvılcım demeti gibi görünüyor bu koca şehir
ler ve çöp karıştıranlar, evsizler, fahişeler, pezevenkler, kulüpler-
göklerdeki göze. Bu ışıltılı haritadaki her nokta bu saatte uyanık
deki gece nöbetini bitiren fedailer, konsomatrisler, taksiciler, şeh-
olan biri tarafından yakılmış bir lamba. Semavi Göz'ün durduğu
ri terk edenler ve henüz kapısına varanlar, duvarlara slogan yaz-
yerden, ta o irtifadan bakınca, bütün bu rasgele yakılmış ampul-
mak için sokaklara çıkmış olan sağcı ve solcular... bu erkenciler
ler, düzenli bir ritimle kırpışıyor; alttan alta Tann'ya şifreli bir
mesaj verir gibi. Kaosun içinde tam bir ahenk saklı sanki. dışında, İstanbul'un geri kalanı hâlâ derin uykuda.
Oraya buraya serpiştirilmiş ışıklann dışında İstanbul hâlâ ko- Artık şafak söküyor. Şehir jölemsi bir şey şu anda, yarı sıvı
yu karanlıkta. Eski mahallelerde kıvnlan yılankavi sokaklar bo- yarı katı.
yunca dizili sıra sıra evlerde, yamaçlara inşa edilmiş gecekondu- Göklerdeki Semavi Göz'e, Kazancı hanesi, gecenin gölgeleri
larda, bakkallann hep ithal ürünler sattığı zengin muhitlerindeki arasında yer yer ışıltılı bir küre gibi görünüyor olsa gerek. Bu bü-
modern apartmanlarda, şehir dışına kaçanlara ait lüks sitelerde, yük, eski konağın çoğu odası karanlık ve sessiz ama birkaçı ay-
her yerde insanlar derin uykuda. Bazıları hariç tabi. dınlık. Erken kalkanlar işte o odalarda.
Kazancı hanesinde uyanık olanlardan biri Armanuş. Anuş Ağa-
cı'nın üyelerine bir gün önceki şaşırtıcı hadiseyi anlatma hevesiyle Armanuş oturduğu yerden şarkı sözlerini çıkaramıyor ama
erkenden kalkıp hemen internete bağlandı. Onlara İstanbul'un ritmi duyabiliyor. Cash'in bariton sesinin kulaklıklardan odaya
bohem yanlarını anlattı; sonra Kafe Kundera'da tanıştığı her ka- yayılışını dinlemek hoşuna gidiyor, içerideki ve dışarıdaki çeşitli
rakteri ve kavgayı özetledi. Şimdi onlara Alkolik Karikatürist'in sesleri dinlemek de: uzak camilerden yankılanan sabah ezanları,
betimlemesini yapıyor, şarap bardağına nasıl yeni bir işlev buldu- yakınlardaki bir duvara KÜRTSEN KÜRTÇE KONUŞ, ASİMİLE OL-
ğunu ekleyerek. MA! yazmayı henüz bitirmiş bir grubu kovalayan polis arabasının
"Karikatürcü eğlenceli bir tipe benziyor," yazdı Anti Kavur- sireni, sokağın karşısındaki bakkalın önüne süt bırakan sütçünün
ma. "Siyasetçileri penguen olarak çizdiği için hapse girebileceği- tıngırtıları, Beşinci Sultan ve Asya'nın şaşırtıcı ölçüde uyumlu so-
ni söyledin değil mi? Vay be. Mizah Türkiye'de ciddi iş!" lukları - hangisinin kimden çıktığı belli olmayan bir horultular ve
mırıltılar karışımı. Baron Baghdassarian'a verilecek en münasip -
"Hakikaten, herif sıkı bir tipe benziyor," diye ona katıldı Ley- cevabı arayan Armanuş'un klavyeye dokunan parmak uçlarının
di Tavuskuşu/Siramark. "Biraz daha anlat." sesi... Neredeyse sabah oldu; Armanuş yeterince uyumadığı halde
Ama görünüşe göre birileri hadiseyi bambaşka açıdan yo- kendini hafiflemiş hissediyor, uykuyu yenmenin verdiği zafer
rumlamıştı. duygusu.
Aşağıda, sol arka köşede Qülsüm Nine'nin odası var. Uyuyor
"Abartmıyor musunuz bir parça? Ne onda ne o salaş kafede-
şu anda, rüya görüyor. Başka Bir hayatta gerçekten de Korkunç
ki başka bir karakterde ilginç bir taraf var. Görmüyor musunuz
İvan olabilirdi belki ama kaskatı kireçlenmişse eğer kişiliği bu hiç
hepsi İstanbul'un bohem, avangard, bir nevi kaymak sanat-manat
sebepsiz değil. Zaman içinde giderek sirkeleşen pek çok insan gi-
çevresinden yüzler. Tüm dünyadan nefret eden ama en çok da
bi büyükannenin de bir hikâyesi var. Ege kıyısında, son derece şi-
kendi ülkelerinden nefret eden tipik üçüncü dünya eliti," diye ara-
rin ama yoksunluklarla dolu küçük bir kasabada büyümüş; kendi-
ya girdi Baron Baghdassarian'ın sert mesajı.
sininkinden çok daha zengin, çok daha şehirli ama kesinlikle çok
Armanuş irkilip, nedense etrafına bakınma gereği duydu. Bil- daha kısmetsiz bir aile olan Kazancılara gelin gelmiş; erken öl-
gisayar ekranında yazılı olanları kimsenin görmediğinden emin dükleri için erkeklerin elmas kadar kıymetli olduğu, hassas ve
olmak istercesine. hastalığa yatkın bir soyun genç, köylü gelini olmanın rahatsızlı-
Ama uykucu Asya odanın öte tarafında horul horul uyuyordu ğını yaşamış; bir anda kendini erkek evlat doğurmakla yükümlü
işte; Beşinci Sultan ayak uçlarına kıvrılmış vaziyette, kafasında buluvermişti. Ne kadar çok erkek evlat verirse o kadar iyi çünkü
kulaklık, elinde açık bir kitap: Sonsuza Tanıklık. Emmanuel Levi- ne kadar hayatta kalacakları hiç belli olmaz... Oysa o birbiri ardı-
nas. Asya'nın yatağının yanında boş bir CD kabı var - Johnny na kız doğurmuştu; eyvah bir kız daha, eyvah bir kız daha, eyvah
Cash tepeden tırnağa karalar giyinmiş, gri, kasvetli bir gökyüzü- bir kız daha; her doğumla kocasının kendisinden biraz daha uzak-
nün altında dimdik, bir yanında bir kedi bir yanında bir köpek, laştığını görmenin ıstırabı bir de her şeyin üstüne.
çerçevenin çok ötesindeki bir noktaya bakıyor bilgece. Asya, Levent Kazancı karısıyla çocuklarını disiplin altına almak
walkman'i sürekli çalma modunda bırakmış. Bu açıdan da anne- için kemerini kullanmaktan sakınmayan hoyrat bir adamdı; bir
sinin kızı - her türlü gürültüyü kaldırabiliyor ama sessizlikle ba- oğlan, Allah bir oğlan bahsetse her şey yoluna girecekti... arka ar-
şa çıkamıyor. kaya üç kız, sonra mucize, dördüncü bebek nihayet oğlan. Şans-
önüne, burada ve şu anda meydana geliyormuşçasına capcanlı.
lannın döndüğünü umarak bir kez daha denemişlerdi ama beşinci Sekiz yaşında, gri-mavi gözlü, san saçları lüle lüle bir kız, Sela-
bebek yine kız olmuştu. Varsın olsun, Mustafa yeterliydi; soyu nik'te annesiyle birlikte Balkan Savaşı'nda ölen babasının ardın-
devam ettirmeye muktedir. Her zaman kızlara üstün tutulan, her dan sessizce göz yaşı döküyorlar; sonra kendini İstanbul'da görü-
kaprisi yerine getirilen, pohpohlanan, şımartılan Mustafa... sonra yor, ekimin sonlan, cumhuriyet ilan edilmiş. Bayraklar. Her yer
müzik diniyor ve rüyaya karanlık çöküyor: Mustafa bir daha dön- bayraklarla donanmış. Kırmızı beyaz, ay yıldız, yeni yıkanmış
memek üzere ABD'ye gidiyor. çamaşırlar gibi dalgalanıyorlar rüzgârda. Temizlik yapılmış sanki
Gülsüm Nine asla sevgisine karşılık bulamamış bir kadın; vatan topraklannda. Bayrakların ardında Rıza Selim'in çetin yü-
yavaş yavaş değil de hızla yaşlanan, bakirelikten ihtiyarlığa atla- zü, gür sakalı, kara gözleri. Sonra kendini genç bir kadın olarak
yan, asla orta yaşlı olamayan bir kadın. Kendini tümüyle yegâne görüyor Cicianne; Bentley piyanosunun başında, iki dirhem bir
oğluna adamış, kızlarını hiçe saymak pahasına ona tapmış, haya- çekirdek giyinmiş misafirlere neşeli ezgiler çalıyor. Ağzında eri-
tın ondan aldığı her şeye karşı teselliyi oğlunda aramıştı. Ama yen badem ezmesi tadı...
Mustafa Arizona'ya gittikten sonra düzenli kartpostallar ve iki sa- Cicianne'nin hemen üzerindeki küçük odada Çevriye Teyze
tırlık mektuplardan ibaret kalmıştı varlığı. Ailesini ziyaret etmek uyuyor. Son yıllarda defalarca gördüğü kâbusu görüyor tam şu
için İstanbul'a dönmemişti hiç. Gülsüm Nine terk edilmiş hisse- anda. Yeniden öğrenci olarak görüyor kendini. Bir sınıfta, üzerin-
diyordu kendini; kederin yanı sıra utanç veriyordu terk edilmek, de çirkin, kül grisi bir üniforma. Müdür onu sözlü yapmak için
utanılacak bir şey yapmış gibi hissediyordu terk edilen ve bunu tahtaya çağınyor. Kan ter içinde, iki yana sallanıyor, ayaklan ağır.
düzeltmek için elinden bir şey gelmeyen. O da içindeki sancıyı Sorulann hiçbirini anlamıyor. Çevriye Teyze aslmda liseden me-
kapatabilmek için dış cephesini kararttıkça karartmıştı. Gittikçe zun olmadığını öğreniyor. Kayıtlarda bir hata yapılmış, şimdi me-
taşlaşmıştı. zun olup öğretmenlik yapması için bu tek dersi vermesi gereki-
Birinci katın sağ köşesinde, yaz kış lavanta kokan bir odada yor. Her seferinde aynı sahnede uyanıyor. Müdür not defterini çı-
Cicianne yatıyor, derin uykuda. Yatağın yanında kiraz ağacından karıp kırmızı bir dolmakalemle Çevriye adının yanına kocaman
bir komodin, üzerinde Kuran-ı Kerim, evliyalar ve hayatları hak- bir sıfır yazıyor.
kında bir kitap ve yosun yeşili ışık saçan koca bir lamba var. Ki- Son on yıldır, kocasını kaybettiğinden beri gördüğü kâbus bu.
tabın yanında, kehribar imameli san bir tespih ve içinde takma Rüşvetten hapse girmişti kocası - Çevriye Teyze bu suça inanma-
dişlerini dinlendirdiği yansına kadar dolu bir bardak. yı sonuna kadar reddetse de. Tahliye olmasına bir ay kala, anlam-
Cicianne için saatler nicedir doğrusallığını kaybetmiş bir akı- sız bir kavga esnasında aptal bir elektrik kablosuna basarak öl-
şın gelişigüzel tiktaklan demek. Zaman otoyolunda hiçbir işaret müştü. Cevriye Teyze bu sahneyi tekrar tekrar canlandırırdı ha-
levhası, hiçbir trafik ışığı, hiçbir yol tarifi yok. İstediği istikamete yallerinde, kabloyu oraya koyup kocasının ölümünden mesul
gidebilir, ister ileri ister geri, şerit değiştirebilir, ister sağa ister olan mahkûmu gözünün önüne getirmeye çalışırdı. Hapishane ka-
sola. Yahut mesela yolun tam ortasında aniden durup gitmeyi pılarında, elinde dolu bir silah, o adamı beklediğini hayal ederdi.
hepten reddedebilir çünkü onun hayatında "ilerleme" diye bir şey Her seferinde değişirdi senaryonun geri kalanı. Bazen tahliye edi-
yok artık. Güzergâh kalmamış, sadece tek tek kopuk kopuk anla- lir edilmez katilin suratına tükürürdü hemen oracıkta, bazen de
nn ebedi tekerrürü var. sadece uzaktan izlerdi adamı. Onu değil kendini vururdu.
Son zamanlarda bazı çocukluk hatıralan geliyor gözünün
öldürüldüğünü, kafasının kesildiğini düşündüm. Kendi bir sürü iş var. Bunların bazılarına ben cevap yaza-
derdimi unutur gibi oldum. Sabah, akşam Ayaşlı bana cağım; müdürün notlan vardı, arıyorum, bulamıyorum.
uğruyor, cinayet tahkikatından neler öğrenebilmişse on- Kalemden bir arkadaş çağırdım.
ları anlatıyordu. - Gel azizim, seninle bunları bir ayıklayalım,
Üç-dört gün böyle gittikten sonra bir sabah bankada dedim. O efendinin yardımı olmadıkça işin içinden
yeni gelen mektupları açarken elime bir telgraf verdiler çıkamadım. İyi oldu ki bizim müdür de gelmedi. Ziraat
Açtım, telgraf Selime'denmiş. Şu iki kısa cümleyi yazıyor Bankasında banka müdürleri toplanıp
"Yanınıza gelebilir miyim? Lütfen cevap." konuşacaklarmış, oraya gideceğini telefonla haber verdi.
Biraz şaşaladım, sevindim. İşleri bırakıp odanın içinde Ben de işi bırakacağ ı m gibi hemen sokağa çıktım.
gezinmeye başladım. "Yanınıza gelebilir miyim?" ne Nereye gideyim? Selime'yi burada oturtacak bir yer
demek? Buraya gelmiyor da benim yanıma gelecek, yani bulmalı. İlkin bir ev tutmak aklımdan geçti. Ben de
birlikte yaşayacağız, demek mi? Benim evlenmek üzere gidip o evde oturur muyum? Öyle olursa Selime
olduğumu sanıyordu, şimdi işin doğrusunu öğrendi mi? benim yanıma gelmiş olur. Kendisinin istediği de bu
Sakın Nedim Bey yazmış olmasın? değil mi? Yalnız onu rahat ettirecek bir ev bulup
Nedim Beyi arattım, geldi. Ondan sordum: hazırlayabilecek miyim? Eşya ister, adam ister. Selime
- Siz Ayvalık'a benim için bir şey yazdınız mı, de yarın gelmeye kalkarsa bunlar yetişir mi? Bir ev
dim. kuruyoruz demektir. Olunca iyi olmalı. Selime'yi bir
- Hayır yazmadım. Niçin? Bir şey mi var? otele indiririm. Temiz bir otelde güzel döşeli bir oda
- Selime Hanımdan bir telgraf aldım, buraya gelmek tutarım! Onu evime almadım diye bana darılır ve
istiyor da... benden incinir mi? Evim olmadığını ona anlatırım.
- Ben size arz ettim ya, o çoktan istiyordu ama yaz Daha olmazsa ben de onun olduğu otele taşınırım. Hem
maya çekiniyordu. Şimdi kararını vermiş demek! Belki aramızda hiçbir söz geçmeden onu, evim olsa bile,
evde sizin bana yazdığınız mektubu bulmuşlardır! Kadın- götürmek doğru mu? Ne var ki ona ufak, temiz bir ev
lar, bilirsiniz ya, tuhaftırlar, eğer bizim hanım bulmuşsa hazır bulundurmak şık olurdu! Gelince kendi evine
Selime Hanıma göstermiştir. O da kendisini sorduğunu- gelecek, kendi hizmetçisine emir verecek, kimse karışanı
zu gördü, gelmeye karar verdi. olmayacak! Acaba istediğim gibi bir ev bulup döşe-
Sebep aramak ister mi? Selime buraya gelmek isti- Niçin yebilir miyim? Kimden sormalı? Bizim bankada birini
olursa olsun! Hemen gelmesini yazmalıyım Nedim Beyi bulur sorarım diye düşündüm, yeniden bankaya dön-
savdım, Selime'ye, "Sizi bekliyorum, yola çıktığınızı düm. Herkes yemeğe çıkmaya hazırlanıyordu. Kambi-
bildiriniz" diye bir cevap yazdım, yolladım. yoda bir efendi tanırım ki bu gibi işlerde beceriklidir.
Telgraf gitti, ben gene çalışmaya oturdum ama iş çı- Onu buldurdum, anlattım. Dedi ki:
karamıyorum. Kâğıtlar birbirine karışıyor. Dünden kal- - Feyyaz Beyin bir evi var, daha yeni yaptırdı. Eğer
kiraya vermemişse onu size tutarız.
istanbullu Bir Kadın İçin Çelik Feraset Kuralı: Bu şehirde tu-
ni takdir etmeli, diye düşünüyor. Sırf içine doğdukları öğretileri
tunabilmek istiyorsan, sen sen ol, çay bardağı kadını olma.
ezberleyerek ahkâm kesen kopyacı din fanatiklerinden daha mak-
Çay bardağı kadını olmamayı seçmiş ve seçiminde sebat et- bul olmalı dinsizliği...
mişti. Kazancı kadınları arasında bir tek o baskı altında, ilk kay- İkinci katın en sonundaki odada Banu Teyze var. O da bu sa-
nar suda çat diye çatlayan çay bardaklarına öfkelenmeye mukte- atte uyanık. Kazancı hanesinde uyanık olan üçüncü kişi o. Bu sa-
dirdi. bah bir tuhaflık var üzerinde. Yüzü solgun, iri kahverengi gözle-
Zeliha Teyze komodinin üzerindeki Marlboro Lights'a uzanı- ri endişeyle kırpışıyor. Karşısında bir ayna. Vaktinden evvel yaş-
yor, bir sigara yakıyor. Yaşlanmak sigara alışkanlığını hiç etkile- lanmış bir kadın görüyor kendine baktığında. Senelerdir ilk kez
memiş. Kızının da içtiğini biliyor. Sağlık Bakanlığı broşürlerin- kocasını özlüyor - bıraktığı ama asla tam manâsıyla terk etmedi-
deki o sıkıcı pasajlardan bir alıntı gibi şecereleri: Sigara bağımlısı ği kocasını.
ebeveynlerin çocuklarının sigara içme olasılığı diğer çocuklara Kocası daha iyi bir eşi hak eden iyi bir adam. Bir gün olsun
göre üç kat fazladır. Zeliha, Asya'nın sağlığı için endişe ediyor ama kimseye haksız muamele etmemiş, necis söz söylememişti ama
ona müdahale ederse, güvensizlik emareleri gösterirse geri iki çocuklarını kaybettikten sonra Banu Teyze onunla yaşamaya
tepeceğini bilecek kadar akıllı. Asya'nın karşısında kaygılı görün- tahammül edememişti. Ara sıra eski evine gidiyor; bir mekânın
memeli. Demesi yapmasından kolay. Dengeyi bulmak zor, tıpkı her ayrıntısını dejavu ile bilen bir yabancı gibi dolaşıyor odalar-
bir annenin kendi çocuğu tarafından "teyze" diye çağırılması gibi. da. Giderken daima kuru kayısı götürüyor kocasına, en sevdiği
İçine işliyor bu durum, canını yakıyor. Yine de "teyzelik" rolünü şey. Gidince temizlik yapıyor biraz, kopuk düğmeleri dikiyor, bir-
annelikten daha iyi kıvırabileceğine, böylesinin ikisi için de daha iki yemek pişiriyor, ortalığı topluyor. Öyle fazla toplanacak bir
iyi olacağına inanıyor. Fiziksel ve ruhsal olarak bağlanabilmek şey de yok, çünkü temiz titiz bir adam kocası. Banu Teyze çalışır-
için evvela ismen kopmaları gerekiyor sanki. Zeliha Teyze'nin ken yanında durup, onu seyrediyor.
içindeki fırtınanın tek şahidi Allah. Mesele onun varlığına Akşam olduğunda soruyor: "Kalacak mısın?"
inanmaması. Banu Teyze'nin buna verdiği cevap hiç değişmiyor: "Bugün
Düşünceli düşünceli bir nefes çekiyor sigaradan, birkaç sani- değil, belki sonra."
ye içinde tutup hışımla salıyor. Allah varsa ve bu kadar çok şey Evden çıkmadan ekliyor: "Dolapta yemek var, çorbayı ısıt,
biliyorsa hakkımızda, neden tüm o bilgisiyle hiçbir şey yapmadı, pilakiyi iki günde bitirmezsen bozulur, menekşeleri sulamayı
yapmıyor? Neden bunca haksızlığın yaşanmasına izin veriyor? unutma, pencerenin yanına koydum."
Neden seyirci kalıyor yeryüzünde yaşanan bunca acıya ve madem
Başını sallayıp kendi kendine konuşur gibi mırıldanıyor ko-
ki seyirci, ne hakla yargılıyor sonunda? Hayır, Zeliha Teyze ka-
cası: "Merak etme. Ben kendime bakarım. Kayısılar için sağola-
rarlı, dine teslim olmayacak. Hele hele yaşlandıkça dindarlaşan,
öte dünyaya gitmeden evvel sicilini temizlemek için ansızın ima- sın, eksik olma..."
na gelen şu çıkarcı hesapçılardan olmaya hiç niyeti yok. Bir ag- Ondan sonra Kazancı hanesine dönüyor Banu Teyze. Hep
nostik olarak yaşadı öyle de ölecek. Zındıklığı samimi ve saf. Bir böyle, günbegün, yılbeyıl.
yerlerde bir Allah varsa, onun bu içten muhalefetini ve reddiyesi- Aynadaki kadın yaşlı ve bedbin görünüyor. Banu Teyze mes-
leğinin bedelini hızla yaşlanarak ödediğini düşünüyor. İnsanlar
senelerle yaşlanır, müneccimlerse hikâyelerle. İstese telafi talep
suzluğa düşecek ne var? Onu alıp, gelmek için keşke Bankadan çıktım, ayaklarım beni Selime'nin odasına
ben oraya gitseydim!.. Belki de o bunu beklerdi. götürdü. Uzun yol yürümüş gibi yorgunum. Aşk acaba
Ben Selime'yi, istediğim gibi tanımıyorum. Onu pek bu mudur? Çiçekler bana güzel görünüyor! Aklıma şiir
az gördüm, onunla pek az konuştum. O zamanlar, doğ- parçaları, beyitler, mısralar geliyor! Çocukluktan ezbe-
rusu, Selime'ye alıcı gözüyle de bakamadım. Gelirse, rimde kalmış bir şarkıdan yahut türküden bir mısra,
onu bu sefer tanıyacağım. Bakalım beni görünce, nasıl saçma bir şey, ama bence yanık, dokunaklı, anlatılmamış,
davranacak? anlatılamaz duyguların bir ifadesi...
Geceden epeyce geçti, ben Selime'nin odasında İçimde gizli bir sevinçle karışık tatlı bir ezginlik var az
bunları düşündüm, kaldım. Sabahı bu odada edecek de- çok rahatsızlık veriyor. Selime'nin oturacağı,
ğilim ya? Yemek zamanı geçti. Kalktım, Atlas lokantası- dolaşacagı, yatacağı yerleri gördükçe bu rahatsızlık
na gittim. Lokanta yarı yarıya boşalmış. İçenler var... artıyor.
Bizim banka arkadaşlarından bir-iki kişi bir masada kal- Selime'nin odasında biraz kaldıktan sonra otelden
mışlar. Onların yanlarına gittim. çıktım, kırlara doğru yürüdüm. Tozlu bir yol... İki yanın-
Gece yarısını iki saat geçinceye kadar onlarla kal- da fırınlar, kahveler, büyük ambarlar var. Sonra kırlar!
dım ve eve gelince, hemen yatağıma girdim, ama ancak Önüme suları kokan, pis bir dere çıkıyor. Dar bir yerini
sabaha karşı uyuyabilmişim. bulup atlıyorum. Uzaktan söğüt ağaçları görünüyor. Ak-
Bu gece benim yarı umutsuz geçirdiğim gecelerin şam olmadan oraya kadar gidebilir miyim? Güneş bat-
sonuncusu oldu. Ertesi günü bankada çalışırken Seli- maya yaklaşıyor. Havada tatlı bir serinlik, bir incelik var.
me'nin yola çıkacağı telgrafını aldım. Telgraf şudur: Önüme demiryolu çıktı. Orada bir hendeğin kenarına
"Dokuz, salı sabahı, orada olacağım. Selime.” oturup bu demiryolunun uzanışını seyre başladım. Saz-
Bugün ne? Perşembe. Dört gün var demek. Bu dört lar, böğürtlenler arasında gömgök suları ağır akan bir
gün nasıl geçer? Bir ufacık seyahat yapsam! Acaba ben dereye bakmaktan insan nasıl hoşlanırsa, ben de şimdi
çıldırıyor muyum? Neden bu Selime'ye bu kadar bağlan- demiryoluna bakmaktan öyle hoşlanıyorum.
dım? Güneş battı, her yerde ışıklar yandı, ben burada kal-
Müdüre girdim, bir hafta izin istedim. dım ve ondan sonra, ta Selime gelinceye kadar her gün
- Neniz var? Bir zamandır, dalgın görünüyorsunuz, buraya gelip, bu demiryolunu doya doya seyrettim...
dedi. Sah sabahı, hemen uykusuz bir gece geçirdikten
- Ne arz edeyim? Hiçbir şeyim yok, yalnız yorgun sonra istasyona indiğim zaman, daha kimse gelmemişti.
luk duyuyorum, dedim. Uzaktan, makine deposu tarafından dumanlar çıkıyor ve
- Ben biliyorum, bu yalnızlıktan ileri geliyor. Bun sabahın durgun, serin havası içinde göğe uzanıyor, kar-
dan bir ayak evvel kurtulmalısınız, dedi. şımda bir manevra makinesi çalışıyor, yük vagonlarını
Gülüştük. İzin de verdi. bu hattan alıp ötekine götürüyor, öteden buraya getiri-
yan broşu karısına hediye etmek için almıştı. Ona hediyesini bu lamıştı. Kitap boyunca her masalın aslına sadık kalıyor, tek keli-
gece vermeyi planlıyordu; şu bölümü yazmayı bitirir bitirmez. mesini bile değiştirmiyordu. Ama işte bu son bölümde kendi yaz-
Yazdığı bütün bölümler arasında en talepkâr ve yıldırıcı olanı dığı bir hikâyeye yer vererek kitabı böyle kapatmayı tasarlamıştı.
buydu. Bu kadar meşakkatli olacağını bilse bu kitabı hiç yaz- Bitirdiğinde eserini İstanbul'da bastırmayı ve büyük Ermeni top-
maz, hayalinden hepten vazgeçebilirdi. Ama artık bırakmak için luluklarının yaşadığı Adana, Harput, Van, Trabzon, Sivas gibi şe-
çok geçti, gırtlağına kadar kitaba batmıştı ve şimdi artık tek çıkış hirlere dağıttırmayı planlamıştı.
yolu sonuna kadar devam etmek ve bitirmekti. İstanbul şehrine Ohannes İstanbuliyan, Ermeni anababaların bu hikâyeleri her
nam salmış bir şair ve köşe yazan olan Ohannes İstanbuliyan uz- gece uyumadan önce çocuklarına okuyacaklarını hayal ediyordu.
manlık alanının tümüyle dışında bir kitap yazıyordu gizliden giz- Son bir buçuk sene boyunca yazmak tüm zamanını aldığı için
liye. Neticede reddedilebilir, dalga geçilebilir ya da küçümsene- başkalarının çocuklarına kitap yazarken kendi çocuklarını büsbü-
bilirdi. Koca Osmanlı İmparatorluğu kallavi dönüşümler, devrim- tün ihmal etmiş olması ne garipti. Her ikindi bu odaya geliyor,
ci hareketler ve milliyetçi bölünmelerle cebelleşirken, Ermeni ce- masasına oturuyor ve yazabildiği kadar yazıyordu. Her gece oda-
maati yenilikçi ideolojilere, hararetli tartışmalara gebeyken, o dan çıktığında çocukları çoktan yataklarına yatmış oluyordu.
evinin mahremiyetinde bir çocuk kitabı yazmakla meşguldü. Yazma arzusu hayatındaki her şeyin ve herkesin önüne geçmişti.
Ermenice bir çocuk kitabı yazmak daha önce hiç denenmemiş Tılsım gibi varlığını ele geçirmişti. Ama neyse ki kitap bitmek
bir girişimdi. Ermeni cemaati matbaayı kullanmaya çok evvel üzereydi. Bu akşam yazdığı sonuncu bölümdü, en zoru. Bunu da
başladığı ve peş peşe kıymetli eserler basıldığı halde, bu alanda bitirdiğinde aşağı inecek, metni bir kurdelayla bağlayacak, altın
neden tek bir eser bile yoktu? Ermeni azınlığı çocuklarını çocuk broşu içine saklayacak ve paketi karısına verecekti. Kayıp Güver-
olarak göremeyen bir topluluk halini mi almıştı? Olabildiğince cin Yavrusu ve Asude Bir Bahar Ülkesi ona ithaf edilmişti.
çabuk büyümeye ihtiyaç duyan bir azınlığın gözünde bir an evvel "Lütfen oku," diyecekti o zaman karısına. "Eğer iyi değilse
aşılması gereken bir ara safhadan mı ibaretti çocukluk? Belki de yak hepsini. Söz veriyorum sana sebebini bile sormayacağım.
İstanbul'daki okumuş yazmışlara özgüydü bu tutukluk. Belki de Ama eğer beğenirsen, Şafak Matbaasındaki Garabed Efendi'ye
onlar köylerdeki Ermeni ninelerin torunlarına aktardıkları sözlü götür."
geleneklerden uzaktılar. Kitap dünyasındaki eksikliğin arkasında- Ohannes İstanbuliyan karısının fikirlerine herkesinkinden
ki sebep ne olursa olsun, kesin olan bir şey vardı: Ohannes İstan- fazla saygı duyardı. Edebiyat ve sanat konusunda ince bir zevki
buliyan olağandışı bir işe kalkışmıştı. vardı karısının. Onun misafirperverliği sayesinde Boğaz kıyısın-
Yazmakta olduğu çocuk kitabının başlığı Kayıp Güvercin daki bu konak münevverlerin, sanat ve kalem ehlinin penanı ol-
Yavrusu ve Asude Bir Bahar Ülkesi'ydi. Ailesi ve dostlarıyla be- muştu. Kimi ünlü kimi henüz yeni, sayısız mühim sima gelip geç-
raber bir bahar ülkesinin üzerinde uçarken mavi gökyüzünde yo- mişti bu evden. Okumaya, tartışmaya, yiyip içmeye gelirlerdi bu-
lunu kaybeden bir minik güvercindi kitabın anlatıcısı. Güvercin- raya. Birbirlerinin eserlerini kısmi, kendi eserlerini ise katmerli
cik sevdiklerini ararken art arda bir sürü köyde, kasabada ve şe- bir şevkle tartışmaya gelirlerdi.
hirde duruyor ve her molada yeni bir hikâye öğreniyordu.
Bu şekilde Ohannes İstanbuliyan, çoğu nesilden nesile akta- Uzun uzun uçtuktan sonra Kayıp Güvercin Yavrusu susadı ve
rılmış, bazısı çoktan unutulmuş eski Ermeni halk masallarını top- zamansız açmak üzere olan karlı bir nar ağacının dalına kondu.
dırmazsınız! Bunların hesapları sorulmayacak mı? - Ne o, İskender'i hapis mi etmişler, diye sordum.
Güldü, cevap vermedi. Nedim Beyle karısının iyilik- - Evet, dedi.
lerini, kendisine yardımlarını anlatmaya başladı. Lakırdı- - Niçin?
yı uzattık, iki saat konuşmuşuz. Ben kalktım, izin iste- - Bunun, bir fabrika gibi bir şeysi vardı ya, orada
dim. O yatıp uyuyacak, ben de gidip dinleneceğim. Ak- ortakları afyon hulasası yapıyorlarmış. Orası da İsken
şamüstü gene burada buluşacağız. der'in üstünde görünüyor. Yapanlar da bunun ortakları.
- İskender'in bundan haberi yok muymuş?
- İskender'in ağzına baksan, yokmuş diyor, ama or
33
takları bu işte de ortaklığı vardır, demişler. Hem başka
İki-üç gün Selime ile konuştuk ve çok iyi anlaştık, ları da bu işe karışıyor, sanırım.
yalnız aramızda evlenmek lakırdısı olmadı. Her gün ben - Hımm. E, ne yapıyor şimdi, İskender?
ona gidiyorum, oturup konuşuyoruz. Onu bıktırmamak - Hiç, tıktılar, içerde oturuyor. Ortakları İstan
için yanında çok kalmıyorum. Akşamüstleri uğrayıp onu bul'dan bir avukat tutmuşlar, avukat geldi, bununla da
gezmeye çıkarıyorum. Bir gece de Anadolu Palasın tera- konuştu. Ben artık ne konuştunuz, diye sormadım. Ona
sında yemeğe götürdüm. İlk defa bir erkekle yemeğe git- sorsan "Ben korkmam, bize bir şey yapamazlar" deyip
tiğini söylüyor, ama hiçbir şeyi yadırgamıyor. İki eski ar- duruyor.
kadaş gibi geziyor, konuşuyoruz. - Ko, öyle olsun, ama benim bildiğim biraz üzerler!
Bugünlerde, ben, bankaya uğramıyorum, kimseyi de - Bana da sorsan, öyle ama, eh, kim bilir!..
gördüğüm yok. Fahri Aydın'dan gelmiş, beni aramış, bu- - Bizim eve ne oldu? İlkin Hasan Bey, arkasından
lamamış, eve bir mektup bırakmış. Eve gitmiştim, Ziynet
Şefik Bey, şimdi de İskender...
ilkin bu mektubu verdi, sonra da İskender'i hapsettiklerini
söyledi. - Doğru. Allah beterinden saklasın!
- Senin konturat ne oldu? Yeniden verecekler mi?
- Niçin hapsetmişler, dedim.
Bilmiyor. - Bilmem. Bu yıl isteyenler çok... Artırırlarsa, ben
- Yanlış bir şey olmasın, sen hapsolduğunu nereden tutmam. Kim alırsa mübarek olsun.
biliyorsun? - Konturatın bitmesine daha çok var mı?
- Biliyorum, dün burada konuşuyorlardı. - Yirmi, yirmi beş gün olmalı. Bu ay sonunda kontu
- Baba burada mı? rat bitiyor, ama yeniden ilan etmeleri de birkaç gün sü
- Burada. rer. Biz tutamazsak, siz ne yapacaksınız?
- Çağırsana bana. - Ben, bir ev tutmak istiyorum. Bir başka niyetim de
Ayaşlı geldi. var, bakalım, eğer olursa...
Ayaşlı, niyetimin ne olduğunu sormadı. Selime ile
evlenmek istediğimi ben ona söyledim.
tu. Gerçi bu kural şimdilerde değişiyor olabilirdi. Son günlerde
"İyi öyleyse," dedi Kayıp Güvercin Yavrusu. "Bana kayıp gü-
vercin yavrusunun hikâyesini anlatabilirsin. Ama seni uyarıyo- hiçbir şeyden emin olmak mümkün değildi. Birinci Dünya Sava-
rum, acıklı bir şey duyarsam, uçar giderim." şı'nın başında sadece yirmili yaşlarında olanları alacaklarını ilan
etmişlerdi ama savaş hızını aldıktan sonra otuz, hatta kırklarında
Ohannes İstanbuliyan nar ağacının buna ne karşılık vereceği- olanları da askere çağırmamışlar mıydı?
ni hızlıca tasarladı ama tam kâğıda dökmeye başlamıştı ki bir yer- Savaşmak Ohannes İstanbuliyan'a göre değildi. Ağır bedensel
lerde bir vazo hızla yere düşüp tuzla buz oldu. Gürültünün arasın- işler de. Ona kalsa ne tüfek alırdı eline ne süngü. Şiire meftundu.
da bir burun çekme sesi duyuldu. Karısının hıçkırığını anında ta- Kelimelere. Ermeni alfabesinin her harfini dilinde ve teninde ayrı
nıdı. Ancak o zaman yazının mağarasından tümüyle çıkabildi ve ayrı duyumsar, tadardı tek tek. Uzun tefekkürlerden sonra Ermeni
ölü balık gibi yüzeye vurdu. milletinin, öyle kimi komitacıların iddia ettikleri gibi silahlara
değil, esas kitaplara ihtiyacı olduğuna kanaat getirmişti. Tan-
zimattan sonra yeni okullar kurulabildiği halde acilen açık fikirli,
iyi eğitimli öğretmenlere ve daha çok sayıda kitaba, kaynağa ih-
tiyaç vardı. 1908 devriminden sonra arzulanan ilerleme kaydedi-
Merdivene doğru koşarken daha bu sabah berber dükkânında, iti- lememişti. Ermeniler, gayrimüslimlere karşı daha adilane davra-
barlı bir avukat ve Osmanlı Parlamentosunun üyesi olan Kirkor nırlar umuduyla Jön Türkleri desteklemişti. Ne de olsa Jön Türk-
Hagopyan'la arasında geçen müziç tartışmayı hatırladı. ler bildirilerinde eşitlik ve özgürlük vaat ediyordu:
"Devir kötü, çok kötü. Daha da beterine hazırlan," diye mınl-
danmıştı Kirkor Efendi, berberde karşılaştıklarında. "Önce Ermeni Osmanlı tâbiiyeti, din ve mezhebe bağlı değildir. Osmanlı tâ-
erkeklerini askere aldılar; 'madem eşitlik vardır, madem ki he- biiyeti "kanunen muayyen olan ahvale göre" kazanılır ve kaybe-
pimiz Osmanlıyız,' dediler, 'Müslümanlarla gayrimüslimler bera- dilir. Osmanlı tâbiiyetinde bulunan herkes dini veya mezhebi ne
ber siper kazsın, beraber savaşsın!' Ardından düşman dışımızda olursa olsun "Osmanlı"dır. Osmanlıların kaffesi hürriyet-i şahsi-
değil içimizdeymiş gibi, düşman bizmişiz gibi bütün Ermeni as- yelerine malik ve aherin hukuk-u hürriyetine tecavüz etmemekle
kerlerin ellerinden silahlarını aldılar. Sonra da başladılar Ermeni mükelleftir.
erkeklerini amele taburlarına toplamaya. Şimdi de dostum kara
kara söylentiler dolaşıyor... kimileri daha beterinin yaklaşmakta Ne yazık ki lafta kalmıştı vaatlerin nicesi. Sözlerine sadakat-
olduğunu söylüyor." le bağlanmamış, Türkçülük uğruna Osmanlıcılık idealini terk et-
Gidişata dair samimi bir endişe duymasına rağmen bu haber- mekte beis görmemişlerdi. Bir tek onlar değildi elbet Osmanlıcı-
ler Ohannes İstanbuliyan'ı kişisel olarak sarsmamıştı. Kendisi as- lığa itibar etmeyen. Daşnak Sütun içinde ve yöresinde çok sayıda
kere alınamayacak kadar yaşlıydı, oğullan da henüz çok ufak. Ai- Ermeni genci de aynı raddede şiar edinmişti milliyetçiliği. Gün
lede askere alınma yaşındaki tek erkek karısının kardeşi Le- geçmiyordu ki ateşli kavgalar patlak vermesin. Her iki taraftan da
von'du. Ama o da seçme işlemi sırasında "muinsiz" nişanı alması kimileri berikinin kanına susamış olmalıydı ki, isyancılar da, is-
sayesinde Balkan Savaşı'na katılmaktan kurtulmuştu. Ailelerinin yanları bastıranlar da gözünü kırpmadan kan döküyordu. Ohan-
bakımını tek başına üstlenen erkekler askerlikten muaf tutulmuş- nes İstanbuliyan bu. tabloyu son derece kaygı verici bulmak bir-
Fahri'nin kapısını çaldık, Fethullah açtı. Fahri, ken- memişti. Paltoları, şapkaları Fethullah'a verdikten sonra
disi de koridorun kapısından bakıyordu. İlkin kara man- durdu, Selime'ye, sonra da bana baktı:
tolu bir hanım girdiğini gördü, tanımadı. Sonra ben gir- - Hanım, çoktan mı burada, diye sordu.
dim! Bu kadının kim olduğunu, bunu niçin getirdiğimi
- Bilmem, dört-beş gün olmalı!
anlayamadı. Bana "Bu kadını niye getirdin?" demek ister
gözlerle bakıyordu. - Ne adamsın be, dedi, gizli işlerden n.e'kadar hoşla
Selime bana döndü, gülerek, nırsın!
- Doktor beni tanımadı, değil .mi, dedi. - Niçin? Ne gizlisi, dedim.
- Tanımadın mı Fahri? - E, hanım geldi de, bana ne haber vermedin?
- Dur bakayım, o siz misiniz? Tanımadım valla! Hoş - Sen burada miydin? Ben seni Aydın'da biliyordum'.
geldiniz! Ne zaman geldiniz? Bunun "Hemşeri" dediği siz Fahri, bizimle konuşmaya başladı ama, içine de ku-
miydiniz? Nereden aklıma gelirdi? Hadi içeri, içeri. İçer runtu girdi: Selime buraya niçin geldi, onu anlamak isti-
de soyunursunuz! yor. Birbirimizi seviyor muyuz? Yoksa Selime başka biri-
Biz, içeri giderken arkamızdan geliyor ve söyleniyor- ne varmak içip mi geldi? Babasının işlerini düzeltmeye
du: de gelmiş olabilir. Acaba hangisi? Fahri açıkça sormak
- Ben, poturlu, kuşaklı birini getirecek diye bekli istemiyor, bir bana, bir Selime'ye bakıyor ve yüzümüzden
yordum. Bana "Hemşerim geldi, seni de tanır" diyor! bir şey anlamaya çalışıyordu. Anlayamadı. Bir aralık dışarı
- Selime Hanım, benim hemşerim değil mi? Seni de çıktı ve Fethullah'ı yollayıp beni çağırttı. Selime güldü.
tanımaz mı? - Doktor benim niçin geldiğimi anlayamadı, sizden
- E, "Selime Hanım geldi" desene. onu soracak, dedi.
- Beni telefonda sorguya çekersin: Niçin geldi? Ne - Evet, dedim, isterseniz çağırtalım, soracağını bura
zaman geldi?
- Sorguya, şimdi de çekerim. Siz, hele soyunun ba da sorsun!
kalım. - Yok, siz gidiniz, daha iyi! Belki başka bir şey de
Selime soyundu: Kara şapkanın altından uçları altın sormak istiyor!
gibi parlayan, açık kumral saçlar çıktı. Sevimli, güler Fahri yazı odasında, ayakta, beni bekliyordu. Beni
yüzlü, içi gülen akıllı, alaycı gözler, düzgün vücut, düz görünce dedi ki:
bacak ve alçak ökçeli bir sokak iskarpini içinde küçük - Bana bak, ben meraktan çatlayacağım, bu hanım
ayakları olan bu kadına güzel demekte belki birçokları buraya niçin geldi?
düşünürler, ancak hiç kimse, onun çok sevimli, çok kanı -Bilir miyim? Kendisine sorsana?
sıcak bir kadın olduğunu söylemekte durup düşünmez. - Canım, kırk yılda bir de şeytanın ayağını kır da,
Fahri, onu bu kıyafette, böyle şen, güler yüzlü hiç gör- doğru bir cevap ver, ne olursun!
- Fahri, sen Relisin, buraya gelmiş bir kadına, "Sen,
niye geldin?" diye sorulur mu?
Amele Taburlarına alınmıştı. Bu kararın arkasında Enver Paşa'nın vuşla burun buruna geldi. İki adam da birbirleriyle böyle karşılaş-
olduğu rivayet ediliyordu: "Askerlerin geçeceği yollan yapmak maktan şaşkın, boş bulunup bir an öyle kalakaldılar. Şaşkınlığın-
için işçiye ihtiyacımız var," demişti. dan ilk sıyrılan çavuş oldu. Bir adım geriye atıp karşısındakini te-
Sonra kapkara haberler yağmaya, ortalıkta bin türlü fena fena peden tırnağa süzdü. Bakışlarındaki sertlik çehresini gölgeliyor
rivayet dolaşmaya başladı; bu sefer Amele Taburlan'na dair. Er- olmasa yakışıklı sayılabilecek, gençten, kumral bir adamdı.
menilerin yol yapımında ağır işçi olarak çalıştırıldığı söyleniyor- "Burada neler oluyor?" diye bağırdı Ohannes İstanbuliyan,
du, her ne kadar az sayıda imtiyazlı bedel ödeyip muaf tutulmuş- karısı, çocukları ve Marie'nin mutfak duvarının önünde cezalı ço-
sa da. Diyorlardı ki taburlar sadece görünüşte yol kazmak içindi, cuklar gibi yan yana durduklarını görünce.
aslında onlara çukur kazdırılıyordu, yeterince derin ve geniş... Er- "Evinizi aramak için emir aldık," dedi çavuş. Sesinde belirgin
menilerin kazdıkları çukurlara gömüldükleri anlatılıyordu. bir husumet yoktu ama yakınlık da sezilmiyordu. Yorgun gibiydi.
"Ne demiş Enver biliyor musun? Demiş ki Ermeniler Paskal- Belki de işini bir an önce bitirip sıcak yatağına dönmek istiyordu.
ya yumurtalarını kendi kanlarıyla boyayacak bu sene!" Böyle de- "Rica etsem bize çalışma odanızı gösterir misiniz?"
mişti Kirkor Hagopiyan berberden çıkmadan. Yüzünde alabildi- Eve dönüp sıra halinde büyük yuvarlak merdiveni çıktılar;
ğine sakin, neredeyse donuk bir ifadeyle. önde Ohannes İstanbuliyan, arkada çavuş ve erat. Çalışma odası-
Ohannes İstanbuliyan söylentilere inanmıyordu. Devrin kötü na çıktıklarında askerler etrafa dağıldı, yabani çiçeklerle dolu bir
olduğunun farkındaydı elbette. Ama devir ne zaman kötü olsa, za- çayıra yayılmış bal anlan gibi her biri başka bir eşyanın başına
ten felaket haberlerine meyyal olanlar bire bin katmayı severdi. gitti. Dolaplan, çekmeceleri, duvardan duvara uzanan kitaplığın
Birinci kata inince bir kez daha seslendi karısına. İçini çekti her rafını aramaya koyuldular. Kitaplan şöyle bir kanştınp içle-
cevap alamayınca. Avluya çıktı. Hava güzel olduğunda kahvaltı rinde saklı belgeler anyor, bir şey bulamayınca şlden geçirdikle-
ettikleri kiraz ağacından masanın yanından geçerken Kayıp Gü- rini ya yere bırakıyor ya geri koyuyorlardı. Birer .birer elden geçti
vercin Yavrusu ve Asude Bir Bahar Ülkesi'nden yeni bir sahne be- Ohannes İstanbuliyan'ın taptığı, defalarca okuduğu kitaplar:
lirdi zihninde. Charles Baudelaire'den Kötülük Çiçekleri, Gerard de Nerval'dan
Kuruntular, Alfred Musset'den Geceler, sonra en sevdiği yazar-
"Kendi hikâyeni dinle öyleyse," dedi nar ağacı dallarını sal- dan, büyük Victor Hugo'dan Sefiller ve Notre Dame'ın Kamburu.
layıp kar tanelerini silkeleyerek. "Bir varmış bir yokmuş. Tanrı' Boncuk gözlü, yapılı bir asker şüpheyle J. J. Rousseau'nun Top-
nın mahlukları tahıl kadar çokmuş, çok konuşmak günahmış." lumsal Akit'ini kanştınrken Ohannes İstanbuliyan adamın görme-
"Ama neden?" diye sormuş küçük kayıp güvercin yavrusu te- den baktığı bölümleri düşünmeden edemedi:
dirginlikle. "Çok konuşmak neden günahmış ki?"
İnsan özgür doğar ama her yerde zincirlenir. Gerçekte fark
Mutfak kapısı kapalıydı. Bu saatte Armanuş'un, senelerdir vahşinin kendi içinde yaşaması, sosyal insanınsa kendi dışında ve
yanlarında çalışan hizmetçileri Marie'yle birlikte çocukları da alıp ancak başkalarının fikirlerinde yaşamasıdır, öyle ki kendi varlığı-
mutfağa kapanmaları doğrusu tuhaftı, İCapıyı asla kapatmazlardı. nı ancak onu ilgilendiren kişilerin hükümleri üzerinden hissede-
Ohannes İstanbuliyan kapının kulbuna uzandı ama daha o bilir.
kulbu çevirmeden eski, tahta kapı içeriden açıldı ve bir Türk ça-
şey var mı diye soruyorsunuz değil mi? Belki var, ama me ile düşündük, ayrıca düğün yapmak bize elvermeye-
biz daha hiçbir söz konuşmadık! Fahri ayağa kalktı. cek; nikâhımız olduğu günün gecesi, otelde odalarımızı
- Anladım, dedi, ben şimdi bizimkileri buraya çağı birleştirmeye sözleştik. O güne kadar ayrı kalacağız! Se-
racağım. Bu iş artık aranızda konuşulmuş demektir. lime öyle istedi. İstediği gibi de oldu.
- Dur canım kimi çağırıyorsun... demek istedim. Bizim nikâhı Fahri'nin kaynatasının evinde yaptılar.
- Sen karışma, dedi, sen beni karıştırdın mıydı? Gecesi de müdürün evinde büyük bir ziyafet verildi. Zi-
Telefon olan odaya gitti. Biz Selime ile yalnız kaldık. yafet değil, bir büyük düğün balosu!
- Sıkılacaksınız diye korkuyorum, dedim; Bizim müdür Selime ile, vekil bey Melek Hanımla
- Kimleri çağıracak, diye sordu... dans ederek baloyu açtılar. Sonra ben müdürün karısı
- Bilmem, nişanlısını çağıracak, belki bizim müdürü ile, Fahri vekilin hanımı ile oynadık. Daha sonra herkes
çağırır.
ayaklandı. Artık dans salonunda dans edecek değil, kı-
- Bırakınız çağırsın nasıl olsa tanışacağız, dedi. mıldayacak yer kalmadı! Herkes gelinlerle oynamaya
Birbirimize bakıştık.
- Ayrıca konuşacak bir sözümüz var mı, diye sor meraklı... Bize de birtakım hanımları dansa kaldırmak
dum... düştü. İçlerinde tanıdıklarım da var! Birçoklarını tanıştır-
- Benim bir sözüm yok, dedi. maya bile vakit kalmıyor...
Elini istedim, uzattı. Aldım, öptüm, böylece Selime Bir aralık Fahri'yi gördüm.
ile nişanlanmış olduk. - Şu halime bak, terden boğulacağım.
Biraz sonra Melek Hanım geldi, anası, babası geldi- Yüzü ıstakoz gibi kızarmış, yakalığı terden yumuşa-
ler. Müdür beyle hanımı geldiler. Tanımadığım iki deli- mış, göğsü buruşmuş, boyunbağı yana kaçmış...
kanlı ile üç-dört hanım da getirdiler. Müdür beyin ak- - Ben eve gidip çamaşır değiştirmezsem ölürüm, de
şamdan misafirleri varmış, fazlaca kaçırmış, Fahri ile bir- di. Eve gidip geleceğim, Melek'i bul da söyle: Beni so
likte de içtiler ve oldular, ondan sonra bizi yan yana rarlarsa idare etsin.
oturttular, nutuklar söylediler, Fahri nutkunu söylerken Gitti! Ben Selime'yi gözden kaçırmamak istiyorum,
ağladı, kadınlar da ağladılar, türlü sarhoşluklar ettiler. ama olmuyor. Çok kalabalık, dansa kaldırıyorlar, bulamı-
yorum.
Ben onları ararken onlar da Melek Hanımla beni
34
arıyorlarmış. Buluşunca Melek Hanım,
- Fahri yok, dedi.
Selime ile evlendik. Nikâhımız Fahri'in nikâhı ile bir-
likte oldu. Fahri'nin düğünü üç ay sonra olacak. Biz Seli - Şimdi gelecek, dedim, gömleği, yakalığı bozuldu
da değiştirmeye gitti. Sizi bulup söyleyeyim diye bana
tembih etti. Ben de sizi arıyorum ve bulamıyordum.
Giderek artan bir endişeyle etrafına bakındı Ohannes İstanbu-
liyan, ta ki kapının yanında durmuş onlan dinleyen oğluyla göz le; ancak o zaman ağlayabildi. Yervant'ı yanına çekti: "Levon Da-
göze gelene kadar. Ne zaman çıkmıştı mutfaktan? Ne zamandır yı'nın evine git çabuk... Söyle hemen buraya gelsin. Ona olanları
onlan seyrediyordu? Oğlanın yanakları askerlere duyduğu öfke- anlat."
nin şiddetinden al aldı. Ohannes İstanbuliyan onu her şeyin yo- Levon Dayı'nın evi yakındaydı, pazarın köşesini dönünce.
lunda olduğuna ikna etmeye çalışarak oğluna gülümsedi, sonra Birinci katı atölye olan iki katlı mütevazı bir evde otururdu.
annesinin yanına gitmesini işaret etti. Ama Yervant kıpırdamadı. Gençliğinde bir Rum güzeline abayı yakmış ama kızı ona verme-
"Korkarım bizimle gelmeniz lazım," dedi çavuş. "Gelemem..." mişlerdi. O zamandan bu yana kimseyle evlenmemiş, tüm zama-
dedi Ohannes İstanbuliyan bir an boş bulunup. Dile getirmek nını mesleğine vakfetmişti. Zanaatinin inceliği ve dayanıklılığıy-
üzere olduğu gerekçenin aczini son anda fark edebildi. Bu gece la nam salmıştı. Levon Dayı kazancı ustasıydı ve koca imparator-
kitabımı bitirmem lazım... sonuncu bölüm... Onun yerine luktaki en iyi kazanlar onun elinden çıkmaydı.
karısıyla konuşmak için izin istedi. Yervant sokağa çıktıktan sonra Levon Dayı'nın evine doğru
O meşum akşamdan belleğine kazınan son hatıra karısının birkaç adım attı ama aniden durup aksi yöne döndü; babasını gö-
ifadesi olacaktı; gözbebekleri büyümüş, dudakları solgun. Yorgun türdükleri tarafa doğru koşmaya başladı. Ama sokağın öteki ucu-
görünüyordu, olan bitenler bütün takatini alıp götürmüş gibi. na kadar koştuğu halde babasından eser yoktu. Babası askerlerle
Ohannes İstanbuliyan kuruyan diline lanet edecekti sonra sonra. birlikte sırra kadem basmıştı sanki.
Oysa ne çok isterdi evden ayrılmadan evvel karısının ellerini tu- Bir süre sonra Levon Dayı'nm evine ulaştı ama yukarıda kim-
tabilmeyi ve ona metanetini yitirmemesini söyleyebilmeyi; hem secikleri bulamadı. Belki oradadır diye atölyenin kapısını çaldı.
çocukların hem de yoldakinin hatırına. Armanuş dört aylık hami- Levon Dayı'nın geç saatlere kadar çalıştığı görülmedik şey de-
leydi. ğildi. Ama kapıyı çırağı Rıza Selim açtı - içine kapanık, çalışkan
Ancak iki yanında askerlerle dış kapıdan karanlık sokağa çık- bir oğlancağız, teni porselen gibi beyaz, saçlan kuzguni ve kıvır
tığında karısına hediyesini vermeyi unuttuğunu hatırladı. Ellerini kıvır.
ceplerine daldırdı ve parmaklarının ucunda alün nan hissetme- "Dayım nerede?" diye sordu Yervant.
yince rahatladı. Broşu evde bırakmıştı, masanın bir çekmecesin- "Levon usta gitti," dedi Rıza Selim, boğazından zorlukla çe-
de. Armanuş'un hediyesini bulunca nasıl sevineceğini düşünerek kip çıkarabildiği boğuk bir sesle. "Askerler bu ikindi gelip götür-
gülümser gibi oldu. düler."
Rıza Selim bunlan der demez zar zor tutmakta olduğu gözyaş-
lannı bıraktı. Oğlan yetimdi ve Levon Dayı son altı yıldır ona ba-
balık etmişti. "Ne yapacağımı bilmiyorum," dedi. "Bekliyorum..."
O akşam eve dönmeden evvel Yervant oyalanabildiği kadar
Askerler gider gitmez telaşlı ayak sesleri yankılandı eşikte. Türk oyalandı. Yokuşlardan aşağı taş sektirdi, bomboş sokaklarda ıs-
kapı komşularıydı gelen. Her daim şen mizaçlı komşusunun yü- lıklar çalarak dolandı. Boşalmış kahvehanelerin, metruk meydan-
zündeki dehşet ifadesini görmek Armanuş'un şoktan çıkmasına ların, içinden türlü kokular ve bebek ağlamaları sızan derme çat-
yardımcı oldu. Ancak o zaman yüzleşebildi durumun vehametiy- ma evlerin yanından geçti. Bulabildiği tek hayat belirtisi pis bir su
birikintisinin yanında acıyla miyavlayan bir kedi yavrusuydu; ara
ların derisi kokar derler, doğru olacak. Her ter kokuşum, di, biz de onun elini öptük... Alkışlar... Müdür mahzun
bastıran baygın bir şey! oldu, gene ağlamaya başladı. Onu görünce,
Selime'yi aradım. Bir odada Melek Hanımın anasıyla
konuşuyordu. Telli duvağı, ona ağırlık değil. Yorgunluk - Hadi bakalım, gelinler, güveyler dans edecek, de-
bezginlik göstermiyor. Beni görünce, diler.
- Artık yetmez mi, dedi, müdür beyden izin alalım Dans edenler oturdular, ortada biz kaldık. Fahri ile
da gidelim, dedi.
Melek Hanımı buldular, onları da ortaya attılar.
- Bilmem, izin verirler mi, dedim. Selime'nin nasıl dans ettiğini bu geceden evvel gör-
- Gel, bir deneyelim, dedi.
memiştim. Alman mektebinde iken ona eski danslar da
Zeybek ortaya çıkalı dans tavsamıştı. Saat ilerlediği
öğretmişler. Oyuna başlamadan evvel-bana dedi ki -
için, birtakımları da savuşuyorlardı. Biz, odadan çıkar-
ken salonda yeniden caz coşmuş, bulundu. Gençten bir Bakalım, beraber nasıl oynayacağız? Benim karım,
efendi bana doğru gelerek, emsalsiz bir kadındır. Çoklarından iyi oynar, çoklarından
- İçerden sizi istiyorlar, dedi. iyi piyano çalar. Ben onun iyi piyano çaldığını,
- Beni mi? evlendiğimizden iki ay sonra İstanbul'dan Trabzon'a
- Sizi de, gelin hanımı da! giderken, gemide eski bir piyano bulduğumuz zaman
Gittik. Bizim müdür nutuk söylemeye kalkmış. Bizi öğrendim.
görünce, Bu gece de, kendisini kollarıma bıraktı, süzüldü. Baş-
- Hah, dedi, işte bunlar benim çocuklarım. Melek ka zaman, başka yerde olsa belki insan bu kadar denk,
de benim evladım, ama onun muhabbetini benden çala böyle dalgalar üstünde uçarmış gibi oynayamaz. Eğer bir
caklar var. Bu, yok mu? Buna dikkatli bakmanızı isterim. yerde yalnız olsaydık, belki saadeti böyle canlandıramaz-
Bu, bu cumhuriyet maliyesinin yarınki büyük adamıdır. dık. Bu dansın, ne biz bittiğini istedik, ne başkaları!
Yakında göreceksiniz... Yakında, bak, görürsünüz. Biz, Bizi alkışladılar. Selime, beni elimden çekerek sa-
onun dirayetine muhtacız. Bu, huzurunuzda ve bütün bu londan çıkardı. Boş olan odalarda müdürü, hanımını ara-
muhterem huzurlarda, bu saygıya değer vücutlar karşı dık. Müdür çok olduğu için aşırmışlar. Hanımını bulduk,
sında ben, diyorum ki, o, göreceksiniz... Onu siz göre elini öptük. Melek'in anasına teşekkür ettik, ayrıldık.
ceksiniz, efendiler! Bunların kimsesi yoktur, onların ba Odamıza girince aynada kendi yüzümü gördüm, ren-
bası, yalnız ben varım. Bu da benim kızımdır. Bu geline, gim uçmuş, zayıflamışım. Selime'ye baktım, o da yorgun,
siz, dikkatli baktınız mı? Onun karşısında ben derin bir soluk. Hayatımızın en değerli zamanlarını yaşıyoruz.
hürmetle eğilmenizi tavsiye ederim. Çünkü ben, onların Selime'nin tülünü, çiçeklerini başından ben çıkar-
nasd evlendiklerini biliyorum. dım. Sonra yandaki odaya geçip soyundum. Yanıyo-
Uzun nutuk bitince, müdür beni, Selime yi kucakla- rum... Sorhoşluk, yorgunluk, sinir gerginliği, susuzluk
hep birbirine karışıyor. Sırtıma pijamayı giyip, yerdeki
halının üstüne kıvrıldım. Biraz sonra Selime geldi.
bi baktılar, bakmaya da devam edeceklerdi muhtemelen. Ama bilmemesi daha iyi değil miydi?
sonra bir eşkıya çetesi gelip evlerini talan etti. Bölgedeki bütün Banu Teyze yardım için Şekerşerbet Hanım'a döndü. Ama bu
Türk ve Kürt ve Zaza köylerini yağmaladılar. O hengâmede Er- munis cinden bir cevap yerine başka bir soru işitti. Başının etra-
meni kızı bulmalan uzun sürmedi. Anneyle kızın yalvarmalanna fındaki hâleyle yalazlanırken sordu cin mahcubane: "İnsan taife-
rağmen Şuşan'ı onlardan kopardılar. On iki yaşın altındaki bütün sinin geçmişlerini öğrenmeleri gerçekten hayırlı bir şey miydi?
Ermeni yetimlerin memleketteki yetimhanelere teslim edilmesi Beşer ki kolay kolay tatmin olmaz, beşer ki ilm-i kelâmın getirdiği
için emir çıktı demişti birileri ya, karşılığında para koparmayı mesuliyeti anlamaz, ya sonra daha fazlasını bilmek ister ise? Ve
umdular. Velhasıl Şuşan Halep'teki bir yetimhanede buldu kendini daha, daha...? Nereye kadar? Hem neye yarar? Yoksa geçmişi
ama çok geçmeden orada yer olmadığı için İstanbul'daki bir mümkün olduğunca az bilmek, bilineni de mümkün mertebe hızla
okula gönderildi. Kimisi merhametli ve bilgili, kimisi soğuk ne- unutmak daha mı iyiydi?"
vale ve asabi mürebbiyelerin eline teslim edildi. Oradaki bütün Nihayet şafak söktü. Geceyle gündüz arasındaki o tekinsiz
çocuklar gibi üzerine karbeyaz bir elbise ve düğmesiz siyah bir eşikten bir adım öteye geçilmişti. Hâlâ rüyalara sığınılabilecek ka-
palto giydirildi. Kız oğlan kanşıktılar. Oğlanlar sünnet edilmiş, dar erken ama yeni bir rüyaya başlanamayacak kadar geçti şimdi.
bütün çocuklara yeni isimler verilmişti. Tabii Şuşan'a da. Herkes Allah'ın gaffar ve hakîm ve rahman gözü, her şeyi gören, hiç
ona Şermin diyordu artık. Bir de soy isim verilmişti: 626." kapanmayan, bir kez olsun kırpılmayan bir göz olsa da, kimse
"Bu kadar yeter," dedi Banu Teyze eşarbını gümüş kabın üze- kalkıp dünyanın daima gözlemlenebilir bir yer olduğunu söyle-
rine örtüp dik dik cinine bakarak.
yemez. Burası Semavi Seyirci için birbiri ardına oyunlann gös-
"Peki efendim, siz bilirsiniz," diye homurdandı Ağulu Bey ve terildiği bir sahneyse eğer, perdenin iniverdiği zamanlar da olma-
ardından ekledi: "Siz de bilirsiniz ki ilim malûma tabidir."
lı arada; ince bir eşarbın gümüş bir kabın üzerini kapadığı za-
Banu Teyze köşeye sıkışmış hissetti kendini. Belli belirsiz manlar gibi.
mınldandı: "İlmin zıddı cehalettir. Marifetin zıddı ise inkâr. Ma-
İstanbul on milyon canlık bir keşmekeş. On milyon birbirine
lûmlan bilmekle olur şuur ve fıtnat ve vicdan... Doğrudur, el Hak,
geçmiş hikâyeden oluşan açık bir kitap. İstanbul huzursuz uyku-
ilim malûma tabidir."
sundan uyanıyor şimdi, en telaşlı saatine hazır. Şu andan itibaren
"Yalnız hikâyenin en önemli kısmını kaçırdınız," diye atıldı dinlenecek çokça dua, bir kenara yazılacak çokça küfür, gözden
Ağulu Bey. "Onu da öğrenmek isterseniz söyleyin yeter çünkü biz kaçınlmayacak çokça günahkâr ve esirgenmesi gereken çokça
gulyabaniler her şeyi biliriz. Oradaydık. Size bu akşam bir vakit- masum olacak.
ler ufacık bir kız, şimdiyse Armanuş'un babaannesi olan Şuşan'ın
İstanbul'da sabah oldu bile.
mazisini anlattım. Misafirinizin bilmediği şeyler anlattım. Mera-
kımı bağışlayın efendim ama ona anlatacak mısınız? Bilmeye
hakkı yok mu sizce?"
Banu Teyze sessiz kaldı. Bu gece işittiği hikâyeyi Armanuş'a
aktaracak mıydı? Anlatmak istese bile ailesinin hikâyesini bir
gulyabaniden öğrendiğini nasıl söylerdi? Armanuş ona inanır
mıydı? Hem inansa bile kızın bütün bu elem verici aynntılan hiç
Biz, böyle konuşur, gevezelik ederken, Selime kolu
- Bir şey var mı. Selime, diye sordum...
mun üstünde uyudu. Divanın üstünde, karı-koca sızmışız
Yüzünü göğsüme kapamış, oradan cevap veriyor:
Biraz sonra uyandım, baktım, Selime kollarımın arasın-
da uyuyor. Hiç kımıldanmadım. - Daha yok!
İkimiz de uyandığımız zaman gün akşamlıyordu. Gi- -E?
yindik, biraz hava almaya çıktık. - Yok, ama olur!..
Selime'yi insan tanıdıkça, sever... Yaradılışı şen bir Biraz sonra oturduk, konuşuyoruz.
kadındır, içini sıkmaz, kendine bir iş bulur, oyalanır. - Sabahlara kadar ağlamaya başlarsa, ne yaparsın,
Bilmeyenler, onu açık saçık, kayıtsız sanırlar, beni diyorum.
bir ana-baba gibi sevdiği zamanlar başka ışığı söndürme- - Hasta olmazsa, ağlamaz. Ben bilirim diyor.
dikçe, bana muhabbet gösterdiğini bilmem. Kendisini Anlaşılmaz bir istek. Biz erkekler, hiç sanmam ki,
açık saçık da hiç görmemişimdir. bunu anlayabilelim...
Yabancı bir yerde uslu uslu oturur, görenler, "Ne
ağırbaşlı, sessiz kadın" derler. Onu evde, benimle yalnız
kalınca görmeli... Birini taklit eder, yansılarken sanatkâr- 35
dır. Çok şükür ki, başı ağrıyan, içi sıkılan bir kadına düş-
medim. Ayaşlı bu sene de o daireyi tutabilseydi, üç ay daha
Bir gün bankadan biraz erkence çıkmıştım. Selime eşyamı orada bırakacaktım. Çünkü ben izin alıyorum, üç
odada yoktu. Diktiği dikiş masanın üstünde duruyordu. ay gezeceğiz. Ayvalık'a uğramak istiyorum, Karadeniz
Ben ne diktiğine dikkat etmedim. Biraz sonra Selime kenarında bir köyde, bir zaman kalacağız. Ormanlarda
odaya gelince hemen dikişini kaldırdı. O zaman sordum. gezeceğiz. Ancak dönüşte bir ev tutmayı düşünüyoruz.
- Ne dikiyordun? Niçin sakladın? Ayaşlı orayı tutamadı. Başkaları birkaç daireyi birden
- Bilmem, sakladım işte, içimden öyle geldi! tutmak için konuşmaya başlamışlar. Bu konuşmak uzadı.
- Bakayım, merak ettim, ne olur? Tek tek daire tutmak isteyenlere beklemek düştü. So-
- Göstereyim ama, alay etme! E mi? nunda da ne olacağı belli değil! E, herkes parasını bağla-
- Etmem! yıp, bekler mi, tek daire tutanlar, kendilerine yer bulup,
Diktiği şeyleri kanapenin üstüne sıraladı. Şaştım, taşındılar. Bunlar arasında Ayaşlı da yukarı şehirde bir
ipekli bebek gömlekleri dikmiş! İlkin bunları bir çocuk ev bulmuş. Oraya taşınacak. Gene Faika, Ayaşlının ya-
için çok ufak buldum, sonra anladım: nında oturacak. Fuat, Faika'yı bırakıp kaçmış. Nereye
- E, çok ufak değil mi Selime? savuştuğunu bilen yok. Eğer yerini öğrenebilseler, mah-
- Ne olacak, bu kadar olur. Bunlar ilk çamaşırı... kemeye verecekler.
Hoşuma gitti, anlaşılan bir duygusu var. Ayaşlı, yeni tuttuğu eve taşındığı gün bana, otele
gelmişti. Eşyamı kaldırmak için dairenin anahtarını getir-
"Babam her kimse Zeliha Teyze'nin onunla tecrübesinden sonra
Ancak mısranın sonuna geldiğinde Armanuş'un birkaç daki-
evlilik fikrinden soğuduğunu tahmin ediyorum," diye devam etti
ka evvel sorduğu soruya hâlâ ayrıntılı bir cevap beklediğini fark
edebildi. Asya. "Erkeklere itimat etmekte güçlük çekiyor galiba." "Onu
anlayabiliyorum," dedi Armanuş. "Peki bir ilişkiden sonra
"Zeliha Teyze'yle Aram'ın ne zamandır birlikte olduklarını
toparlanmak söz konusu olduğunda iki cins arasında büyük fark
Allah bilir. 'Üvey baba' diyebilirim herhalde ona, ya da daha tu-
tarlılı olsun diye 'üvey enişte'... öyle bir şey işte." olduğunu düşünmüyor musun sen de? Yani kadınlar berbat bir
"Neden evlenmiyorlar?" evlilik ya da ilişki, işte her ne boksa, yaşadıktan sonra genelde
uzunca bir süre başka bir ilişkiden kaçıyorlar. Erkekler içinse tam
"Evlenmek mi?" Asya bu kelimeyi dişlerinin arasına sıkışmış
aksi geçerli; bir felaketi atlatır atlatmaz derhal yenisini aramaya
bir yemek artığı gibi tükürüverdi. Tam o esnada çöp toplayıcıları-
nın yanından geçiyorlardı ve rol modellerini daha yakından ince- başlıyorlar. Erkekler yalnız yaşayamıyor."
lediğinde onlann oğlan değil kız olduklarını gördü hayretle. Bu Armanuş başının tek bir hareketiyle onu onayladı ama kendi
daha da hoşuna gitti. Çöp toplayıcı olmak için bir başka sebep de anne babasının durumu bu şablona uymuyordu. Onun annesi ilk
cinsiyet sınırlarını bulanıklaştırmak olabilirdi pekâlâ. Dudakları- evliliği biter bitmez evlenmiş, babasıysa bugüne kadar bekâr kal-
nın arasına bir sigara koydu ama yakmak yerine, çikolata çubu- mıştı. Yine de bu karşı örneği vermek yerine bir soru sordu. "Şu
ğuymuş gibi bir müddet ucunu emdi. Sonra bir düşüncesini açığa Aram... nereli?"
vurdu: "Aram'ın evlenmekten yana derdi olduğunu sanmam da, "Buralı, bizim gibi," dedi Asya düşünmeden ama duraladı da-
Zeliha Teyze'nin hiç işi olmaz o taraklarda." ha lafını bitirmeden. Neyin sorulduğunu anladı birden. Kendi gaf-
"İyi ama neden?" diye sordu Armanuş. letine kendi de şaşarak bir süredir emdiği sigarayı yakıp, bir ne-
Rüzgârın yönünün aniden değişmesiyle Armanuş keskin bir fes çekti. Nasıl olmuş da bu bağlantıyı kuramamıştı? Aram, İstan-
deniz kokusu çekti içine. Tam anlamıyla bir esanslar hercümer- bullu Ermeni bir ailenin çocuğuydu. Teorik olarak Ermeni'ydi.
ciydi bu şehir; bazısı kesif, fena kokular, bazısı araba parfümleri Yine de Aram, ne Ermeni ne Türk ne de başka bir milliyetten
kadar tatlımsı ve baygın. Hangisi olursa olsun aldığı her koku bir olabilirmiş hissini veriyordu. Aram ancak Aram olabilirdi, nevi
yiyeceği hatırlatıyordu Armanuş'a. Öyle ki biraz daha kalsa bura- şahsına münhasır. Kendine has bir türün kendine has bir üyesiy-
da, galiba hepten yenebilecek bir şey gibi algılamaya başlayacaktı di. Büyücüydü o; iflah olmaz bir romantik. Siyaset bilimi profe-
İstanbul'u. Bir peynirli pastaydı bu şehir; aralarda katman katman sörü olacağı yerde Akdeniz kıyısında yan metruk bir köyde balık-
tarih, bolca Batılılaşma kreması sıvanmış üzerine, bohem çılık yapmaya meyyal olduğunu sık sık itiraf eden bir entelektü-
süslemeler serpiştirilmiş orasına burasına, kenarlarına Doğulu sos eldi; kırılgan bir kalp, billur bir ruh, ayaklı bir vicdan; mülayim
bulaşmış ve rendelenmiş modemiteyle tamamlanmış. Sekiz gün- bir ütopyacı, halim bir vatandaş, potansiyel bir kaçaktı bu top-
dür buradaydı ve süre uzadıkça İstanbul ilk günkünden çok daha lumda. Zeki ve onurlu bir adam. Aram buydu - ne bir eksik ne bir
karmaşık'görünüyordu. Şehre henüz alışmamış olsa da bu şehirde fazla. Asya onu asla kolektif bir kimlik içre düşünmemişti. Bu
yabancı olmaya alışıyordu belki. minval üzre bir şeyler söylemek içinden gelse de kendini tuttu ve
usulca "Aslında Ermeni'dir," dedi.
"Tahmin etmiştim," dedi Armanuş hafifçe gülerek.
* Sabahın köründe işe koyulur/Köpek gibi çalışının bir maaş için. /Oysa şu
şanslı güneş hiçbir şey yapmadan/Dolanır durur gökyüzünde.
Hanım da odasının duvarlarına ipekli, işlemeli örtüler bana bu evde komşuluğunu ettiğimiz adamlardan birini
germişti; bu çivilerin çoğu onlardan kalmıştır. Bu lekeler hatırlatıyordu. Bizim gibi bir evde rast gele toplanmış in-
de yağ lekesidir. Ayaşh, bu duvarın kenarında yemek pi- sanların ayrılmaları hiç güç olmadı. Birbirimizi tezce
şirirdi. Bu parmak izleri, Ayaşlının oğlunun parmak izle- unuttuk. Yalnız Ayaşlı bizi bırakmadı. Arada bir uğrar,
ridir. Pencere kenarındaki parmak izleri de Abdülkerim beni evde bulursa bir kahvemizi içer, bulamazsa saygı
ile ikisinindir.
eder, hanımın yanına çıkmaz, giderdi.
Bak, benim odamda, şu ikinci cam çatlaktır, bunu Ayaşlı, bir kere olsun, Selime'yi Faika ile Faikanın
Turan dirseğiyle vurup çatlattı. Nasıl olup da dirseği bu- anası ile görüştürmek istemedi, Selime'nin yanında onla-
raya geldiğinin hikâyesini sormayınız! rın, Turan'ın, Iffet'in adlarını bile anmadı. Ayaşlı bizi
Arasam, benim odamda Cavide'nin de bir izini bulu- köydeki evine çağırır, dururdu.
rum. Turan, bu daireden çıkıncaya kadar arasıra Cavi- - Hanım, ne zaman isterse; şimdi otomobil, dört sa-
de'nin haberini alıyorduk. Benim yolladığım yerde iki ay- atte gidiyor. Bizim oralar çekilir. Bir hava değiştirmiş
dan fazla kalmamıştı. Bir tüccarın yanında çalıştığını
olursunuz, derdi.
söylüyorlardı. Sonra ne oldu. Bilmem!
Faika'nın odasında bu eski çorap bağı, belki Fuat'tan Bir fırsat bulup da gidemedik. Evlendikten sonra,
kalmıştır! izin alıp gezmeye çıkmak için Fahri'nin düğünü olmasını
Eski bir kadın korsasının yarısı buruşmuş, atılmış, beklemiştik. Düğün oldu, ertesi gün, havaların biraz kış-
pis mendiller, kurumuş, büzülmüş, tek bir çocuk patiği, laşmış olmasına aldırmayarak yola çıktık. İnebolu kıyıla-
boş pudra kutuları, ilaç şişeleri, kopuk lastik borular, kâ- rında bir köyde, bir hafta bizi kar kapadı. Çam kütüklerini
ğıt parçaları, bunlar Faika'dan, iffet Hanımdan kalmış yaktık, oturduk. Yeri yosunlu, dökülmüş yaprakları
şeylerdir. yaş, dalları çıplak ormanlarda gezdik. Üç ay süren bu
Banyo odasının tam ortasına atılmış duran bu eski, gezintimizden döndüğümüz zaman, bizi bir ev bulmak,
kopuk kasıkbağı Şefik Bey zavallısından kalmıştır. O öl- oraya yerleşmek düşüncesi aldı. Ev bulmakta, eşya bul-
dürüldüğü zaman odası aranmış, toplanmış, nesi varsa makta Ayaşlının bize çok yardımı dokundu. O günlerde
çıkarılmıştı. Bu kasıkbağı nasılsa bir köşede sıkışmış, Ayaşlı bir yandan bize bir yer bulmaya çalışırken bir
kalmış. Şimdi herkes- çıkıp giderken ortaya atılmış, Şefik yandan da İskender'in davasını İstanbul'a kaldırmak iste-
Beyi andırıp duruyor;! mişler; burada bakılmasına yardım etmesi için Ayaşlı,
Turan Hanıma gitmiş, yalvarmış. Turan, Ayaşlının yanı-
Mutfak masasının bir köşesinde, bir deste eski yağlı
na çıkmamış, Süsen Hanımı yollamış, "Misafirleri var,
iskambil kâğıdı bırakmışlar. Bunlar Ziynet'in fal kâğıtları
idi. Faika ile Ziynet ne zaman biraz boş kalsalar, hemen bırakıp gelemeyecek" dedirtmiş. Ayaşlı bana, ev için sı-
oturup fala bakarlardı.. vacı, camcı, sobacı bulduğu günlerde Turan'ın evini nasıl
bulduğunu da anlatıyordu. Yanına çıkmadı, diye Turan'a
Bu döküntü, süprüntü içinde gözüme her ne ilişse,
darılmış, fakat onu gene beğeniyordu.
bu yüzden de ilk seferinde yanlış yeri deldim. Çok kanadı. Ama
sonra tekniği kaptım." mak ucuna Türk bayrağı dövmesi yaptırmak isteyen biri damladı
"Sahi mi?" dedi Armanuş tekrar ama bu sefer söylenenlere sonra, böylece ne zaman birilerine parmağını sallasa, bayrak sal-
inanmazmış gibi bir hali vardı. lamış olacaktı aynı anda. Nihayet sansın bomba bir travesti çıka-
"Hihi!" diye gururla burnunu okşadı Zeliha Teyze. "Bir halka geldi; sevgilisinin ismini parmak eklemlerine yazdırmak istiyor-
taktığım gibi banyodan çıktım. O zamanlar annemi delirtmeye du. Tek mesele sevgilisinin adının yedi harfli olmasıydı; Zeliha
bayılırdım." Teyze'yle travesti kafa kafaya verip harflerin on parmağa nasıl
Oturduğu köşeden bu sözleri duyan Asya annesine imalı imalı dağılacağını ve kalan üç parmağa ne yapılacağını tartıştılar. So-
baktı.
nunda sol elden başlayarak her ekleme bir harf yazmaya, kalan
"Ama esas şunu söylemek istiyorum, burnumu yasak olduğu
eklemlere de üç papatya yapmaya karar verdiler.
için deldim. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Geleneksel bir
Nihayet hava karardığında, dövme dükkânının olağan müşte-
aileden gelmişsin, piercing filan hak getire, madem öyle, ben de
rilerine benzemeyecek kadar normal görünen orta yaşlarında bir
kendi işimi kendim gördüm. Ama artık devir değişti. Bunun için
buradayız. Bu dükkânda müşterilerimize salık verir, öneriler ge- adam girdi kapıdan içeri. Dosdoğru Zeliha Teyze'ye odaklandı za-
tiririz; an gelir, isteklerini reddederiz ama onlan asla yargılama- ten ondan gayrisini görmeyen gözleri. Armanuş hiç zorlanmadı
yız. Asla neden diye sormayız. Hayatta çok erken öğrendiğim bir adamın kim olduğunu tahmin etmekte.
şey varsa budur. İnsanları yargılarsan eğer, onlar da gidip inadına Aram Martirossiyan uzun boylu, yapılı, yakışıklıca bir adam-
bildikleri gibi yaparlar." dı. Dingin bir yüzü, koyu küt bir sakalı, dağınık gür saçları ve her
Deminden beri annesiyle vitrinlerdeki çeşitlere bakan genç tebessümünde belirginleşen derin gamzeleri vardı. Miyop gözleri
çocuk Zeliha Teyze'yi çağırdı: "Bu ejderin kuyruğunu bütün ko- çerçevesiz gözlüğünün ardında zekâyla parlıyordu. Zeliha Teyze'
lumu kaplayacak kadar uzun yapabilir misiniz? Dirseğimden bi- ye bakışlarındaki beğeni ve sevgi fark edilmeyecek gibi değildi.
leğime kadar uzanmasını istiyorum, hani kolumda sürünüyormuş O bir şeyler anlatmaya koyulunca Zeliha Teyze tamamlıyor, Zeli-
gibi olabilir mi?" ha Teyze bir saptamada bulunduğunda açıklamasını Aram yapı-
Daha Zeliha Teyze cevap veremeden annesi araya girdi: "Aa- yordu. Birlikte mucizevi bir uyum yakalamışa benzeyen iki
aa delirdin mi? Olmaz öyle şey! Küçük ve basit bir şey yaptıra- uyumsuzdular.
caktık, kuş ya da kelebek. Ejder kuyruğuna izin vermedim..." Aram'la konuşmaya başladığında gayri ihtiyari yeni-başla-
Tartışa tartışa ayrıldı ana oğul dükkândan. Başkaları uğradı yanlar-için-İngilizcesi'ne geçmişti Armanuş, İstanbul'da tanıştığı
ardından. Asya'yla Armanuş kenardan izlediler gelen gideni. Ze- her yeni insana yaptığı gibi. Olabildiğince ağır çekim bir İngiliz-
liha Teyze delme işlerini yapıyor, yardımcısı da dövmeleri bitiri- ceyle tanıttı kendini. Karşılık olarak Aram'ın Britanya aksanıyla
yordu; her ikisi de seanslardan önce ve sonra ellerini sabunlayıp mühürlehmiş İngilizcesini duyunca şaşırdı.
ilaçlıyorlardı. Bir ara kaşlarını deldirmek istediklerini söyleyen "İngilizceniz ne kadar mükemmel," demekten kendini alama-
beş lise öğrencisi geldi ama ilk gönüllünün kaşına iğne batar bat- dı Armanuş. "Nerede öğrendiğinizi sorabilir miyim?"
maz geri kalanlar fikirlerini değiştirip topukladı. Derken takımı- "Sağol," dedi Aram. "Üniversiteyi Londra'da okudum, hem
nın armasını göğsüne kazıtmak isteyen bir taraftar uğradı. Par- lisans hem lisansüstü. Ama istersen Ermenice konuşabiliriz."
"Maalesef ben konuşamıyorum," dedi Armanuş başını salla-
yarak. "Çocukken babaannemden biraz öğrenmiştim ama annem-
le babam boşanınca onun yanında fazla kalamadım, hep ara gir- den? Pencere pervazlarından bakan travestiler, gölgeli yorgun
di. Gerçi on yaşımdan on üç yaşıma kadar her yaz bir Ermeni yüzler, manikürlü parmaklar, tespihli adamlar, şerefe kaldırılan
gençlik kampına gittim. Eğlenceliydi, Ermenicem gelişti orada, diyet kola kutusu, hediye edilen nazar boncuklu bilezik, ekşi ekşi
ama sonra yine unuttum." katmerlenen ter ve meni kokuları, her şeye rağmen kaybolmayan
"Ben de Ermeniceyi anneannemden öğrendim," dedi Aram masumiyet... tüm bunlar buluşup kaynaşabiliyordu İstanbul'un
gülümseyerek. "Doğrusu annem de anneannem de iki dilli büyü- salaş bir sokağında.
memi istiyorlardı ama ikinci dilin ne olacağı konusunda tamamen
zıt fikirlere sahiptiler. Annem okulda Türkçe evde İngilizce ko-
nuşmamı istiyordu, ne de olsa büyüdüğümde bu ülkeden ayrıla-
cak, Avrupa'ya yerleşecektim. Ermenice neme gerekti? Ama an-
neannem galip geldi. Sonunda okulda Türkçe, annemle çarşıda Lokanta, Asmalımescit'te yarı salaş hayli ferah bir yerdi. Oturur
dışarıda İngilizce, evde Ermenice konuşarak büyüdüm." oturmaz iki garson meze tepsisiyle geldi. Vakt-i kerahat gelince
Anneanne ve babaannelerden konuştular bir müddet. Diyas- müşteriler ikişer üçer damladı, kısa zamanda bütün meyhane
poradakilerden, Türkiye'dekilerden, Ermenistan'dakilerden... Ar- dolacaktı. Aynı ölçüde yabancı bütün bu yüzler, sesler ve kokular
manuş, Aram'm anlattıklarından ziyade, mütevazı halinden etki- arasında Armanuş mekân duygusunu kaybetti. Herhangi bir yer-
lenmişti. de olabilirdi pekâlâ; Avrupa'da, Ortadoğu'da ya da Rusya'da.
Akşam 7:30'da Zeliha Teyze dükkânı yardımcısına bıraktı ve Müşteriler ne kadar da kıpır kıpırdı: Mütemadiyen sigara içip bir-
birlikte yakındaki bir meyhanenin yolunu tuttular. birlerinin sigaralarını yakıyor, demlenip birbirlerinin bardaklarını
"Sen İstanbul'dan gitmeden önce Aram'la Zeliha Teyze, tipik dolduruyor, yemek yiyip birbirlerinin tabaklarının tadına bakıyor,
bir içki muhabbetini görmen için bizi meyhaneye götürmek iste-
konuşup birbirlerinin lafını kesiyor, şarkılar mırıldanıp birbirleri-
diler," diye açıkladı Asya Armanuş'a.
nin ezgilerine eşlik ediyordu. Zeliha Teyze'yle Aram rakı içiyor-
İstiklal Caddesi'ne paralel bir arka sokağı katederken, pence-
du, Asya ile Armanuş beyaz şarap. Zeliha Teyze sigara, Aram pu-
relerinden travesti fahişelerin sarktığı yıkık dökük bir apartmanın
ro içiyor; görünüşe göre annesinin yanında tütünden uzak duran
önünden geçtiler. Bilhassa ilk kattakiler öyle yakındılar ki Arma-
Asya ise sinirli sinirli ağzının içini kemiriyordu.
nuş aşın makyajlı yüzlerini bütün ayrıntılarıyla seçebildi. Köfte
"Ne o? Bu akşam sigara içmiyorsun," dedi Armanuş.
dudaklı, çam yarması, kızıl saçlı bir travesti gülerek laf attı.
"Ya, sorma," dedi Asya içini çekerek. Sonra sesini iyice al-
"Ne dedi?" diye sordu Armanuş.
çalttı. "Şşş! Zeliha Teyze sigara içtiğimi bilmiyor."
"Bileziklerime bayılmış. Hepsinin taşıyamayacağım kadar
ağırlık yaptığını söylüyor!" Her fırsatta neredeyse sadistçe annesini kızdırmaktan zevk
alan Asya'nın, ondan sigara içtiğini saklaması Armanuş'u şaşırt-
Armanuş'un şaşkın bakışları altında Asya bileziklerinden biri-
ni çıkarıp kızıl saçlı travestiye uzattı. Beriki hediyeyi sevinçle alıp mıştı. Anlaşılan Asya her konuda pabuç gibi bir dille laf edebili-
bileğine taktı ve Asya'nın şerefine diyet kolasını havaya kaldırdı. yordu da, her ne hikmetse asiliğini yitiriyordu mesele büyüklerin
Bu sahneyi şaşkın gözlerle seyreden Armanuş, Jean Genet'yi yanında sigara içmeye gelince.
düşündü bir an. Burada olsaydı kim bilir neler çıkarırdı bu sahne- Garsonlar yemek ardına yemek taşıdılar masaya. Önce meze-
ler, soğuk yemekler, ara sıcaklar, sıcaklar, tatlı ve son olarak kah-
ve. Buranın kuralı bu olsa gerek, diye hayretle bu trafiği izled. fazla Türkleştiğini düşünüyordu. Kalmayı başaranların çocukları
Armanuş, menüden seçmek yerine bütün menü masana geliyor.
ile gitmeye mecbur olanların çocukları arasındaki derin uçurum
İçeride hem dumanın hem de gürültünün iyice yoğunlaştığı
burada da nüksetmişti.
bir esnada Armanuş, bir süredir zihnini kurcalayan soruyu sorma
cesaretini nihayet toplayarak Aram'a sokuldu: "Diyasporadaki Ermenilerin hiç Türk arkadaşları yok. Yegâ-
"Amerika'ya gelmeyi düşünmedin mi hiç? Kaliforniya'ya me- ne aşinalıkları ninelerinden dedelerinden ya da birbirlerinden
sela. Orada büyük bir Ermeni cemaati var..." duydukları hikâyeler. O hikâyeler de son derece üzücü. Ama inan
Aram bir müddet dikkatlice baktı ona, sonra arkasına yasla- bana her ülke gibi Türkiye'de de iyi insanlar ve kötü insanlar var.
nıp sadece kendisinin bildiği bir espri duymuşçasma tuhaf bir Bu kadar basit. Bana kendi öz kardeşimden daha yakın Türk ar-
kahkaha patlattı. Armanuş söylediklerinin doğru anlaşıldığından kadaşlarım var. Tabii bir de..." bardağım Zeliha Teyze'ye doğru
şüphe etmiş olmalı ki eğilip açıklamaya çalıştı: "Pek çok İstanbul uzattı, "...şu çılgın sevgilim var."
Ermenisi var Kaliforniya'da. Sen de gelebilirsin. Sana ve ailene Zeliha Teyze adının geçtiğini duymuş olacaktı ki göz kırptı,
yardım etmek için can atacak geniş bir Ermeni cemaati var." rakı bardağını kaldırıp: "Şerefe!" Hepsi ona uyup kadeh tokuştur-
Aram bu sefer kahkaha atmadı. Onun yerine buruk bir tebes- dular: "Şerefe!" Çok geçmeden Armanuş bu kelimenin her on beş
süm yayıldı suratına. dakikada bir tekrarlanan bir nakarat olduğunu anlayacaktı. Yakla-
"Böyle bir şeyi neden isteyeyim ki sevgili Armanuş? Burası şık bir saat ve yedi Şerefe'den sonra Armanuş'un gözleri alkolden
benim şehrim. İstanbul'da doğdum, burada büyüdüm. Ailemin bu parlamaya başlamıştı bile. Albino garsonun bu sefer de sıcakları
şehirdeki tarihi en azından beş yüz yıl geriye gidiyor. İstanbullu getirişini gülerek seyrediyordu - yeşil biber üzerinde ızgara lev-
Ermeniler İstanbul'a aittir, İstanbullu Türkler, Kürtler, Rumlar ve rek, fesleğenle terbiye edilmiş kremalı ıspanaklı yayın, yeşilliklerle
Yahudiler gibi. Bir zamanlar birlikte yaşamayı başarmıştık, sonra sunulan kömürde çupra, baharatlı sarımsaklı güveçte karides.
çok kötü çuvalladık. Şimdi tekrar öğrenmeliyiz kozmopolitliği. Armanuş çakırkeyif kıkırdadıktan sonra yeniden Aram'a dön-
Bir daha çuvallama şansımız yok." dü: "Senin de dövmen vardır mutlaka. Zeliha Teyze sana da döv-
Yine bir garson belirerek kızarmış kalamar ve midye getirdi. me yapmıştır."
"Beyoğlu'nun her sokağını bilirim..." diye devam etti Aram, "Ne mümkün," dedi Aram purosundan yükselen duman tülü
rakısından bir fut daha çekerek. "Sabahlan, akşamları, geceleyin ardından. "İzin vermiyor."
neşelenip sarhoş olduğumda o sokaklarda dolaşmayı severim... "Ya öyle," diye onayladı Asya. "Dövme yaptırmasına izin
Boğaz kıyısında pazar günleri arkadaşlarımla kahvaltı etmeyi, ka- vermiyor."
labalık içinde tek başıma yürümeyi hiçbir şeye değişmem. Bu
"Sahimi?" dedi Asya hayretle Zeliha Teyze'ye dönerek. "Döv-
şehrin kaosuna, yorucu cazibesine, yıllanmayan güzelliğine, va-
me sevdiğinizi sanıyordum."
purlarına, müziğine, hikâyelerine, hüznüne, renklerine ve kara
mizahına âşığım." "Severim," dedi Zeliha Teyze. "Dövmeye karşı değilim, iste-
Birbirlerinin konumlarına uzaktan bakarak sıkıntılı bir sessiz- diği desene karşıyım."
liğe gömüldüler. Aralarında coğrafi mesafeden fazlası olduğunu Aram dudağını büktü. "Görkemli bir incir ağacı figürü istiyo-
sezmişlerdi - Aram onun fazla Amerikanlaştığını, o da Aram'ın rum. Ama diğer ağaçların aksine ters olmalı. Benim incir ağacı-
mın kökleri yukarıda. Toprağa değil havaya kök salmış. Yerinde
değil ama yersiz de değil."
Masadaki mumun titreşen ışığını seyrederek birkaç saniye
sessiz kaldılar. Hayat hikâyeme
Uzanan yoldur o.
"Mesele incir ağacının hayra alamet olmaması," dedi Zelilu
Teyze. Bir sigara daha yakmıştı ve farkında olmadan Asya'ya
Armanuş bütün sözleri anlayamasa da incecik bir sızı hisset-
doğru üfledi. "Uğur getirmez. Aram'ın köklerini havaya salmasına
ti içinde. Az sonra başını kaldırdığında Zeliha Teyze'nin ifadesi
itirazım yok da bedenine incir ağacı yaptırmasına itirazım var.
şaşırttı onu. Hem korku hem mutluluk barındıran bir ifadeydi bu
Kiraz ağacı olmayı tercih etseydi mesela, ya da meşe, çınar, ne
olursa... hiç düşünmez dövmeyi yapardım!" - ancak beklenmedik bir anda aşka yakalananların yüzlerinde
İpekli beyaz gömlek ve siyah pantolon giymiş dört çingene rastlanabilecek türden bir mutluluk korkusu. Mutlu olmaktan kor-
müzisyen girdi meyhaneye çalgılanyla birlikte - ud, klarnet, kanun kuyordu Zeliha Teyze.
ve darbuka. Yiyeceklerini yiyip içeceklerini içmiş ve şarkı söyle- Şarkı bitip de müzisyenler yan masaya geçtiğinde Armanuş,
meye hazır müşteriler arasında heyecanlı bir kıpırdanma oldu. Zeliha Teyze'nin Aram'a sarılıp öpeceğini zannetti. Ama onun ye-
Müzisyenler yanlarına geldiğinde Armanuş mahcubiyet hissetti. rine, Asya'ya yanaştı Zeliha Teyze. Bir erkeğe duyduğu aşk, kızı-
Ama neyse ki onu şarkı söylemeye zorlamadılar. Asya'yla Aram na duyduğu sevgiyi daha iyi idrak etmesini sağlamışçasına, şef-
da şarkı söylemeye meraklı görünmüyordu. Hepsi birden katle Asya'nın elini sıktı. "Canım," diye mırıldandı, sesinde biraz
müzisyenlere eşlik eden Zeliha Teyze'yi dinlediler - sigaradan kederle. Ama o an kızına bir şey itiraf etmeye yeltendiyse bile bu
çatlamış konuşma sesine benzemiyordu şarkı söyleme sesi. Arma- arzuyu hemen bastırdı. Onun yerine Marlboro Lights'ına uzanıp
nuş, Asya'nın annesinden tarafa soru sorar gibi baktığını fark etti. Asya'ya bir sigara ikram etti.
Müzisyenlerin şefi istek parçaları olup olmadığını sorunca Annesini hiç bu kadar duygusal ve sevecen görmemişti Asya.
Zeliha Teyze, Aram'ı cilveli bir ifadeyle dürtükledi: "Hadi bir şarkı Hele onun kendisine sigara ikram etmesi daha da şaşırtıcıydı. Si-
iste. Hadi şakı bülbülüm!"
garayı alıp önce kendininkini, sonra annesininkini yaktı. Arala-
Pancar gibi kıpkırmızı kesildi Aram. Gene de şefin kulağına rında ağır ağır yükselen dumanın içinden anne kız birbirlerine tu-
bir şey fısıldadı. Ekip istenen müziği çalmaya başladığında, önce tuk ve acemi gülümsediler. Bu ışıkta bakıldığında irkiltici ölçüde
tedirgin ama giderek kuvvetlenen cesaretlenen bir sesle başladı benziyorlardı birbirlerine. Karşılıklı durmuş sonsuza değin birbir-
söylemeye. Ne Türkçe ne İngilizce. Aram Ermenice söylüyordu. lerini çoğaltmaya ahdetmiş iki ayna. Birisinin hiç tatmadığı, öte-
Her sabah şafak vakti kininse mümkün mertebe hatırlamamayı tercih ettiği bir geçmişin
Yolunu gözlerim sevgilimin şekillendirdiği iki yüz.
îşte Armanuş, İstanbul'a geldiğinden beri ilk kez o an şehrin
Ağır, hüzünlü bir şarkıydı, hele ki arkada yükselen klarinet ve
nabzını hissetti. İnsanların, onlara çektirdiği bütün çilelere rağ-
içi içine sığmayan darbuka tempoyu habire yükseltmese. Aram'ın
sesi boğuk dalgalar halinde inip düşüyordu. men İstanbul'u neden terk edemediklerini, bir şehre nasıl âşık olu-
nabileceğini sezdi. Haklı olabilirdi Aram. Böylesine iç acıtıcı gü-
Geçmiş hatıralarımın zelliği olan bir şehri sevmekten kolay kolay vazgeçemeyebilirdi
Anlatıcısıdır o insan. Gidenler de belki ebediyen onu taşımaya mahkûmdular
yanlarında. Bırakmakla unutulmuyordu İstanbul. Bu keşfe
kadehini kaldırdı: "Şerefe!"
On Dördüncü Bölüm lenmesi gerekir. Hakikati çarpıtmayalım lütfen. Bana ne boşan-
mış kadın, ne de dul denebilir. Şu kara bahtlı kadınlar için lüga-
SU tında mevcut bulundurduğun terimler de geçerli değil. Kabul et
artık. Kabul et de rahat et. Senin en küçük kızın mini etek de gi-
yer, günah da işler. Bu evladın da böyle işte. Burun halkasını da
seviyor, evlilik dışı doğurduğu çocuğu da. Beğensen de beğenme-
sende!"
"Asya'yı şımartıp içmeye zorladığın yetmiyor mu? Zavallı

İ
yabancı misafiri neden yoldan çıkarıyorsun? Mustafa'nın emaneti
o, bu evde ağabeyinin misafiri. Kızcağızın ahlakını bozmaya ne
hakkın var!"
"Ağabeyimin emaneti! Tabii ya!" Zeliha Teyze ters ters gül-
çeri girip sessiz olmalarını söyle- dükten sonra gözlerini kapattı. Bu arada kızların odasında Johnny
sem mi ki?" diye kaygıyla mırıldandı Feride Teyze. Bakışları ka- Cash son perdeden çalıyordu. Asya ile Armanuş yan yana otur-
pının kulpuna sabitlenmiş, kızların odasının önünde nöbet tutar muş sabit gözlerle bilgisayar ekranına bakıyorlardı, internete öyle
gibi bekliyordu. dalmışlardı ki, ikisi de kapılarının önündeki tartışmadan biha-
"Yahu rahat bıraksanıza gençleri!" diye homurdandı Zeliha berdi. Armanuş Anuş Ağacı'na bağlanmıştı, bu sefer Asya'yı da
Teyze devrilip kaldığı divandan. yanına alma kararıyla.
"İyi de baksana sonuna kadar açmışlar müziğin sesini..." dedi "Herkese merhaba! Madam Sürgün Ruhum'u özlemediniz
Feride Teyze. mi?" yazdı.
"Ne var yani. Gençler, kanlan kaynıyor. Azıcık da kafayı "Yaşasın, İstanbul savaş muhabirimiz geri döndü, nerelerdey-
buldular bu akşam. İnsan kafayı buldu mu böyle müzik dinler."
din? Türkler seni yutmadı ya?" yazdı Anti Kavurma.
Vurgulamak için bağırdı: "YÜKSEK!"
"Kafayı bulmuşlarmış!" diye terslendi Gülsüm Nine oturdu- "Adam yutanlardan biri yanımda şimdi. Hepinizi Türk arka-
ğu köşeden. "Neden acaba? Bunca zaman ailemizin yüzünü kı- daşımla tanıştırmak istiyorum."
zarttığın yetmedi mi? Şu bacağına etek diye geçirdiğin beze bak. Kimse bir şey yazmadı.
Çocuğunu babasız büyüten bir annesin, boşanmış bir dul. Ağır- "Onun da bir takma adı var tabii. Lakabı: Türk Adında Bir
başlı olman lazımken sen tam tersine hafifleştin. Beni iyi dinle
Kız."
Zeliha! Burnu halkalı dul kadın görmedim senden başka. Kendin-
den utanmalısın!" "Nereden geliyor?" diye sormaktan kendini alamadı Stoacı
Zeliha Teyze sarıldığı yastıktan zorlukla kaldırdı zonklamaya Alex.
başlayan başını. "Kusura bakma anne ama bence bi noktada yanı- "Lakabı kastediyorsan, Johnny Cash'in bir şarkısından uyar-
lıyorsun. İnsanın 'boşanmış bir kadın' addedilmesi için önce ev- lama. Kendin sor. Burada. Sevgili Anuş Ağacı, karşınızda Türk
Adında Bir Kız. SevgiliTürk Adında Bir Kız, karşında Anuş Ağacı."
"Merhaba! İstanbul'dan selamlar..." yazdı Asya. "Tamam, ne demek istediğinizi anlıyorum galiba. Resmi tarihin
Cevap gelmedi. sansür ve eleme üzerine kurulduğu doğru olabilir ama bütün
ulusların resmi tarihleri için geçerlidir bu. Sadece biz değil. Tüm
"Umarım bir dahaki sefere hepiniz Arman..." Asya hatasını ulus devletler evvela kendi efsanelerini yaratıp, sonra da onlara
ancak Armanuş eline vurduktan sonra fark etti. "Madam Sürgün körü körüne inanırlar." Asya başını kaldırdı ve bir darbe almaya
Ruhum'la birlikte gelirsiniz İstanbul'a." hazırlanıyormuş gibi omuzlarını dikleştirerek yazmaya devam etti.
"Nazik davetin için teşekkürler. Ama açıkçası aileme onca "Türkiye'de Türkler, Kürtler, Çerkezler, Gürcüler, hazlar, Yahudiler,
acılar çektirmiş bir ülkeye turistik gezi yapma havasında deği- Abazalar, Rumlar var. Yekpare bir halk yok burada. Sınıfsal
lim." Yine Anti Kavurmaydı hızını alamayıp bunları yazan. ayrımlar, ideolojik farklılıklar var. Bizler fabrikalarda seri üretil-
Şimdi susma sırası Asya'daydı. medik ki hepimiz aynı olalım. Açıkçası 'Siz Türkler...' diye başla-
yan genellemeler yapmayı fazla kolaycı ve tehlikeli buluyorum.
"Bizi yanlış anlama, sana karşı bir garezimiz yok, tamam Biz vahşi barbarlar değiliz. Dahası Osmanlı kültürü üzerine ça-
mı?" diye onlara katıldı Bedbaht Ev Kadını. "Eminim gayet güzel
lışan akademisyenlerin çoğu size pek çok açıdan ne denli büyük
ve görmeye değer bir şehirdir ama doğrusu bizler, yani Anado-
ve adilane bir kültür olduğunu söyleyecektir. 1910'lara gelince,
lu'dan kaçmak zorunda kalan gayrimüslim ailelerin çocukları ve
20. yüzyıl başı çok farklıydı, zor zamanlardı. Ama bugün artık bu
torunları, Türklere güvenmiyoruz. Aramatz esirgesin, geçmişimi
topraklarda hiçbir şey yüz yıl önceki gibi değil."
unutacak olursam Mesrop mezarında ters döner."
"Yani değiştik mi diyorsun?" diye sordu Stoacı Alex. Türkle-
"Mesrop da kim?" diye sordu Asya Armanuş'a, onu duymaları
rin değişmesi kısmından ziyade değişim kavramıyla ilgilenerek.
mümkünmüş gibi fısıldayarak. Ama cevabı bekleyemeden ye-
niden odaklandı bilgisayar ekranına. Ama Leydi Tavuskuşu/Siramark hemen araya girdi: "Türkle-
rin değiştiğine hiç inanmıyorum. Değişseler, bir arpa boyu yol
"Pekâlâ. Baştan başlayalım. Temel toplumsal hakikatlerden
gitseler, hâlâ ısrarla soykırımı inkâr ediyor olmazlardı."
ve tarihsel olgulardan. Bunlarda anlaşabilirsek başka şeyleri de
konuşabiliriz," dedi Leydi Tavuskuşu/Siramark. "Şu turistik İs- "Soykırım aşırı ağır, fazlasıyla yüklü bir kelime," yazdı Türk
tanbul gezisinden başlayalım. Eminim Madam Sürgün Ruhuma Adında Bir Kız. "Sistematik, örgütlü ve belli bir ırkçı felsefeye
bir sürü şatafatlı yapı ve yer göstermişsindir. Şimdi turistlere gös- dayandırılan topyekûn yok etme faaliyeti demek. Doğrusu o sıra-
terdiğiniz o görkemli camileri yapan mimar kim? Sinan! Saray- larda Osmanlı devletinin böyle bir yapısı olduğuna emin değilim.
lar, hastaneler, hanlar, kemerler inşa etti... Sinan'ın zekâsını sö- Ama Ermenilere yapılan haksızlığın farkındayım. Bakın ben ta-
mürdünüz. Resmi tarihinizin hiçbir sayfasında hakikatlere yer rihçi değilim. Bu konularda bilgim sınırlı ve yanlı. Ama kabul
vermediniz. Sinan'ın Ermeni olduğunu inkâr ettiniz." edin, sizinki de öyle. Bu durumda yapılacak şey geleceğe bakmak,
"Hadi ya? Mimar Sinan'ın Ermeni olduğunu bilmiyordum," onu farklı kılmak..."
yazdı Asya şaşırarak. "Ama Sinan Türk ismi." "İşte farkımız burada ortaya çıkıyor. Sen geçmişi elinin ter-
"Azınlıklara Türk ismi vermekte üstünüze yok," diye cevap siyle bir kenara kaldırıp, 'hadi yeniden başlayalım' diyebilirsin
verdi Anti Kavurma. "Böyle böyle asimile ettiniz bizleri." Bizler diyemeyiz. Zalimin geçmişle işi yok. Mazlumun ise geçmış-
menilere sormadığı bir soruydu. Geçmişte iki kere Türk misafir-
ten başka tutunacak dalı yok" dedi Sappho'nun Kızı. "Bu sebep-
leri olmuştu; ikisi de nereden çıktığı anlaşılmayan, pat diye dam-
ten işte, sen 'hadi unutalım' diyorsun, biz de 'hadi hatırlayalım'
layan hackervari aşın milliyetçi genç erkeklerdi. Türklerin Erme-
diyoruz."
nilere hiçbir şey yapmadığını, asıl Ermenilerin Osmanlı rejimine
Armanuş kendi kendine gülümsedi. Şu ana kadar her şey har- başkaldırdığını ve köyleri basarak Türk nineleri bebeleri öldürdü-
fi harfine tahmin ettiği şekilde gelişmişti. Baron Baghdassarian ğünü kanıtlama niyetiyle bir anda ortalıkta bitivermişlerdi. Ne
hariç. O henüz bir cevap vermemişti. onlar Anuş Ağacı'ndakileri, ne Anuş Ağacı'ndakiler onları dinle-
Bu arada ekrana sabitlenmiş olan Asya yazmaya devam edi- mişti. Hackerlardan biri, Osmanlı rejiminin iddia edildiği gibi
yordu: "Ama ben sizin geçmişinizi inkâr etmiyorum ki. Kaybınızı soykırım yapmaya merakı olsa, bunu çok daha erken bir tarihte
ve acınızı kabul ediyorum. Yapılan kötülükleri yok saymıyorum. tam anlamıyla yapacağını ve bugün .geriye bundan bahsedecek
Ben sadece geçmişe saplanıp kalmamak gerektiğine inanıyorum." hiçbir Ermeni kalmamış olacağını söyleyecek kadar ileri gitmiş-
ti. Günümüzde Türklere laf eden bir sürü Ermeni'nin olması, Os-
"Değil toplumlar ya da topluluklar, bireyler dahi geçmişin
manlıların onları fazla rahat bıraktığının açık bir kanıtıydı.
soluğuyla şekillenirler. Ya soluğuyla ya yokluğuyla. Her iki du-
Şimdiye kadar Anuş Ağacı'nın Türklerle internetteki karşılaş-
rumda da hafıza mühimdir. Ondan kaçmaya çalışanlar sahte bir
maları temel olarak hararetli hakaretler ve sinirli monologlar şek-
hafiflik peşindedir," yazdı Leydi Tavuskuşu/Siramark. "Kendi
linde gelişmişti. Ne var ki bu sefer belirgin bir ton ve içerik farkı
geçmişini düşün mesela... Babanın hikâyesini bilmeden kendi hi-
vardı. İlk defa bir Türk'le "sohbet" etmekteydiler.
kâyene vakıf olamazsın."
"Devletin özür dileyebilir," dedi Bedbaht Ev Kadını.
Asya bir müddet ses çıkarmadan boş boş baktı ekrana. Şu son
cümle fena halde işlemişti içine. "Ben babamın hikâyesini de kim "Devletim mi? Benim devletle işim olmaz." Başbakanı pengu-
olduğunu da bilmiyorum. Geçmişim hakkında daha fazla şey bil- en olarak çizdiği için yargılanan Alkolik Karikatürist'i düşünü-
me şansım olsaydı eğer, ne denli acı verici olsa bile, bilmek mi is- yordu Asya bunu yazarken. "Hem ben nihilistim!" Şahsi Nihilizm
terdim bilmemek mi? Hayatımın ikilemi bu galiba. Bir yanım keşfe Manifestosu'ndan bahsetmemek için kendini zor tuttu.
dalıp geçmişi deşmek istiyor; deşmek ve bilmek. Öbür yanım "Madem öyle kendin özür dileyebilirsin," diye araya girdi An-
sittir et diyor; geçmişten sana ne, işine bak yeter."
ti Kavurma.
"Çelişkilerle dolusun," cevabını verdi Anti Kavurma, yargıla- "Şahsen hiç alakam olmayan bir şey için özür dilememi mi is-
yıcı bir üslupla.
tiyorsunuz?"
"Olabilir ama eminim muhterem Johnny Cash'in buna itirazı "Sana öyle geliyor," yazdı Leydi Tavuskuşu/Siramark. "Ala-
olmazdı!" diye ilk defa araya girdi Madam Sürgün Ruhum. kan var aslında. Çünkü hepimiz zaman içindeki bir sürekliliğe do-
"Söylesenize bugün, bu devirde ortalama Türk'ten ne bekli- ğarız ve geçmiş şimdinin içinde yaşamaya devam eder. Bir soy-
yorsunuz Allahaşkına... Acınızı, yasınızı azaltmak için ben ne ya- dan, kültürden, milletten geliriz. Devletiniz tarihi inkâr ediyor, o
pabilirim?" devleti de sizler var ediyorsunuz. Suça ortaksınız demektir bu.
Hep beraber bir inkâr politikası içindesiniz..."
Bu soru şimdiye kadar hiçbir Türk'ün Anuş Ağacı'ndaki Er-
Asya ezbere şiir okurken mısraları unutmuş gibi ne yapacağı- "Amma yaptın, abartma!" Armanuş müdahale etme arzusunu
nı bilemez halde gözleriyle ekranı taradı. Beşinci Sultan'ı dalgın dizginleyemeyip bir anda klavyeyi kendine çekmişti. "Bu onun
dalgın okşadıktan sonra, parmaklan yeniden klavyeye gitti. başını belaya sokmaktan başka neye yarar?"
"Yani diyelim ki babamın büyükbabası bir suç işledi. Bundan "Samimiyse başını belaya sokması lazım," diye üfürdü Anti
ben mi sorumluyum?" Kavurma.
"Babanın büyükbabasının suçundan değil, ama o suçun inkâr Ama kimse cevap vermeye fırsat bulamadan beklenmedik bir
ve ihmal edilmemesinden sen sorumlusun..." yazdı Anti Kavur-
yorum geldi.
ma.
"Doğrusunu isterseniz sevgili Madam Sürgün Ruhum ve sev-
Asya bu sözün dobrahğına şaştı. Gerildiğini, sinirlendiğini gili Türk Adında Bir Kız... Diyasporadaki Ermeniler arasında
hissetti ama kimseye bir şey belli etmedi. Düşünüyordu. Bilgisa- Türklerin soykırımı kabul etmesini asla istemeyecek olanlar var.
yardan yayılan ışıkta yüzü solgun ve durgundu. O şimdiye değin Çünkü Türkler bunu kabul edecek olurlarsa ayağımızın altındaki
bireysel olarak "geçmişi yok sayma ihtiyacı" duymuşken, karşı- halıyı çekip, bizi bir arada tutan en güçlü ve belki de tek bağı or-
sındaki insanlar kolektif olarak "geçmişi daima diri tutma ihtiya-
tadan kaldıracaklar. Tıpkı Türklerin yapılan haksızlığı inkâr etme
cı" içindeydi. Bu karşıtlık ilgisini çekmişti.
alışkanlığı olması gibi, Ermenilerin de yapılan haksızlığın hatıra-
"Hayatım boyunca geçmişsiz olmak istedim... Aklı başında sına dört elle yapışıp, 'mazlum' kimliğinin keyfini sürme alışkan-
bir alzheimer vakası olmayı düşledim. Piç olmak insanın babası lığı var. Görünüşe göre iki tarafın da değişmesi şart. İki tarafın
olmamasından ziyade geçmişinin olmamasıdır... Şimdi de siz da acilen terk etmesi gereken kabuklanmış dogmaları var."
kalkmış benden geçmişime sahip çıkmamı ve hayali bir babanın-
Baron Baghdassarian'dı bunlan yazan.
büyükbabası adına sizlerden özür dilememi bekliyorsunuz!"
Cevap gelmedi ama Asya zaten cevap beklemiyor gibiydi.
Parmaklan kendi iradeleriyle hareket ediyormuş gibi, gözleri ka-
palı ilerliyormuş gibi yazmaya devam etti.
"Çok ayrı noktalarda duruyoruz. Ama tam da bu sebepten "Hâlâ uyumadılar," dedi Feride Teyze kızlann odasının önünde
ötürü, yani ben bu kadar geçmişsiz, siz de bu kadar geçmişe bağlı bir aşağı bir yukarı volta atmayı sürdürerek. "Bir dertleri mi var
olduğunuz için birbirimizi daha iyi anlayabiliriz. Uçlar ortalar- acaba?"
dan daha yakındır birbirine. İnsan belleğindeki devamlılığın öne- Zeliha Teyze oturma odasındaki divanda sızmıştı. Yaşlılar uy-
mini kabul edebilirim... bunu yapabilirim... ve atalarımın sizin kuya yatmıştı, disiplinli bir öğretmene yakışacak şekilde her gün
atalarınıza verdiği bütün acılar için özür dileyebilirim." hep aynı saatte yatağa giren Çevriye Teyze de.
"Hadi canım git sen de yat artık. Kapılannda bekleyip onlara
Anti Kavurma tatmin olmamıştı. "Bizden özür dilemen pek
göz kulak olurum," dedi Banu Teyze kardeşinin omzunu sıvazla-
bir anlam ifade etmiyor aslında," diye girdi araya. "Türk devleti
yarak. Zaman zaman hastalığı palazlandığında Feride Teyze dış
önünde yüksek sesle özür dile."
dünyadaki birilerinden ya da bir şeylerden gelebilecek zarar zi-
yandan korkmaya başlardı.
yor?" Ama Rose çoktan kapatmıştı.
"Gece nöbetini ben devralıyorum," dedi Banu Teyze gülerek.
Donakalmış, rengi atmış, ne yapacağını bilmez halde telefo-
"Sen git uyu." Sonra Feride Teyze'yi omuzlarından tutup göz te-
nu tutan Armanuş, Asya'ya baktı. "Annem her zamanki gibi beni
ması kurmaya zorladı. "Unutma, karanlık çöktü mü zihnin bir ya-
azarlayıp neden daha evvel aramadığımı sormak yerine, kapatıp
bancıya dönüşüverir. Yabancılarla ne yapmayacağız?"
sonra aramamı istedi. Çok tuhaf. Hiç ona uygun bir davranış şekli
"Yabancılarla konuşmayacağız..." dedi Feride Teyze tedirgin,
gözlerini anında kaçırarak. Zihnim bir yabancıdır gece olunca, değil."
konuşmayacağım onunla. Yoksa ayartır beni, korkutur. "Sakin ol," dedi Asya yatağında dönüp başını yorganın altın-
"İyi geceler," dedi Feride Teyze başını sallayarak ve bir an dan çıkararak. "Belki araba kullanıyordu, belki yanında birileri
için masallardan çıkma küçük bir kız gibi göründü. vardı, konuşacak durumda değildi."
"Allah rahatlık versin Feride..." dedi bir ses. Banu ablasının Ama Armanuş inanmaz bir halde başım iki yana salladı, yü-
sesi gibiydi. Belki de bir başkası. Arkasına bakmadı. Ayaklarını zünden tedirgin bir gölge geçti. "Ah Tanrım. Kesinlikle bir sorun
sürüyerek odasına yollandı. var. Ciddi bir sorun var."

Gözleri ağlamaktan şişmiş, bumu kızarmış Rose, kâğıt havluya


Cafe Constantinopolis sitesinden çıkar çıkmaz Armanuş telaşla
uzanırken yeniden ağlamaya başladı. Koca bir tomar koparıp
saatine baktı. Annesini aramasının zamanı gelmişti. Hafta boyun-
uzun uzun burnunu sildi. Daima aynı mağazadan aynı kâğıt hav-
ca onu her gün aynı saatte aramış ve her seferinde daha sık ara-
luyu alırdı: güçlü, emici, çift katlı, turkuaz desenli Sparkle mar-
madığı için azar işitmişti. Bu değişmeyen şablonun asabını boz-
masına izin vermemeye çalışarak numarayı çevirip, annesinin te- ka. Şirket bunları farklı kategorilerde üretiyor, her bir kategoriye
lefonu açmasını bekledi. ayrı bir isim veriyordu. Rose'un favorisinin ismi Denizciydi.
Üzeri deniz kabukları, balıklar ve teknelerle donatılmıştı. Resim
"Amy!" Rose'un sesi çığlık çığlığaydı. "Sen misin Amy?"
aralarında şu yazı dikkat çekiyordu: Rüzgârı Dilediğim Gibi De-
"Evet annecim. Nasılsın?"
ğiştiremem Ama Yelkenlerimi Ayarlayabilirim Daima Varmak
"Nasıl mıyım? Nasıl mıyım?" diye tekrar etti Rose, sesinde
İçin İstediğim Limana.
bir çaresizlik ve panik hissediliyordu. "Şimdi kapatmam lazım,
Senelerdir Arizona'da ikamet eden Rose'un denizcilikle uzak-
kafamı toparlamalıyım. Ama söz ver, bana söz ver, on... yok yok,
tan yakından ilgisi yoktu. O sadece bu deseni seviyordu, bir de al-
on yetmez, tam tamına on beş dakika sonra bir daha arayacaksın
tındaki sloganı. Hem kâğıt havlunun çizgilerindeki camgöbeği
beni. Tamam mı? Kafam allak bullak, düşünmem lazım, sonra
mavisi, evinin en çok beğendiği bölümü olan mutfağının karola-
aramanı bekleyeceğim. Söz ver, söz ver," diye yineledi Rose his
rına uyuyordu. Bu evi almaya karar vermelerinde esas pay mutfa-
terik bir sesle.
ğa aitti zaten. Rose görür görmez âşık olmuştu bu mutfağa. Şöyle
"Tamam anne, söz veriyorum on beş dakika sonra tekrar ara-
yazıyordu satılık ev ilanında:
yacağım," dedi Armanuş kekçleyerek. "Sen iyi misin? Neler olu-
Muhteşem Güneybatı Amerika Evi: söylemiş... Şimdi de babaannesi... Ay Tannm, ona nasıl söyleye-
3 Yatakodası, Zeminler Özel Tasarım Karo, Salonda Şömine,
ceğim?"
Odalarda Çöl Manzarası, Üç Adet Balkon ve Panaromik Manza-
Bir gün evvel ikisi de mutfaktayken, Rose krep yapmakta
raya Karsı İçkinizi Yudumlayabileceğiniz Bir Veranda, Son Derece
Mustafa da Arizona Daily Star'ı okumaktayken, acı acı çalmıştı
Nezih Bir Muhit, Arka Bahçede Çakıllı Havuz, Gazlı Barbekü ve
Tezgâhları Boydanboya Birinci Sınıf Mavi Karo Kaplı Çok Özel telefon. Rose elinde spatulayla lakayt, açmıştı. Açmış ve şok ol-
Mutfak. muştu. San Francisco'dan arıyorlardı. Eski kocası Barsam Çak-
makçıyan vardı hattın öbür ucunda.
İki çift laf etmeden kaç sene geçirmişlerdi? Boşandıktan son-
Mutfağı ilk başta bunca beğenmiş olmasına rağmen evi aldık-
ra bebek yüzünden sık sık konuşmaları gerekiyordu. Ama Arma-
tan kısa bir müddet sonra dolapları değiştirmenin hayallerini kur-
nuş büyüdükten sonra konuşmalar azalmış, sonunda hepten kesil-
maya başlamıştı. Oraya buraya hareketli raflar ve göz alıcı tablolar
eklemek olmuştu ilk işi. Mustafa da, içkiye o kadar düşkün ol- mişti. Kısacık evliliklerinden geriye iki şey kalmıştı: karşılıklı
madıkları halde, en köşeye 36 şişelik bir şaraplık yerleştirmiş, kırgınlık ve kızları.
meşe tabureler dizmişti. Şimdi Rose panik içinde o taburelerden "Rahatsız ettiğim için özür dilerim Rose," dedi Barsam yu-
birine çökmüştü külçe gibi. muşak ama bitkin bir sesle. "Acil bir durum olmasa aramazdım.
"Ay Tanrım, sadece on beş dakikamız var. Şimdi ne yapaca- Kızımla konuşmam lazım."
ğız? Ne söyleyeceğiz Amy'ye arayınca? Karar vermek için sade- "Kızımız," diye düzeltti Rose diklenerek ama kelime ağzın-
ce on beş dakikamız var, onun da beş dakikası gitti bitti bile..." dan çıkar çıkmaz huysuzlandığına pişman oldu.
"Rose hayatım, sakin ol lütfen," dedi Mustafa sandalyesinden "Rose lütfen tartışmayalım, Armanuş'a elim bir haber vermek
kalkarken. Taburede oturmayı sevmediği için mutfakta iki tane zorundayım. Lütfen telefona çağırır mısın? Cep telefonunu açmı-
çam iskemle bulunduruyordu, biri kendine, öbürü de kendine. yor. Evden aramaya mecbur oldum."
Karısının yanına gidip, endişelerini dindirmek umuduyla elini "Dur bi dakka... dur, Armanuş... Amy orada değil mi?"
tuttu. "Sakin olmak zorundasın. Sen paniklersen daha da beter "Ne demek istiyorsun?"
olur her şey. Hiç kızmadan, azarlamadan ona şu anda nerede ol- "San Francisco'da senin yanında değil mi?" diye sordu Rose
duğunu sor. İlk sorman gereken soru bu, tamam mı canım?" "Ya dudakları titreyerek.
söylemezse," diye bir inilti koyverdi Rose. "Söyler. Tatlı tatlı Barsam eski karısının kendisine oyun oynadığından şüphe et-
sorarsan söyler," dedi Mustafa kararlı bir sesle. "Ama azarlamak, ti. Sinirlendi. "Rose yeter. Bu oyunlara gelemem şimdi... Pekâlâ
bağırıp çağırmak yok. Serinkanlılığını muhafaza et. Al biraz su biliyorsun burada olmadığını. Bahar tatili için Arizona'ya döndü."
iç." "Tanrım! Ama burada değil ki! Senin yanındaydı. Bebeğim
Rose bardağı titreyen ellerle kavradı. "Bu mümkün mü? Tek nerede? Ne yaptın ona?" diye hıçkırmaya başladı Rose, çok geri-
evladım bana kuyruklu yalanlar söylesin, hepimizi enayi yerine lerde bıraktığını sandığı panik ataklardan birine kapılarak.
koysun, ben de ona kızmayayım öyle mi? Ah ona güvenmekle ne Ancak a zaman Barsam eski karısının oyun oynamadığını
büyük aptallık etmişim. Bunca zamandır San Francisco'da baba- kavrayabildi. Olanca kaygısına rağmen onu yatıştırmaya gayret
annesinin yanında olduğunu sanıyordum, meğer herkese yalan etti. "Rose, sakin ol lütfen, ne olup bittiğini bilmiyorum ama emi-
nim bir açıklaması vardır. Armanuş'a bütün kalbimle güveniyo-
rum. Yanlış bir şey yapmaz. Sorumluluk sahibidir. Onunla en SOR lan söyledin. San Francisco'da değilsin, Arizona'da değilsin. Ner-
ne zaman konuştun?" desin?"
"Dün konuştum. Sen arama ben seni ararım, dedi. Her gün Armanuş yutkundu. Zaman bir an için durdu. Nihayet cesaretini
anyon.. San Francisco'dan!" toplayabildiğinde fısıltıyla itiraf etti: "İstanbul'dayım, anne."
Barsam sustu. Armanuş'un her gün onu da aradığını itiraf et- "Ne?!" Rose eliyle ahizeyi kapattı. "Bebeğim İstanbul'day-
medi. Tek farkla, onu Arizona'dan arıyordu. Anlaşılan oyun oyna- mış," dedi kocasına azarlarcasına, sanki bu onun kabahatiydi.
yan kişi Rose değil Armanuş'tu. "Peki, demek ki iyi. Belki kafa- Sonra telefona haykırdı vargücüyle. "Orada ne halt ediyorsun?"
sını dinlemeye ihtiyaç duydu. Ona güvenmemiz lazım. Aklı ba-
"Anne her şeyi anlatacağım, lütfen sakin ol. Kızma ne olur-
şında bir kızdır, sen de biliyorsun. Bir daha aradığında durumu
bildiğimizi belli etmeden derhal beni aramasını söyle. Acil oldu- sun."
ğunu söyle ama panikletme. Anladın mı Rose, bunu yapabilir mi- Rose elinin ayağının boşaldığını hissetti. Herkesin ona ikide
sin?" bir sakin olmayı öğütlemesinden bıkmış usanmıştı.
"Ay ay ay!" Rose katıla katıla ağlamaya başladı. Derken hıç- "Annecim ne olursun dinle. Seni bu kadar endişelendirdiğim
kırıklar arasında boğuk bir sesle sormayı akıl etti: "Barsam, elim için gerçekten çok üzgünüm. Bunu asla yapmamalıydım. Pişma-
bir haberden bahsettin. Nedir?" nım ama inan bana, merak edecek bir şey yok."
"Ah..." Koyu bir sessizlik, neredeyse bitimsiz. "Annem..." Rose camgöbeği desenli kâğıt havludan bir tomar daha kopa-
Cümlesini bitirebilmesi için kendini toparlaması gerekti. rıp gürültüyle sümkürdü. Ağladıkça daha da çok acıyordu kendi-
"Armanuş'a söyle, bu sabah Şuşan Ninesi uykusunda vefat et- ne. Ağladıkça ağlayası geliyordu.
ti. Uyanamadı."
"Bir haftadır İstanbul'dayım. Yabancı yerde değilim. Kayın-
validenin evinde kalıyorum. Harika bir aile."
Tokat yemişe dönen Rose gene kapattı ahizeyi, gene Musta-
fa'ya döndü hışımla. Bu sefer daha da artırdı azann dozunu: "Se-
nin ailenin yanında kalıyormuş, iyi mi?"
On beş dakika hiç bu kadar aheste geçmemişti. Armanuş, Asya'
nın endişeli bakışları altında bir aşağı bir yukarı yürüdü durdu Mustafa Kazancı'nın beti benzi attı. Yüreğinde bir kasılma
odada. O kadar gergindi ki kimse yanma ilişmedi. Nihayet anne- hissetti, içinde bir şeyler harekete geçti. Duyduğu sözler o kadar
sini arama zamanı geldi. Bu sefer Rose telefonu ilk çalışta açtı. saçma, öylesine inanılmazdı ki, ne cevap vereceğini bilemedi. O
"Amy sen misin? Şimdi sana bir soru soracağım ve bana doğ- kıvranırken, Rose tekrar bağırdı telefona: "Biz de geliyoruz ora-
ruyu-Söyleyeceksin. Söz mü? Bana doğruyu söyleyeceğine söz ya. Sakın bir yere kaybolma. Cep telefonunu da hep açık tut bun-
ver." dan sonra, sakın bir daha kapatma!"
Armanuş midesinin yandığını hissetti. Ağzından çıkanları duymaktan aciz bir hiddetle telefonu ka-
"Söyle nerdesin?" dedi Rose tiz bir sesle. Mustafa ne derse pattı.
desin, Barsam ne rica ederse etsin, kimsenin ondan sakin olması- "Sen ne dedin sen?" diye kekeledi Mustafa karısının koluna
nı beklemeye hakkı yoktu. "Hangi cehennemdesin? Hepimize ya- yapışarak. "Bu ne saçmalık? Ne arıyormuş Amy İstanbul'da? Kim
çağırmış? Bize niye söylememiş?" Anlaşılan bu sefer panikleme
sırası ondaydı. Bir taburenin üzerine çökerek başını ellerinin ara-
sına aldı. "Surdan şuraya gitmiyorum ben." "Feride canım, bak ne soracağım sana. Amy... Armanuş ora-
"Bal gibi gidiyorsun," diye diklendi Rose. "Gidiyorsun, gidi- da mı?"
yorum, gidiyoruz. Biricik evladım İstanbul'da rehin." Son söyle- "Evet, evet burda ya. Yok nerde olacaktı ki? Bırakır mıyız senin
diklerini mübalağa etmek için eklememişti Rose, o an gerçekten
gönderdiğin misafiri. Çok da sevdik valla garibi," dedi Feride
inanıyordu Armanuş'un başının belada olduğuna, İstanbul'da re-
Teyze şen bir sesle. "Neden sen de onunla birlikte gelmedin, ka-
hin kaldığına.
rısını da alır gelir insan. Böyle ayrı gayrılık olur mu senelerce?"
"İşim gücüm var, bırakamam şimdi."
"Birkaç gün pekâlâ izin alabilirsin. Ayak diretirsen, yemin Ama Feride Teyze sitemlerine devam edemeden, Gülsüm Nine
ediyorum, ben yalnız giderim," dedi Rose ciyak ciyak. "Oraya çekti aldı telefonu elinden. Titreyen bir sesle konuştu, yüreği
gidip güvende olduğuna emin olacağız, sonra da kızımızı alıp ağzında: "Oğlum benim... yavrum benim, sen misin Mustafa?
sağsalim evine getireceğiz. Sen gelsen de gelmesen de ben gidi- Nasılsın? Bizi görmeye ne zaman geliyorsun?"
yorum!" "Annecim geliyoruz geliyoruz. Bir-iki güne kadar geleceğiz,
Amy'yi almaya geliyoruz," dedi Mustafa. Sonra bir şey unuttuğu-
nu fark edip ekledi: "Sizi görmeye... geliyoruz."
Gayri ihtiyari çıkmıştı bu kelimeler ağzından. Dünyanın iki
ayrı ucuna dağılmamışlar, bağlarını kopartmamışlar gibi; şecere-
O gece geç vakit herkes uyumak üzereyken Kazancıların telefo- leri kesintiler ve kopuşlar silsilesine dönüşmemiş, eksilen parça-
nu çaldı. ların telafisi her zaman mümkünmüş gibi; kaldıkları yerden de-
"Hayırdır inşallah, gece gece bu ne telefondur böyle," diye fı- vam edebilir, geçmişsiz hafızasız bir ebedi şimdi'de barınabilir-
sıldadı Cicianne yatağından, elinde tespih, yüzünde endişe. İçin- lermiş gibi... İçinde yaşadıkları zaman bir masal zamanıydı sanki,
de takma dişlerinin durduğu bardağa uzandı ve dua etmeyi bırak- ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken., öylesine müsait
madan bir yudum aldı. Ancak su dindirebilirdi korkuyu. silip silip yeniden şekillendirilmeye, her an geri döndürülebilir
Feride Teyze koştu evvela. İş telefonla konuşmaya gelince, bir çember... bir varmış bir yokmuş, belki de yaşananlar hiç ya-
karşı tarafla göz teması kurma mecburiyeti olmadığından, herkes-
şanmamış...
ten daha çalçene kesilirdi.
Demek Mustafa Kazancı ailesini ziyarete gelecekti, evden
"Alo?"
ayrılalı yirmi yıl olmamış gibi...
"Alo... merhaba, Çevriye sen misin?" diye sordu yabancı bir
ses. Cevabı beklemeden ekledi: "Benim... Amerika'dan... Musta-
fa..."
Kardeşinin sesini duyduğuna inanamayan Feride sırıttı ağzı
kulaklarında. "Mustafaaaaa! Benim ben... Feride... ayol tanıma-
dın mı sesimi... tanımazsın elbet, aramıyorsun ki hiç. Hep gözü-
müz yollarda. Banu ablamın falında çıktın geçenlerde. Neden ara-
mıyor sormuyorsun? Neden gelmiyorsun?"
peynirli. Ardından mercimek çorbası, Özbek pilavı, kuzu kapa-
On Beşinci Bölüm ma. Köfte de misafirler gelince kızartılmak, üzere yoğrulmuş ha-

KURU ÜZÜM zırdı. Akşama kadar bir düzine daha yemek yapmaya kararlı ol-
duğu halde menüdeki en önemli unsur tatlıydı: aşure.
Çocukluğu ve ilk gençlik yıllan boyunca Mustafa Kazancı
aşureyi bütün tatlılara üstün tutmuştu. Eğer o korkunç Amerikan
fast-food ürünleri, yeme alışkanlıklarını hepten bozmamışsa en
sevdiği tatlının onu buzdolabında kâse kâse beklediğini görünce
kim bilir nasıl sevinecekti. Belki de aşure sayesinde yitirdiği o aile
sıcaklığını yeniden edinecekti. Hayat burada hâlâ aynıymış ve

M
bıraktığı yerden devam edebilirmiş gibi. '
Aşure devamlılığın ve istikrarın simgesiydi; ne kadar sarsıcı,
nasıl da vahim olursa olsun, her fırtınadan sonra elbet gelecek
olan güzel günlerin, açacak güneşin simgesi.
ustafa'nın Amerikalı karısıyla birlikte Gülsüm Nine malzemenin çoğunu bir gün önceden suya bas-
İstanbul'a onları görmeye geleceği yönündeki mucizevi haber mıştı, şimdi de pişirmeye hazırlanıyordu. Dolabı açıp koca bir ka-
Kazancı hanesinde bir dizi tepkiyi ateşledi süratle. İlk adım kap-
zan çıkardı. Aşure pişirmek için mutlaka kazan gerekirdi.
samlı bir temizlik harekâtı başlatmak oldu. Eski konağın her katı,
her odası büyüteç altına alındı. Kova kova su döküldü yerlere,
köpük köpük sabun tozu harcandı. Bütün ev tepeden tırnağa te- Malzeme:
mizlendi, camlar silinip parlatıldı, rafların tozu alındı, perdeler 1/2 bardak fasulye
yıkanıp ütülendi, üç katın bütün karoları ovuldu. Nerede bir toz 1 bardak buğday
zerresi, kir perdesi varsa, yüründü üstüne üstüne. 1 bardak pirinç
Çevriye Teyze oturma odasındaki her bitkinin yapraklarını 3 bardak su
tek tek sildi, sardunyanın, küpe çiçeğinin, biberiyenin ve inci çi- 1/3 bardak kuru üzüm
çeğinin. Hatta küstüm otunun bile. Bu arada Feride Teyze sene- 1/3 bardak kuru incir
lerdir çeyizinde saklayıp da kullanmaya kıyamadığı en kıymetli 1/3 bardak kuru kayısı
dantelleri çıkararak herkesi şaşırttı. Ama bu ziyaret haberine en 1/2 bardak portakal kabuğu
1/2 bardak kabuğu soyulmuş badem
çok sevinen Gülsüm Nine'ydi elbet. Biricik oğlunun onca sene-
1/2 bardak antepfıstığı
den sonra onları görmeye geleceğine inanmakta zorluk çekmişse
1/2 bardak çam fıstığı
de ilk başta, hummalı bir hazırlığa koyulmuştu bu habere ikna ol-
1/2 bardak fındık
duktan sonra. Mutfağa kapanmıştı derhal. En sevdiği evladına en
1 1/2 bardak şeker
sevdiği yemekleri pişirmeye koyulmuştu. Sade mutfağın değil, 1 tatlı kaşığı vanilya
tüm evin havası fırından yeni çıkmış hamur işi kokularıyla ağır-
laşmıştı. İki tepsi börek hazırlamıştı evvela: bir ıspanaklı bir de
Süsü: "İçimde kötü bir his var, çok kötü bir şey olmuş da annem
2 çay kaşığı tarçın benden saklıyormuş gibi geliyor."
1/2 bardak nar "Endişelenme lütfen," dedi Asya nikotin açlığından gözü
2 çay kaşığı gül suyu dönmüş halde kaleminin ucunu kemirerek. Eve kapanmanın böyle
bir yan etkisi olacağını hiç hesap etmemişti. "Annenle konuştun
Hazırlanması:
ya, bir acayiplik yoktu. Senin sayende ilk defa İstanbul'a ge-
Malzeme bir gece önceden ayn kaplarda suya basılır. Fasulyeler liyorlar. Valla dayımı buralara getirdin ya, helal olsun sana! Gelip
bir kaba konup bir gece soğuk suda bekletilir. Buğdayla pirinç iyice seni alacaklar, bir-iki gün kalırsınız, sonra ver elini Amerika... ya-
yıkandıktan sonra suya basılır. İncirler, kayısılar ve portakal kabuk- kında evinde olacaksın..." Asya onu teskin etmek istemişti ama
ları 1/2 saat sıcak suda bekletilir sonra süzülür ve süzülen su sakla- nedense sitemkâr çıkmıştı sözleri. Belli etmemeye çalışsa da Ar-
nır; kıyılır, kuru üzümle karıştırılıp bir kenara konur.
manuş'un yakında gideceğini düşünmek onu üzüyordu. Hemcins-
Pişirmesi: lerinden zerre kadar hazzetmeyen Asya'nın ömrü hayatında edin-
diği ilk ve muhtemelen tek kız arkadaşı Armanuş olacaktı.
Fasulyeler soğuk suya konur. Yumuşayana kadar, yaklaşık bir
"Bilemiyorum. Bu duygudan kurtulamıyorum," dedi Arma-
saat kaynatılır. Bu arada 2.5 litre su kaynatılıp içine buğday ve pirinç
atılır, kısık ateşte ara sıra kanştırarak yumuşayana kadar, yaklaşık bir nuş içini çekerek. "Sen annemi bilmezsin. Kolay kolay hiçbir ye-
saat pişirilir. re gitmez. Kentucky'ye bile gittiği yok. Mustafa da o da çakılıp
Meyvelerin saklanan suyu, şeker, dövülmüş fındık, çam fıstıkla- kalmıştır Arizona'da. Şimdi pat diye İstanbul'a uçması akıl alır
n kazana eklenir ve sürekli kanştırarak orta ateşte kaynatılır. 30 da- şey değil..."
kika kadar. Kanşımın helmelenmesi beklenir. Vanilya, kuru üzüm, Armanuş zihnini kurcalayan fikirlerle boğuşurken tavla pulu-
incir ve kuru kayısı eklenerek 20 dakika daha sürekli kanşünlarak nu havada çevirdi dalgın dalgın. "Hoş, bir taraftan da, tam anne-
kaynatılır. Altı kapatılıp gül suyu eklenir. Aşure bir saat kadar oda sı- min yapacağı şey böyle fevri hareket etmek. Kontrol alanı dışına
caklığında bekletilir. Üzerine tarçın serpilir, soyulmuş badem ve narla çıktım ya, panikledi muhtemelen. Hayatımı kontrol altında tuta-
süslenir. mamaya tahammül edemez. Sırf beni gözünün önünde bulundur-
mak için gerekirse dünyayı dolaşır."
Armanuş'un nasıl oynayacağına karar vermesini beklerken,
sabırla bacaklannı altına toplayıp, Şahsi Nihilizm Manifestosu'
nun yeni bir maddesi üzerinde çalışmaya koyuldu Asya.
Kızlann odasında Armanuş sabahtan beri durgun ve düşünceliy-
di. Ne dışan çıkmak geliyordu içinden, ne de bir şeyler yapmak. Onuncu Madde: Sevdiğin bir arkadaş bulursan, eninde so-
Asya da ona eşlik etmek için evde kalmıştı. Saatlerdir tavla oynu- nunda hepimizin varoluşsal açıdan yalnız olduğunu, sonsuz yal-
yor, Johnny Cash dinliyorlardı. nızlığın er ya da geç en beklenmedik arkadaşlıklara bile galebe
"Altı altı! Amma da ballısın!" çalacağını unutacak kadar alışmaya kalkma ona.
Ama Armanuş attığı zara sevinmişe benzemiyordu. Asık bir
suratla pullara baktı dalgın dalgın.
Armanuş'un canı sıkkın olsa da, anlaşılan tavla kabiliyeti ruh misse böyle davranabilir annem... Tannm babama bir şey oldu!"
halinden etkilenmemişti. Altı altıyla Asya'nın üç pulunu birden "Evham yapıyorsun," dedi Asya. "Babanla en son ne zaman
kırdı.
konuştun?"
"İki gün önce," dedi Armanuş. "Arizona'dan aradım, iyiydi,
On birinci madde, Asya dişlerine kalemine iyice gömdü. Ah her şey yolundaydı."
bir sigara yakabilseydi şimdi, takır takır oynardı elbet. Onuncu "Nasıl yani? Ne demek Arizona'dan aradım?"
Madde'yi unutacak kadar alıştığın bir arkadaş bulsan dahi, haya- Armanuş kızardı. "Yalan söyledim..." 'Sonra bir kez olsun
tın başka başka alanlarında seni hezimete uğratabileceği gerçe- yanlış bir şey yapmaktan memnunmuş gibi omzunu silkti. "Bu se-
ğini asla gözden kaçırma. En iyi arkadaş dahi zor durumda bıra-
yahati yapabilmek için ailemdeki herkese yalan söyledim. Kendi
kabilir seni. Doğumda ve ölümde olduğu gibi tavlada da yalnızız.
başıma İstanbul'a gideceğimi söylesem, öyle telaşlanırlardı ki,
hiçbir yere kıpırdayamazdım. O kadar baskı kuruyorlar ki üze-
Toplam üç kırığa ve konacak ancak iki açık kapıya sahip olan
rimde başka türlü yapamazdım. Ben de önce İstanbul'a gideyim,
Asya, ya beş beş ya da üç üç atmak zorundaydı. Yenilgiden kur-
taracak başka zar yoktu. Şans getirsin diye avcuna tükürdü, göz- sonra dönünce hakikati itiraf ederim diye düşündüm. Böylece ba-
bebeklerinde siyah-beyaz zarlar dönen bir mahluk şeklinde tasav- bam Arizona'da annemin yanında olduğumu, annem de San Fran-
vur ettiği tavla cinine dua etti. Sonra zan attı: üç iki. Kahretsin! cisco'da babamın yanında olduğumu zannediyor. Yani zannedi-
Ellerini çırpıp homurdandı. yordu... düne kadar..."
Asya, iri iri açılmış inanmaz gözlerle baktı ama çok geçme- .
"Ay yazık sana!" dedi Armanuş hınzır bir edayla.
den hayretin yerini hürmet aldı. Belki de Annanuş sandığı kadar
Asya geri kalan iki siyah pulu ortadaki çıtanın üzerine koydu
kusursuz ve hanım hanımcık bir kız değildi. Belki o ışıltılı evre-
ve dışarıdan geçerken avaz avaz bağıran seyyar satıcıya kulak ka-
ninde karanlıklara, kir ve sapmalara yer vardı. İşittiği itiraf As-
barttı: "Kuru üzüm, san san kuru üzüm var. Çocuklara, dişsiz ni-
ya'nın canını sıkmak yerine, tam tersine Armanuş'a duyduğu ya-
nelere, derman niyetine, herkese kuru üzüm geldi hanıııuım."
kınlığın katmerlenmesine yaramıştı. Tavlayı kapatıp koltuğunun
"Eminim annen iyidir," dedi Asya, satıcının feryadını bastıra-
bilmek için sesini yükselterek. "Düşünsene, iyi olmasa ta Arizo- altına aldı. Yenilgiyi kabul ettiğinin göstergesi. Ne yazık ki Arma-
na'dan İstanbul'a nasıl gelirdi?" nuş bu kültürel jestten bihaberdi.
"Onda haklısın," dedi Armanuş başını sallayarak ve zan tek- "Dur bakalım. Hemen kaptırma kendini. Babana kötü bir şey
rar attı. Yine altı altı! olduğunu sanmıyorum... ama madem için rahat etmedi, neden
"Otomatiğe bağladın altı altıyı bakıyorum. Yoksa zar mı tutu- aramıyorsun?" diye sordu Asya.
yorsun?" dedi Asya şüpheyle. Armanuş harekete geçebilmek için bu sözleri duymaya muh-
Armanuş kıkırdadı. "Nasıl tutulduğunu bilseydim!" taçmış gibi anında canlandı, telefona uzandı. Zaman farkı hesap-
Ama tam iki pulunu açık kapıya yerleştirmek üzereyken, ani- lanırsa San Francisco'da sabahın erken saatleri olmalıydı.
den rengi atarak durakladı. Telefon ilk çalışta açıldı ama her zamanki gibi Şuşan Nine ta-
"Tannm, nasıl oldu da anlamadım?" dedi endişeyle. "Annem rafından değil, babası tarafından.
değil ki mesele, babam! Ancak babamın başına kötü bir şey gel- "Canım kızım... nihayet aradın," Barsam Çakmakçıyan Ar-
manuş'un sesini duyar duymaz, yoğun bir muhabbetle içini çekti.
Bir an ne diyeceklerini bilemeden sustular. Hatlarda bir sorun korkuyu ömür boyu unutamayacaktı. Başrahibe ne kadar hürmet
vardı; ikisine de aralarındaki coğrafi uzaklığı hissettiren bir hışır- beslerse beslesin, oğlunu papaz giysisi içinde büyük bir adam ola-
tı. "Ben de seni arayacaktım birazdan. İstanbul'da olduğunu bili- rak görme fikrinden ne denli hoşlanırsa hoşlansın ve sonuçta ye-
yorum, annen haber verdi." gâne oğlunun Tann'ya hizmet etmesini ne kadar isterse istesin,
Barsam Çakmakçıyan'ın sesi hasret doluydu. Konuyu daha karşısında evladını ondan ayırmaya çalışan bir çocuk hırsızı var-
da vahimleştirmekten kaçınarak ne sitem etti, ne de kızından he- mışçasına dehşetle irkilmişti Şuşan. Öyle ki elindeki fincan sal-
sap sordu. "Annen de ben de senin için çok endişelendik. Rose lanmış, içindeki çay elbisesine dökülmüştü. Ermenistan'dan gelen
şimdi üvey babanla birlikte İstanbul'a geliyor... Gelip seni alacak- başrahip, karşısındaki kadının geçmişinde karanlık bir hikâyenin
lar. Yann öğle civan orada olurlar." gölgesini sezerek üstelememiş, anlayışla başını sallamıştı. Ayrıl-
Şimdi de Armanuş donakalmıştı. Bir acayiplik vardı. Büyük madan evvel Şuşan'ın elini sıvazlamış, onu oğluna, oğlunu ona
bir acayiplik hem de. Annesiyle babasının birbirleriyle konuşma- emanet etmiş ve çıkıp giderken her ikisini de kutsamıştı. Sonra
ları, dahası böylesi bir dayanışma sergilemeleri düpedüz kıyamet bir daha asla teklifini tekrarlamamak üzere evden ayrılmıştı.
belirtisiydi. O gün bu sahneye şahitlik eden Barsam Çakmakçıyan daha
"Baba bir şey mi oldu?" önce hiç tatmadığı, bir daha da tatmayacağı bir şüpheye kapılmış-
Barsam Çakmakçıyan bir anda zihninde beliriveren bir ço- tı. Tüyler ürpertici bir sezgi. Ancak halihazırda bir çocuğunu kay-
cukluk anısının kederiyle susakaldı. betmiş bir anne, bir evladını uzağa gönderme konusunda bu ka-
O küçükken, her sene sivri kukuletalı ve kapkara pelerinli bir dar tepkisel olabilirdi. Şuşan'ın belki de başka bir zamanda başka
adam mahallelerine gelir, papazla birlikte kapı kapı dolaşırdı. bir mekânda bıraktığı bir oğlu vardı...
Adam Ermenistan'dan gelen bir başrahipti; eski ülkeye götürüp, Şimdi annesinin yasını tutarken Barsam Çakmakçıyan neden
din adamı olarak yetiştirmek üzere zeki, inançlı oğlan çocukları bu anı hatırladığını kestiremiyor ve kızına gerçeği anlatacak ce-
arardı. sareti kendinde bulamıyordu.
"Baba iyi misin? Neler oluyor?" diye üsteledi Armanuş. "Babacım konuşsana," dedi Armanuş panikle. Barsam
"İyiyim canım, seni çok özledim," diyebildi karşıdaki ses Çakmakçıyan başka şeyler de hatırlıyordu, bazen tahammül
güçbela. edebileceğinden çok daha ötesini. Annesi gibi babası da 1915'te
Barsam tüm çocukluğu boyunca derin ilgi duymuştu dine ve Türkiye'den sürülmüş bir aileden geliyordu. Sarkis Çakmakçıyan
dini ritüellere. Pazar okulunun en parlak öğrencisiydi. Bu sebep- ve Şuşan İstanbuliyan'ın ortak bir şeyleri vardı, çocuklarının
ten kara kukuletalı adam sık sık evlerine ziyarete gelir, Şuşan'a ancak hissedebildiği ama asla tam manâsıyla anlayamadığı bir
oğlunun istikbalinden bahsederdi. Belli ki din adamlığına mey- şey. Kelimeler arasına serpiştirilmiş sessizlikler. Babasının
yaldi Barsam. Onunla gelmeliydi Ermenistan'a. Şuşan her sefe- geleneksel Hale eşliğinde, annesinin etrafında dans edişini hatır-
rinde başrahibi saygıyla dinler ama istenilen onayı vermezdi bir lıyordu Barsam; kollan ufukta süzülen bir kuşun kanatlan gibi
türlü. Günün birinde Barsam, annesi ve başrahip mutfakta otur- dümdüz kalkmış, sevdiğinin etrafında halkalar çizerek. Müzik
muş çay içerlerken, adam bir karara varma zamanının geldiğini evvela ağırdan başlar, sonra gittikçe hızlanırdı; Ortadoğu'yu gör-
söylemişti. memiş çocuklannın ancak kenardan hayranlıkla izleyebildiği bir
Barsam Çakmakçıyan annesinin gözlerinde o anda beliren Ortadoğu dansı. Barsam'ın aldığı terbiyeden ve edindiği geçmiş-
ten geriye en canlı izi işte bu müzik bırakmıştı. Senelerce bir Er-
meni orkestrasında klarnet çalmış; geleneksel kıyafetlerle, siyah larda eğlenceliydi ama sonradan kampı çocukça bulmuş, böyle
potur sarı gömlekle. Ermeni halk dansları oynamıştı. Seneler sonra şeylere katılamayacak kadar büyüdüğüme karar vermiştim. Erte-
başka bir muhite taşındıklarında oradaki tek Ermeni aile onlar si sene beni oraya yollamaman için yalvarmış, ağlamıştım..."
olacaktı. Ne zaman bir prova ya da gösteri için evden geleneksel "Haklısın," dedi Barsam tereddütle. "Yine de senin yaşındaki
kıyafetlerini giyerek çıksa, mahalledeki öteki çocukların ona nasıl Ermeni gençleriyle birlikte olabileceğin başka bir kamp bulabilir-
alayla baktığını hatırlıyordu. Her seferinde çocukların gördüklerini dim. Kültürünü daha iyi tanımanı sağlayabilirdim, yapmadım."
unutacaklarını ya da onunla bir daha karşılaştıklarında dalga "Baba tüm bunlar nerden çıktı şimdi? Neden geçmişi soru-
geçmeyeceklerini umardı. Her seferinde umudu boşa çıkardı. yorsun bana," dedi Armanuş, dokunsalar ağlayacaktı.
Çocukluğu boyunca bir Ermeni sosyal aktiviteler derneğinden Barsam'ın ona söyleyecek cesareti yoktu. Böyle uzaktan tele-
diğerine koştururken, aslında tek istediği tıpkı öteki çocuklar gibi fonda olmaz. Kilometrelerce ötede, tek basmayken öğrenmesini
som ve salt Amerikalı olmaktı, ne bir fazla ne bir eksik. Sadece istemiyordu babaannesinin ölümünü. Konuyu dağıtmak için bir-
Amerikalı olmak, bu esmer Ermeni teninden kurtulmak. Nice sonra kaç kelime mmldanmaya çalışırken, sesi arkada kopan uğultuyu
anlatmıştı Şuşan Barsam'a çok küçükken bir gün üst katta oturan bastıramadı. Kalabalık bir ortamın patırtısı. Armanuş kulak ka-
Hollandalı-Amerikalılara hangi sabunla yıkandıklarını sorduğunu. barttı fondan gelen seslere. Bütün aile oradaydı anlaşılan; bütün
Aynı sabunu kullanırsa teninin açılacağını ümit etmişti demek. akrabalar, dostlar, komşular aynı çatı altındaydı. Armanuş herke-
Onlar kadar beyaz olmak istiyordu o yaşlardayken Barsam, onlar sin böyle bir araya gelmesinin ancak iki şeye delalet edebileceği-
gibi beyaz Amerikalı. Şimdi çocukluk anılan üşüşünce zihnine, ni bilecek kadar akıllıydı: ya biri evlenmiş ya da biri Ölmüştü.
genç yaşlarda öğrendiği azıcık Ermeniceyi de çabucak unuttuğu ve "Sorun nedir baba? Şuşan Ninem nerede? Telefonu ver, onun-
aile ağacından olabildiğince uzaklara kaçmaya gayret ettiği için la da konuşayım..." dedi Armanuş alçak bir sesle. "Babaannemle
kendini suçlu hissetti Barsam Çakmakçıyan. Vaktiyle annesinden konuşmak istiyorum."
daha fazla Ermenice ya da Ermeni kültürü öğrenmediği, kızına da Ancak o zaman Barsam Çakmakçıyan gerçeği söyleyebildi.
bunlan daha fazla öğretmediği için üzgündü.
"Babacım neden susuyorsun?" diye sordu Armanuş. Adama-
kıllı paniklemeye başlamıştı artık.
"Canım bağışla daldım... Küçükken gittiğin gençlik kampını
hatırlıyor musun Armanuş?"
Akşamdan beri nasıl zaptedeceğini bilmediği hudutsuz ve dipsiz
Ermeni çocuklara yönelik bir kamptı bu. Amerika'nın dört bir
bir enerjiyle odasında bir aşağı bir yukan gidip geliyordu Zeliha
yanından gelen Ermeni çocuklara dillerini, dinlerini, kültürlerini
Teyze. Kendini ne kadar berbat hissettiğini evde kimseye anlata-
öğretmek için kurulmuş bir yaz kampı.
mamıştı ya, duygulannı bastırdıkça daha da beter hissediyordu.
"Evet, nasıl hatırlamam."
"Seni oraya bir daha göndermediğim için kızmış miydin ba- İki kere odasından dışarı çıkmış ama her seferinde perçinlenmiş
na?" bir sıkıntıyla geri dönmüştü. İlkinde mutfağa gidip teskin edici bir
"Baba oraya gitmek istemeyen bendim, unuttun mu? İlk baş- bitki çayı hazırlamak istemişti kendine ama Mustafa'nın şerefine
pişirilen yemeklerin ağır kokusu midesini kaldırmıştı. İkinci defa-
sında televizyon seyretmek için oturma odasına yollanmış, ama
orada da iki ablasının heyecanla ertesi günden bahsederek deli gi- du: "Aram ne zaman bitecek bu hafızasızlık? Bu zorunlu bellek
bi temizlik yaptıklarını görünce fikrini değiştirmişti. kaybı. Bu daimi unutkanlık. Hiçbir şey söyleme, hiçbir şey hatır-
Odasına geri döndüğünde kapısını kapatıp bir sigara yakmış lama, hiçbir şey açıklama, ne onlara ne kendine... Bunun bir sonu
ve böyle amansız günler için yatağının altındaki zulada sakladığı yok mu?"
yoldaşını çıkartmıştı: bir şişe votka-limonlu Smirnoff. O andan "Şimdi düşünme bunu," diyerek onu rahatlatmaya çalıştı
itibaren hiç telaşsız ama gayet istikrarlı durmadan içmiş ve şişe- Aram. "Vicdanını rahat bırak biraz. Kendine çok yükleniyorsun.
nin çoğunu bitirmişti. On sigara ve yedi duble votkadan sonra Yann sabah uyanır uyanmaz buraya gel. İstersen ben gelir alırım."
şimdi kaygının esamesi kalmamıştı içinde. Donmuştu ruhu. As- "Aşkım... keşke gelebilseydim..." diye mınldandı Zeliha Tey-
lında açlık dışında hiçbir şey hissetmiyordu. Odasında atıştırabi- ze, Aram onu telefondan görebilecekmiş gibi acılı yüzünü Öteki
leceği yegâne şey akşamleyin evin önünde bağıran sıska mı sıska tarafa çevirdi. "Havaalanında onlan karşılamam gerekiyor. Bu ai-
seyyar satıcıdan aldığı bir paket kuru üzümdü. lede araba kullanabilen bir ben varım, unuttun mu?"
Geriye bir avuç kuru üzümü kaldığında, cep telefonu çaldı. Aram bunu düşünerek sessiz kaldı.
Aram arıyordu. "Endişelenme," diye fısıldadı Zeliha Teyze. "Seni seviyo-
"Bu gece o evde kalmanı istemiyorum..." dedi karşıdaki ses rum... seni çok seviyorum... hadi artık uyuyalım."
telefon açılır açılmaz. "Yarın da, öbür gün de. Aslında hayatının Telefonu kapatır kapatmaz derin bir uykuya daldı Zeliha Tey-
geri kalanında benden bir gün bile uzak kalmanı istemiyorum." ze. Telefonu nasıl kapattı, votka şişesini nasıl kenara kaldırdı, si-
Buna cevaben Zeliha Teyze inançsız ve itimatsız kıkırdadı. garasını nasıl söndürdü, ışığı nasıl kapadı, yorganın altına nasıl
"Lütfen sevgilim, gel benimle kal. O evi hemen terk et. Bak girdi hiç hatırlamayacaktı, ertesi sabah korkunç bir baş ağnsı ve
sana diş fırçası aldım. Temiz havlum bile var!" Aram kendi şaka- eksik bir battaniyeyle uyandığında.
sına acıyıp lafını yanda kesti. "Onlar gidene kadar benimle kal."
"Olmazzzz," dedi Zeliha Teyze sarhoş kesinliğiyle. "Hem
böyle aniden ortadan kayboluşumu sevgili aileme nasıl açıklanz
o zaman?"
"Hiçbir şey açıklamak zorunda değilsin, lütfen," dedi Aram "İstanbul soğuk mudur? Daha kalın bir şeyler alsa mıydım?" diye
yalvanrcasına. "Geleneksel bir ailedeki kara koyun olmanın böy- sordu Rose, sormaması için üç geçerli sebep olmasına rağmen:
le bir faydası vardır en azından. Ne yaparsan yap, eminim kimse Birincisi bu soruyu daha önce de sormuştu, ikincisi bavulunu çok-
hayret etmez. Delidir-ne-yapsa-yeridir kontenjanından faydala- tan hazırlamış ve kapatmıştı, üçüncüsü Tucson Havaalanına doğ-
nırsın. Hadi. Lütfen gel benimle kal." ru yola çıkmışlardı ve artık bunlan dert edinmek için çok geçti.
"Asya'ya ne derim?" Kansına bu üç sebebi tek tek hatırlatmak içinden gelse de
"Hiçbir şey, hiçbir şey söylemek zorunda değilsin... Biliyor- Mustafa Kazancı gözlerini yoldan ayırmadan başını iki yana sal-
sun." ladı.
Telefonu sıkı sıkı tutan Zeliha Teyze etrafına ördüğü kasvetin Yola çıkacaklan gün, Rose'la Mustafa havaalanına gitmek
içinde ana rahminde bebek gibi kıvrılıp dertop oldu. Ağırlaşan için evden öğleden sonra dörtte çıkmışlardı. İki uçak yolculuğu
gözkapaklannı kapadı ama hemen sonra enerjisini toplayıp sor- bekliyordu onları: biri uzun, diğeri daha da uzun. Önce San Fran-
cisco'ya, oradan İstanbul'a uçacaklardı. İlki America Western, alanı o kadar mütevazıydı ki, otobüs gannı andırıyordu! O kadar
ikincisi Türk Havayolları. İlk defa ülke dışına çıkıyordu Rose. küçüktü ki Starbucks bile burada şube açmaya tenezzül etmemişti.
Anadili İngilizce olmayan ve sabahlan kahvaltı niyetine akça- Yine de Rose hediyelik eşya dükkânına girince, Mustafa'nın ailesi
ağaç şurubuna batırılmış krepler yenmeyen bir yere gidiyor ol- için pek çok hediye bulabildi. Bu yolculuğun gelişme biçimine ve
mak kendini daha şimdiden sudan çıkmış balık gibi hissetmesine kızının oralarda ne hallerde olduğuna dair duyduğu endişeye,
sebep olduğundan hem heyecanlı hem gergindi. Doğrusu asla ma- ayrıca babaannesinin ölüm haberini ona nasıl vereceği meselesine
ceraperest bir ruha sahip olmamıştı; şu çok istediği ama gerçek- rağmen, yola çıkma anı yaklaştıkça Rose bir tür turistik
leştiremediği Bangkok gezisi hayali olmasa pasaportu bile ol- sersemliğe kapılmaya başlamıştı. Mustafa'nın tümü kadınlardan
mazdı. Uluslararası seyahate en yakınlaştığı anlar, DVD dolabın- oluşan ailesinin her üyesine özel bir hediye götürme hevesiyle
daki Adım Adım Avrupa Belgeselleri dizisini seyrettiği zamanlar- oyalandıkça oyalandı dükkânda. Pek fazla seçenek olmamasına
dı. Koleksiyon altı diskten oluşuyordu, her ülke için elli dakika. rağmen her rafa uzun uzun baktı. Kaktüs şeklinde defterler, kaktüs
Hepsini dikkatle seyretmişti, şahsi ilgiden ziyade mesleki sorum- şeklinde anahtarlıklar, kaktüs şeklinde mıknatıslar, kaktüs resimli
luluktan. Dördüncü sınıflardan sorumluydu bu sene - çocuklar tekila bardakları... illaki kaktüs, o da olmadı ya kertenkele ya da
Avrupa toplumlarına dair soru soracak olursa diye. Türkiye de bu çakal resimli ıvır zıvır. Sonunda Rose bütün Kazancı kadınlarına
DVD koleksiyonunun bir parçası olduğundan, ülkenin neye ben- birer set satın aldı -adil olmak için hepsine aynı set- kaktüs şekli
zediğine dair bir fikri vardı. Evlilikleri boyunca Mustafa'nın ağ- verilmiş, renkli bir I love Arizona kalemi, önüne Arizona haritası
zından kaçırdığı tek tük bilgi kırıntısından çok daha açıklayıcıydı basılmış beyaz bir tişört, Büyük Kanyon resimlerinden oluşan bir
DVD'den öğrendikleri. ı Tek sorun, Rose'un altı diski bir oturuşta takvim, üzerinde semiz harflerle BURASI SICAK AMA HİÇ
seyretmesiydi, Türkiye'ye yolculuk bölümü en sonda olduğu, yani OLMAZSA NEM YOK yazılı bir kupa ve buzdolabı kapağında
Britanya Adaları, Fransa, İspanya, Portekiz, Almanya, Avusturya, büyütülmeyi bekleyen hakiki bir bebek kaktüs taşıyan mıknatıs
İsviçre, İtalya, Yunanistan ve İsrail'den sonra olduğu için belgeseli saksı. Aynca üzerindeki çiçekli şorttan da iki tane almıştı, İstan-
hatırlamaya çalıştığında kafasında beliren sahnelerin gerçekten bul'da birilerinin hoşuna gider de giyer belki diye.
Türkiye'ye mi, yoksa diğer ülkelere mi ait olduğunu çıka- Doğrusu Kentucky'de büyümüş olsa da yirmi senedir Tucson'
ramıyordu. Adım Adım Avrupa Belgeselleri eğitim açısından son da yaşadıktan sonra Rose'un her haline buram buram Arizona sin-
derece pratik ve faydalıydı; özellikle de okyanus aşırı seyahat ya- mişti. Sadece her zaman sallapati rahat kıyafetlere (hafif gömlek-
pacak parası, isteği ya da zamanı olmayan Amerikan aileleri için. ler, kot şortlar, hasır şapkalar) ya da güneş gözlüğüne yapışık ya-
Ne var ki, yapımcılar koleksiyonun üzerine, disklerin aralıksız şaması değil, vücut dili de Arizona tarzını yansıtıyordu; gevşek,
seyredilmemesi, bir oturuşta bir ülkeden fazlasına gidilmemesi takatsiz, adeta kendini koyvermiş bir varoluş biçimi. Kırk altı ya-
konusunda bir uyan yazsalar, gayet iyi olurdu doğrusu. şına basan Rose, meslek hayatı boyunca çiçekli giysiler giyme
Tucson-Arizona Uluslararası Havaalanına geldiklerinde tüm fırsatı yakalayamamış emekli bir ceza mahkemesi kâtibesi gibi
dükkânlara bakmaya niyetliydiler; epi topu bir gazete-kitap, bir sonradan görme bir rahatlıkla her daim cıvıl cıvıl giyinirdi. Ashit
de hediyelik eşya dükkânı demekti bu. Kulağa gayet iddialı gelen da Rose'un bu yaşa kadar yapmadığına şimdi bin pişman olduğu
Uluslararası ibaresine rağmen (sadece bir saat mesafedeki Mek- şeyler vardı; birkaç çocuk daha doğurmak dahil. Fırsatı varken
sika'ya yapılan yurtdışı seferler yüzünden almıştı bu adı), hava- doğurmadığına nasıl yanıyordu. Mustafa çocuk sahibi olmaya
pek hevesli değildi; uzun müddet bu durumdan hoşnut kalmıştı geri dönebileceği bir anayurdu yokmuş gibi sonsuza kadar Ame-
Rose, günün birinde bu karara pişman olacağı hiç aklına gelme- rika'ya sığınmayı, hatta hiç anısız, sürekli ileri dönük bir hayat ya-
mişti. Belki mesleğinin yan etkilerinden biriydi bu; gün boyu dör- şamayı umursamıyordu ama atalan olmayan bir yabancıya, ço-
düncü sınıflarla çevrili olduğundan hayatında çocuk eksikliği his- cukluğu olmayan bir adama dönüşme fikri canını sıkıyordu. Sene-
setmemişti hiç. Buna rağmen genelde mutlu bir evlilikleri vardı; ler içinde geri dönüp ailesini görme teşebbüsünde bulunmuş ama
asla tutkuyla âşık olmamışlardı belki ama istikrarlı, itinalı bir iliş- bunun kolay olmadığını idrak etmişti her seferinde. Yıllar geçtik-
kinin rahatlığına ermiş, birbirlerinin hoşgörü sınırlarını aşmamaya çe de kolaylaşmıyordu. Kendi geçmişinden peyderpey uzaklaş-
daima dikkat etmişlerdi. Rose'un ta ilk başlarda Çakmakçı- mış, nihayet kökleriyle bütün bağlarını kopardığına inanmıştı.
yanlardan intikam almak için Mustafa'yla çıkmaya başladığı dü- Böylesi daha iyiydi - hem kendisi hem de bir zamanlar fazlasıyla
şünülürse, kaderin cilvesi denebilirdi bu evliliğe. Mustafa'yı daha incittikleri için. Artık evi Amerika olmuştu. Doğrusunu söylemek
iyi tanıdıkça onu sevmiş ve benimsemişti. Karşılıklı tutkulu bir gerekirse Arizona ya da başka bir mekândan ziyade geleceğe, yani
bağlılıktan ziyade ortaklaşa geliştirilmiş alışkanlıkların verdiği olasılıkları, esnekliği ve lekesiz pürüzsüz sonsuzluğu ile gelecek
avuntu şeklinde tanımlanabilirdi evlilikleri. Özünde aşk olduğu zaman kipine yerleşmiş ve orayı evi benimsemişti - arka kapısı
iddia edilen, sonra da çiftlerin birbirinin gözünü oyduğu binlerce geçmişe kapalı bir ev.
evlilikten daha iyiydi. Her ne kadar Rose ara sıra romantik bir Mustafa uçakta gözle görülür ölçüde dalgın ve içe kapanıktı.
ilişki hayaliyle başka bir adamla başka bir hayatın özlemini çekse Kalkarlarken hiç kıpırdamadan oturmuş, gerekli irtifaya ulaştık-
de, genelde evliliğinden gayet memnundu. larında ve "Emniyet Kemerlerinizi Bağlayın" ışığı söndüğünde
"Bırak o sosları," dedi Mustafa Kazancı, Rose'un kaktüs şek- bile duruşunu değiştirmemişti. Bu mecburi yolculuktan bitkin
linde bir şişeye konmuş baharatlı Meksika sosunu almaya yelten- hissediyordu kendini. Oysa yeni başlıyordu.
diğini görünce. "İnan bana İstanbul'da ona ihtiyacın olmayacak Mustafa ne kadar yılgın görünüyorsa Rose aksine o denli cev-
Rose." val ve girişkendi. Kocası dışanda bulutlardan başka seyredecek
"Cidden, Türk mutfağında baharat var mı?" bir şey varmışçasına bezgin bezgin pencereden bakadursun, o
Bunu ve daha bir sürü aşırı basit soruyu isteksizce cevaplı- bardak bardak berbat uçak kahvesi içmiş, ikram ettikleri tuzlu
yordu Mustafa. Tam bir kültürel kopuşla geçen onca yılın ardın- krakerleri kemirmiş, dergileri karıştırmış, daha önce görmüş ol-
dan, Türkiye'ye olan aşinalığı biraz eprimişti - güneşin ve rüzgâ- duğu halde sırf gösteriliyor diye Brigitte Jones: The Edge of Re-
rın pul pul ettiği eski bir parşömen üzerine çizili belli belirsiz bir ason filmini seyretmiş, yanındaki ihtiyar kadınla uzun uzun mu-
resim gibi. Farkına varmadan İstanbul hayalet şehre dönüşmüştü habbet etmiş (büyük kızını ve yeni doğan torununu görmek için
onun için; zaman zaman rüyalarına girmek dışında hiçbir çağrışı- gidiyormuş San Francisco'ya), sonradan ihtiyar kadın uyuduğun-
mı olmayan bir meçhul masalsı diyar. Gençliğinde şehrin pek çok da da, kendini önündeki ekranda beliren tarih sorularını cevapla-
mahallesini deli gibi sevdiği halde, ABD'ye yerleştiğinden beri İs- maya vakfetmiş ama pek başarılı olamamıştı.
tanbul'a ve onunla ilintili konulara karşı bariz bir duyarsızlık ge-
liştirmişti. İkinci Dünya Savaşı'nda en çok hangi ülke zayiat verdi?
Yine de insanın doğduğu şehirden uzaklaşması başka şeydi, a. Japonya
kendi etinden kanından kopması başka bir şey. Mustafa Kazancı b. Büyük Britanya
c. Fransa
d. Sovyetler Birliği hoş ve albenili biri olduğunu onlara kanıtlamak isteyecek kadar
genç olduğu zamanlarda. Yirmi yıl sonra, o genç ve hınçlı kadına
George Orwell'in /9§4'ündeki baş karakterin adı neydi? gülüp geçiyordu sadece.
İlk kocası ve onun ailesine duyduğu hınç asla tam manâsıyla
a. Winston Smith
dinmese de, zaman geçtikçe Rose genişleyen kalçaları ve sarkan
b. Akaky Akakievich
c. Sir Francis Drake karnı da dahil bütün kusurları ve yetersizlikleriyle barışmayı öğ-
e. Gregor Samsa renmişti. Öyle çok diyet yapmıştı ki hayatı boyunca, rejim yap-
mayı ne zaman toptan bıraktığını bile hatırlayamıyordu. Zaman-
laması her ne olursa olsun, Rose kilolarını değilse de, kilo verme
Birinci soruda Rose kendinden emin B şıkkını işaretledi ama
ihtiyacını üzerinden atmıştı. Arzusu kesilivermişti. Mustafa onu
ikinciye dair hiçbir fikri olmadığından A şıkkını salladı. Biraz
olduğu gibi seviyordu ne de olsa. Görünüşünü asla eleştirmezdi.
sonra ilk cevabının yanlış ikincisinin doğru olduğunu görünce
Rose ilk evliliğinin neredeyse her dakikasında vücut kusurlarının
hayret edecekti. Amy yanında olsa ikisine de doğru cevap verir-
o kadar bilincinde olmuştu ki, ikinci evliliğinde bu tür yargıların
di, hem kazara da değil. Kızını düşünürken yüreği sızladı. Bütün
olmaması ona büyük bir saadet veriyordu. Tuhaftır, hâlâ etine
anlaşmazlıklarına ve kavgalarına, bir anne olarak bütün şahsi ku-
dolgun bir kadındı gerçi ama sürekli diyet yaptığı zamanlardan
surlarına rağmen, Amy'yle sıhhatli bir anne kız ilişkisi içinde ol-
daha şişman değildi. Diyeti bırakmak bir şekilde kilosunu denge-
duklarına emindi. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı'nda en çok Büyük
lemiş, iniş çıkışlarına bir son vermişti. Toplu olsa da, fizyolojisi
Britanya'nın zayiat verdiğine emin olduğu gibi.
Bu düşüncelerle nihayet bitti yolculuğun ilk aşaması. San de buna mukabil psikolojisi de dengedeydi. "Aynen böyle!" diye
Francisco'ya indiler. geçirdi içinden, bir paket jelibon alırken. Aynen böyle'yi hâlâ
"evet" yerine kullanıyordu. "Hayır" yerine de "katiyen!"
Terminale girince Rose yeni bir alışveriş hezeyanına kapıldı
Türk Havayollarında ikram ettikleri yemeğin yenemeyecek
ama bu sefer oldukça farklı bir listesi vardı: yolluklar. Uçakta ik-
kadar vasat olması ihtimaline karşı Rose'un ısrarlı isteği üzerine
ram edilen kırıntılardan öyle hoşnutsuz kalmıştı ki işi ele almak
Wendy's'de kuyruğa girdiler. İki Büyük Boy Domuz Pastırmalı
istiyordu. Mustafa ona, Türk Havayollarının, Amerika'daki iç se-
Klasik Combo ve bir adet Aile Boyu Ekşi Kremalı Fırında Pata-
ferlerin aksine mükellef ikramda bulunduklarını anlatmaya çalış-
tes'in hazır olmasını beklerlerken geldi anons. Siparişlerini tam
tıysa da Rose kaçacak hiçbir yeri olmayan on iki saatlik bir uçuşa
zamanında alıp güvenlik aramasından geçmek üzere kapıya yol-
başlamadan önce kendini sağlama almak istedi.
landılar. Uluslararası uçuşlarda, özellikle Ortadoğu'ya yapılanlar-
Aldı da. Planters tuzlu fıstık, peynirli kraker, çikolata parça-
da fazladan bir arama daha vardı. Kibar ama asık suratlı bir me-
cıkh bisküvi, iki paket Bar-B-Q patates cipsi, ballı bademli kro-
murun, Tucson'da aldığı hediyeleri kurcalayışını kaygılı gözlerle
kan, kutu kutu çiklet, hepsi balonlu. Sırf bir şeye, herhangi bir şe-
seyretti Rose. Memur kaktüs şeklinde kalemlerden birini havaya
ye dikkat edebilme imkânı için yediği-karbonhidrat-miktanna-
kaldırıp, henüz yapmadığı bir yanlış yüzünden onu uyanrcasına
dikkat-etme devri çok geride kalmıştı. Çakmakçıyan ailesinden
ileri geri salladı.
intikam almak istediği, daima odar diye damgaladıkları ve asla
Ama bütün yolcular uçağa bindikten sonra Rose çabucak ra-
kendilerinden biri olarak görmedikleri kadının aslında ne denli
hatlayıp ilk kıtalararası yolculuğunun her ayrıntısının keyfini çı-
karmaya başladı - dağıtılan minnacık, şık yolculuk çantaları, den de Mustafa'nın işlediği suçu keşfetmek annesinin hayli zama-
uyumlu yastıklar, battaniyeler ve göz bantları, hindili sandviç ik- nını alacaktı. Keşfettiğinde de tamahkârlığından utanmasına rağ-
ramı, sık sık tekrarlanan içecek ikramı. Çok geçmeden akşam ye-
men onu azarlamamıştı Gülsüm; sadece o günden sonra buzdola-
meği servisine geçildi, fırında tavuk, pilav, biraz salata, kızarmış
bında oğlu için ayrılmış birkaç kâse aşure bulundurmaya başla-
sebzeler. Tepsinin üzerindeki bir kâğıtta, yiyeceklerimizde domuz
eti yoktur, yazıyordu. Rose, Wendy's'den aldıkları domuz pastır- mıştı.
malı hamburgerler yüzünden kendini suçlu hissetti. "Ne içersiniz efendim?" Hostes üzerine eğilmiş Türkçe soru-
"Yemek konusunda haklıymışsın, çok lezzetli," dedi mahcup yordu. Doğada hiçbir canlıda olmayan parlak safir mavisi lensleri
mahcup kocasına gülüp elindeki tatlı kâsesini çevirerek. "Bu ne vardı ve tam aynı renkten bir yelek giymişti. Arkasında puf puf
böyle?" kabarmış bulut resimleri vardı yeleğin.
"O mu? Aşure." Kâseyi süsleyen sapsarı kuru üzümlere bakarken, Mustafa bir an tereddüt etti, ne içmek istediğini bilmediğinden
Mustafa'nın sesi boğuk çıkıyordu. "Eskiden en sevdiğim tatlıydı. değil, bunu hangi dilde isteyeceğini bilmediğinden. Onca seneden
Annem geldiğimi duyunca bir kazan kaynatmıştır mutlaka." Böyle sonra kendini Türkçeye nazaran İngilizceye hâkim hissediyor ve
duygusal ayrıntıları hatırlamaktan ne kadar kaçınsa da, Mustafa her koşulda meramını İngilizce anlatmayı tercih ediyordu. Yine de
komşulara dağıtılmak üzere buzdolabının raflarına dizilmiş, memleketlisi bir Türk'le tutup İngilizce konuşmak küstahlık gibi
onlarca cam aşure kâsesinin görüntüsünü zihninden silemiyordu. geliyordu. Mustafa Kazancı şimdiye kadar bu sorunu Amerika'daki
Diğer tatlıların aksine aşure, aile için olduğu kadar konu komşu Türklerle pek görüşmeyerek çözmüştü. Ama ikilemi böyle sıradan
için de pişirilirdi. Bu yüzden de gani gani yapılırdı, türlü türlü karşılaşmalarda bütün açıklığıyla gösteriyordu kendini. Kaçacak
malzemeyle. Her kâse hayatta kalmanın, dayanışmanın, bolluğun delik arar gibi etrafına süratle göz gezdirdi; yakınlarda bir çıkış
simgesiydi. Mustafa'nın bu tatlıya olan aşın düşkünlüğü, henüz kapısı bulamayınca da nihayet Türkçe cevap verdi: "Domates suyu
yedi yaşındayken kapı kapı gezip dağıtması için kendisine emanet lütfen."
edilen aşureleri, başkalarına dağıtmak yerine topluca mideye "Domates suyum yok," dedi hostes, bunda eğlenceli bir taraf
indirdiğinin ortaya çıkmasıyla anlaşılmıştı. buluyormuş gibi şen bir gülüşle. Bazı insanlar çalıştıkları kurumla
Konaklarının yanındaki büyükçe apartmanın merdiven altın- nasıl da özdeşleşiyordu. Aynı güleç yüzü kullanıyordu "evet"
da, elinde tepsi aklında tereddütle bekleyişini hâlâ hatırlıyordu. derken de "hayır" derken de. "Bloody Mary karışımı arzu eder
Tepside yanm düzine kâse vardı, hepsi başka bir komşu için. Ön- miydiniz?"
ce her kâsenin üzerindeki kuru üzümleri yemişti tek tek, kimse- Mustafa uzatılan koyu kırmızı karışımı alıp arkasına yaslan-
nin bunları götürdüğünü fark etmeyeceğinden emin. Ama ardın- dı; alnı düşünceli düşünceli kırışmış, ela gözleri bulutlanmıştı.
dan nar tanelerine ve kavrulmuş fındıklara geçmiş; derken daha Ancak o zaman Rose'un ona baktığını, hareketlerini dikkatle, en-
ne olduğunu anlayamadan, kâselerin altısını birden bir oturuşta dişeyle incelediğini fark etti. "Ne oldu canım? Sinirli görünüyor-
yemişti. Ziyafet sona erince arka bahçeye bir çukur kazıp boş kâ- sun. Aileni göreceksin diye mi?" diye sorarken yüzü kararmıştı
seleri oraya saklamıştı. Normalde aşurelerini alan komşular kâse- Rose'un.
lerini alıkoyar, içine kendi pişirdikleri bir yemeği, genelde de. Bu yolculuğu önceden enine boyuna tartıştıklarından söyle-
kendi aşurelerini koyup geri verinceye kadar beklerlerdi. Bu yüz- yecek fazla bir şey kalmamıştı aslında. Rose, Mustafa'nın İstan-
bul'a gitmek istemediğini, sadece karısının ısrarlarına boyun eğ-
diğini biliyordu. Bu tavizi takdir etse de, kocasına minnettar ol-
İşte o an Mustafa Kazancı kesif bir kaygıya kapıldı. Ne demeye
duğunu söylemek zordu. On dokuz senelik bir eşin, kırk yılda bir
gidiyordu İstanbul'a? Geride bırakabilmek için o kadar uğraş-
kocasından iyilik istemeye hakkı vardır, diye düşündü içinden ve
mışken, şimdi neden ve nasıl yeniden ayaklarını sürüyordu kaçtığı
uzanıp Mustafa'nın elini müşfikâne sıktı avucunda.
yere? Yeterince hava alamıyormuş gibi rengi sarardı. Bu uçakta
Bu hareket Mustafa'yı hazırlıksız yakalamıştı. Kendisine uza- olmamalıydı. İstanbul'a gitmemeliydi. Rose oraya tek başına
tılan eli tuttuğunda bir hüzün dalgası çöktü üzerine. Biraz daha gidip kızını almalı, sonra eve dönmeliydi... eve. Yuvası İstanbul
sokuldu eşine. Sevgiye dair iki temel şey öğrenmişti onun saye- değil Arizona'ydı. Ve şimdi orada olmak için neler vermezdi; her
sinde: Birincisi, romantik tiplerin öyle afra tafrayla iddia ettikle- şeyin aşinalığın kadifemsi dokusuyla örüldüğü, hayatın ritminin
rinin aksine, aşk denilen şey ilk görüşte çakan bir şimşekten ziya- aheste aktığı, çölün dinginliğinin insanlara yansıdığı Arizona'da.
de zaman içinde gelişen ağır'mı ağır bir akıntıydı. Mustafa'nın "Biraz yürüsem iyi olacak," dedi Mustafa, Bloody Mary ka-
Rose'dan öğrendiği ikinci noktaya gelince: Ne olursa olsun her rışımını Rose'a uzatıp. Kaçarcasına ayağa kalktı. "Saatlerce kıpır-
insan sevmeye muktedirdi. Kendisi bile. damadan oturmak iyi değil kan dolaşımı için.'
Seneler içinde Rose'u sevmeye alışmış; onun varlığında, vü- Dar koridordan uçağın arkasına doğru yürürken yolculara
cudunda ve ruhunda bir nebze olsun huzur bulmuştu. Zaman za- baktı; kimi Türk, kimi Amerikalı, kimi başka milletlerden. İşa-
man fazlasıyla kaprisli, talepkâr ve müşkülpesent olsa da Rose damları, gazeteciler, fotoğrafçılar, diplomatlar, gezi yazarlan, öğ-
özünde hep aynıydı, kolay anlaşılır ve önceden tahmin edilebilir renciler, bebekli anneler, aynı mekânı paylaştığın, bir şeyler ters
bir kadın. Bir kez çözdün mü kimyasını, bir daha asla şaşırtmıyor- gitse aynı kaderi paylaşacağın ama sana hepten yabancı simalar.
du insanı. Belli bileşenlerden mürekkep sarih ve basit bir formül- Kimi gazete ya da kitap okuyor, kimileri sarkıtılmış ekranlardan
dü. Hayatla yüzleşmeye çalışmadığı gibi, Mustafa'ya da asla Kral Arthur'un düşmanlannı katledişini seyrediyor, kimisi bulma-
meydan okumazdı. Bulunduğu ortamlara intibak konusunda do- ca çözüyordu. Arkalarda bir kadın, otuzlu yaşlannda bir esmer
ğal bir yeteneği vardı; nerede olursa olsun çevresini içine sindirir, ona dikkatli dikkatli baktı. Mustafa gözlerini kaçırdı. Hâlâ yakı-
sivri köşelerini öyle maharetle törpülerdi ki, bir süre sonra çevre şıklı sayılırdı ama uzun boylu, kaslı vücudu, keskin yüz hatlan ve
ile kendisi arasında hudut kalmazdı. kuzguni saçlan sayesinde değil; hareketlerine sinen kibarlık, kı-
Severdi karısını Mustafa Kazancı. Onunla tanıştıktan sonra, yafetlerindeki şıklık ve seneler içinde geliştirdiği tarz sayesinde.
tavsamıştı korkulan, içinde irinlenen aile anılan. Bir kadını sev- Hayatı boyunca pek çok kadının ilgisini çekmiş olsa da karısını
mek ille de onu tutkuyla arzulamak anlamına gelmeyebiliyordu; bir kez olsun aldatmamıştı. İşin tuhaf yanı, kadınlardan ne kadar
Mustafa Rose'a şükranla kanşık bir sevgi hissediyordu. Onu uzak durursan, onlar da bunu bir meydan okuma sayarcasına da-
ayakta tuttuğu, normalleştirdiği için. Rose semiz mi semiz bir Er- ha çok düşüyorlardı üzerine.
meni sülalesine uyum sağlamakta başanlı olamamış, ilk evliliğin- Esmer kadının yakınından geçerken Mustafa kadının kısacık
de fena halde çuvallamış olabilirdi, ama tam da aynı sebeple, se- bir etek giymiş olduğunu ve bacaklannı, iç çamaşın ha görüldü
miz mi semiz Türk ailesinden kaçmak isteyen Mustafa gibi bir ha görülecekmiş hissi verecek şekilde üst üste attığını fark etti.
adam için ideal sığınaktı. Rahatsız oldu. Mini eteğin görüntüsü çoktan silip atmak istediği,
"Sen iyi misin?" diye tekrarladı Rose, artan bir huzursuzluk- anıları harekete geçirdi. Böyle eteklere bayılan, kendi gölgesin-
la. den kaçmak istercesine telaşlı adımlarla İstanbul'u arşınlayan kar-
deşi Zeliha düştü hatırına. Bir sancı içinde. Zihnindeki Zeliha'mn İkisi de severdi mutfağı ama tümüyle farklı sebeplerden. Rose ye-
gözlerinden kaçamadı. Orta yaşı aştı asalı, kadınlardan gerçekten mek pişirmeye olan düşkünlüğü ve kendini ancak orada tam an-
hoşlanıp hoşlanmadığını sık sık sormaya başlamıştı kendine. Ta-
lamıyla evinde hissettiği için severdi. Mustafa ise çalışırken onu
bii Rose dışındaki kadınlardan. Ama Rose kadın sayılmazdı ki.
Rose, Rose'du işte. seyretmeyi sevdiği için; bir sürü küçük aynntı arasında, karolarla
uyumlu kâğıt havlular, bir garnizona yetecek kadar kupa, tezgâhta
Şimdiye değin Rose'un kızı için iyi bir üvey baba olmuştu.
Amy'yi gerçekten sevdiği halde kendisi çocuk sahibi olmak iste- kuruyan çikolata sosu... gündelik hayatın rehaveti, sıradanlığın
memişti. Çocuklar ona göre değildi. İçten içe evlat sahibi olmayı cazibesi. Özellikle de Rose bir şeyler dilimler, böler, doğrar, kı-
hak etmediğini düşündüğünü kimse bilmezdi. İyi bir baba olaca- yarken onun tombul ellerini seyretmeyi severdi. Rose'u krep ya-
ğına emin değildi. Kimi kandırıyordu? Berbat bir baba olurdu. parken seyretmek, hayatın Mustafa'ya bahşettiği en huzur verici
Kendi babasından bile beter. görüntülerden biriydi. Yeni pişmiş krep üzerinde halkalanan ak-
Vaktiyle büyük ablası Banu'dan defalarca dinlediği Azrail hi- çaağaç şurubu kadar rahatlatıcı bir şey yoktu hayatta. Akçaagaç
kâyesini hiç unutmamıştı. Ölümden kaçabilmek için tüm dünyayı şurubu gelecek zamana aitti. Geçmişin prangalanyla hiçbir ilgisi,
arşınlayan, en nihayetinde tıpkı kader defterinin yazdığı gibi, alakası yoktu. Tamamen Amerikalı'ydı. Geçmişi olmayan bir göç-
Azrail ile Çin-i Maçin'de buluşan adamın hikâyesi. Mustafa Ka- menin simgesiydi akçaagaç şurubu.
zancı bir çocuğu olsa onun büyüdüğünü görebilecek kadar yaşa- İlk başta anndsiyle ablalan sürekli mektup yazar, nasıl olduğunu,
yacağına inanmıyordu. Nereye giderse gitsin, kaç memleket ge- onları ne zaman ziyarete geleceğini sorarak ona ulaşmaya
zerse gezsin, ailesindeki erkekleri telef eden erken ölümden kaça- çalışırlardı. Yüzleşmek istemediği sorular sorar, sürekli mektup
mazdı ki. Büyümesini göremedikten sonra çocuğu olsun istemi- ve hediye gönderirlerdi. En çok da annesi, en çok da o. Bu yirmi
yordu. Hem bir yerde kesilmeliydi artık soy ağaçlan. Tek erkek yıl zarfında annesiyle sadece bir kere görüşmüştü, o da İstan-
evlat olarak Kazancı ailesinin soyunu sürdürmek şöyle dursun, bul'da değil Almanya'da. Jeologlar ve Mücevher Uzmanlan Kon-
kökünden kesip atabilmek istiyordu. feransı için Frankfurt'a gittiğinde annesinden oraya gelmesini is-
Rose'la tanıştıkları günü hatırladı; pek romantik bir karşılaşma temişti. Ana oğul Türkiye'ye dönemeyen siyasi sığınmacılann se-
değildi belki, bir supermarket koridorunda, elinde iki teneke nelerdir yaptıklan gibi Almanya'nın bir kentinde buluşmuşlardı.
nohutla. Seneler boyunca defalarca anlatmışlardı birbirlerine o Annesi onu görmek için öyle can atıyordu ki, iki saat mesafedeki
anı, hatırlayabildikleri her ayrıntıyla dalga geçerek. Yine de hafı- İstanbul'a neden gelmediğini sormamıştı bile. İnsanlann anormal
zalarında farklı farklı yer etmişti aynı sahne: Rose hep onun utan- koşullara çabucak alışma konusunda sergiledikleri beceri ne kadar
gaçlığını, ürkek heyecanını hatırlardı; o ise Rose'un parlayan sarı şaşırtıcıydı. Şartlar olağanüstü olduğunda tuhaflıklan normal
saçlarını ve ilk başta insanı irkilten atılganlığını. Bir daha asla kabul etmek insana özgü bir meziyetti.
ürkmemişti Rose'dan. Aksine Rose'la birlikte olmak kendini, seni Uçağın sonuna geldiğinde tuvaletlerin önünde durdu Musta-
asla içine çekmeyeceğini bildiğin sakin bir akıntıya, hiçbir sürprizi fa Kazancı, sırada bekleyen iki adamın arkasında. Bir gece önce-
olmayan yeknesak bir gidişata bırakmak demekti. Onu sevmeye yi düşünerek içini çekti. İşten dönerken, Rose'dan gizli olarak
başlaması fazla uzun sürmemişti. Tucson'da son on senedir ara sıra gittiği bir yere uğramıştı. El Ti-
Sabahlan Mustafa, Rose'un mutfakta çalışmasını seyrederdi. radito mabedi.
Tucson'da mütevazı, sapa bir yerdeydi mabet. Amerika'da bir
günahkârın ruhuna adanmış tek yer olduğu yazılıydı küçük bir Kimse görmeden alıp okuyabilseydi o kâğıt parçalarını. Belki bu-
levhada. Aforoz edilmiş birinin, bir tradito'nun, günahkâr bir ada- nu yapan biri çıkmıştı. Eğer öyleyse kendi kâğıdını da açıp oku-
mın ruhuna adanmış. Amerika değil Meksika asıllıydı mabet. Sı- muş olabilirlerdi. Geride bıraktığı korkunç bir günahın dayanıl-
nırdan geçen Meksikalı kaçaklar beraberlerinde getirmişlerdi bu maz ağırlığı... konuşulamayan, söze dökülemeyen, ancak bir kâ-
kültürü. Şimdi kimse 19. yüzyılın ortalarında vuku bulmuş hikâ- ğıt parçasına yazılıp Arizona'da bir duvar oyuğuna sıkıştırılan bir
yenin ayrıntılarını bilmiyordu; günahkâr adam kimdi, günahı itiraf...
neydi, daha da önemlisi nasıl olmuş da zelil ismine bir mabet "İyi misiniz efendim?" Safir lensli hostesti soruyu soran.
adanmıştı? Meksikalı göçmenler bilirdi elbet bu soruların cevap- Başını sertçe sallayıp cevap verdi. Bu sefer Türkçe konuşma-
larını ama onlar da bu tür bilgileri kendilerinden olmayanlarla yacaktı onunla. Kaşlarını çatıp İngilizce cevapladı, köklerini red-
paylaşmaya pek istekli değillerdi. Zaten Mustafa Kazancı tarihi detmek istercesine inatla:
ayrıntıları araştırmakla ilgilenmiyordu. El Tiradito'nun özünde iyi "Yes, thank you. I'm okay. Just a bit air sick..."*
bir adam olduğunu, en azından herkesten daha kötü daha fesat ol-
madığını, yine de geçmişte korkunç şeyler, onu günahkâr diye
yaftalayacak hatalar yaptığını, yine de bağışlandığını, hoş görül-
düğünü ve pek çok faninin sahip olmadığı bir mabedin kendisine
bahsedildiğini bilmek yeterliydi onun için. Sokak lambasının perdeden sızan kadifemsi ışığı altında Zeliha
İstanbul'a doğru yola çıkmadan önceki akşam Mustafa mabe-
Teyze elinde cep telefonu, çenesine dayalı votka şişesi ve diğer
de tekrar gitmişti.
elinde yanan sigarasıyla, külçe gibi yatıyordu.
Aslında Tucson'da hatırı sayılır bir Müslüman cemaat de vardı
Banu Teyze tam zamanında girdi odaya. Az daha gecikse
ve istese camiye gidebilirdi mesela. Dindar değildi Mustafa, asla
yangın çıkacaktı. Çabucak battaniyede giderek yayılan sigara ya-
da olmamıştı. Tapınaklara, camilere, havralara ya da ayazmalara
nığını söndürdü, kız kardeşinin elindeki sigarayı kültablasına bas-
ihtiyacı yoktu. El Tiradito'ya uğramasının sebebi başkaydı. Dua
tırdı. Cep telefonunu alıp komodinin üzerine koydu, votka şişesi-
etmek için gitmiyordu oraya. Bir beklentisi yoktu. Tam da bu
ni yatağın altına sakladı, sonra Zeliha'nın üzerini örtüp, başucu
sadelik ve beklentisizlikti aradığı. Onu evvela buyur ardından da
lambasını söndürdü.
asimile etmek için can atmayan tek kutsal mekân olduğu için se-
Nice sonra pencereyi açmak geldi aklına. Deniz esintisinin
viyordu orayı. Müminler seni kendilerine benzetmeye çalışırken,
tuzlu kokusunu taşıyan serin bir hava vardı dışarıda. Odanın için-
bir günahkârın ruhuna atfedilen bu mekân gelen herkesi olduğu
deki duman ve koku dışarı çıkarken, Banu Teyze en küçük karde-
gibi kabul ediyordu. İddiasız, talepsiz, iktidarsız... Meksika ruhu-
şinin solgun, yaşından çok daha yorgun yüzüne baktı şefkatle. Dı-
nun Amerikan âdetleriyle karışımı. Mabedde kendileri de günah-
şarının loş sarımtırak ışığı altında Zeliha Teyze'nin çehresi için
kâr olan başka başka insanların yaktığı düzinelerce mum duru-
için işiyormuş gibi görünüyordu. Alkolle keder bu yüze tabiatta
yordu; ziyaretçilerin günahlarını itiraf ettiği, sonra da katlayıp
eşine az rastlanır bir parıltı vermişti adeta. Banu Teyze gözleri dolu
sakladığı kâğıtlar vardı duvar oyuklarında. Mustafa bazen gözle-
dolu, usulca alnından öptü onu. Sonra her zamanki gibi omuz-
rini kapar, o kâğıtlan tek tek açıp okumayı hayal ederdi. Acaba
neler yazmıştı insanlar? Neydi onları en çok utandıran günahlar?
* Evet, teşekkür ederim, iyiyim, biraz uçak tuttu galiba.
lanndan sarkarak her hareketini dikkatle izleyen iki cinine baktı. çarşafı tekrar başına sarıp daha kalın bir sesle cevap verdi: "Belli
"Ne yapacaksınız efendim?" diye sordu Ağulu Bey, başkasının mi olur? Hoş, gönül ister ki asla mecbur kalmayasın kötünün yar-
felaketine tanıklık etmekten duyduğu hazla. Efendisini bu kadar dımına. İnşallah lüzum duymazsın. Ama velev ki duydun, o za-
çaresiz ve üzgün görmenin verdiği keyfi saklama zahmetine bile
girmemişti. Muktedirlerin zayıflığını görmek hep hoşuna giderdi. man sana kötü bir cin gerek."
Kaşları çatıldıysa da Banu Teyze tepki vermedi. "Yeter! Ne bu böyle?" diye öfkeyle araya girdi Banu Teyze,
Bunun üzerine Ağulu Bey olanca cerbeze yeteneğini devşirip, gerçi cevabı gayet iyi biliyordu.
aşağı atladı. Yatağın yanına, derin uykudaki Zeliha Teyze'nin ya- "Bu..." Ağulu Bey öne eğildi ve oyunun sonunda alkış bekle-
kınına oturdu. Aklından geçen fikirle gözleri parlamıştı. Çarşafın yen bir tiyatro oyuncusu gibi öne eğilip selam verdi."... zamanın
ucunu neredeyse Zeliha Teyze'yi uyandıracak kadar sertçe kavra- içinde bir an. Mini minnacık bir dilim ortak hafızadan."
yıp, eşarp gibi başına bağladı.
Sonra gözlerinden zehir saçarak sesini yükseltti: "Size kendi
"Sana bir şey söyleyeyim..." dedi Ağulu Bey, kollarını kavuş-
turmuş, sesini inceltmişti. Belli ki birini taklit ediyordu. "Bu dün- sözlerinizi hatırlattım efendim!"
yada..." Banu Teyze öyle derin bir korku hissetti ki o anda, bütün vü-
Banu Teyze onun kimi taklit ettiğini hemen anladı ve sırtı ür- cudu zangır zangır titredi. Bu mahlukun bakışında öyle fazla şer
perdi.
vardı ki, onu neden hemen azledip kışkışlamadığını kendine açık-
"Bu dünyada öyle habis şeyler vardır ki, Allah muhafaza, yü- layamıyordu. Nasıl böyle yakınlaşabilmişti ona, ağza bile alınma-
reciği tertemiz insanların bunlardan hiç haberi yoktur. İsabet, var- yacak bir sırrı paylaşıyorlarmış gibi? Banu Teyze cininden hiç bu
sın bilmesinler zaten, bilseler iyi kalamazlardı, değil mi ya? Ama kadar korkmamıştı.
eğer bir kötülük madenine düşmüşsen, sağın solun necasetle ku- Keza kendisinden de, yapmaya muktedir olduğu büyülerden
şatılmışsa, ya da görülecek bir hesabın varsa, o iyi kalpli insanlar de daha evvel hiç bu kadar ürkmemişti.
derman olamaz yarana. İyilerden yardım isteyemezsin."
Banu Teyze, Ağulu Bey'e sert sert baktı ama beriki kafasındaki
çarşafı indirip eski yerine atladı, yüzünü biraz önce durduğu yere
döndü, hayali diyaloğundaki ikinci konuşmacıyı canlandırmaya
hazırlandı. İkinci konuşmacıyı taklit etmek için kalan kuru
üzümleri bir anda havaya dizip, kolye bilezik yaptı. Bunları takıp
sırıttı. Şimdi kimi taklit ettiğini anlamak zor değildi. Asya'nın tarzı
hemen seçiliyordu.
Yaratıcılığının cazibesine kapılmış olan Ağulu Bey kibirli bir
edayla devam etti taklitlerine: "Onun yerine kötü cinlerden mi
yardım alacağımı söylemeye çalışıyors/ın?"
Ağulu Bey kolyeyle bilezikleri çıkarıp yeniden yatağa atladı;
On Altıncı Bölüm şehirde herkes emsalsiz güzelliğimi kıskanıyor ya."
"Sen geç dalganı. Daha bugün gazetede bir haber vardı. On
GÜLSUYU sekiz yaşında bir çocuk, sapasağlam, sıhhatli ama sokakta karşı-
dan karşıya geçerken pat diye dizlerinin üzerine düşüp ölmüş.
Nazar değilse ne şimdi bu," dedi Feride Teyze.
"Kıssadan hisse için teşekkürler," dedi Asya. Ama kaçık tey-
zesinin ne yana baktığını görünce duraladı, tebessümü somurtma-
ya dönüşüverdi. Kardanadam-kardankadın tuzluklarına bakıyor-
du teyzesi. Oysa daha bir gün önce Asya onları kimsenin bulama-

K
yacağını ümit ederek bir dolabın köşesine saklamıştı. Ama işte yi-
ne masadaydılar. Her ailede vardır böyle nesneler; kim bilir ne
vakit alınmış, kullanıla kullanıla paralanmış ama hâlâ ortalıkta
dolaşan, bir başka dönemi, bir başka modayı yansıtan ama gene
em gözlere şiş, göz edenin gözüne de bir türlü çöpe atılmayan nesneler. Bu seramik tuzlukla biberlik
kızgın şiş. Duydunuz mu o uğursuz sesi? Çat etti! Oh içime değ- de zevksiz ve bayağı oldukları kadar dayanıklı ve kalıcıydılar an-
di! Yüreğimin yağı eridi. Allah bilir ya birinin kem gözüydü o, laşılan. Kurtulmak mümkün değildi onlardan.
haset mi haset. Allah muhafaza!" "Keşke Cicianne daha sıhhatli olsaydı, şimdi sana kurşun dö-
İşte böyle demişti Cicianne pazar sabahı kahvaltı sofrasında; kerdi," dedi Banu Teyze. Her türlü uhrevi ve semavi konuda ev-
semaver köşede fokurdamakta, Beşinci Sultan masanın altında deki otorite olmasına rağmen Banu Teyze kurşun dökemezdi. Zi-
bir parça daha peynir kapmayı bekleyerek mırıldanmakta, alatur- ra bunu yapabilmek için birilerinden el alması gerekiyordu ki bu
ka Çırak programından bu hafta atılan aday kameralara uzun hak zamanında kendisinden esirgenmişti.
uzun neden kovulmaması gerektiğini anlatmaktayken, Asya'nın Tuhaftır, yaklaşık on yıl kadar evvel Cicianne, alzheimer has-
elinde bir çay bardağı boydan boya çatladığında. Öyle ani olmuş- talığının henüz ilk safhalanndayken, ailede kurşun dökme işini
tu ki bardağın çatlaması, Asya yerinde sıçrargıştı. Tek bildiği her devredeceği kadını seçme zamanının geldiğine karar vermişti. Ne
zamanki gibi bardağın yansına kadar dem koyduğu, içine bir di- var ki herkesin haklı olarak beklediği üzre Banu Teyze'yi seçmek
lim limon attığı, ağzına kadar sıcak su doldurduğu, dört kesme şe- yerine, halefi olarak ezeli zındık Zeliha Teyze'yi tayin etmişti. Bu
ker attığı, sonra tam bir yudum içmek üzereyken o nahoş çatırtı- tercih, ailede büyük çalkantılara neden olmuştu o dönem.
yı duyduğuydu. Bardak aşağıdan yukarı yarılmıştı, şiddetli bir "Dalga mı geçiyorsun?" diye cırlamıştı Zeliha Teyze ihtiyar
depremden sonra toprağın üzerinde oluşan uğursuz çatlak gibi. kadının kararını duyduğunda. "Ben kurşun murşun dökemem.
Bir anda bardağın içindeki çay boşalmış ve dantelli örtünün üze- Dua bilmem, inançlı bile değilim. Agnostiğim ben."
rinde koyu kahverengi bir birikinti oluşturmuştu. "O kelimenin-ne mânâya geldiğini bilmiyorum ama hayra
"Ay yoksa sana nazar mı değdi?" Feride Teyze kuşkuyla kaş- alamet olmadığı ortada," demişti Cicianne hiç oralı olmadan.
larını çatarak Asya'yı inceledi. "Kabiliyetin var. Mizacın müsait. Sırrı öğren, kâfi."
"Bana mı, tabii ya?" Asya acı acı güldü. "Ne demezsin! Bu "Neden ben?" diye sormuştu Zeliha Teyze kendini bu ihtima-
li dikkate almaya zorlayarak. "Niye ablamı seçmiyorsun? Banu
ablam kurşun işinin sırrını öğrenmeye can atıyor. Ben işe yara- dan beri bu vazifeyi asla yapmamıştı. Şimdi konu bir kere daha
mam. Büyü müyü öğrenecek en son kişi benim bu evde." açılınca bütün başlar ihtiyar kadına döndü; bakalım konuşulanları
"Bunun büyüyle alakası yok. Kuran-ı Kerim büyüyü yasakla- takip edebilmiş mi diye.
mış zaten," diye çıkıştı Cicianne. "Ablanın nasibi başka seninki Kahvaltı sofrasında aniden ilgi odağı haline gelen Cicianne
başka. Kurşun işinde sen doğru kişisin. Kararlısın, tezcanlısın, öf- başını kaldınp mavi-gri boş gözlerle ailesine baktı. Bir taraftan da
kelisin." sucuğunu gürültülü gürültülü çiğnemeye devam ediyordu. Lok-
"Öfke mi dedin? İyi de öfkenin bu işe ne faydası var? Gönül masını yuttu, usulca geğirdi ve tekrar kendi dünyasına kaçıyor-
fukarası tiplere sövüp saymak söz konusu olsa en iyi aday ben muş gibi göründüğü bir anda, herkesi belleğinin berraklığıyla şa-
olabilirim de, mesele başkalanna yardım elini uzatmaya gelince şırtıverdi:
kimseye bir faydam dokunacağını sanmam anneannecim," de- "Asyacığım, sen hiç merak etme, ben sana kurşun dökerim.
mişti Zeliha Teyze sırıtarak. Ne kadar kem göz varsa üstünde çatır çatır çatlatınm hepsini."
"İçindeki iyiliği küçümseme," demişti Cicianne cevaben. "Eksik olma Cicianne," dedi Asya uysalca gülümseyerek.
"Senin dilin murdar ama kalbin temiz." Asya küçükken Cicianne nazan savuşturmak için düzenli
İşte o zaman Zeliha Teyze konuyu ilanihaye kapatan bitiriş olarak kurşun dökerdi ona. Doğrusu pek cılız bir bebek olan As-
cümlesini sarfetmişti. "Benden kurşuncu murşuncu olmaz. Ka- ya'nın da fani hayatının başlangıcında az biraz yardıma ihtiyacı
fam karışık olabilir ama inkârımda, isyanımda ve dahi inançsızlı- varmış gibi görünüyordu. Nedense sürekli ayağı takılıp yüzüstü
ğımda sebat edecek kadar taşaklıyım!" düşer; her seferinde alt dudağını kanatırdı. Her seferinde kabahati
"Tövbe de. Git derhal ağzını sabunla yıka," diye azarlamıştı bu bebeğin dengesiz adımlan yerine nazarda bularak, Cicianne'ye
tartışmaya kulak misafiri olan Gülsüm Nine. "Tövbe istiğfar et." havale ederlerdi onu.
Ama Zeliha Teyze geri almamıştı laflarını. Bu konuşmadan İlk başlarda bu tören Asya için keyifli eğlenceli bir oyundan
sonra bu ve benzeri konulardan ısrarla uzak durmuştu. Ailesinin ibaretti - bir de büyüklerin ilgisine mazhar olduğu için mesut.
yarısı kaskatı laik Kemalist, diğer yarısı ise dini bütün Müslü- Çocukken her türlü sihr-i helal ve sihr-i haramdan hayli keyif al-
mandı. İki taraf hem sürekli çatışarak hem de kendilerince bir dığını hatırlıyordu; büyüye olmasa da aile büyüklerinin devr-i fe-
uyum geliştirerek aynı çatı altında yaşamayı başarırken, paranor- leğe söz geçirebileceğine inanacak kadar toy olduğu zamanlarda.
mal yetenekler su gibi, ekmek gibi, tuz gibi normal kabul edili- Bilhassa kurşun dökme töreninin aynntılanndan hoşlanırdı: evin
yordu. Zeliha Teyze her iki tarafa da eşit uzaklıkta durmayı tercih en kıymetli halısının üzerine bağdaş kurup oturmak, başının üze-
etmişti. rine bir battaniyenin gerilmesini izlemek, bu tuhaf çadmn altında
Neticede Cicianne, senebesene Kazancı hanesindeki tek kur- kendini korunaklı ve saklı hissetmek, herkesin mır mır okuduğu
şun dökücü olarak kalmıştı. Ne var ki yakın zamanlarda bir sabah dualan dinlemek ve nihayet o cızlayan sesi, tiz bir çığlık gibi, Ci-
kendini elinde ne yapacağını bilemediği bir tava dolusu erimiş cianne'nin su dolu bir tencereye erimiş kurşun döküşünün sesini
kurşunla bulunca, bu işi bırakmak zorunda kalacaktı. ve o sese eşlik eden kelimeleri işitmek:
"Ne demeye elime tutuşturdunuz bu fokur fokur tavayı," diye
sormuştu Cicianne. Tavayı elinden usulca almışlardı. O zaman- Elemterefiş kem gözlere şiş
Göz edenin gözüne kızgın şiş
Kurşun çabucak katılaşır, her seferinde farklı şekiller alırdı. Ama Armanuş yiyeceklere kayıtsızca bakmakla yetindi. Ça-
Battaniyenin altındaki kişiye nazar değmişse, kurşunun ortasında yını birkaç saniye dalgın dalgın karıştırdıktan sonra Zeliha Tey-
daima göz şeklinde bir delik oluşurdu. Asya böyle bir deliğin ze'ye dönüp sordu: "Annemi karşılamak için sizinle havaalanına
oluşmadığı bir zaman hatırlamıyordu hiç. gelebilir miyim?"
Velhasıl Asya, Banu Teyze'nin gelene gidene fal bakmasını,
"Tabii canım, birlikte gideriz," dedi Zeliha Teyze başını sal-
Cicianne'nin nazarı savuşturmasını seyrede seyrede büyüdüğü
layarak, sonra da söylediklerini berikilere tercüme etti.
haJde annesinin pabuçdilli agnostikliğini miras almıştı son tahlil-
"Ben de geliyorum," diye atıldı Gülsüm Nine.
de. Ona kalsa her şey bir yorum meselesiydi, ya da bir tercüme
"Tamam anne, sen de gel," dedi Zeliha Teyze, yine başını sal-
hatası. Ne gördüğün, ne görmeye yatkın olduğuna bağlıydı. Efla-
layarak.
tun bir canavar görmeye hazırsa gözlerin, eflatun canavarlar gör-
Asya dayanamadı: "Ben de geliyorum."
meye başlayabilirdin pekâlâ. Benzer şekilde fal dünyasında da
Ne var ki bu sefer olumsuz bir cevap çıktı Zeliha Teyze'den.
maksat ve niyet esastı. Yeterince adanmış ve yeterince imanlı ba-
"Olmaz küçük hanım. Sen uslu uslu burada otur, kurşununu dök-
karsanız, kapkara bir kahve telvesinde bile eflatun canavarlara
rastlayabilirdiniz. tür."
Kırgın, asabi başını çevirdi Asya. Bu da ne böyle? dercesine
Ama Ciciannesine itiraz etme niyetinde değildi Asya. Yaşlı baktı etrafına. Neden kendisi dışanda bırakılıyordu? Bu evde bir
kadına duyduğu sevgi ağır basmıştı. Teklifi reddedemedi. "Peki nebze ifade ve düşünce özgürlüğü varsa dahi, belli ki bu haklar
olur," dedi omzunu silkerek. Hem zaten Cicianne'nin bu meseleyi
bir tek kendisinden esirgeniyordu. İş ona gelince hanedeki rejim
birkaç dakikaya kadar unutacağına öyle emindi ki. "Kahvaltıdan
mutlak totalitarizme dönüşüveriyordu. Asya yeise kapılarak içini
sonra bana kurşun dökersin, eski günlerdeki gibi."
çekti. Hayatındaki dertlerin sembolü oymuş gibi hınçla seramik
Alt kattaki banyonun kapısı tam o esnada açıldı ve hayli uy-
tuzluğa uzandı. Çirkin kardanadamın boyası akmış pörtlek gözle-
kusuz, bitkin görünen Armanuş yanlarına geldi. Kimse bunu ona
rine baktı kederle.
söylemeye cesaret edemese de, keder onu daha da güzelleştirmişti.
Farklı bir çehreydi şu anda taşıdığı. Etrafındaki dünyayla nere- Kenardan onu seyreden Banu Teyze şefkatle seslendi: "Bir-
deyse hiç bağı olmayan, adeta daha yaşlı bir Armanuş. Ağır ağır, likte alışverişe çıkalım mı canım? Kahvaltıdan sonra ikimiz kol
sarsakça taşıyordu bedenini. kola alışveriş yapalım, üst baş alalım ne dersin? Biraz keyif çata-
"Başın sağolsun. Babaanneni kaybetmene çok üzüldük," dedi rız."
Zeliha Teyze sıkıntılı bir sessizlikten sonra. "Taziyelerimizi kabul Asya teslimiyetle başını salladı.
et." "Ama ondan önce..." Banu Teyze cümlesinin ortasında durdu,
"Teşekkür ederim," dedi Armanuş, gözlerini herkesten kaçı- "gel mutfakta aşureleri kâselere koymama yardım et."
rarak. Boş bir sandalye çekip Asya'yla Banu Teyze'nin arasına Aynı b£ş hareketini tekrarladı Asya. Hayat boktan, diye dü-
oturdu. Asya ona çay koyarken, Banu Teyze yumurta, peynir ve şündü, hep aynı terane...
ev yapımı kayısı reçeli doldurdu tabağına. Sekizinci simidi de
ona verdiler, pazar sabahları sekiz simit alma âdetini bozmadık-
larından.
Mustafa'nın varmasına az bir zaman kala, kalabalık bir hafta sonu larla konuşuruz, belki bir şey bulunur."
ikindisi hayli revaçta bir lokantanın mutfağı nasıl kokarsa aynen Armanuş başını iki yana salladı: "İyi olurdu ama doğrusu an-
öyle kokuyordu Kazancıların mutfağı. Ama bu rayiha demetinin nem buraya geldikten sonra tek başına çıkmak zor olur. Beni tek
içinde en baskın olan şüphesiz tarçın kokuşuydu. Tezgâhın başına başıma surdan şuraya bırakmayacağına eminim. Aşın koruyu-
geçip, aşureyi kepçeyle koca kazandan cam kâselere boşaltmaya cudur."
başladı Asya; her birine bir buçuk kepçe. Zeliha Teyze1 nin onu Arkalarında ayak sesleri duyunca sustular. Banu Teyze ne
neden havaalanına götürmediğini merak ediyordu. Arabada yer yaptıklarına bakmaya gelmişti. "Armanuş aşurenin hikâyesini bi-
vardı. Arabada yer var da, hanfendinin yüreğinde bana yer yok, liyor mu?" diye sordu gözlerinin içi gülerek, bir sorudan ziyade
diye homurdandı. Tuhaf ama Zeliha Teyze onu misafirlerden hikâyeye girişti bu.
uzak tutmaya çalışıyor gibiydi. Annesinin, Mustafa'nın yirmi yıl
İki genç kadın fındık dövüp nar ayıklayıp tezgâhın üzerinde-
sonra dönmesine de pek sevinmediğini fark etmişti. "Yardım
ki düzinelerce aşure kâsesine tarçın serperek yan yana çalışırken,
edebilir miyim?"
Banu Teyze anlatmaya başladı.
Arkasını döndüğünde Armanuş'un onu seyrettiğini gördü. "Tabii,
"Bir varmış bir yokmuş, uzak bir diyarda, dar zamanda, in-
neden olmasın, teşekkürler." Asya ona bir avuç dövülmüş fındık
sanların sapkınlıkları dizboyuymuş. Bu rezalet ve melameti yete-
verdi. "Şunu kâselerin üzerine serper misin?"
Sonraki on-on beş dakikayı Şuşan Nine'yi yâd ederek, yan rince seyreden Allahü Teala kullarının kendilerine çekidüzen ver-
yana çalışarak geçirdiler. mesini sağlamak ve nedamet getirmelerine fırsat tanımak için be-
"İstanbul'a neden geldim biliyor musun Asya?" diye mırıl- lagat ve feraset sahibi Hazreti Nuh'u göndermiş. Ama Nuh pey-
dandı Armanuş nice sonra. "Babaannemin doğduğu şehre tek ba- gamber ne vakit doğrulan vazetmek için ağzını açsa, sözleri kü-
şıma gelirsem, aile mirasımı ve şu hayatta nerede durduğumu da- fürlerle bölünmüş. Ona demediklerini bırakmamışlar: deli, çatlak,
ha iyi anlayacağımı zannettiğim için geldim İstanbul'a. Ermeni kaçık..."
olmanın anlamını içime daha iyi sindirebilmek için tanışmak is- Asya teyzesini nasıl tavlayacağını gayet iyi bildiğinden, hın-
tedim Türklerle galiba. Aslında bu seyahat başlıbaşına babaanne- zırca takıldı: "Ama herkesten fazla kansmın ihaneti perişan etmiş
min geçmişiyle bağlantı kurma çabasıydı. Doğduğu evin fotoğ- Nuh'u, değil mi teyzecim? Nuh'un kansı da putperestlerin safları-
raflarını çekip ona sürpriz yapacaktım. Sonra San Francisco'ya na katılmış di mi?"
dönünce yanı başına oturup bunları ona gösterecektim... Hiç an- "Hem nasıl, vicdansız kaltak!" diye gaza geldi Banu Teyze,
latmadığı anılarını anlatmasını isteyecektim. Anlattıklarını yazıya dini bir hikâyeyi böyle kaba kelimelerle bezemekten rahatsız ol-
geçirmeyi düşünüyordum. Geç kaldım..." Armanuş ağlamaya sa da.
başladı. "Onu son bir kez göremedim bile." "Gene de çok uğraşmış Nuh Peygamber. Karısıyla ahaliyi ik-
Başkalarına sevgi ve şefkat göstermeye alışık olmayan Asya na etmek için elinden geleni yapmış. Tam 800 yıl boyunca didin-
biraz acemice de olsa Armanuş'a sarıldı. "Çok üzgünüm, keşke miş... Nasıl bu kadar uzun sürmüş diye sormayın," diye önceden
elimden bir şey gelse," dedi. "Sen İstanbul'dan ayrılmadan önce uyardı Banu Teyze. "Zaman okyanusta bir damladır sadece. Bu-
birlikte biraz daha dolaşıp babaannenin geçmişinden başka yadi- dur anın tanımı. Hangisinin büyük hangisinin küçük olduğunu
gârlar ararız. İstersen tekrar evin olduğu yere gidip, başka insan- görmek için ölçemezsin damlaları. Nuh da halkını doğru yola
çekmeye çalışarak, onlar için dua ederek tastamam 800 yıl geçir-
miş. Günün birinde Tanrı ona Cebrail'i göndermiş. Bir gemi yap alınmış, keza Hazreti Musa'ya On Emir aşure günü indirilmişti.
ve her tür canlıdan bir çift al güverteye, diye fısıldamış melek." "Armanuş'a sorsana, bize Ermenilerin en önemli günü nedir
Tercümeye gerek olmayan hikâyeyi tercüme ederken, Asya' söylesin," dedi Banu Teyze bilgiç bilgiç, bunun da aynı güne denk
nın sesi biraz katılaşmıştı çünkü bu en az sevdiği bölümdü. geldiğine itimadı tam.
"Hazreti Nuh'un gemisinde her inançtan her mezhepten ahlak "24 Nisan 1915. Soykırım," cevabını verdi Armanuş. "Hadi
sahibi insanlar varmış," diye devam etti Banu Teyze. "Hazreti Da- bakalım ne yapacaksın. Bu senin aşure takvimine pek uymuyor,"
vud'da oradaymış, Hazreti Musa da, Hazreti Süleyman, Hazreti dedi Asya teyzesine.
İsa, Hazreti Muhammed de, Allanın Selamı Hepsinin Üzerine Ol- İşte tam o sırada Zeliha Teyze omzunda çantasıyla mutfakta
sun. Gemiye erzak doldurup beklemeye başlamışlar. belirdi: "Havaalanı yolcuları için kalkış zamanı!"
"Çok geçmeden tufan kopmuş. Allah şöyle buyurmuş: Ey "Ben de sizinle geliyorum," dedi Asya kepçeyi tezgâha bıra-
gökyüzü! Yağmurunu aşağı boşalt. Artık tutma kendini. Gazabını karak.
gönder! Sonra yeryüzüne emretmiş: Ey yeryüzü, sulan sakın em- "Bunu konuştuğumuzu zannediyordum," diye buz gibi bir
me. Dalgalar öyle hızlı yükselmiş ki gemide olmayanların hiçbiri
edayla cevap verdi Zeliha Teyze. Sanki başka biriydi konuşan.
hayatta kalamamış."
Ürkütücü bir ton vardı sesinde, onun ağzından başka biri konuşu-
Çevirmenin sesi yumuşayıverdi çünkü bu Asya'nın en sevdi-
yormuşçasına. "Sen evde kalıyorsun küçük hanım," buyurdu se-
ği bölümdü. Dalga dalga kabaran suların köyleri, şehirleri ve
sindeki yabancı.
mimsiz medeniyetleri, bir de geçmişin istenmeyen anılarını yıkıp
geçişini tahayyül etmeyi severdi. Asya'nın en çok kanına dokunan Zeliha Teyze'nin çehresini
kaplayan ifadeyi okuyamamaktı. Annesinin canını sıkacak bir şey
"Günlerce yol almışlar, her yer cumbul cumbul şuymuş. Yiyecek
azalmaya başlamış. Yemek yapacak malzeme kalmamış. Nuh da yapmış olmalıydı ama bunun ne olduğuna dair en ufak bir fikri
herkesten elinde ne varsa getirmesini istemiş; böcekler, kuşlar, yoktu. Belki de meVcudiyeti kâfiydi. Varlığı yetiyor da artıyordu
farklı inançlara sahip insanlar ellerinde kalanı getirmişler. Bütün annesini mutsuz etmeye.
malzemeyi birbirine katıp koca bir kazan dolusu aşure pi- Zeliha Teyze ile Armanuş gittikten sonra, kepçeyi bırakıp el-
şirmişler." Banu Teyze efsanede anlatılanın ta kendisiymiş gibi lerini havaya kaldırdı Asya: "Gene ne suç işledim kim bilir. Zaten
ocağın üzerindeki kazanı işaret etti gururla. "İşte bu tatlının hikâ- ne yaparsam yapayım yaranamıyorum..."
yesi budur. Bu kadarını belki herkes bilir. Bilmedikleri bu hikâye- "Hiçbir suç işlemedin canım, annen seni çok seviyor," diye
de kazanın önemi! Biz Kazancılar olmasak, aşure de olmazdı..." mırıldandı Banu Teyze. "Sen benimle kal burda. Aşureleri süsle-
"Tabii ya," diye kıkırdadı Asya. "Başrolde Nuh peygamber ve biz riz, sonra da alışverişe çıkarız."
Kazancılar..." Ne var ki Asya'nın içinden alışverişe gitmek gelmiyordu. İçini
Banu Teyze'nin nezdinde, insanlık tarihindeki tekmil mühim çekerek henüz süslenmemiş kâseleri süslemek üzere bir avuç nar
olaylar aşure günü vuku bulmuştu. Allahü Teala, Hazreti Âdem'in tanesi aldı. Kaybolmuş bir masal çocuğunun eve dönmesini
tövbesini o gün kabul etmişti mesela. Hazreti Yunus onu yutan sağlamak için işaret bırakıyormuşçasına, düzenli, dikkatli bir bi-
yunus tarafından aşure günü azat edilmiş, Hazreti Mevlana Şems' çimde serpiştirdi taneleri. Birden bu nar tanelerinin başka bir ha-
le bu kutlu günde karşılaşmış, Hazreti İsa Tanrı katına aynı gün yatta küçücük, kıymetli yakutlar olabileceği geçti zihninden.
"Teyzecim," dedi en büyük teyzesine dönerek. "Senin şu al-
tın broşuna ne oldu? Hani nar şeklinde olan, nerede?" Yoksa zaman aşımına mı uğramıştı her şey gibi bu da?
Banu Teyze'nin rengi attı. Sol omzunda oturan Ağulu Bey ke- Kazancı ailesinde nadide bir lütuf olan yalnızlığın tadım çı-
yifle tısladı kulağına: kararak odasında oturuyordu kuşluk vaktinden beri tek başına.
Söyler misiniz efendim? Hatırladığımız şeyleri ne zaman ha- Babası Levent Kazancı hayattayken evde kimsenin kapısını kapa-
tırlar, sorduğumuz sualleri neden sorarız? Rastlantısal olan şey- masına müsaade etmezdi. Mahremiyet, şüpheli faaliyetler içinde
ler tesadüf müdür yoksa tevafuk mudur? olmak demekti. Her şeyin görünür ve açıkta olması lazım gelirdi.
Tevafukatı gaybiye... İnsanın kapısını kilitleyebileceği tek yer banyoydu, ama orada
dahi haddinden uzun kalındığında, muhakkak birisi gelip kapıyı
yumruklardı. Ancak babasının ölümünden sonra odasının kapısını
kapamaya başlayabilmişti Zeliha. Gerçi ne ablaları ne de annesi
anlayabiliyordu kendi içine çekilme arzusunu, tüm dünyayı dı-
Nuh tufanı ne denli yutucu ve taşkın olsa da sonunda, sakin sakin şarıda bırakma ihtiyacını. Zaman zaman kendine ait bir eve taşın-
başlamıştı aslında; usulca, bir-iki damla yağmurla. Yaklaşmakta manın hayallerini kurardı Zeliha. Ah kim bilir nasıl da muhteşem
olan felaketi haber veren tek tük damlalar, kimsenin okuyamadığı olurdu kendine ait bir mekâna çıkmak. Varsın doğru dürüst yiye-
mühürlü bir mektup gibiydi. Gökyüzünde topak topak kara, ceği olmasın dolabında, mobilyalar eşyalar bulunmasın salonun-
kasvetli bulutlar vardı; kem gözlerle dolu erimiş kurşun gibi gri da... tamtakır bir eve de razıydı; yeter ki yalnız kalabilsin, diledi-
ve ağır. Her buluttaki her bir delik, ahir zamanda işlenmiş belli bir ği gibi doya doya.
günah için gözyaşı döken semavi bir gözdü. O gün Kazancı kadınları sabah erkenden kalkıp Levent Ka-
Ama Zeliha Teyze'ye tecavüz edildiği gün alabildiğine bulut- zancı'nın mezarını ziyarete gitmişti ama Zeliha bir bahane uydu-
suzdu gökyüzü. Yağmur, yoktu yolda. O meşum günde semanın rup evde kalmıştı. Böyle cümbür cemaat gitmek istemiyordu me-
nasıl da berrak olduğunu daima hatırlayacaktı, seneler seneler bo- zarlığa. Tek başına gitmeyi yeğliyordu. Tek gidip, mezartaşının
yu. Tanrı'dan yardım dilemek için gözlerini havaya diktiğinden yanı başında bağdaş kuracak ve babasına hayattayken cevapsız
değil; boğuşma esnasında başı bir ara yataktan sarktığı ve üzerin- bıraktığı sorulan soracaktı. Kendi evlatlanna karşı neden o kadar
deki adamın ağırlığı altında kımıldanamadığı için. Bakışları gayri haşin ve sevgisiz davrandığını, onlan neden disiplin tabir ettiği
ihtiyari gökyüzüne kilitlenmiş, orada ağır ağır süzülen devasa bir cendereye tabi tuttuğunu bilmek istiyordu. Hayaletinin nasıl hâlâ
reklam balonunu fark etmişti. Balon turuncu siyahtı ve üzerinde herkese musallat olduğunu, hâlâ günün olmadık saatlerinde mev-
büyük harflerle KODAK yazıyordu. cudiyetleriyle babalarını rahatsız etmekten korkarak nasıl sesleri-
O esnada garip mi garip bir fikir gelmişti aklına. Dünyada ni alçalttıklarını bilip bilmediğini sormak istiyordu. Levent Ka-
olan biten her şeyin fotoğrafını çeken bir kamera olduğunu dü-
zancı evde gürültü patırtıdan hoşlanmazdı, özellikle de çocukla-
şünmüştü bu balonun. Ürpermişti. İstanbul'da eski bir konağın bir
odasındaki tecavüzün fotoğrafını çeken polaroid bir fotoğraf ma- rın çıkarttığı seslerden. Bebeklikten itibaren fısıldayarak iletişim
kinesi. kurmayı öğrenmişti çocuklar da. Bir Kazancı çocuğu olmak her
şeyden evvel Sessiz İletişim Dili'ni konuşmak demekti. Yeri gel-
Çekmiş miydi acaba resimlerini o gün o semavi kamera? Du-
diğinde kedi gibi mınldanarak, yeri geldiğinde perdeli imalar ya
ruyor muydu Tann'nın belleğinde yaşanan acı, işlenen günah...
da şifreler aracılığıyla meramını anlatarak, yeri geldiğinde salt
Ekseriya birine kızınca hepsini birden cezalandırmaya karar ve-
kaş göz işaretleri kullanarak... Bu hileli ve hafi dil gündelik ha-
yatlarının her noktasına sirayet etmişti. rirdi.
Diyelim ki çocuklardan biri, babalarının odasının yanındaki Evdeki huylarına bakıp da, Levent Kazancı'nın dışarıdaki
odada ya da koridorda düşüp kendini yaraladı, vargücüyle çığlı- hallerine akıl sır erdirmek mümkün değildi. Sokağa adımını atar
ğını yutar, elini sıkıca kanayan yaraya bastırır, parmaklarının atmaz başka birine dönüşüverirdi adeta. Konağın dışında onunla
ucunda tıp tıp aşağıya, mutfağa ya da bahçeye iner; duyulmaya- karşılaşan herkes, kendisini bir metanet, bir adalet ve hakkaniyet
cak kadar uzaklaştığına emin olduktan sonra, ancak o zaman ve abidesi sanabilirdi. Levent Kazancı'nın kızları kaç kez işitmişti en
orada koyverirdi çığlığını. Bütün bu önlemlerin ve bunca temkin- yakın kız arkadaşlarından, günün birinde tıpkı onların babaları gi-
liliğin altında hayali ve fuzuli bir beklenti vardı. Eğer doğru dav- bi bir adamla evlenmeyi hayal ettiklerini... Ne var ki Kazancı ai-
ranıp yanlış yapmazlarsa babalarını kızdırmayacakları zannı. lesinin reisi, sadece yabancılara saklardı şefkatini. Eve girer gir-
Her akşam Levent Kazancı işten döndükten sonra çocuklar mez, ayakkabılarını çıkanp terliklerini giyer gibi, titiz ve güveni-
masanın önünde tek sıra halinde toplanır, teftiş edilmeyi bekler- lir bürokrattan otoriter babaya dönüşüverirdi. Cicianne bir kere-
lerdi. Asla doğrudan o gün uslu durup durmadıklarını sormazdı sinde, onun çocuklarına bu kadar tahammülsüz davranmasının
onlara. Küçük bir bölük gibi sıraya dizer; bazı uzun bazı kısa, tek sebebinin çocukken çok acı çekmiş, öz annesi tarafından terk e-
tek yüzlerini incelerdi. Banu (koruyucu büyük abla olarak daima dilmiş olmasında yattığını söylemişti.
kendinden ziyade kardeşleri için endişe ederdi), Çevriye (en su- Sebebi ne olursa olsun, Zeliha babasının soyundaki bütün er-
lugözlüleri olarak habire ağlamamak için dudaklarını ısırırdı), Fe- kekler gibi erkenden öldüğü için şanslı olduğunu düşünmekten
ride (babasıyla göz teması kurmaktan aciz, asabi asabi gözlerini alamıyordu kendini. Katı babaların yaşlılığı pek zavallı olur. Le-
devirirdi), tek oğul Mustafa (bu sefil grup arasından sıyrılmayı, vent Kazancı kadar sert ve ters bir adam muhtemelen ihtiyarlık-
babasının gözdesi olmayı umardı) ve en küçükleri Zeliha (yüre- tan zevk almayacak; zayıf ve hasta düşüp, çocuklarının insafına
ğinde inceden inceye intikam arayışı kabarır, haksızlığa karşı kalmaktan azap duyacaktı.
hınçlanırdı). Babaları çorbasını bitirene ve derken ya birine, ya Babasının mezarına giderse, onunla tüm bunları konuşmak
ikisine, ya üçüne... ya da şanslıysalar hepsine birden masaya otur- isteyeceğini biliyordu. Ne var ki, bir kez konuşmaya başlayınca,
malarını söyleyene kadar beklerlerdi. nazardan çatlayan bir bardak gibi dağılabilirdi. Ağlamaktan öle-
Zeliha babasının dinmeyen azarlarını, hatta düzenli tokat ve siye korkuyordu Zeliha. Sevmiyordu zml zırıl ağlayan hatunları.
dayaklarını dahi, akşam yemeği öncesi tabi tutuldukları bu teftiş- Hele hele başkalarının önünde ağlama düşüncesi dehşetengiz ge-
ler kadar önemsemezdi. Masanın yanında hareketsizce dikilmek liyordu. O sulugözlü zırlak kadınlara, bilhassa ailesindeki kimi si-
zorunda kaldıklarında, babaları tek tek yüzlerine baktığında ve malara çekmeyeceğine dair daha yeni söz vermişti kendine. Olur
alınlarında ancak kendisinin okuyabileceği büyülü bir mürekkeple da ağlama ihtiyacı duyarsa, bunu tek başına halledecekti. Bu yüz-
o gün yaptığı yaramazlıkların yazılmış olduğunu anlattığında, den de, yirmi yıl kadar önce o bulutsuz yağmursuz günde Zeliha
Zeliha çaresizlikten yumruklarını sıkardı. Teyze, diğer Kazancı kadınlarıyla mezarlığa gitmek yerine, evde
kalmayı tercih etmişti.
"Neden adam olmuyorsunuz? Bu kadar mı zor sizi adam et-
Günün çoğunu miskin miskin dergi karıştırıp hayal kurarak
mem?" diye adeta hiddetten arınmış bir sesle sorardı Levent Ka-
zancı, ne zaman çocuklardan birinin alnında bir kabahat okusa. yatakta geçirmişti. Yatağın ucunda bacaklarım tıraş ettiği jilet du-
ruyordu. Annesi görse nasıl sinirlenirdi. Vücut tüylerini ağdayla "Varlığını tehdit olarak algıladıklan için," dedi, beyaz kürk-
alması gerektiğini kaç kez tembihlememiş miydi? Jilet erkeklere ten semiz bir pofuduk yastık gibi yatağa kıvnlmış, yemyeşil göz-
özgüydü, ağda cins-i latife. Tıraş erkeklerin tek başına yaptığı bir leriyle onu seyreden Üçüncü Paşa'ya. "Güç odaklannın sevmediği
faaliyetti, ağda ise toplu bir dişil törendi. Ayda iki kere Kazancı bir şey varsa, o da ilgi odaklan! Bülent hanımın sesi öyle ef-
kadınlan oturma odasında toplanıp ağda yaparlardı. Önceki ağda sunkâr, kıyafetleri öyle gösterişli ki, Allah bilir ya, o televizyona
topaklarım eritirlerdi kısık ateşte. Tüm evi sarardı o şekerimsi, çıkarsa, kimsenin kurbağa yeşili üniformalı askerleri dinlemeye-
baygın rayiha. Sonra halıya dizilip gevezelik ede ede, sıcak yapış- ceğinden korkuyorlar. Düşünsene. Ordunun yönetime el koyma-
kan dilimleri bacaklarına tatbik ederlerdi. Soğuyana kadar bekle- sından daha kötü ne olabilir? Ordunun yönetime el koyduğunu
nir, o esnada biraz daha sohbet edilirdi. En nihayetinde düzineler- kimsenin iplememesi!"
ce ağda peş peşe çekilirdi, arkalarında kıpkırmızı izler bırakarak. İşte o sırada tok tok vuruldu kapıya. Cevap beklemeden içeri
Bazen hep birlikte mahalle hamamına gidip göbek taşında, buhar daldı dışarıdaki.
altında yaparlardı ağdayı. Hamamdan nefret ederdi Zeliha, tıpkı "Gene kendi kendine mi konuşuyorsun, salak," dedi başını
ağda merasimlerinden hazzetmediği gibi. Sırf kadınlara ait yer- içeri uzatarak. "Şu berbat müziği de kapat. Kafam şişti."
lerden ve faaliyetlerden hoşlanmazdı zaten. Bacaklarını tıraş et- Ela gözleri gençlik ateşiyle parlıyordu, koyu saçlan aşın bri-
meyi tercih ederdi bu sebepten; olabildiğince çabuk, basit ve ki- yantinlenerek geriye taranmıştı. Allah bilir ne zaman edindiği şu
şisel. tik olmasa, yakışıklı sayılabilirdi. Konuşurken sağ gözü seğiriyor,
Bacaklarını yataktan sarkıtıp karşıdaki aynada uzun uzun başı sağa yatıyordu ara ara; sinirlendiğinde, heyecanlandığında
kendine baktı. Avcuna krem alıp, nemlendirmek için bacaklarına ve yabancıların yanında olduğunda ikiye katlanan mekanik bir
sürdü. Gül suyu kokuyordu. Kremi ağır ağır sürerken, bir yandan hareket. Başkalannın bu tiki utangaçlığına yorduklan olurdu ama
da vücudunu dikkatle inceliyordu. Güzelliğinin farkındaydı ve Zeliha meselenin mahcubiyet değil, sadece güvensizlik olduğunu
gizlemeye çalışmıyordu. Dört kız kardeşin en güzeli oydu. Ama düşünüyordu.
bu bilgi asla dillendirilmemesi gereken hakikatlerden biri oldu- Dirseğinin üzerinde doğrularak omzunu silkti: "Canım ne is-
ğundan, o da bunu kendine saklıyordu. Annesi güzel kadınların terse onu dinlerim."
iki kat daha mütevazı ve erkeklere karşı çok daha dikkatli olması
Ama ona laf yetiştirmek ya da daha önce defalarca yaptığı gi-
gerektiğini söylerdi sık sık. Zeliha bunun, kendisi asla güzel
bi kapıyı çarpıp gitmek yerine, aklına bir şey takılmış gibi durdu
olamamış kıskanç bir kadının zırvalan olduğunu düşünürdü o
beriki. "Neden bu kısa etekleri giyiyorsun?"
yaşlarda.
Soru öylesine beklenmedikti ki Zeliha donakaldı. Nereden
Odanın içinde salına salına yürüyüp kasetçalara Bülent Er-
çıkmıştı bu şimdi? Berikinin bakışındaki buğulu tülü daha yeni
soy'dan bir kaset koydu. Zaten sabahtan akşama kadar başka bir
fark ediyordu. Oldum olası şımarığın tekiydi ya, diye düşündü, bu
şey dinlediği yoktu bugünlerde. Tüm şarkı sözlerini biliyordu ez-
sene iyiden iyiye cozuttu, hıyar. Son kelimeyi yüksek sesle söyle-
bere. Aslında Ersoy'un yeni bir albüm çıkartmasının zamanı gel-
mişti ama darbeden beri hâlâ kontrolü elinde bulunduran askeriye mişti: "Hıyar!"
buna izin vermiyordu. Generallerin neden sahnede transseksü-el Ama beriki onu duymazdan geldi. Teftişe çıkmışçasına oda-
şarkıcı istemediğine dair bir teorisi vardı Zeliha'nın: ya göz gezdirdi. "Bana bak şu benim tıraş bıçağım mı?"
"Evet," diye itirafta bulundu Zeliha. "Yerine koyacaktım."
"Berurn tıraş bıçağımla ne yapıyorsun?" "Üzerine vazife değil,"
dedi söylediğine kendi inanmayarak Zeliha.
"Üzerime vazife değil demek?!" Kaşlarını çatmıştı ki aniden pişkin pişkin yapan sınıf arkadaşlannın aksine, ellerini denetle-
bir koku aldı: gülsuyu kokusu. Etrafına bakındı ama kokunun meyi başarmıştı. On üç ila on sekiz yaşlan arasında uzunca bir
kaynağını saptayamadı. "Gizlice odama girip tıraş bıçağımı çalı- süre isteğini bastırabilmiş, mastürbasyon yapmamaya muvaffak
yorsun, mahalledeki erkeklere sergilemek için bacaklarını tıraş olmuştu. Ne var ki yakın zamanda kendi dışında ve iradesinin
ediyorsun, sonra da utanmadan üzerime vazife olmadığını mı çok üstünde bir güç tarafından idare edilmeye başlamıştı sol eli,
söylüyorsun. Bu ne arsızlık hanımefendi! Sana bir şey diyeyim pis eli, murdar eli. Her şey iki sene evvel üniversite sınavlarında
mi? Bu evde olup biten her şey vazife bana. Bilhassa senin terbi- başarısız olmasıyla başlamıştı. Sonuçların açıklanmasına kısa bir
yeni takınmanı sağlamak." müddet kala, bastırılamaz bir hızla nüksetmişti İstek. Kendini ce-
Zeliha'nın gözleri tekinsiz bir parıltıyla canlandı. "Toz olsana zalandırarak ve kendinden soğuyarak geçirdiği seneler ansızın
sen. Neden gidip işine bakmıyorsun? İşin gücün de yok ama bari ters bir etki yaratmış; dürtü her zamankinden güçlü dikilmişti
mastürbasyon filan yap da vakit geçsin." karşısına.
Bu sözler asit damlaları gibi yaktı geçti değdiği yeri. Kıpkır- İstek her yerde, günün her saatinde gelebiliyordu. Banyoda,
mızı kesilmişti. Gücenik gözlerle baktı Zeliha'ya, yüzünde yakayı bodrumda, bahçede, tuvalette, yorganın altında, oturma odasında,
ele vermenin utancıyla. televizyon karşısında ve etrafta kimseler olmadığında, kız karde-
Oysa Zeliha rasgele sarf etmişti bu haşin laflan. Bilmiyordu şinin odasında; gizlice oraya süzüldüğünde, onun yatağında, san-
ki zülf-i yare dokunmuştu. Bilmiyordu ki bir yaranın kabuğunu dalyesinde, masasında... İstek, tahakkümperver bir hükümdar gibi
kaldırmıştı hoyratça. mutlak itaat talep ediyordu. Gene de ne kadar boyun eğerse eğsin
Berikinin nicedir karşı cinsle ilişkisini baltalayan iki eksen ona, sağ elini kullanmazdı asla. Sağ el temiz şeyler içindi, saf ve
vardı: kadınlar (varlıklarıyla) ve kadınlar (yokluklanyla). Her kutsal. Kuran'ı, seccadeyi, tespihi sağ eliyle tutar; kapalı kapıları
yaştan kadın arasında büyüdüğü, daima onlann ilgi odağı olduğu sağ eliyle açar, sabahları yataktan kalkarken sağ eliyle yorganı
halde, nasıl oluyordu da karşı cinsle deneyimi erkek akranlannın kaldırırdı. Keza yaşhlann elini sağ eliyle kavrardı, öpüp alnına
çok gerisinde kalıyordu? Artık yirmi yaşına gelmiş olmasına rağ- koymadan evvel. Sağ el ne kadar mübarekse, sol el de o kadar
men çocuklukla erkeklik arasındaki meçhul eşiğe saplanıp kalmış münafıktı. Sadece sol eliyle mastürbasyon yapardı:
gibi hissediyordu kendini. Ne evvelki safhaya dönebiliyor, ne Bir keresinde tuhaf mı tuhaf, günlerce aklından çıkmayan bir
sonrakine sıçrayabiliyordu. Eşiğe dair tek bildiği, böylesine arada rüya görmüştü. Babasının önünde mastürbasyon yapıyordu rüya-
kalmanın sinirlerini bozduğuydu. Ah bir silkinebilseydi nef- sında. Babası uzunca bir şölen sofrasını andıran yemek masasına
sinden. Kirli, ıslak bir eldiven gibi çekip çıkarabilseydi keşke ya oturmuş, bir yandan dumanı tüten bir çorbayı kaşıklıyor, bir yan-
bedenini ya da erkekliğini. dan gözucuyla ters ters onu seyrediyordu.
Tenin şehvetinden tiksiniyor; zaaflar, takıntılar ve arzulardan Babasının kendisine en son böyle baktığını gördüğünde yedi
köşe bucak kaçıyor, yine de onlarsız edemiyordu. Geçmişte me- yaşındaydı ve yeni sünnet olmuştu. O süklüm püklüm oğlanı ha-
rakını zaptedebilmişti. O melun ve memnu işi utanıp sıkılmadan tırlıyordu; kocaman, gösterişli, saten bir yatakta, paket paket kur-
delalı hediyeler arasında, kimi dedikodu yapan, kimi durmadan
tıkınan, kimi kalkmış göbek atan, kimi ucuz şakalarla ona takılan
komşularla akrabalar arasında; çocukluktan erkekliğe geçişini
kutlamak için yetmiş kişi toplanmıştı. İşte o gün, tam sünnetten istemişti; ne kadar çiğ ve çirkin olursa o kadar iyi. Cinsellikten ta-
sonra, çığlığını lokumla bastırdıklarında, babası gelip yanağını mamen kopmak, arınmak için en bayağı olanı seçecek; su yüzüne
öpmüş ve o yakınlıktan kulağına fısıldamıştı: "Beni hiç ağlarken çıkabilmek için evvela dibe vuracaktı. Yan yana dizilmiş, adeta
gördün mü oğul?" Başını iki yana sallamıştı. Hayır, hiç kimse ba- birbirlerine sokulmuş batakhaneler, ekşi kokular, lekeli çarşaflar,
basını ağlarken görmemişti. "Anneni hiç ağlarken gördün mü oğ- erkeklerin salt gülebilmek için patlattıkları açık saçık espriler;
lum?" O zaman başını hızlı hızn aşağı yukan oynatmıştı. Annesi odalarda bir an evvel müşteriden kurtulup, yarım bıraktıkları işlere
sürekli ağlardı. "İyi o zaman," demişti Levent Kazancı kadifemsi dönmeyi bekleyen fahişeler, giriş katında elinde ucuz limon
bir tebessümle. "Artık erkek oldun, erkek gibi davran."
kolonyasıyla teşrifat yapan koca memeli patroniçe, dışarıda sırı-
Ne zaman mastürbasyon yapsa pantolonunu tam olarak aşağı
tarak bekleyen seyyar tatlıcı... Oradan kendini kirli ve aciz hisse-
indirmeye cesaret edemezdi; sadece evdekilerden birine yakalan-
derek dönmüştü.
ma korkusundan değil, daha ziyade aynı cümleyi tekrar tekrar ku-
"Yoksa sen beni takip mi ediyorsun?" diye sordu boş bulunup. "Ne
lağına fısıldayan babasının hayaletinden halen tedirgin olduğu
ne ne?" dedi Zeliha hayretle, kazara bir keşif yaptığını yeni
için. Yine de senelerce süren perhizin ardından bu sene vücudu
anlamıştı. "Ay ne salaksın! Orospulara gidiyorsan bu senin
aniden hem kendi iradesine, hem de babasının hayaline galebe
sorunun. Hiç derdim değil valla."
çalmıştı. Tıpkı soğukalgınlığı, hatta daha beteri bulaşıcı bir hasta-
lık gibi yakalanmıştı Istek'e. Gece gündüz, olur olmaz, mastür- Kendini aşağılanmış hissederek, birden kardeşine vurmak is-
basyon yapmaya başlamıştı. En çok korktuğu şey iş üstünde ya- tedi. Haddini bildirmenin zamanı gelmiş de geçiyordu bile. Onun-
kalanmaktı. Geçen gece rüyasına girmişti. Annesiyle babası kapıya la böyle alay edemeyeceğini anlaması gerekiyordu.
dayanmış, kilidi kınp suçüstü yakalamışlardı. Bağnşlar ve Zeliha düşüncelerini okumaya çalışıyormuş gibi gözlerini kı-
iniltiler arasında annesi onu öpüp sırtını sıvazlamış, babası yüzüne sarak ona baktı. "Ne giydiğim, nasıl yaşadığım seni hiç ilgilendir-
tükürüp eşek sudan gelene kadar dövmüştü. Babasının acıttığı mez," dedi. "Sen kendini ne zannediyorsun? Babamız öldü. Boş
yere annesi bir lokma aşure sürmüştü, bir nevi merhemmiş gibi. yere ondan rol çalmaya çalışma."
Tiksintiyle, titreyerek uyanmıştı, alnı boncuk boncuk ter içinde. Zeliha nedense bu lafı söyler söylemez sabahleyin kuru te-
Zeliha ona laf soktuğunda bunların hiçbirini bilmiyordu. "Hiç mizlemeciden dantelli elbisesini almayı unuttuğunu hatırladı. Ya-
utanma arlanma yok sende değil mi?" dedi öteki. "Büyüklerinle rın sabah almayı unutma.
nasıl konuşulur bilmiyorsun. Sokaklarda erkekler ıslık çalsın laf "Babam hayatta olsa şimdi böyle konuşamazdın zaten," dedi
atsın canına minnet. Şu haline bak. Orospu gibi giyinip, sonra da beriki. Bir dakika önceki buğulu bakışının yerini hınçlı bir parıltı
saygı bekliyorsun." almıştı. "Ama o öldü diye, zıvanadan çıkamazsın. Ailene karşı so-
Zeliha'nın yüzünde müstehzi bir gülümseme belirdi. "Hayrola? rumlulukların var küçük hanım. Adımızı lekeleyemezsin."
Orospulardan korkuyor musun yoksa?" Beriki bakakaldı. "Dinime küfreden bari Müslüman olsa! Merak etme benim
Bir ay önce İstanbul'un en rezil sokağını keşfetmişti. Seksin bu aileye getirebileceğim hiçbir leke, senin bugüne kadar getir-
bu kadar ucuz, bu kadar paspal, bu kadar yarımyamalak olmadı- diklerinle mukayese kabul etmez. Kendine bak sen."
ğı başka yerlere de gidebilirdi pekâlâ ama bilhassa oraya gitmek Öteki tokat yemişçesine duraladı. Kumar oynadığını öğren-
miş miydi kız kardeşi, yoksa yine blöf mü yapıyordu? Az biraz
paralanmak için burnunu sokmuştu bu pisliğe ama her seferinde
daha beter batıyordu. Babası hayatta olsa yaşına başına bakma- kındı ki, içinde başka hisse yer kalmamıştı. Eli kolu bağlanmış,
dan deri kemerle döverdi kesin. Pirinç tokalı kızıl kahve olanla. O utançtan donakalmıştı. Normalde ne denli pervasız, nasıl da pa-
kemer başkaydı. Diğer kemerlerde deriden çok toka kısmı acıtır- buçdilli görünürse görünsün, yetiştirilme tarzının öğrettiği ahlak
dı. Kızıl kahve olandaysa derisi yakardı adamı, tokası olsun ol- anlayışını sandığından daha çok içselleştirmişti özünde. Beklen-
masın. Öküz derisinden olduğu için miydi acaba? Bir kemerin di- medik bir taciz anında, karşıdakine değil kendine odaklanmıştı
ğerlerinden daha fazla acıtmasının arkasında mantıksal bir açık- ilk - kendi kıyafetlerine, kendi görünüşüne. İç çamaşırının görül-
lama olabilir miydi? Yoksa hayalgücü ona oyun mu oynamıştı mesinin verdiği aşağılanma hissi, bir an için her şeyi bastırmıştı.
bunca zaman; tek bir kemeri mimleyip, ondan korkunca, diğerle- Ama birden bir panik dalgası utancını süpürdü attı. Bir eliyle
rinin o kadar acıtmadığına inanmayı, öteki kemerlere rastgeldi- onu engellemeye çalışırken diğer eliyle eteğini aşağı çekip dü-
ğinde kendini adeta şanslı hissetmeyi başarmıştı. zelttiyse de, Mustafa, otomatiğe alınmış bir inatla eteği tekrar sı-
Ama babası artık yoktu ve belli ki birilerinin bunu hatırlatma- yırdı. Zeliha vargücüyle bir yumruk indirdi ağbisinin sırtına;
sı gerekiyordu:
anında okkalı bir tokat yedi suratına. Sonra bir tokat daha, bir ta-
"Babamız öldüğünden beri aileden artık ben sorumluyum." "Öyle
ne daha... Ne tuhaf, hiç acımadı. Birbirlerinin kanına susamışça-
mi?" Zeliha acı acı güldü. "Senin derdin ne biliyor musun? Seni
sına mücadele etmeye başladılar. Kim kimin saçlanna asıldı, kim
fazla şımarttılar. Çok şımarıksın, kıymetli çük! Hadi artık çık
kimin yüzünü tırmaladı, kim kimin etini ısırdı... her şey birbirine
odamdan."
karışmıştı. Adeta senelerdir birbirlerine besledikleri hınç gözleri-
Rüyada gibi, göz ucuyla, ağabeyinin elinin havaya kalktığını
ni kararttı. Sorulacak ne çok hesap, güdülecek ne çok hınç vardı.
fark etti. Onun kendisine vurabileceğine hâlâ inanmadan boş boş
Mustafa kız kardeşinden bu kadar nefret ettiğini bilmiyordu. Ba-
bakıp, son anda kenara çekilmeyi başardı Zeliha.
balarına laf yetiştirmeye cüret eden tek Kazancı çocuğuydu Zeli-
Tokat hedefi ıskalamıştı ama bu başarısızlık atanı iyice öfke-
ha. En küçükler oldukları için daima ikili olarak görülür, daima
lendirmişe benziyordu. İkinci kez kaldırdı elini. Bu seferki yana-
kıyaslanırlardı. Yan yana ama birbirlerine fersah fersah uzak du-
ğını yaktı Zeliha'nın. O da aynı hızla vurdu Mustafa'ya.
rurlardı, tüm kardeşler tek sıra halinde hizaya girdiklerinde. Mus-
Bir anda kendilerini çocuklar gibi yatakta boğuşurken buldu-
tafa kendini diğerlerinden ayırmaya çabalayıp göze girmek ister-
lar; bir farkla, çocukken hiç boğuşamamışlardı. Babalan bu tür
ken; babaya itiraz eden, savaş açan hep ama hep Zeliha'ydı. Mus-
itiş kakıştan hiç hoşlanmazdı. Bir-iki saniye kendini galip hissetti
tafa'nın söyleyemediklerini söyleyen, dayak yedikçe sineceği
Zeliha, ona öyle kuvvetle vurduğu için. Uzun boylu, voleybol
yerde daha da dillenen ve ağabeyinin itaatkârlığını kendine örnek
sayesinde atletik bir kızdı ve kendini güçsüz hissetmeye alışık de-
ğildi. Ringdeki şampiyon gibi iki elini yumruk yapıp havaya kal- alacağına, tam tersine, bu mücadeleyi veremediği için içten içe
dırdı ve zaferiyle coşan görünmez seyircileri selamladı: "Ben ka- onu da hor gören, tek kalemde yargılayan, kimseleri takmayan,
zandım!" bazen nasıl da küstahlaşan, ayaklı isyan Zeliha...
Aniden Mustafa'nın içindeki mahzenin kapağı kırılmıştı. Ar-
İşte tam o anda sol kolunu arkasına büküp, üzerine çıktı Mus-
tafa. Bu sefer her şey farklıydı. Mustafa farklıydı. Bir koluyla dında çiğ, gün ışığı görmemiş bir atavet vardı. Birikmiş kin, şa-
göğsünü zaptedip, diğer eliyle eteğini sıyırdı. rap gibiydi. Seneler geçince eskimiyor, sadece yıllanıyordu. Ser-
Aniden derin bir utanç hissetti Zeliha. Bu zillet hissi öyle bas- best kalır kalmaz akmak istiyordu; öylesine taşkın. Kız kardeşi-
nin canını yakmak istediğini fark etti. Vurup da geçmek değil, vu-
rup da iz bırakmak... öyle bir iz ki ömür boyu geçmesin, geçeme- yaslandı. Orada öylece durdu bir an. Sırtı kardeşine dönük, sırtı
sin. Bunları düşünürken boş bulundu, çat diye bir tokat yedi. Kar- olan bitenlere dönük... İnsan geçmişinden usul usul kopmaz her
şılığında bir yumruk indirdi. zaman, öyle peyderpey kendiliğinden düşen ölü bir tırnak gibi. İn-
Zeliha yüzünün zonkladığmı hissetti. Ilıktı kanın tadı... Han- san geçmişinden bir anda pat diye kopar bazen; kesinkes yırtılır
gisi hangisinin bedeniydi? Nerede başlıyordu mütecaviz, haddi bir bağ, bir daha asla bağlanmamak üzere... Bilirsin ki hatırlama-
aşan; nerede bitiyordu saldırıya uğrayan, haddi hatırlayan? mak tek seçeneğindir. Bilirsin ki hatırlamamak kendini inkâr de-
Bu bir oyunsa, bir yerlerde oyunun rengi değişti. Bu bir sa- mektir. Bedeli göze alırsın. Ancak böyle hayatta kalırsın. Bu yüz-
vaşsa, bir an geldi, silahlar yenilendi. Birinin "Dur!" diye haykır- den bakmadı arkasına Mustafa, geride bıraktığı enkaza; dönmedi
dığını duydu Zeliha; kendi sesi olamayacak kadar yabancı, yaba- bir kez olsun yüzünü, odadan çıkacak gücü topladığında dahi.
ni, çatal çatal, avaz avaz, insanlıktan çıkmış, mezbahadaki bir Koridora çıkar çıkmaz sokak kapısının açıldığını duydu, aile-
hayvanın sesi gibi direnircesine kendinden kuvvetli bir kötülüğe. si eve dönmüştü. Banyoya koştu, kapıyı içeriden kilitledi, duşu
Kendi çığlığını tanıyamamıştı; tıpkı kendi vücudunu algılayama- sonuna kadar açtı ama altına girmek yerine dizüstü çöküp kusma-
dığı gibi, bacakları aralanıp, beriki içine girdiğinde. ya başladı.
Her şey o kadar gerçekdışı, öylesine kontrolsüzdü ki, hakika- "Hu huu! Nerdesiniz?" Banu'nun sesi. Girişte çıkarılan ayak-
tin bu olmadığına hükmetti. Anlardan bir andı sadece, gelip geçe- kabılar. Paket hışırtıları. Mezarlıktan dönüşte alışveriş yapmış ol-
cekti. Direnmeyi bıraktı, başı yastıktan düştü. İşte Zeliha bulutsuz malılar. "Ayol evde kimse yok mu? Kız Zeliha nerdesin?"
gökyüzündeki KODAK balonunu o esnada gördü. Zeliha hızla yataktan kalkıp gömleğini ilikledi. Her şey öyle
Saklambaçta ebe kalmış gibi gözlerini yumdu; görmezse, gö- aniden ve kayarcasına olmuştu ki, belki de bu kâbusun hiç yaşan-
rülmeyeceğini umarak. Bütün diye bir şeyin olmadığı bu yerde madığına kendini inandırabilirdi. Ama komodinin üzerindeki ay-
sadece ayrıntılar vardı artık, hırıltılar ve kokular. Mustafa'nın so- nada gördüğü yüz başka bir şey söylüyordu sinsice. Sol gözü ya-
luklan hızlandı; demindenberi göğsünde gezinen elleri, boynun- rıya kadar inmişti; altında da belli ki yakında moraracak bir şişlik
da sıkılaştı. Zeliha kendisini boğacağından korktu ama çok geç- vardı, yarım daire şeklinde. Zeliha yumruk yemiş gözünü inceler-
meden gevşedi parmaklar, kesildi salınım, dünya durdu. Göğsü ken, her zamanki şüpheciliğinden dolayı suçluluk hissetti. Yıllar
göğsüne dayalı bir halde, kendini bırakırken olanca ağırlığıyla yılı ne zaman uyduruk aksiyon filmlerinde birinin gözü morarsa
sırtından bir okla yaralanmışçasına acı bir ses çıkardı Mustafa. dalga geçmiş, insan gözünün tek bir yumrukla o hale geleceğine
Zeliha yattığı yerden onun kalp atışlarını duyabiliyordu, deli gibi ihtimal vermemişti. Sen misin inanmayan, dedi aynada kendine.
çarpan bir yürek. Duyamadığı kendi kalbinin atışıydı. İçindeki Sen misin itaatsiz...
hayat damarlarından çekilmiş gibi hissediyordu. Yüzü belki ama vücudunun geri kalanının hasar görmediğine
Ne kadar kaldılar o vaziyette? Kaç dakika, kaç zaman? İçinde emindi. Hâlâ duyulan olup olmadığını anlamak istercesine do-
yumuşayıp geri çekildiğinde dahi gözlerini aralamadı Zeliha. kundu kendine. Nasıl oluyor da parmaklarının dokunuşundan
Tıpkı söz gibi, gözün de tükendiği bir aşama vardı demek. Göre- başka bir şey hissetmiyordu? Canı yansa bilmez miydi?
cek bir şey yoktu. Kapının açılmasıyla yerinde sıçradı. İzin beklemeden içeri
Mustafa ayağa kalktığında güçlükle yürüyordu. Sendeleyerek daldı Banu. Belli ki bir şeyler anlatacaktı ama aynadaki Zeliha'yı
kapıya seğirtti. Birkaç adım ilerledi, zorlukla nefes alarak duvara görünce donakaldı.
"Yüzüne ne oldu senin?" diye sordu Banu kekeleyerek.
Zeliha bir açıklama yapacaksa şimdi yapması gerektiğini bi-
liyordu. Ya bu hadiseyi şu anda anlatacak ya da sonsuza kadar Bir varmış bir yokmuş,
saklayacaktı. "Göründüğü kadar vahim değil, meraklanma," dedi Uzak, çok uzak bir ülkede dört çocuklu ihtiyar bir çift yaşar-
ağır ağır. Karar verme anı çoktan geçmiş, tercih yapılmıştı. "Hava mış, iki kız iki oğlan. Kızlardan biri güzel biri çirkinmiş. Küçük
güzel yürüyüşe çıkayım dedim, hay demez olaydım. İlerde bizim erkek kardeş güzel olanla evlenmeye karar vermiş. Ama kız iste-
bakkalın orda bir adam, karısını sokağın ortasında dövüyor evire miyormuş. İpekli elbiselerini yıkayıp nehir kıyısına durulamaya
çevire. Perişan haldeki kadını kurtarmak istedim ama sonunda gitmiş. Suyun kenarında uzun uzun ağlamış. Soğukmuş. Elleriyle
bir yumruk da ben yedim eşşoğlusundan." ayakları az kala donuyormuş. Eve dönüp kapıyı çalmış ama kilit-
İnandı Banu. Tıpkı diğerleri gibi. Bu tür belalar Zeliha'yı bu- liymiş.'Annesinin penceresini tıklatmış ama annesi: "Bana ancak
lurdu zaten, ya da o gidip belasını bulurdu her seferinde. Olmaya- kayınvalide dediğinde seni içeri alırım," demiş. Babasının pence-
cak iş değildi. Böyle bir kaza gelse gelse onun başına gelirdi. resini tıklatmış ama babası: "Bana ancak kayınpeder dediğinde
Zeliha Teyze tecavüze uğradığında on sekizini doldurmuştu. seni içeri alırım," demiş. Ağabeyinin penceresini tıklatmış ama
Rüştünü ispat etmişti. Bu yaşta kimsenin rızası olmadan diledi- ağabeyi: "Bana ancak kayınço dediğinde seni içeri alırım," de-
ğiyle evlenebilir, ehliyet alabilir ya da oy kullanabilirdi - tabii as- miş. Ablasının penceresini tıklatmış ama ablası: "Bana ancak gö-
keriye serbest seçimlerin yapılmasına izin verdiğinde. Benzer su- rümce dediğinde seni içeri alırım'' demiş. Erkek kardeşinin pen-
rette, olur da gerekirse, kendi kendine gidip kürtaj da olabilirdi ceresini tıklatmış ve erkek kardeşi onu içeri almış. Ona sarılmış,
pekâlâ. onu öpmüş. Kız: "Yer yarılıp beni yutsun!" demiş.
Takip eden haftalarda defalarca aynı rüyayı görecekti Zeliha. Bunun üzerine yer yarılmış ve güzel kız yeraltı krallığına kaç-
Bir taş yağmuru altında yürüyordu kalabalık bir sokakta. Bastığı mış.
yerdeki kaldırım taşları aşağıdaki boşluğa düşüyordu habire, ar-
kalarında delikler bırakarak. Boşluk büyüdükçe paniğe kapılma-
ya başlıyordu. Taşlar gibi olmaktan, geride hiç iz bırakmadan bu
aç hiçlik tarafından yutulmaktan korkuyordu. "Durun!" diye ba-
ğırıyordu kaldırım taşlan ayağının altından kayarken. "Durun!"
diye emrediyordu üzerine doğru hızla gelen vasıtalara. "Durun!" Elinde kepçeyle mutfak penceresinden dışarı bakan Asya gümüş
diye yalvanyordu onu omuzlayıp kenara iten yayalara. rengi Alfa Romeo'nun arkasından içini çekti.
"Lütfen durun!" "Gördün mü," dedi Asya ayaklarına sürtünen Beşinci Sul-
Bir ay sonra zamanı geldiğinde âdet görmedi. Birkaç hafta tan'a. "Zeliha Teyze onlarla havaalanına gitmemi istemedi. Gene
sonra evin yakınlarında yeni açılan bir laboratuvara gitti. "Kan gıcıklığı tuttu. Bıktım usandım bana böyle davranmasından."
şekeri testi yaptırana gebelik testi bedava!" diyordu girişteki bir Hep birlikte içmeye gittikleri akşam annesiyle nihayet yakın-
levha. Sonuçlar geldiğinde Zeliha'nın kan şekeri normal çıktı, laşabildiklerini sanması amma da enayilikti! Nasıl olmuş da ara-
kendisi de hamile. larındaki mesafeyi aşabileceklerine inanmıştı? Asla tam mânâsıy-
la yok olmayacaktı o mesafe. Teyzeleştirdiği bu anne daima ula- "Ne hindisi ya?" diye sordu Asya gözlerini kırpıştırarak ama
şılmaz bir uzaklıkta kalacaktı. Anne şefkati, çocuk sevgisi, aile daha sorunun sonuna gelmeden, meseleyi kavramıştı. "Ay sen,
dayanışması, bunlara hiç ihtiyacı yoktu... Asya tükürür gibi tısla- Amerikalıların Şükran Günü'nden mi bahsediyorsun?"
dı dişlerinin arasından: Hepsi bokpüsür. "Neyse ne," dedi Feride Teyze elinin tersiyle bu malumatı sa-
vuşturarak. "Sonuç aynı işte. Onların kuvvetli aile bağlan yok.
On İkinci Madde: Şu hayatta ne yaparsan yap, sakın ola an- Biz öyle değiliz. Birisi babansa, sonsuza kadar babandır, karde-
neni değiştirmeye çalışma. Annenle kurduğun yahut kuramadığın şinse kardeşin, nokta."
ilişkiyi de değiştirmeye çalışma zira bu girişim ancak hüsranla Asya bu mutlakiyetçilik karşısında oflamakla yetindi sadece.
sonuçlanır. Sadece kabul et ve razı ol. Eğer sadece kabul edip razı "Hem zaten her bi şeyi acayip bu dünyanın, sade bizim aile mi
olamıyorsan, başa dön, Birinci Maddeye tekrar bak. acayip sanıyorsun," diye ekledi Feride Teyze, belli ki hızını ala-
mamıştı. "Bu yüzden seviyorum üçüncü sayfa haberlerini. Dün-
"Kendi kendine mi konuşuyorsun sen?" dedi mutfağa o sıra- yanın ne kadar manyak ve tehlikeli olduğunu unutmamak için ke-
da giren Feride Teyze. sip biriktiriyorum bütün o kupürleri."
"Yok canım hiç kendi kendime konuşur muyum," dedi Asya Feride Teyze'nin şimdiye kadar hiçbir davranışını rasyonali-
hınzırca göz kırparak, az evvelki hiddetinden sıyrılmış görünü- ze etmeye çalıştığına şahit olmadığından Asya ona ilgiyle bak-
yordu. "Kedi dostumla dertleşiyorduk. Ona diyordum ki Mustafa maktan kendini alamadı. Mart güneşi pencereden içeri dolarken,
Dayım bu evdeyken kendisi henüz doğmamıştı. Evde o zamanlar bir müddet daha mutfakta oturdular iştah açıcı kokular arasında.
atası Üçüncü Paşa'nın hükmettiğini anlatıyordum. Yirmi yıl ol- Ta ki Feride Teyze en sevdiği VJ'in yeni bir grubun video klibini
muş. Tuhaf değil mi? Adam bizi yirmi sene boyunca hiç ziyaret anons ettiğini duyup içeri koşana kadar. O gidince ayaklandı As-
etmedi ama biz hâlâ onu bağrımıza bastığımız için, oturmuş bu- ya. Canı sigara çekiyordu. Sigaradan ziyade Alkolik Karikatü-
rada aşure taksim ediyorum." rist'le sigara içmek istiyordu şimdi. Bunu kabullenmekte zorlan-
"Kedi dostun ne dedi peki bunlara?" diye sordu Feride Teyze, sa da onu özlemişti işte. Misafirler gelene kadar iki saati vardı. İki
samimi bir merakla. saatte karşıya geçip dönebilirdi rahatlıkla. Hoş, gecikse bile kim-
Asya alaycı alaycı güldü. "Valla benim yerden göğe kadar senin umursamayacağını düşündü.
haklı olduğumu, zaten bu evin tımarhaneden farksız olduğunu Birkaç dakika sonra, kapıyı sessizce kapattı arkasından.
söyledi. Ailemin düzeleceğinden ümidi kesip, manifestom üze-
rinde çalışsam daha iyiymiş."
"Bilememiş kedi efendi," dedi Feride Teyze. "Nankör kedi-
lerden nasihat alırsan ancak bu kadar olur zaten. Tabii ki dayını
bağrımıza basacağız. Akraba akrabadır, sevsen de sevmesen de. Banu Teyze kapının kapandığını duyunca o yana seğirtti ama da-
Biz Alman değiliz. Onlar çocuklarını on dört yaşında kapının ha seslenmeye fırsat bulamadan Asya çıkmıştı bile.
önüne koyuyor. Git ne halin varsa gör diyor adam kendi öz evla- "Şimdi ne yapmayı planlıyorsunuz efendim?" diye sordu
dına. Biz yapamayız öyle şey. Güçlü ailevi değerlerimiz var. Öy- Ağulu Bey.
le senede bir gün toplanıp hindi yiyemeyiz biz..." "Hiç," diye fısıldadı Banu Teyze çekmeceyi açıp içinden bir
kutu çıkarırken. Kadife astarın üzerinde nar şeklindeki broş par-
lıyordu.
Kazancı çocuklarının en büyüğü olarak ona teslim edilmişti ki sarıldı: "Sana haberlerim var, bir iyi bir kötü, bir de ne idüğü
broş; babalan Levent Kazancı'dan bir hediyeydi, ona da kendi an- belirsiz. Önce hangisini istersin?"
nesinden kalmıştı. Üvey annesi Cicianne'den değil, hiç yâd etme- "Kötüyü," dedi Asya tereddütsüz.
diği, çocukken onu terk eden ve asla affetmediği öz annesinden. "Peki. Hapse giriyorum. Başbakanı penguen şeklinde çiz-
Broş hem alabildiğine zarif, hem de bir o kadar acı vericiydi. Ba- mem pek hoş karşılanmadı. Sekiz ay hapse mahkûm edildim."
nu Teyze kimselere sezdirmeden haftalarca tuzlu sularda tutmuş- Asya dehşetle baktı ona.
tu onu, sırf taşıdığı negatif enerjiden arınabilsin diye. "Tamam şimdi de iyi haberi duymak istemiyor musun?" diye
Cinlerinin meraklı bakışları altında usul usul okşadı broşu; mırıldandı Alkolik Karikatürist, işaret parmağını Asya'nın dudak-
içindeki yakutların ışıltısını inceledi hayranlıkla. Armanuş'la tanı- larına koyup bir şey sormasına mani olarak. "Gönlüme danıştım.
şana kadar bu nar broşun evveliyatını araştırmak aklına gelme- Onun istediğini.yapmaya karar verdim. Boşanıyorum!"
mişti hiç. Şimdiyse hikâyeyi biliyordu ama ne yapacağını kestire- Peş peşe duyduklarından adamakıllı sersemleyen Asya niha-
miyordu. Herkesin bir parça hakkı vardı bu broşta, ama en çok da yet akıl edebildi son soruyu sormayı: "Ne idüğü belirsiz haber ne-
Armanuş'un. Ona hediye etmek istese de sebebini nasıl açıklaya- dir peki?"
cağı konusunda tereddütleri vardı. "Ah onu da söyleyeyim..." Gururla kaldırdı başını. "Tam dört
Armanuş'a hikâyenin geri kalanını açıklamadan, bu broşun gündür içmedim. Tek damla bile! Neden biliyor musun?"
vaktiyle babaannesi Şuşan'a ait olduğunu söyleyebilir miydi? "Gene Adsız Alkoliklere yazıldın herhalde," dedi Asya.
Elinde olmadan öğrendiği sırların ne kadarını o sırların sahiple- "Hayır efendim. Ne münasebet!" diye itiraz etti Alkolik Kari-
riyle yahut mirasçılanyla paylaşabilirdi? Kimindi hikâyeler? An- katürist, incinmiş gibiydi. "Senin için içmedim. Seni görmeyeli
latanın mı, yaşayanın mı, devralanın mı? Söz ki kutsaldı, söz ki dört gün geçti ve bir dahaki karşılaşmamızda ayık olmak istedim.
salt "kün" demekle koskoca kâinatı ve dahi insanı öldürmüştü, Asya... sen bu dünyada beni ayakta tutan tek şeysin... Huylarımı
peki söze dökülen hakikatler kimin malıydı? Hikâyelerin sahipleri düzeltirsem sırf senin için yaparım bunu."
var mıydı? Farkında değildi bunları söylerken kızardığının. "Ah min-el
aşk!" diye haykırdı. "Ya, ben sana fena halde âşığım."
Asya'nın gözleri duvardaki bir çerçeveye kaydı, 1997 Moğo-
listan Camel Trophy'den kalma tekerlek izli bir yol fotoğrafı.
Şimdi o resmin içine yolculuk etmek ne hoş olurdu, diye düşün-
Kırk dakika sonra, şehrin karşı yakasında Asya, Kafe Kundera'nın dü; 4x4 bir jiple Gobi Çölü'nü geçmek, ayağında ağır, çamurlu
kapısından içeri girdi. botlar, yüzünde tozlu bir gözlük, dertlerini de terle birlikte atarak,
"Heyoooo Asya," diye bağırdı Alkolik Karikatürist neşeyle. kayıp gitmek sonsuzlukta... ta ki hafifleyene, rüzgârda kuru bir
"Gel gel! Buradayım!" yaprak kadar hafifleyip Moğolistan'daki bir Budist manastıra sav-
Yalnızdı bu saatte. Asya masasına yaklaşırken yüzünde meç- rulana kadar.
hul bir tebessümle ayağa kalktı. Kendine doğru çekti onu, sıkı sı-
"Ama söz vermiştin hüzünlü bir hikâye anlatmayacağına," diye kocasının odasına girmeye cesaret edebildi. Ve orada, antika ce-
sitem etti kayıp güvercin yavrusu. "Seni uyarmıştım. Acıklı bir hi- viz masanın en üst çekmecesinde, sabırla bitirilmeyi bekleyen
kâye duyarsam kanatlanıp uçarım demiştim." Kayıp Güvercin Yavrusu ve Asude Bir Bahar Ülkesi'ni buldu. Ya-
rım kalan sonuncu sayfanın altında da nar şeklinde bir broş du-
Ohannes İstanbuliyan dudaklarını endişeyle büzdü. Yazdığı ruyordu.
her cümle bir adım daha yaklaştırırken onu kitabın sonuna, huzur- "Anne," dedi bir ses. Armanuş irkilerek döndü arkasına. Ar-
suzluğu da artıyordu nedense. Nasıl girebilmişti böyle bir sorum- kasından odaya süzülen küçük kızı Şuşan uzatmış kafasını, me-
luluğun altına? Nesillerdir kuşaktan kuşağa aktarılan her bir ma- rakla broşa bakmaktaydı.
sal nice küskün ruh taşıyordu içinde - büyümeden ölen çocukla- Şuşan İstanbuliyan nar broşu ilk kez o gün gördü. O uğursuz
rın ruhları. günlerden kalma nice ayrıntı çok geçmeden solsa da belleğinde,
Çocuk masalları dünyanın en yaşlı anlatılarıydı aslında. Onlar bu mücevheri hep hatırlayacaktı. Belki o küçük yaşında rastgel-
aracılığıyla seslenirdi çoktan yok olmuş nesillerin aç hayaletleri diği en göz alıcı şeydi yakutların ışıltısı. Belki de etrafında her
şimdiki zamana. Bu sebeptendi en sıradanlarında bile bir bilgelik, şey ters gidip lime lime dağılırken, büyüklerin dünyasını da dün-
en neşelilerinde dahi bir elem bulunması. Bundandı Ohannes İs- yanın büyüklüğünü de kavrayamadığı o dönemde, kendisi gibi
tanbuliyan'ın üzerine aldığı sorumluluğun ağırlığından korkması. küçük bir nesneye odaklanmak en kolayıydı. Sebep her ne olursa
Bu kitabı tamamlamaktan başka bir şey düşünemez olmuştu çok- olsun broşu asja unutmadı. Ne Der Zor çöllerine giderken yan ölü
tandır. Varsa yoksa yazmaktı aklında... Böyle bir fikrin ne kadar halde yol kenarına yığıldığında ve öldü sanılarak bırakıldığında;
saçma olduğunu bilse de, bu kitabı yazmaya başladığından beri ne Türk köylüsü ana kız onu kanatları altına alıp, iyileştirmek için
dünyanın daha kederli bir yer haline geldiğine inanmaktan alamv; evlerine taşıdığında; ne yetimhaneye götürüldüğünde, ne bir ge-
yordu kendini. Daha fazla uzatmadan bitirmesi gerekiyordu artık, cede Şuşan İstanbuliyan olmayı bırakıp Şermin 626'ya dönüştü-
yeryüzünde daha az elem olması buna bağlıymış gibi. ğünde; ne seneler sonra Rıza Selim Kazancı tesadüfen yetimha-
nede ona rastlayıp, eski ustası Levon'un yeğenini oradan çıkara-
"Merak etme," dedi nar ağacı gülümseyerek. Dallarındaki bilmek için onunla evlendiğinde; ne daha âdet görmeden kadın
karları silkeledi. "Anlatacağım hikâye hazin gelebilir ilk başta olduğunda; ne de daha kendisi çocuk sayılmazmış gibi, yakında
ama umutsuz sayılmaz... " bir çocuğu olacağını öğrendiğinde.
Çerkez ebe doğumdan aylar önce, karnının şekline ve aşerdi-
Ohannes İstanbuliyan askerler tarafından götürüldükten sonra ği yiyeceklere bakarak bebeğin cinsiyetini söylemişti. Lüks pas-
ailesi günlerce çalışma odasına yaklaşmadı. Bunun dışındaki tanelerden kutu kutu turta, Rusya'dan kaçan Beyaz Rusların açtı-
bütün odalara girip çıkmalarına rağmen, o hâlâ içeride gece gün- ğı bir fırından Apfelstrudel, ev baklavası, bonbon ve her nevi tat-
düz çalışiyormuşçasına kapalı tuttular oda kapısını. Bu esnada lı... Hamileliği boyunca bir kez olsun ekşi ya da tuzlu bir şey aşer-
tüm eve hâkim olan keder ve kaygı öyle yoğundu ki, neler olup memişti Şermin Kazancı; dediklerine göre, kıza hamile olsa öyle
bittiğine akıl erdiremeyen ufaklıklar bile daima tedirgindiler. Çok olurdu.
geçmeden Armanuş çocukları yanına alıp bir müddet Sivas'ta, Gerçekten de çocuk erkek oldu, zor zamanlara doğan bir oğ-
ailesinin yanında kalmaya karar verdi. Ancak bu karardan sonra lan.
bir şey söyleyeceğinin bilincinde. "Kazancıların ne kadar nüfuz-
lu bir aile olduklarını bilirim. Levon gibi bir isim ailenize yakış-
"Cenabı Hak oğluma bu ailenin bütün erkeklerinden daha maz. Bu ismi yazarsak, çocuk ileride sorun yaşar. Yüzde yüz
uzun ömür verir inşallah," dedi Rıza Selim Kazancı, ebe bebeği Müslüman olduğu halde herkes Hıristiyan olduğunu düşünür...
kucağına verdiğinde. Sonra dudaklarını bebeğin sağ kulağına Yanılıyor muyum? Yoksa Müslüman değil midir?"
yaklaştırıp, bundan böyle taşıyacağı ismi fısıldadı: "Adın Levon "Tabii ki öyle," diye hemen tenzih etti Rıza Selim. "Elhamdü-
olacak." lillah." Bir an için memura ustasından bahsetmeyi; bir de oğlanın
Yalnızca kendisine senelerce kol kanat geren ve kazan yapma annesinin İslam'a dönmüş Ermeni bir yetim olduğunu itiraf etme-
zanaatının inceliklerini öğreten biricik ustasının anısını yaşatmak yi düşündü ama içinden bir ses bu bilgi kırıntılarını kendine sak-
değildi bu ismi seçmesinin sebebi. Oğullarına Levon adını vere- lamasını söyledi.
rek, din değiştiren karısına da bir armağan vermeyi umuyordu. "Madem öyle, münasip gördüğünüz ilk isme de saygıda ku-
Bu yüzden bu ismi seçmişti ve dini bütün bir Müslüman ola- sur etmeden ufak bir değişiklik yapalım. Levon'a yakın bir isim
rak üç kere tekrarladı kararını: "Levon! Levon! Levon!" gene ama bariz surette Müslüman olsun. Levent nasıl mesela?"
Bu arada Şermin Kazancı lohusa yatağında doğrulmuş, yerin- Ardından ekledi memur uysalca, sarfetmek üzere olduğu sözün
den edilmiş bir taş gibi kıpırtısız izliyordu isim törenini. Memnun sertliğine uymayan bir uysallıkla: "Yoksa korkarım, oğlunuzu
olup olmadığını anlamak mümkün değildi. Duygulan yüzünden kaydetmeyi reddetmek zorunda kalacağım."
okunmasa da, o da içinden tekrarlamıştı aslında: "Levon! Levon! Böylece Levent Kazancı oldu. Dumanı hâlâ tüten bir geçmişin
Levon!" kurşuni külleri üzerinde doğan; babasının bir zamanlar ona Levon
Ne var ki bu yankı üçlemesinin kaskatı bir itiraz duvarına tos- admı vermek istediğini hiçbir zaman bilmeyen, günün birinde an-
layıp geri dönmesi uzun sürmeyecekti: "Levon mu? Böyle isim nesi tarafından terk edilen, yüreği erken yaşta kabuk tutup taşla-
mi konur Müslüman evladına!" diye söylendi ebe. şan, gençliğinde de yetişkinliğinde de hep haşin ve hınçlı olan,
"Biz koruz," diye diklendi Selim Kazancı. Takip eden günler- ilerde kendi çocuklarına karşı korkunç bir baba olan bir oğlan...
de sık sık tekrarlayacaktı bu savunmayı. "Kararımı verdim. Le- Eğer bu nar broş olmasa Şermin Kazancı kocasını, oğlunu bı-
von olacak!" rakıp gidecek cüreti bulabilir miydi bilinmez. Onlarla birlikte aile
Ama bebeği kaydettirmek için Nüfus Dairesi'ne gittiğinde, kurmuş, akacak tek yönü olan yeni bir hayata başlamıştı. Gele-
yumuşayacaktı birdenbire. ceğinin var olabilmesi için, geçmişsiz biri olarak kalması gereki-
"Allah bağışlasın. Oğlunun adı ne?" diye sordu uzun boylu, yordu. Çocukluk kimliği ufalanmış anıların kınntılanndan başka
donuk yüzlü memur, kahverengi sırtlı, dağvari bir defterin üzerin- bir şey değildi. Ne var ki geçmişinin en sevgili anılan bile onu
den başını kaldırarak. terk etmiş olsa da, broş zihninde bütün canlılığıyla çakılıydı. Se-
"Levon Kazancı'dır efendim." neler sonra Amerika'dan gelen bir adamcağız kapıda belirdiğinde,
Memur yakın gözlüklerini burnunun tepesine iterek Selim onun bir yabancı değil, özbeöz ağabeyi olduğunu anlayacaktı, ge-
Kazancı'ya dikkatli dikkatli baktı. "Kazancı güzel bir soyadı ama ne bu broş sayesinde.
Levon diye Müslüman Türk ismi olur mu?" Yervant İstanbuliyan, gür kaşlarının gölgelediği siyah gözleri,
"Müslüman ismi değildir ama yine de güzel isim," dedi Rıza sivri burnu ve çenesine kadar uzayan, onu üzüntülüyken bile gülü-
Selim Kazancı.
"Beyefendi," diye diklendi memur sesini yükselterek, mühim
yormuş gibi gösteren pos bıyıklanyla kapıda belirmişti. Titreyen Ama üçüncü günün sabahında, içinde bir yerde gizlice kurulu
bir sesle, bir türlü bulamadığı kelimelerle kim olduğunu söylemiş; bir saat harekete geçmişçesine beyni uğuldamaya, kalbi sızla-
yan Türkçe yan Ermenice ta Amerika'dan buraya onu bulmaya maya başladı. Evde yalnız kalır kalmaz çekmeceye koştu ve bro-
geldiğini anlatmıştı. Kız kardeşine hemen oracıkta sarılmak istese
şu sımsıkı avucunda tuttu, sıcaklığını hissederek.
de onun artık evli bir Müslüman kadın olduğunu biliyordu. Eşikte
Yakut, değerini sade taşından değil, bir de ateş kırmızı ren-
durmuştu. İstanbul lodosu uzaklardan rayihalar taşımıştı yanları-
ginden alan nadide bir mücevherdir. Derler ki başka mücevherle-
na, halka halka; bir an çıkıvermişlerdi zamanın dışına.
Kısa görüşmelerinin sonunda Yervant İstanbuliyan, Şermin rin aksine, zaman içinde rengini değiştirme kabiliyetine sahiptir
Kazancı'ya iki şey verecekti: altın nar broş ve düşünmek için za- yakut. Karanr koyulaşır içten içe. Takanın ruh haline göre. Bil-
man. hassa çekirdeği hafifçe laciverde çalan, kan kırmızı bir yakut var-
Şermin Kazancı allak bullak bir halde kapıyı kapattı ve her şeyin dır tabiatta. İsmi Güvercin Kanı.
yerli yerine oturmasını bekledi. Yeni yeni emeklemeye başlayan İşte o yakut Kayıp Güvercin Yavrusu ve Asude Bir Bahar Ül-
Levent yanı başında, halının üzerinde sonsuz bir coşkuyla hareket kesinden kalan son anıydı.
ediyor, henüz kelimelere dönüşmemiş sesler çıkanyordu. Hemen
Üçüncü günün akabinde akşam yemeğini takiben Şermin Ka-
odasına gidip broşu çekmecelerinden birine sakladı. Geri
zancı odasına kapandı. Gizlice çekmeceyi açarak, Güvercin Ka-
döndüğünde bebeğini muzafferane gülücükler dağıtırken buldu;
kendiliğinden tay tay durmayı başarmıştı. Bir saniye kadar öyle nı'na baktı.
durdu, bir adım attı, bir tane daha ve ilk adımlannın harikulade Ancak o zaman ne yapması gerektiğini anladı. Bir hafta sonra bir
keşfi gözlerinde parlarken kıçüstü oturdu. Aniden dişsiz bir pazar günü, ağabeyinin onu deli gibi çarpan bir yürek ve
gülüşle haykırdı: "ma-ma!" Amerika'ya iki biletle beklediği limana gitti. Bavul yerine
Şermin Kazancı önce neşeyle, sonra endişeyle baktı oğluna. Bir minnacık bir çanta vardı elinde. Her şeyini geride bırakmıştı. Nar
süre "da-da"yı deneyip nihayet "ba-ba" dedikten sonra ağzından broşu da. Bırakabileceği yegâne kıymetli yadigârdı o. Her şeyi
çıkan ikinci kelimeydi bu. Ne var ki ilk sevincin ardından oğlunun açıklayan bir mektupla birlikte broşu zarfa koymuş, kocasından
"baba"yı Türkçe, "anne*yi Ermenice söylediğini fark etmişti. iki şey rica etmişti:
Evde onunla yalnız kaldığında Ermenice konuştuğu anlaşılacaktı Bir: Nar broşu annesinden hatıra olarak oğulları Levent'e ver-
şimdi. Midesi kasıldı. Kendi kelimelerini unutmaya çalışması mesini,
yetmiyordu demek, şimdi de benzer bir unutma sürecini oğluna İki: Hakkını helal etmesini.
öğretmesi gerekiyordu. Düşünceli düşünceli bebeğe baktı. "Ma-
ma"yi düzeltmek, yerine Türkçe karşılığını koymak istemiyordu.
Atalannın hayaletlerini yanı başında hissetti. Edindiği bu yeni isim,
yeni din, yeni milliyet, yeni aile, yeni benlik, geçmişini silmeyi
başaramamıştı. Nar broş adını çağınyordu, eski adını... Şermin Uçak İstanbul'a indiğinde Rose bitkindi. Turuncu deri DKNY
Kazancı oğlunu havaya kaldınp sımsıkı tuttu kucağında ve tam marka ayakkabılarına girmiyordu artık şişmiş ayakları. Utanma-
tamına üç gün boyunca broşu düşünmemeyi başardı. dan bir de "Havaalanı Dostu" diyorlar bu ayakkabılara, diye
söylendi. Hosteslerin o bir karış topuklarla her gün okyanusların
bir o tarafına bir bu tarafına nasıl geçtiklerini merak ediyordu.
Mustafa'yla Rose'un pasaportlarını damgalatmaları, gümrük-
ten geçmeleri, bavullarını almaları, döviz bozdurmaları ve hava- On Yedinci Bölüm
alanının içinde bir araba kiralama servisi bulmaları yanm saatten
fazla sürdü. Mustafa İstanbul'da altlarında bir araba olmasının iyi PİRİNÇ
olacağını düşünmüştü. Rose önüne koydukları bir broşürden
Grand Cherokee Laredo 4x4'ü seçti ama Mustafa bu şehrin dara-
cık sokakları için daha küçük bir araba tercih etti. Toyota Corolla
2002'de anlaştılar.
Nihayet bavul takımıyla dolu arabalarını iterek, Dış Hatlar
kapısından çıktılar. Dışarı adım atar atmaz, yanm daire olmuş va-

R
ziyette yakınlarını bekleyen bir sürü insan buldular karşılarında.
Bunca yabancının arasında, el sallayan Armanuş'u fark ermeleri
üç saniye bile sürmedi. Yanında Gülsüm Nine vardı, heyecandan
bayılmamak için sağ elini kalbine bastırmış güç bela duruyordu
ayakta.
ose da Mustafa da İstanbul'daki ilk
Bir adım arkalarında, kalabalıkla hiç işi olmazmışçasına, Ze-
iki günlerini habire yemekle geçirdiler. Sofrada Kazancı ailesinin
liha Teyze dikiliyordu; uzun boylu, mini etekli, her zamanki gibi.
farklı üyelerinin her yönden her telden sorduğu türlü türlü sorulara
İçerisi loş olduğu halde koyu mor güneş gözlükleri takmıştı. Zih-
ninden ve yüreğinden her ne geçiyorsa, durgun bir su yüzeyini cevap veriyorlardı: Amerika'da hayat nasıl? Arizona'da gerçekten
andıran çehresinden okunmuyordu. çöl var mı? Amerikalıların büyük porsiyonlarla fast food yediği
doğru mu? Madem o kadar çok yiyorlar ne demeye durmadan
rejim yapıyorlar? Televizyon yarışmalarında topluca kilo ver-
dikleri doğru mu? Peki Çırak'm Amerikan versiyonu Türk versi-
yonundan daha mı iyi?... vesaire vesaire...
Bunu daha şahsi sorular takip etmişti: Neden çocuk yapma-
mışlardı? Neden İstanbul'a daha önce gelmemişlerdi? Neden da-
ha uzun kalmıyorlardı? NEDEN?
Sorular çift üzerinde zıt bir etki yarattı. Kendi adına Rose bu
şekilde sorguya çekilmekten rahatsız olmuyor gibiydi. Hatta spot
altında olmanın hoşuna gittiği bile söylenebilirdi. Halbuki Mus-
tafa gittikçe sessizliğe gömülmüş, daraldıkça daralmıştı. Az ko-
nuşuyor; zamanının çoğunu, boyalı boyasız, tutucu ilerici tekmil
Türk gazetelerini okuyarak geçiriyordu. Bıraktığı ülkeye yetiş-
meye çalışıyordu sanki. Zaman zaman şu ya da bu siyasetçiye dair
sorular soruyordu, cevabını bilenin cevapladığı sorular. İyi bir
gazete okuru olduğu halde, siyasetle bu kadar ilgilenmemişti hiç.
"İktidardaki muhafazakâr parti kendi tabanından dahi kan İşte o zaman masanın ucuna oturmuş tırnaklarını cırtlak kır-
kaybediyor gibi. Bir dahaki seçimleri kazanma şansları var mı?" mızıya boyayan Zeliha Teyze başını kaldırıp Mustafa'ya baktı.
"Aman bırak Allasen! Sahtekârlar! Hepsi yalancı," diye ho- "Demek kırk oldun. Meymenetsiz bir yaş," diye tısladı aniden.
murdandı Gülsüm Nine, cevap niyetine. Kucağında tepsi, otur- "Ailenin erkeklerinin hep zamansız öldüğünü ve son kuşakta yaş
muş pirinç ayıklıyordu. "Tek bildikleri yalan yalan vaatlerde bu- haddinin kırk bir olduğunu düşününce... Kırk yaşına geldiğin için
lunmak, seçilir seçilmez hepsini unutuyorlar." epey tedirginsindir herhalde ağabey... ölüme bu kadar yakın..."
Pencerenin yanındaki koltukta oturan Mustafa elindeki gaze- Bunu takip eden sessizlik öyle ağırdı ki, Asya'ya elinde olma-
tenin üzerinden annesine baktı. "Ya muhalefet partisi? Sosyal de- dan bir ürperti geldi.
mokratlar?" "Abinle nasıl böyle konuşursun?" Gülsüm Nine elinde tep-
"Al birini vur ötekine!" dedi annesi. "Hepsi yalancı. Siyase- siyle ayağa kalkmıştı.
tin çivisi çıkmış."
"İstediğime istediğimi söylerim," dedi Zeliha Teyze omzunu
"Mecliste daha fazla kadın olsa her şey farklı olurdu," diye
silkerek.
araya girdi Feride Teyze. Üzerinde Rose'un hediye ettiği / Love
"Ahlaksız... Zehir saçıyor dilin. Özür dile abinden. Derhal,"
Arizona tişörtü vardı.
dedi Gülsürn Nine. "Ya özür dile ya şimdi çık git..."
"Annem haklı. Bana sorarsanız bu ülkenin en güvenilir kuru-
İki tırnağını henüz boyamamış olan Zeliha Teyze fırçayı oje
mu daima ordu olmuştur," dedi Çevriye Teyze. "Tann'ya şükür
şişesinde bıraktı, alabildiğine soğukkanlı parmak uçlarına üfleyip
Türk ordusu var. Onlar olmasa..."
göstermelik kuruttu. Sonra da sandalyesini geri itip odadan çıktı.
"Evet ama kadınların da askerlik yapmasına izin vermeleri la-
zım," dedi Feride Teyze. "Ben olsam hemen giderdim."
Asya, iki yanında oturan Rose'la Armanuş için konuşulanları
İngilizceye çevirmeyi bırakıp, gülerek bir dipnot düştü tercüme-
sine: "Teyzelerimden biri feminist, öteki sapına kadar militarist!
Geldikten üç gün sonra, ayrılmalarına üç gün kala Mustafa Ka-
Gül gibi geçinip gidiyorlar. Tam tımarhane!"
zancı hasta olduğu bahanesiyle bütün gün odasından çıkmadı. Bir
Aniden endişelenen Gülsüm Nine oğluna döndü. "Ya sen oğ- süredir mustarip olduğu ateş sadece enerjisini tüketmekle kalma-
lum? Askerliğini ne zaman yapacaksın?" mış, konuşma kabiliyetini de azaltmış olmalıydı ki, aşın sessiz-
Anında yapılan çeviriye rağmen bu bölümü takip etmekte leşmişti. Ne içtiği ne de ağladığı halde yüzü çökük, ağzı kuru,
zorlanan Rose kocasına dönüp gözlerini kırpıştırdı. gözleri kan çanağı gibiydi. Saatlerce kıpırdamadan yatakta yatı-
"Beni merak etme," dedi Mustafa. "Amerika'da yaşadığımı yor, tavandaki belli belirsiz toz desenlerini inceliyordu. Bu sırada
ve çalıştığımı kanıtlayıp belli bir ücret de ödedim mi, kısa dönem Rose, Armanuş ve üç teyze İstanbul sokaklarını arşınlamakla
yapabiliyorum. Sadece temel eğitim. Bir ay kadar..." meşguldü; özellikle alışveriş merkezleri yakınındaki sokakları.
"Peki onun bir üst sının yok mu?" diye sordu biri. O gece her zamankinden erken yattılar.
"Var," dedi Mustafa. "41 yaşına kadar." "Rose, canım," diye fısıldadı Mustafa karısına, sarı saçlarını
"Madem öyle bu sene yapman lazım," dedi Gülsüm Nine. okşarken. Karısının saçlarının düzlüğü, yumuşaklığı ve bilhassa
"Kırk yaşındasın..." rengi onu daima sarmalayıp rahatlatmıştı. Kara saçlı ailesi ve ka-
ra saçlı geçmişi bir yana, san saçlı karısı ve geleceği bir yana. Ka-
nsı yanındaydı, vücudu sıcak, tanıdık ve yumuşak. "Rose, haya-
tım. Geri dönmemiz lazım. Yarın gidelim." odaya daldı. "Girebilir miyim?" diye sordu alçak, tereddütlü bir
"Delirdin mi? Daha uçak yorgunluğundan kurtulamadım. Za- sesle. Olumlu sayılabilecek bir ses duyunca uzun tüylü halıya gö-
ten hemen dönüyoruz ya, daha ne istiyorsun? Burada jet-lag'i at- mülen çıplak ayaklarını sürüyerek birkaç adım attı, sonra aniden
latmadan, gidip orada jet-lag olacağız," dedi Rose esneyerek. Ya- duruverdi. Kırmızı eşarbı gizemli bir ışıkla aydmlanıyormuş gibi
lapşap bir.öpücük kondurdu kocasının dudaklarına ve yürümek- parlıyordu. Gözlerinin altındaki siyahi torbalarsa onu hayalete
ten ağrıyan bacaklarını gerdi. Kapalı Çarşı'dan aldığı simli, saten benzetmişti. Belki de öyleydi. Bütün Kazancı kardeşler içinde o
geceliği giymişti; solgun görünüyordu ama uçuş yorgunluğundan değil miydi gayb âlemine bu kadar yakın duran?
ziyade gün boyu süren alışveriş çılgınlığıydı onu bu kadar hırpa- "Bütün gün aşağı inmedin de merak ettim. İyi misin bi baka-
layan. yım dedim," diye fısıldadı, yatağın öbür tarafında yastığa sarılmış
"Neden bu kadar huzursuzsun? Aileni birkaç gün görmeye bile yatan Rose'a göz atarak.
dayanamıyor musun?" diye ekledi Rose. Yorganı çenesine kadar "Kendimi iyi hissetmiyordum," dedi Mustafa. Sonra hemen
çekip, yatağın sarmalayan sıcağında göğüslerini kocasına
gözlerini kaçırdı.
bastırdı. Elleri neredeyse şartlanmış bir rahatlıkla aşağıya kaydı,
"Sana aşure getirdim," dedi Banu Teyze nar taneleriyle süslü
pijamasının aralığından şöyle bir okşayıp bıraktı erkekliğini.
Mustafa'nın istekliliğini görmesine rağmen arkasını getirmedi. bir kâse uzatarak. "Annem sana bir kazan aşure pişirdi, biliyor-
"Merak etme tamam mı? Her şey yolunda," dedi Rose; vücu- sun." Duraladı. Aklından geçen her neyse savuşturamadı. "Ahçı o
du gerilip nefesi hızlandıysa da, anında sırtını döndü kocasına: belki ama bu kâseyi ben süsledim."
"Çok yorgunum, özür dilerim canım... beş gün daha, sonra evde- "Teşekkür ederim, çok düşüncelisin," diye kekeledi Mustafa,
yiz." Yatağın yanındaki lambayı söndürdü ve başı yastığa düşer omurgasından aşağı bir ürperti yayılmıştı. Anlamadığı bir dilden
düşmez uykuya daldı. konuşuluyordu sanki. Bir parola, saklı bir mesaj vardı bir yerler-
Mustafa karanlıkta öylece kalakaldı, ereksiyonu yarım, hayal de adeta.
kırıklığı dizboyu. Gözkapaklan ağırlaştığı halde uyuyamıyordu. Ablasından korkardı oldum olası. Öteden beri Banu'nun ba-
Rose'un kendisini reddetmiş olması filan değildi mesele. Tann bi- kışlarının ona dikildiğini hissettiğinde dili tutulurdu. Banu daima
liyordu ya aslında çok daha derindeydi yarası. Zeliha'nın geçen inceleyen bir gözdü lakin onu incelemek söz konusu bile olamaz-
gün söyledikleri aklından çıkmıyordu. Haklıydı kız kardeşi. Kırk dı. Bu haliyle Rose'un tam zıddıydı: Erdemleri arasında saydam-
bir yaşını göremeyecekti. Ne babası ne dedesi uzun yaşamıştı. lık yoktu. Kadim bir alfabeyle yazılmış şifreli bir kitaba benzer-
Son neslin erkek akrabalarından ise kırk biri çıkaran yoktu... di. Mustafa niyetini anlamak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın,
Mustafa Kazancı'nın içini aynı anda hem keskin bir ölüm korku- gölgeli ifadesini çözmeyi başaramazdı. Yine de aşure kâsesini
su, hem de ömrü hayatında tatmadığı bir tevekkül sarmıştı. alırken olabildiğince müteşekkir görünmeye çalıştı.
Epeydir bu vaziyette oturuyordu ki kapının çalındığını duy- Bunu takip eden sessizlik ağır ve dipsizdi. Şimdiye kadar hiçbir
du. "Evet?!" sessizlik bu kadar kulak tırmalayıcı gelmemişti Mustafa'ya. Rose
Kapı gıcırdayarak açıldı ve birkaç saniye sonra Banu Teyze bile bundan rahatsız olmuş gibi kımıldandı ama uyanmadı.
Mustafa Kazancı ortak hayatlarında nice kereler, kendisinde
gördüğü şeyin kendisinin bütünü olmadığını itiraf etme ihtiyacı
duymuştu karısına. Bilmediğin, bilsen sevmeyeceğin, belki de tik-
sineceğin yanlarım var, diyebilmek istemişti ona. Ve af dilemek Mustafa ablasının yüzünün nasıl da buruştuğunu görecek ka-
yürekten, haykıra haykıra... Gerçekten af dilemesi gerekenlerden, dar hızlı çevirmişti başını ama Banu Teyze çabucak toparladı ken-
incittiklerinden değil de, başkalarından, en yakınından, bir kez ol- dini.
sun incitmediği insandan, karısından af dilemeyi düşünmüş, düş- "Almanya'dayken annem Zeliha'nın kısa süre nişanlı kaldığı
lemişti pek çok defa. Af denilen şey, öyle soyut bir nimetmiş gi- bir adamdan hamile kaldığını söylemişti. Adam onu terk etmiş."
bi; alakasız insanlar tarafından da bahşedilebilirmiş gibi. "Annem sana yalan söylemiş," dedi Banu Teyze. "Ama artık
Başka zamanlardaysa, geçmişi olmayan bir adama dönüş- ne fark eder? Asya babasını görmeden büyüdü. Kim olduğunu
mekten, inkârla yoğrulmuş bir şahsiyete bürünmekten adeta kı- bilmiyor. Aileden kimse de bilmiyor," diye ekledi aceleyle. "Ze-
vanç duymuştu. Kolay mıydı? Kaç kişi yapabilirdi bunu? İnkâr liha hariç tabii."
emek isterdi, daimi çaba. Geçmişi silebilmek irade işiydi. Herkes "Sen de bilmiyorsun yani, öyle mi?" diye sordu Mustafa,
kotaramazdı bu yıkımı, ödeyemezdi bu bedeli. Her geçen günle inanmadığını aşikâr eden bir tonlamayla. "Oysa bayağı iddialı bir
şahsi uçurumunu biraz daha derinleştirerek, kendini geçmişinden falcı olduğunu duydum. Bu kadar önemli bir şeyi bilmediğini mi
olabildiğince uzaklaştırmıştı. Hesaplanmış olmasa da kasti bir söylüyorsun? Cinlerin sana hiçbir şey anlatmadı mı?"
bellek kaybıydı onunki. "Daha" olamasa da, en a.zından "yeni" bir "Aslına bakarsan anlattılar," dedi Banu. Ardından ekledi:
adam olma ihtiyacı. "Keşke bilmeseydim bildiklerimi."
Hayatı boyunca bu ikiz akıntı eşlik etmişti ona. Şimdi çocuk- Bu kelimeleri kafasında evirip çevirirken, deli gibi hızlandı
luğunun geçtiği konakta, ablasının delici bakışları altında bu akın- Mustafa'nın kalbi. Taşlaşmış vaziyette gözlerini kapadı. Ama ka-
tılardan birinin diğerine baskın çıkacağını seziyor, sonuçlarından palı gözkapaklannın ardından dahi büyük ablasının delici bakış-
ürküyordu. Eğer burada daha fazla kalırsa, belki bir gün, belki bir larını hissedebiliyordu. Birden bir suret belirdi zihninde. İnsanın
saatçik daha fazla, hafıza akıntısının unutkanlık akıntısını yutaca- kanını donduran, iki çökük, uğursuz göz daha vardı. Ablasının
ğını biliyordu. Kokular... en zoru kokulan unutmasıydı insanın. cinlerinden biri miydi bu? Ama bütün bunlar rüya olmalıydı çün-
Amerika'da senelerce hatırlamadan yaşayabildiği ama bu eve dö- kü Mustafa Kazancı gözlerini tekrar açmaya cesaret ettiğinde
ner dönmez şamar gibi yüzüne yediği onca rayihadan biri de gül- odada karısı vardı sadece.
suyu kokuşuydu. Ve onun çağrıştırdıkları... Her hatıra bir yenisini Ne var ki yatağının yanında bir kâse aşure onu bekliyordu.
tetikliyordu. Çocukluğunun geçtiği eve adımını attığı anda onca Baktı, baktı ve birden onun neden oraya konduğunu, kendisinden
yıldır onu kuşatan ve kendi vicdanından koruyan zırh delinmişti. ne yapmasının beklendiğini anladı.
Kendi imal ettiği bellek kaybına daha ne kadar sığınabilirdi? Kâsenin yanında duran sol eline baktı. Elinin gücüne güldü.
"Sana bir şey sormam lazım," dedi Mustafa. Şimdi sol eli, pis eli, murdar eli bu kâseyi ya alabilir ya da itebi-
Düşüncelerini toparlamak ister gibi sustu bir süre. "Bir süre- lirdi. İkinciyi seçerse, ertesi sabah yeni bir İstanbul gününe uya-
dir aklımı kurcalayan bir şey var..." Sesinde isteksizlik seziliyor- nacaktı. Banu'yu kahvaltı masasında görecekti. Muhtemelen bir
du. Perdelerden süzülen ay ışığı yerdeki kalın kırçıllı halı üzerine gece önceki görüşmelerinden bahsetmeyeceklerdi. Bu aşure kâse-
küçük küçük halkalar şeklinde vurmuştu. Uzun zamandır ertele- si hiç hazırlanmamış ve hiç sunulmamış gibi davranacaklardı.
diği soruyu sorarken dikkatini o dairelerden birinin üzerinde top- Ama birinciyi tercih ederse, nihayet tamamına erecekti halka. Ta-
ladı: "Asya'nın babası kim? Nerede?" mamlanacaktı ömrü. Uyanacak yeni bir gün olmayacaktı.
Zaten bir Kazancı erkeğinin yaşam sınırına ulaştığı için ölüm On Sekizinci Bölüm
yakındı. Hayatının bu noktasında bir gün eksik bir gün fazla fark
etmezdi. Hayatla ölüm arasında bir tercihten ziyade, kendisinin POTASYUM SİYANİD
kontrol ettiği bir intihar ile kaderin tayin ettiği bir ecel arasındaki
tercihti. Böyle bir ailevi mirasla yakında öleceği muhakkaktı.
Ama nasıl? Şimdi sol eli, kabahatli eli, ölümünün zamanını ve
şeklini seçebilirdi.
El Tradito mabedinin duvarına sıkıştırdığı kâğıt parçasını ha-

c
tırladı. "Bağışla beni," yazmıştı. "Bir geleceğimin olabilmesi için
hatıranın silinmesi lazım."
Şimdi geçmişin geri geldiğini hissediyordu. Onun varolması
için kendisinin silinmesi lazımdı.
Yıllar boyu aşındırıcı bir pişmanlık içini azar azar kemirmiş-
ti, dış cepheye zarar vermeden. Ama belki de nihayet unuruşla ha- ennetin asma bahçeleri gibi mis kokulu, katıksız
tırlayış arasındaki savaş bitmişti. Sular çekildikten sonra göz ala- ve yemyeşil bir defne sabunuyla temizlediler cesedi tepeden
bildiğine uzanan bir sahilde parlayan deniz kabuklan gibi, anıları tırnağa. Ovuldu, durulandı, silindi itinayla, üç parçalı kefene sarıl-
gelgit sulan altından kendilerini göstermeye başlamıştı. Sol eli dı sonra. Ardından, ihtiyarlann aynı gün ivedilikle gömülmesi ko-
karannı verdi. Aşureye uzandı. Bilerek ve isteyerek yemeye baş- nusundaki ısrarlı tavsiyelerine rağmen, mezarlığa değil, bizzat
ladı; azar azar, her lokmada bütün malzemelerin tadına vararak.
Kazancı hanesine götürülmek üzere bir cenaze arabasına yerleşti-
Aşureyi bitirdikten birkaç dakika sonra öyle keskin bir ağn
rildi.
saplandı ki midesine nefes alamadı. Kekremsi bir tat doldu ağzı-
"Onu evinize götüremezsiniz," diye bağırdı sıska gassal, ca-
na. Otuz saniye sonra nefes alış verişi tümüyle kesilmişti.
mi avlusunun çıkış kapısını kesip, kaşlannı çatarak. "Adamı ko-
İşte Mustafa Kazancı kırk bir yaşına varmadan böyle öldü.
kutacaksınız! ölüye hakaret ediyorsunuz."
"ölü" kelimesi ile "ediyorsunuz" fiili arasında bir yerlerde
yağmur atıştırmaya başladı; tek tuk, isteksiz damlalar, yağmur da
bu tartışmada bir rol oynamak istiyormuş ama henüz safını seçe-
memiş gibi. Bu salı günü, İstanbul'un kuşkusuz en dengesiz ayı
olan mart, bir başka kimlik krizi daha geçirerek, kendi köklerine
dair fikrini bir kez daha değiştirmiş ve aslında kış mevsimine ait
olduğunda-karar kılmıştı. Haliyle hava aniden soğuyuverdi. Saba-
hın erken saatlerinden beri uğulduyordu rüzgâr.
"Ama gassal kardeş anlamıyorsun," dedi Feride Teyze burnu-
nu çekerek. "Yabancı yere değil, evine götürüyoruz. Herkes son
bir kez görsün diye. Erkek kardeşimiz yıllardır gurbetteydi, nere-
yanların filmlerde yaptıkları gibi süsleyip sergilemeyeceğiz ki
deyse yüzünün neye benzediğini unutacaktık. Yirmi yıl sonra ölümüzü."
kalktı İstanbul'a döndü, üçüncü gününde son nefesini verdi. Gidişi Feride Teyze'nin dediklerinden ziyade durmadan devrilen
öyle ani oldu ki, ölüsünü görmezlerse ne konu komşu inanır vefat gözbebeklerine ve devinen ellerine aklı takılan gassal bir an hare-
ettiğine, ne de bizim hısım akraba. Sanırlar ki gene Amerika'ya ketsiz kalakaldı. Karşısındakinin şimdiye kadar karşılaştığı en
döndü de kardeşimiz, biz söylemiyoruz." manyak insan olduğunu anlamışçasma gerilmişti. Belki de birile-
"Kadın sen aklını mı kaçırdm? Bizim dinimizde yok öyle her- rinden yardım alınm ümidiyle etrafına bakındı. Bulamayınca da
kes görsün diye alıp eve götürmeler!" diye kestirip attı gassal, kaygıyla göz attı cesetten yana. Nihayet pes etmiş olmalı ki, daha
karşı tarafın bundan sonra söylemeyi planladığı tüm olası savları fazla itiraz etmedi.
böylelikle engellemeyi umarak. "Müslümanlıkta ölüyü seyirlik Karşılığında Çevriye Teyze gassala bol bol bahşiş verdi.
mal gibi sergileme âdeti yoktur."
Gassal bahşişini, Kazancılar da ölülerini aldılar.
Kısacık kırpılmış kapkara saçları, kavisli kaşları ve yüzündeki Bir anda dört araçlık bir kafile oluştu caminin önünde. Önde
diğer kıllarla tam bir uyumsuzluk içinde kırlaşmış bir bıyığı türbe yeşili cenaze arabası vardı. Tabut kamyonetin arkasına yer-
vardı; öyle ki gerçek olup olmadığını anlamak için çekiştirme is- leştirilirken rahmetliye birinin eşlik etmesi gerektiği ortaya çıktı.
teği uyandınyordu insanda, en azından Feride Teyze'de. "Komşu- Asya gönüllü oldu. O esnada Armanuş karmakarışık bir yüzle sı-
larınız illa da rahmetliyi görmek istiyorsa," diye ekledi gassal ka-
kı sıkı Asya'nın elini tutmakta olduğundan, ikisi birden gönüllü
rarlılıkla, "gidip mezarını ziyaret etsinler. Bir de Fatiha okusunlar
olmuş sayıldı.
sevabına."
"Olmaz öyle şey. Cenaze arabasının önüne kadın oturtmam,"
Feride Teyze bu öneriyi düşünmek istercesine duralarken, ya-
dedi gassala çok benzeyen şoför; aynı kısa kara saçlar, aynı kır-
nında dikilen Çevriye Teyze ellerini beline dayamış, tek kaşını
laşmış bıyık, aynı kaçamak bakışlar. Belki de kardeş ya da kuzen-
kaldırmış, ters ters bakıyordu gassala; tıpkı bir öğrencisine sözlü-
diler; biri yıkıyor, öbürü taşıyordu ölüleri. Kim bilir belki üçüncü
de verdiği cevapların ne kadar mantıksız olduğunu anlatmak iste-
diğinde yaptığı gibi. bir kardeşleri daha vardı; o da mezarlıkta bekleyip, gömmekle
"Amma da yaptın gassal kardeş," diye devam etti Feride Tey- mükellefti.
ze arayı kapatarak, "kendisini görmek başka, mezarını ziyaret et- " Valla başka çareniz yok şoför efendi çünkü ailede erkek kal-
mek bambaşka. Nasıl görecekler kardeşimizi üç metre toprak al- madı," dedi Zeliha Teyze arkadan. Öyle soğuk ve buyurgan çık-
tında?" mıştı ki sesi, daha fazla üstelemedi karşısındaki. Belki de beterin
Bu laflar Çevriye Teyze'nin gözyaşlarına boğulmasına sebep beteri var diye çıkarsamıştı cenaze arabası sürücüsü. Madem ki
oldu. Bir an için sustular. Gassalin ağzı hüsranla aşağı sarktı ama ölüye eşlik edecek erkek yoktu ortalıkta, şu mini etekli burnu hal-
bu deli kadınlarla tartışmanın beyhudeliğini anladığından cevap kalı cadaloz kadındansa, hanım hanımcık iki genç kızın kendisiyle
vermemeyi tercih etti. gelmesinin yeğ olacağına hükmetmişti.
Saçlarını bu sabah patlıcan moruna çalan siyaha boyamıştı Şikâyetler kesildi ve çok geçmeden cenaze arabası yola ko-
Feride Teyze. Belki de matem saçı niyetine. Kendi kestiği kâhkül- yuldu.
lerini kararlılıkla sallayarak devam etti sözlerine: "Gösterme fas- Onun tam arkasında bir kiralık araba vardı - oto katalogların-
lına gelince, siz onu hiç merak etmeyin. Biz öyle, haşa, Hıristi- da "Tutku Kırmızısı" diye geçen 2002 model Toyota Corolla.
Temkinle ilerliyordu İstanbul sokaklarında. Bir atılıp bir duran, den, değil ülke ya da şehir genelinde, yerel seviyede dahi genel-
sürmekten ziyade adeta sıçrayan arabaya bakınca içindeki sürü- leme yapılamadığını idrak etmiş bulunuyordu. Ne de olsa, aynı
cünün paniği anlaşılıyordu. Bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlayan, evin sınırları içinde bile çözememişti bu bilmeceyi. Neden ihtiyar
bir yandan trafikle başetmeye çalışan Rose'du direksiyondaki. Bu Cicianne başını örterken, gelini Gülsüm Nine örtmüyordu mese-
arabayı havaalanında kiralarlarken, bu şartlar altında kullanacağı la; bu durum nesil farkından kaynaklanıyorsa, niçin teyzelerden
aklına gelmemişti hiç. biri başını örterken diğer üç kardeşi örtmüyordu?
Şimdi direksiyon ardındaki özgüvensiz haline bakıp da Rose' Toyota'nın peşinden Zeliha Teyze'nin sürdüğü gümüşi 2001
un çok değil daha yakın zamana kadar büyük bir maharetle ve çe- Alfa Romeo seğirtiyordu. Bütün teyzeler içine doluşmuştu. Çev-
viklikle 5 kapılı, 8 silindirli, 4x4 lacivert bir Grand Cherokee Li- riye Teyze'nin kucağındaki sepette kıvrılmış yatan Beşinci Sul-
mited kullandığını hayal etmek zordu. Arizona'nın geniş bulvar- tan, insan ölümünün kedi iştiyakı üzerinde yatıştırıcı bir etkisi
larında devasa jipiyle cirit atan kadın, her nasılsa İstanbul'un do- varmışçasına şaşırtıcı ölçüde sakin görünüyordu.
lambaçlı, keşmekeş sokaklarına çıkar çıkmaz acemi bir şoföre Alfa Romeo'nun yanındaki şeritte Aram'ın kullandığı yumurta
dönüşmüştü. Amerika'da süpermarketlerden aile boyu cipsler, te- şansı Volkswagen tosbağa vardı. Kazancı kadınlarının ne de-
peleme meyve salataları, kutu kutu tarçınlı üzümlü gevrekler, meye ölülerini eve götürdüklerini anlayamamış, ama dünyada
ikinci el dükkânlardan yığınla kıyafetler ve indirim yapan out- hiçbir şeyin insanı onlara (hele hele böyle toplu olduklarında) iti-
let'lerden tonla ıvır zıvır taşıdığı koca jipinden sonra bu minicik raz etmek kadar yormadığını bilecek basirete sahip olduğundan,
Toyota ona fazla geliyordu. Doğrusu Rose trafiğin kaosundan öyle bir şey sormamayı tercih etmişti. Bu yüzden de, bütün bu hayhuy
şaşkına dönmüş bir haldeydi ki, sersemliği ve kaybolmuşluk içinde sevgilisinin sağ salim ve iyi olduğuna emin olduktan son-
hissi kederine dahi ağır basıyordu şu anda. Bu şehre gelişlerinin ra, itaatkârane gidiyordu peşleri sıra.
üzerinden yetmiş iki saat geçmeden, hayatı altüst olmuştu. Kaza- Karacaahmet'te, gassalin onları ısrarla yönlendirdiği mezarlı-
ra, kâinatta açılmış bir kara delikten içeri yuvarlanmış ve başka ğa birkaç sokak kala, hepsi tesadüfen dip dibe durdular kırmızı
bir boyuta adım atmıştı; hiçbir şeyin normal görünmediği, ölü- ışıkta. Solda Aram'ın sarı vosvosu, ardında Zeliha Teyze'nin gü-
mün bile gerçekdışılıkla örtüldüğü, yabancı bir gezegendeydi. müşi Alfa Romeo'su, sağda Rose'un kiralık Toyota'sı ve onun ar-
Rose'un yanında, hayatı boyunca görmediği Amerikalı geli- dında türbe yeşili cenaze arabası. Uygun adım cepheye giden ama
niyle olmayan Ingilizcesiyle iletişim kurmaya çabalayan Gülsüm yarı yolda savaşma sebeplerini unutuveren başıbozuk bir ordunun
Nine oturuyordu. Kocasını kaybettiği için bir yakınlık ve merha- öncü bölüğü gibi iğreti dizildiler. Bir anda Feride Teyze başını
met duyuyordu gelinine. Ama en çok kendine acıyordu. Kocadan camdan çıkanp, yandakilere el salladı. Hepsini sıra sıra dizdiren
olmaktan beterdi tek oğlunu yitirmek. kuvvet, mekanik bir kırmızı ışık bile olsa, selamlamaya değerdi.
Toyota'nın arka koltuğunda Cicianne oturuyordu. Uçları mü- Hayatlannda ilk olarak birlikte hareket edebildiklerini görmekten
rekkep siyahı oyayla çevrili bir başörtüsü takmıştı bugün. Yakış- heyecanlanmıştı.
mıştı. Neden Türkiye'deki bazı kadınların başlarını örtüp bazıla- Sonraki kırmızı ışıkta, Armanuş ile cenaze arabasının sürücü-
rının örtmediğini merak eden Rose, İstanbul'daki ilk gününde du- sü arasında oturan Asya tekrar bakındıysa da etrafına, aile fertle-
rumu izah edecek bir sebep ya da anlamayı kolaylaştıracak bir öl- rinden kimsenin aracım bulamadı yakında. Neyse ki birbirlerini
çüt bulmayı umarak epeyce zaman sarfetmişti. Ama çok geçme- kaybetmişlerdi trafikte. Göz menzili dahilinde hiçbir akrabasının
bulunmadığını bilmekten tarifsiz bir rahatlık duydu aniden; tabii kadar camdan sarkmış, bir eliyle hafifçe ön koltuğu tutarken di-
arkadaki tabutta yatan hariç. Ama geriye dönüp de bakmadığı, ğeriyle sarı kırmızı bayrağı sallıyordu. Vücudunun üst yarısı dı-
kendisini geçtiği değil de geçeceği yollara odakladığı müddetçe, şarıda kımıldandığı, alt yarısı da arabada olduğu için, sahnede
onu da görmek zorunda kalmayacaktı. gösteri yapan bir sihirbaz tarafından testereyle ikiye bölünmüş bir
Alabildiğine yoğun trafikte bir Coca Cola kamyonu düşmüştü deneği andırıyordu. Adamın burnu öyle kırmızıydı ki, Asya o me-
önlerine. Kamyon ara sıra egzoz borusundan kapkara bir duman safeden bile yüzündeki sarı kırmızı simetriyi, kırmızı lehine boz-
salıveriyordu. Nihayet ışık yeşile dönüp de tekrar hareket et- duğunu görebiliyordu. Fani bir Ademoğlunun burnuna kırmızının
tiklerinde, Asya sağ şeritte beliren bir grup Cimbomlu taraftarın bu tonunu hangi içki verebilirdi acaba - bira mı rakı mı yoksa ikisi
konvoyunu fark etti birden. Takımlarının renklerini taşıyan şap- ve her şey birden mi? Asya bunları düşünürken, öndeki taksinin
kalar, atkılar, bayraklar, flamalar vardı üzerlerinde; hatta bazıları arka camı da indirildi aniden ve evvela bir davul, ardından bir
saçlarını bile sarı kırmızıya boyamıştı. Aheste revan ilerleyen tra- adam daha uzandı dışarı. Akıllara durgunluk veren bir akrobasi
fikten gına getiren taraftarlar atalete kapılmış, bezgin bezgin ara- ustalığıyla ikinci adam bir eliyle davulu havaya kaldınp, diğeriyle
larında laklak ediyor; ara ara akıllarına eserse tenezzülen camlar- arabaya tutundu. Böylece araçtaki her iki holigan da yarı bellerine
dan bir bayrak ya da flama sallayıp cılız sloganlar atıyor, sonra kadar camdan dışarı çıkmışlardı; bir taksi ağacının budanmış
tekrar rehavetlerine gömülüyorlardı. dalları gibi.
İşte bu vaziyette gidiyorlardı ki, arka tamponuna düzinelerce Planlarının anlaşılması uzun sürmedi. Öndeki irikıyım holi-
çıkartma yapıştırılmış bir taksi konvoyun arasından fırladı ani- gan bir sopa çıkarıp, diğerinin havada tek elle tuttuğu davula
den; seri ve sert bir hamleyle cenaze aracıyla Coca-Cola kamyo- ahenksizce vurmaya başladı. Akla hayale sığmayan böyle bir nu-
nu arasındaki daracık boşluğa sokulmayı başardı. Asya'nın yanın- marayı icat etmenin gururuyla, çıkardıkları tantanayı tanıdık bir
daki sürücü son anda frene basıp, uzun uzun söylendi. O söylen- marşla katmerlediler.
meye, Armanuş da etrafı hayretle seyretmeye devam ederken As- Bu gök deniz nerede var,
ya taksinin çıkartmalanndaki yazılan çözmeye çalışıyordu. İçle- Nerede bu dağlar, taşlar...
rinde biri dikkatini çekmişti:
Kaldırımlardan yürüyen yayalar yanlarından geçen bu şova
HOR GÖRME GARİBİ. ONUN DA BİR KALBİ VARDIR. ilgisiz kalmıyordu. Hatta bir kısmı ikiliye katılmıştı bile.

Öndeki taksinin şoförü kalem bıyıklı, koca gıdıklı, esmerce Sesimiziyer gök su dinlesin
bir adamdı. Böyle holigan şamatalarına karışmayacak kadar yaşlı Sert adımlarla her yer inlesin, inlesin...
görünüyordu aslında, en azından altmışlarında. Adamın yaşıyla
sürüşündeki tezcanlıhk arasında tam bir uyumsuzluk vardı. On- "Ne diyorlar?" diye sordu Armanuş, Asya'yı dürtükleyerek.
Ne var ki o anda Asya meydanda dikilen birine odaklandığından,
dan da ilginç olan, taksideki diğer tiplerdi. Müşteriden ziyade ar-
sözleri çevirmekte gecikti. Paçavralar içinde, uzun boylu bir ti-
kadaşları olmalıydılar. Şoförün yanındaki irikıyım adam ablak
nerci çocuk vardı baktığı noktada; çıplak, kararmış ayaklarını
yüzünün yansını sanya, yansını kırmızıya boyamıştı. Bunu arka-
marşın temposuyla indirip kaldırırken plastik bir torbadan tiner
daki araçtan rahatlıkla görebiliyordu Asya, çünkü adam beline
çekiyordu. Üç beş saniyede bir koklamayı bırakıp, marşın sözle- la. Bir fanatik öldü mü çatlak arkadaşlan tabutuna takımının bay-
rini şevkle tekrarlıyor; tekinsiz bir yankı gibi geriden geliyordu: rağını sarmaya kalkıyor. Sonra da utanmadan benden bu kâfir ta-
... her yer inlesin, inlesin. butları mezarlığa taşımamı istiyorlar. Zındıklıktan başka ne şimdi
Bu arada ikilinin şamatası yer gök ve suyu olmasa bile en bu! Kanun yok memlekette, kanun. Böyle densizlikleri yasak-
azından arkadaki konvoyun ataletini sarsmıştı. Diğerleri de marşa layan bir yasa olması lazım. Oyun mu bu? Ölüyle oyun olur mu?
avaz avaz katılarak camlardan bayraklarını sallamaya başladılar. Sadece sureli dualı yeşil örtüye izin verilmeli. O kadar. Ne yap-
Trafiğin de tekrar akmaya başlamasıyla, üzerine ölü toprağı tıklarını sanıyor bunlar? Müslüman değiller mi? Artık ölmüşsün,
serpilmiş holigan konvoyunun büsbütün canlanması bir oldu. Sa- aha bitti bu dünyayla işin, artık işin ahiretle senin, gidip hesap ve-
dece onlar mı? Kaldınmlardaki simitçiler, kâğıt helvacılar, korsan recen daha, takım bayrağıyla ne işin olur? Cenabı Hak göğün ye-
kitapçılar ve kalem pille çalışan ucuz Kore mallan satan seyyar dinci katında ışıklı stadyum mu yapmış? Cennette turnuva mı dü-
satıcılar da marşa eşlik ediyordu. Ara sıra taksideki birinci holi- zenliyorlar?"
gan hızını alamayıp davula vurmayı bırakıyor, adeta bütün şehrin Bu son soruya gülmemek için kıvranan Asya rahatsızca ye-
dağdağasını yöneten bir orkestra şefi gibi sopayı yayalara ve kal- rinde kımıldandı. Neyse ki cevap bekleyen yoktu kendisinden.
dırımdaki seyyar satıcılara doğru sallıyordu. Asabi sürücünün dikkati öndeki taksiye yönelmişti yeniden. Tu-
Marşın ilk yansı bittikten sonra kısa bir karambol oldu. Zira haf bir şeyler oluyordu ön tarafta. Mekanik bir melodi duydular
bu karma şehir orkestrasının pek azı ikinci kıtayı biliyor gibiydi. önce, meğer ön camdan sarkan, suratının yarısı sarı yansı kırmı-
Böyle bir ayrıntının dayanışma ruhlannı bozmasına izin verme- zı fanatiğin cep telefonuymuş. Bir eliyle arabaya tutunup, diğe-
yerek tekrar baştan başladılar, bu sefer ilk seferden de ateşli. riyle şehre orkestra şefliği yapan iri kıyım holigan, bu iş için
üçüncü bir eli olmadığını unutarak telefonunu açmaya hamle etti.
Bu gök deniz nerede var, Dengesini kaybetti, neredeyse düşecekti. Peş peşe sopayı da, cep
Nerede bu dağlar, taşlar... telefonunu da düşürdü yere. Her iki nesne de tam cenaze arabası-
nın önüne düşmüş oldu haliyle.
Bu şekilde, hayat gailesinden bezmiş yayalann, göz alıcı rek- Son anda frene basabildi taksi de, arkadaki şoför de. Cenaze
lam panolarının, el arabalannda sattıklan çığırtkan renkli meyva- aracı çarpmaya kıl payı durabildi. Asya'yla Armanuş ani fren yü-
larla inatlaşırcasına donuk çehrelerle dikilen seyyar satıcılann zünden ileri savrulup, geri geldiler. İkisi de kaygıyla dönüp arka-
arasından geçerek bulvar boyunca aktı gürültü konvoyu. Cenaze daki tabuta baktılar. Sapasağlam yerindeydi.
aracının içinde Armanuş, Asya ve sürücü, gözleri holiganlara ke- Göz açıp kapayana kadar, düşen nesnelerin sahibi pişkin piş-
netlenmiş vaziyette, seyrediyorlardı olan biteni sessizce. Öndeki kin gülüp söylenerek aşağı atladı. Zaten güçbela akan trafikte her-
taksiyi öyle yakından takip ediyorlardı ki, tampondaki çıkartma- kesi durdurduğu için özür dilercesine reverans yaptı, gerideki va-
lann yanı sıra görmemeyi tercih edecekleri aynntılan da seçebi- sıtalara baktı. Ve ancak o zaman tam arkalarındaki aracın sıradan
liyorlardı; mesela arka camda yuvarlanan boş bira kutularını. An- bir kamyonet değil, cenaze arabası olduğunu fark etti. Ölüm sim-
laşılan taksidekiler daha bu saatte kafayı bulmuştu. gesi aracın gölge gibi sinsice peşlerinden geldiğini görmek bir an
"Şunlara bak! Koca adamlar nasıl davranıyor," diye patladı için allak bullak etti holiganı. Huzursuz, asabı bozulmuş halde,
cenaze arabasının sürücüsü sonunda. "Kaç defa şahit oldum val- şaşkın şaşkın durdu durdurduğu trafiğin ortasında. Birazdan yine
fanatiklerle dolu bir başka arabanın marşlar söyleyerek yanından
Gözlerimi açtığımda bi de ne göreyim? Yol kıyısındaki bir gece-
geçmesi üzerine kendine geldi. Nihayet cep telefonuyla sopayı
kondunun mutfağındayım valla."
yoldan almayı akıl etti. Cenaze aracındaki tabuta son bir kez bak-
"Ne diyor?" diye fısıldadı Armanuş. "İnan bana bilmek
tıktan ve cinnet getirmişçesine dat dat kornaya basan arkalardaki
araçlara şık bir el hareketi yaptıktan sonra, arkasını dönüp adım- istemezsin," diye fısıldadı Asya. "Sorsana günde kaç ölü
larını sürüyerek taksiye yöneldi. Arabaya girdi ama bu sefer cam- taşıyormuş?" dedi Armanuş gözlerini adama mıhlayarak.
dan filan sarkmayıp, sessiz ve uslu oturdu içeride. Armanuş'la Soru tercüme edildiğinde şoför kaşlarını kaldırdı: "Mevsimi-
Asya gülmekten alamadılar kendilerini. "Valla bu şehirdeki en ne göre değişir. En kötüsü bahar bizim meslekte. Baharda pek ve-
itibarlı meslek sizinki olmalı," dedi Asya bu sahneyi onlarla fat eden olmaz. Ama yaz dedin mi başka, yaz en yoğun mevsim-
birlikte seyreden sürücüye. "Gölgeniz en azılı holiganlan bile dir. Hele temmuz-ağustos fecaat. Sıcaklık otuz beş dereceyi geçti
korkutmaya yetiyor, baksanıza." mi işimiz zor, bilhassa ihtiyarlar hastalar... sinek gibi telef olu-
"Yok canım nerdeee," dedi beriki başını çevirerek. "Bi kere geliri yorlar valla... Yazın İstanbullular sürüyle oluverir."
az, kıt kanaat, emeklilik desen rüyanda görürsün ancak, sağlık Asya'yı kurduğu son cümlenin felsefı-psikolojik yüküyle baş
sigortası yok, grev hakkı yok, hiçbir şey yok. Eskiden TIR başa bırakarak dikiz aynasını kolaçan etti. Tam o esnada kaldı-
sürerdim biliyon mu, uzun araç, uzun mesafe. Kömür, petrol, rımda cep telefonuna emirler yağdıran takım kravat bir adam gör-
kimyevi madde... aklına ne gelirse. Hepsini taşırdım..." "Bundan mesiyle patlaması bir oldu:
iyi miydi peki?"
"Şu zenginler yok mu, Allah gözlerini kör etmiş bunların.
"Dalga mı geçiyosun? Elbette iyiydi ya! İstanbul'dan al kar-
Kör! Hayatlan boyunca para istifliyorlar. Ne demeye gafil? En
goyu yükle, istikamet belli, düş yollara, git babam git. Kimsenin
pahalı okullarda okumuşsun ama ne fayda, adam olamamışsın.
kahrını çekmezsin. Öyle ağız kokusunu çekecek patron matron da
Kefenin cebi mi var? Sonunda hepimizin giyeceği bir pamuklu
yok! Kendi kendinin efendisisin valla. Kimsenin önünde eğil-
mezsin. Yükü hemencecik teslim etmen gerekmiyorsa yolda oya- kefen. Hepsi bu. Yok öyle Vakko makko oralarda. Para pul mü-
lanabilirsin. Dilediğin yerde mola verip bi sigara tüttür. Kim ka- cevherat da yok borsa da yok. Takım elbise giyebilir misin ahiret-
rışırmış keyfine. Yok hemen teslim istiyorlarsa hızlı gideceksin te? Bak hiç soruyorlar mı kendilerine, yahu bu gökyüzünü kim tu-
amma. Uyumadan sürmek gerekir. Onun dışında temiz iş. Dört tuyor diye? Sorsa bulacak cevabını halbuki. İmana gelecek. Sor-
başı mağmur." muyor ki..."
Trafik nihayet hızlanmaya başlamıştı; şoför vites değiştirdi. Asya susmayı yeğledi bu noktada. Babasız büyüdüğü için
Çok geçmeden futbol kafilesi sağa kıvırıp, stadyum yoluna saptı. şükrediyordu ömrü hayatında ilk defa. Allah muhafaza, diye ge-
Gümbürtülerini de beraberlerinde götürerek... çirdi aklından, ya böyle bir adamın kızı olup, sabah akşam bu na-
"Peki o işi neden bıraktınız?" diye sordu Asya. sihatleri dinleyerek büyüseydim. Herhalde ya ağzı var dili yok eb-
"Ha o mu, agh..." aynı anda hem konuşup hem esnemesini leh olurdum, ya da evden kaçar her tarafımı açar şarkıcı olurdum.
bastırmaya çalıştığı için çıkarmıştı bu boğuk sesi... "Direksiyonda "Aha şu gökyüzünü kimse tutmasa altında nasıl yaşarız, di mi
uyuyakalmışım. Yolda son sürat gidiyorum böyle, geçivermiş yeğenim? Valla ben öyle göğe uzanan sütunlar göremiyorum, ya
içim. Bi baktım feci bir gümbürtü oldu, kıyamet koptu sandım. sen? Allahü Teala gökyüzünü tepenizde tutmuyorum artık dese,
ne olur o vakit? Hani kim bu stadyumlarda futbol oynayabilir?"
Neyse ki çok geçmeden Kazancı hanesine vardılar da, bu ve
benzeri sorulara verecek cevaplar bulamamanın huzursuzluğuyla Masada oturmuş kardeşlerini dinlerken bir yandan da abanoz
kıvranmaktan kurtuldu Asya. ağızlığıyla sigara tellendiren Zeliha Teyze dumanını üfledikten
Zeliha Teyze onlan evin önünde bekliyordu. Şoföre teşekkür sonra buz gibi bir sesle katıldı: "Muhtemelen şimdi Amerika'ya
edip, bol bol bahşiş verdi. dönüp yeniden evlenir. Allah'ın hakkı üçtür derler. İkinciyle ev-
Volkswagen, gümüşi Alfa Romeo ve Toyota Corolla evin lendiğine göre, üçüncüsü de gelir elbet. Merak ediyorum, bir Er-
önüne park etmişti bile. Herkes onlardan önce varmıştı anlaşılan. meni, bir de Türk'ten sonra sıra şimdi hangi millette."
Eve girmek istemeyen Aram dışarıda bahçede bekliyor, bir ağaca "Zelihaaaa! Şom ağızlı Zelihaaa! Yahu kadıncağız matemde,
yaslanmış puro tüttürüyordu. İçerisi tabutun indirilmesini bekle- nasıl böyle şeyler söyleyebiliyorsun?" diye çattı Çevriye Teyze.
yen misafirlerle kaynıyordu. "Matem de bekâret gibidir," dedi Zeliha Teyze vakur bir
edayla içini çekerek. "Öyle her önüne gelene verilmez, hak ede-
ne saklamak gerekir."
Duydukları şeyden afallayan iki teyze tüyleri diken diken ol-
muş bir halde irkildiler.
"Taş kalpli seni..." diye mırıldandı içlerinden biri. Hangisi ol-
Eski konaktan içeri adımlarını attıklarında tıklım tıklım kadınlarla duğunu ayırt etmek zordu. Zaten bir önemi de yoktu.
dolu olduğunu gördüler. Misafirlerin çoğu ölünün götürüldüğü "Taşın bile kardeşi ölse dayanamaz kederinden dağılır, ufala-
birinci kattaki oturma odasına toplanmış olsa da bazıları bebek nır... Ama sen..."
bezi değiştirmek, çocuklarını azarlamak, bu ani ölümün dediko- İşte Asya ile Armanuş, bu cümlenin ortasında mutfağa girdi-
dusunu yapmak ya da ikindi namazı kılmak için diğer odalara da- ler. Peşlerinde de acı acı miyavlayan Beşinci Sultan. Sanırsın ki
ğılmıştı. Çekilecek oda kalmadığından, Asya'yla Armanuş mutfa- günlerdir aç bilaç.
ğa yollandılar. Orada da, ikram edilecek aşureleri tepsilere "Hadi kızlar, kediye yiyecek bir şey verelim yoksa bizi yiye-
teyzeleri buldular karşılarında. cek valla," dedi Zeliha Teyze, konuyu değiştirip daha az kasvetli
"Gitti dağ gibi kardeşimiz. Dün var, bugün yok. Biçare nem bir mecraya çekmeye çalışarak.
mahvoldu valla. Nereden bilsin Mustafa için pişirdiği asilleri İşte o zaman, son yirmi dakikadır, çayı demleyip limonları di-
oğlunun ölüsüne başsağlığına gelenlere ikram edeceğini?" diye iç limlemekle, tabaklan durulayıp yenilerini hazırlamakla meşgul
çekti Çevriye Teyze ocağın yanından. Ağlamaktan gözleri olan ama bir yandan da süregiden konuşmalara karışmadan kulak
şişmiş, sile sile bumu kıpkırmızı kesilmişti. kabartan Banu Teyze, en küçük kız kardeşine dönüp, "Dur hele.
"Ya ya, sade o mu, Amerikalı gelin de perperişan yazık," der Yapmamız gereken daha acil işler var," dedi.
di yanında dikilen Feride Teyze, gözlerini yerde bulduğu bir sal- Dedi ve bir çekmeceyi, açtı. İçinden kocaman bir bıçak çıkar-
ça lekesinden ayırmadan. "Zavallıcığın bahtına bak abla. Sen tut dı. Herkesin şaşkın bakışları altında, tezgâhın üzerinde duran bir
elin Amerika'sından kalk, hayatında ilk kez İstanbul'a gel, sonra
adet kelle soğanı tak diye ikiye kesti Banu Teyze. Sonra yarım so-
da daha destur biz geldik diyemeden kocanı kaybet gurbet elde.
ğanı alıp Zeliha Teyze'nin burnuna dayayıverdi.
Ne kadermiş ya."
"Hop hop. N'apıyosun ya?" Zeliha Teyze yerinden fırlamıştı.
"Ağlamana yardımcı oluyorum canım," dedi Banu Teyze bil-
giç bilgiç başını sallayarak. "Ölü evinde ağlamazsan kendi kar-
Verecek cevabı olmayan Armanuş annesine biraz daha yak-
deşlerin bile taş beller seni. Misafırse arkandan demediğini bırak-
laştı ve elini tuttu. "Anne, eminim ne yaptıklarını biliyorlardır."
maz. Başkalarının seni böyle kupkuru görmesini istemezsin değil
"Ama benim de hakkım bilmek. Ben onun ka-n-sıy-dım," de-
mi? Kendi başına kalınca ister yas tut ister oyna, kime ne, ama se-
di Rose son kelimede tereddüt etmiş gibi duraklayarak. Ve adeta
nin de iki damla gözyaşı dökmen lazım ölü evinde."
ondan onay beklercesine, yatağın üzerindeki cansız bedene doğ-
"Ne yapıyorlar?" diye fısıldadı Armanuş Asya'ya dehşetle. ru çevirdi bakışlarını.
Ama beriki ne cevap vereceğini bilemedi.
Oradaydı. Tam ortadaki divanın üzerinde. Boylu boyunca
Böylece Zeliha Teyze elinde sigara, burnunda kesik soğanla dümdüz uzatılmış, elleri göğsünde özenle kavuşturulmuştu. Gö-
kıpırtısız oturdu bir müddet, en avangard müzelerde dahi sergi- ğüs kafesinin tam üstüne çelik bir bıçak konmuştu, vücudu şişme-
lenme şansı bulunmayan tuhaf bir heykel gibi. Eserin ismi: Ağla- sin diye. Kararmış gümüş paralar yerleştirmişlerdi gözkapakları-
mayı Bilmeyen Genç Kadın ve Yarım Soğan. nın üzerine. Birkaç damla zemzem damlatmışlardı ağzının içine.
Nihayet geri çekildi. Yeşim rengi gözlerinden bir damla yaş Başının arkasında bakır bir tabakta sandal ağacı tütsüsü yakılıyor-
geldi. du. Tek bir pencere dahi açık, hatta aralık bile olmadığı halde, iki-
"Güzel!" dedi Banu Teyze gayet hoşnut. "Hadi şimdi gelin üç dakikada bir odadaki duman hareketlenip raks ediyordu, du-
bakalım, içeri gitme vakti. Misafirler ev sahiplerinin nerde kaldı- varların ardından sızan bir esintiyle sürüklenircesine. Duman ev-
ğını merak etmiştir çoktan." vela yükselip divanın üzerinde zikzaklar çiziyor, nihayet ölünün
Zeliha Teyze hürmetle baktı en büyük ablasına. Kimseyi say- ayaklarına ulaştığında grimsi bir buluta dönüşüp, dağılıyordu.
madığı kadar sayar, kimseyi dinlemediği gibi dinlerdi onu. Bir za- Bazen de farklı bir rota takip ediyor, alıcı kuşlar gibi iniyordu ce-
manlar, kendi uydurduğu masalları anlatıp, hayali kurabiyelerle sedin üzerine, halkalar çize çize. Zaten keskin ve yakıcı olan san-
onu besleyen, daima güzel kızları prenslerle evlendiren, kendin- dal ağacı kokusu anbean öyle yoğunlaşıyordu ki, herkesin gözle-
den çok başkalarını düşünen, sanhp gıdıklayarak, hiç kimsenin ri sulanıyordu. Umrunda değildi kimsenin, zaten ağlıyorlardı.
güldüremediği kadar güldüren, aralarında tastamam on iki yaş Odanın içi hepsi de kadın, hepsi de gözyaşı dökmekte olan misa-
fark olan, ablalıktan ziyade "annelik" yapan büyük ablası... firlerle doluydu.
"Peki!" diye razı oldu Zeliha Teyze. "Hadi gidelim." Bir kişi hariç.
Bir kadın kafilesi halinde mutfaktan oturma odasına ilerledi- Başköşede, adeta sıkışmış bir halde, sakat imam oturuyordu.
ler; önde dört teyze, arkada Armanuş'la Asya. Uygun adım vazi- Yüksek sesle Kuran-ı Muciz'ul Beyan'ı okurken tam bir kendin-
yette girdiler misafirlerle dolu, cesedin durduğu odaya. den geçmişlikle sallanıp duruyordu. Aksamayan bir tempoyla
Köşede, san saçları eşarpla örtülmüş, gözleri ağlamaktan tor- okuyordu; hızlanıp hızlanıp aniden duruveren, nefesini kazanır
balanmış, tombul vücudu yabancıların arasına sıkışmış, yabancı kazanmaz yeniden hızlanan cüretkâr bir ritimle. Armanuş imamın
bir dille kuşatılmış Rose oturuyordu yer minderinde. Hemen Ar- ufak tefek vücuduyla etrafını çevreleyen kadınların iriliği arasın-
manuş'a işaret edip yanına çağırdı. daki bariz zıtlığa dikkatini vermemeye çalıştı. Adamın el parmak-
"Amy neredeydin?" diye sordu ama cevap beklemeden devam larının bulunması gereken yerdeki boşluğa da bakmamaya uğra-
etti: "Yalnız bırakma beni. Burada ne oluyor anlamıyorum. Cese- şıyordu bir yandan. Ama ne mümkün? İmamın iki elinde de birer
de ne yapacaklarını öğrenebilir misin? Ne zaman gömecekler?" buçuk parmak vardı sadece. Her iki eldeki kayıp üç buçuk parma-
soruyla karşılık verdiği de oluyordu. "Sen kimsin canım?" diye
ğa ne olduğunu merak etmemek mümkün değildi. Öyle mi doğ- soruyordu akrabalarına ya da ahir ömürlük arkadaşlarına, ya da
muştu, çocukluğunda hastalık mı geçirmişti, yoksa sonradan mı "Bunca zaman nerelerdeydin, sakın bir daha arayı böyle açma ha-
kopmuşlardı acaba? Kaza mıydı yoksa kasıt mı? Hikâyesi her ne yırsız!" diye azarlıyordu hiç tanımadığı insanları. Alışılagelmiş
olursa olsun, bütün bu kadınların kendilerini imamın yanında bu sessizlikleri ile herkesi susturacak kadar beklenmedik cümleleri
kadar rahat hissetmelerinin bir sebebi de, adamın vücudundaki bu arasında bazı bazı duruyor, belirgin bir panikle gözlerini kırpıştı-
eksiklikti belki. rırken, yüzünde bomboş bir ifade peydahlanıyordu. Böyle anlar-
Mükemmelliğinin anahtarı namükemmel oluşundaydı. Pü- da bütün bu insanların neden oturma odasına doluştuklarına ve
rüzsüz kutsiyetinin esran bizzat dünyevi kisvesindeki arızaydı. neden bu kadar ağlayıp sızladıklarına akıl sır erdiremiyordu. Ya-
Yarım adamdı. Hem erkekti, şüphesiz, hem de öylesine kutsaldı nakları neredeyse tümüyle içeri çökmüş, kına kızılı saçları eşar-
ki, insan ona erkek gözüyle bakamazdı. Din adamıydı, şüphesiz, bının altından taşmış, saniyeden saniyeye değişen günbatımı gibi
ama sakatlığı yüzünden ne kadar fani olduğunu görmezden gel- esrarengiz oturuyordu öylece.
mek imkânsızdı. Eşiklerin adamıydı. Ve eşiklerdeki bütün ruhlar Divan hareketsizdi, kadınlarsa sürekli hareket halinde. Divan
gibi arada sıkışmış bir havası vardı. Her halükârda sakat imamın, beyazlara bürünmüştü, kadınların çoğu karalara. Divan sessizdi,
zihninde Kuran'ın sayfalarını çevirmek için ne parmağa ihtiyacı kadınlar safı ses - ölülerin tam aksini yapmak, yaşamın gereği ve
vardı ne de ele. Hepsini belleğine kazımıştı, her suresini, harfi yaşadığının göstergesiymiş gibi.
harfine. Nice sonra bütün kadınlar ayağa kalkıp başlarını eğdiler. Yüz-
Elif, lâm, vav... harf-i illeti de bilirdi harf-i mucizeviyi de. leri keder, hürmet, aynı zamanda merakla tetikte, imamın odadan
Parmağa, hatta göze dahi, ne hacet. çıkışını seyrettiler. Onu kapıya kadar uğurladıktan sonra tutup
Sure aralarında imam, anlık molalar verip, o mübarek kelime- parmaklan eksik ellerini öptü Banu Teyze. Defalarca teşekkür et-
lerden ağzında kalan tada varmak istercesine ağzını şaplatıyordu. ti ve bol bol bahşiş verdi.
Alabildiğine çıkık adem elması hızla inip kalkıyordu. Derken tek- İmamın çıkmasıyla havayı keskin bir çığlığın deşmesi bir ol-
rar başlıyordu okumaya. Tek kelime Arapça bilmeyen ve nerde ne du. Kimsenin daha evvel gördüğünü hatırlamadığı tıknaz bir ka-
dendiğini mümkünü yok sezemeyen kadmlann gene de yürekle- dındı sesin müsebbibi. Çığlığı kulak zarlannı delen desibellere
rinin tellerinin titremesinin sebebi hikmeti işte bu inişli çıkışlı ri- çıktı, bir anda yüzü kıpkırmızı kesildi, sesi hınltılandı, bütün vü-
timdi. Gözyaşlarını tutamasalar da, imamın sesini bastıracak ka- cudu zangır zangır titremeye başladı. Öyle feci bir haldeydi ki,
dar yüksek sesle ağlamamaya gayret ederlerdi daima. Fazla alçak öyle acılı ve yaslı, diğerleri susup huşu içinde seyrettiler. Feryadı
sesle de ağlamazlardı gerçi; akordu topluca yapılmış bir enstrü- öyle dokunaklıydı ki, rol yaptığını bilmekle beraber, çok geçme-
man gibiydi yas tutan kadınlar korosu. . den diğer kadınlar da ona eşlik edip, kendilerini bırakıverdiler.
İmamın yanında, en itibarlı ikinci' mevkide, Cicianne oturu- -ci ya da -cı takısı ekleyerek her şeye, yeni yeni meslekler icat
yordu; minnacık vücudu güneşe serilmiş, buruşmuş erik kurusu edebilirsin Türkçede.
gibiydi. Öylesine susuz, öylesine buruş buruş. Her yeni gelen eli- Tıknaz kadın ölü evine gelip ağlaması için tutulmuş bir paralı
ni öpüp taziyelerini dile getiriyordu ama Cicianne'nin onları du- yasçı idi, hiç görmediği insanlar için kendini paralayabilecek
yup duymadığını anlamak zordu. Genelde elini her öpene şöyle biri.
bir bakıyordu ahcı gözle. Ama zaman zaman misafirlerden birine
Bu tarrakanın ortasında, matemin bu kadar gürültülü ve böyle
kamusal bir hal almasını yadırgayan Rose oturuyordu tüyleri alabildiğine sakin. "Ama sonunda sana bir açıklama yapmam ge-
diken diken. Sürekli kaynaşan kalabalığın içine atılmış gibi hisse- rektiği kafama dank etti. Şimdi yapmazsam bir daha yapamam.
diyordu kendini. Tam bir uyum ve şaşmaz bir akışkanlık vardı Ya şimdi söylemeliyim ya hiç. Öldü çünkü. Gömülmeden evvel
odada. Giden her misafirin yerine bir yenisi geliyordu. Koltukla- bilmeye hakkın var..."
ra, kanepeye, yer minderlerine tünüyorlardı, omuzlan değecek Hareket edebilmek için bu cümleyi duymayı bekliyormuş gi-
kadar yakın. Sessizce selamlaşıyor, konuşmadan anlaşıyorlardı. bi ayaklandı Asya. Gözlerini cesetten ayırmadan ve hiç ama hiç
Tek başlarına son derece sessiz, birlikte yas tutarken son derece kimseyi umursamadan, yürüdü divana doğru. Demek cennetin as-
gürültücü olan bir dolu kadın. Rose bunlardan tedirgin oladursun, ma bahçeleri gibi mis kokulu, katıksız ve yemyeşil bir defne sa-
Armanuş yas töreninin kurallarını seçmeye başlamıştı bile: Evde bunuyla tepeden tırnağa temizlenen; oyulup, durulanıp, itinayla
yemek pişirilmediğini anlamıştı mesela; her misafir bir tepsi ye- silinen; üç parçalı kefene sarılmadan evvel musalla taşının üze-
mek getiriyordu onun yerine. Öyle ki mutfak tencerelerle, sahan- rinde kurumaya bırakılan ve ihtiyarların aynı gün ivedilikle gö-
larla, türlü türlü tabaklarla dolmuştu. Görünürde tuz, et, içki yok- mülmesi konusundaki ısrarlı tavsiyelerine rağmen mezarlığa de-
tu. Kokular gibi sesler de denetim altındaydı. Müziğe izin yoktu: ğil, bizzat Kazancı hanesine götürülmek üzere cenaze arabasına
televizyona, radyoya... Aklına Johnny Cash düştü Armanuş'un. yerleştirilen; demek sandal ağaçlarıyla tütsülenen, ağzına zem-
Johnny Cash düşünce de Asya. Sahi, neredeydi o? zem suları damlatılan, çelik bir bıçak ve iki kararmış para altında
Onu bir grup komşuyla çevrelenmiş halde kadife kanepenin hareketsiz boylu boyunca uzanan bu ceset, babasıydı.
köşesine ilişmiş buldu. Çenesini kaldırmış, kaşlarını çatmış, belli Dayısı... babası... dayısı... babası...
ki düşüncelere dalmıştı. Bakışları ölüye mıhlanmıştı. Ara ara, Asya başım kaldırıp, Zeliha Teyze'ye baktı. Birden onun bun-
kuzguni saç tutamlarını çekiştiriyordu dalgın dalgın. Armanuş
ca zaman kendisine neden "teyze" denmesine itiraz etmediğini
tam onun yanına gidecekti ki, Zeliha Teyze'nin usulca kızının ya-
anladı.
nına çöktüğünü ve anlaşılmaz bir yüz ifadesiyle kulağına bir şey
Teyzesi... annesi... teyzesi... annesi...
fısıldadığını gördü.
Asya ölmüş babasına doğru bir adım attı. Bir adım daha. Du-
Her ne dediyse Asya'nın yüzü döndü.
man yoğunlaşmıştı. Odanın bir yerlerinde Rose acıyla inledi.
Sonsuz bir zincir halinde bütün diğer kadınlar da. Herkes ve her
şey bir etki-tepki ve ezgi-ritim zinciriyle bağlıydı birbirine. İç içe
geçmişti bütün hikâyeler, sahipleri ister fark etsin ister etmesin.
Bu asla nihayete kavuşmayan silsilenin herhangi bir yerindeki bir
Divanda boylu boyunca uzanıyordu ölü.
Durmadan inleyip ağlayan kadınlar arasında sessizce oturu- atımlık hareket, zincirin başka bir yerinde bir eylem peydahlıyor-
yordu Asya, yüzünden renk çekiliyordu. Yıllanmış bir sırrı fısıl- du. Her yeni ses, başka bir yerde bir yankı doğuruyordu.
dıyordu Zeliha Teyze kulaklarına. "Baba..." diye mırıldandı Asya.
"Sana inanmıyorum," dedi Asya aniden hiddetlenerek. Evvela kelâm vardı, der İslamiyet, her türlü varoluştan ve
"İnanmak zorunda değilsin," diye mırıldandı Zeliha Teyze varlıktan evvel kelâm vardı.
Ne var ki Asya'nın indinde babasıyla ilişkisi-iüşkisizliği bu-
nun tam aksini içerir gibiydi. İlk başta kelâmın kendisi değil, biz-
zat yokluğu vardı. Telaffuz edilmemiş bir kelimeydi baba. Yoktu.
Yokluğu geliyordu her tür varoluştan ve varlıktan önce. yadırgamaz. Son ana kadar neyi kaşıklamakta olduğunu anlamaz.
"Sen ne yaptın efendim," diye cırladı Ağulu Bey. "Dünyanın
gidişatına müdahale ettin!"
Banu Teyze ruj yüzü görmemiş dudaklarını kemirdi. "Ettim
ya," dedi yanaklarından yaşlar süzülürken. "Ona aşureyi ben ver-
Bir varmış bir yokmuş. dim ama yiyip yememek kendi bileceği şeydi. Ne yaptığını bili-
Uzun, çok uzun zaman önce, çok da uzak olmayan bir ülkede, yordu benim kardeşim! Azrail'in onu kırk birinden evvel bulaca-
evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer ğını, Çin-i Maçin'e dahi kaçsa bu sefer de orada enseleyeceğini
tellal iken... ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... dün- biliyordu. Ecel gelip almadan, o attı ilk adımı. Böylesinin daha
ya tepetaklak ve zamanın bir adaşı olan "dehr" dönüp duran bir yeğ olacağına karar verdi. Mazinin külfetiyle yaşamaktan daha
halka, kuyruğunu yutan bir yılan iken, gelecek geçmişten daha ih- haysiyetli değil mi böylesi? Tercih kendisinindi."
tiyar, geçmiş yeni ekilmiş tarlalar kadar ter-ü taze iken... "Öyle bile olsa bu senin günahını hafifletir mi efendim?" de-
Bir varmış bir yokmuş. Tanrı'nın mahlukları tahıl kadar çok- di Ağulu Bey.
muş; fazla konuşmak günahmış. "Hafifletmez elbet," dedi Banu Teyze kısık bir sesle. "Karış-
Günahmış çünkü haddinden fazla konuşursan hatırlamaman mamalıydım. Dayanamadım. Gaibten gelen bilgi neye yarar o bil-
gerekenleri hatırlayabilir, anlatmaman gerekenleri anlatmaya giyle bu cihanda bir şeyler yapamadıktan sonra? Terazi niye ya-
başlayabilirsin. Her ailede sırlar vardır saklı kalması gereken.
pılmış, adil tartsın diye. Kalem niye yaratılmış, yazsın da iz bırak-
Her ailenin günahları vardır kabir defterlerine kaydedilen.
sın diye. Kitap niye yazılmış, şimdiki nesiller atalarının hataların-
Olur da eline geçirirsen o defterlerden birini, orada rastge-
dan ders alsın diye. Allahım hafızamı kaybetmekten koru. Unut-
lebilirsin söze dökülmeyecek olana.
kanlık hastalığı için okunacak duayı veren Rabbim, silinmeyen
hafıza için de bir dua verseydi ya bana. Bildiklerimin ağırlığı al-
tında ezilmemek için..."
"Sanmam ki Allah seni affetsin," dedi Ağulu Bey keyifle ve
kibirle.
Potasyum siyanid saydam bir bileşiktir. Potasyum tuzu ve hidro-
"Haklısın. Faziletli kulların arasından kovuldum artık sonsu-
jen siyanid elementlerinden mürekkeptir. Şekere benzer bir parça
za kadar. Ama Allanın bildiğini cininden niye saklayayım, Rab-
ve gayet kolay çözülür suda. Bazı başka zehirli bileşiklerin aksi-
bim biliyor ya, zerre pişmanlık yok yüreğimde."
ne bariz bir kokusu vardır. Hoş bir koku...
"Ya Ermeni kız? Ona babaannesinin sırrım söyleyecek mi-
Badem gibi kokar bu zehir. Acı badem gibi.
sin?" diye sordu Şekerşerbet Hanım, efendisinin ağlamasını çare-
Bir kâse aşure, olur ya kavrulmuş fındıkların ya da nar tane-
sizlikle seyrederken.
lerinin yanı sıra potasyum siyanid damlalanyla da süslenirse, bu
"Söyleyemem. Taşıyamaz, yük olur yavrucağa. Hem inanmaz
ikinci maddenin varlığını tespit etmek zordur. Ne de olsa aşure-
bana."
nin doğal malzemeleri arasında da badem vardır. Yiyen, kokuyu
"Hayat tesadüflerden ibarettir, efendim." Bunu söyleyen
Ağulu Bey'di gene. Tesadüfler tesadüfi midir yoksa tevafuki mi?
"Ona hikâyeyi anlatmayacağım. Ama bunu ona vereceğim,"
dedi Banu Teyze çekmeceyi açıp, nar broşu mahfazasından çıka- lar. Öylesine emindi kendinden, sevgisinden... Bu yüzden de ka-
rarak. rısının ağabeyiyle kaçıp, Amerika'ya gitmek için onu terk ettiği
haberini aldığında önce bu habere inanmayı reddetti, sonra da ka-
İnsanlar ikiye ayrılır: beşikten mezara sabitkadem bir isimle rısını reddetti.
anılanlar, yani içine doğdukları hakikate uygun, kimliğe.sadık ka- Şuşan, Kazancı ailesinin kayıtlarından silindi, kendi oğlunun
lanlar; bir de isimlerini koruyamayanlar, yani harfleri yap boz, belleğinden de.
ruhları arızalı olup da durmadan yeni adlar ve lakaplar alanlar, Levon ya da Levent adını almak Şuşan'ın oğlu için bir şey de-
isim bolluğunda tarifsiz kalanlar. ğiştirmemişti. Her halükârda ismiyle müsemma olamadı. Hırçın
Bir zamanlar bu broşun sahibi olan Şuşan Nine, bir değil bir- ve haşin bir adamdı. Evin dışında olabildiğince medeni ve selis
den fazla ismi olanlardandı. Birbiri ardına isimler almaya, haya- huylu ama dört kızıyla oğluna karşı her daim sert ve zalim.
tının her yeni safhasında bir önceki ismini bırakmaya yazgılı bir Hikâyeler birbiriyle öyle iç içedir ki nesiller önce vuku bul-
göçmen ruh. Şuşan İstanbuliyan olarak doğmuş, Şermin 626 ol- muş hadiseler şimdiki zamanın tümüyle alakasız gelişmelerine
muş, Şermin Kazancı'ya dönüşmüş, nihayet Şuşan Çakmakçıyan etki eder. Geçmiş geçip gitmez kolay kolay. Levent Kazancı o ka-
olarak vefat etmişti. Edindiği her yeni isimle birlikte bir yanını dar otoriter ve baskıcı bir baba olmasa, tek oğlu Mustafa bambaş-
sonsuza kadar kaybetmişti. ka biri olmaz mıydı? Nesiller önce 1915'te Şuşan yetim kalmasa,
Rıza Selim Kazancı mahir bir işadamı, örnek bir vatandaş ve 2005'te Asya diye bir piç olur muydu?
sevecen bir kocaydı. Cumhuriyet döneminin başlangıcında, ulusun Hayat iç içeliklerden ibarettir ve tesadüf ile tevafuk aynı şey
bütün yurdu donatacak kadar bol bayrağa ihtiyaç duyduğu bir değildir. Bazen bunu idrak edebilmek için insana kötü bir cin ge-
zamanda, kazancılığı bırakıp bayrak imalatına geçecek kadar ileri rekir.
görüşlüydü. Bu sayede ileride İstanbul'daki en zengin işadam-
larından biri olacaktı. Yetimhaneyi o sıralarda ziyaret etmişti; mü-
dürüyle toplu bir alımı müzakere etmek için. Orada, loş koridorda,
din değiştirmiş bir Ermeni kızı gördü. Tesadüfen öğrendi bu
kızcağızın iki cihanda en çok saygı ve bağlılık duyduğu adamın,
Levon Ustanın yeğeni olduğunu. Ustasının ailesine yardım etme Akşama doğru Zeliha Teyze bahçeye çıktı. Bütün purolarını çok-
sırasının kendisine geldiğini düşündü. Yine de çok sayıda ziyaretten tan tüttürmüş olan Aram hâlâ orada bekliyordu.
sonra ona evlenme teklif ettiğinde bunu salt iyilik olsun diye değil, "Çay getirdim," dedi. Mart rüzgân yüzlerini okşarken, uzak-
âşık olduğu için yapacaktı. lardan denizin, yeşeren otların ve zamansız açmak üzere olan ba-
Rıza Selim karısının geçmişini geride bırakabileceğine emin- dem çiçeklerinin kokularını getirdi.
di. Ona karşı müşfik davranırsa, bir çocuk ve harika bir ev verir- "Teşekkür ederim sevgilim," dedi Aram. "Ne güzel bardak bu
se, yarasının yavaş yavaş iyileşeceğine inanıyordu. Ruhsal neka- böyle."
hat zaman meselesiydi. İnanıyordu ki kadınlar ilk çocuklarını do- "Beğendin mi?" Zeliha Teyze bardağı elinde çevirirken, yüzü
ğurduktan sonra kendi çocukluklarının yükünü taşımayı bırakır- bir hatırayla aydınlandı. "Ne tuhaf. Şimdi fark ettim. Bu bardak
takımım tam yirmi yıl önce almıştım. Çok tuhaf!"
"Tuhaf olan ne?" diye sordu Aram. Tam o anda bir yağmur
damlası başına düştü.
"Hiç," dedi Zeliha Teyze, sesi alçalmıştı. "Bu kadar dayana-
cağını düşünmemiştim hiç. Çok kolay kınlıyorlar diye itimat et-
medim hiçbir zaman bu bardaklara. Ama bak, nasıl da haksız çı-
kardılar beni. Dayanıyorlarmış işte. Çay bardakları bile!"
Birkaç dakika sonra Beşinci Sultan pencereden atladı; midesi
dolu, gözleri mahmur, hareketleri yavaş. Etraflannda bir daire
çizdikten sonra Zeliha Teyze'nin yanına kıvnldı. Bir müddet titiz-
likle patisini yaladı, tüylerindeki kirleri ayıkladı. Oracıkta kıvrı-
lıp uyumaya hazırlanmıştı ki aniden bir şey tarafından dürrülmüş-
çesine yerinde sıçradı. Dinginliği neyin bozduğunu anlamak için
merakla etrafına bakındı. Cevap yerine ılık bir damla indi burnu-
na. Sonra bir damla daha, bu seferki başına. Derin bir memnuni-
yetsizlikle ağır ağır kalktı, gerindi. Bir damla daha. Hoşnutsuz, ir-
kildi. Süratle eve yollandı.
Belki dünyanın kurallarını bilmiyordu kedi. Gökyüzünden
düşen hiçbir şeye küfredilmemesi gerektiğini tembihleyen olma-
mıştı ona. Kimse dememişti, ne yağarsa yağsın tepene semadan,
kabulündür.
Buna yağmur da dahil.

www.webturkiyeforum.com

by Ayhan

You might also like