Professional Documents
Culture Documents
UYARI:
www.kitapsevenler.com
Kitap sevenlerin yeni buluĢma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve
bilginin paylaĢıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 sayılı kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuĢan "Braille
Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı araçlara, uyumlu olacak Ģekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML"
gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler için,
hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "engelli-engelsiz elele" düĢüncesiyle, hiçbir
ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever
arkadaĢlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-
kitaplar hiçbir Ģekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan
doğabilecek tüm yasal sorumluluklar kullanana aittir.
Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve
kitap okuma alıĢkanlığını pekiĢtirmektir.
Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaĢıldıkça
pekiĢeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri
çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teĢekkür ediyorum.
ĠLGĠLĠ KANUN:
5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-ÇeĢitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları
dahil, alenileĢmiĢ veya yayımlanmıĢ yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiĢ bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kiĢi tek nüsha olarak ya da
engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluĢlar tarafından ihtiyaç kadar kaset,
CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler
alınmadan gerçekleĢtirilebilir."Bu nüshalar hiçbir Ģekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dıĢında
kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi
zorunludur."
Bu kitaplar, size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek, lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...
TeĢekkürler.
Claude Levi-Strauss
IRK, TARĠH
VE
KÜLTÜR
Önsöz:
OLĠVĠER ABEL
Fransızca'dan Çevirenler:
Haldun Bayrı
Reha Erdem
Arzu Oyacıoğlu
IĢık Ergüden
METĠS YAYINLARI
Ġçindekiler
LEVI-STRAUSS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ
Olivier Abel
7
IRK VE TARĠH 19
Irk ve Kültür • Kültürlerin ÇeĢitliliği • Halk-Merkezcilik • Eskil Kültürler ve Ġlkel Kültürler • Ġlerleme Kavramı • Dural
Tarih, Birikimsel Tarih • Batı Uygarlığının Yeri • Rastlantı ve Uygarlık • Kültürlerin ĠĢbirliği • Ġlerlemenin Ġkili Anlamı.
IRK VE KÜLTÜR 65
LEVĠ-STRAUSS ĠLE
RADYO KONUġMALARI
Georges Charbonnier / Claude Levi-Strauss
95
Etnolog ve Ġzleyici Kitlesi • "Ġlker'ler ve "Uygar"lar • Saatler ve Buhar Makineleri • Otantikliğin Düzeyleri • Sanat ve
Topluluk • Üç Farklılık • Doğal Sanat ve Kültürel Sanat • Göstergeler Sistemi Olarak Sanat • Kodun Gerekleri • Resim
Sanatının Geleceği • Kültür ve Dil.
LEVĠ-STRAUSS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ
Olivier Abel
Irk ve Tarihin yeni basımının yapılmasından yararlanarak "Irk ve Kültür"ün eklenmesi, kitabın ufkunu öylesine
geniĢletip değiĢtiriyor ki, önsözü gözden geçirmekle yetinmeyip yeniden yazmanın yararsız olmayacağını
düĢündüm. "Irk ve Kültür"ün üzerinden de bir yirmi yıl geçtiğini düĢünürsek ("Irk ve Tarih" 1952'de, "Irk ve
Kültür" 1971'de yayınlanmıĢtı) Levi-Strauss'un kırk yıl evvel onca açıklıkla ortaya koyduğu sorunu yeniden
toparlamayı denemenin zamanı geldi gibi görünüyor: AlıĢveriĢlerini ve teknik akılcılığını geliĢtiren dünya ça-
pındaki tek uygarlık, belki de insan türünün oluĢturucu etkenlerinden biri olmuĢ olan kültür çeĢitliliği için bir
Ģans mıdır, bir tehdit mi; yoksa insan ekolojisi için bir zenginlik kaynağı mı?
BaĢka bir deyiĢle, kuĢkusuz her kültür, hayatını alıĢveriĢlerle sürdürür ve "bir insan topluluğunu yıkıp geçebilen
ve doğasını bütünüyle gerçekleĢtirmesini engelleyen tek bela ve tek sakatlık, yalnız kalmaktır." Fakat her ne
kadar alıĢveriĢ yeni kültürel birleĢimlerin yaratılmasına olanak verir, yani farklılıkları artırırsa da, farklılıkların
beslediği bu aynı alıĢveriĢler tarafından aĢıldığında bizzat farklılıkları yok eden bir eĢik bulunmaktadır; bütün
paradoksun ya da sorunun bu noktada çıktığı kesindir: "Bütün ilerlemelerin nedeni olan bu ortak oyun, kısa ya da
uzun vadede, zorunlu olarak her oyuncunun kaynaklarının homojenleĢmesine yol açar." "Irk ve Tarih"in ortaya
koyduğu ve bugün yeniden ele almamız gereken pratik sorun budur.
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/8
Levi-Strauss ve Kültür Farklılığının Övülmesi
Kitabın birinci basımındaki önsözde, LeVi-Strauss'un ikili tasarısına dikkat çekmiĢtik. Daha ziyade pratiğe
yönelik olan ilk tasarı, ırkçı ideoloji yapılarının ya da bu ideolojilerin sahte-bilimsel gerekçelerinin dağıtılmasını
konu alıyordu. Ġnsanlığın, üstün ya da uygarlaĢmıĢ ırklar ile aĢağı ya da geri kalmıĢ ırklara bölünmesinin önüne
geçmek, gerçek bir kültür diyalogunun Ģartlarını hazırlamak söz konusuydu. Bu iddiaya cevaben daha kuramsal
olan ikinci tasarı ise insanlığın nasıl tek ve bölünmez olduğunu göstermekten ibaretti: Bu tasarı, yapısal antropo-
lojiye, söz konusu kültür diyalogunun üzerinde kurulduğu değiĢmez uyuĢum kuralları arayıĢına yer veriyordu.
Birinci basımdaki o ilk önsözüm iĢte bu kuramsal ve eleĢtirel tasarıya özel bir yer verip, bunun Rousseau'daki
kökenlerini gösteriyor, yöntemini açıyor ve bazı sınırlarını tespit etmeye çalıĢıyordu.
Fakat zaman değiĢti. Gezegenimiz, bazı sınırları ihlal ederken birçok yenisini ortaya çıkaran milliyetçiliklerle
dolup taĢıyor; tam da artık sınırların modasının geçtiğini, bunların aĢıldığını zannettiğimiz bir anda... Belki de
komünist dünyanın çöküĢü, dünya kapitalizmini "evrenselciliğin" tek Ģampiyonu olarak bırakıp, bütün
evrenselcilik biçimlerini kendi bozgunuyla birlikte sürükleyip götüren bir alt üst oluĢa neden oldu — Batı
tarafından araçsallaĢtırılıĢı hakkındaki soruların gitgide arttığı liberalizm de bu evrenselcilik biçimlerinden
biridir. Göründüğü kadarıyla insanlık, gelecekteki birliğini düĢlememektedir artık; geçmiĢteki çeĢitliliğini
düĢünmekte ve dehĢete kapılıp oraya kapanmak istemektedir. Ġçgüdüsel olarak daha iyi bir biçimde hayatta
kalma koĢullarını arayan türün ve hayatın bir hilesi midir bu? Levi-Strauss'un baĢka bir yerde, "Irk ve Kültür"de
ortaya attığı açıklama önerilerinden biridir bu.
"Irk ve Kültür"de Le"vi-Strauss, "sahte-evrimcilik" diye adlandırdığı Ģeye bir kez daha saldırmaktadır: "Yakın
zamana kadar geçerli olan, diğer toplumlar geride kalırken sadece Batı'nın duraklamadan katetmiĢ olduğu bir yol
boyunca sürekli ilerleme fikrinin yerini, böylelikle, farklı yönler arasında seçim yapma mefhumu alır; öyle ki
herkes, kazanmak istediği alanların bedeli olarak, bir ya da birkaç alanda kaybetmeyi göze almak durumunda
kalır". Böylelikle de çizgisel bir tarih görünümünün yerini bir ağaç veya daha ziyade bir "kafes" görü-
LEVI-STRA USS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ - OUVĠER ABEL / 9
nümü alır. Dolayısıyla burada LeVi-Strauss, insanlığın çoğulluğu kavrayıĢını öne çıkarmaktadır.
Ġnsanlığın artık "bir ve bölünmez" olmadığı anlamına gelmez bu; fakat "yapısalcılığın", sadece farklılıkların
anlamlı olduğu ve sistem oluĢturduğu yolundaki büyük fikrine güç vermektedir. Burada Fransız düĢüncesinin
farklılık üzerindeki o ısrarıyla da (örneğin, Derrida ve Lyotard) yeniden karĢılaĢılır. Yeri gelmiĢken belirtirsek,
bu konu Alman düĢüncesi (özellikle Habermas) tarafından derinlemesine yanlıĢ anlaĢılmıĢtır: Ġki ayrı geleneğin
günümüzde aynı soruları benimsememesindendir bu. Habermasçı iletiĢim etiği, dinlerin ve ulusların geri dönüĢü
karĢısında, evrenselleĢtirilebilecek asgari kuralları arar. Yapı-çözüm (deconstruction) okulu'ise, iletiĢimsel
bütünlüğün kendi konsensüsünü dayatmak istediği yerde, alt edilemeyen ihtilaflara iĢaret etmektedir. Fakat
üçüncü bölümümüzün sorusu olacaktır bu.
LeVi-Strauss için, sahte evrimciliğe karĢı mücadele, genetik biyolojiyle çeĢitli kültürlerin etnolojisi arasında
kolaycı bir belirlenme iliĢkisi kurmanın reddinden de geçmektedir. Daha ziyade karĢılıklı bir zenginleĢme vardır;
halklar arasındaki genetik birleĢimlerle kültürel birleĢimler karĢılıklı olarak birbirlerine destek olur: "Her kültür
genetik yetenekleri ayıklar ve bu yetenekler, karĢı etki yoluyla, öncelikle güçlenmelerine katkıda bulunmuĢ
kültür üzerinde etki ederler." Örneğin bir kabilede, yeni birleĢimleri olanaklı kılan dıĢevlilik iliĢkilerinde bir tür
doz ayan, edinilen farklılıkları güçlendirmeyi de olanaklı kılan görece bir yalıtıklık vardır; biyolojik evrimi
hızlandırıp kültürel buluĢlardaki canlılığı kamçılayan da bu doz ayarı olmuĢtur. Dolayısıyla "Irk ve Tarih"le aynı
tezleri bulmuĢ oluruz, fakat bu kez, bile bile, insanlığın birliğine nazaran çoğulluğu, kurucu yükümlülüğüne
nazaran alıĢveriĢlerin zorunlu olarak sınırlanması vurgulanmaktadır.
Irkçılığa karĢı mücadele ise birçok zorlukla karĢılaĢır. Birincisi, ırkçılığın saçmalığının, örneğin ırk ve kültür
"saflığı"nın imkânsız olduğunun, bilimsel olarak gösterilmesiyle kolektif nefretlerin kökünün kazınabileceği
sanılmamalıdır. Birbirine çok yakın topraklarda, gerçekten eĢit olmayan, ya da birbirlerini saygınlık anlamında
eĢit kabul etmeyen halklar, nüfus baskısıyla her bir araya geliĢlerinde, bu nefretler zincirinden boĢalmaktadır.
Pratik olarak, görece bir eĢitlik ve yeterince aralıklı bir toprak dağılımı gereklidir. Daha da kaçınılmaz olan
ikinci zorluk, "ayrımcılığın bütün biçimlerine karĢı mücadelenin, insanlığı bir dünya uygarlığına, (...) estetik ve
manevi değerleri yaratmıĢ
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/W
olma onurunu elinde bulunduran eski bölgesel özellikleri yok eden bir uygarlığa götüren o aynı hareketin bir
parçası olması"dır. Irkçılığı altetmek için, bütün sınırları ve bütün engelleri yıkmak mı gerekmektedir?
Le'vi-Strauss'un insanlık meselesine -moda bir terim olmadan önce- "ekolojik" bir yaklaĢımı olduğu söylenebilir.
Onun önerdiği hümanizm, "insanı doğanın efendisi haline getirip, kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç
ve çıkarlarını göz önünde bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, (...) ona doğada makul bir yer verir". "Irk
ve Kültür"ün sonuna doğru Ģunu da yazar: "insanın hemcinslerine karĢı duymasını dilediğimiz saygı, hayatın
bütün biçimlerine karĢı hissetmesi gereken saygının özel bir durumudur sadece". Böylelikle, insana ve topluma
ekolojik bir bakıĢın, biyolojik ve kültürel farklılıklara ayrıcalıklı bir yer verme eğiliminde ve bunları koruma
arzusunda olacağı anlaĢılır. Bireyleri o farklılıkların içine hapsetme ve oradan çıkmalarını yasaklama pahasına
mı olacaktır bu?
Aslında kendimizi, "bir gün insanlar arasında, çeĢitlilikleri tehlikeye atılmadan eĢitlik ve kardeĢliğin hüküm
süreceği hayaliyle oyalıyoruz". Levi-Strauss'un bizi içine yerleĢtirdiği ikilem ve trajik durum Ģudur: Ya
birbirinden alıĢveriĢ özgürlüğünün hem olanaklı kıldığı hem engellediği evrensel eĢitlik, ya da halkların
birbirlerinden tecrit olmalarıyla hem olanaklı kılınan hem de engellenen çeĢitlilik ve farklılaĢma. Zira,
"birbirlerinden uzak partnerlerin birbirlerini teĢvik edebilmeleri için yeterli iletiĢimin olduğu; bununla birlikte,
tıpkı gruplar gibi bireyler arasında da çıkması kaçınılmaz olan engellerin azalacağı, öyle ki alıĢveriĢin kolaylığı
yüzünden çeĢitliliğin bozulup eĢitleneceği yoğunluk ve hızda bir iletiĢimin olmadığı dönemler, en yaratıcı dö-
nemler olmuĢtur". Günümüzdeki bunalım bu anlamda daha vahim, daha köktendir ve antropolojik durumu
kapitalizmle komünizm arasındaki o eski çatıĢmadan daha iyi açığa vurmaktadır. Levi-Strauss, kültürel alıĢveriĢ
için böyle bir üst eĢik tanımlarken, bugün hepimizin yüz yüze geldiği büyük sorunu açıklıkla ortaya
koymaktadır. ġimdi, durumun güncel unsurlarından yola çıkarak ve bazı yönelimler arayarak üzerinde durmak
istediğim de bu sorudur.
LEVI-STRAUSS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ - OLIVIER ABEL/11
Yeryüzü ĠletiĢimi mi, Ulusların ÇeĢitliliği mi?
Devir değiĢti. Sorunun ve verdiği zararların nerelere kadar yayıldığını ölçmek için iki örneği ele alalım. Ġlki
dünya turizmidir. Turizmin hem çağdaĢı hem de faili olan iki yüzü var. Bir yandan yitik ülkeler özlemini ifade
ediyor: Bir yolculuk çoğunlukla zamanın baĢlangıcına doğru yola çıkmanın, "baĢka bir yerde-kendi evine"
dönmenin bir biçimidir; çocukluğumuz da bizi tatillerde bekler; pazarın tekbiçimliliğinin parçalamadığı baĢka
yaĢam tarzlarına duyulan özlemi ifade eder. Ama aynı zamanda, pazarı bu farklılıklarla besler, ona soluksuz
kalmaya baĢladığı bir anda iĢletilmeye açık yeni bir alıĢveriĢ alanı açar ve çoğu zaman güçlenmesine yardım
ettiği dünya eĢitsizliklerinden yana oynar. Turistlerle göçmen iĢçiler arasındaki statü farkını görmek yeterlidir.
Kaynaklara dönüĢ ve bir çocukluk ya da baĢka bir bekaret arayıĢı da bazen en çıkarcı görünümleri almaktadır.
Turizmin kültürel, toplumsal, ekolojik sonuçlarının uzun vadede ne olacağı bilinmemektedir.
Ġkinci örnek ise iletiĢim toplumudur. Bu "karıĢım dini"nin her Ģeye kadir vektörleri haline gelen büyük medyalar
iki tavır arasında gidip geliyor: 1) TekbiçimlileĢtirirmiĢ ve bazı çekici, boĢ ve genelgeçer figürler etrafında
yeniden ĢahsileĢtirilmiĢ bir dünya görüĢünü dizi halinde yeniden üretmek; böylelikle azınlıklar marjinalleĢtirilir
ve "en çok iletiĢim sıfır bilgidir" (R. Debray); 2) En göz alıcı Ģekilde marjinal olan, farklılıklarına en çok
gömülmüĢ "diller"in ve yerleĢik geleneklerin reklamını yapmak; o zaman "ortak çıkar"ın laik anlamını üstlenen-
ler marjinalleĢir, çünkü skandal çıkarmamaktadırlar ve yeterince çekici değildirler. Fast-food uygarlığıyla batini
bir tarikat arasında artık bakacak hiçbir Ģey yoktur; dağılınız.
Bugün dünyaya kabaca iki mantık hâkim olmuĢtur. Vektörü Pazar olan ve otoriter kalelerin karĢısına "evrensel
liberalizmi" çıkaran, fakat kültürlerin ve yaĢam biçimlerinin çeĢitliliğini ezen bir teknik tekbiçimlileĢtirme
mantığı. Diğeri ise vektörü Devlet bazen de Din olan, Pazar buldozerinin önüne ulusal sınırlarla geçen, fakat
bireyleri zorlayıcı toplulukların içine hapseden bir etnik parçalama mantığı. Bu iki mantık birçok yönden suç
ortağıdır. Önce, aĢırılıklarıyla birbirlerini güçlendirirler; her biri diğerinin yol açtığı yıkımları tamir etme id-
diasındadır. Bu karĢıtlık coğrafi olarak, kapitalist bir merkezle milli-
IRK, KÜLTÜR VE TARİH /12
yetçi bir çevre arasında tamamlayıcı bir unsur gibi görünür; zira geliĢmiĢ ülkelerdeki liberalizmin, sınırları
denetlemek, kitlesel göç hareketlerini engellemek, karıĢıklıkları bastırmak vb. için çevre ülkelerdeki otoritarizme
ihtiyacı vardır. Sadece emeğin ekonomik dağılımı değil, iktidarın siyasal dağılımı da dünya çapında bir sistemin
sıradan sonuçlarıdır.
Batı demokrasilerinin demokratik-olmayan çevre ülkelere ihtiyacı vardır. Antropolojik terimlerle alıĢveriĢ,
"tüccar" biçimini aldığında "soylu" farklılıklarla beslenir ve ardında ham bir ekonomik eĢitsizlikten baĢka bir Ģey
bırakmaz. Le"vi-Strauss'un hatırlattığı gibi, alıĢveriĢe giren kaynaklar fazla homojenleĢtirilmiĢse, mümkün iki
çözüm kalmıĢ demektir: ya oyuna yeni oyuncular sokmak (sömürgeleĢtirmenin iĢlevlerinden biri bu olmuĢtur) ya
da eĢitsizlikler üretmek. Kısacası, yaĢam tarzlarının dünya çapında bir pazar tarafından tekbiçimlileĢtirilmesi,
ancak bu pazarın derinlemesine eĢitsiz yapısı tarafından telafi edilmektedir.
Binyıllar boyunca alıĢveriĢin, ekonomik yararlılığının ötesinde, bir kimlik alanına aidiyeti (ailevi, ekonomik,
askeri, dinsel) tanımlama iĢlevi olduğunu görmemiz gerekir; bunun modeli, görece bir kendi yağıyla kavrulma,
belirli bir kendine-yeterlikti. Bugün revaçta olan alıĢveriĢ mantığı ise her,,tür kimlik edinmeyi aĢmakta ve
zorunluluğunu evrensel ve sınırsız olarak dayatmaktadır: Ġnsanlar artık birbirleriyle alıĢveriĢleri aracılığıyla
kimlik edinememektedir. Belki ekonomik yararcılığın hesabına uygundur bu; fakat emek ve yaĢam, dağılım ve
tüketim biçimi ekonomisinin barındırdığı ve taĢıdığı simgesel için, özellikle de kimliklendirme iĢlevi için aynı
durum söz konusu değildir. Bunun içindir ki kimlik ihtiyacının bütün ağırlığı, ulusal, etnik, dinsel zeminlere,
kısacası alıĢveriĢ içine girmeyen her Ģeye yönelmektedir.
Kapitalizm tarafından neredeyse kabilesel bir kalıntı durumuna itilen Ulus-Devlet'in, aradığımız ikiliği içinde
taĢıdığına dikkat çekerek, Pazar'la Devlet'i karĢı karĢıya getiren tabloya ek bir nüans getirilebilir. Gerçekten de
burada, akılcılık ve evrensellik vektörü olan Devlet'i buluruz, tüccar evrenselliğinden baĢka bir "evrensel" söz
konusu olsa dahi: YurttaĢlık ülküsü biçimini ya da yönetimsel akılcılık biçimini alabilen siyasal bir evrensellik.
Ve bir aidiyet duygusunun vektörü olan Ulus'u buluruz: Bir geleneğe, bir dile, bir yaĢam tarzına, vb.'ne aidiyet.
Bu anlamda Ulus-Devlet zaten karmaĢık bir uzlaĢmaydı. Bugün aĢılmıĢ görünmektedir ve artık kapsayamadığı,
birbirine rakip ve
LEVİ-STRAUSS'A İKİNCİ ÖNSÖZ- OUVIERABEL/13
birbirini tamamlayan iki mantık tarafından parça parça edilmiĢtir.
Bu yetersizlik laiklik söz konusu olduğunda iyice hissedilir: Laik ulus, kimlik talebinde bulunanlar için fazla
geniĢ bir çerçeve, aĢırı bol bir elbise haline gelmiĢtir artık. Parçalanma olgusunun dinsel, dilsel ya da etnik bütün
farklılıklardan yararlanması bundandır. Çoğulcu kentsellik olarak laiklik, kafalarında sadece kendi kimlikleri
olan tek-dinli ya da tek-uluslu toplumlarda çok kırılgan bir hale gelmiĢtir. Fakat laik devlet, dünya çapında
modernliği isteyenler için fazla dar bir çerçeve, aĢırı sıkı bir elbise haline gelmiĢtir; dünya pazarı da bellekleri,
yaĢam tarzlarını, vb.'ni köksüzleĢtirmeye ve karıĢtırmaya devam edecektir. Asgari bir ortak kimlik olarak laiklik,
kafalarında sadece-kentsel bir arada yaĢamayı çatıĢmasız kılma olan ve dinsel olmayan toplumlarda kırılgandır.
Günümüzde siyasetin bütün sorunu bu zor eklemlenme etrafında dönmektedir: Nasıl yeni bir evrenselcilik, yeni
bir enternasyonalizm icat etmeli? Ve nasıl yeni bir cemaatçilik, birbiriyle bağdaĢabilen memleket ve "manzara"
anlamları icat etmeli? Üstelik, söz konusu olan sadece siyasal bir sorun değildir. Tıpkı uluslarüstü evrenselleĢtir-
me iĢlevlerini artık sadece pazara bırakmamak ve siyasal denetleme mercileri icat etmek gerektiği gibi, ulusal ya
da bölgesel kimlik verme ve toplumsal paylaĢtırma iĢlevini de artık sadece devlete bırakmamak gerekir:
Ekonomik yaĢamın kademelerinde bu mikro-ölçütlerin, bu mikro-pazarların yeniden icat edilmesi zorunludur.
Aslında bütün mesele, iki mantığın kütlesel karĢıtlaĢmasından iki ölçütün dengeli bir eklemleniĢine geçmekten
ibarettir.
Bu tartıĢma pek yeni değildir; Avrupa uzun zamandır Aydınlanmacılar'la Romantizm arasında "sallantıdadır",
akıl evrenselciliği ile geleneklerin yeniden kurulması arasında... Avrupa, evrenselliğin Ģampiyonu olmakla
evrenselleĢtirici mekanizma tarafından yenilip yutulmak arasında kalmıĢtır ve kendi dokusunu oluĢturan
farklılıklar ağını kaybetmektedir. Bu anlamda Avrupa, sadece adına dünyanın her tarafına sömürgeler
yerleĢtirdiği o özgürleĢtirici büyük anlatı olarak varolmaktadır; Avrupa, sömürgelerinin düĢleriyle, baĢta
Amerikan rüyasıyla varolmaktadır sadece; bu anlamda da Avrupa artık yoktur ve bir ucundan diğerine uzanan
derin farklılıklar üzerine bir kitabın eksikliğini çekmekteyiz. Fakat Avrupa, sanki bütün zamanlarda ve bütün
yerlerde geçerli tek bir demokrasi biçimi varmıĢçasına vazettiği demokratik evrensellikte de ahlakdıĢı bir
konumda kaldığını keĢfetmek-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/14
tedir! Modeli olduğunu iddia ettiği kültürel karmaĢıklık ya da dilsel çoğullukta da ahlakdıĢıdır ve bu haliyle sıkı
sıkıya korunan bir ben-merkezcilik modeli oluĢturmaktadır.
Kısacası, tartıĢma yeni değildir, ancak Ģu sıralar tıkanıp kalmıĢtır:
1) Ġnsanlığın tek olduğunu düĢünen, fakat bu tekliği, bütün toplumların aynı duruma yöneldiği bir aĢamalı
geliĢme olarak, neredeyse evrimci bir ölçüte dayandıran evrensellik savunucuları; bu açıdan, Marksizm'de
herkesin eleĢtirdiği nakaratı liberal demokrasiler devralmıĢtır.
2) Farklı kültürlerin ortak ölçüleri olmadığını ve birbirleri için anlaĢılmaz olduklarını, halkların, kendi
"ekosistemleri"ne hapsedilme pahasına birbirlerinden korunması gerektiğini düĢünen bir kültürel göreci-liğin
savunucuları. Bu alternatif aĢılıp, farklılıklara saygının baĢka biçimleri keĢfedilerek evrensellikle yeni bir iliĢki
kurulabilir mi? ġimdi, bütün sorun budur.
Evrensel Nedir?
Tek bir evrensellik kutbunun değil, rekabet halinde bir evrenseller çokluğunun olduğu tespitinden yola çıkmak
gerekir. Kent örneğini ele alalım* Eskiden Ģehirler birkaç "tarım bölgesi"nin kavĢağında olurdu (Ģehirler
arasındaki yapısal farklılıklar bu yüzdendir) ve bu kavĢaklar, bireyin artık sadece geleneklerle özdeĢleĢmek
zorunda olmadığı kamu alanlarını oluĢtururdu: Evrensellik iĢlevini gören bir üst ilke, gelenekleri mesafeli bir
konumda tutardı. Her Ģehrin kendi hâkim "evrenseli" vardı. ÇağdaĢ kentleĢmeler birçok Ģehir kültürünün
kesiĢtiği yerlerde bulunurlar; birçok rakip Ģehri, birçok üst ilkeyi içlerinde barındırırlar: sanayi siteleri, üniversite
merkezleri, ticaret Ģehirleri, siyasal ve idari merkezler, Köln'ün, Verona'nın, Chicago'nun ya da Kahire'nin
karıĢık "kentsel ortak değerleri"yle üst üste binmiĢlerdir. Bugün her büyük Ģehirde her biri kendini
gerçekleĢtirmeye uğraĢan bir "görünmez Ģehirler" kalabalığı vardır.
Bu büyük çağdaĢ kentleĢmelerde, anonim karıĢımla cemaat sıcaklığı arasındaki "geçiĢ alanı" noksanlığı, yalnız
bireyleri, içinde memleketlerin unutulduğu, öz kültürlerince aktarılan kentsel ortak değerlerin unutulduğu
"kabile"lerini aramaya yöneltir. Bu anlamda tehdit altında olan, kültürlerin özgünlüğü değil, ortak değerleridir.
Zira bir yanda dönüĢtürülmez farklılıklar, tam da çevrilemez olmalarından ötürü,
LEVI-STRAUSSA ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ - OUVIER ABEL /15
ayakta kalacak ve güçlenecektir. Öte yanda, evrensel pazara, Disney-vvorld'a sokulabilen her Ģey o evrenselliğe
varacaktır.
Ama evrenselliği maksat edinenler, her kültürün içinde gerçekten evrensel olan değerler... iĢte onlar
yokolmaktadır. Dillerimizin ve kültürlerimizin kendi ifadelerine özgün yaratıcılık yolları bulmak için kendilerine
özgü mitsel, estetik ya da etik kaynaklardan yararlanmaları, fakat öte yandan, bu kaynakların evrensel
kapsamlarını açığa çıkarmak için onları mümkün baĢka evrensellerle yüzleĢtirmeleri gerçeğine çok az önem
verilmektedir. Mizahın, belki de her halkın en tercüme edilmez özelliği olması, ama yine de gülüĢün, herĢeye
rağmen bulaĢıcılığı anlamında, evrensel olması gerçeğine fazla önem verilmemektedir.
Betimlediğimiz tuzaktan çıkmak için, sadece kendi bağlamlarında ortak değerler olduğunu kabul etmemiz
gerekir. Evrenselliğe, ancak bu "kendi bağlamlarında ortak değerler"in daha neredeyse yeni baĢlatmıĢ oldukları
uzun bir tartıĢma içinde varabiliriz. Evrenselliğe, kentselliğe ya da laikliğe (tartıĢmanın terminolojisine göre), her
tür aidiyeti, özel bir gelenek içinde kurulmuĢ herĢeyi reddederek ya da inkâr ederek, ya da mümkün tek temelin
temel yokluğu ve kaybı olduğunu belirterek (E. Morin) varılacağını sanmak bir hatadır. Bu "temel yokluğu"nda
rahatsız edici olan Ģey, tam da her rakibe hemen uygulanabilir olan o dolaysız evrenselliğidir. Gerçekten de fazla
"tartıĢılmaz" bir temeldir bu! Ġstese de istemese de her kültür, P. Ricoeur^ün ifadesini kullanırsak, özel bir
karıĢımdan oluĢmuĢ "etiko-mitsel bir çekirdek"tir. Bu çekirdek, eleĢtirilmek yerine inkâr edildikçe, çoğu zaman
daha da etkinleĢmektedir. Bunu söylerken özellikle her kültürün dinsel boyutunu, toplumsal ve siyasal her
kapanmanın dinsel boyutunu (R. Debray) düĢünüyorum.
Böylelikledir ki, hukukun dinsel arkeoloji içindeki kökleri inkâr edildikçe o hukuka daha çok mahkûm olunur ve
baĢka bir hukuku anlamakta zorluk çekilir. Bu durumda, modern ve Batılı hukuk Müslüman hukukunu
anlamakta zorluk çekmektedir. ġunu sadece yalınlıkla kayda geçmek gerekir: Evrenselliğe varma yollarımız
metaforik kalmakta, Hıristiyan, Müslüman ya da Budist vb. diller "evreni" içinde hapsolmaktadır! Laikliklerimiz
de kendi bağlamlarında laikliktirler. Burada genel varsayımım Ģudur: Farklı dinler, evrenselle iliĢkinin, bir dil ya
da bir geleneğin özellikleri içinden kök almıĢ olduğunu bilen taĢıyıcılarıdırlar; birbirini izleyen dünya çapındaki
tüm ideolojiler karĢı-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/16
sındaki, özellikle de "demokratik" ideoloji karĢısındaki "avantajları da budur. Fransızca'daki sözcükle oynarsak;
"Culte"ler (tapınma yolları) "culture" (kültür) nüvelerinin, baĢlangıç senaryolarının hayata geçme biçimleridir.
Ve bu tapınma yolları da, bizzat evrenselliği amaçlamalarıyla, ortak değerlerimizin hâlâ bölgesel olduğunun
tanıklarıdır.
Dinlerin bu avantajını telaffuz etmek, dinsel önyargılara karĢı tüm eleĢtirel yaklaĢımlardan vazgeçmek demek
değildir. Tam tersine, dinlerden, onlara vermiĢ olduğumuz ayrıcalığa ulaĢmak istiyorlarsa, sadece dil olmayı (bu
bakımdan) ve tek bir evrensel dil olmadığı gibi evrensel bir dinin de olamayacağını kabul etmelerini istemektir
bu. Herhangi bir din evrenselleĢmeyi çok iyi baĢarsa bile iç farklılaĢma ilkesi tarafından kısa zamanda parçalara
ayrılırdı. Buna ek olarak, dinlerden talep etmemiz gereken Ģeyin sadece dinsel çoğulculuk olmadığına da dikkati
çekmeliyiz: Her din, "bütün hakiki yaratılar" gibi, "diğer değerlerin çağrısı karĢısında, onların reddi, hatta
inkârına kadar gidebilecek belirli bir sağırlık içerir," ("Irk ve Kültür"); dinlerden sivil çoğulculuğu da talep
etmeliyiz, zira Ģehirlerimizde ve toplumlarımızda, artık birbirine karıĢmıĢ birçok "Tanrı dili" vardır.
Bu çoğulculuk mümkündür, çünkü dinlerimiz kuramsal değil ama içsel bir bilgiyle, ortak değerlerinin metaforik
olduğunu ve evrenselliğe ancak bir dile, bir kültüre, bir tarihe, bir bağlama özgü metaforlar aracılığıyla
varılabildiğini bilirler. Ancak kültürler arasında uzun bir konuĢma, bu "kendi bağlamındaki ortak değerler"
arasındaki uyum ve sapmaları temkinlilikle saptamayı mümkün kılabilirdi. Oysa kültürlerin karĢılaĢması tam da
her birinin kendi içindeki en evrensel Ģeyler yüzünden daha da güç gerçekleĢmektedir; çünkü her zaman en zor
olan Ģey, ortak değerlerin yüz yüze gelmesidir, uzun ve karmaĢık arabuluculuklar gerektirir. Bu arabuluculuklar
yönünde etkinlik gösteren kiĢi, kendisini o ortak değerlerin üzerine bir ayağı birinin, öteki diğerinin üzerinde ve
kafası aĢkınlık yıldızlarına ermiĢ bir Ģekilde yerleĢtiremez! Kökendeki bağlamını kabul etmeli, kendini azar azar
yurtsuzlaĢtırmalı ve yurtsuzlaĢmanın aynı zamanda bir parçalanma olduğunu bilmelidir.
Ortak değerler arasındaki diyaloga bu Ģekilde bağlanmıĢ kiĢi için tek aĢkınlık ötekilerin bakıĢ açısıdır. Bu
aĢkınlık evrenseldir; çünkü zekâya, evrenselliğe nihaî olarak ulaĢmıĢ olma iddiasında bulunabilecek sentetik bir
bakıĢ açısında olmadan baĢka soruları, baĢka bakıĢ açıları-
LEVI-STRAUSSA ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ-OL1V1ERABEL/17
nı anlama yollarını açar. Eğer ortak değerlerin diyalogu için baĢkasını ve kendini sorgulama yeteneği bir
zorunluluksa ve bu diyalog hep aynı zorluktaysa, Disneyvvorld'ün her-yerde-geçer evrenselliğiyle yetinmek ya
da kendi dilinin en tercümeye gelmez ve köklü bölümlerine sığınmak cazipliğini koruyacaktır. Bununla birlikte
en çok eksikliğini çektiğimiz Ģey, ortak değerler arasındaki diyalogun o uzun ve güç yoludur.
Daha dolaysız olan ve tuzağa düĢmeden kültür diyaloguna geçmeyi mümkün kılan bir yola iĢaret etmeden
bitirmek istemiyorum. Tekil yaratılar arasında bir hareket birlikteliği vardır. Bu hareket birlikteliği de, kuĢkusuz,
ortak değer terimleriyle açıklanamaz, fakat iletilebilir; birinden diğerine geçicidir. Bu hareket birlikteliğinin
varlığı, bizzat dinlerde bile saptanabilir: Gerçekten de inancın derinliğidir bu; o birlikteliğin en canlı ve en özgün
Ģekilde belgelendiği yer, en çok farklılık ve özgünlük ürettiği yer, ötekilerin inancında canlı ve yaratıcı plan
Ģeyle en ĢaĢırtıcı yakınlığın hissedildiği yer... ġiirsel, müzikal ya da plastik eserlerde bu yakınlık daha da açıktır.
Bir "üslûbun", diğer üslûplarla hareket birlikteliğine girme yeteneği, üslûp sezgisi diye adlandırabileceğimiz Ģeyi
açığa vurur: Yani, karĢılaĢılan özgünlükleri kendi içinde yeniden yaratabilme yeteneği. HerĢeyi yeniden
yaratamasak da, bizim için kayıp yaratılar olsa da, ve bunun böyle olması bir zorunluluk olsa da, kendimiz
yaratmaya devam etmek istiyorsak, o güzel, mümkün hayatların üzerine tükürmek yerine, yalın mevcudiyetlerini
uzaktan selamlayabiliriz.
IRK VE TARĠH
Irk ve Kültür
Irkçı önyargıya karĢı mücadeleyi amaçlayan bir broĢür dizisinde, ırkların dünya uygarlığına
katkılarından söz etmek ĢaĢırtıcı olabilirdi. Bilimin bugünkü aĢamasında, bir ırkın bir diğerine göre
zihinsel üstünlüğünü veya aĢağılığını onaylatmak için hiçbir verinin bulunmadığını göstermek uğruna
harcanan çabalar ve yetenekler, insanlığı oluĢturan büyük etnik gruplanrı ortak mirasa sadece
varlıklarıyla özgül katkılarda bulunduklarını kanıtlama çabası, ırk kavramına tekrar el altından hak
vermekle sonuçlanacaksa, abes olurdu.
Ama hiçbir yol, amacımıza, ırkçı öğretinin dolaylı olarak biçimlendirilmesi sonucuna varan bu
giriĢimden daha ters düĢemezdi. Biyolojik ırkları özgül psikolojik nitelikleriyle belirginleĢtirmeye
giriĢince, tanımlama biçimi olumlu ya da olumsuz olsun, bilimsel gerçekten aynı ölçüde sapılır.
Tarihin ırkçı kuramların atası durumuna getirdiği Gobineau'nun, aslında "ırkların eĢitsizliği"ni
niceliksel değil niteliksel olarak ele aldığı unutulmamalıdır. Ona göre, baĢlangıçta ilkel denmeksizin
insanlığı oluĢturan ilk büyük ırklar -beyaz, sarı, siyah- mutlak değerde, özgün yeteneklerinin farklılığı
kadar eĢitsiz değillerdi. Gobine-
IRK, TARİH VE KÜLTÜR/20
au'ya göre soyların yozlaĢması, ırklara tek bir değerler skalasıyla yaklaĢıldığında her ırkın ortaya çıkan
durumuna değil, melezleĢme olgusuna bağlanıyordu; dolayısıyla bu yozlaĢma, ırk farkı gözetmeksizin
gitgide artan bir melezleĢmeye mahkûm olan tüm insanlığa yönelikti. Ancak antropolojinin ilk günahı,
salt biyolojik olan ırk kavramı (bu sınırlı alanda bile nesnellik iddiasında bulunabilen söz konusu
kavrama karĢı modern genetiğin itirazını göz önüne almak gerekir) ile kültürlerin sosyolojik ve psiko-
lojik oluĢumlarını birbirine karıĢtırmakta yatar. Bu günahı iĢlemiĢ olması bile Gobineau'nun kendini,
aslında iyi niyetin de varolduğu düĢünsel bir yanılgıdan, tüm sömürü ve ayrımcılık yöntemlerinin
istemdıĢı meĢrulaĢtınlmasına götüren ve çıkıĢı olmayan bir çemberin içine hapsolmuĢ bulmasına yetti.
Bu çalıĢmada ırkların uygarlığa katkılarından söz etsek de, bu, Asya'nın, Avrupa'nın, Afrika'nın ya da
Amerika'nın kültürel katkılarının, bu kıtaların kabaca değiĢik ırksal kökenden gelen insanların
yerleĢim alanı olmasından dolayı herhangi bir özgünlük kazandıkları anlamına gelmiyor. Eğer böylesi
bir özgünlük varsa -ki varlığı Ģüphe götürmez- bu, siyah, sarı ya da beyazların fizyolojik veya
anatomik yapılarına bağlı farklı yeteneklerinden değil, sosyolojik, tarihsel ve coğrafi koĢullardan ileri
gelmektedir. Ancak bu broĢür dizisinin, olumsuz bakıĢ açısına karĢı durmaya uğraĢtığı ölçüde bile,
insanlığın geliĢme sürecinin yine çok önemli bir diğer yönünü ikinci plana atma tehlikesiyle karĢı
karĢıya kaldığını fark ettik. ġöyle ki, bu süreç bir tekbiçimli tekdüzelik (uniforme monotonie)
düzeninde değil, uygarlıkların ve , toplumların çok çeĢitlenmiĢ biçimleri arasında geliĢmektedir. Bu
zihinsel, estetik ve sosyolojik çeĢitlilik, insan topluluklarının biyolojik planda gözlemlenebilir bazı
yönleri arasındaki herhangi bir farklılığa bir neden-sonuç iliĢkisiyle bağlanmıĢ değildir: Birinci
çeĢitlilik (zihinsel, estetik, sosyolojik) ikinciye (biyolojik) ancak ayrı bir düzlemde koĢuttur. Ama aynı
zamanda ondan iki önemli özelliği ile ayrılır. Ġlk olarak, bu çeĢitlilik ayrı bir büyüklük sisteminde yer
alır. Kültürlerin sayısı ırklara oranla çok daha fazladır; birisi binlerle diğeriyse yalnızca birimlerle
ölçü-
IRKVETARtH/21
lür; aynı ırktan insanların yoğurduğu iki kültür, ırk olarak birbirinden uzak iki topluluğun kültürleriyle
aynı oranda, hatta daha da farklı olabilir. Ġkinci olarak, temel anlamda ırkların yeryüzündeki
dağılımları ve tarihsel kökenlerini sergileyen ırklar arası çeĢitliliğin tersine kültürler arası çeĢitlilik
ortaya birçok sorun çıkarır; bunun insanlık için yararlı mı olduğu, yoksa insanlık için bir handikap mı
oluĢturduğu sorulabilir - doğal olarak birçok yeni soruya ayrıĢan genel bir sorudur bu.
Son olarak, biyolojik temellerinden ancak kopartılabilen ırkçı önyargıları, yeni bir alanda yeniden
oluĢurken görmek pahasına da olsa, öncelikle bu çeĢitliliğin nelerden oluĢtuğunu sorgulamalıyız.
Çünkü, sokaktaki adamın, deneylerle de kanıtlandığı gibi dört elle sarıldığı, "madem doğuĢtan ırksal
yetenekler yoktur, o zaman diğer renkli halkların kimisi yarı yolda, kimisi de binlerce hatta on binlerce
yıl geride kalırken, beyaz insanın kurduğu uygarlık nasıl o bilinen ilerlemeleri yapabilmiĢtir?" sorusu
karĢısında yanıtsız kaldığımıza göre, onu, kara veya beyaz derili, düz veya kıvırcık saçlı olmanın
ahlaki ve zihinsel bir anlamı olduğu yolundaki düĢüncesinden vazgeçirmeye çalıĢmak son derece an-
lamsız olur. Dolayısıyla, kültürlerin eĢitsizliği -ya da çeşitliliği— sorununa eğilmeden, ırkların
eĢitsizliği sorununun olumsuzlamayla çözüldüğü ileri sürülemez; çünkü bu iki eĢitsizlik halkın
kafasında yanlıĢ bir Ģekilde birbirine sıkıca bağlanmıĢtır.
Kültürlerin Çeşitliliği
Kültürlerin kendi aralarında nasıl ve hangi ölçüde farklılaĢtıklarını, bu farklılıkların geçerliliklerini
yitirip yitirmediğini veya çeliĢip çeliĢmediğini ya da uyumlu bir bütün oluĢturmaya yardımcı olup
olmadığını anlamak için, önce bu kültürlerin dökümüne giriĢmek gerekiyor. Ancak güçlükler de tam
bu noktada baĢlamaktadır; çünkü kavramamız gereken, kültürlerin kendi aralarında aynı biçimde ve
aynı düzeyde farklılaĢmadıklarıdır.
ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 22
Yeryüzünde birbiriyle yan yana duran, kimi yakın kimi uzak, fakat sonuçta çağdaĢ olan toplumlarla
karĢı karĢıyayız. Ayrıca, zamansal olarak birbirini izleyen ve dolaysız deneyle ulaĢamadığımız
toplumsal yaĢam biçimlerini de göz önünde bulundurmak durumundayız. Her insan antropolog olabilir
ve ilgilendiği herhangi bir toplumun gündelik varoluĢ biçimini paylaĢmak üzere çalıĢma alanına
gidebilir; öte yandan tarihçi veya arkeolog olabilse de, yok olmuĢ bir uygarlıkla asla dolaysız iliĢkiye
giremez; iliĢki düzeyi salt bu toplum -ya da diğerleri- tarafından bırakılmıĢ yazılı belgeler ve resimli
yapıtların taĢıdığı dolaylılık içinde kalacaktır. Son olarak, "yabanlar" ya da "ilkeller" diye adlandır-
dığımız, yazıdan habersiz kimi çağdaĢ toplumların da -yöntemimizin dolaylılığı nedeniyle
öğrenemediğimiz- farklı yaĢam biçimlerini geride bırakmıĢ olduklarını unutmamamız gerekiyor.
Dürüst bir döküm, kendimizi üzerinde söz söylemeye yeterli saydığımız bölümlerin yanında, kuĢkusuz
sayısı bunların kat kat üzerinde olan bilemediğimiz bölümlerin varlığını gözardı etmemelidir. Burada
bir ilk saptama yapmak gerekiyor: Pratik olarak günümüzde, yine pratik ve kuramsal olarak geçmiĢte,
insan kültürlerinin çeĢitliliği asla öğrenemeyeceğimiz kadar zengin ve büyüktür.
Ancak, bu sınırlılığın bilincinde olmamıza ve alçakgönüllülüğümüze karĢın, baĢka sorunlarla da
karĢılaĢıyoruz. Farklı kültürler sözünden ne anlaĢılmalıdır? Bazı kültürler farklı görünümü verirler,
fakat aynı kökten geliyorlarsa, geliĢmelerinin hiçbir anında iliĢkisi olmamıĢ iki toplumun
farklılığından daha değiĢik bir farklılık sunarlar. Böylece, Peru Ġnkaları'nın eski krallığı ile Afrika'daki
Dahomey'in eski krallığı,arasındaki farklılaĢma, örneğin yine farklı toplumlar olarak ele alınması
gerekmesine karĢın bugünkü Ġngiltere ve ABD arasındakine oranla daha belirgin kalmaktadır. Buna
karĢılık, gözardı edilemeyecek bir olgu da, birbirleriyle sonradan yakın iliĢkiye giren, ancak söz
konusu noktaya farklı yollardan gelen toplumların aynı uygarlık görüntüsü sunuyormuĢ gibi
olmalarıdır. Toplumlarda karĢıt yönlerde çalıĢan ve uğraĢları eĢzamanlı olan güçler vardır: Bu güçlerin
bir
IRK VE TARĠH/23
bölümü yerel özelliklerin korunmasına hatta keskinleĢmesine uğraĢırken, diğer bölümü birliktelik ve
kaynaĢma yönünde çaba gösterir. Bu tür olgulara iliĢkin çarpıcı örnekleri dil konusunda bulabiliriz:
Aynı kökenden gelen diller birbirlerine bağlı olarak değiĢme eğilimi gösterirken (Rusça, Fransızca,
Ġngilizce gibi), komĢu topraklarda konuĢulan değiĢik kökenli diller de ortak özellikler geliĢtirirler:
Örneğin Rusça, dolaysız komĢuluk alanında konuĢulan Türk ve Fin-Uygur dillerine en azından bazı
sesçil hatlar bakımından yakınlaĢmak uğruna, diğer slav dillerinden belli bir ölçüde farklılaĢmıĢtır.
Bu tür olguları incelediğimizde (ki uygarlığın toplumsal kurumlar, sanat ve din gibi özellikleri de
benzer örnekler sağlayacaktır), toplumların, karĢılıklı iliĢkileri açısından üst sınırlarını aĢamayacakları
ve kolayca gerisinde de kalamayacakları bir çeĢitlilik optimumu'yla. tanımlanıp tanımlanamayacağı
sorusuyla karĢılaĢıyoruz. Bu optimum ancak, toplumların sayısına, nüfussal önemlerine, coğrafi
uzaklıklarına ve kullandıkları maddi ve zihinsel iletiĢim araçlarına bağlı olarak değiĢebilir. Gerçekte
çeĢitlilik sorunu, sadece karĢılıklı iliĢkileri içinde düĢünülen kültürler düzeyinde değildir; çeĢitlilik
aynı zamanda her toplumun bağrında, o toplumu oluĢturan bütün topluluklarda kendini gösterir:
Tabakalar, sınıflar, mesleki ve dinsel çevreler vb., sonradan her birinin aĢırı bir önem atfederek
sarılacağı farklılıklar geliĢtirirler. Toplum diğer iliĢkilerin etkisi altında, daha yoğun ve daha bağdaĢık
hale geldiğinde, bu iç çeĢitlenme'nin, aynı eski Hindistan'daki arî egemenliğinin kurulmasının hemen
ardından oluĢan kastlar düzeni örneğinde olduğu gibi, sürekli artma eğilimi gösterip göstermediği
düĢünülebilir.
Böylelikle kültürlerin çeĢitliliği kavramının, durağan bir kavram olarak algılanmaması gerektiği
görülüyor. Söz konusu çeĢitlilik, ne cansız bir numune derlemesinin ne de kuru bir katalogun
çeĢitliliğidir. Ġnsanlar kuĢkusuz coğrafi uzaklıkları, içinde bulundukları ortamların kendine özgü
nitelikleri ve dıĢlarındaki dünyadan habersizlikleri nedeniyle-farklı kültürler yoğurmuĢlardır; fakat bu
da ancak her kültür ya da her toplumun ken-
İRK, TARİH VE KÜLTÜR/24
di içine kapanıp, diğerlerinden soyutlanarak geliĢmesiyle mümkün olabilirdi. Oysa bu durum, hiçbir
zaman, belki sadece Tasmanyalılar'ınki gibi (ki burada da salt sınırlı bir süre için geçerlidir) istisnai
örnekler dıĢında gerçekleĢmemiĢtir. Toplumlar hiçbir zaman yalnız kalmamıĢlardır; en ayrık
göründükleri zamanlarda bile topluluklar ya da sürüler halinde olmuĢlardır. Bu durumda kuzey ve
güney Amerikalı kültürlerin on bin ile yirmi beĢ bin yıl arasında dıĢlarındaki dünyayla iliĢkilerinin
kopuk olduğunu varsaymak abartma olmayacaktır. Ancak bu ayrık insanlık parçası da, kendi
aralarında çok sık iliĢkileri olan, irili ufaklı birçok topluluğu barındırıyordu. Soyutlanmanın sonucu
olan farklılıkların yanı sıra, yakınlıktan ileri gelen çok önemli farklılıklar da vardır: kendini gösterme,
farklı olma, kendisi olma arzusu. Birçok gelenek, iç gereklilikten ya da birtakım elveriĢli rastlantı-
lardan değil, kendilerinin koymayı bile düĢünmedikleri kuralları baĢarıyla kullanan komĢu topluluğun
gerisinde kalmama isteğinden doğmuĢtur. O halde, kültürlerin çeĢitliliği bizi, parçalara ayırıcı ya da
parçalara ayrılmıĢ bir incelemeye çekmemelidir. Kültürlerin çeĢitliliği insan topluluklarının
birbirinden yalıtılmasından çok, onları birleĢtiren iliĢkilere bağlıdır.
Halk-merkezcilik
Yine de, kültürlerin çeĢitliliğinin insanlar tarafından çok ender olarak gerçek haliyle, yani toplumlar
arası dolaylı ya da dolaysız iliĢkilerin sonucu geliĢen doğal bir olay olarak algılandığı açıktır; insanlar
çeĢitliliği daha çok bir yaradılıĢ aykırılığı ya da bir skandal olarak gördüler. Bu konulardaki bilginin
ilerlemesi de, daha doğru bir bakıĢ lehine bu yanılsamayı ortadan kaldırmaktan çok, onu kabul etmek
ya da katlanmanın yolunu bulmaktan ibaret olan sonuçlar doğurdu.
Beklenmeyen bir durumla karĢılaĢtığımızda hepimizde yeniden ortaya çıkma eğilimi gösteren ve
kuĢkusuz sağlam psikolo-
IRK VE TARİH/ 25
jik temellere dayanan en klasik tavır, kendimizle özdeĢleĢtirdiğimiz kültürel, yani ahlaksal, dinsel,
toplumsal, estetik biçimlere uzak düĢen biçimlerin açıkça yadsınmasından ibarettir. Bize yabancı olan
yaĢam, inanıĢ ve düĢünme biçimleriyle karĢılaĢtığımızda, "yaban alıĢkanlıklar", "bu bizden değil",
"buna izin verilmemeliydi", vb. türünden ürperti ve tiksinti dile getiren kaba tepkiler gösteririz. Ġlkçağ
da Yunan kültürünün içinde yer almayan her Ģeyi "barbar" adı altında topluyordu; Batı uygarlığı daha
sonra yaban deyimini aynı anlamda kullandı. Oysa bu sıfatların ardında tek bir yargı gizlenmektedir:
"Barbar" sözcüğü kök bakımından, insan dilinin anlamlı akustik imgesine karĢı, eklemsiz kuĢ
Ģakımalarının karmaĢıklığından kaynaklanıyor olabilir; ve yine "ormana iliĢkin" anlamına gelen
"yaban" sözcüğü de insan kültürüne karĢıt hayvansı yaĢam biçimini çağrıĢtırır. Her iki Ģıkta da kültürel
çeĢitlilik olgusu yadsınır; yaĢamımızı düzenleyen normlara uymayan ne varsa kültürün dıĢına, doğaya
atılması yeğlenir.
Bu naif, fakat insanların çoğunda son derece yerleĢik olan bakıĢ açısının, bu broĢür zaten bunları
çürütmek için yazıldığından, tartıĢılması gerekmiyor. Burada, bu bakıĢ açısının oldukça açık bir
paradoksu içerdiğini belirtmek yeterli olacaktır. "Yabanların (ya da böyle adlandırılan herkesin)
insanlık dıĢına atılmasına dayanak hazırlayan bu düĢünce yöntemi, aslında söz konusu yabanların en
belirgin ve en ayırt edici yöntemidir. Gerçi, ırk ya da uygarlık farkı gözetmeksizin, insan türünün tüm
biçimlerini kapsayan insanlık kavramının çok geç ortaya çıktığı ve yayılmasının sınırlı olduğu
biliniyor. Bu kavramın, geliĢmesinin doruğuna ulaĢmıĢ gibi göründüğü noktada bile, karmaĢıklıklar ve
gerilemelerden etkilenmeyecek biçimde oluĢmuĢ olduğu hiç de kesin değildir - yakın tarih bunu
kanıtlamaktadır. Dahası on binlerce yıl boyunca, insan türünün büyük bir bölümü için bu tür bir
kavramın hiç söz konusu olmadığını da görüyoruz. Ġnsanlık, kabilenin, dilbirliği olan topluluğun, hatta
bazen köyün sınırlarında biter; öyle ki, ilkel diye adlandırılan büyük toplulukların çoğu, onlara göre
tümüyle "kötüler", "reziller", "yer maymunla-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 26
rı" ya da "bit yumurtalarından oluĢan diğer kabile, topluluk ve köylerin insanlığın -ya da doğanın-
erdemlerini paylaĢmadıklarını varsayarken, kendilerini "insanlar" (hatta bazen -hafifçe fısıldayalım ki-
"iyiler", "mükemmeller", "kusursuzlar") anlamına gelen bir adla tanımlamıĢlardır. ĠĢ çok kez
yabancıyı, artık en alt düzeydeki bir gerçeklikten bile yoksun bırakıp, bir "hortlak", bir "hayalet" gibi
görmeye kadar vardırılır. Böylelikle, iki tarafın birbirine çok sert karĢılıklar verdiği durumlar ortaya
çıkar. Büyük Antiller'de, Amerika'nın bulunmasından birkaç yıl sonra Ġspanyollar, yerlilerin bir ruh
taĢıyıp taĢımadıklarını anlamak için araĢtırma ekipleri yollarlarken, yerliler de beyaz tutsakların
ölülerini çürüyüp çürümediklerini anlamak için sürekli gözetim altında, suda tutuyorlardı.
Tuhaf ve aynı zamanda korkunç olan bu küçük öykü (baĢka yerlerde farklı biçimler altında
bulacağımız) kültürel göreceliğin paradoksunu iyi açıklamaktadır: Kültürler ve gelenekler arası bir
ayrım getirilmeye çalıĢıldığı ölçüde, yadsınmaya kalkıĢılan söz konusu kültür ve geleneklerle tümüyle
özdeĢleĢilmektedir. Örnekleri arasında en "barbar" ya da en "yaban" gibi görünenleri insanlığa kabul
etmemek, böyle tanımlananlara ait olan en tipik tutumun yinelenmesinden baĢka bir Ģey değildir.
Barbar, her Ģeyden önce barbarlığa inanan insandır.
KuĢkusuz, insanlığın büyük dinsel ve felsefi sistemleri -örneğin Budacılık, Hıristiyanlık, Ġslamiyet ya
da Stoacı, Kantçı ve Marksist öğretiler- bu sapmaya sürekli karĢı çıkmıĢlardır. Ancak tüm insanlar
arasındaki doğal eĢitliğin, onları ırk ve kültür ayrımı gözetmeksizin birleĢtirmesi gereken kardeĢliğin
bu basit beyanında, gözlemlenebilir gerçek çeĢitliliği gözardı ettiği için, aldatıcı bir yön vardır. Çünkü
bu ayrılığın meselenin özünü etkilemediğini söylemek, insanın kuram ve uygulamada bunu yok
saymasına yetmez. Nitekim UNESCO'nun ırklar sorunu üzerine ikinci bildirisinin giriĢinde, sokaktaki
adamı ırkların varlığına inandıranın, "bir Afrikalı, bir Avrupalı, bir Asyalı ve bir Amerikalı yerliyi yan
yana gördüğünde algıladığı açık kanıt" olabileceği çok yerinde bir biçimde belirtiliyor.
IRK VE TARĠH/27
Büyük insan hakları bildirileri, insanın doğasını soyut bir insanlık içinde değil, en devrimci
değiĢimlerin bile hâlâ bazı parçalarını oldukları gibi sürüp gitmeye bıraktığı, zaman ve mekân içinde
kesinlikle tanımlanmıĢ bir durumun iĢlevleri olarak açıklanabilen geleneksel kültürler içinde
gerçekleĢtirdiği olgusunu çoğunlukla unutan bir ideali dile getirdikleri için, hem güçlüdürler, hem de
zayıf. Kendisine duygusal olarak ters gelen denemeleri mahkûm etme eğilimi ile zihinsel olarak
kavrayamadığı farklılıkları yadsıma eğilimi arasında kalmıĢ olan çağdaĢ insan, bu karĢıt kutuplar
arasında sonuçsuz uzlaĢma noktaları bulmak ve kültürlerin çeĢitliliğini kendisi için hoĢ olmayan ve
utanç verici yanlarından arındırarak açıklayabilmek için yüzlerce felsefi ve sosyolojik spekülasyona
giriĢti.
Ancak birbirinden oldukça farklı ve hayli garip olabilmelerine karĢın aslında bütün bu spekülasyonlar,
kuĢkusuz en iyi biçimde sahte evrimcilik terimiyle tanımlanabilecek tek bir reçeteye indirgenebilir.
Nelerden oluĢmaktadır bu reçete? Söz konusu olan, tam anlamıyla, kültürlerin çeĢitliliği olgusunu
tümüyle kabul eder görünerek, onu bertaraf etme eğilimidir. Çünkü uzak ve eski toplumların içinde
bulunduğu birbirinden farklı durumlar, ortak bir noktadan hareket ederek aynı hedefe yönelmesi gere-
ken tek bir geliĢme sürecinin belirli düzey ve evreleri gibi ele alındığı takdirde, çeĢitliliğin salt
görüntüde kaldığı ortaya çıkar. Ġnsanlık tek bir kalıp olarak kendisiyle özdeĢ duruma gelmektedir; ama
bu teklik ve özdeĢlik, ancak yavaĢ yavaĢ gerçekleĢebilecektir ve kültürlerin çeĢitliliği de, derin
gerçekliği gizleyen ya da ortaya çıkıĢını geciktiren bir sürecin anlarını açıklamaktadır yalnızca.
Darwinciliğin büyük fetihleri akılda olduğu sürece, bu tanım insana çok üstünkörü gelebilir. Ancak
bizi ilgilendiren bu değil; çünkü biyolojik evrimcilikle, burada konu ettiğimiz sahte evrimcilik
birbirinden çok farklı iki öğretidir. Ġlki, yoruma çok az yer verilen gözlemlere dayalı, geniĢ bir çalıĢma
varsayımı olarak ortaya çıkmıĢtır. Örneğin, atın soyağacını oluĢturan farklı cinsler, iki nedenden ötürü
tek bir evrimsel dizide sıralandırıla-
J
IRK, TARİH VE KÜLTÜR /28
bilir: Birinci neden, bir atın döllenebilmesi için onu dölleyecek baĢka bir atın gerekliliğidir; ikinci
neden ise, tarihsel olarak yeniden eskiye doğru giden, üst üste binmiĢ toprak katmanlarının, aynı
Ģekilde, aldığı en yeni biçimden en eskisine kadar kademeli olarak değiĢen at iskeletleri
barındırmasıdır. Böylece, Hippari-on'un Equus caballus'ün gerçek atası olması son derece olası gö-
rünüyor. Aynı düĢünme biçimi kuĢkusuz insan türüne ve ırklarına da uygulanıyor. Ne var ki biyolojik
olgulardan kültür olgularına geçildiğinde her Ģey son derece karmaĢıklaĢır. Toprak altında maddi
nesneler bulunabilir ve jeolojik katmanların derinliğine, nesnenin üretiliĢ biçim ve tekniğine göre
aĢamalı bir geliĢme gözlenebilir Ancak bununla birlikte, bir balta, bir hayvan gibi, baĢka bir baltanın
varolmasını sağlayamaz. Bu durumda bir baltanın bir diğerine bağlı olarak evrim gösterdiğini
söylemek, sonuç olarak biyolojik olaylara uygulanan benzer söyleme bağlı olan, bilimsel kesinlikten
yoksun, eğretilemeli ve yaklaĢık bir formül oluĢturacaktır. Fiziksel olarak yeryüzünde varolan ve bi-
linen dönemlere ait nesneler için doğru olan, genel olarak geçmiĢini bilemediğimiz kurumlar, inançlar
ve zevkler için daha da doğrudur. Biyolojik evrim kavramının denk düĢtüğü varsayıma atfedilen
olasılık katsayısı, sosyal bilimler alanında karĢılaĢılabilen en yüksek değerdedir; oysa toplumsal ya da
kültürel evrim kavramı olsa olsa olguların çekici, ama tehlikeli olacak düzeyde de kolay bir sunum
yöntemini getirir.
Dahası gerçek ve sahte evrimcilik arasındaki sık sık gözardı edilen bu farklılık, bunların karĢılıklı
ortaya çıkıĢ tarihleriyle açıklık kazanmaktadır. KuĢkusuz sosyolojik evrimcilik, biyolojik
evrimcilikten önemli bir itici güç sağlayabilirdi; fakat olgular düzeyinde onun öncülü olmuĢtur. Pascal
tarafından da ele alınan ve insanlığı sürekli çocukluk, ergenlik ve olgunluk dönemlerinden geçen bir
canlıya indirgeyen eski anlayıĢlara kadar uzanmaya gerek kalmadan, 18. yüzyılda, sonradan birçok
farklı kullanıma araç olacak temel taslakların geliĢtiğini görürüz: Vico'nun, Comte'un "üç durum
yasası"na kaynaklık eden "üç çağ kuramı" ve ayrıca "sarmalları", Condorcet'nin "merdiveni".
Toplumsal
IRK VE TARİH/29
evrimciliğin iki kurucusu Spencer ve Tylor, öğretilerini Türlerin Kökeni'nden önce ya da onu
okumadan hazırladılar ve yayınladılar. Bilimsel bir kuram olarak biyolojik evrimciliği önceleyen
toplumsal evrimcilik, gözlem ve tümevarım yoluyla bir gün çö-zülüvereceği hiç de kesin olmayan eski
bir felsefi sorunun sahte bir bilimsellikle süslenmiĢ halinden baĢka bir Ģey değildir.
Eskil Kültürler ve İlkel Kültürler
Her toplum, kendi bakıĢ açısıyla kültürleri üç bölüme ayırabilir: Kendisinin çağdaĢı olan fakat
yeryüzünün baĢka bir köĢesinde bulunanlar; yaklaĢık olarak aynı bölgede, ancak zaman içinde
kendisinden daha önce yer alanlar; bir de, gerek zaman gerekse yer bakımından onun içinde
bulunduğu zaman ve bölgeye uymayanlar.
Bu üç grubun tanınmasında büyük eĢitsizlikler olduğunu gördük. Sonuncunun durumunda ve hele
yazıdan ve mimariden yoksun, basit tekniklerin kullanıldığı kültürler söz konusu olduğunda (bugün
yeryüzündeki insanların yarısının ve uygarlığın baĢlangıcından beri geçen zaman içinde, bölgelere
göre, insanların % 90-99'unun durumu gibi), onlar hakkında hiçbir Ģey bilmediğimiz ve bu konuda
yapılan tüm çalıĢmaların ucuz varsayımlara dayandığı söylenebilir.
Buna karĢılık, birinci grubun kültürleri arasında, zaman içindeki sıralanıĢ düzenine denk düĢecek
iliĢkiler kurmaya çalıĢmak son derece çekicidir. Elektrikten, buharlı makinadan habersiz olan bazı
günümüz toplumlarının, Batı uygarlığının kendi geliĢmesine denk düĢen evresini çağrıĢtırmamaları
mümkün müdür? Yazıyı ve madenciliği tanımayan, fakat kayalara resimler çizip, taĢ aletler yapan
yerli kabilelerle, Batı uygarlığının -Fransa ve Ġspanya'daki mağaralarda bulunan kalıntıların korkunç
benzerliği kanıtladığı- eskil biçimlerini karĢılaĢtırmamak mümkün müdür? ĠĢte sahte evrimciliğin
kendini tutamadığı yer
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /'30
de burası olmuĢtur. Bununla birlikte, her fırsatını bulduğumuzda karĢı koyulmaz bir istekle kendimizi
bıraktığımız bu hoĢ oyuri (Batılı gezgin, Doğu'da "Ortaçağ"ı, I. Dünya SavaĢı Pekini'nde "14. Louis
dönemi"ni, Avustralya veya Yeni Gine yerlilerinde "TaĢ Devri"ni bulmaktan hoĢlanmaz mı?) son
derece tehlikelidir YokolmuĢ uygarlıkların sadece bazı yönlerini bilmekteyiz ve bildiğimiz bu yönler,
en eski kabul edilen uygarlık söz konusu olduğunda, orantısız derecede azdır; çünkü bu yönler salt za-
manın aĢımına karĢı ayakta kalabilmiĢ olanlarıdır. Buna bağlı olarak yöntem de, bütüne varmak için
parçayı alıp -halen varolan uygarlıklarla, yokolmuĢ olanlar bazı yönlerden benzeĢtikleri için- tüm
yönler için analoji kurmaktan ibarettir. Bu düĢünce biçimi, mantıksal olarak savunulması olanaksız
olduğu gibi, birçok kereler olgularca da yalanlanmıĢtır.
Yakın sayılabilecek bir döneme kadar Tasmanyalılar ve Patagonyalılar yontma taĢtan aletlere
sahiptiler ve bu aletler Avustralya ve Amerika'nın bazı kabilelerinde halen yapılmaktadır. Fakat
bugün, bu aletlerin incelenmesi, paleolitik dönemdeki alet kullanımını anlayabilmemiz için fazla
yardımcı olamamaktadır. Ġngiltere'den Güney Afrika'ya, Fransa'dan Çin'e kadar üretiliĢ biçim ve
teknikleri yüz, iki yüz bin yıldır (kullanımları çok belirgin bir amaca yönelik olmalı ki) hiç
değiĢmeden kalmıĢ Ģu ünlü el baltalarından nasıl yararlanılmaktaydı? Maden yataklarında yüzlerce
bulunan ve hiçbir varsayımın açıklamayı baĢaramadığı üçgen ve yassı biçimli, olağanüstü parçaları ne
iĢe yarıyordu? Rengeyiği kemiğinden yapılmıĢ, sözümona "buyruk sopası" denen Ģeyler nelerdi?
Arkalarında, alabildiğince çeĢitli geometrik Ģekillerde yontulmuĢ ve insan elinin boyutlarına uymayan,
inanılmaz çoklukta küçük taĢ parçaları bırakan Tardenozyan kültürlerin teknolojisi ne olabilirdi? Tüm
bu belirsizlikler, paleolitik uygarlıklar ve bazı günümüz yerli toplumları arasında her zaman bir
benzerliğin varolduğunu göstermektedir: Hepsi de yontulmuĢ taĢ araç ve gereçten yararlandılar. Fakat
teknoloji düzeyinde bile daha ileri gitmenin olanağı yoktur: Yapım aletlerinin kullanımı, gereç
çeĢitleri ve kullanılıĢ amaçları farklıdır ve bu
IRK VE TARĠH/31
yüzden de günümüzdeki yerli toplumlar bize diğerleri (tarih içindekiler) hakkında pek az ipucu
sunabilmektedirler. ġu halde bu toplumlar, dil, toplumsal kurumlar ya da dinsel inançlar konusunda
bize nasıl bilgi verebilirler?
Kültürel evrimciliğe esin kaynağı olan en yaygın yorumlardan birisi, paleolitik toplumların bugüne
bıraktığı mağara resimlerini, av törenlerinin büyüsel betimlemesi olarak ele alır. Bu düĢünme
biçiminin iĢleyiĢi Ģöyledir: Günümüzdeki ilkel toplumların, bize yararsız gelen av törenleri vardır;
kayalara oyulmuĢ tarihöncesi resimler hem sayıları, hem de mağaraların derinliklerindeki yerleriyle,
bize kullanım değerinden yoksun görünürler; bunların yaratıcıları da avcılardı; o halde bu resimler av
törenlerine hizmet ediyordu. Bu örtük savı açıklamak, tutarsızlığını anlamak için yeterlidir. Zaten bu
kanıtlama biçimi özellikle uzman olmayanlar arasında geçerlidir; (kültürlerin bütünlüğü olgusu
çiğnenerek sahte bilimsel bir tür yamyamlıkla her iĢe bulaĢtırılan) o ilkel toplumlar üzerine birinci
elden bilgi sahibi olan etnograflar ise, incelenen olgular içinde, söz konusu belgeler hakkında hiçbir
Ģeyin bir varsayım oluĢturmaya elvermediği görüĢünde birleĢirler. Burada mağara resimlerinden söz
ettiğimize göre, Güney Afrika'dakilerin (ki bazılarınca, yörenin yerlileri tarafından yeni yapılmıĢ
oldukları kabul edilmektedir) dıĢındaki "ilkel" sanatların, çağdaĢ Avrupa sanatından olduğu kadar
Mag-dalenyan ve Aurignasyan sanatlardan da uzak olduğuna dikkati çekeceğiz. Zira, tarihöncesi sanat
çarpıcı bir gerçekçilik sunarken, bu sanatlar aĢırı bir Ģekilsizliğe kadar giden, biçemlemenin çok
yüksek bir derecesiyle nitelenebilirler. Bu söz konusu dönem içinde Avrupa sanatının kökenini arama
isteğine de kapılabilinir; ancak bu da yanlıĢ olacaktır, çünkü paleolitik sanat aynı topraklarda aynı
özelliği taĢımayan farklı biçimler tarafından izlenmiĢtir; kendi öncellerinin eserlerinden habersiz ya da
bunlara kayıtsız ve her biri beraberinde karĢıt inançlar, teknikler ve biçimler getiren farklı
toplulukların, aynı toprak üzerinde birbirini izlediği düĢünüldüğünde, coğrafi sürekliliğin hiçbir Ģeyi
etkilemediği görülür.
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/32
Kolomb öncesi Amerika, keĢfin hemen öncesinde barındırdığı uygarlıklarla, Avrupa'nın neolitik
dönemini hatırlatır. Ancak incelenmeye baĢlandığında böyle bir benzerliğin söz konusu olmadığı
ortaya çıkar: Amerika'da geliĢme, oldukça kuraldıĢı bir yolla, hayvancılığın hemen hemen hiç
bilinmediği (ya da çok az bilindiği) bir dönemde tarım tarafından yönlendirilirken, Avrupa'da tarım ve
hayvanların evcilleĢtirilmesi baĢabaĢ geliĢir. Amerika'da taĢ alet kullanımı, zaman olarak Avrupa'da
madenciliğin baĢlangıcına denk düĢen bir tarım ekonomisi içinde sürüp gider.
Örnekleri çoğaltmak gereksiz. Çünkü, kültürlerin zenginliğini ve özgünlüğünü tanımak ve bunları Batı
uygarlığından eĢitsizce geri kalmıĢ kopyalar durumuna indirgemek için yapılan giriĢimler çok daha
farklı ve çok daha büyük bir güçlükle karĢılaĢırlar: Genellikle (daha sonra yeniden ele alacağımız
Amerika'nın dıĢında) tüm toplumların yaklaĢık olarak aynı büyüklük düzenine sahip bir geçmiĢleri
vardır. Bugün geri olarak nitelendirilen bazı toplumların durumunu, yine geliĢmiĢ ya da ileri diye
adlandırılan diğer toplumların daha önceden katetmiĢ oldukları bir "aĢama" olarak ele alabilmek için,
bu ikinciler birtakım aĢamalar katederken ötekilerin hiçbir Ģey yapmadıklarını -ya da çok az Ģey
yaptıklarını- varsaymak gerekirdi. Ve gerçekten de, "tarihi olmayan toplumlar"dan (bazen de bunların
daha mutlu olduklarını söylemek için) söz edilir. Oysa bu eksiltili formül, söz konusu toplumların
tarihi olmadığını değil, sadece tarihlerinin bilinmediğini ve bilinmez kalacağını gösterir. Onlarca hatta
yüzlerce bin yıl boyu, oralarda da, seven, nefret eden, acı çeken, keĢfeden, savaĢan insanlar yaĢadı.
Gerçekte, çocuk halklar yoktur; çocukluk ve ergenliklerinin günlüğünü tutmamıĢ olanlar da dahil
olmak üzere, tüm halklar yetiĢkindir.
KuĢkusuz, toplumların "geçmiĢ zamanı" farklı biçimlerde kullanmıĢ oldukları (ki bazılan için bunun
kaybedilmiĢ bir zaman olduğu) ve kimileri yol boyunca oyalanırken kimilerinin de hızla yollanna
devam ettikleri söylenebilirdi. Böylece, buradan da iki tür tarih ayrımına gelinirdi: keĢif ve icatları
büyük uygar-
IRK VE TARĠH/33
lıklar kurmak için biriktiren, ilerleyici ve içerici bir tarih ve yine, belki aynı derecede etkin ve beceriyi
aynı oranda yapıta dönüĢtürebilen, fakat birincinin özelliği olan sentezleyici yetenekten yoksun bir
diğer tarih. Bu tarihte her yenilik, kendinden önceki benzer yönelimle yeniliklere ekleneceği yerde,
hiçbir zaman ilkellikten kurtulmasına izin vermeyecek değiĢken bir akıĢ içinde eriyip giderdi.
Bu görüĢ bize, önceki paragraflarda çürüttüğümüz kolaycı bakıĢ açılarına oranla daha esnek ve daha
ayrıntılı görünüyor. Kültürlerin çeĢitliliğini yorumlama denememizde, bunların hiçbirine haksızlık
etmeden, bu görüĢe de yer verebileceğiz. Ancak oraya gelmeden önce, birkaç sorunu incelememiz
gerekiyor.
Ġlerleme Kavramı
Öncelikle, bakıĢ açısı veri alınan kültürün -bu hangisi olursa olsun- tarihsel olarak kendinden önce
geldiğini düĢündüğü toplumları, yani yaptığımız ayrımda ikinci grubu oluĢturan kültürleri
incelemeliyiz. Bunların durumları, geçen örneklerde gördüklerimizden daha karmaĢıktır. Çünkü, bir
evrim varsayımının -ki yeryüzünde birbirinden uzak çağdaĢ toplumları aĢama aĢama düzenlemek
amacıyla kullanıldığında son derece belirsiz ve zayıf kalır- burada çok zor tartıĢma götürdüğü ve aynı
zamanda olgular tarafından da dolaysızca doğrulandığı görülmektedir. Arkeolojinin, prehistoryanın,
paleontolojinin tanıklıklarıyla, Avrupa kıtasında, önce çakmaktaĢından kabaca yontulmuĢ aletler
kullanan Homo cinsinin farklı türlerinin yaĢadığını; bu ilk kültürleri, taĢı daha ustaca yontan ve sonra
beraberinde cila yapıp, kemik ve fildiĢini iĢleyen kültürlerin izlediğini; daha sonra, belli evrelere
ayırabileceğimiz, madenciliğe kadar uzanan, çömlekçilik, dokumacılık, tarım ve hayvancılığın ortaya
çıktığını biliyoruz. Bu halde, birbirini izleyen bu biçimler kimileri üstün, kimileri aĢağı olmak üzere
bir evrim ve bir ilerleme doğrultusunda
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/34
sıralanmaktadırlar. Fakat, eğer bu doğruysa, acaba söz konusu ayrımlar, bizim aralarında benzer
farklılıklar sergileyen çağdaĢ biçimleri ele alma yöntemimizi, kaçınılmaz olarak etkilemezler mi? Bu
yeni dolambaçlı yolla birlikte, önceden vardığımız sonuçlar yeniden sorgulanmak durumuyla
karĢılaĢıyor.
Ġnsanlığın, baĢlangıcından beri yaptığı ilerlemeler o denli belli ve o denli açıktır ki, bunları tartıĢmak
için yapılacak her giriĢim sonunda gelip bir retorik çalıĢmasına dayanacaktır. Ancak yine de, bunları
düzenli ve sürekli bir dizi içinde sıralamak sanıldığı kadar kolay değildir. Bundan yaklaĢık elli yıl
kadar önce,, bilim adamları bu ilerlemeleri kafalarında canlandırmak için son derece basit Ģemalardan
yararlanıyorlardı: Yontma TaĢ Çağı, Cilalı TaĢ Çağı, Bakır, Bronz ve Demir Çağları. Bu tümüyle basit
bir yöntemdir. Biz bugün, taĢın cilalanması ve yontulmasının kimi kez yan yana yeraldığını
düĢünüyoruz; ikinci teknik birinciyi tamamen gölgede bıraktığında, bu, bir önceki aĢamada kendili-
ğinden ortaya çıkmıĢ bir teknik ilerlemenin sonucu değil, fakat gerçekte, ayni dönemde yer almıĢ ve
kuĢkusuz daha çok "ilerlemiĢ" diğer uygarlıkların sahip oldukları metal silah ve aletleri taĢtan taklit
etme eğiliminin sonucudur. Buna karĢılık, salt "Cilalı TaĢ Çağı"na ait olduğu sanılan çömlekçilik, bazı
Kuzey Avrupa bölgelerinde Yontma TaĢ'a kadar gitmektedir.
Sadece paleolitik denen Yontma TaĢ Çağı ele alındığında bile, daha birkaç yıl önce, söz konusu
yontma tekniğinin farklı biçimlerinin -sırasıyla "çekirdek", "kopuntu" ve "kesici" iĢle-yimleri
niteleyen- aĢağı paleolitik, orta paleolitik, yukarı paleolitik diye adlandırılan üç aĢamalı bir tarihsel
ilerlemeye denk düĢtüğü düĢünülüyordu. Bugün, tek yönlü bir ilerlemenin aĢamalarını değil, durağan
olmayan ve çok karmaĢık, değiĢik ve dönüĢümlere bağlı bir gerçekliğin görünümlerini -ya da bizim
dediğimiz gibi yüzlerini- oluĢturan bu üç biçimin bir arada varolduğu kabul ediliyor. Gerçekten de,
daha önce sözünü ettiğimiz ve geliĢmesi M.Ö. iki yüz elli ile yetmiĢinci binyıllar arasında yer alan
Levalozyan yontma tekniğinde, iki yüz kırk beĢ ile iki yüz altmıĢ beĢ bin yıl sonra, ancak neolitik
dönemin sonla-
IRK VE TARĠH/35
rında ortaya çıkması gereken ve bugün bile onu yeniden üretmekte çok zorlanacağımız bir yetkinlik
düzeyine eriĢilmiĢtir.
Ġki süreç arasında karĢılıklı hiçbir bağlantı kurulamasa bile, kültürler için doğru olan her Ģey ırklar
konusunda da doğrudur: Avrupa'da Neandertal insan, Homo sapiens'in en eski biçimlerinden önce
gelmedi; tersine bunlar onların çağdaĢları, belki de öncelleriydiler. Ve Güney Afrika'nın "pigme"leri
Çin ve Endonezya'nın "dev"leri, vb. gibi insanımsıların en değiĢik tiplerinin, aynı bölgede olmasa bile
aynı zaman içinde birlikte varoldukları reddedilmemektedir.
Bir kez daha tekrarlayalım ki, bütün bu söylediklerimiz insanlığın ilerleme gerçeğini yadsımıyor,
tersine bizi bu gerçekliği daha temkinli kavramaya davet ediyor. Tarihöncesi ve arkeolojik bilgilerin
geliĢimi, bizim zaman içinde art arda dizilmiĢ olarak düĢünmeye zorlandığımız uygarlık biçimlerini
alan içinde sergilemek eğilimindedir. Bu iki Ģeyi ifade eder: Öncelikle, "ilerleme" (eğer bu terim hâlâ
daha önce uyguladığımızdan çok farklı bir gerçekliği belirtmeye uygunsa) ne kaçınılmazdır, ne de
süreklidir; atlamalar, sıçramalar ya da biyologların dediği gibi mütasyonlardan kaynaklanır. Bu atlama
ve sıçramalar sadece daha ileri doğru ve sürekli aynı yönde olmazlar; yön değiĢtirerek giderler, bunu
çeĢitli yönlere hamle olanakları bulunan, ancak bunların hiçbiri aynı yönde olmayan satrançtaki ata
benzetebiliriz. Ġlerlemekte olan insanlık, her bir yeni hareketiyle onun için artık tırmanılmıĢ olan
basamaklara yeni basamaklar ekleyen, merdiven çıkmakta olan bir adama pek benzetilemez; bu ilerle-
me daha çok, zar atmakta olan ve Ģansı zarların üzerine dağılmıĢ bir oyuncuyu hatırlatır, her atıĢında,
zarların masanın üzerine farklı birleĢimlerde saçıldığını görür. Birinde kazanılan, sürekli öbüründe
kaybedilir ve tarih sadece zaman zaman birikimseldir, yani kısacası sonuçlar uygun bir birleĢim
oluĢturmak için toplanırlar.
Söz konusu birikimsel tarihin, salt bir uygarlığa ya da tarihin belli bir dönemine özgü olmadığının en
inandırıcı örneği Amerika'dır. Bu uçsuz bucaksız kıta, insanın geliĢini büyük bir
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 36
olasılıkla M.Ö. yirminci binyıldan önce, kuĢkusuz son buzullar sayesinde Bering boğazını geçen
küçük göçebe topluluklarda görmüĢtür. Yirmi ile yirmi beĢinci binyılda, yeni bir doğal çevrenin
kaynaklarını tepeden tırnağa tarayarak, kendi yiyecek, zehir ve ilaçları için en çeĢitli bitki türlerini
(birçok hayvan türüyle birlikte) evcilleĢtiren ve -hâlâ çok gariptir- manyok gibi zehirli maddeleri temel
gıda maddesine veya diğerlerini uyarıcı ya da uyuĢturucuya dönüĢtüren; hayvan türleri üzerindeki
farklı etkilerine göre yine birçok zehir ve uyuĢturucuyu düzenleyen; dokumacılık, seramik ve değerli
metal iĢçiliği gibi zanaatleri doruk noktasına vardıran bu insanlar, birikimsel tarihin dünyadaki en
ĢaĢırtıcı gösterilerinden birini baĢarmıĢlardır. Bu müthiĢ eserin değerini anlamak için, Amerika'nın
Eski Dünya uygarlıklarına katkısını ölçmek yeterlidir. En baĢta, kuĢkusuz çeĢitli kullanımlarıyla Batı
kültürünün dört temel direğini oluĢturan patates, kauçuk, tütün ve koka (modern anestezinin temeli);
belki de, daha Avrupa gıda düzeninde yaygınlaĢmadan önce, Afrika ekonomisinde devrim yapan mısır
ve yerfıstığı; ve sonra kakao, vanilya, domates, ananas, biber, fasulyenin, pamuğun ve kabakgillerin
birçok türü. Ve yine, aritmetiğin ve dolaylı olarak modern matematiğin temeli olan sıfır, Hintli
bilginlerin bulmasından -ki Avrupa'ya da bunlardan Araplar aracılığıyla gelmiĢtir- en az beĢ yüz yıl
önce Mayalar tarafından biliniyor ve kullanılıyordu. Kullandıkları takvimin, aynı devirde Eski
Dünya'da kullanılandan daha doğru olması belki de bu nedenledir. Ġnkalar'ın siyasal düzeninin
toplumcu mu totaliter mi olduğu konusu üzerine çok yazılıp çizildi. ġu bir gerçek ki, Ġnka, Avrupa'nın
yaĢadığı aynı tip olayları yüzyıllarca önce yaĢıyor ve çok daha modern formüller kullanıyordu. Ok
zehiri konusuna son zamanlarda yeniden uyanan ilgi, Amerikalı yerlilerin dünyanın diğer bölgelerinde
kullanılmayan birçok bitkisel maddeye uygulanan bilimsel bilgilerinin, gerektiğinde daha hâlâ birçok
katkılar sağlayabileceğini göstermektedir.
IRK VE TARĠH/37
Dural Tarih, Birikimsel Tarih
Geçen bölümdeki Amerikan örneği tartıĢması bizi "dural tarih" ve "birikimsel tarih" farklılığı
konusundaki düĢüncemizi geliĢtirmeye yöneltmelidir. Birikimsel tarihi Amerika'ya özgü bir Ģey olarak
kabul ediyorsak, bu onu, gerçekten de yalnızca bu kültürden aldığımız, ya da bizimkilere çok
benzeyen birtakım katkıların yaratıcısı olarak görmemizden değil midir? Peki kendine özgü değerler
geliĢtirmeye özen gösteren bir uygarlığın söz konusu özdeğerlerinin hiçbirisi, gözlemcinin kendi
uygarlığının dikkatini çekecek nitelikte olmadığında, durumumuz ne olacaktır? Bu gözlemci söz
konusu uygarlığı, "dural" diye nitelemek zorunda kalmayacak mıdır? BaĢka bir deyiĢle, iki tarih biçimi
arasındaki ayrım, bu ayrımın uygulandığı kültürlerin içsel doğasından mı kaynaklanmakta, yoksa
bizim farklı bir kültürü değerlendirirken sürekli kullandığımız halk-merkezci bakıĢ açısından mı ileri
gelmektedir? O zaman bizimkine benzer yönde geliĢen, yani geliĢimi bize göre anlam yüklü olan her
kültürü birikimsel kabul ederdik. Bunun dıĢındaki diğer kültürler de, gerçekten dural olduklarından
değil, geliĢme çizgileri bizim için bir anlam taĢımadığından, kullandığımız baĢvuru sistemlerinin
sınırları içinde ölçülebilir olmadıklarından, bize dural görünürlerdi.
Durumun böyle olduğu -kendi toplumumuzdan farklı olanlan değil, onun içinde yer alan toplumları
nitelemek için- iki tarih arasındaki aynmı uyguladığımız koĢulları kısaca incelediğimizde, açıkça
ortaya çıkar. Bu sanıldığından çok daha sık görülen bir uygulamadır. YaĢlılar, gençlik yıllarını
birikimsel tarih olarak kabul ederken, yaĢlılıklarında akıp geçen tarihi dural görürler. Ġçinde etkin
olarak yer almadıkları, hiçbir rol oynamadıkları bir çağın onlar için hiçbir anlamı yoktur: Bu çağda
hiçbir Ģey olmamakta ya da olanlar gözlerine hep olumsuz Ģeyler gibi görünmektedir; oysa bu sırada,
torunları bu dönemi dedelerinin artık unutmuĢ oldukları büyük bir coĢkuyla yaĢamaktadırlar. Bir
siyasal düzenin muhalifleri varolan düzeni gönüllü olarak kabul
IRK VE TARĠH/49
ma durumuna gelinir. Gerçekten de, bu denli ince ve çok iplikten oluĢmuĢ bir düğümü çözmek için en
azından incelenen toplumu (ve hatta onu çevreleyen tüm dünyayı) sürekli ve toplu bir etnografik
incelemeye tabi tutmak gerekecekti. Bu tür bir giriĢimin korkunç büyüklüğünü çağrıĢtırmayan bir
çalıĢma bile söz konusu olsa, son derece küçük ölçekli çalıĢan etnografların girdikleri topluluklarda
sadece kendi varlıklarıyla oluĢan anlatılması güç değiĢimler sonucu yine de gözlemlerinde sınırlı
kaldıklarını biliyoruz. ÇağdaĢ toplumlarda da yine biliyoruz ki, etkili bir araĢtırma aracı olan kamuoyu
yoklamaları da kullanım biçimleri ile görüĢlerin yönünü değiĢtirebilirler; çünkü halkta o ana kadar
varolmayan bir kendi üzerine düĢünme etkenini gündeme getirirler.
Bu durum uzun bir süredir, örneğin termodinamik gibi, fiziğin çeĢitli kollarında varolan, olasılık
kavramının sosyal bilimlere de giriĢini doğruluyor. Buraya yeniden döneceğiz; Ģimdilik, yeni
buluĢların karmaĢıklığının, üstün yeteneğin çağdaĢlarımızda ortaya çok sık çıkmasından ya da bu
yeteneğin olağanüstü yararlanırlığından ileri gelmediğini akılda tutmak yeterlidir. Tam tersine,
yüzyıllar boyunca gördüğümüz gibi her kuĢak, ilerlemek için önceki kuĢaklarca bırakılmıĢ zenginliğe
salt sabit bir birikim eklemek gereksinimi duydu. Eğer temel buluĢların ortaya çıkıĢ tarihlerini,
uygarlığın ilk ortaya çıkıĢ tarihine göre -birisinin zevk için hesapladığı gibi- hesaplarsak, zenginliğimi-
zin onda dokuzunu ve hatta daha da fazlasını daha önceki kuĢaklara borçlu olduğumuzu görüyoruz. Bu
durumda, tarımın söz konusu sürenin % 2'sine, madenciliğin % 7'sine, alfabenin % 0.35'i-ne, Galile
fiziğinin % 0.35'ine ve Darwinciliğin % 0.009'una denk düĢen çok yeni bir evrede doğduğunu
görüyoruz.1 Batı'nın bilim ve sanayi devrimi tümüyle, insanlığın tüm yaĢamının yaklaĢık beĢ yüzde
birine eĢit bir süre içinde gerçekleĢmiĢtir. Demek ki, bilimsel devrimin insanlığın anlamını tamamen
değiĢtirdiğini öne sürmeden önce temkinli olmak gerekiyor.
1. Leslie A. WHITE, The Science ofCulture, New York, 1949, s. 196.
Metis Yayınları
SatıĢtaki Kitaplar • Haziran 97
METĠS EDEBĠYAT
Ağır Roman, Metin Kaçan
Ahdımvar, Hür Yumer
Alice B. Toklas'ın ÖzyaĢamöyküsü, Gertrude Stein
Altı Ay Bir Güz, Bilge Karasu
Amsterdam'ın Gülü, Sadık Yemni
Asker Kaçağı, Bilimkurgu Öyküleri Derlemesi
AĢk ĠĢaretleri, Latife Tekin
Atuan Mezarları, Ursula K. LeGuin
Ayakizlerinde Adımlar, Julio Cortâzar
Balıkçıl Gözü, Ursula K. LeGuin
BaĢkasının Hayatı, Murathan Mungan
Bella'nın Ölümü, Georges Simenon
Berci Kristin Çöp Masalları, Latife Tekin
Bir Elin Sesi Var, Antony Burgess
Bir Garip Orhan Veli, Murathan Mungan
Bizans Sohbetleri, E. Emine
Buhurumeryem, Lale Müldür
Buzdan Kılıçlar, Latife Tekin
Büyük Uyku, Raymond Chandler
Büyük Zen Düğünü, Charles Bukowski
Cam Kent, Paul Auster
Cenk Hikâyeleri, Murathan Mungan
Çocuğun Öyküsü, Peter Handke
Dağınık Yatak, Murathan Mungan
Dersaadet'te Dans, Engin Geçtan
Doktor March'ın Dört Oğlu, Brigitte Aubert
Don Ġsidro Parodi'ye Altı Bilmece, Bustos Domecq
Dört KiĢilik Bahçe, Mıurathan Mungan
Düğüne, John Berger
Dünyaya Orman Denir, Ursula K. LeGuin
Ekmek Arası, Charles Bukowski
En Uzak Sahil, Ursula K. LeGuin
Ergenlik Ayini, Alexei Panshin
Eski 45'likler, Murathan Mungan
Factotum, Charles Bukowski
Gece, Bilge Karasu
Gece Dersleri, Latife Tekin \
Geyikler Lanetler, Murathan Mungan
GöçmüĢ Kediler Bahçesi, Bilge Karasu
GüneĢ Bize Haram, Leo Malet
Harun ile Öyküler Denizi, Salman Rushdie
Hayaletler, Paul Auster
Hayat Berbat, Leo Malet
Ġki Dünya SavaĢıyor, Poul Anderson
ikiz Yıldız, Robert A. Heinlein
Kaf Dağının Önü, Murathan Mungan
Karanlık Thomas, Maurice Blanchot
KarmakarıĢık Öyküler Kitabı, Ertuğrul Oğuz Fırat
Kasabanın En Güzel Kızı, Charles Bukovvski
Katilin Temizliği, Amelie Nothomb
Kaybolan Miras, Robert A. Heinlein
Kılavuz, Bilge.Karasu
Kırk Oda, Murathan Mungan
Kısmet Büfesi, Bilge Karasu
KıyıĢız, Türker Armaner
Kızıl Gezegen, Robert A. Heinlein
Kızıl Hasat, Dashiell Hammett
Kilitli Oda, Paul Auster
Korkunun Bütün Sesleri, Bilimkurgu Öyküleri Der.
Kum Saati, Murathan Mungan
Kuzey Defterleri, Lale Müldür
Lal Masallar, Murathan Mungan
Li Rojhilate DilS Min, Murathan Mungan
Lucas Diye Biri, Julio Cortâzar
Madrid'de Sonbahar, Juan Benet
Mahmud ile Yezida, Murathan Mungan
Matmazel Christina, Mircea Eliade
Metal, Murathan Mungan
Mevki Uygarlığı, Robert Sheckley
Mırıldandıklarını, Murathan Mungan
Murathan '95, Murathan Mungan
Muska, Sadık Yemni
Mülksüzler, Ursula K. LeGuin
Narla Ġncire Gazel, Bilge Karasu
Ne Kitapsız, Ne Kedisiz, Bilge Karasu
Oda, Poster ve ġeylerin Kederi, Murathan Mungan
Omayra, Murathan Mungan
Otomatik Piyano, Kurt Vonnegut Jr.
Osmanlıya dair Hikâyat, Murathan Mungan
Ölüm Hastalığı, Marguerite Duras
Öte Yer, Sadık Yemni
Paranın Cinleri, Murathan Mungan
Paslanmaz Çelik Sıçan, Harry Harrison
Paslanmaz Çelik Sıçanın Ġntikamı, Harry Harrison
Randevu Hazırlığı, Halil ibrahim Özcan
Ressamın SözleĢmesi, Murathan Mungan'ın Seçtikleri
Rocannon'un Dünyası, Ursula K. LeGuin
Roger Ackroyd Cinayeti, Agatha Christie
Sabahın Basamaklarında, Claude Esteban
Sahtiyan, Murathan Mungan
Salyangoz ya da ġövalyenin Zamanı, Adnan Yalçınlar
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, Joanne Greenberg
San Köpek, Georges Simenon
Sebastian Knight'ın Gerçek YaĢamı, Vladimir Nabokov
Sevgili Arsız Ölüm, Latife Tekin
Sherlock Holmes Ölüm DöĢeğinde, Sir Arthur C. Doyle
Son istanbul, Murathan Mungan
Son Tiryaki, Müfit ÖzdeĢ
Suçta Mutluluk, Barbey D'Aurevilly
ġeyler, George Perec
ġeytanın Saati, Fernando Pessoa
Taziye, Murathan Mungan
Tehanu, Ursula K. LeGuin
Tek BaĢına Bir Adam, Christopher Ishervvood
Tımarhane Yolculuğu, Kate Millett
Titrek Bacanak, J. D. Salinger
Trendeki Yabancılar, Patricia Highsmith
Troya'da Ölüm Vardı, Bilge Karasu
Tutku 2000, iskender SavaĢır
Uyuyan Adam, George Perec
Uzak Fırtına, Lale Müldür
Uzay Tacirleri, Pohl & Kornbluth
Uzun SürmüĢ Bir Günün AkĢamı, Bilge Karasu
Ve Sonra Hiç Kalmadı, Eric Frank Russell
Voyıcır 2, Lale Müldür, Ahmet Güntan
Wittgenstein'ın Yeğeni, Thomas Bernhard
Yaz Geçer, Murathan Mungan
Yaz Sinemaları, Murathan Mungan Yedinci Ağıt, Emmanuel Hocquard Yer Açın! Yer Açın!, Harry Harrison Yer DeğiĢtiren
Gölge, Nurdan Gürbilek Yerdeniz Büyücüsü, Ursula K. LeGuin
TARĠH TOPLUM FELSEFE
Akdeniz: Ġnsanlar ve Miras, Fernand Braudel
Akdeniz: Mekân ve Tarih, Fernand Braudel
Akıl Tutulması, Max Horkheimer
Anti-Hamlet, Zafer Aracagök
Bilgi Üzerine Üç SöyleĢi, Paul Feyerabend
Bir AĢk Söyleminden Parçalar, Roland Barthes
Bir Levantenin Beyoğlu Anılan, G. Scognamillo
Burukluk, E. M. Cioran
De Ki iĢte, Oruç Aruoba
DeğiĢen Tiyatro, Cevat Çapan
Dönüyordu, Reha Çamuroğlu
Dünyadaki Ekonomik Krizler, Melih Gürsoy
Etik, Din ve Laiklik, Derleme
Görme Biçimleri, John Berger
Göz ve Tin, Maurice Merleau-Ponty
Hani, Oruç Aruoba
Hayali Cemaatler, Benedict Anderson
Hayali Doğu, Thierry Hentsch
Irk, Tarih ve Kültür, Claude Levi-Strauss
Irk Ulus Sınıf, Etienne Balibar, Immanuel Wallerstein
Ġmgenin Halleri, Orhan Koçak
insan ve "Herkes", Jose' Ortega y Gasset
Karanfil ve Pranga, Ahmet Oktay
Korku ve Kaygı, Derleme
Modern Mahrem, Nilüfer Göle
Peynir ve Kurtlar, Carlo Ginzburg
Picasso'nun BaĢarısı ve BaĢarısızlığı, John Berger
Sabah Rüzgârı, Reha Çamuroğlu
Sistem KarĢıtı Hareketler, Arrighi, Hopkins, Wallerstein
Sosyal Bilimleri Açın, Gulbenkian Komisyonu
Sözlü ve Yazılı Kültür, W.J. Ong
Tarih, Heterodoksi ve Babailer, Reha Çamuroğlu
Tarihsel Kapitalizm, Immanuel Wallerstein
Tek Tannlı Dinler KarĢısında Kadın, Fatmagül Berktay
Tümceler, Oruç Aruoba
Ulusal Kalkınmacılığın iflası, Çağlar Keyder
Uzak, Oruç Aruoba
Vitrinde YaĢamak, Nurdan Gürbilek
Yaralı Bilinç, Daryush Shayegan'
Yaratma Cesareti, Rollo May
Yasa Koyucular ile Yorumcular, Zygmunt Bauman
Yazının Sıfır Derecesi, Roland Barthes
Yürüme, Oruç Aruoba
METĠS SEÇKĠLERĠ
Açık DüĢman, Jean Genet Bu Tufandan Sonra, Ingeborg Bachmann Sanatçı: Örnek Bir ÇilekeĢ, Susan Sontag Son BakıĢta
AĢk, Walter Benjamin Tarihsel Bunalım ve Ġnsan, Ortega y Gasset Yazı ve Yorum, Roland Barthes Yeryüzünde Bir Sürgün,
Juan Goytisolo
METĠS KADIN ARAġTIRMALARI
Demokrasinin Cinsiyeti, Anne Phillips
Hayatımı YaĢarken, Emma Goldman, Birinci Cilt
Hayatımı YaĢarken, Emma Goldman, Ġkinci Cilt
Kadınlara KarĢı SavaĢ, Marilyn French
Kadın Dergileri Bibliyografyası
Kadın Hareketinin KurumlaĢması, Derleme
Kadınların Belleği, Derleme
Osmanlı Kadın Hareketi, Serpil Çakır
Örtülü Kimlik, Aynur Ilyasoğlu
Sıcak Yuva Masalı, P.Ilkkaracan, L.Gülçür, C.Ann
Tecavüz, Diana Scully
SĠYAHBEYAZ • METĠS GÜNCEL
Biz ve Onlar, ġengün Kılıç
Dağdakiler, Kadri Gürsel
Eylem Günlüğü, Sevkuthan KarakaĢ
Gözaltında Kayıp, Onu Unutma!, Yıldınm Türker
Ne ġeriat, Ne Demokrasi, RuĢen Çakır
YAġADIĞIMIZ DÜNYA
Ah Avrupa, H. M. Enzensberger Allah'ın Batısında, Gilles Kepel
Ayet ve Slogan, RuĢen Çakır
Biz Duvar YazıĢıyız, Gülay Kutal
Biz de Duvar YazıĢıyız, Derleme
Cezayir'de Kadın Olmak, Halide Mesudi
Filistin Sürgünü, Fawaz Turki
Ġspanya: Bir BaĢka Avrupa, Gül IĢık
îĢçi Sınıfı ve Sendikalar, Yıldırım Koç
Kızıldan YeĢile, RudolfBahro .
Rusya'da Kapitalizm Neden Tutmadı, Boris Kagarlitski
Savunma Saldırıyor, Jacques Verges
Sıfır Noktasındaki Kadın, Neval el Seddavi
Siyasal îslamın Ġflası, Olivier Roy
ġahların ġahı, Ryszard Kapuscinski
YaĢadığımız Dünya Yıllığı 92
METĠS YEġĠL KĠTAPLAR Türkiye'de Çevre ve Siyaset, Semra Somersan YeĢilbanĢın Öyküsü, M. Brown, J. May
METĠS SĠNEMA Cadde-i Kebirde Sinema, G. Scognamillo Godard Godard'ı Anlatıyor, Jean-Luc Godard YeĢil Gözler,
Marguerite Duras
SOSYALĠZM: TEORĠ VE TARĠH BolĢevik Devrimi -1, E. H. Carr DüĢünen Sazlık, Boris Kagarlitski Rus Devriminde
AnarĢistler, Belgeler Rus Devriminde MenĢevikler, Belgeler Rusya'da Devlet Kapitalizmi, Tony Cliff
ALBÜMLER • METĠS GÖRSEL Bodrum'u Hatırlıyorum, M. Sönmez, kartpostal kitap Çeviren Latif Demirci, Latif Demirci,
resim albümü ISBN 975-342-142-7; Bülent Erkmen
Metis Yayınlan
Ġpek Sokak 9, 80060 Beyoğlu, Ġstanbul, Tel. 212 245 46 96
Hz. Ġsa: Sır ve Muamma Peygamberi 225
anlamına da gelir. Çünkü vech (yüz) insanın en değerli uzvu olup istiare yoluyla saygınlık ve olgunluğa (kemal)
delalet eder.58
Kur'an'da, Hz. Musa'nın da vecih diye nitelendirildiği (33/Ahzâb 69) dikkate alındığında, nübüvet-risalet
göreviyle ilgili olan bu sıfatın, Allah katında saygınlık ve itibar sahibi olmayı ifade ettiği söylenebilir.
Müfessirler, söz konusu saygınlık ve itibarın mahiyetine dair birkaç ihtimal üzerinde durmuĢlardır. Buna göre
Ġsa, dualarının müstecap olması, ölüleri diriltmesi, körü ve cüzamlıyı iyileĢtirmesi sebebiyle dünyada, ümmetine
Ģefaati sebebiyle de ahirette vecîhdir. Yahut her türlü ayıp ve kusurdan uzak olduğu için dünyada, sevabının çok
ve Allah katındaki derecesinin yüksek ol-| ması sebebiyle de ahirette vecîhtir. Müminlerin gönüllerindeki yeri
itibarıyla dünyada, Allah katındaki konumu itibarıyla de ahirette I vecîhtir. Hasen el-Basrînin yorumuna göre ise
nübüvvetten dolayı dünyada, Allah katındaki yüksek makamından dolayı da ahirette vecîhtir. 59 Kısaca, Ġsa,
risalet-nübüvvet göreviyle bağlantılı olan bütün bu vasıfları sebebiyle hem dünyada, hem ahirette vecîhtir.
Allah'tan Bir Kelime Olması
Ġsa 3/Âl-i Ġmrân 45. ayette Allah'tan bir kelime olarak tavsif edilmiĢtir. Çoğunluk ulema, 3/Âl-i Ġmrân 39-
ayetteki kelimenin mine'l-lâh tabirinde geçen 'kelime'yi de Ġsa'ya hamletmiĢtir.60 'Kelime' sözlükte, yaralamak,
tesir etmek anlamına gelen kelm kökünden türetilmiĢ bir isim olup nahiv ilminde, "bir mânâya delalet eden lafız"
Ģeklinde tanımlanmıĢtır.61 Arap dilinde isim, fiil, harf ve edat türünden tekil lafızlara kelime dendiği gibi, kaside
ve hutbeye de mecazen aynı isim verilmiĢtir.62 Kur'an'da tekil ve çoğul olarak, bazen de isim ve sıfat
tamlamalarıyla 46 yerde geçen 'kelime', muhtelif ayetlerde Allah'ın sözleri, tekvinî emirleri, uhrevi azabı,
değiĢmez hükmü, insanların iman ve küfürle imtihan edilmesi ve onlara mühlet verilmesi gibi mânâlarda
kullanılmıĢtır. Ayrıca, kelimetu'llâh (9/Tevbe 40) ve kelime-i tayyibe (14/Ġbrahim 24) gibi terkiplerde
s» Râzî, Mefatîhu'l-ğayb, VII. 56.
59 Râzî, Mefâühu'1-ğayb, VII. 56-57.
* Taberî, Câmi'u'l-beyân, III. 252-253.
«ı Ebû'1-Bekâ el-Kefevî, el-Kulliyyât, Beyrut 1993, s. 742.
« Yazır, Hak Dini, II. 1100.
UYARI:
www.kitapsevenler.com
Kitap sevenlerin yeni buluĢma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve
bilginin paylaĢıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 sayılı kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuĢan "Braille
Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı araçlara, uyumlu olacak Ģekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML"
gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler için,
hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "engelli-engelsiz elele" düĢüncesiyle, hiçbir
ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever
arkadaĢlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-
kitaplar hiçbir Ģekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan
doğabilecek tüm yasal sorumluluklar kullanana aittir.
Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve
kitap okuma alıĢkanlığını pekiĢtirmektir.
Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaĢıldıkça
pekiĢeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri
çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teĢekkür ediyorum.
ĠLGĠLĠ KANUN:
5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-ÇeĢitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları
dahil, alenileĢmiĢ veya yayımlanmıĢ yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiĢ bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kiĢi tek nüsha olarak ya da
engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluĢlar tarafından ihtiyaç kadar kaset,
CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler
alınmadan gerçekleĢtirilebilir."Bu nüshalar hiçbir Ģekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dıĢında
kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi
zorunludur."
Bu kitaplar, size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek, lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...
TeĢekkürler.