You are on page 1of 80

Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR

UYARI:

www.kitapsevenler.com

Kitap sevenlerin yeni buluĢma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve
bilginin paylaĢıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 sayılı kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuĢan "Braille
Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı araçlara, uyumlu olacak Ģekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML"
gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler için,
hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "engelli-engelsiz elele" düĢüncesiyle, hiçbir
ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever
arkadaĢlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-
kitaplar hiçbir Ģekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan
doğabilecek tüm yasal sorumluluklar kullanana aittir.
Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.

www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve
kitap okuma alıĢkanlığını pekiĢtirmektir.

Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaĢıldıkça
pekiĢeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri
çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teĢekkür ediyorum.

Bilgi paylaĢmakla çoğalır.


YaĢar Mutlu

ĠLGĠLĠ KANUN:
5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-ÇeĢitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları
dahil, alenileĢmiĢ veya yayımlanmıĢ yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiĢ bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kiĢi tek nüsha olarak ya da
engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluĢlar tarafından ihtiyaç kadar kaset,
CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler
alınmadan gerçekleĢtirilebilir."Bu nüshalar hiçbir Ģekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dıĢında
kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi
zorunludur."

Bu e-kitap görme engelliler için düzenlenmiĢtir.


Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iĢtir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin,
düzgün taranmıĢ ve hazırlanmıĢ bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaĢabilmek tüm zahmete
değer. Sizler de bu mutluluğu paylaĢabilmek için bir kitabınızı tarayıp, kitapsevenler@gmail.com adresine
göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düĢünebilirsiniz.

Bu kitaplar, size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek, lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...
TeĢekkürler.

Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaĢayanlara.


www.kitapsevenler.com

Tarayan Gökhan Aydıner

Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR


Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR
LEVI-STRAUSS, 1908 doğumlu. 1934-37 yılları arasında Brezilya'da Sao Paulo Üniversitesinde sosyoloji profesörlüğü yaptı
ve ilk saha çalıĢmalarını da burada gerçekleĢtirdi. 1941-45 arası New York'ta New School for Social Research'te ders verdi.
"L'analyse structufale en lingu-istique et en anthropologie" (Dilbilim ve Antropolojide Yapısal Çözümleme) adlı tartıĢma
açıcı makalesini bu dönemde yayınladı (1945). 1950-79 yılları arasında Paris Üniversitesi Uygulamalı Yüksek AraĢtırmalar
Okulu'nda sosyal antropoloji çalıĢmaları yöneticisi olarak, görev aldı. Bunun yanı sıra 1959-82 yılları arasında College de
France'ta yine antropoloji kürsüsünde eğitim verdi. Brezilya'nın yanı sıra, bugünkü BangladeĢ'te de alan çalıĢmaları yapan
LeVi-Strauss, 1973'te Academie Française üyeliğine seçildi.
BaĢlıca yapıtları: Les struçtures elementaires de la parente (1949); Race etHistoire (1952; ilk basımı: Irk ve Tarih, Metis
Yay., 1985); Tristes Tropigues (1955; Hüzünlü Dönenceler, Yapı ve Kredi Yay, 1994); Anthropologie structurale (I. Cilt
1958; II. Cilt 1973); La Pensee sauvage (1962, Yaban DüĢünce, Hürriyet Vakfı Yay., 1984); Mythologiaues, I. Cilt: Le Cm et
le Cuit (1964), II. Cilt: Du miel aux cendres (1967), III. Cilt: L'origine des manieres de table (1968), IV. Cilt: L'Homme nu
(1971); Le Regard eloigne (1982), La parole donnee (1984), Regarder, ecouter, lire (1993).
"Önsöz"ün yazarı ve bu kitabın oluĢumunu daha fikir aĢamasından kendisine borçlu olduğumuz OLiVIER ABEL, 1980-84
yılları arasında Galatasaray Lisesi'nde felsefe öğretmenliği yapmıĢtır. Halen aynı görevi Paris'te sürdürmektedir. LeVi-
Strauss'la radyo konuĢmalarını gerçekleĢtiren GEORGES CHARBONNIER, 1949'dan beri Fransız radyosunda çalıĢan,
özellikle bilim ve sanat konularında uzmanlaĢmıĢ önde gelen bir program yapımcısıdır.
Metis Yayınları Ġpek Sokak No. 9, 80060 Beyoğlu/Ġstanbul
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR Claude Levi-Strauss
Özgün Adı:
Race et Histoire, Unesco broĢürü, 1959; "Race et Cultu-re", Revue internationale des sciences sociales, c. XXIII, sayı
4,1971; Entretiens avec Claude Levi-Strauss, Fransız Radyo Televizyon Kurumu, 1959.
© Bu çevirinin bütün yayın hakları
Metis Yayınları'na aittir, 1994. © "Levi-Strauss'aĠkinci Önsöz", Olivier Abel, 1994.
Birinci Basım: Nisan 1985 GeniĢletilmiĢ ikinci Basım: ġubat 1995
Üçüncü Basım: Haziran 1997
Ġlk basımdaki önsözünü güncelleĢtirmek amacıyla
Olivier Abel'in "Le'vi-Strauss'a Ġkinci Önsöz"ü ve
Levi-Strauss'un 1971 tarihli "Irk ve Kültür" makalesi eklenmiĢtir.
Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.
Kapak ve Ġç Baskı: Yaylacık Matbaası
Cilt: Örnek Mücellithanesi
ISBN 975-342-61-7

Claude Levi-Strauss
IRK, TARĠH
VE
KÜLTÜR
Önsöz:
OLĠVĠER ABEL
Fransızca'dan Çevirenler:
Haldun Bayrı
Reha Erdem
Arzu Oyacıoğlu
IĢık Ergüden
METĠS YAYINLARI
Ġçindekiler
LEVI-STRAUSS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ
Olivier Abel
7
IRK VE TARĠH 19
Irk ve Kültür • Kültürlerin ÇeĢitliliği • Halk-Merkezcilik • Eskil Kültürler ve Ġlkel Kültürler • Ġlerleme Kavramı • Dural
Tarih, Birikimsel Tarih • Batı Uygarlığının Yeri • Rastlantı ve Uygarlık • Kültürlerin ĠĢbirliği • Ġlerlemenin Ġkili Anlamı.
IRK VE KÜLTÜR 65
LEVĠ-STRAUSS ĠLE
RADYO KONUġMALARI
Georges Charbonnier / Claude Levi-Strauss
95
Etnolog ve Ġzleyici Kitlesi • "Ġlker'ler ve "Uygar"lar • Saatler ve Buhar Makineleri • Otantikliğin Düzeyleri • Sanat ve
Topluluk • Üç Farklılık • Doğal Sanat ve Kültürel Sanat • Göstergeler Sistemi Olarak Sanat • Kodun Gerekleri • Resim
Sanatının Geleceği • Kültür ve Dil.
LEVĠ-STRAUSS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ
Olivier Abel
Irk ve Tarihin yeni basımının yapılmasından yararlanarak "Irk ve Kültür"ün eklenmesi, kitabın ufkunu öylesine
geniĢletip değiĢtiriyor ki, önsözü gözden geçirmekle yetinmeyip yeniden yazmanın yararsız olmayacağını
düĢündüm. "Irk ve Kültür"ün üzerinden de bir yirmi yıl geçtiğini düĢünürsek ("Irk ve Tarih" 1952'de, "Irk ve
Kültür" 1971'de yayınlanmıĢtı) Levi-Strauss'un kırk yıl evvel onca açıklıkla ortaya koyduğu sorunu yeniden
toparlamayı denemenin zamanı geldi gibi görünüyor: AlıĢveriĢlerini ve teknik akılcılığını geliĢtiren dünya ça-
pındaki tek uygarlık, belki de insan türünün oluĢturucu etkenlerinden biri olmuĢ olan kültür çeĢitliliği için bir
Ģans mıdır, bir tehdit mi; yoksa insan ekolojisi için bir zenginlik kaynağı mı?
BaĢka bir deyiĢle, kuĢkusuz her kültür, hayatını alıĢveriĢlerle sürdürür ve "bir insan topluluğunu yıkıp geçebilen
ve doğasını bütünüyle gerçekleĢtirmesini engelleyen tek bela ve tek sakatlık, yalnız kalmaktır." Fakat her ne
kadar alıĢveriĢ yeni kültürel birleĢimlerin yaratılmasına olanak verir, yani farklılıkları artırırsa da, farklılıkların
beslediği bu aynı alıĢveriĢler tarafından aĢıldığında bizzat farklılıkları yok eden bir eĢik bulunmaktadır; bütün
paradoksun ya da sorunun bu noktada çıktığı kesindir: "Bütün ilerlemelerin nedeni olan bu ortak oyun, kısa ya da
uzun vadede, zorunlu olarak her oyuncunun kaynaklarının homojenleĢmesine yol açar." "Irk ve Tarih"in ortaya
koyduğu ve bugün yeniden ele almamız gereken pratik sorun budur.
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/8
Levi-Strauss ve Kültür Farklılığının Övülmesi
Kitabın birinci basımındaki önsözde, LeVi-Strauss'un ikili tasarısına dikkat çekmiĢtik. Daha ziyade pratiğe
yönelik olan ilk tasarı, ırkçı ideoloji yapılarının ya da bu ideolojilerin sahte-bilimsel gerekçelerinin dağıtılmasını
konu alıyordu. Ġnsanlığın, üstün ya da uygarlaĢmıĢ ırklar ile aĢağı ya da geri kalmıĢ ırklara bölünmesinin önüne
geçmek, gerçek bir kültür diyalogunun Ģartlarını hazırlamak söz konusuydu. Bu iddiaya cevaben daha kuramsal
olan ikinci tasarı ise insanlığın nasıl tek ve bölünmez olduğunu göstermekten ibaretti: Bu tasarı, yapısal antropo-
lojiye, söz konusu kültür diyalogunun üzerinde kurulduğu değiĢmez uyuĢum kuralları arayıĢına yer veriyordu.
Birinci basımdaki o ilk önsözüm iĢte bu kuramsal ve eleĢtirel tasarıya özel bir yer verip, bunun Rousseau'daki
kökenlerini gösteriyor, yöntemini açıyor ve bazı sınırlarını tespit etmeye çalıĢıyordu.
Fakat zaman değiĢti. Gezegenimiz, bazı sınırları ihlal ederken birçok yenisini ortaya çıkaran milliyetçiliklerle
dolup taĢıyor; tam da artık sınırların modasının geçtiğini, bunların aĢıldığını zannettiğimiz bir anda... Belki de
komünist dünyanın çöküĢü, dünya kapitalizmini "evrenselciliğin" tek Ģampiyonu olarak bırakıp, bütün
evrenselcilik biçimlerini kendi bozgunuyla birlikte sürükleyip götüren bir alt üst oluĢa neden oldu — Batı
tarafından araçsallaĢtırılıĢı hakkındaki soruların gitgide arttığı liberalizm de bu evrenselcilik biçimlerinden
biridir. Göründüğü kadarıyla insanlık, gelecekteki birliğini düĢlememektedir artık; geçmiĢteki çeĢitliliğini
düĢünmekte ve dehĢete kapılıp oraya kapanmak istemektedir. Ġçgüdüsel olarak daha iyi bir biçimde hayatta
kalma koĢullarını arayan türün ve hayatın bir hilesi midir bu? Levi-Strauss'un baĢka bir yerde, "Irk ve Kültür"de
ortaya attığı açıklama önerilerinden biridir bu.
"Irk ve Kültür"de Le"vi-Strauss, "sahte-evrimcilik" diye adlandırdığı Ģeye bir kez daha saldırmaktadır: "Yakın
zamana kadar geçerli olan, diğer toplumlar geride kalırken sadece Batı'nın duraklamadan katetmiĢ olduğu bir yol
boyunca sürekli ilerleme fikrinin yerini, böylelikle, farklı yönler arasında seçim yapma mefhumu alır; öyle ki
herkes, kazanmak istediği alanların bedeli olarak, bir ya da birkaç alanda kaybetmeyi göze almak durumunda
kalır". Böylelikle de çizgisel bir tarih görünümünün yerini bir ağaç veya daha ziyade bir "kafes" görü-
LEVI-STRA USS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ - OUVĠER ABEL / 9
nümü alır. Dolayısıyla burada LeVi-Strauss, insanlığın çoğulluğu kavrayıĢını öne çıkarmaktadır.
Ġnsanlığın artık "bir ve bölünmez" olmadığı anlamına gelmez bu; fakat "yapısalcılığın", sadece farklılıkların
anlamlı olduğu ve sistem oluĢturduğu yolundaki büyük fikrine güç vermektedir. Burada Fransız düĢüncesinin
farklılık üzerindeki o ısrarıyla da (örneğin, Derrida ve Lyotard) yeniden karĢılaĢılır. Yeri gelmiĢken belirtirsek,
bu konu Alman düĢüncesi (özellikle Habermas) tarafından derinlemesine yanlıĢ anlaĢılmıĢtır: Ġki ayrı geleneğin
günümüzde aynı soruları benimsememesindendir bu. Habermasçı iletiĢim etiği, dinlerin ve ulusların geri dönüĢü
karĢısında, evrenselleĢtirilebilecek asgari kuralları arar. Yapı-çözüm (deconstruction) okulu'ise, iletiĢimsel
bütünlüğün kendi konsensüsünü dayatmak istediği yerde, alt edilemeyen ihtilaflara iĢaret etmektedir. Fakat
üçüncü bölümümüzün sorusu olacaktır bu.
LeVi-Strauss için, sahte evrimciliğe karĢı mücadele, genetik biyolojiyle çeĢitli kültürlerin etnolojisi arasında
kolaycı bir belirlenme iliĢkisi kurmanın reddinden de geçmektedir. Daha ziyade karĢılıklı bir zenginleĢme vardır;
halklar arasındaki genetik birleĢimlerle kültürel birleĢimler karĢılıklı olarak birbirlerine destek olur: "Her kültür
genetik yetenekleri ayıklar ve bu yetenekler, karĢı etki yoluyla, öncelikle güçlenmelerine katkıda bulunmuĢ
kültür üzerinde etki ederler." Örneğin bir kabilede, yeni birleĢimleri olanaklı kılan dıĢevlilik iliĢkilerinde bir tür
doz ayan, edinilen farklılıkları güçlendirmeyi de olanaklı kılan görece bir yalıtıklık vardır; biyolojik evrimi
hızlandırıp kültürel buluĢlardaki canlılığı kamçılayan da bu doz ayarı olmuĢtur. Dolayısıyla "Irk ve Tarih"le aynı
tezleri bulmuĢ oluruz, fakat bu kez, bile bile, insanlığın birliğine nazaran çoğulluğu, kurucu yükümlülüğüne
nazaran alıĢveriĢlerin zorunlu olarak sınırlanması vurgulanmaktadır.
Irkçılığa karĢı mücadele ise birçok zorlukla karĢılaĢır. Birincisi, ırkçılığın saçmalığının, örneğin ırk ve kültür
"saflığı"nın imkânsız olduğunun, bilimsel olarak gösterilmesiyle kolektif nefretlerin kökünün kazınabileceği
sanılmamalıdır. Birbirine çok yakın topraklarda, gerçekten eĢit olmayan, ya da birbirlerini saygınlık anlamında
eĢit kabul etmeyen halklar, nüfus baskısıyla her bir araya geliĢlerinde, bu nefretler zincirinden boĢalmaktadır.
Pratik olarak, görece bir eĢitlik ve yeterince aralıklı bir toprak dağılımı gereklidir. Daha da kaçınılmaz olan
ikinci zorluk, "ayrımcılığın bütün biçimlerine karĢı mücadelenin, insanlığı bir dünya uygarlığına, (...) estetik ve
manevi değerleri yaratmıĢ
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/W
olma onurunu elinde bulunduran eski bölgesel özellikleri yok eden bir uygarlığa götüren o aynı hareketin bir
parçası olması"dır. Irkçılığı altetmek için, bütün sınırları ve bütün engelleri yıkmak mı gerekmektedir?
Le'vi-Strauss'un insanlık meselesine -moda bir terim olmadan önce- "ekolojik" bir yaklaĢımı olduğu söylenebilir.
Onun önerdiği hümanizm, "insanı doğanın efendisi haline getirip, kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç
ve çıkarlarını göz önünde bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, (...) ona doğada makul bir yer verir". "Irk
ve Kültür"ün sonuna doğru Ģunu da yazar: "insanın hemcinslerine karĢı duymasını dilediğimiz saygı, hayatın
bütün biçimlerine karĢı hissetmesi gereken saygının özel bir durumudur sadece". Böylelikle, insana ve topluma
ekolojik bir bakıĢın, biyolojik ve kültürel farklılıklara ayrıcalıklı bir yer verme eğiliminde ve bunları koruma
arzusunda olacağı anlaĢılır. Bireyleri o farklılıkların içine hapsetme ve oradan çıkmalarını yasaklama pahasına
mı olacaktır bu?
Aslında kendimizi, "bir gün insanlar arasında, çeĢitlilikleri tehlikeye atılmadan eĢitlik ve kardeĢliğin hüküm
süreceği hayaliyle oyalıyoruz". Levi-Strauss'un bizi içine yerleĢtirdiği ikilem ve trajik durum Ģudur: Ya
birbirinden alıĢveriĢ özgürlüğünün hem olanaklı kıldığı hem engellediği evrensel eĢitlik, ya da halkların
birbirlerinden tecrit olmalarıyla hem olanaklı kılınan hem de engellenen çeĢitlilik ve farklılaĢma. Zira,
"birbirlerinden uzak partnerlerin birbirlerini teĢvik edebilmeleri için yeterli iletiĢimin olduğu; bununla birlikte,
tıpkı gruplar gibi bireyler arasında da çıkması kaçınılmaz olan engellerin azalacağı, öyle ki alıĢveriĢin kolaylığı
yüzünden çeĢitliliğin bozulup eĢitleneceği yoğunluk ve hızda bir iletiĢimin olmadığı dönemler, en yaratıcı dö-
nemler olmuĢtur". Günümüzdeki bunalım bu anlamda daha vahim, daha köktendir ve antropolojik durumu
kapitalizmle komünizm arasındaki o eski çatıĢmadan daha iyi açığa vurmaktadır. Levi-Strauss, kültürel alıĢveriĢ
için böyle bir üst eĢik tanımlarken, bugün hepimizin yüz yüze geldiği büyük sorunu açıklıkla ortaya
koymaktadır. ġimdi, durumun güncel unsurlarından yola çıkarak ve bazı yönelimler arayarak üzerinde durmak
istediğim de bu sorudur.
LEVI-STRAUSS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ - OLIVIER ABEL/11
Yeryüzü ĠletiĢimi mi, Ulusların ÇeĢitliliği mi?
Devir değiĢti. Sorunun ve verdiği zararların nerelere kadar yayıldığını ölçmek için iki örneği ele alalım. Ġlki
dünya turizmidir. Turizmin hem çağdaĢı hem de faili olan iki yüzü var. Bir yandan yitik ülkeler özlemini ifade
ediyor: Bir yolculuk çoğunlukla zamanın baĢlangıcına doğru yola çıkmanın, "baĢka bir yerde-kendi evine"
dönmenin bir biçimidir; çocukluğumuz da bizi tatillerde bekler; pazarın tekbiçimliliğinin parçalamadığı baĢka
yaĢam tarzlarına duyulan özlemi ifade eder. Ama aynı zamanda, pazarı bu farklılıklarla besler, ona soluksuz
kalmaya baĢladığı bir anda iĢletilmeye açık yeni bir alıĢveriĢ alanı açar ve çoğu zaman güçlenmesine yardım
ettiği dünya eĢitsizliklerinden yana oynar. Turistlerle göçmen iĢçiler arasındaki statü farkını görmek yeterlidir.
Kaynaklara dönüĢ ve bir çocukluk ya da baĢka bir bekaret arayıĢı da bazen en çıkarcı görünümleri almaktadır.
Turizmin kültürel, toplumsal, ekolojik sonuçlarının uzun vadede ne olacağı bilinmemektedir.
Ġkinci örnek ise iletiĢim toplumudur. Bu "karıĢım dini"nin her Ģeye kadir vektörleri haline gelen büyük medyalar
iki tavır arasında gidip geliyor: 1) TekbiçimlileĢtirirmiĢ ve bazı çekici, boĢ ve genelgeçer figürler etrafında
yeniden ĢahsileĢtirilmiĢ bir dünya görüĢünü dizi halinde yeniden üretmek; böylelikle azınlıklar marjinalleĢtirilir
ve "en çok iletiĢim sıfır bilgidir" (R. Debray); 2) En göz alıcı Ģekilde marjinal olan, farklılıklarına en çok
gömülmüĢ "diller"in ve yerleĢik geleneklerin reklamını yapmak; o zaman "ortak çıkar"ın laik anlamını üstlenen-
ler marjinalleĢir, çünkü skandal çıkarmamaktadırlar ve yeterince çekici değildirler. Fast-food uygarlığıyla batini
bir tarikat arasında artık bakacak hiçbir Ģey yoktur; dağılınız.
Bugün dünyaya kabaca iki mantık hâkim olmuĢtur. Vektörü Pazar olan ve otoriter kalelerin karĢısına "evrensel
liberalizmi" çıkaran, fakat kültürlerin ve yaĢam biçimlerinin çeĢitliliğini ezen bir teknik tekbiçimlileĢtirme
mantığı. Diğeri ise vektörü Devlet bazen de Din olan, Pazar buldozerinin önüne ulusal sınırlarla geçen, fakat
bireyleri zorlayıcı toplulukların içine hapseden bir etnik parçalama mantığı. Bu iki mantık birçok yönden suç
ortağıdır. Önce, aĢırılıklarıyla birbirlerini güçlendirirler; her biri diğerinin yol açtığı yıkımları tamir etme id-
diasındadır. Bu karĢıtlık coğrafi olarak, kapitalist bir merkezle milli-
IRK, KÜLTÜR VE TARİH /12
yetçi bir çevre arasında tamamlayıcı bir unsur gibi görünür; zira geliĢmiĢ ülkelerdeki liberalizmin, sınırları
denetlemek, kitlesel göç hareketlerini engellemek, karıĢıklıkları bastırmak vb. için çevre ülkelerdeki otoritarizme
ihtiyacı vardır. Sadece emeğin ekonomik dağılımı değil, iktidarın siyasal dağılımı da dünya çapında bir sistemin
sıradan sonuçlarıdır.
Batı demokrasilerinin demokratik-olmayan çevre ülkelere ihtiyacı vardır. Antropolojik terimlerle alıĢveriĢ,
"tüccar" biçimini aldığında "soylu" farklılıklarla beslenir ve ardında ham bir ekonomik eĢitsizlikten baĢka bir Ģey
bırakmaz. Le"vi-Strauss'un hatırlattığı gibi, alıĢveriĢe giren kaynaklar fazla homojenleĢtirilmiĢse, mümkün iki
çözüm kalmıĢ demektir: ya oyuna yeni oyuncular sokmak (sömürgeleĢtirmenin iĢlevlerinden biri bu olmuĢtur) ya
da eĢitsizlikler üretmek. Kısacası, yaĢam tarzlarının dünya çapında bir pazar tarafından tekbiçimlileĢtirilmesi,
ancak bu pazarın derinlemesine eĢitsiz yapısı tarafından telafi edilmektedir.
Binyıllar boyunca alıĢveriĢin, ekonomik yararlılığının ötesinde, bir kimlik alanına aidiyeti (ailevi, ekonomik,
askeri, dinsel) tanımlama iĢlevi olduğunu görmemiz gerekir; bunun modeli, görece bir kendi yağıyla kavrulma,
belirli bir kendine-yeterlikti. Bugün revaçta olan alıĢveriĢ mantığı ise her,,tür kimlik edinmeyi aĢmakta ve
zorunluluğunu evrensel ve sınırsız olarak dayatmaktadır: Ġnsanlar artık birbirleriyle alıĢveriĢleri aracılığıyla
kimlik edinememektedir. Belki ekonomik yararcılığın hesabına uygundur bu; fakat emek ve yaĢam, dağılım ve
tüketim biçimi ekonomisinin barındırdığı ve taĢıdığı simgesel için, özellikle de kimliklendirme iĢlevi için aynı
durum söz konusu değildir. Bunun içindir ki kimlik ihtiyacının bütün ağırlığı, ulusal, etnik, dinsel zeminlere,
kısacası alıĢveriĢ içine girmeyen her Ģeye yönelmektedir.
Kapitalizm tarafından neredeyse kabilesel bir kalıntı durumuna itilen Ulus-Devlet'in, aradığımız ikiliği içinde
taĢıdığına dikkat çekerek, Pazar'la Devlet'i karĢı karĢıya getiren tabloya ek bir nüans getirilebilir. Gerçekten de
burada, akılcılık ve evrensellik vektörü olan Devlet'i buluruz, tüccar evrenselliğinden baĢka bir "evrensel" söz
konusu olsa dahi: YurttaĢlık ülküsü biçimini ya da yönetimsel akılcılık biçimini alabilen siyasal bir evrensellik.
Ve bir aidiyet duygusunun vektörü olan Ulus'u buluruz: Bir geleneğe, bir dile, bir yaĢam tarzına, vb.'ne aidiyet.
Bu anlamda Ulus-Devlet zaten karmaĢık bir uzlaĢmaydı. Bugün aĢılmıĢ görünmektedir ve artık kapsayamadığı,
birbirine rakip ve
LEVİ-STRAUSS'A İKİNCİ ÖNSÖZ- OUVIERABEL/13
birbirini tamamlayan iki mantık tarafından parça parça edilmiĢtir.
Bu yetersizlik laiklik söz konusu olduğunda iyice hissedilir: Laik ulus, kimlik talebinde bulunanlar için fazla
geniĢ bir çerçeve, aĢırı bol bir elbise haline gelmiĢtir artık. Parçalanma olgusunun dinsel, dilsel ya da etnik bütün
farklılıklardan yararlanması bundandır. Çoğulcu kentsellik olarak laiklik, kafalarında sadece kendi kimlikleri
olan tek-dinli ya da tek-uluslu toplumlarda çok kırılgan bir hale gelmiĢtir. Fakat laik devlet, dünya çapında
modernliği isteyenler için fazla dar bir çerçeve, aĢırı sıkı bir elbise haline gelmiĢtir; dünya pazarı da bellekleri,
yaĢam tarzlarını, vb.'ni köksüzleĢtirmeye ve karıĢtırmaya devam edecektir. Asgari bir ortak kimlik olarak laiklik,
kafalarında sadece-kentsel bir arada yaĢamayı çatıĢmasız kılma olan ve dinsel olmayan toplumlarda kırılgandır.
Günümüzde siyasetin bütün sorunu bu zor eklemlenme etrafında dönmektedir: Nasıl yeni bir evrenselcilik, yeni
bir enternasyonalizm icat etmeli? Ve nasıl yeni bir cemaatçilik, birbiriyle bağdaĢabilen memleket ve "manzara"
anlamları icat etmeli? Üstelik, söz konusu olan sadece siyasal bir sorun değildir. Tıpkı uluslarüstü evrenselleĢtir-
me iĢlevlerini artık sadece pazara bırakmamak ve siyasal denetleme mercileri icat etmek gerektiği gibi, ulusal ya
da bölgesel kimlik verme ve toplumsal paylaĢtırma iĢlevini de artık sadece devlete bırakmamak gerekir:
Ekonomik yaĢamın kademelerinde bu mikro-ölçütlerin, bu mikro-pazarların yeniden icat edilmesi zorunludur.
Aslında bütün mesele, iki mantığın kütlesel karĢıtlaĢmasından iki ölçütün dengeli bir eklemleniĢine geçmekten
ibarettir.
Bu tartıĢma pek yeni değildir; Avrupa uzun zamandır Aydınlanmacılar'la Romantizm arasında "sallantıdadır",
akıl evrenselciliği ile geleneklerin yeniden kurulması arasında... Avrupa, evrenselliğin Ģampiyonu olmakla
evrenselleĢtirici mekanizma tarafından yenilip yutulmak arasında kalmıĢtır ve kendi dokusunu oluĢturan
farklılıklar ağını kaybetmektedir. Bu anlamda Avrupa, sadece adına dünyanın her tarafına sömürgeler
yerleĢtirdiği o özgürleĢtirici büyük anlatı olarak varolmaktadır; Avrupa, sömürgelerinin düĢleriyle, baĢta
Amerikan rüyasıyla varolmaktadır sadece; bu anlamda da Avrupa artık yoktur ve bir ucundan diğerine uzanan
derin farklılıklar üzerine bir kitabın eksikliğini çekmekteyiz. Fakat Avrupa, sanki bütün zamanlarda ve bütün
yerlerde geçerli tek bir demokrasi biçimi varmıĢçasına vazettiği demokratik evrensellikte de ahlakdıĢı bir
konumda kaldığını keĢfetmek-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/14
tedir! Modeli olduğunu iddia ettiği kültürel karmaĢıklık ya da dilsel çoğullukta da ahlakdıĢıdır ve bu haliyle sıkı
sıkıya korunan bir ben-merkezcilik modeli oluĢturmaktadır.
Kısacası, tartıĢma yeni değildir, ancak Ģu sıralar tıkanıp kalmıĢtır:
1) Ġnsanlığın tek olduğunu düĢünen, fakat bu tekliği, bütün toplumların aynı duruma yöneldiği bir aĢamalı
geliĢme olarak, neredeyse evrimci bir ölçüte dayandıran evrensellik savunucuları; bu açıdan, Marksizm'de
herkesin eleĢtirdiği nakaratı liberal demokrasiler devralmıĢtır.
2) Farklı kültürlerin ortak ölçüleri olmadığını ve birbirleri için anlaĢılmaz olduklarını, halkların, kendi
"ekosistemleri"ne hapsedilme pahasına birbirlerinden korunması gerektiğini düĢünen bir kültürel göreci-liğin
savunucuları. Bu alternatif aĢılıp, farklılıklara saygının baĢka biçimleri keĢfedilerek evrensellikle yeni bir iliĢki
kurulabilir mi? ġimdi, bütün sorun budur.
Evrensel Nedir?
Tek bir evrensellik kutbunun değil, rekabet halinde bir evrenseller çokluğunun olduğu tespitinden yola çıkmak
gerekir. Kent örneğini ele alalım* Eskiden Ģehirler birkaç "tarım bölgesi"nin kavĢağında olurdu (Ģehirler
arasındaki yapısal farklılıklar bu yüzdendir) ve bu kavĢaklar, bireyin artık sadece geleneklerle özdeĢleĢmek
zorunda olmadığı kamu alanlarını oluĢtururdu: Evrensellik iĢlevini gören bir üst ilke, gelenekleri mesafeli bir
konumda tutardı. Her Ģehrin kendi hâkim "evrenseli" vardı. ÇağdaĢ kentleĢmeler birçok Ģehir kültürünün
kesiĢtiği yerlerde bulunurlar; birçok rakip Ģehri, birçok üst ilkeyi içlerinde barındırırlar: sanayi siteleri, üniversite
merkezleri, ticaret Ģehirleri, siyasal ve idari merkezler, Köln'ün, Verona'nın, Chicago'nun ya da Kahire'nin
karıĢık "kentsel ortak değerleri"yle üst üste binmiĢlerdir. Bugün her büyük Ģehirde her biri kendini
gerçekleĢtirmeye uğraĢan bir "görünmez Ģehirler" kalabalığı vardır.
Bu büyük çağdaĢ kentleĢmelerde, anonim karıĢımla cemaat sıcaklığı arasındaki "geçiĢ alanı" noksanlığı, yalnız
bireyleri, içinde memleketlerin unutulduğu, öz kültürlerince aktarılan kentsel ortak değerlerin unutulduğu
"kabile"lerini aramaya yöneltir. Bu anlamda tehdit altında olan, kültürlerin özgünlüğü değil, ortak değerleridir.
Zira bir yanda dönüĢtürülmez farklılıklar, tam da çevrilemez olmalarından ötürü,
LEVI-STRAUSSA ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ - OUVIER ABEL /15
ayakta kalacak ve güçlenecektir. Öte yanda, evrensel pazara, Disney-vvorld'a sokulabilen her Ģey o evrenselliğe
varacaktır.
Ama evrenselliği maksat edinenler, her kültürün içinde gerçekten evrensel olan değerler... iĢte onlar
yokolmaktadır. Dillerimizin ve kültürlerimizin kendi ifadelerine özgün yaratıcılık yolları bulmak için kendilerine
özgü mitsel, estetik ya da etik kaynaklardan yararlanmaları, fakat öte yandan, bu kaynakların evrensel
kapsamlarını açığa çıkarmak için onları mümkün baĢka evrensellerle yüzleĢtirmeleri gerçeğine çok az önem
verilmektedir. Mizahın, belki de her halkın en tercüme edilmez özelliği olması, ama yine de gülüĢün, herĢeye
rağmen bulaĢıcılığı anlamında, evrensel olması gerçeğine fazla önem verilmemektedir.
Betimlediğimiz tuzaktan çıkmak için, sadece kendi bağlamlarında ortak değerler olduğunu kabul etmemiz
gerekir. Evrenselliğe, ancak bu "kendi bağlamlarında ortak değerler"in daha neredeyse yeni baĢlatmıĢ oldukları
uzun bir tartıĢma içinde varabiliriz. Evrenselliğe, kentselliğe ya da laikliğe (tartıĢmanın terminolojisine göre), her
tür aidiyeti, özel bir gelenek içinde kurulmuĢ herĢeyi reddederek ya da inkâr ederek, ya da mümkün tek temelin
temel yokluğu ve kaybı olduğunu belirterek (E. Morin) varılacağını sanmak bir hatadır. Bu "temel yokluğu"nda
rahatsız edici olan Ģey, tam da her rakibe hemen uygulanabilir olan o dolaysız evrenselliğidir. Gerçekten de fazla
"tartıĢılmaz" bir temeldir bu! Ġstese de istemese de her kültür, P. Ricoeur^ün ifadesini kullanırsak, özel bir
karıĢımdan oluĢmuĢ "etiko-mitsel bir çekirdek"tir. Bu çekirdek, eleĢtirilmek yerine inkâr edildikçe, çoğu zaman
daha da etkinleĢmektedir. Bunu söylerken özellikle her kültürün dinsel boyutunu, toplumsal ve siyasal her
kapanmanın dinsel boyutunu (R. Debray) düĢünüyorum.
Böylelikledir ki, hukukun dinsel arkeoloji içindeki kökleri inkâr edildikçe o hukuka daha çok mahkûm olunur ve
baĢka bir hukuku anlamakta zorluk çekilir. Bu durumda, modern ve Batılı hukuk Müslüman hukukunu
anlamakta zorluk çekmektedir. ġunu sadece yalınlıkla kayda geçmek gerekir: Evrenselliğe varma yollarımız
metaforik kalmakta, Hıristiyan, Müslüman ya da Budist vb. diller "evreni" içinde hapsolmaktadır! Laikliklerimiz
de kendi bağlamlarında laikliktirler. Burada genel varsayımım Ģudur: Farklı dinler, evrenselle iliĢkinin, bir dil ya
da bir geleneğin özellikleri içinden kök almıĢ olduğunu bilen taĢıyıcılarıdırlar; birbirini izleyen dünya çapındaki
tüm ideolojiler karĢı-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/16
sındaki, özellikle de "demokratik" ideoloji karĢısındaki "avantajları da budur. Fransızca'daki sözcükle oynarsak;
"Culte"ler (tapınma yolları) "culture" (kültür) nüvelerinin, baĢlangıç senaryolarının hayata geçme biçimleridir.
Ve bu tapınma yolları da, bizzat evrenselliği amaçlamalarıyla, ortak değerlerimizin hâlâ bölgesel olduğunun
tanıklarıdır.
Dinlerin bu avantajını telaffuz etmek, dinsel önyargılara karĢı tüm eleĢtirel yaklaĢımlardan vazgeçmek demek
değildir. Tam tersine, dinlerden, onlara vermiĢ olduğumuz ayrıcalığa ulaĢmak istiyorlarsa, sadece dil olmayı (bu
bakımdan) ve tek bir evrensel dil olmadığı gibi evrensel bir dinin de olamayacağını kabul etmelerini istemektir
bu. Herhangi bir din evrenselleĢmeyi çok iyi baĢarsa bile iç farklılaĢma ilkesi tarafından kısa zamanda parçalara
ayrılırdı. Buna ek olarak, dinlerden talep etmemiz gereken Ģeyin sadece dinsel çoğulculuk olmadığına da dikkati
çekmeliyiz: Her din, "bütün hakiki yaratılar" gibi, "diğer değerlerin çağrısı karĢısında, onların reddi, hatta
inkârına kadar gidebilecek belirli bir sağırlık içerir," ("Irk ve Kültür"); dinlerden sivil çoğulculuğu da talep
etmeliyiz, zira Ģehirlerimizde ve toplumlarımızda, artık birbirine karıĢmıĢ birçok "Tanrı dili" vardır.
Bu çoğulculuk mümkündür, çünkü dinlerimiz kuramsal değil ama içsel bir bilgiyle, ortak değerlerinin metaforik
olduğunu ve evrenselliğe ancak bir dile, bir kültüre, bir tarihe, bir bağlama özgü metaforlar aracılığıyla
varılabildiğini bilirler. Ancak kültürler arasında uzun bir konuĢma, bu "kendi bağlamındaki ortak değerler"
arasındaki uyum ve sapmaları temkinlilikle saptamayı mümkün kılabilirdi. Oysa kültürlerin karĢılaĢması tam da
her birinin kendi içindeki en evrensel Ģeyler yüzünden daha da güç gerçekleĢmektedir; çünkü her zaman en zor
olan Ģey, ortak değerlerin yüz yüze gelmesidir, uzun ve karmaĢık arabuluculuklar gerektirir. Bu arabuluculuklar
yönünde etkinlik gösteren kiĢi, kendisini o ortak değerlerin üzerine bir ayağı birinin, öteki diğerinin üzerinde ve
kafası aĢkınlık yıldızlarına ermiĢ bir Ģekilde yerleĢtiremez! Kökendeki bağlamını kabul etmeli, kendini azar azar
yurtsuzlaĢtırmalı ve yurtsuzlaĢmanın aynı zamanda bir parçalanma olduğunu bilmelidir.
Ortak değerler arasındaki diyaloga bu Ģekilde bağlanmıĢ kiĢi için tek aĢkınlık ötekilerin bakıĢ açısıdır. Bu
aĢkınlık evrenseldir; çünkü zekâya, evrenselliğe nihaî olarak ulaĢmıĢ olma iddiasında bulunabilecek sentetik bir
bakıĢ açısında olmadan baĢka soruları, baĢka bakıĢ açıları-
LEVI-STRAUSSA ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ-OL1V1ERABEL/17
nı anlama yollarını açar. Eğer ortak değerlerin diyalogu için baĢkasını ve kendini sorgulama yeteneği bir
zorunluluksa ve bu diyalog hep aynı zorluktaysa, Disneyvvorld'ün her-yerde-geçer evrenselliğiyle yetinmek ya
da kendi dilinin en tercümeye gelmez ve köklü bölümlerine sığınmak cazipliğini koruyacaktır. Bununla birlikte
en çok eksikliğini çektiğimiz Ģey, ortak değerler arasındaki diyalogun o uzun ve güç yoludur.
Daha dolaysız olan ve tuzağa düĢmeden kültür diyaloguna geçmeyi mümkün kılan bir yola iĢaret etmeden
bitirmek istemiyorum. Tekil yaratılar arasında bir hareket birlikteliği vardır. Bu hareket birlikteliği de, kuĢkusuz,
ortak değer terimleriyle açıklanamaz, fakat iletilebilir; birinden diğerine geçicidir. Bu hareket birlikteliğinin
varlığı, bizzat dinlerde bile saptanabilir: Gerçekten de inancın derinliğidir bu; o birlikteliğin en canlı ve en özgün
Ģekilde belgelendiği yer, en çok farklılık ve özgünlük ürettiği yer, ötekilerin inancında canlı ve yaratıcı plan
Ģeyle en ĢaĢırtıcı yakınlığın hissedildiği yer... ġiirsel, müzikal ya da plastik eserlerde bu yakınlık daha da açıktır.
Bir "üslûbun", diğer üslûplarla hareket birlikteliğine girme yeteneği, üslûp sezgisi diye adlandırabileceğimiz Ģeyi
açığa vurur: Yani, karĢılaĢılan özgünlükleri kendi içinde yeniden yaratabilme yeteneği. HerĢeyi yeniden
yaratamasak da, bizim için kayıp yaratılar olsa da, ve bunun böyle olması bir zorunluluk olsa da, kendimiz
yaratmaya devam etmek istiyorsak, o güzel, mümkün hayatların üzerine tükürmek yerine, yalın mevcudiyetlerini
uzaktan selamlayabiliriz.
IRK VE TARĠH
Irk ve Kültür
Irkçı önyargıya karĢı mücadeleyi amaçlayan bir broĢür dizisinde, ırkların dünya uygarlığına
katkılarından söz etmek ĢaĢırtıcı olabilirdi. Bilimin bugünkü aĢamasında, bir ırkın bir diğerine göre
zihinsel üstünlüğünü veya aĢağılığını onaylatmak için hiçbir verinin bulunmadığını göstermek uğruna
harcanan çabalar ve yetenekler, insanlığı oluĢturan büyük etnik gruplanrı ortak mirasa sadece
varlıklarıyla özgül katkılarda bulunduklarını kanıtlama çabası, ırk kavramına tekrar el altından hak
vermekle sonuçlanacaksa, abes olurdu.
Ama hiçbir yol, amacımıza, ırkçı öğretinin dolaylı olarak biçimlendirilmesi sonucuna varan bu
giriĢimden daha ters düĢemezdi. Biyolojik ırkları özgül psikolojik nitelikleriyle belirginleĢtirmeye
giriĢince, tanımlama biçimi olumlu ya da olumsuz olsun, bilimsel gerçekten aynı ölçüde sapılır.
Tarihin ırkçı kuramların atası durumuna getirdiği Gobineau'nun, aslında "ırkların eĢitsizliği"ni
niceliksel değil niteliksel olarak ele aldığı unutulmamalıdır. Ona göre, baĢlangıçta ilkel denmeksizin
insanlığı oluĢturan ilk büyük ırklar -beyaz, sarı, siyah- mutlak değerde, özgün yeteneklerinin farklılığı
kadar eĢitsiz değillerdi. Gobine-
IRK, TARİH VE KÜLTÜR/20
au'ya göre soyların yozlaĢması, ırklara tek bir değerler skalasıyla yaklaĢıldığında her ırkın ortaya çıkan
durumuna değil, melezleĢme olgusuna bağlanıyordu; dolayısıyla bu yozlaĢma, ırk farkı gözetmeksizin
gitgide artan bir melezleĢmeye mahkûm olan tüm insanlığa yönelikti. Ancak antropolojinin ilk günahı,
salt biyolojik olan ırk kavramı (bu sınırlı alanda bile nesnellik iddiasında bulunabilen söz konusu
kavrama karĢı modern genetiğin itirazını göz önüne almak gerekir) ile kültürlerin sosyolojik ve psiko-
lojik oluĢumlarını birbirine karıĢtırmakta yatar. Bu günahı iĢlemiĢ olması bile Gobineau'nun kendini,
aslında iyi niyetin de varolduğu düĢünsel bir yanılgıdan, tüm sömürü ve ayrımcılık yöntemlerinin
istemdıĢı meĢrulaĢtınlmasına götüren ve çıkıĢı olmayan bir çemberin içine hapsolmuĢ bulmasına yetti.
Bu çalıĢmada ırkların uygarlığa katkılarından söz etsek de, bu, Asya'nın, Avrupa'nın, Afrika'nın ya da
Amerika'nın kültürel katkılarının, bu kıtaların kabaca değiĢik ırksal kökenden gelen insanların
yerleĢim alanı olmasından dolayı herhangi bir özgünlük kazandıkları anlamına gelmiyor. Eğer böylesi
bir özgünlük varsa -ki varlığı Ģüphe götürmez- bu, siyah, sarı ya da beyazların fizyolojik veya
anatomik yapılarına bağlı farklı yeteneklerinden değil, sosyolojik, tarihsel ve coğrafi koĢullardan ileri
gelmektedir. Ancak bu broĢür dizisinin, olumsuz bakıĢ açısına karĢı durmaya uğraĢtığı ölçüde bile,
insanlığın geliĢme sürecinin yine çok önemli bir diğer yönünü ikinci plana atma tehlikesiyle karĢı
karĢıya kaldığını fark ettik. ġöyle ki, bu süreç bir tekbiçimli tekdüzelik (uniforme monotonie)
düzeninde değil, uygarlıkların ve , toplumların çok çeĢitlenmiĢ biçimleri arasında geliĢmektedir. Bu
zihinsel, estetik ve sosyolojik çeĢitlilik, insan topluluklarının biyolojik planda gözlemlenebilir bazı
yönleri arasındaki herhangi bir farklılığa bir neden-sonuç iliĢkisiyle bağlanmıĢ değildir: Birinci
çeĢitlilik (zihinsel, estetik, sosyolojik) ikinciye (biyolojik) ancak ayrı bir düzlemde koĢuttur. Ama aynı
zamanda ondan iki önemli özelliği ile ayrılır. Ġlk olarak, bu çeĢitlilik ayrı bir büyüklük sisteminde yer
alır. Kültürlerin sayısı ırklara oranla çok daha fazladır; birisi binlerle diğeriyse yalnızca birimlerle
ölçü-
IRKVETARtH/21
lür; aynı ırktan insanların yoğurduğu iki kültür, ırk olarak birbirinden uzak iki topluluğun kültürleriyle
aynı oranda, hatta daha da farklı olabilir. Ġkinci olarak, temel anlamda ırkların yeryüzündeki
dağılımları ve tarihsel kökenlerini sergileyen ırklar arası çeĢitliliğin tersine kültürler arası çeĢitlilik
ortaya birçok sorun çıkarır; bunun insanlık için yararlı mı olduğu, yoksa insanlık için bir handikap mı
oluĢturduğu sorulabilir - doğal olarak birçok yeni soruya ayrıĢan genel bir sorudur bu.
Son olarak, biyolojik temellerinden ancak kopartılabilen ırkçı önyargıları, yeni bir alanda yeniden
oluĢurken görmek pahasına da olsa, öncelikle bu çeĢitliliğin nelerden oluĢtuğunu sorgulamalıyız.
Çünkü, sokaktaki adamın, deneylerle de kanıtlandığı gibi dört elle sarıldığı, "madem doğuĢtan ırksal
yetenekler yoktur, o zaman diğer renkli halkların kimisi yarı yolda, kimisi de binlerce hatta on binlerce
yıl geride kalırken, beyaz insanın kurduğu uygarlık nasıl o bilinen ilerlemeleri yapabilmiĢtir?" sorusu
karĢısında yanıtsız kaldığımıza göre, onu, kara veya beyaz derili, düz veya kıvırcık saçlı olmanın
ahlaki ve zihinsel bir anlamı olduğu yolundaki düĢüncesinden vazgeçirmeye çalıĢmak son derece an-
lamsız olur. Dolayısıyla, kültürlerin eĢitsizliği -ya da çeşitliliği— sorununa eğilmeden, ırkların
eĢitsizliği sorununun olumsuzlamayla çözüldüğü ileri sürülemez; çünkü bu iki eĢitsizlik halkın
kafasında yanlıĢ bir Ģekilde birbirine sıkıca bağlanmıĢtır.
Kültürlerin Çeşitliliği
Kültürlerin kendi aralarında nasıl ve hangi ölçüde farklılaĢtıklarını, bu farklılıkların geçerliliklerini
yitirip yitirmediğini veya çeliĢip çeliĢmediğini ya da uyumlu bir bütün oluĢturmaya yardımcı olup
olmadığını anlamak için, önce bu kültürlerin dökümüne giriĢmek gerekiyor. Ancak güçlükler de tam
bu noktada baĢlamaktadır; çünkü kavramamız gereken, kültürlerin kendi aralarında aynı biçimde ve
aynı düzeyde farklılaĢmadıklarıdır.
ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 22
Yeryüzünde birbiriyle yan yana duran, kimi yakın kimi uzak, fakat sonuçta çağdaĢ olan toplumlarla
karĢı karĢıyayız. Ayrıca, zamansal olarak birbirini izleyen ve dolaysız deneyle ulaĢamadığımız
toplumsal yaĢam biçimlerini de göz önünde bulundurmak durumundayız. Her insan antropolog olabilir
ve ilgilendiği herhangi bir toplumun gündelik varoluĢ biçimini paylaĢmak üzere çalıĢma alanına
gidebilir; öte yandan tarihçi veya arkeolog olabilse de, yok olmuĢ bir uygarlıkla asla dolaysız iliĢkiye
giremez; iliĢki düzeyi salt bu toplum -ya da diğerleri- tarafından bırakılmıĢ yazılı belgeler ve resimli
yapıtların taĢıdığı dolaylılık içinde kalacaktır. Son olarak, "yabanlar" ya da "ilkeller" diye adlandır-
dığımız, yazıdan habersiz kimi çağdaĢ toplumların da -yöntemimizin dolaylılığı nedeniyle
öğrenemediğimiz- farklı yaĢam biçimlerini geride bırakmıĢ olduklarını unutmamamız gerekiyor.
Dürüst bir döküm, kendimizi üzerinde söz söylemeye yeterli saydığımız bölümlerin yanında, kuĢkusuz
sayısı bunların kat kat üzerinde olan bilemediğimiz bölümlerin varlığını gözardı etmemelidir. Burada
bir ilk saptama yapmak gerekiyor: Pratik olarak günümüzde, yine pratik ve kuramsal olarak geçmiĢte,
insan kültürlerinin çeĢitliliği asla öğrenemeyeceğimiz kadar zengin ve büyüktür.
Ancak, bu sınırlılığın bilincinde olmamıza ve alçakgönüllülüğümüze karĢın, baĢka sorunlarla da
karĢılaĢıyoruz. Farklı kültürler sözünden ne anlaĢılmalıdır? Bazı kültürler farklı görünümü verirler,
fakat aynı kökten geliyorlarsa, geliĢmelerinin hiçbir anında iliĢkisi olmamıĢ iki toplumun
farklılığından daha değiĢik bir farklılık sunarlar. Böylece, Peru Ġnkaları'nın eski krallığı ile Afrika'daki
Dahomey'in eski krallığı,arasındaki farklılaĢma, örneğin yine farklı toplumlar olarak ele alınması
gerekmesine karĢın bugünkü Ġngiltere ve ABD arasındakine oranla daha belirgin kalmaktadır. Buna
karĢılık, gözardı edilemeyecek bir olgu da, birbirleriyle sonradan yakın iliĢkiye giren, ancak söz
konusu noktaya farklı yollardan gelen toplumların aynı uygarlık görüntüsü sunuyormuĢ gibi
olmalarıdır. Toplumlarda karĢıt yönlerde çalıĢan ve uğraĢları eĢzamanlı olan güçler vardır: Bu güçlerin
bir
IRK VE TARĠH/23
bölümü yerel özelliklerin korunmasına hatta keskinleĢmesine uğraĢırken, diğer bölümü birliktelik ve
kaynaĢma yönünde çaba gösterir. Bu tür olgulara iliĢkin çarpıcı örnekleri dil konusunda bulabiliriz:
Aynı kökenden gelen diller birbirlerine bağlı olarak değiĢme eğilimi gösterirken (Rusça, Fransızca,
Ġngilizce gibi), komĢu topraklarda konuĢulan değiĢik kökenli diller de ortak özellikler geliĢtirirler:
Örneğin Rusça, dolaysız komĢuluk alanında konuĢulan Türk ve Fin-Uygur dillerine en azından bazı
sesçil hatlar bakımından yakınlaĢmak uğruna, diğer slav dillerinden belli bir ölçüde farklılaĢmıĢtır.
Bu tür olguları incelediğimizde (ki uygarlığın toplumsal kurumlar, sanat ve din gibi özellikleri de
benzer örnekler sağlayacaktır), toplumların, karĢılıklı iliĢkileri açısından üst sınırlarını aĢamayacakları
ve kolayca gerisinde de kalamayacakları bir çeĢitlilik optimumu'yla. tanımlanıp tanımlanamayacağı
sorusuyla karĢılaĢıyoruz. Bu optimum ancak, toplumların sayısına, nüfussal önemlerine, coğrafi
uzaklıklarına ve kullandıkları maddi ve zihinsel iletiĢim araçlarına bağlı olarak değiĢebilir. Gerçekte
çeĢitlilik sorunu, sadece karĢılıklı iliĢkileri içinde düĢünülen kültürler düzeyinde değildir; çeĢitlilik
aynı zamanda her toplumun bağrında, o toplumu oluĢturan bütün topluluklarda kendini gösterir:
Tabakalar, sınıflar, mesleki ve dinsel çevreler vb., sonradan her birinin aĢırı bir önem atfederek
sarılacağı farklılıklar geliĢtirirler. Toplum diğer iliĢkilerin etkisi altında, daha yoğun ve daha bağdaĢık
hale geldiğinde, bu iç çeĢitlenme'nin, aynı eski Hindistan'daki arî egemenliğinin kurulmasının hemen
ardından oluĢan kastlar düzeni örneğinde olduğu gibi, sürekli artma eğilimi gösterip göstermediği
düĢünülebilir.
Böylelikle kültürlerin çeĢitliliği kavramının, durağan bir kavram olarak algılanmaması gerektiği
görülüyor. Söz konusu çeĢitlilik, ne cansız bir numune derlemesinin ne de kuru bir katalogun
çeĢitliliğidir. Ġnsanlar kuĢkusuz coğrafi uzaklıkları, içinde bulundukları ortamların kendine özgü
nitelikleri ve dıĢlarındaki dünyadan habersizlikleri nedeniyle-farklı kültürler yoğurmuĢlardır; fakat bu
da ancak her kültür ya da her toplumun ken-
İRK, TARİH VE KÜLTÜR/24
di içine kapanıp, diğerlerinden soyutlanarak geliĢmesiyle mümkün olabilirdi. Oysa bu durum, hiçbir
zaman, belki sadece Tasmanyalılar'ınki gibi (ki burada da salt sınırlı bir süre için geçerlidir) istisnai
örnekler dıĢında gerçekleĢmemiĢtir. Toplumlar hiçbir zaman yalnız kalmamıĢlardır; en ayrık
göründükleri zamanlarda bile topluluklar ya da sürüler halinde olmuĢlardır. Bu durumda kuzey ve
güney Amerikalı kültürlerin on bin ile yirmi beĢ bin yıl arasında dıĢlarındaki dünyayla iliĢkilerinin
kopuk olduğunu varsaymak abartma olmayacaktır. Ancak bu ayrık insanlık parçası da, kendi
aralarında çok sık iliĢkileri olan, irili ufaklı birçok topluluğu barındırıyordu. Soyutlanmanın sonucu
olan farklılıkların yanı sıra, yakınlıktan ileri gelen çok önemli farklılıklar da vardır: kendini gösterme,
farklı olma, kendisi olma arzusu. Birçok gelenek, iç gereklilikten ya da birtakım elveriĢli rastlantı-
lardan değil, kendilerinin koymayı bile düĢünmedikleri kuralları baĢarıyla kullanan komĢu topluluğun
gerisinde kalmama isteğinden doğmuĢtur. O halde, kültürlerin çeĢitliliği bizi, parçalara ayırıcı ya da
parçalara ayrılmıĢ bir incelemeye çekmemelidir. Kültürlerin çeĢitliliği insan topluluklarının
birbirinden yalıtılmasından çok, onları birleĢtiren iliĢkilere bağlıdır.
Halk-merkezcilik
Yine de, kültürlerin çeĢitliliğinin insanlar tarafından çok ender olarak gerçek haliyle, yani toplumlar
arası dolaylı ya da dolaysız iliĢkilerin sonucu geliĢen doğal bir olay olarak algılandığı açıktır; insanlar
çeĢitliliği daha çok bir yaradılıĢ aykırılığı ya da bir skandal olarak gördüler. Bu konulardaki bilginin
ilerlemesi de, daha doğru bir bakıĢ lehine bu yanılsamayı ortadan kaldırmaktan çok, onu kabul etmek
ya da katlanmanın yolunu bulmaktan ibaret olan sonuçlar doğurdu.
Beklenmeyen bir durumla karĢılaĢtığımızda hepimizde yeniden ortaya çıkma eğilimi gösteren ve
kuĢkusuz sağlam psikolo-
IRK VE TARİH/ 25
jik temellere dayanan en klasik tavır, kendimizle özdeĢleĢtirdiğimiz kültürel, yani ahlaksal, dinsel,
toplumsal, estetik biçimlere uzak düĢen biçimlerin açıkça yadsınmasından ibarettir. Bize yabancı olan
yaĢam, inanıĢ ve düĢünme biçimleriyle karĢılaĢtığımızda, "yaban alıĢkanlıklar", "bu bizden değil",
"buna izin verilmemeliydi", vb. türünden ürperti ve tiksinti dile getiren kaba tepkiler gösteririz. Ġlkçağ
da Yunan kültürünün içinde yer almayan her Ģeyi "barbar" adı altında topluyordu; Batı uygarlığı daha
sonra yaban deyimini aynı anlamda kullandı. Oysa bu sıfatların ardında tek bir yargı gizlenmektedir:
"Barbar" sözcüğü kök bakımından, insan dilinin anlamlı akustik imgesine karĢı, eklemsiz kuĢ
Ģakımalarının karmaĢıklığından kaynaklanıyor olabilir; ve yine "ormana iliĢkin" anlamına gelen
"yaban" sözcüğü de insan kültürüne karĢıt hayvansı yaĢam biçimini çağrıĢtırır. Her iki Ģıkta da kültürel
çeĢitlilik olgusu yadsınır; yaĢamımızı düzenleyen normlara uymayan ne varsa kültürün dıĢına, doğaya
atılması yeğlenir.
Bu naif, fakat insanların çoğunda son derece yerleĢik olan bakıĢ açısının, bu broĢür zaten bunları
çürütmek için yazıldığından, tartıĢılması gerekmiyor. Burada, bu bakıĢ açısının oldukça açık bir
paradoksu içerdiğini belirtmek yeterli olacaktır. "Yabanların (ya da böyle adlandırılan herkesin)
insanlık dıĢına atılmasına dayanak hazırlayan bu düĢünce yöntemi, aslında söz konusu yabanların en
belirgin ve en ayırt edici yöntemidir. Gerçi, ırk ya da uygarlık farkı gözetmeksizin, insan türünün tüm
biçimlerini kapsayan insanlık kavramının çok geç ortaya çıktığı ve yayılmasının sınırlı olduğu
biliniyor. Bu kavramın, geliĢmesinin doruğuna ulaĢmıĢ gibi göründüğü noktada bile, karmaĢıklıklar ve
gerilemelerden etkilenmeyecek biçimde oluĢmuĢ olduğu hiç de kesin değildir - yakın tarih bunu
kanıtlamaktadır. Dahası on binlerce yıl boyunca, insan türünün büyük bir bölümü için bu tür bir
kavramın hiç söz konusu olmadığını da görüyoruz. Ġnsanlık, kabilenin, dilbirliği olan topluluğun, hatta
bazen köyün sınırlarında biter; öyle ki, ilkel diye adlandırılan büyük toplulukların çoğu, onlara göre
tümüyle "kötüler", "reziller", "yer maymunla-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 26
rı" ya da "bit yumurtalarından oluĢan diğer kabile, topluluk ve köylerin insanlığın -ya da doğanın-
erdemlerini paylaĢmadıklarını varsayarken, kendilerini "insanlar" (hatta bazen -hafifçe fısıldayalım ki-
"iyiler", "mükemmeller", "kusursuzlar") anlamına gelen bir adla tanımlamıĢlardır. ĠĢ çok kez
yabancıyı, artık en alt düzeydeki bir gerçeklikten bile yoksun bırakıp, bir "hortlak", bir "hayalet" gibi
görmeye kadar vardırılır. Böylelikle, iki tarafın birbirine çok sert karĢılıklar verdiği durumlar ortaya
çıkar. Büyük Antiller'de, Amerika'nın bulunmasından birkaç yıl sonra Ġspanyollar, yerlilerin bir ruh
taĢıyıp taĢımadıklarını anlamak için araĢtırma ekipleri yollarlarken, yerliler de beyaz tutsakların
ölülerini çürüyüp çürümediklerini anlamak için sürekli gözetim altında, suda tutuyorlardı.
Tuhaf ve aynı zamanda korkunç olan bu küçük öykü (baĢka yerlerde farklı biçimler altında
bulacağımız) kültürel göreceliğin paradoksunu iyi açıklamaktadır: Kültürler ve gelenekler arası bir
ayrım getirilmeye çalıĢıldığı ölçüde, yadsınmaya kalkıĢılan söz konusu kültür ve geleneklerle tümüyle
özdeĢleĢilmektedir. Örnekleri arasında en "barbar" ya da en "yaban" gibi görünenleri insanlığa kabul
etmemek, böyle tanımlananlara ait olan en tipik tutumun yinelenmesinden baĢka bir Ģey değildir.
Barbar, her Ģeyden önce barbarlığa inanan insandır.
KuĢkusuz, insanlığın büyük dinsel ve felsefi sistemleri -örneğin Budacılık, Hıristiyanlık, Ġslamiyet ya
da Stoacı, Kantçı ve Marksist öğretiler- bu sapmaya sürekli karĢı çıkmıĢlardır. Ancak tüm insanlar
arasındaki doğal eĢitliğin, onları ırk ve kültür ayrımı gözetmeksizin birleĢtirmesi gereken kardeĢliğin
bu basit beyanında, gözlemlenebilir gerçek çeĢitliliği gözardı ettiği için, aldatıcı bir yön vardır. Çünkü
bu ayrılığın meselenin özünü etkilemediğini söylemek, insanın kuram ve uygulamada bunu yok
saymasına yetmez. Nitekim UNESCO'nun ırklar sorunu üzerine ikinci bildirisinin giriĢinde, sokaktaki
adamı ırkların varlığına inandıranın, "bir Afrikalı, bir Avrupalı, bir Asyalı ve bir Amerikalı yerliyi yan
yana gördüğünde algıladığı açık kanıt" olabileceği çok yerinde bir biçimde belirtiliyor.
IRK VE TARĠH/27
Büyük insan hakları bildirileri, insanın doğasını soyut bir insanlık içinde değil, en devrimci
değiĢimlerin bile hâlâ bazı parçalarını oldukları gibi sürüp gitmeye bıraktığı, zaman ve mekân içinde
kesinlikle tanımlanmıĢ bir durumun iĢlevleri olarak açıklanabilen geleneksel kültürler içinde
gerçekleĢtirdiği olgusunu çoğunlukla unutan bir ideali dile getirdikleri için, hem güçlüdürler, hem de
zayıf. Kendisine duygusal olarak ters gelen denemeleri mahkûm etme eğilimi ile zihinsel olarak
kavrayamadığı farklılıkları yadsıma eğilimi arasında kalmıĢ olan çağdaĢ insan, bu karĢıt kutuplar
arasında sonuçsuz uzlaĢma noktaları bulmak ve kültürlerin çeĢitliliğini kendisi için hoĢ olmayan ve
utanç verici yanlarından arındırarak açıklayabilmek için yüzlerce felsefi ve sosyolojik spekülasyona
giriĢti.
Ancak birbirinden oldukça farklı ve hayli garip olabilmelerine karĢın aslında bütün bu spekülasyonlar,
kuĢkusuz en iyi biçimde sahte evrimcilik terimiyle tanımlanabilecek tek bir reçeteye indirgenebilir.
Nelerden oluĢmaktadır bu reçete? Söz konusu olan, tam anlamıyla, kültürlerin çeĢitliliği olgusunu
tümüyle kabul eder görünerek, onu bertaraf etme eğilimidir. Çünkü uzak ve eski toplumların içinde
bulunduğu birbirinden farklı durumlar, ortak bir noktadan hareket ederek aynı hedefe yönelmesi gere-
ken tek bir geliĢme sürecinin belirli düzey ve evreleri gibi ele alındığı takdirde, çeĢitliliğin salt
görüntüde kaldığı ortaya çıkar. Ġnsanlık tek bir kalıp olarak kendisiyle özdeĢ duruma gelmektedir; ama
bu teklik ve özdeĢlik, ancak yavaĢ yavaĢ gerçekleĢebilecektir ve kültürlerin çeĢitliliği de, derin
gerçekliği gizleyen ya da ortaya çıkıĢını geciktiren bir sürecin anlarını açıklamaktadır yalnızca.
Darwinciliğin büyük fetihleri akılda olduğu sürece, bu tanım insana çok üstünkörü gelebilir. Ancak
bizi ilgilendiren bu değil; çünkü biyolojik evrimcilikle, burada konu ettiğimiz sahte evrimcilik
birbirinden çok farklı iki öğretidir. Ġlki, yoruma çok az yer verilen gözlemlere dayalı, geniĢ bir çalıĢma
varsayımı olarak ortaya çıkmıĢtır. Örneğin, atın soyağacını oluĢturan farklı cinsler, iki nedenden ötürü
tek bir evrimsel dizide sıralandırıla-
J
IRK, TARİH VE KÜLTÜR /28
bilir: Birinci neden, bir atın döllenebilmesi için onu dölleyecek baĢka bir atın gerekliliğidir; ikinci
neden ise, tarihsel olarak yeniden eskiye doğru giden, üst üste binmiĢ toprak katmanlarının, aynı
Ģekilde, aldığı en yeni biçimden en eskisine kadar kademeli olarak değiĢen at iskeletleri
barındırmasıdır. Böylece, Hippari-on'un Equus caballus'ün gerçek atası olması son derece olası gö-
rünüyor. Aynı düĢünme biçimi kuĢkusuz insan türüne ve ırklarına da uygulanıyor. Ne var ki biyolojik
olgulardan kültür olgularına geçildiğinde her Ģey son derece karmaĢıklaĢır. Toprak altında maddi
nesneler bulunabilir ve jeolojik katmanların derinliğine, nesnenin üretiliĢ biçim ve tekniğine göre
aĢamalı bir geliĢme gözlenebilir Ancak bununla birlikte, bir balta, bir hayvan gibi, baĢka bir baltanın
varolmasını sağlayamaz. Bu durumda bir baltanın bir diğerine bağlı olarak evrim gösterdiğini
söylemek, sonuç olarak biyolojik olaylara uygulanan benzer söyleme bağlı olan, bilimsel kesinlikten
yoksun, eğretilemeli ve yaklaĢık bir formül oluĢturacaktır. Fiziksel olarak yeryüzünde varolan ve bi-
linen dönemlere ait nesneler için doğru olan, genel olarak geçmiĢini bilemediğimiz kurumlar, inançlar
ve zevkler için daha da doğrudur. Biyolojik evrim kavramının denk düĢtüğü varsayıma atfedilen
olasılık katsayısı, sosyal bilimler alanında karĢılaĢılabilen en yüksek değerdedir; oysa toplumsal ya da
kültürel evrim kavramı olsa olsa olguların çekici, ama tehlikeli olacak düzeyde de kolay bir sunum
yöntemini getirir.
Dahası gerçek ve sahte evrimcilik arasındaki sık sık gözardı edilen bu farklılık, bunların karĢılıklı
ortaya çıkıĢ tarihleriyle açıklık kazanmaktadır. KuĢkusuz sosyolojik evrimcilik, biyolojik
evrimcilikten önemli bir itici güç sağlayabilirdi; fakat olgular düzeyinde onun öncülü olmuĢtur. Pascal
tarafından da ele alınan ve insanlığı sürekli çocukluk, ergenlik ve olgunluk dönemlerinden geçen bir
canlıya indirgeyen eski anlayıĢlara kadar uzanmaya gerek kalmadan, 18. yüzyılda, sonradan birçok
farklı kullanıma araç olacak temel taslakların geliĢtiğini görürüz: Vico'nun, Comte'un "üç durum
yasası"na kaynaklık eden "üç çağ kuramı" ve ayrıca "sarmalları", Condorcet'nin "merdiveni".
Toplumsal
IRK VE TARİH/29
evrimciliğin iki kurucusu Spencer ve Tylor, öğretilerini Türlerin Kökeni'nden önce ya da onu
okumadan hazırladılar ve yayınladılar. Bilimsel bir kuram olarak biyolojik evrimciliği önceleyen
toplumsal evrimcilik, gözlem ve tümevarım yoluyla bir gün çö-zülüvereceği hiç de kesin olmayan eski
bir felsefi sorunun sahte bir bilimsellikle süslenmiĢ halinden baĢka bir Ģey değildir.
Eskil Kültürler ve İlkel Kültürler
Her toplum, kendi bakıĢ açısıyla kültürleri üç bölüme ayırabilir: Kendisinin çağdaĢı olan fakat
yeryüzünün baĢka bir köĢesinde bulunanlar; yaklaĢık olarak aynı bölgede, ancak zaman içinde
kendisinden daha önce yer alanlar; bir de, gerek zaman gerekse yer bakımından onun içinde
bulunduğu zaman ve bölgeye uymayanlar.
Bu üç grubun tanınmasında büyük eĢitsizlikler olduğunu gördük. Sonuncunun durumunda ve hele
yazıdan ve mimariden yoksun, basit tekniklerin kullanıldığı kültürler söz konusu olduğunda (bugün
yeryüzündeki insanların yarısının ve uygarlığın baĢlangıcından beri geçen zaman içinde, bölgelere
göre, insanların % 90-99'unun durumu gibi), onlar hakkında hiçbir Ģey bilmediğimiz ve bu konuda
yapılan tüm çalıĢmaların ucuz varsayımlara dayandığı söylenebilir.
Buna karĢılık, birinci grubun kültürleri arasında, zaman içindeki sıralanıĢ düzenine denk düĢecek
iliĢkiler kurmaya çalıĢmak son derece çekicidir. Elektrikten, buharlı makinadan habersiz olan bazı
günümüz toplumlarının, Batı uygarlığının kendi geliĢmesine denk düĢen evresini çağrıĢtırmamaları
mümkün müdür? Yazıyı ve madenciliği tanımayan, fakat kayalara resimler çizip, taĢ aletler yapan
yerli kabilelerle, Batı uygarlığının -Fransa ve Ġspanya'daki mağaralarda bulunan kalıntıların korkunç
benzerliği kanıtladığı- eskil biçimlerini karĢılaĢtırmamak mümkün müdür? ĠĢte sahte evrimciliğin
kendini tutamadığı yer
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /'30
de burası olmuĢtur. Bununla birlikte, her fırsatını bulduğumuzda karĢı koyulmaz bir istekle kendimizi
bıraktığımız bu hoĢ oyuri (Batılı gezgin, Doğu'da "Ortaçağ"ı, I. Dünya SavaĢı Pekini'nde "14. Louis
dönemi"ni, Avustralya veya Yeni Gine yerlilerinde "TaĢ Devri"ni bulmaktan hoĢlanmaz mı?) son
derece tehlikelidir YokolmuĢ uygarlıkların sadece bazı yönlerini bilmekteyiz ve bildiğimiz bu yönler,
en eski kabul edilen uygarlık söz konusu olduğunda, orantısız derecede azdır; çünkü bu yönler salt za-
manın aĢımına karĢı ayakta kalabilmiĢ olanlarıdır. Buna bağlı olarak yöntem de, bütüne varmak için
parçayı alıp -halen varolan uygarlıklarla, yokolmuĢ olanlar bazı yönlerden benzeĢtikleri için- tüm
yönler için analoji kurmaktan ibarettir. Bu düĢünce biçimi, mantıksal olarak savunulması olanaksız
olduğu gibi, birçok kereler olgularca da yalanlanmıĢtır.
Yakın sayılabilecek bir döneme kadar Tasmanyalılar ve Patagonyalılar yontma taĢtan aletlere
sahiptiler ve bu aletler Avustralya ve Amerika'nın bazı kabilelerinde halen yapılmaktadır. Fakat
bugün, bu aletlerin incelenmesi, paleolitik dönemdeki alet kullanımını anlayabilmemiz için fazla
yardımcı olamamaktadır. Ġngiltere'den Güney Afrika'ya, Fransa'dan Çin'e kadar üretiliĢ biçim ve
teknikleri yüz, iki yüz bin yıldır (kullanımları çok belirgin bir amaca yönelik olmalı ki) hiç
değiĢmeden kalmıĢ Ģu ünlü el baltalarından nasıl yararlanılmaktaydı? Maden yataklarında yüzlerce
bulunan ve hiçbir varsayımın açıklamayı baĢaramadığı üçgen ve yassı biçimli, olağanüstü parçaları ne
iĢe yarıyordu? Rengeyiği kemiğinden yapılmıĢ, sözümona "buyruk sopası" denen Ģeyler nelerdi?
Arkalarında, alabildiğince çeĢitli geometrik Ģekillerde yontulmuĢ ve insan elinin boyutlarına uymayan,
inanılmaz çoklukta küçük taĢ parçaları bırakan Tardenozyan kültürlerin teknolojisi ne olabilirdi? Tüm
bu belirsizlikler, paleolitik uygarlıklar ve bazı günümüz yerli toplumları arasında her zaman bir
benzerliğin varolduğunu göstermektedir: Hepsi de yontulmuĢ taĢ araç ve gereçten yararlandılar. Fakat
teknoloji düzeyinde bile daha ileri gitmenin olanağı yoktur: Yapım aletlerinin kullanımı, gereç
çeĢitleri ve kullanılıĢ amaçları farklıdır ve bu
IRK VE TARĠH/31
yüzden de günümüzdeki yerli toplumlar bize diğerleri (tarih içindekiler) hakkında pek az ipucu
sunabilmektedirler. ġu halde bu toplumlar, dil, toplumsal kurumlar ya da dinsel inançlar konusunda
bize nasıl bilgi verebilirler?
Kültürel evrimciliğe esin kaynağı olan en yaygın yorumlardan birisi, paleolitik toplumların bugüne
bıraktığı mağara resimlerini, av törenlerinin büyüsel betimlemesi olarak ele alır. Bu düĢünme
biçiminin iĢleyiĢi Ģöyledir: Günümüzdeki ilkel toplumların, bize yararsız gelen av törenleri vardır;
kayalara oyulmuĢ tarihöncesi resimler hem sayıları, hem de mağaraların derinliklerindeki yerleriyle,
bize kullanım değerinden yoksun görünürler; bunların yaratıcıları da avcılardı; o halde bu resimler av
törenlerine hizmet ediyordu. Bu örtük savı açıklamak, tutarsızlığını anlamak için yeterlidir. Zaten bu
kanıtlama biçimi özellikle uzman olmayanlar arasında geçerlidir; (kültürlerin bütünlüğü olgusu
çiğnenerek sahte bilimsel bir tür yamyamlıkla her iĢe bulaĢtırılan) o ilkel toplumlar üzerine birinci
elden bilgi sahibi olan etnograflar ise, incelenen olgular içinde, söz konusu belgeler hakkında hiçbir
Ģeyin bir varsayım oluĢturmaya elvermediği görüĢünde birleĢirler. Burada mağara resimlerinden söz
ettiğimize göre, Güney Afrika'dakilerin (ki bazılarınca, yörenin yerlileri tarafından yeni yapılmıĢ
oldukları kabul edilmektedir) dıĢındaki "ilkel" sanatların, çağdaĢ Avrupa sanatından olduğu kadar
Mag-dalenyan ve Aurignasyan sanatlardan da uzak olduğuna dikkati çekeceğiz. Zira, tarihöncesi sanat
çarpıcı bir gerçekçilik sunarken, bu sanatlar aĢırı bir Ģekilsizliğe kadar giden, biçemlemenin çok
yüksek bir derecesiyle nitelenebilirler. Bu söz konusu dönem içinde Avrupa sanatının kökenini arama
isteğine de kapılabilinir; ancak bu da yanlıĢ olacaktır, çünkü paleolitik sanat aynı topraklarda aynı
özelliği taĢımayan farklı biçimler tarafından izlenmiĢtir; kendi öncellerinin eserlerinden habersiz ya da
bunlara kayıtsız ve her biri beraberinde karĢıt inançlar, teknikler ve biçimler getiren farklı
toplulukların, aynı toprak üzerinde birbirini izlediği düĢünüldüğünde, coğrafi sürekliliğin hiçbir Ģeyi
etkilemediği görülür.
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/32
Kolomb öncesi Amerika, keĢfin hemen öncesinde barındırdığı uygarlıklarla, Avrupa'nın neolitik
dönemini hatırlatır. Ancak incelenmeye baĢlandığında böyle bir benzerliğin söz konusu olmadığı
ortaya çıkar: Amerika'da geliĢme, oldukça kuraldıĢı bir yolla, hayvancılığın hemen hemen hiç
bilinmediği (ya da çok az bilindiği) bir dönemde tarım tarafından yönlendirilirken, Avrupa'da tarım ve
hayvanların evcilleĢtirilmesi baĢabaĢ geliĢir. Amerika'da taĢ alet kullanımı, zaman olarak Avrupa'da
madenciliğin baĢlangıcına denk düĢen bir tarım ekonomisi içinde sürüp gider.
Örnekleri çoğaltmak gereksiz. Çünkü, kültürlerin zenginliğini ve özgünlüğünü tanımak ve bunları Batı
uygarlığından eĢitsizce geri kalmıĢ kopyalar durumuna indirgemek için yapılan giriĢimler çok daha
farklı ve çok daha büyük bir güçlükle karĢılaĢırlar: Genellikle (daha sonra yeniden ele alacağımız
Amerika'nın dıĢında) tüm toplumların yaklaĢık olarak aynı büyüklük düzenine sahip bir geçmiĢleri
vardır. Bugün geri olarak nitelendirilen bazı toplumların durumunu, yine geliĢmiĢ ya da ileri diye
adlandırılan diğer toplumların daha önceden katetmiĢ oldukları bir "aĢama" olarak ele alabilmek için,
bu ikinciler birtakım aĢamalar katederken ötekilerin hiçbir Ģey yapmadıklarını -ya da çok az Ģey
yaptıklarını- varsaymak gerekirdi. Ve gerçekten de, "tarihi olmayan toplumlar"dan (bazen de bunların
daha mutlu olduklarını söylemek için) söz edilir. Oysa bu eksiltili formül, söz konusu toplumların
tarihi olmadığını değil, sadece tarihlerinin bilinmediğini ve bilinmez kalacağını gösterir. Onlarca hatta
yüzlerce bin yıl boyu, oralarda da, seven, nefret eden, acı çeken, keĢfeden, savaĢan insanlar yaĢadı.
Gerçekte, çocuk halklar yoktur; çocukluk ve ergenliklerinin günlüğünü tutmamıĢ olanlar da dahil
olmak üzere, tüm halklar yetiĢkindir.
KuĢkusuz, toplumların "geçmiĢ zamanı" farklı biçimlerde kullanmıĢ oldukları (ki bazılan için bunun
kaybedilmiĢ bir zaman olduğu) ve kimileri yol boyunca oyalanırken kimilerinin de hızla yollanna
devam ettikleri söylenebilirdi. Böylece, buradan da iki tür tarih ayrımına gelinirdi: keĢif ve icatları
büyük uygar-
IRK VE TARĠH/33
lıklar kurmak için biriktiren, ilerleyici ve içerici bir tarih ve yine, belki aynı derecede etkin ve beceriyi
aynı oranda yapıta dönüĢtürebilen, fakat birincinin özelliği olan sentezleyici yetenekten yoksun bir
diğer tarih. Bu tarihte her yenilik, kendinden önceki benzer yönelimle yeniliklere ekleneceği yerde,
hiçbir zaman ilkellikten kurtulmasına izin vermeyecek değiĢken bir akıĢ içinde eriyip giderdi.
Bu görüĢ bize, önceki paragraflarda çürüttüğümüz kolaycı bakıĢ açılarına oranla daha esnek ve daha
ayrıntılı görünüyor. Kültürlerin çeĢitliliğini yorumlama denememizde, bunların hiçbirine haksızlık
etmeden, bu görüĢe de yer verebileceğiz. Ancak oraya gelmeden önce, birkaç sorunu incelememiz
gerekiyor.
Ġlerleme Kavramı
Öncelikle, bakıĢ açısı veri alınan kültürün -bu hangisi olursa olsun- tarihsel olarak kendinden önce
geldiğini düĢündüğü toplumları, yani yaptığımız ayrımda ikinci grubu oluĢturan kültürleri
incelemeliyiz. Bunların durumları, geçen örneklerde gördüklerimizden daha karmaĢıktır. Çünkü, bir
evrim varsayımının -ki yeryüzünde birbirinden uzak çağdaĢ toplumları aĢama aĢama düzenlemek
amacıyla kullanıldığında son derece belirsiz ve zayıf kalır- burada çok zor tartıĢma götürdüğü ve aynı
zamanda olgular tarafından da dolaysızca doğrulandığı görülmektedir. Arkeolojinin, prehistoryanın,
paleontolojinin tanıklıklarıyla, Avrupa kıtasında, önce çakmaktaĢından kabaca yontulmuĢ aletler
kullanan Homo cinsinin farklı türlerinin yaĢadığını; bu ilk kültürleri, taĢı daha ustaca yontan ve sonra
beraberinde cila yapıp, kemik ve fildiĢini iĢleyen kültürlerin izlediğini; daha sonra, belli evrelere
ayırabileceğimiz, madenciliğe kadar uzanan, çömlekçilik, dokumacılık, tarım ve hayvancılığın ortaya
çıktığını biliyoruz. Bu halde, birbirini izleyen bu biçimler kimileri üstün, kimileri aĢağı olmak üzere
bir evrim ve bir ilerleme doğrultusunda
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/34
sıralanmaktadırlar. Fakat, eğer bu doğruysa, acaba söz konusu ayrımlar, bizim aralarında benzer
farklılıklar sergileyen çağdaĢ biçimleri ele alma yöntemimizi, kaçınılmaz olarak etkilemezler mi? Bu
yeni dolambaçlı yolla birlikte, önceden vardığımız sonuçlar yeniden sorgulanmak durumuyla
karĢılaĢıyor.
Ġnsanlığın, baĢlangıcından beri yaptığı ilerlemeler o denli belli ve o denli açıktır ki, bunları tartıĢmak
için yapılacak her giriĢim sonunda gelip bir retorik çalıĢmasına dayanacaktır. Ancak yine de, bunları
düzenli ve sürekli bir dizi içinde sıralamak sanıldığı kadar kolay değildir. Bundan yaklaĢık elli yıl
kadar önce,, bilim adamları bu ilerlemeleri kafalarında canlandırmak için son derece basit Ģemalardan
yararlanıyorlardı: Yontma TaĢ Çağı, Cilalı TaĢ Çağı, Bakır, Bronz ve Demir Çağları. Bu tümüyle basit
bir yöntemdir. Biz bugün, taĢın cilalanması ve yontulmasının kimi kez yan yana yeraldığını
düĢünüyoruz; ikinci teknik birinciyi tamamen gölgede bıraktığında, bu, bir önceki aĢamada kendili-
ğinden ortaya çıkmıĢ bir teknik ilerlemenin sonucu değil, fakat gerçekte, ayni dönemde yer almıĢ ve
kuĢkusuz daha çok "ilerlemiĢ" diğer uygarlıkların sahip oldukları metal silah ve aletleri taĢtan taklit
etme eğiliminin sonucudur. Buna karĢılık, salt "Cilalı TaĢ Çağı"na ait olduğu sanılan çömlekçilik, bazı
Kuzey Avrupa bölgelerinde Yontma TaĢ'a kadar gitmektedir.
Sadece paleolitik denen Yontma TaĢ Çağı ele alındığında bile, daha birkaç yıl önce, söz konusu
yontma tekniğinin farklı biçimlerinin -sırasıyla "çekirdek", "kopuntu" ve "kesici" iĢle-yimleri
niteleyen- aĢağı paleolitik, orta paleolitik, yukarı paleolitik diye adlandırılan üç aĢamalı bir tarihsel
ilerlemeye denk düĢtüğü düĢünülüyordu. Bugün, tek yönlü bir ilerlemenin aĢamalarını değil, durağan
olmayan ve çok karmaĢık, değiĢik ve dönüĢümlere bağlı bir gerçekliğin görünümlerini -ya da bizim
dediğimiz gibi yüzlerini- oluĢturan bu üç biçimin bir arada varolduğu kabul ediliyor. Gerçekten de,
daha önce sözünü ettiğimiz ve geliĢmesi M.Ö. iki yüz elli ile yetmiĢinci binyıllar arasında yer alan
Levalozyan yontma tekniğinde, iki yüz kırk beĢ ile iki yüz altmıĢ beĢ bin yıl sonra, ancak neolitik
dönemin sonla-
IRK VE TARĠH/35
rında ortaya çıkması gereken ve bugün bile onu yeniden üretmekte çok zorlanacağımız bir yetkinlik
düzeyine eriĢilmiĢtir.
Ġki süreç arasında karĢılıklı hiçbir bağlantı kurulamasa bile, kültürler için doğru olan her Ģey ırklar
konusunda da doğrudur: Avrupa'da Neandertal insan, Homo sapiens'in en eski biçimlerinden önce
gelmedi; tersine bunlar onların çağdaĢları, belki de öncelleriydiler. Ve Güney Afrika'nın "pigme"leri
Çin ve Endonezya'nın "dev"leri, vb. gibi insanımsıların en değiĢik tiplerinin, aynı bölgede olmasa bile
aynı zaman içinde birlikte varoldukları reddedilmemektedir.
Bir kez daha tekrarlayalım ki, bütün bu söylediklerimiz insanlığın ilerleme gerçeğini yadsımıyor,
tersine bizi bu gerçekliği daha temkinli kavramaya davet ediyor. Tarihöncesi ve arkeolojik bilgilerin
geliĢimi, bizim zaman içinde art arda dizilmiĢ olarak düĢünmeye zorlandığımız uygarlık biçimlerini
alan içinde sergilemek eğilimindedir. Bu iki Ģeyi ifade eder: Öncelikle, "ilerleme" (eğer bu terim hâlâ
daha önce uyguladığımızdan çok farklı bir gerçekliği belirtmeye uygunsa) ne kaçınılmazdır, ne de
süreklidir; atlamalar, sıçramalar ya da biyologların dediği gibi mütasyonlardan kaynaklanır. Bu atlama
ve sıçramalar sadece daha ileri doğru ve sürekli aynı yönde olmazlar; yön değiĢtirerek giderler, bunu
çeĢitli yönlere hamle olanakları bulunan, ancak bunların hiçbiri aynı yönde olmayan satrançtaki ata
benzetebiliriz. Ġlerlemekte olan insanlık, her bir yeni hareketiyle onun için artık tırmanılmıĢ olan
basamaklara yeni basamaklar ekleyen, merdiven çıkmakta olan bir adama pek benzetilemez; bu ilerle-
me daha çok, zar atmakta olan ve Ģansı zarların üzerine dağılmıĢ bir oyuncuyu hatırlatır, her atıĢında,
zarların masanın üzerine farklı birleĢimlerde saçıldığını görür. Birinde kazanılan, sürekli öbüründe
kaybedilir ve tarih sadece zaman zaman birikimseldir, yani kısacası sonuçlar uygun bir birleĢim
oluĢturmak için toplanırlar.
Söz konusu birikimsel tarihin, salt bir uygarlığa ya da tarihin belli bir dönemine özgü olmadığının en
inandırıcı örneği Amerika'dır. Bu uçsuz bucaksız kıta, insanın geliĢini büyük bir
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 36
olasılıkla M.Ö. yirminci binyıldan önce, kuĢkusuz son buzullar sayesinde Bering boğazını geçen
küçük göçebe topluluklarda görmüĢtür. Yirmi ile yirmi beĢinci binyılda, yeni bir doğal çevrenin
kaynaklarını tepeden tırnağa tarayarak, kendi yiyecek, zehir ve ilaçları için en çeĢitli bitki türlerini
(birçok hayvan türüyle birlikte) evcilleĢtiren ve -hâlâ çok gariptir- manyok gibi zehirli maddeleri temel
gıda maddesine veya diğerlerini uyarıcı ya da uyuĢturucuya dönüĢtüren; hayvan türleri üzerindeki
farklı etkilerine göre yine birçok zehir ve uyuĢturucuyu düzenleyen; dokumacılık, seramik ve değerli
metal iĢçiliği gibi zanaatleri doruk noktasına vardıran bu insanlar, birikimsel tarihin dünyadaki en
ĢaĢırtıcı gösterilerinden birini baĢarmıĢlardır. Bu müthiĢ eserin değerini anlamak için, Amerika'nın
Eski Dünya uygarlıklarına katkısını ölçmek yeterlidir. En baĢta, kuĢkusuz çeĢitli kullanımlarıyla Batı
kültürünün dört temel direğini oluĢturan patates, kauçuk, tütün ve koka (modern anestezinin temeli);
belki de, daha Avrupa gıda düzeninde yaygınlaĢmadan önce, Afrika ekonomisinde devrim yapan mısır
ve yerfıstığı; ve sonra kakao, vanilya, domates, ananas, biber, fasulyenin, pamuğun ve kabakgillerin
birçok türü. Ve yine, aritmetiğin ve dolaylı olarak modern matematiğin temeli olan sıfır, Hintli
bilginlerin bulmasından -ki Avrupa'ya da bunlardan Araplar aracılığıyla gelmiĢtir- en az beĢ yüz yıl
önce Mayalar tarafından biliniyor ve kullanılıyordu. Kullandıkları takvimin, aynı devirde Eski
Dünya'da kullanılandan daha doğru olması belki de bu nedenledir. Ġnkalar'ın siyasal düzeninin
toplumcu mu totaliter mi olduğu konusu üzerine çok yazılıp çizildi. ġu bir gerçek ki, Ġnka, Avrupa'nın
yaĢadığı aynı tip olayları yüzyıllarca önce yaĢıyor ve çok daha modern formüller kullanıyordu. Ok
zehiri konusuna son zamanlarda yeniden uyanan ilgi, Amerikalı yerlilerin dünyanın diğer bölgelerinde
kullanılmayan birçok bitkisel maddeye uygulanan bilimsel bilgilerinin, gerektiğinde daha hâlâ birçok
katkılar sağlayabileceğini göstermektedir.
IRK VE TARĠH/37
Dural Tarih, Birikimsel Tarih
Geçen bölümdeki Amerikan örneği tartıĢması bizi "dural tarih" ve "birikimsel tarih" farklılığı
konusundaki düĢüncemizi geliĢtirmeye yöneltmelidir. Birikimsel tarihi Amerika'ya özgü bir Ģey olarak
kabul ediyorsak, bu onu, gerçekten de yalnızca bu kültürden aldığımız, ya da bizimkilere çok
benzeyen birtakım katkıların yaratıcısı olarak görmemizden değil midir? Peki kendine özgü değerler
geliĢtirmeye özen gösteren bir uygarlığın söz konusu özdeğerlerinin hiçbirisi, gözlemcinin kendi
uygarlığının dikkatini çekecek nitelikte olmadığında, durumumuz ne olacaktır? Bu gözlemci söz
konusu uygarlığı, "dural" diye nitelemek zorunda kalmayacak mıdır? BaĢka bir deyiĢle, iki tarih biçimi
arasındaki ayrım, bu ayrımın uygulandığı kültürlerin içsel doğasından mı kaynaklanmakta, yoksa
bizim farklı bir kültürü değerlendirirken sürekli kullandığımız halk-merkezci bakıĢ açısından mı ileri
gelmektedir? O zaman bizimkine benzer yönde geliĢen, yani geliĢimi bize göre anlam yüklü olan her
kültürü birikimsel kabul ederdik. Bunun dıĢındaki diğer kültürler de, gerçekten dural olduklarından
değil, geliĢme çizgileri bizim için bir anlam taĢımadığından, kullandığımız baĢvuru sistemlerinin
sınırları içinde ölçülebilir olmadıklarından, bize dural görünürlerdi.
Durumun böyle olduğu -kendi toplumumuzdan farklı olanlan değil, onun içinde yer alan toplumları
nitelemek için- iki tarih arasındaki aynmı uyguladığımız koĢulları kısaca incelediğimizde, açıkça
ortaya çıkar. Bu sanıldığından çok daha sık görülen bir uygulamadır. YaĢlılar, gençlik yıllarını
birikimsel tarih olarak kabul ederken, yaĢlılıklarında akıp geçen tarihi dural görürler. Ġçinde etkin
olarak yer almadıkları, hiçbir rol oynamadıkları bir çağın onlar için hiçbir anlamı yoktur: Bu çağda
hiçbir Ģey olmamakta ya da olanlar gözlerine hep olumsuz Ģeyler gibi görünmektedir; oysa bu sırada,
torunları bu dönemi dedelerinin artık unutmuĢ oldukları büyük bir coĢkuyla yaĢamaktadırlar. Bir
siyasal düzenin muhalifleri varolan düzeni gönüllü olarak kabul

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/38


etmezler; onu toptan mahkûm edip, sanki yaĢanan dönem koskoca bir araymıĢ da bunun sonunda
yaĢam yeniden baĢlayacakmıĢ gibi, tarihin dıĢına atarlar. Bunun yanında, iktidardakilerin aygıtın
iĢleyiĢine daha yakından ve daha yüksek bir düzeyde katıldıkları sürece tam tersini düĢündüklerini
görürüz. Bir kültürün ya da bir kültürel sürecin tarihselliği ya da kesin konuĢursak olay zenginliği
bunların içsel özelliklerine değil; bizim onlara bağlı çıkarlarımızın çeĢitliliği ve çokluğuna,
karĢılarındaki durumumuza bağlıdır.
Ġlerleyen kültürlerle dural kültürler arasındaki karĢıtlığın, öncelikle bir odaklama farkından doğduğu
görülmektedir. Odaktan belirli bir uzaklıkta "yerini alan" mikroskopV gözlemciye, odağın berisine ya
da ötesine yerleĢtirilmiĢ cisimler -uzaklık sadece milimetrenin yüzde biri olsa bile- belirsiz ve bulanık
görünebilecekleri gibi, hiç görünmeyebilirler de: Çünkü hep "oradan" bakılır. Bir baĢka karĢılaĢtırma,
aynı yanılsamayı ortaya koyma olanağı veriyor; bu, görelilik kuramının ilk nüvelerini açıklamak için
kullanılan karĢılaĢtırmadır. Cisimlerin hareketlerindeki boyut ve hızın mutlak değerler olmadığını,
tersine bunların, gözlemcinin durumuna bağlı olduklarını göstermek amacıyla trenin penceresinden
bakan bir yolcu için, diğer trenlerin hız ve uzunluklarının gitmekte oldukları yöne göre değiĢtiği
hatırlatılır. Bu hayali yolcu, içinde bulunduğu trene ne kadar bağlıysa; herhangi bir kültürün her üyesi
de kendi kültürüne, sıkı bir Ģekilde o kadar bağlıdır. Zira, doğduğumuz günden beri, bilinçli ya da
bilinçsiz binbir yolla çevremiz birtakım değer yargılarına, güdülenmelere, (verilen eğitim yoluyla
benimsediğimiz, uygarlığımızın tarihsel oluĢumunun düĢünsel bakıĢını içeren) ilgi merkezlerine
dayanan, karmaĢık bir baĢvurular sistemini, sanki bunlar olmaksızın bu uygarlık düĢünülemezmiĢ ya
da gerçek davranıĢlarla çeliĢirmiĢ gibi, zorla kafamıza sokar. Bu baĢvurular sistemine tamı tamına
uyarak hareket ederiz, kendi dıĢımızdaki kültürel gerçeklikleri ise ancak bu kültürler sistemimizin
kalıplarını bozdukları ölçüde (onları görmemizi olanaksız kılacak derecede aĢırıya kaçmadığı
durumlarda) gözlemleyebiliriz.
IRK VE TARĠH/39
"Devingen kültürler" ile "durağan kültürler" arasındaki ayrım, çok geniĢ ölçüde aynen yolcumuza
hareket halindeki bir treni hareketli ya da hareketsiz gösteren, içinde bulunulan durumun farklılığı ile
açıklanır. Aynı Ģekilde, Einstein'ınkinden daha farklı ve hem fiziksel bilimlere hem de sosyal bilimlere
uygulanabilecek (ikisinde de her Ģey bakıĢık fakat ters bir Ģekilde oluyor gibidir), genelleĢtirilmiĢ bir
görelilik kuramı formüle etmeye çalıĢacağımız gün -ki Ģimdilik uzak olsa da, geleceği kesindir-önemi
bütünüyle ortaya çıkacak bir farklılığın olacağı doğrudur. Maddi dünyanın gözlemcisine durağan
görünenler, yolcu örneğinin gösterdiği gibi, kendisininkiyle aynı yönde geliĢen sistemlerken, daha
hızlı görünenler farklı yönlerde geliĢenlerdir. Kültürler için durum tam tersinedir, bize daha etkin
görünen kültürler, bizimkiyle aynı yönde hareket eden kültürler, dural görünenler ise yönleri
bizimkinden ayrılanlardır. Fakat insan bilimlerinde, hız etkeninin sadece eğretilemen" bir değeri
vardır. KarĢılaĢtırmanın geçerli olabilmesi için, hız etkeninin yerini bilgi ve anlam almalıdır.
Bizimkine koĢut hareket eden ve hızı hızımıza yakın olan bir tren üzerine (yolcuların yüzlerini
incelemek, onları saymak, vb. gibi), bizi hızla geçen ya da bizim onu hızla geçtiğimiz, veya farklı
yönde hareket ettiği için daha kısa olduğunu düĢündüğümüz bir trene oranla daha çok bilgi
biriktirmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Sonuçta, o denli hızla geçmektedir ki, bize sadece hiçbir
belirtinin (hatta hızın bile) fark edilmediği, belirsiz bir izlenim kalır; bu da görüĢ alanındaki anlık bir
bulanıklıktan baĢka bir Ģey değildir, hiçbir anlam göstermemektedir artık. Bu halde, bana öyle geliyor
ki, görünür hareketin maddi kavramıyla, fiziğe, psikolojiye, sosyolojiye aynı derecede bağlı olan bir
baĢka kavram arasında bir iliĢki vardır: Bu da, karĢılıklı kültürlerinin az ya da çok, çeĢitliliklerine
bağlı olarak, kiĢiler ya da topluluklar arasında birinden ötekine "geçmeye" elveriĢli bilgi miktarıdır.
Bir kültürü, devinimsiz ya da dural diye nitelemeye her giriĢtiğimizde, bu görünen hareketsizliğin söz
konusu kültürün gerçek özgünlüklerine iliĢkin (bilinçli ya da bilinçsiz) bilgisizli-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/40
ğimizden kaynaklanıp kaynaklanmadığını ve bizimkinden farklı ölçütlere sahip bu kültürün -
ilgilendiğimiz sürece- aynı yanılsamanın kurbanı olup olmadığını düĢünmeliyiz. BaĢka bir deyiĢle,
sadece ve sadece benzeĢmememizden ötürü, karĢılıklı olarak birbirimize özgünlükten yoksun
görünebiliriz.
Ġki, üç yüzyıldan bu yana, Batı uygarlığı insan kullanımına gittikçe daha güçlü mekanik olanaklar
sunmaya yönelmiĢtir. Eğer bu ölçüt benimsenirse toplumların geliĢme dereceleri kiĢi baĢına düĢen
enerji miktarıyla ölçülecektir. Bu durumda da Kuzey Amerika'daki biçimiyle Batı uygarlığı baĢ sırayı
alacak, bunu Avrupalı, Sovyet ve Japon toplumları izlerken, en geride hemen belirsizleĢiverecek bir
sürü Asyalı ve Afrikalı toplum kalacaktır. Oysa, "azgeliĢmiĢ" ya da "ilkel" diye adlandırdığımız bu
yüzlerce hatta binlerce toplum, az önce örneklediğimiz Ģekilde incelendiğinde (ki bu inceleme
yöntemi, söz konusu geliĢme çizgisi bu toplumlarda bulunmadığından ya da yeri çok ikincil
olduğundan, onları nitelendirmeye yeterli değildir) belirsiz bir bütünün içinde eriyip gitmelerine
karĢın, gerçekte birbirlerinin aynısı değildirler; birbirlerinin karĢıt uçlarında yer alırlar. ġu halde
seçilen bakıĢ açısına göre farklı sınıflamalara varılacaktır.
Eğer ölçüt, en zorlu coğrafi bölgelerin insan egemenliği altına alınması olsaydı, hiç Ģüphe yok ki, bir
taraftan Eskimolar, diğer taraftan Bedeviler baĢ sırayı kaparlardı. Hindistan hiçbir kültürün
eriĢemediği felsefi, dinsel bir sistem, Çin ise özgün bir yaĢam biçimi geliĢtirmiĢ, sonuçta her ikisi de
nüfussal dengesizliğin psikolojik sonuçlarını en aza indirgemeyi baĢarmıĢlardır. Bundan on üç yüzyıl
önce Ġslam, Batı dünyasının ancak çok kısa bir süre önce Marksist düĢüncenin bazı yanlarıyla ve
çağdaĢ etnolojinin doğmasıyla bulduğu, insan yaĢamının tüm yapılarının (teknik, ekonomik,
toplumsal, ruhsal) dayanıĢmasını içeren bir kuram oluĢturdu. Bu kâhince görüĢün, Araplar'a Ortaçağ
düĢünce yaĢamında ne denli üstün bir yer sağladığı biliniyor. Makinelerin efendisi Batı, en yetkin
makinenin -ki bu da insan vücududur- kaynakları ve kullanımı üstüne ancak çok basit bilgilere sa-
hiptir. Buna karĢın, Doğu ve Uzak Doğu, doğasalla ruhsal ara-
IRK VE TARĠH/41
sındaki bağlantı konusunda olduğu gibi bu alanda da Batı'dan binlerce yıl öndedir; Hindistan'ın yogası,
Çinlilerin soluk alma teknikleri ya da eski Maoriler'in iç cimnastiği gibi çok büyük kuramsal ve
uygulamalı bütünlükler yaratmıĢlardır. Çok kısa bir süredir gündemde olan topraksız tarım tekniği,
dünyaya denizcilik sanatını öğretmiĢ ve düĢünülemeyecek düzeyde özgür ve verimli bir toplumsal ve
ruhsal yaĢam biçimi ortaya koyarak 18. yüzyılda dünyayı altüst etmiĢ birtakım Polinezyalı halklar
tarafından yüzyıllar boyunca uygulanmıĢtır.
Ekonomik düzeyde geri kalmıĢ Avustralyalılar, aile ve toplum grupları arasındaki iliĢkilerin uyumuna
ve ailenin örgütlenmesine iliĢkin konularda insanlığın geri kalan kısmına oranla o denli ileridirler ki,
onların bilinçli ve düĢünülmüĢ bir Ģekilde özümledikleri kurallar sistemini anlamak için modern
matematiğin en ince biçimlerine baĢvurmak gerekir. Evlilik bağlarının bir kanaviçe oluĢturduğunu ve
diğer toplumsal kurumların bu kanaviçe üzerindeki iĢlemelerden baĢka bir Ģey olmadıklarını gerçekten
keĢfeden de onlardır. Çünkü ailenin oynadığı rolün sınırlanma eğiliminde olduğu modern toplumlarda
bile bu bağların yoğunluğu daha az değildir; sadece daha dar bir çerçeveyle sınırlanmıĢtır. Bu
çerçevenin ötesinde, diğer ailelerle baĢka türden iliĢkiler aile bağlarının yerini almaktadır. Ailelerin iç
evlilikler yoluyla birbirine eklemlenmesi, toplumsal yapıyı ayakta tutan ve onun esnekliğini sağlayan
birer menteĢe gibi geniĢ birleĢim noktaları oluĢturur. Avustralyalılar, hayran olunacak bir bilinçlilikle
bu iĢleyiĢin kavramını oluĢturdular ve her birinin yarar ve sakıncaları ile birlikte bu iĢleyiĢi hayata
geçirecek temel yöntemlerin dökümünü yaptılar. Aynı zamanda görgül gözlemleme düzeyini de aĢarak
sistemi yöneten matematiksel yasaları öğrenmeyi baĢardılar. Onları sadece her türden genel
sosyolojinin kurucuları olarak değil, aynı zamanda sosyal bilimlere ölçüyü gerçek anlamda ilk
sokanlar olarak görmek bir abartma olmayacaktır.
Malinezyalılar'ın estetik buluĢlarının zenginliği ve yılmazlığı -ruhun bilinçsiz etkinliğinin en karanlık
ürünlerini toplumsal yaĢama sokmadaki yetenekleri- insanın bu yönde ulaĢtığı en

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/42


yüksek doruklardan biridir. Afrika'nın katkısı daha karmaĢık, fakat öte yandan da daha karanlıktır.
Çünkü bu kıtanın Eski Dünya'da oynadığı rol, yani bütün etkilerin yeniden yola koyulmak ya da
yedekte çökelmek için kaynaĢtıkları, ama her durumda yeni biçimlere dönüĢtükleri kültürel bir eritme
potası özelliği, ancak yakın bir tarihte sorgulanmaya baĢlanmıĢtır. Ġnsanlık için önemi bilinen Mısır
uygarlığı, ancak Asya ve Afrika'nın ortak bir yapıtı olarak bakıldığında anlaĢılabilir. Eski Afrika'nın
büyük siyasal sistemleri, hukuksal kurumları, Batılılar'dan uzun süre saklı kalan felsefi öğretileri,
plastik sanatları ve müziği -ki her anlatım biçiminin sunduğu olanakları yöntemsel olarak araĢtırır-
olağanüstü verimli bir geçmiĢin belirtileridir. Üstelik bu geçmiĢ eski bronz ve fildiĢi iĢleme
tekniklerinin eĢsizliğiyle de (Batı'nın aynı dönemde yaptıklarını hayli aĢmıĢtır) doğrulanmaktadır.
Amerika'nın katkısından daha önce söz etmiĢtik, tekrar dönmek gereksiz.
Zaten dikkatimizi yoğunlaĢtırmamız gereken Ģey bu parçalar halindeki katkılar da değildir, çünkü bu
tek tek parçalar.bizi iki bakımdan yanlıĢ olan, sanki bir Arlequin giysisi gibi [yamalardan - ç.n.]
oluĢmuĢ bir dünya uygarlığı düĢüncesine sürükleyebilir. Bütün kâĢiflerden çok söz edildi: Yazı için
Fenikeliler; kâğıt, barut, pusula için Çin; cam ve çelik için Hintliler. Bu öğeler her kültürün, onları bir
araya getirme, içinde barındırma ya da dıĢlama yönteminden daha önemsizdir. Her kültürün özgün-
lüğü, yaklaĢık tüm insanlar için aynı olan sorunları kendine özgü yöntemlerle çözmesinden,
değerlerine kendine özgü görünümler kazandırmasından kaynaklanır. Çünkü istisnasız tüm insanlar bir
dile, teknik becerilere, sanata, bilimsel türden bilgilere, dinsel inançlara, toplumsal, ekonomik ve
siyasal örgütlenmeye sahiptirler. Ancak bu değiĢik öğelerin ölçüsü her kültürde asla aynı değildir ve
çağdaĢ etnoloji birbirinden farklı özelliklerin bir dökümünü yapmak yerine, bu farklı seçimlerin gizli
kökenlerini ortaya çıkarmaya çalıĢmaktadır.
IRKVETARĠH/43
Batı Uygarlığının Yeri
Böylesi bir kanıtlamaya, kuramsal yapısı nedeniyle karĢı çıkılabilir. Öte yandan soyut bir mantıkla,
kendinden uzaklaĢması olanaksız olduğundan hiçbir kültürün, diğer bir kültür üzerinde doğru bir
yargıya varamayacağı ve bu yüzden de yapacağı değerlendirmenin zorunlu olarak bir göreciliğe tutsak
olacağı öne sürülebilir. Ama çevrenize bir bakın; bir yüzyıldır dünyada neler olduğuna dikkat edin, o
zaman tüm kurgularınız geçersiz kalacaktır. Kendi içine kapanıp kalmamıĢ bütün uygarlıklar, birbiri
ardınca, aralarından birinin, Batı uygarlığının üstünlüğünü kabul ediyorlar. Bütün dünyanın yavaĢ
yavaĢ onun tekniklerini, onun yaĢam biçimini, onun eğlencelerini ve hatta giysilerine kadar her Ģeyini
benimsemeye çalıĢtığını görmüyor muyuz? Diyojen'in hareketi yürürken tanıtladığı gibi, kültürlerin
yürüyüĢü de (Asya'nın geniĢ kitlelerinden, Brezilya ya da Afrika'nın balta girmemiĢ ormanlarında
kaybolmuĢ kabilelere kadar) tarihte eĢi benzeri görülmemiĢ ortak bir katılımla, bir uygarlığın diğer
bütün uygarlıklardan üstün olduğunu tanıtlamıĢtır. "AzgeliĢmiĢ" ülkelerin uluslararası oturumlarda
kınadıkları, diğer ülkelerin onları BatılılaĢtırmaları değil, tam tersine onlara BatılılaĢma olanaklarını
hemen sağlayamamıĢ olmalarıdır.
Burada tartıĢmamızın en hassas noktasına değiniyoruz. Kültürlerin özgünlüklerini bizzat kendilerine
karĢı savunmayı istemek hiçbir Ģeye yaramayacaktır. Üstelik, etnologun Batı uygarlığının
evrenselleĢmesi gibi bir olaya kesin bir değerlendirme getirmesi birçok nedenden ötürü son derece
güçtür. Bu nedenlerden birincisi, böyle dünya çapında bir uygarlığın büyük bir olasılıkla tarihteki
biricik olgu olmasıdır; ya da en azından dünya çapında baĢka uygarlıklar ancak hakkında hemen
hemen hiçbir Ģey bilmediğimiz uzak tarihöncesinde aranabilir. Ġkincisi ise, söz konusu olgunun
doğruluğu üzerinde büyük bir belirsizliğin hüküm sürmesidir. Batı uygarlığının yüz elli yıldır, gerek
tümüyle, gerekse sanayileĢme gibi birtakım anahtar öğeleriyle
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/44
dünyaya yayılma eğiliminde olduğu gerçektir. Ve yine gerçektir ki, diğer kültürler kendi geleneksel
miraslarından birtakım Ģeyleri korumaya çalıĢtıklarında, Batı'nın söz konusu eğilimi genel olarak
yalnızca üstyapılara, yani en dayanıksız olanlarına (ki gerçekleĢtirilen köklü dönüĢümlerle bu
kalıntıların da siliniverip gideceği düĢünülebilir) yönelik olmaktadır. Fakat olay halen sürüyor ve nasıl
sonuçlanacağını bilemiyoruz. Rus ya da Amerikan değiĢkeleriyle birlikte tam bir BatılılaĢma'yla mı
son bulacaktır bu gidiĢ? Ġslam dünyası, Hindistan ve Çin için olası göründüğü gibi bağdaĢtırıcı
biçimler mi ortaya çıkacaktır? Yoksa hareket Ģimdiden doruk noktasına varmıĢtır da kendini, varolu-
Ģunu sağlayan iç mekanizmalarıyla çeliĢik bir fiziksel yayılmaya kaptırması pek yakın olan Batı
uygarlığı, tarihöncesi yaratıklar gibi yokolup gidecek midir? Bütün bu kuĢkuları da göz önünde
bulundurarak, hepimizin gözü önünde geliĢen ve bilinçli ya da bilinçsiz görevlileri, yardımcıları ya da
kurbanları olduğumuz süreci değerlendirmeye çalıĢacağız.
Batı yaĢam biçiminin (ya da onun bazı yönlerinin) benimsenmesinin kendiliğinden olmadığına (ki
Batılılar kendiliğinden olduğuna inanmak isterler) dikkati çekmekle iĢe baĢlayacağız. Bu benimseme,
özgürce verilmiĢ bir karardan çok, bir seçenek eksikliğinden ileri gelir. Batı uygarlığı, askerlerini,
ticari temsilciliklerini, tarımsal iĢletmelerini, misyonerlerini tüm dünyaya yerleĢtirmiĢtir. Dolaylı ya da
dolaysız bir biçimde, değiĢik renkli toplulukların yaĢamına müdahale etmiĢtir. Bu toplulukların ge-
leneksel yaĢam biçimlerini gerek kendininkini kabul ettirerek, gerekse yerine hiçbir Ģey koymaksızın
varolan çerçevelerin yokolmasına yol açacak koĢullar düzenleyerek, tepeden tırnağa altüst etmiĢtir.
Dolayısıyla, boyun eğdirilmiĢ ya da düzeni bozulmuĢ halkların kendilerine sunulan yeni çözümleri
kabul etmekten baĢka yapacak Ģeyleri kalmıyordu; ya da eğer buna henüz hazır değillerse, onlara, aynı
alanda savaĢmak üzere yeteri kadar yaklaĢmayı ummaktan baĢka bir Ģey yapamıyorlardı. Güçler
dengesinde böylesi eĢitsizlikler olmadığında, toplumlar öyle kolaylıkla teslim olmazlar.
Weltanschauung'lan (dünya görüĢleri)
IRK VE TARĠH/45
özellikle, etnolog Curt Nimuendaju'nun kendini benimsetmeyi bildiği, Doğu Brezilya'nın yoksul
kabilelerininkine yakındır. Yerliler, Curt Nimuendaju'nun uygar yerlerde kalıp tekrar kendi aralarına
dönmesinden sonra, her seferinde, onun yaĢamaya değer tek yer olan kendi köylerinden uzaktayken
çektiği acıları düĢünüp, acıyarak ağlarlardı.
Bununla birlikte, bu kuĢkuyu dile getirerek sadece sorunun yerini değiĢtirmiĢ olduk. Batı'nın üstünlüğü
gönül rızasıyla kabullenilmiĢ değilse eğer, onu oluĢturan ve bu rızayı zorla elde etmesine olanak veren,
tam da bu en büyük enerji miktarına sahip olması olgusu değil midir? Burada konunun özüne geliyo-
ruz; çünkü bu güç dengesizliği artık yukarıda sözünü ettiğimiz benimsemenin olguları gibi ortak
özellikten doğmamaktadır. Bu sadece nesnel nedenlerle açıklanabilecek nesnel bir olaydır.
Burada uygarlıkların felsefesine giriĢmemiz söz konusu değil. Batı uygarlığının öğrettiği değerlerin
doğası üzerine ciltler boyu tartıĢılabilir. Fakat biz sadece, en az tartıĢılmıĢ ve en belirgin olanlarını ele
alacağız. Öyle görünüyor ki bu değerler iki ana baĢlığa indirgenmekte; Batı uygarlığı bir yandan,
Leslie White'ın deyimiyle, sürekli kiĢi baĢına düĢen enerji miktarını artırmaya, diğer yandan da insan
yaĢamını korumaya ve uzatmaya çaba harcıyor. Aslında kısacası, enerji miktarı, mutlak değerde,
bireyin varoluĢu ve katkısıyla büyüyebileceğinden, ikinci yön birincinin bir kipidir. Gereksiz bir
tartıĢmayı önlemek için hemen belirtmeliyiz ki bu temel özelliklerin yanı sıra bir tür fren iĢlevi gören
dengeleyici olgular da bulunmaktadır: Dünya savaĢlarının yol açtığı büyük katliamlara, kullanılabilir
enerjinin bireyler ve sınırlar arasında yeniden dağılımını düzenleyen eĢitsizliklere böyle bakılabilir.
Bunu ortaya koyduktan hemen sonra, belki de güçsüzlüğünden kaynaklanan tekelci bir anlayıĢla
kendini söz konusu uğraĢlara veren Batı uygarlığının, bu anlamda çaba harcayan tek uygarlık
olmadığını görüyoruz. En eski çağlardan beri tüm toplumlar bu yönde hareket etmiĢlerdir. Bu alanda
en kesin ilerlemeleri sağlayanlar da bugünün "yaban" halklarıyla eĢdeğerde göreceği-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 46
miz son derece uzak ve eskil toplumlardır. Bugün uygarlık diye adlandırdığımız Ģeylerin büyük bir
bölümünü de halen bunlar oluĢturmaktadır. Neolitik devrim diye adlandırılan tarım, hayvancılık,
çömlekçilik, dokumacılık gibi büyük buluĢlara, hiç abartmasız, halen bağımlı durumdayız. Sekiz yüz
ya da on bin yıldan bu yana tek yaptığımız bu "uygarlık sanatlarını" geliĢtirmektir.
ġurası da bir gerçek ki, bazı kafa yapılarının, insanlığın "barbar" döneminde gerçekleĢtirdiklerini
rastlantı sonucu ya da kısacası çok az bir çabanın ürünü olarak değerlendirirken, gerçek çaba,(zekâ ve
imgelem yetilerini salt son dönemlerin buluĢlarına değer gören cansıkıcı bir eğilimleri vardır. Bu
sapma bize son derece önemli ve son derece yaygın göründüğünden ve aynı zamanda kültürler arası
iliĢkiye doğru bir bakıĢı engelleyecek bir yapıda olduğundan, söz konusu sapmanın tümüyle.dağıtılma-
sını vazgeçilmez bir gereklilik olarak görüyoruz.
Rastlantı ve Uygarlık
Etnoloji kitaplarında -üstelik en düzeysizlerinde de değil- insanın ateĢi rastlantısal bir yıldırım ya da
bir çalılık yangını sonucu öğrendiğini; böylesi durumlarda kazayla kızarmıĢ bir av hayvanini
bulmasıyla yiyeceklerini piĢirmeye baĢladığını; çömlekçiliği buluĢunun ocak yakınında unutulmuĢ bir
kil topağı sonucu olduğunu okuruz. Neredeyse insanın önce, buluĢların tıpkı meyve ve çiçekler gibi
toplandığı bir çeĢit teknolojik altın çağda yaĢadığı söylenecek. Bu durumda da emeğin yorgunlukları
ve üstün yeteneğin esinleri çağdaĢ insana saklanmıĢ olacak.
Bu saf bakıĢ açısı, en basit tekniklerin bile ne denli karmaĢık ve çeĢitli iĢlemleri olduğunun
bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Yontma taĢtan bir alet yapabilmek için taĢa parçalayıncaya
kadar vurmanın yeterli olmadığı, tarih öncesi aletlerin bazıları yeniden yapılmak istendiğinde çok iyi
anlaĢıldı. Böy-
1RK VE TARĠH /47
lece -ve aynı zamanda bu teknikleri halen kullanmakta olan yerliler gözlemlenerek- kimi zaman,
darbeyi ve yönünü kontrol etmek için dengeli çekiçler, titreĢimin çatlamaya yol açmasını önlemek için
etkiyi yumuĢatıcı aygıtlar gibi, gerçek "yontma aletleri"nin hazırlık üretimlerine kadar varan,
kaçınılmaz bazı iĢlemlerin güçlüğü ortaya çıkarıldı. Ayrıca, yerel hammadde kaynakları, çıkarma
yöntemleri, yararlanılan aletlerin direnci ve yapısı üzerine geniĢ bir bilgi birliği, uyumlu bir bedensel
çalıĢma, "el çabukluğu", vb., kısacası tek kelimeyle metalürjinin çeĢitli bölümlerine, mutatis mutandis
denk düĢen gerçek bir "ayin bilgisi" gerekmektedir.
Aynı Ģekilde, doğal yangınlar kavurabilir ya da kızartabilirler, ancak kaynatmaları ya da buharla
piĢirebilmeleri (coğrafi dağılımları sınırlı volkanik olaylar dıĢında) çok zor inanılır Ģeylerdir. Oysa bu
piĢirme yöntemleri ötekilerden daha az yaygın değildir. Dolayısıyla, birinci yöntemleri açıklamak
istediğimizde, son saydıklarımızda gerekli olan yaratıcı eylemi dıĢlamaya kesinlikle hakkımız yoktur.
Çömlekçilik bu anlamda mükemmel bir örnek sunar; çünkü yaygın bir inanca göre bir kil topağını
oyup ateĢte sertleĢtirmekten daha basit bir Ģey yoktur. Hele bir deneyelim. Ġlk önce piĢmeye elveriĢli
kili bulmak gerekir; bu iĢ için birçok doğal koĢul gereklidir, ama hiçbiri tek baĢına yeterli değildir,
çünkü birtakım özel nitelikleri için seçilmiĢ olsa bile, cansız bir maddeyle karıĢmamıĢ" hiçbir kil
piĢtikten sonra kullanılabilir bir kaba dönüĢmez. "Tutmayan" esnek bir maddeyi uzun bir süre ustaca
dengede tutarak biçim verebilmeyi sağlayan taslak teknikleri hazırlamak ve nihayet bu maddeyi tüm
çatlama, ufalanma ve bozulma tehlikelerine karĢı sağlam ve su geçirmez kılmayı sağlayacak özel
yakıtı, ocağın biçimini, sıcaklık miktarını ve piĢirme süresini hazırlamak gerekir. Örnekleri daha da
çoğaltabiliriz.
Bütün bu iĢlemler rastlantıyla açıklanamayacak kadar çok ve karmaĢıktır. Diğerlerinden yalıtılarak tek
baĢına ele alındığında tek bir iĢlemin hiçbir anlamı yoktur; baĢarıyı sağlayan tümünün tasarlanmıĢ,
istenmiĢ, aranmıĢ ve denenmiĢ birleĢimleridir.

ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR/48


KuĢkusuz rastlantı vardır fakat tek baĢına hiçbir sonuç vermez. YaklaĢık iki bin beĢ yüz yıl boyunca
Batı dünyası -kuĢkusuz bir rastlantı sonucu bulunan- elektriğin varlığını biliyordu, fakat bu rastlantı
Ampere ve Faraday'ın varsayımlarınca yönlendirilen bilinçli çabalara kadar sonuçsuz kalmak
zorundaydı. Rastlantı, yayın, boomerangın, ağız tüfeğinin bulunuĢunda, tarımın ve hayvancılığın
doğuĢunda, penisilinin keĢfinde oynadığından daha fazla bir rol-oynamadı - ki bununla birlikte söz
konusu buluĢlarda belli bir payının olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla, günlük araĢtırma ve gözlem
sayesinde görece bir kolaylıkla oluĢan bir tekniğin kuĢaktan kuĢağa geçiĢiyle, tekniklerin her kuĢağın
kendi bağrında yaratılıĢ ve geliĢtiriliĢleri birbirinden dikkatle ayırt edilmelidir. Her kuĢağın kendi
içinde yarattığı ve geliĢtirdiği teknikler, görünürdeki özel teknik ne olursa olsun, kimi bireylerin yine
aynı imgelem gücünü ve aynı özverili çabalarını gerekli kılar. Ġlkel diye adlandırdığımız toplumlar
Pasteur'den, Palissy'den yana diğerleri kadar zengindirler.
Birazdan rastlantı ve olasılık, bu kez bambaĢka bir yerde ve bambaĢka bir iĢlevde olmakla birlikte
yeniden karĢımıza çıkacak. Bunlardan olup bitmiĢ buluĢların doğuĢunu tembelce açıklamak için değil,
gerçekliğin baĢka bir düzeyinde yer alan bir olayı yorumlamak için yararlanacağız: ġöyle ki, insanlık
tarihi boyunca değiĢmez kaldığını haklı olarak kabul ettiğimiz bir miktar yaratıcı çaba, buluĢ ve
imgeleme karĢın, bu birleĢim bazı dönemler ve bazı ortamlar dıĢında önemli kültürel mütasyonları
belirleyemez. Çünkü salt psikolojik etkenler bu sonuca varmak için yeterli değildirler: Yaratıcının aynı
zamanda bir halkın güvenini kazanmıĢ olması için bu etkenlerin önce benzer bir yöneliĢle yeterli
sayıda bireyde varolması gerekir; bu koĢulun kendisi de tarihsel, ekonomik ve sosyolojik özlü diğer
birçok etkenin birleĢimine bağlıdır. Dolayısıyla, uygarlıkların geliĢmelerindeki farklılıkları açıklamak
için, gerek pratik nedenlerle olsun, gerekse gözlem yöntemlerine bağlı karıĢıklıkların önüne geçilmesi
olanaksız ortaya çıkıĢları gibi kuramsal nedenlerle olsun, tanınamayacak düzeyde kesikli ve karmaĢık
neden bütünlerine baĢvur-

IRK VE TARĠH/49
ma durumuna gelinir. Gerçekten de, bu denli ince ve çok iplikten oluĢmuĢ bir düğümü çözmek için en
azından incelenen toplumu (ve hatta onu çevreleyen tüm dünyayı) sürekli ve toplu bir etnografik
incelemeye tabi tutmak gerekecekti. Bu tür bir giriĢimin korkunç büyüklüğünü çağrıĢtırmayan bir
çalıĢma bile söz konusu olsa, son derece küçük ölçekli çalıĢan etnografların girdikleri topluluklarda
sadece kendi varlıklarıyla oluĢan anlatılması güç değiĢimler sonucu yine de gözlemlerinde sınırlı
kaldıklarını biliyoruz. ÇağdaĢ toplumlarda da yine biliyoruz ki, etkili bir araĢtırma aracı olan kamuoyu
yoklamaları da kullanım biçimleri ile görüĢlerin yönünü değiĢtirebilirler; çünkü halkta o ana kadar
varolmayan bir kendi üzerine düĢünme etkenini gündeme getirirler.
Bu durum uzun bir süredir, örneğin termodinamik gibi, fiziğin çeĢitli kollarında varolan, olasılık
kavramının sosyal bilimlere de giriĢini doğruluyor. Buraya yeniden döneceğiz; Ģimdilik, yeni
buluĢların karmaĢıklığının, üstün yeteneğin çağdaĢlarımızda ortaya çok sık çıkmasından ya da bu
yeteneğin olağanüstü yararlanırlığından ileri gelmediğini akılda tutmak yeterlidir. Tam tersine,
yüzyıllar boyunca gördüğümüz gibi her kuĢak, ilerlemek için önceki kuĢaklarca bırakılmıĢ zenginliğe
salt sabit bir birikim eklemek gereksinimi duydu. Eğer temel buluĢların ortaya çıkıĢ tarihlerini,
uygarlığın ilk ortaya çıkıĢ tarihine göre -birisinin zevk için hesapladığı gibi- hesaplarsak, zenginliğimi-
zin onda dokuzunu ve hatta daha da fazlasını daha önceki kuĢaklara borçlu olduğumuzu görüyoruz. Bu
durumda, tarımın söz konusu sürenin % 2'sine, madenciliğin % 7'sine, alfabenin % 0.35'i-ne, Galile
fiziğinin % 0.35'ine ve Darwinciliğin % 0.009'una denk düĢen çok yeni bir evrede doğduğunu
görüyoruz.1 Batı'nın bilim ve sanayi devrimi tümüyle, insanlığın tüm yaĢamının yaklaĢık beĢ yüzde
birine eĢit bir süre içinde gerçekleĢmiĢtir. Demek ki, bilimsel devrimin insanlığın anlamını tamamen
değiĢtirdiğini öne sürmeden önce temkinli olmak gerekiyor.
1. Leslie A. WHITE, The Science ofCulture, New York, 1949, s. 196.

IRK TARĠH VE KÜLTÜR / 50


Teknik buluĢlar (ve bunları olanaklı kılan bilimsel düĢünce) açısından, Batı uygarlığının diğer
uygarlıklardan daha birikimsel görünmesi (sorunumuza getirebileceğimize inandığımız kesin açıklama
budur); yine Batı uygarlığının baĢlangıçtaki neolitik birikimden yararlandıktan sonra baĢka yenilikler
(alfabe, aritmetik, geometri) getirmeyi bilmesi -ki bazılarını hemen unutmuĢtur- ve bununla birlikte
kabaca iki bin ya da iki bin beĢ yüz yıl süren (yaklaĢık M.Ö. 1000 ile 18. yüzyıl arası) bir durgunluk
döneminden sonra birdenbire geniĢliği, evrenselliği ve sonuçlarının önemiyle, vaktiyle ancak neolitik
devrimin sunmuĢ olduğuna eĢdeğer bir sanayi devriminin merkezi olarak ortaya çıkması, birbirinden
daha az doğru Ģeyler değildir.
O halde insanlık, tarihinde iki kez ve yaklaĢık iki bin yıl arayla aynı doğrultuda bir sürü buluĢu
biriktirmeyi becermiĢtir. Söz konusu buluĢların bir yandan çokluğu diğer yandan sürekliliği, yüksek
teknik sentezlerin gerçekleĢebileceği yeterince kısa bir sürede yoğunlaĢmıĢtır. Ġnsanın doğayla
sürdürdüğü iliĢkilere anlamlı değiĢimler getiren ve yine diğer bir sürü değiĢimi olanaklı kılan bu
sentezlerdir. Ġnsanlık tarihinde Ģimdiye değin sadece ve sadece iki kez tekrarlanmıĢ bu süreci, katalizör
maddeler tarafından harekete geçirilmiĢ bir zincirleme tepkime imgesi ile açıklayabilmek mümkündür.
Bu süreç nasıl oluĢmuĢtur?
Öncelikle, aynı birikimsel özellikleri gösteren diğer devrimlerin baĢka yerlerde ve baĢka zamanlarda
ve de farklı etkinlik alanlarında oluĢtuğu unutulmamalıdır. Daha önce, bizim sadece sanayi devrimiyle
neolotik devrimi (ki sanayi devriminin öncelidir ve aynı kaygılarla hareket etmektedir) devrimden
saydığımız ve bunun, baĢvuru sistemimizin söz konusu devrimleri ancak böyle değerlendirmeye izin
vermesinden kaynaklandığını anlatmıĢtık. Varoldukları kesin olan diğer tüm değiĢiklikler ise sadece
çok bozuk ya da küçük parçalar halinde görünmektedir. Bunlar çağdaĢ Batılı insanın kafasında bir
anlam kazanamazlar (en azından tüm anlamlarını kazanamazlar); hatta bunlar Batılı'ya sanki hiç
varolmamıĢ gibi görünebilir.
Ġkinci olarak, neolitik devrim örneği (çağdaĢ Batılı insanın
IRK VE TARĠH/51
yeterince açık bir Ģekilde ortaya çıkarmayı baĢarabildiği tek örnek) Batılı insanda, bunu bir ırk, bir
bölge veya bir ülke yararına bir üstünlük olarak kabul etmek yerine, bir alçakgönüllülük
uyandırmalıdır. Sanayi devrimi Batı Avrupa'da doğdu; sonra ABD'de ve hemen sonra da Japonya'da
ortaya çıktı; 1917'den beri Sovyetler Birliği'nde geliĢiyor, yarın kuĢkusuz baĢka yerlerde de
beliriverecek; her elli yılda bir de, Ģu veya bu merkezlerinden birinde, az veya çok, canlı bir ateĢle
parlıyor. Bu kadar övündüğümüz Ģu öncelik sorunu bakalım konuya binyıllar çapında eğildiğimizde ne
hale geliyor?
Neolitik devrim, yaklaĢık bin veya iki bin yıl önce Ege havzası, Mısır, Yakın Doğu, Ġndus vadisi ve
Çin'de aynı anda baĢladı. Arkeolojik dönemlerin belirlenmesi için radyoaktif karbonun kullanılmaya
baĢlanmasından beri de, sandığımızdan daha eski olan Amerikan neolitik devriminin Eski Dünya'dan
çok geç kalmamıĢ olması gerektiğini düĢünüyoruz. Üç, dört küçük vadinin, bu yarıĢta birkaç yüzyıllık
bir öncelik göstermiĢ olması olasıdır. Bugün bu konuda ne biliyoruz? Tam tersine, öncelik sorununun
önemi olmadığından kuĢkumuz yok, çünkü özellikle aynı (toplumsal altüst oluĢlarca yakından izlenen)
teknolojik altüst oluĢların son derece geniĢ alanlarda ve yine son derece ücra bölgelerde aynı zamanda
ortaya çıkıĢları, öncelik sorununun bir ırkın veya bir kültürün dehasına değil, insanın bilincinin dıĢında
yer alacak kadar genel olan koĢullara dayandığını gösteriyor. Kısacası bilmeliyiz ki, sanayi devrimi
Batı ya da Kuzey Avrupa'da çıkmamıĢ olsaydı, bir gün yeryüzünün baĢka bir köĢesinde kendini
gösterecekti. Ve eğer sanayi devrimi yeryüzünün bütününe yayılmak durumundaysa (ki büyük
olasılıkla böyle), her kültür buna kendine özgü katkılarda bulunacak ve gelecek binyılların tarihçisi
bir, iki yüzyıllık bir önceliğin ısrarla kime ait olduğunu bilebilmek sorununu haklı olarak anlamsız
bulacaktır.
Bunu koyduktan sonra, dural tarihle birikimsel tarih arasındaki ayrımın geçerliliğine olmasa bile, en
azından kesinliğine bir sınırlama getirmeliyiz. Buna giriĢme nedenimiz ise söz konusu ayrımın sadece
çıkarlarımıza bağlı olması değil, daha önce
ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR /52
de gösterdiğimiz gibi, hiçbir zaman açık ve kesin olmayı baĢaramamıĢ olmasıdır. Teknik buluĢlar
konusunda, hiçbir dönem hiçbir kültür kesinlikle dural değildir. Bütün halklar, ortamlarına egemen
olmayı sağlayan hayli karmaĢık tekniklere sahiptirler, bunları değiĢtirirler, geliĢtirirler ya da unuturlar.
Bu teknikler olmasa çoktan yok olurlardı. Dolayısıyla, farklılık hiçbir zaman birikimsel tarihle dural
tarih arasında değildir; bütün tarih derece farklılıklanyla birikimseldir. Örneğin eski Çinlilerle Eskimo-
lar'ın mekanik sanattan çok geliĢtirdiklerini biliyoruz; bu halklar, bir uygarlık biçiminden bir diğerine
geçiĢi belirleyen "zincirleme reaksiyonu" baĢlatacak noktaya çok yaklaĢmıĢlardı. Top barutu örneğini
biliyoruz: Çinliler, teknik açıdan bakarsak, kitlesel sonuçlara yönelik kullanımı dıĢında barutun bütün
inceliklerini çözmüĢlerdi. Sık sık sözü edildiği gibi, eski Meksikalılar tekerlekten habersiz değillerdi;
çocuklarına tekerlekli hayvan oyuncakları yapacak kadar iyi biliyorlardı ve bunu yük arabasında
kullanabilmek için yalnızca küçük bir adım yeterli olmuĢtu.
Bu durumda, "daha birikimsel" kültürlerin "az birikimsel" kültürlere oranla (her baĢvuru sistemi için)
görece seyrekliği sorunu, olasılık hesaplarından oluĢmuĢ bilinen bir soruna dönüĢmektedir. Bu sorun
yine karmaĢık diğer birleĢimlere oranla görece olasılığını belirlemekten ibaret olan, aynı sorundur.
Örneğin rulette, birbirini izleyen iki rakamın yan yana gelmesi (örneğin 7 ve 8, 12 ve 13, 30 ve 31) sık
rastlanır bir olaydır; birbirini izleyen üç rakamın yan yana gelmesine ise hayli az rastlanır, yine
birbirini izleyen dört rakamın yan yana gelmesi ise çok daha seyrek bir olaydır. Ve rakamların doğal
sırasına uygun altı, yedi ya da sekiz rakamlık bir yan yana diziliĢi defalarca atıĢtan ancak bir tanesi
sağlayabilir. Eğer tüm dikkatimiz uzun dizilere yönelmiĢse (örneğin, beĢ art arda rakam dizisine
oynamıĢsak), daha kısa diziler bizim için düzensiz dizilerle eĢdeğerde olacaktır. Bu, söz konusu
dizilerin bizimkilerden salt bir bölümün değeriyle ayrıldıklarını ve baĢka bir açı altında belki çok
büyük düzenlilikler oluĢturacaklarını gözardı etmektir.
Bu karĢılaĢtırmayı daha da ileri götürebiliriz. Tüm kazançla-
IRK VE TARĠH/53
ını gitgide daha uzun dizilere aktaran bir oyuncu, binlerce hatta milyonlarca atıĢtan sonra hâlâ birbirini
izleyen dokuz rakamın yan yana diziliĢini görmemesi sonucu cesaretini kaybedecek ve belki de daha
önce durması gerektiğini düĢünecektir. Oysa, aynı oyun formülünü farklı tipte diziler üzerinde
(örneğin kırmızı ve siyah veya çift ve tek arasında yinelenen bir dizemde) izleyen bir baĢka
oyuncunun, ilk oyuncuya salt düzensiz diziler olarak görünecek anlamlı birleĢimlerle karĢılaĢmasının
olanaksız olduğu söylenemez. Ve eğer herhangi bir düzlemde geliĢimi durağan, hatta geriliyor görünse
de bu, insanlığın bir baĢka bakıĢ açısından önemli dönüĢümlerin beĢiği olmadığı anlamına gelmez.
18. yüzyılın büyük Ġngiliz filozofu Hume bir gün, birçok kimsenin kafasından geçirdiği bir soruyu,
neden bütün kadınların değil de sadece bir bölümünün güzel olduğu sorusunu çözmeye giriĢti.
Sorunun tutar tarafı olmadığını göstermekte hiç zorlanmadı. Eğer bütün kadınlar en azından en
güzelleri kadar güzel olsalardı, onları sıradan bulur, niteleyici yargımızı ortak modelin dıĢında kalan
azınlığa saklardık. Aynı Ģekilde, sadece bir tip ilerlemeyle ilgilendiğimizde, bu tip ilerlemeyi en
yüksek noktasına kadar geliĢtiren kültüre değer verip diğerlerine kayıtsız kalırız. O halde ilerleme,
herkesin kendi düĢüncesine göre önceden belirlenmiĢ bir ilerleme doruğundan baĢka bir Ģey değildir.
Kültürlerin İşbirliği
Son olarak sorunumuza baĢka bir bakıĢ açısından yaklaĢacağız. Önceki paragraflarda sözünü ettiğimiz,
salt (hangi biçimde olursa olsun) uzun dizilere oynayan oyuncu, bu oyunda vannı yoğunu yitirecektir.
Fakat mutlak değerde aynı dizilere, ancak ayn masalarda oynayan ve dizisini tamamlamak için gerekli
olan numaraları paylaĢmakta anlaĢmıĢ bir oyuncular koalisyonu için durum aynı olmayacaktır. Çünkü,
diyelim 21 ve 22 numaraları
ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR/54
çektim ve dizime devam etmek için de 23'ü bulmam gerekiyor, bu durumda 23'ün on masada çıkma
Ģansı kuĢkusuz bir masada çıkmasından çok daha olasıdır.
Bu durum, en birikimsel tarih biçimlerini gerçekleĢtirmeyi baĢarmıĢ kültürlerin durumuna çok benzer.
Bu uç biçimler, hiçbir zaman tek baĢına kalmıĢ kültürlerin değil, tersine karĢılıklı iĢleyiĢlerini
isteyerek ya da istemeden birleĢtiren ve az önce sözünü ettiğimiz örnekçedekine benzer koalisyonları
çeĢitli Ģekillerde (göçler, karĢılıklı ödünç almalar, ticari alıĢveriĢler, savaĢlar) gerçekleĢtiren kültürler
olmuĢtur. Ve iĢte tam bu noktada, bir kültürü diğerlerinden üstün saymanın saçmalığına değiniyoruz.
Çünkü bir kültür tek baĢına olduğu sürece asla "üstün" olamaz; aynı tek baĢına olan rulet oyuncusunun
durumunda olduğu gibi ancak birkaç parçadan oluĢan küçük dizileri baĢarabilir ve tarihinde uzun bir
dizinin "çıkma" olasılığı (kuramsal olarak olanaksız değilse de) o denli azdır ki, bu diziyi bulabilmek
için insanlığın tüm geliĢmesinin sığdığı bütün zamandan çok daha fazlasına gereksinimi vardır. Fakat -
yukarıda belirttik- hiçbir kültür tek baĢına değildir; diğer kültürlerle sürekli koalisyon halindedir ve
birikimsel diziler kurabilmesini sağlayan da budur. Bu dizilerden birinin daha uzun görünme olasılığı
da doğal olarak yayılma alanına, süreye ve koalisyon düzeninin değiĢkenliğine bağlıdır.
Bu açıklamalardan iki sonuç çıkıyor. Ġncelememiz boyunca, defalarca, insanlığın nasıl olup da
tarihinin onda dokuzunda, hatta daha da fazla bir süresi boyunca durağan kaldığını sorduk: Ġlk
uygarlıklar yaklaĢık iki yüz bin ile beĢ yüz bin yaĢındadırlar, oysa yaĢam koĢulları ancak son on bin
yılda dönüĢüme uğramıĢtır. Eğer çözümlememiz doğruysa, bu, paleolitik insanın, onun izleyicisi olan
neolitik insandan daha az akıllı ya da daha az yetenekli olmasından değil, sadece, insanlık tarihinde n
derecesinde bir birleĢimin ortaya çıkmak için t zamanlık bir süre gerektirmiĢ olmasındandır; bu
birleĢim çok daha erken ya da çok daha geç ortaya çıkabilirdi. Bu olgu, belli bir birleĢimin oluĢmasını
görmek için beklemek zorunda olan bir rulet oyuncusunun atıĢ
IRK VE TARĠH / 55
sayısından daha anlamlı değildir: Bu birleĢim ilk atıĢta da gerçekleĢebilir, binincide ya da
milyonuncuda da gerçekleĢebilir, hatta hiç gerçekleĢmeyebilir de. Fakat insanlık, bütün bu sürede,
aynı oyuncu gibi, kuramlar yürütmekten vazgeçemez. Bazen istemeden ve hiç farkında olmadan
kültürel "meseleleri halleder", "uygarlık harekâtlarına" giriĢir ki, bunların her biri birbirinden farklı
sonuçlara varır. Kimi zaman baĢarıya çok yaklaĢır, kimi zaman da önceki kazanımlarını tehlikeye
sokar. Tarih öncesi toplumlann birçok yönüne iliĢkin bilgisizliğimizin neden olduğu büyük
basitleĢtirmeler bu belirsiz ve dağınık çalıĢmaya izin vermektedir, çünkü hiçbir Ģey Levallois'nın
doruğundan YontmataĢ döneminin yetersizliğine, Aurignasyan ve Solutriyan görkemden Magdalenyan
kabalığa ve sonra OrtataĢ döneminin değiĢik görünümlerinin sunduğu aĢırı karĢıtlıklara götüren bu yön
değiĢtirmelerden daha çarpıcı değildir.
Zaman içinde doğru olan, uzam içinde de doğrudur, ancak baĢka bir biçimde açıklanmalıdır. Bir
kültürün, uygarlık diye adlandırdığımız, tüm düzeylerdeki buluĢların bu karmaĢık bütününü elinde
bulundurma Ģansı, ortak bir strateji kurmak için -genellikle istem dıĢıdır- iĢbölümü yaptığı kültürlerin
miktarı ve çeĢitliliğine bağlıdır. Miktarı ve çeĢitliliği diyoruz. KeĢif öncesindeki Yeni Dünya ile Eski
Dünya'nın karĢılaĢtırması bu çift gerekliliği iyi dile getirir.
Rönesans baĢındaki Avrupa; Yunan, Roma, Cermen ve Anglosakson gelenekleriyle, Arap ve Çin gibi
çok çeĢitli güçlerin karĢılaĢma ve kaynaĢma merkeziydi. Kolomb öncesi Amerika da nicelik olarak
bakıldığında, kuzey ve güney olmak üzere geniĢ bir yarıküre oluĢturduğundan bu tür kültürel
temaslardan yoksun değildi. Ancak, Avrupa kıtasında karĢılıklı olarak zenginleĢen kültürler on
binlerce yıllık bir farklılaĢmanın ürünleriyken, nüfusu daha yeni olan Amerika kıtası kültürlerinin
farklılaĢmak için daha az zamanları oldu. Bu anlamda, Amerika'daki kültürler görece olarak daha
türdeĢ bir tablo sunarlar. Ayrıca, keĢif döneminde Meksika ve Peru'nun kültürel düzeylerinin Av-
rupa'ya göre daha aĢağı olduğu söylenemezse de (üstelik bazı
IRK, TARİH VE KÜLTÜR/56
bakımlardan tam tersine daha üstün olduklarını gördük), bu kültürlerde kültürün çeĢitli yanları
diğerlerine oranla belki daha az düzenlenmiĢti. Kolomb öncesi uygarlıklar, ĢaĢırtıcı baĢarılarının
yanında, birtakım eksiklikler ya da deyim yerindeyse "boĢluklarla" doludur. Bu kültürler,
sanıldığından daha az çeliĢik bir Ģekilde, erken geliĢmiĢ biçimlerle, oluĢmadan yok olmuĢ biçimleri bir
arada sergilerler. Örgütlenmelerinin düĢük esnekliği ve cılız çeĢitliliği, bir avuç fatih önünde hemen
dağılıp çökmelerini açıklar. Ve asıl neden, Amerika kıtasındaki kültürel "koalisyonları" oluĢturan
kültürlerin Eski Dünya'dakilere oranla birbirlerinden pek az farklı kültürler olmaları olgusunda
aranabilir.
Dolayısıyla kendi baĢına ve kendiliğinden birikimsel olan toplum yoktur. Birikimsel tarih
diğerlerinden farklılaĢan birtakım ırkların ya da kültürlerin mülkiyetinde değildir. Bu doga'larından
çok davranıĢ'larından doğar. Birikimsel tarih, kültürlerin birlikte olma biçimleri'nden baĢka bir Ģey
olmayan, bir tür varoluĢ özelliklerini gösterir. Bu anlamda birikimsel tarihin, toplum kümelerinin
oluĢturduğu büyük toplumsal düzenlerin ayırt edici tarih biçiminin, dural tarihin ise -eğer gerçekten
böyle bir tarih varolmuĢsa- tek baĢına kalmıĢ toplumlara ait diğerlerinden daha aĢağı bir yaĢam
biçiminin belirtisi olduğu söylenebilir.
Bir insan topluluğunu yıkıp geçebilen ve doğasını bütünüyle gerçekleĢtirmesini engelleyen tek bela ve
tek sakatlık yalnız kalmaktır.
Böylece, ırkların ve kültürlerin uygarlığa katkısını doğrulamak için giriĢilen ve genellikle yeterli
görülen çabalarda bir beceriksizlik ve tatmin edici olmayan bir Ģey olduğu görülüyor. Özellikler
sıralanacak, kökene iliĢkin sorunlar ayıklanacak, ayrıcalıklar çıkarılacaktır. Ama bu çabalar ne kadar
iyi niyetli olursa olsun boĢunadır, çünkü amaçlarını üç açıdan gözden kaçırmaktadırlar. Öncelikle, Ģu
veya bu kültüre maledilen bir buluĢun gerçekte hangisine ait olduğu hiçbir zaman kesin değildir. Bir
yüzyıl boyunca, mısırın kesinlikle birtakım yabanıl türlerin karıĢtırılması yoluyla Amerikan
yerlilerince yetiĢtirildiğine inanıldı ve Amerika'ya Güneydoğu Asya'dan (ne zaman ve nasıl oldu-
IRK VE TARİH/57
ğu hakkında fazla bir Ģey bilinmiyor) gelmiĢ olması olasılığı da bulunduğundan, sürekli artan bir
kuĢkuyla da olsa halen böyle kabul edilmeye devam ediliyor.
Ġkinci olarak, kültürel katkılar sürekli iki gruba dağıtılırlar. Bir yandan, önemi kolay değerlendirilen ve
aynı zamanda da sınırlı bir nitelik sunan birtakım özellikler ve birbirinden kopuk edinimler vardır
elimizde. Tütünün Amerika'dan gelmiĢ olması bir olgudur; ancak bu olguya ve uluslararası kurumların
bu sonuca gösterdikleri bütün iyi niyete karĢın, her sigara içiĢimizde Amerikalı yerlilere duyduğumuz
minnettarlıktan yerlere yapıĢamayız. Tütün, diğer yararlı Ģeyler (örneğin kauçuk) gibi, yaĢama
sanatına yapılmıĢ eĢsiz bir katkıdır; bu ek zevklerimizi onlara borçluyuz. Ancak Ģu da var ki, eğer bu
buluĢlar yapılmamıĢ olsaydı uygarlığımız yerinden sarsılmayacaktı; zorunlu olarak bu tür
gereksinmeler duyduğumuzda onları biz bulacak ya da onların yerine baĢka Ģeyler koyacaktık.
Bunun karĢısında (kuĢkusuz ara biçimlerin tüm bir dizisiyle) sistem özelliklerini gösteren, yani her
toplumun insani özlemler bütününü ortaya koymak ve bu özlemleri karĢılamak için seçtiği kendine
özgü yöntemine denk düĢen katkılar vardır. Bu yaĢam biçemlerinin ya da Anglosaksonların dediği gibi
pat-tern'\axm* yeri doldurulamayan özgünlükleri ve doğaları yadsınamaz; ancak bu biçemlerin o
kadar kesin tercihleri vardır ki, bir uygarlığın kendi kendisinden vazgeçmeden bir diğerinin yaĢam
biçiminden yararlanmayı nasıl umduğunu anlamak güçtür. Gerçekten de uzlaĢma eğilimleri salt iki
sonuca varabilir: Ya bu topluluklardan birinin örgütsel dağılıĢı ve sistemin çöküĢü, ya da, diğer iki
sisteme indirgenemeyecek bir üçüncü sistemi ortaya çıkaran özgün bir sentez. Üstelik sorun, bir
toplumun diğerlerinin yaĢam biçiminden yararlanıp yararlanamadığını bilmek değil, onları hangi
ölçüde anlayabileceğini, hatta hangi ölçüde görebileceğini bilmektir. Bu sorunun açık hiçbir yanıtı
olmadığını gördük.
:
örüntü, ağ doku (ç.n.)
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 58
Sonuç olarak, yararlanma kaygusu olmadan katkı olmaz. O halde, eğer zaman ve uzam içinde yerleri
olan ve "katkıda bulundukları" ve bu iĢi sürdürdükleri söylenebilen somut kültürler varsa, tüm bu
katkılardan yararlandığı varsayılan "dünya uygarlığı" nedir? Bu, diğerlerinden ayrı ve aynı gerçeklik
katsayısından yararlanan bir uygarlık değildir. Dünya uygarlığından söz ettiğimizde bir dönemi veya
bir insan topluluğunu kastetmeyiz; hem ahlaksal, hem mantıksal bir değer verdiğimiz soyut bir kavram
kullanırız. Bu, eğer varolan toplumlar yararına bir amaç söz konusuysa ahlaksal; çözümlememizin
değiĢik kültürler arasından çıkarmaya izin verdiği ortak öğeleri aynı ad altında toplamak niyetindeysek
mantıksal olur. Her iki Ģıkta da dünya uygarlığı kavramının son derece cılız ve Ģematik olduğunu,
zihinsel ve duygusal olan içeriğinin büyük bir yoğunluğu olmadığını gö-zardı etmememiz gerekiyor.
Bin yıllık bir tarihin ağır kültürel katkılarını ve insanların düĢüncelerinin, acılarının, isteklerinin ve
bunlara yaĢam veren emeklerinin tüm önemini sadece, halen hiçbir anlamı olmayan bir dünya
uygarlığı ölçüsüne getirerek değerlendirmeyi istemek, onları tek tek yoksullaĢtırmak, içeriklerini
boĢaltmak ve kupkuru, cansız topluluklara dönüĢtürmek olacaktır.
Tersine, kültürlerin gerçek katkısının, onların özel buluĢlarının listesine değil, kendi aralarında
birbirlerine sundukları ayrımsal farklılıklara bağlı olduğunu göstermeye çalıĢtık. Verili bir kültürün
her üyesinin, diğer kültürlerin üyelerine karĢı taĢıyabileceği, taĢıması gereken minnettarlık ve
alçakgönüllülük duygusu sadece tek bir Ģey üzerinde temellenebilir: Her ne kadar kendisi bu
farklılıkların derin doğasını yakalayamasa da, ya da tüm çabalarına karĢın, bu doğaya ancak çok eksik
bir biçimde nüfuz edebilse de, diğer kültürlerin kendininkinden çok çeĢitli bir biçimde farklı olduğuna
inanmak.
Öte yandan, dünya uygarlığı kavramını, bir sınır kavramı ya da karmaĢık bir süreci belirtmek için bir
kısaltma iĢareti gibi kabul ettik. Çünkü, uygarlık, birbirlerine en fazla çeĢitliliği sunan kültürleri bir
arada kapsadığına ve hatta bu bir aradalıktan oluĢ-
IRK VE TARĠH/59
tuğuna göre, eğer tanıtlamamız geçerliyse, mutlak değerde (ki hep bu deyim kullanılır) bir dünya
uygarlığı yoktur ve olamaz. Dünya uygarlığı, her biri kendi özgünlüğünü koruyan kültürlerin, dünya
çapında bir koalisyonundan baĢka bir Ģey değildir.
İlerlemenin İkili Anlamı
Bu durumda garip bir paradoksla karĢı karĢıya kalmıyor muyuz? Terimleri, onlara verdiğimiz
anlamlarıyla alarak, kültürel ilerlemenin kültürlerarası bir koalisyona bağlı olduğunu gördük. Bu
koalisyon, her kültürün kendi tarihsel geliĢmesi içinde karĢısına çıkan Ģans'ların (bilinçli ya da
bilinçsiz, istemli ya da istem dıĢı, kasıtlı ya da rastlantısal, uğraĢılarak ya da zorunlu olarak kabul
edilerek) bir araya getirilmesinden ibarettir. Ve son olarak bu koalisyonun ne denli çeĢitlenmiĢ
kültürler arasında kurulursa o denli verimli olacağını kabul ettik. Bu koyulduktan sonra, öyle
görünüyor ki, çeliĢik durumlarla karĢı karĢıya bulunuyoruz. Çünkü, her ilerlemenin ortaya çıktığı bu
ortak oyun alanı, kısa ya da uzun vadede, sonuç olarak her oyuncunun kaynaklarının türdeĢleĢmesine
yol açmalıdır. Ve eğer, çeĢitlilik bir ilk koĢul ise, oyun uzadıkça kazanma Ģansının azaldığını kabul
etmek gerekir.
Öyle görünüyor ki, bu kaçınılmaz sonuca sadece iki çare bulunabilir. Birincisi, her oyuncunun,
oyununda ayrımsal farklılıklara yol açmasından ibarettir; bu mümkündür çünkü (kuramsal
örnekçemizde "oyuncu" diye geçen) her toplum dinsel, mesleksel ve ekonomik grupların -ki toplumsal
biçimleniĢ bütün bu grupların biçimleniĢine bağlıdır- bir koalisyonundan oluĢur. Toplumsal
eĢitsizlikler bu çözümün en çarpıcı örnekleridir. Büyük devrimlere örnek olarak seçtiğimiz neolitik ve
sanayi devrimleri, sadece, Spencer'ın çok iyi fark ettiği gibi toplumsal yapının bir çeĢitlenmesinle
değil, aynı zamanda gruplar arasında, özellikle ekonomik açıdan, ayrımsal statülerin kurulmasıyla bir-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 60
likte gelirler. Neolitik buluĢların, eski Doğu'da büyük kentsel yoğunlaĢmaların doğuĢu, devletlerin,
kastların ve sınıfların ortaya çıkıĢıyla beraber hemen bir toplumsal farklılaĢmaya yol açtığı uzun bir
süreden beri gözlenmiĢtir. Aynı gözlem, proletaryanın ortaya çıkma koĢuluyla, emek sömürüsünün en
yeni ve en ileri biçimlerine varan sanayi devrimine de uygulanmaktadır. Bu noktaya değin, söz konusu
toplumsal dönüĢümleri, teknik dönüĢümlerin sonucu gibi ele alma ve bunların arasında bir neden-
sonuç iliĢkisi kurma eğilimi vardı. Eğer yorumumuz doğruysa, nedensellik iliĢkisi (kapsadığı zamansal
sıralanmayla birlikte), iki olay arasındaki bir iĢlevsel bağlılaĢım yararına -çağdaĢ bilimin de genel
olarak yapmaya yöneldiği gibi- terk edilmelidir Hemen Ģunu da belirtelim ki, teknolojik ilerlemenin
tarihsel bağlılaĢımının, insanın insan tarafından sömürüsü olarak geliĢtiğini bilmek bizi, teknik
ilerlemenin doğal olarak esinlediği övüncün dıĢa vurulmasında belli bir temkinliliğe zorlayabilir.
Ġkinci çare, büyük ölçüde birinciye bağlıdır: Bu, "payları" baĢlangıçtaki ortaklığın nitelediğinden çok
farklı olan yeni ortakların, isteyerek ya da istemeden koalisyona dahil edilmesini içerir. Bu çözüm de
aynen denenmiĢtir ve eğer birinci yolu, kabaca kapitalizm terimiyle niteleyebilirsek, emperyalizm ya
da sömürgecilik terimleri de ikinciyi dile getirmemize yardımcı olacaklar. 19. yüzyılın sömürgeci
yayılması, sanayileĢmiĢ Avrupa'ya, devreye sömürgeleĢtirilmiĢ halklar girmemiĢ olsa, çok çabuk
tükenme tehlikesiyle karĢı karĢıya kalacak olan yeni bir hamle (ki çıkarına uygun olup olmadığı kesin
değildir) yapma olanağı verdi.
Her iki Ģıkta da çarenin gerek iç çeĢitlenme yoluyla gerekse yeni ortakların katılması yoluyla olsun,
koalisyonun geniĢletilmesine bağlı olduğunu görüyoruz. Sonuç olarak bu da, sürekli oyuncuların
sayısını artırmak, yani tekrardan ilk baĢtaki durumun karmaĢıklığı ve çeĢitliliğine varmak anlamına
geliyor. Ancak bu çözümlerin de süreci yavaĢlatmaktan baĢka bir Ģey yapamayacakları görülüyor.
Sömürünün olmadığı bir koalisyon söz konusu olamaz: Biri egemen diğeri egemenlik altında olan iki
IRK VE TARĠH/61
grup arasında iliĢkiler ve alıĢveriĢler üretilir. Sıraları geldiğinde, görünürde onları bir araya getiren tek
yanlı iliĢkiye karĢın, bilinçli ya da bilinçsiz olarak birikimlerini ortaklaĢtırmak zorundadırlar ve
böylece onları çatıĢtıran farklılıklar yavaĢ yavaĢ azalmaya yüz tutar. Bir yandan toplumsal geliĢmeler,
öte yandan sömürgeleĢtirilmiĢ halkların aĢama aĢama bağımsızlıklarına kavuĢmalarıyla söz konusu
olayın geliĢimine tanık oluyoruz. Her iki yönde de daha katedilecek çok yol olmasına karĢın, Ģeylerin
kaçınılmaz olarak bu doğrultuda geliĢeceğini biliyoruz. Belki de dünyada uzlaĢmaz siyasal ve
toplumsal düzenlerin ortaya çıkıĢını gerçekten üçüncü bir çözüm olarak yorumlamak gerekiyor. Bir
çeĢitlenmenin, her seferinde baĢka bir düzlemde yenilenerek, insanları sürekli ĢaĢırtan değiĢik
biçimlerle, insanlığın biyolojik ve kültürel varoluĢundan kaynaklanan bu dengesizlik durumunu
sürekli ayakta tutabileceği önceden kestirilebilir.
Ne olursa olsun Ģu Ģekilde Özetlenebilecek bir süreci çeliĢkili olarak algılamak hayli güçtür: Ġnsanlar
ilerlemek için iĢbirliği yapmak zorundadırlar; bu iĢbirliği boyunca da ortaklığa sunulan Ģeylerle (ki bu
da söz konusu iĢbirliğini verimli ve gerekli kılan ilk çeĢitlilikten baĢka bir Ģey değildir) yavaĢ yavaĢ
özdeĢleĢtiklerini görürler.
Ancak, bu çözülemez bir çeliĢki olsa bile, insanlığın kutsal görevi, kafalarda aynı oranda varolan her
iki yönü de korumak, birinin çıkan için bir diğerini gözardı etmemektir; insanlığın özgünlüğünü bir
ırka, bir kültüre ya da bir topluma maletmeye yönelecek kör bir ayrıcalıkçılıktan sakınmaktır; ama
bununla birlikte, insanlığın hiçbir bölümünün tüm insanlığa uygulanabilecek formüller
hazırlayamayacağını ve tek tip bir yaĢam biçimine uydurulmuĢ bir insanlığın -ki böylesi bir durum
insanlığı taĢlaĢtırırdı- akıl almaz bir Ģey olduğunu asla unutmamaktır.
ĠĢte bu açıdan uluslararası kurumları koskoca bir görev beklemektedir ve her biri akıl almayacak kadar
karmaĢık ve ağır sorumluluklar yüklenmiĢlerdir. Sorumlulukları büyüktür, çünkü bir yandan birtakım
Ģeyleri ortadan kaldırmak, diğer yandan da yine birtakım Ģeyleri ortaya çıkarmak gibi ikili bir görevleri
var-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 62
dır. Öncelikle insanlığa yardımcı olmaları ve varlıklarıyla bu kokuĢmuĢ, uluslararası yapıyı sürekli
bozma tehlikesi oluĢturan, artık kalıntıya dönüĢmüĢ anlamsız iĢbirliği biçimi kırıntılarını ve yok olmuĢ
çeĢitlilikleri acısız ve tehlikesizce ortadan kaldırmaları gerekiyor. Budamaları, gerekirse kesip atmaları
ve diğer uyum biçimlerinin ortaya çıkmasını kolaylaĢtırmaları gerekiyor.
Fakat aynı zamanda Ģu olguya da olağanüstü bir dikkat göstermeleri gerekiyor: Eski biçimlerle aynı
iĢlevsel değere ulaĢmak için, söz konusu eski biçimleri yeniden üretmeye kalkıĢmaları ya da bunlarla
aynı model içinde kavranmaları halinde, yeni biçimlerin giderek yavanlaĢmaları ve sonuçta iyice
güçsüzleĢen çözümlere ulaĢmaları kaçınılmazdır. Tersine insanlığın, seçenekler bakımından her biri
tek tek ortaya çıkmaya baĢladığında, herkesi ĢaĢkına çevirecek kadar zengin olduğunu ve ilerlemenin,
tembelce yanaĢtığımız bu son derece rahat "düzeltilmiĢ benzerlik" imgesiyle yapılmadığını, tersine
serüvenler, kırılıp kopmalar ve skandallarla dolu bir sürecin ürünü olduğunu bilmek zorundadırlar.
Ġnsanlık sürekli, biri tek bir bütünde birleĢmeyi, diğeriyse çeĢitliliği ayakta tutmayı ya da yeniden
kurmayı amaçlayan iki çeliĢik süreçle karĢı karĢıyadır. Sistemdeki her dönemin ya da her kültürün
durumu ve kendini bağlı gördüğü yönelim öyle bir haldedir ki, ona bu iki süreçten sadece biri anlamlı
gelirken, diğeri de bu birincinin yadsıması olarak görünür. Ancak insanlığın, aynı zamanda bir yandan
kendi kendini oluĢtururken, bir yandan da bozulduğunu söylemek -ki hevesle yapılabilir bu-yine eksik
bir görüĢe yol açabilir. Çünkü iki karĢıt düzlemde ve düzeyde kendi kendini oluĢturmanın iki farklı
biçimi söz konusudur.
Tekdüzeliğin ve tekbiçimliliğin tehdidi altındaki bir dünyada, kültürlerin çeĢitliliğini koruma
gerekliliği uluslararası kurumların kuĢkusuz gözünden kaçmamıĢtır. Bu amaca varmak için de, yerel
geleneklerin üzerine titremenin ve artık tamamlanıp bitmiĢ zamanlara bir soluk vermenin yeterli
olmayacağını da anlamıĢlardır. Kurtarılması gereken çeĢitlilik olgusudur; yoksa her tarihsel dönemin
ona verdiği ve hiçbirinin kendisinin ötesine
IRK VE TARĠH/63
geçemediği tarihsel içerik değil. Dolayısıyla, uç veren buğdaya kulak kabartmak, gizli kalmıĢ
potansiyelleri yüreklendirmek, tarihin saklı tuttuğu tüm bir arada yaĢama eğilimlerini dürtüklemek ve
ayrıca alıĢılagelmiĢ Ģeyler sunması kaçınılmaz olan bütün bu yeni toplumsal ifade biçimlerini
ĢaĢırmaksızın, tiksin-meksizin, karĢı çıkmaksızın karĢılamaya hazır olmak gerekmektedir. HoĢgörü,
olmuĢ ya da olan her Ģeyin bağıĢlandığı hülyalı bir durum değildir. HoĢgörü, önceden görmeye,
anlamaya ve isteyeni istediği yere yükseltmeye dayanan dinamik bir tutumdur. Kültürlerin çeĢitliliği
ardımızdadır, çevremizdedir, önümüzdedir. Bu konuda talep edebileceğimiz tek Ģey, bu çeĢitliliğin,
her biçimin diğerleri için alabildiğine cömert bir katkı oluĢturacağı bir türde gerçekleĢmesidir. Bu ise
her birey için bu talebe denk düĢen yükümlülükleri gündeme getirir.
IRK VE KÜLTÜR
Irkın ne olup ne olmadığını söylemeye çalıĢmak bir etnologun iĢi değildir, çünkü bu konuyu yaklaĢık
iki yüzyıldır tartıĢan fiziksel antropoloji uzmanları bile asla hemfikir olamadıkları gibi, bu soruya
bugün verilebilecek bir cevap üzerinde anlaĢmaya daha yakın olduklarını belirten hiçbir iĢaret de
yoktur. Bir süre önce bu uzmanlar sayesinde, zaten birbirine pek benzemeyen insanımsıların ortaya
çıkıĢının üç ya da dört milyon yıl öncesine veya daha fazla bir süreye dayandığını öğrendik; bu öyle
uzak bir geçmiĢtir ki, kemikleri toplanan farklı örneklerin sadece birbirlerinin kurbanı mı olduklarına,
yoksa ırk karıĢımlarının onların arasında da mı mevcut olduğuna karar vermek için yeterince bilgiye
asla sahip olunamaz. Kimi antropologlara göre, insan türü, tarih-öncesi boyunca aralarında her çeĢit
alıĢveriĢin ve melezleĢmenin meydana geldiği farklılaĢmıĢ alt-türlerin doğmasına daha çok erken
dönemlerde yol açmıĢtır: Kimi eski özelliklerin süre-gelmesi ile yeni özelliklerin ortak yönelimi,
bugün insanlar arasında gözlenen çeĢitliliğe açıklama getirecek Ģekilde bir araya gelmiĢ olmalıdır.
Diğer antropologlar ise tersine, insan gruplarının genetik tecridinin pleistosen dönemin sonu diye
saptadıklan çok daha yakın bir tarihte ortaya çıktığı kamsındadırlar; bu durumda gözlenebilir
farklılıklar, üreme iliĢkileri bakımından tecrit edilmiĢ topluluklar içinde süresiz olarak bozulmadan
kalabilecek ve uyarlanma değerinden yoksun kimi özellikler arasında-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/66
ki rastlantısal sapmaların bir sonucu olamaz: Bunlar daha çok, ayıklanma etkenleri arasındaki yerel
farklılıklardan kaynaklanır. Bu durumda, ırk terimi ya da onun yerine konmak istenen baĢka herhangi
bir terim, kimi genlerin en az ya da en çok rastlanır olmasıyla diğerlerinden farklılaĢan bir topluluğu
ya da topluluk bütününü belirtir.
Birinci varsayımda, ırk gerçekliği öyle uzak bir geçmiĢte kaybolur ki, hakkında herhangi bir Ģey
bilmeye imkân yoktur. Söz konusu olan bilimsel, yani dolaylı da olsa uzak sonuçlarıyla doğrulanabilir
bir varsayım değil, mutlak olarak ortaya konan aksiyom niteliğindeki kesin bir önermedir, çünkü bu
önerme olmadan bugünkü farklılıkları açıklamanın imkânsız olduğu düĢünülmektedir. Irkçılığın
babası sıfatı atfedilen Gobineau, ırkların gözlemlenebilir görüngüler olmadığının tamamen bilincinde
olmakla birlikte, böyle bir doktrine sahiptir; Gobineau, kültürleri yaratan toplulukların, kendileri de
baĢka karıĢımların sonucu olan insan grupları arasındaki karıĢımdan çıktığını kabul etmekle beraber,
ırkları, tarihsel kültürlerin baĢka türlü açıklanamayacağını düĢündüğü çeĢitliliğinin a priori koĢulları
olarak ileri sürüyordu. Dolayısıyla, ırksal farklılıkların kökenlerine inmeye çalıĢırsak, bu konuda bir
Ģeyler öğrenmemizi imkânsız kılmıĢ oluruz ve tartıĢmamızın konusu gerçekte ırkların değil, kültürlerin
çeĢitliliği olur.
Ġkinci varsayımda baĢka sorunlar ortaya çıkar. Öncelikle, sokaktaki insanın ırklardan bahsederken
baĢvurduğu değiĢken genetik doz ayarlamalarının hepsi de çok belirgin özelliklere denk düĢer: Boy,
deri rengi, kafatası biçimi, saç tipi, vs.; bu ayrımların kendi içlerinde uyumlu olduklarını kabul etsek
bile -kî bu hiç de kesin değildir- bu durum, bu ayrımların, duyular tarafından dolaysız biçimde
algılanamayan nitelikleri ilgilendiren baĢka ayrımlarla da uyum içinde olduğunu kanıtlamaz. Bununla
birlikte, gözle görülmeyen özellikler en az gözle görülür özellikler kadar gerçektir; ve gözle
görülmeyen özelliklerin coğrafi dağılımının, gözle görülür olanlardan tamamen farklı -ve kendi
aralarında da farklılaĢan- bir ya da daha fazla yolunun olması
IRK VE KÜLTÜR/ 67
kesinlikle anlaĢılır bir Ģeydir; öyle ki, bastırılmıĢ niteliklere bağlı olarak, "gözle görülmeyen ırklar"ın
geleneksel ırklar içinde kendilerini gösterebilmeleri ya da kendilerine ayrılan, belirsizleĢmiĢ sınırları
yeniden belirlemeleri mümkündür. Ġkinci olarak, genetik doz ayarlamaları her durumda söz konusu
olduğundan, bunlar için saptanan sınırlar keyfidir. Gerçekten de, bu ayarlamalar ayrımına varılmayan
derecelerde yükselir ya da alçalır, ve orada burada oluĢturulan eĢikler de araĢtırmacının sınıflandırmak
için elinde bulundurmayı tercih ettiği görüngü modellerine bağlı kalmaktadır. Bunun sonucunda, bir
durumda, ırk kavramı öyle soyutlaĢır ki deney dıĢına çıkar ve belli bir akıl yürütme çizgisini izlemeyi
sağlayacak bir çeĢit mantıksal önvarsayım halini alır. Diğer durumda, ırk kavramı deneye öyle
yakından dahil olur ki neredeyse içinde erir ve neden bahsedildiği bile anlaĢılmaz. Çok sayıda
antropologun bu kavramı kullanmayı açık ve kesin olarak reddetmesinde ĢaĢırtıcı bir Ģey yoktur.
Gerçekte ırk kavramının tarihi, uyarlanma değerinden yoksun özelliklerin araĢtınlmasıyla
örtüĢmektedir. Çünkü, bu özellikler bin yıllardan bu yana baĢka türlü nasıl oldukları gibi ayakta
kalabilirlerdi? Ve, iyi ya da kötü hiçbir iĢe yaramıyorlarsa, mevcudiyetleri tamamen keyfiyse, bugün,
çok uzak bir geçmiĢe nasıl tanıklık edebiliyorlar? Ve yine ırk kavramının tarihi, bu araĢtırmanın baĢına
gelen aralıksız sıkıntıların da tarihidir. Irksal farklılıkları tanımlamak için art arda sıralanan bütün
özellikler, seçim değerlerinin nedenleri kimi zaman gözümüzden kaçsa bile, uyarlanma olgularına
bağlı olduklarını ortaya koymuĢlardır. Her yerde yuvarlaklaĢma eğiliminde olduğunu bildiğimiz kafa-
tası biçiminin durumu böyledir; ılıman bölgelerde yerleĢmiĢ ilkel topluluklarda güneĢ ıĢınlarının
yetersizliğini dengelemek ve organizmanın raĢitizme karĢı kendini daha iyi korumasını sağlamak için
deri renginin ayıklanma yoluyla açılması da böyle bir durumdur. Bunun üzerine antropologlar kan
grupları üzerine eğildiler, ancak onların da uyarlanma değerinden yoksun olmayabileceğinden
kuĢkulanmaya baĢladılar: Belki beslenme unsurlarına bağlı olarak, belki de çiçek veya veba gibi
hastalıklara
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/68
karĢı taĢıyıcıların değiĢik duyarlıklarının sonucu olarak böyle bir uyarlanma değerine sahiptiler. Ve hiç
kuĢkusuz, kan serumu proteinleri için de durum böyledir.
Ġnsan vücudunun en derinlerine bu iniĢ hayal kırıklığı yaratıyorsa, insan hayatının baĢlangıçlarına
uzanmayı deneyen birinin daha fazla Ģansı olacak mıdır? Antropologlar Asyalı, Afrikalı ve Beyaz ya
da Siyah kökenli Kuzey Amerikalı bebekler arasında doğuĢtan ortaya çıkabilen farklılıkları saptamak
istediler. Öyle görünüyor ki, temel davranıĢları ve huyları ilgilendiren bu tür farklılıklar mevcuttur.1
Bununla birlikte, görünüĢte ırksal farklılıkların kanıtı olmaya çok elveriĢli olan durumlarda bile
araĢtırmacılar çaresiz olduklarını itiraf ederler. Bunun iki nedeni vardır. Ġlk olarak, eğer bu farklılıklar
doğuĢtansa, tek bir gene bağlı olamayacak kadar karmaĢık görünürler ve günümüzde genetikçiler,
birçok unsurun bileĢik eylemine bağlı nitelik aktarımlarını incelemek için kesin yöntemlere sahip
değillerdir; en iyi varsayımla, bir ırkı aĢağı yukarı belli bir kesinlikle tanımlamak için yetersiz görünen
ortalamalara bile hiçbir Ģey eklemeyecek istatistik ortalamalar oluĢturmakla yetinmek zorunda kalırlar.
Ġkinci olarak ve daha önemlisi, bu farklılıkların doğuĢtan olduklarını ve hamile kadınların beslenme ve
davranıĢ biçimleri toplumlara göre değiĢtiğinden, anne karnındaki kültüre bağlı yaĢam koĢullarının
sonucu olmadıklarını kanıtlayan hiçbir Ģey yoktur. Ayrıca, çok küçük çocukların hareket
faaliyetlerindeki farklılıklar da kültüreldir; bunlar çocuğun uzun süre boyunca beĢikte tutulmasının ya
da sürekli olarak anne kucağında taĢınmasının sonucu olabilir ve bebek de böylece kendisinin değiĢik
tutuluĢ, korunuĢ ve besleniĢ biçimlerini ve hareketlerini hisseder... Afrikalı bebeklerle Kuzey
Amerikalı bebekler arasında gözlenen farklılıkların, Siyah ya da Beyaz Kuzey Amerikalı bebekler
arasında
1. "Current Directions in Anthropology", Bulletins of the American Ant-hropological Association, c. 3, no 3,1970, bölüm 2, s.
106; J. E. Kilbride, M. C. Robbins, Ph. L. Kilbride, "The Comparative Motor Development of Bağanda. American White and
American Black Infants", American Anthropolo-gist içinde, c. 72, no 6,1970.
IRK VE KÜLTÜR/ 69
gözlenen farklılıktan kıyaslanamaz biçimde büyük olmasının tek etkili nedeni bunlar olabilir;
gerçekten de Amerikalı bebekler, ırksal kökenleri ne olursa olsun, hemen hemen aynı biçimde ye-
tiĢtirilirler.
Demek ki, ırkla kültür arasındaki iliĢkiler sorunu, bu biçimde ele alınmakla yetinilirse yanlıĢ konmuĢ
olacaktır. Gerçekten de kültürün ne olduğunu biliyoruz ama ırkın ne olduğunu bilmiyoruz ve bu
konferansın baĢlığının içerdiği soruya cevap vermeyi denemek için bunu bilmek muhtemelen zorunlu
da değildir. Gerçekten soruna belki daha karmaĢık ama bununla birlikte daha basit bir biçim vermek
yararlı olabilir. Kültürler arasında farklılıklar vardır; ve diğerlerinden, kendi aralarında farklılaĢtık-
larından daha fazla farklılaĢan -en azından yabancı ve uyarılmamıĢ bir göz için- kimi kültürler, fiziksel
görünümleriyle diğer topluluklardan ayrılan topluluklara özgüdür. Bu topluluklar kendi kültürleri
içinde farklılıkların, kendileriyle diğer toplulukların kültürleri arasındaki farklılıklardan daha az
olduğunu düĢünürler. Bu fiziksel farklılıklarla kültürel farklılıklar arasında kavranabilir bir bağ var
mıdır? Fiziksel farklılıklara baĢvurmadan kültürel farklılıkları açıklamak ve kanıtlamak mümkün
müdür? ĠĢte, cevaplamam istenen soru öz olarak budur. Oysa önceden belirttiğim nedenlerden dolayı
bu imkânsızdır; ve en belli baĢlı neden, bu ayırıcı özellikleri bir kültüre, belirli ve yerelleĢmiĢ ve bi-
limsel araĢtırmanın Ģimdiden ya da öngörülebilir bir gelecekte kavrayabileceği kalıtımsal unsurlara
bağlayabilecek çok karmaĢık davranıĢ biçimlerini anlaĢılır tarzda birbirine bağlama konusunda
genetikçilerin kendi yetersizliklerini açıklamıĢ olmalarıdır. Dolayısıyla soruyu biraz daha daraltmak
gerekmektedir; ben soruya Ģöyle bir biçim vereceğim: Etnoloji, kültürlerin çeĢitliliğini açıklamakta
kendini tek baĢına yeterli hissediyor mu? Kendi mantığından kaçan unsurlara baĢvurmadan,.dahası,
biyolojik olduğu hükmünü vermenin kendine düĢmediği nihai doğalarına dair bir önyargıya varmadan
bunu baĢarabilir mi? Gerçekten de,
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 70
kültür ile onunla aynı kategoride olmayan bu "baĢka Ģey" arasındaki muhtemel iliĢki sorunu üzerine
söyleyebileceğimiz tek Ģey -bunu ünlü bir formülü tekrarlayarak ifade edebiliriz- böyle bir varsayıma
ihtiyacımız olmadığıdır*.
Gene de, bu durumda bile, olayları aĢırı basitleĢtirerek fazlasıyla kazançlı çıkmamız da mümkün.
Sorun böyle ele alındığında, kültürlerin çeĢitliliği, bu çeĢitliliğin nesnel olgusunun dıĢında bir sorun
yaratmayacaktır. Gerçekten de farklı kültürlerin bir arada var olmasını ve bu kültürler arasında,
tarihsel deneyimin farklı temellere sahip olabileceklerini kanıtladığı görece yumuĢak iliĢkilerin geçerli
olmasını hiçbir Ģey engellemez. Kimi zaman, her kültür kendini tek hakiki ve yaĢanmaya değer kültür
olarak görür; diğer kültürleri bilmezlikten gelir, hatta onların kültür olduğunu bile inkâr eder. Ġlkel
diye adlandırdığımız halkların çoğu kendilerine "doğrular", "iyiler", "mükemmeller" anlamına gelen
bir ad verirler, ya da sadece "insanlar" derler; ve diğer halklara, "yer maymunları" ya da "bit
yumurtaları" gibi onların insanlık durumlarını inkâr eden nitelemelerde bulunurlar. Hiç kuĢkusuz,
kültürler arasında düĢmanlık, hatta kimi zaman savaĢ da egemen olabilir ama söz konusu olan
özellikle haksızlardan öc almak, kurban etmek için adam kaçırmak, kadınları ya da malları çalmaktır:
Bunlar, bizim ahlakımızın mahkûm ettiği geleneklerdir, ama bu gelenekler asla, diğer kültürün
gerçekliği kabul edilmediğinden, bir kültür olarak diğer kültürü imha edecek veya köleleĢtirecek kadar
ileri gitmezler ya da böyle bir durum çok istisnaidir. Daha çok hayatını adadığı Brezilya yerlilerinin
kendisine taktığı Nimuendaju adıyla tanınan ünlü Alman etnolog Curt Unkel, uygar bir merkezde uzun
süre kaldıktan sonra yerli köyüne geri döndüğünde, köyün evsahipleri Nimuenda-ju'nun, hayatın
yaĢanır olmaya değdiği tek yer diye düĢündükleri kendi köylerinden uzakta katlanmak zorunda kaldığı
acıları düĢünerek gözyaĢı döküyorlardı. BaĢka kültürler karĢısındaki bu
* Fransız astronom Pierre Simon Laplace (1799-1827), kendisine sistemi içinde Tanrı'ya nasıl bir yer verdiğini soran'
Napolyon'a Ģu yanıtı vermiĢtir: "Bu varsayıma ihtiyaç duymuyorum".
IRK VE KÜLTÜR/71
derin kayıtsızlık, bu kültürler için kendi dilediklerince ve kendi bildikleri tarz içinde var olabilmenin
güvencesiydi.
Ancak bu tavrın karĢıtını oluĢturmaktan çok onu tamamlayan baĢka bir tavır da bilinmektedir; bu tavra
göre yabancı, uzaksan gelmenin itibarından yararlanır ve oradaki varlığıyla toplumsal bağları
geniĢletme fırsatını temsil eder. Bir aileyi ziyaret ettiğinde yeni doğan bebeğe isim koyması için o
seçilir; evlilik birleĢmeleri de uzak gruplarla yapıldığında daha değerli olur. BaĢka bir düĢünce
düzeyinde, Kayalık Dağlar'da yaĢayan Flathead Kızılderilileri'nin, Beyazlar'la karĢılaĢmalarından çok
önceleri, Beyazlar ve inançları hakkında iĢittikleri Ģeylerle fazlasıyla ilgilenip Missouri, Saint-Louis'de
oturan misyonerlerle iliĢki kurmak üzere düĢman kabilelerin iĢgali altındaki toprakları aĢarak art arda
sefere çıkmaktan çekinmedikleri bilinmektedir. Demek ki kültürler kendilerini sadece farklı görmekle
ya birbirlerini kasıtlı olarak bilmezlikten gelirler, ya da arzulanan bir diyalog amacıyla birbirlerini
taraf olarak kabul ederler. Her iki durumda da birbirlerini tehdit ederler ve kimi zaman saldırırlar, /ama
varlıklarını karĢılıklı olarak gerçekten tehlikeye atmazlar. KarĢılıklı olarak tanınan farklılık kavramı
kültürlerden birinde yerini güç iliĢkilerinin eĢitsizliği üstünde temellenen bir üstünlük duygusuna
bıraktığında ve kültürel çeĢitliliğin olumlu ya da olumsuz kabulü, yerini eĢitsizliklerinin
olumlanmasına bıraktığında durum çok değiĢir.
Demek ki asıl sorun, kimi topluluklanrı kendi üstünlüklerine kanıt olarak ileri sürdükleri genetik
mirasları ile pratik baĢarıları arasında var olabilecek muhtemel bağın bilimsel düzlemde ortaya
koyduğu türden bir sorun değildir. Çünkü, fiziksel antropoloji uzmanları ve etnologlar sorunun
çözümsüzlüğü konusunda hemfikir olsalar ve birbirlerine söyleyecek Ģeyleri olmadığını saptayarak
nazikçe selamlaĢıp ayrılmadan önce hep birlikte bir yetersizlik tutanağı imzalasalar bile,2 16. yüzyıl
Ġspanyolları’nın
2. J. Benoist, "Du social au biologique: etüde de quelques interactions", L'homme, revue française d'anthropologie içinde, c.
6, no 1, 1966.
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 72
okyanus ötesine asker, at, zırh ve ateĢli silah taĢıyabilecek gemilere sahip olmaları nedeniyle
kendilerini Meksikalılardan ve Perulular'dan daha üstün gördükleri ve değerlendirdikleri gerçeği
değiĢmez; aynı akıl yürütmeye göre, buhar makinesine ve övünebileceği baĢka birkaç teknik marifete
sahip diye 19. yüzyıl Avrupalısı da kendini dünyanın geri kalanından üstün ilan etmiĢtir. Avrupalılar
bütün bu açılardan ve daha genel olarak, Batı'da doğmuĢ ve geliĢmiĢ olan bilimsel bilgi bakımından
gerçekten üstün olsalar da, yine de durum, Batı'nın köleleĢtirdiği ya da kendisini izlemek zorunda
bıraktığı halklar, az rastlanır ve değerli istisnalar hariç, Batı'nın bu üstünlüğünü kabul ettiklerinden ve
bağımsızlıklarını elde ettiklerinde ya da bağımsızlık güvencesi verildiğinde ortak geliĢme çizgisindeki
bir gecikme olarak gördükleri bu farkı kapatmayı amaç olarak benimsediklerinden, daha az tartıĢma
götürür nitelikte görünmektedir.
Hayli kısa sürede onaylanan bu görece üstünlüğün var olmasından, ne bu üstünlüğün kesin olduğu
sonucuna ne de farklı temel yetenekler ortaya çıkardığı sonucuna varamayız yine de. Uygarlık tarihi,
yüzyıllar boyunca, Ģu ya da bu uygarlığın özel bir parıltıyla parıldayabildiğini göstermiĢtir. Ama
bunun, tek bir geliĢme çizgisinde ve her zaman aynı yöne doğru olması zorunlu değildir. Batı, birkaç
yıldan beri, bazı alanlardaki sınırsız kazanımlarının ağır karĢılıklar doğurduğu gerçeğini benimsemeye
hazırdır; bazı değerlerden yararlanmak için reddetmek zorunda kaldığı değerlerin daha fazla saygıyı
hak edip etmediğini kendine sorma noktasına gelmiĢtir. Yakın zamana kadar geçerli olan, diğer
toplumlar geride kalırken sadece Batı'nın duraklamadan katetmiĢ olduğu bir yol boyunca sürekli
ilerleme fikrinin yerini, böylelikle, farklı yönler arasında seçim yapma mefhumu alır; öyle ki herkes,
kazanmak istediği alanların bedeli olarak, bir ya da birkaç alanda kaybetmeyi göze almak durumunda
kalır. Tarım ve yerleĢik hayata geçiĢ besin kaynaklarını son derece geliĢtirmiĢ ve bunun sonucu olarak,
insan nüfusunun çoğalmasına imkân tanımıĢtır. Ama, nüfusun hastalık yapan mikropları geliĢ-
tiremeyecek kadar az olduğu koĢullarda yok olma eğiliminde
IRK VE KÜLTÜR/73
olan bulaĢıcı hastalıklar, bu durumun sonucu olarak yaygınlaĢmıĢtır. Dolayısıyla, avcı ve toplayıcı
kalmıĢ halkların kendilerini daha iyi koruyabildikleri sakıncalara karĢılık, tarıma geçmiĢ halkların,
kuĢkusuz bilmeden, bazı üstünlükler seçmiĢ oldukları söylenebilir: Avcı vetoplayıcı kalmıĢ halkların
hayat tarzı bulaĢıcı hastalıkların insandan insana ve evcil hayvanlardan insanlara geçmesini
engelliyordu ama kuĢkusuz baĢka sakıncalar pahasına.
Canlı biçimlerin tek-doğrusal evrimine duyulan inanç, toplum felsefesinde biyolojiden çok daha önce
ortaya çıktı. Ama, on dokuzuncu yüzyılda bu inancı destekleyen ve ona bilimsel statü talep etme
imkânını veren biyoloji oldu; bu inancı taĢıyanlar da böylece, kültürlerin farklılığı olgusunu kültürlerin
eĢitsizliğinin onaylanmasıyla bağdaĢtıracağını umuyordu. Ġnsan topluluklarının gözlenebilir farklı
durumları sanki tek bir geliĢmenin art arda gelen evrelerini açıklıyorlarmıĢ gibi ele alınarak, biyolojik
miras ile kültürel baĢarılar arasında nedensel bir bağ olmamasına rağmen, bu iki düzey arasında en
azından analojik bir iliĢkinin var olduğu öne sürülüyordu; bu iliĢkinin, daha büyük bir farklılaĢma ve
daha yüksek bir karmaĢıklık yönünde sürekli büyüyen canlılar dünyasını tanımlarken biyoloji
bilginlerinin dayandıkları ahlaki tahminlerin aynısını desteklediği iddia ediliyordu.
Bununla birlikte biyoloji bilginlerinde de önemli bir değiĢim meydana gelecekti - bir dizi değiĢimin
ilki bu yazıda ele alınacaktır. Sosyologlar, tarihin belirsiz rastlantılarının ardında bir evrimin daha
kesin ve daha anlaĢılır bir Ģemasını keĢfetmek için biyolojiye baĢvururlarken, biyoloji bilginleri de,
birkaç basit yasaya tabi kabul ettikleri evrimin gerçekte çok karmaĢık bir tarihi içerdiğini fark
ediyorlardı. Biyolojide, çeĢitli canlı biçimlerin birbiri ardına aynı yönde katetmeleri gereken "mesafe"
kavramının yerini, önce, türler arasında bir soy zinciri değilse de -zira, evrim biçimlerinin kimi zaman
ayrı, kimi zaman da ortak noktaya yöneldiği ortaya çıktıkça soy zinciri giderek daha az güvenilir bir
hal alıyordu- hısımlık bağları oluĢmasına imkân tanıyan
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 74
"ağaç" kavramı aldı ve ardından bu ağaç da "kafese" dönüĢtü; kafes figürünün çizgileri birbirlerinden
uzaklaĢtıkları sıklıkla birbirlerine kavuĢtuklarından, iç içe geçmiĢ bu yolların tarihsel tanımı, bir
zamanlar içinde ritm, yön ve etkileri bakımından farklı evrimsel yolların tek değil, çok çeĢitli biçimleri
tarafından izlenen sayısız yolun sabitlenmesinin mümkün görüldüğü o aĢırı basit diyagramların yerini
aldı.
Bununla birlikte,.bizimkinden çok farklı toplumlara iliĢkin dolaysız bilgi sayesinde, o toplumlara ait
olmayan nedenlerle onları yargılamak ve mahkûm etmek yerine onların kendilerine verdikleri varlık
nedenine değer biçmemiz mümkün olduğu ölçüde, etnoloji de bizi benzer bir bakıĢ açısına çağırır.
Kendi öz değerlerini geliĢtirmeye özen gösteren bir uygarlık, kendi uygarlığı tarafından tamamen
farklı değerleri tanımaya uygun Ģekilde yetiĢtirilmiĢ bir gözlemciye, hiçbir değere sahip değilmiĢ gibi
gelecektir. O, sadece kendi kültüründe bir Ģeylerin var olduğunu, olayları süreklilik içinde birbirine
ekleyen bir tarihin imtiyazına sadece kendi uygarlığının sahip olduğunu sanır. Ona göre sadece bu
tarih bir anlam sunmaktadır; anlam kavramını ikili olarak, hem anlam taĢımak hem bir hedefe
yönelmek biçiminde ele almak koĢuluyla. Diğer toplumların hiçbirinde tarihin olduğuna inanmaz; olsa
olsa yerinde saymaktadır.
Ama bu yanılsama yaĢlıların ve yeni bir rejimin düĢmanlarının kendi toplumlarının bağrında
çektiklerine benzer. YaĢları ya da politik tercihleri nedeniyle olayların dıĢında kalan bu insanlar, aktif
olarak katılmadıkları bir dönemin tarihinin akmadığı duygusunu taĢırlar; bunlar için olaylar bir
anlamda durağanlaĢırken genç insanlar ve iktidardaki militanlar bu evreyi coĢkuyla yaĢarlar. Bir
kültürün ya da evrelerinden birinin akıĢının zenginliği özdeki bir nitelik olarak var olmaz; gözlemcinin
bu zenginlik karĢısındaki konumuna, bu zenginlikteki çıkarlarının miktarına ve çeĢitliliğine bağlıdır.
BaĢka bir imgeyi kullanırsak, kültürlerin, her biri kendi yolunda, kendi yönünde ve kendi hızında
ilerleyen trenlere benzediği söylenebilir. Bizimkiyle birlikte ilerleyenler bizim için en kalıcı biçimde
var olurlar; kompartıman-
1RK VE KÜLTÜR/ 75
larımızın karĢılıklı camlarından vagon çeĢitlerini, yolcuların fizyonomi ve mimiklerini rahatlıkla
gözlemleyebiliriz. Ama, eğik ya da paralel baĢka bir yol üzerinde, ters yönde bir tren geçerse, görüĢ
alanımızda bir an karıĢıklık yaratan, olayın kendisine dair hiçbir bilgi vermeyen ve düĢlerimize fon
hizmeti gören manzaranın dingin seyrini kesintiye uğrattığı için bizi sadece sinirlendiren, pek az
tanımlanabilir, bulanık ve hızla kaybolan bir görüntü fark ederiz.
Dolayısıyla, bir kültürün her bir üyesi de kendi kültürüne bu düĢsel yolcunun kendi trenine olduğu
kadar sıkı sıkıya bağlıdır. DoğuĢtan itibaren ve -biraz önce belirttim- muhtemelen daha bile önce, bizi
çevreleyen varlıklar ve nesneler, sistem oluĢturan, karmaĢık bir referanslar aygıtıyla her birimizi
donatır: Eğitimin, uygarlığımızın tarihsel geliĢimine iliĢkin bize önerdiği kendi içine bakıĢ yoluyla
sonradan teyid ettiği davranıĢlar, güdülenmeler ve örtük yargılar. Biz tam anlamıyla bu referans
sistemiyle hareket ederiz ve bunun dıĢında oluĢmuĢ kültürel bütünlükler bizim tarafımızdan ancak
kendi sistemimizin onlarda yarattığı deformasyon yoluyla algılanabilir. Hatta bu referans sistemi,
onları görmemizi imkânsız bile kılabilir.
Ġlkel denen halklar ve demografilerini dolaylı ya da dolaysız olarak etkileyen gelenekleri karĢısında
genetik uzmanları arasında yakın zamanda oluĢan önemli tavır değiĢikliği yukardaki yoruma bir kanıt
getirebilir. Garip evlilik kurallarından, anne en son doğan çocuğunu emzirdiği müddetçe -kimi zaman
çocuk üç ya da dört yaĢına gelinceye kadar- eĢler arasında cinsel iliĢkiyi yasaklayan türden keyfi
yasaklamalardan, Ģeflere ya da yaĢlılara çok-eĢlilik konusunda ayrıcalık verilmesinden, ya da hatta ço-
cukların öldürülmesi gibi bizleri isyan ettiren türden âdetlerden oluĢan bu gelenekler yüzyıllar
boyunca anlam ve içerikten yoksun görülmüĢ; bunlar, insan doğasının, sorumlusu olduğunu söy-
leyecek kadar ileri gidilmese bile, muktedir olduğu acayipliklerin ve fantazilerin örnekleri olarak
sıralanmaya ve betimlenmeye
ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 76
layık görülmüĢtür. Saçma ya da canice diye reddedilen bütün bu geleneklerin bizim için bir anlam
kazanması ve nedenlerinin anlaĢılması için, 1950'li yıllarda topluluk genetiği adı altında yeni bir bilim
dalının ortaya çıkması gerekti.
Science dergisinin son sayılarından biri, Profesör J. V. Neel ve meslektaĢlarının, tropikal Amerika'nın
kendini en iyi korumuĢ çeĢitli topluluklarıyla ilgili, uzun yıllardan beri sürdürdükleri araĢtırmaların
sonuçlarını daha geniĢ bir kitlenin bilgisine sundu. Ayrıca bu araĢtırmalar, Güney Amerika'da ve Yeni
Gine'de bağımsız olarak sürdürülen baĢka araĢtırmalar tarafından da doğrulandı.3
Bizim ırkımızdan en uzak sözde "ırklar"ı aynı zamanda en homojen ırklar olarak görme
eğilimindeyizdir; bir Beyaz için, bütün Sarılar birbirine benzer, ve tersi de muhtemelen doğrudur.
Gerçek durum çok daha karmaĢık gibidir, çünkü örneğin Avustralyalılar bütün kıtada morfolojik
olarak homojen görünseler bile,4 aynı coğrafi alanda yaĢayan birçok Güney Amerika kabilesindeki
genetik tekrarlarda önemli farklılıklar ortaya çıkabilmektedir; ve bu farklılıklar aynı kabilenin köyleri
arasında, dilleri ve kültürleri farklı kabileler arasında olduğu kadar büyüktür. Demek ki sanıldığının
tersine, kabile biyolojik bir birlik oluĢturmamaktadır. Bu durumu nasıl açıklamalı? Hiç kuĢkusuz, yeni
köylerin parçalanma ve kaynaĢma Ģeklinde, ikili bir süreç yoluyla oluĢtuğu gerçeğiyle: Önce, bir aile
kendi soyağacından ayrılır ve kendini baĢka bir yerde yeniden kurar; daha sonra, kendi aralarında
akraba olan insan grupları onlara katılır ve yeni yerleĢim yerini paylaĢırlar. Bu yolla oluĢan genetik
stoklar kendi içlerinde, rastlantısal kümelenmelerin sonucu olarak ortaya çıkabilecek
3. J. V. Neel, "Lessons from a 'primitive' people", Science, no. 170, 1970. E. Giles, "Culture and Genetics"; F. E. Johnston,
"Genetic Anthropo-logy: Some Considerations", Current Directions in Anthropology içinde, a.g.y.
4. A. A. Abbie, "The Australian Aborigine", Oceania, c. 22, 1951; "Re-cent Field-Work on the Physical Anthropology of
Australian Aborigines", Australian Journal of Science içinde, no. 23,1961.
ĠRK VE KÜLTÜR/77
olandan daha fazla farklılaĢırlar.
Bundan Ģu sonuç çıkar: Eğer aynı kabilenin köyleri, baĢlangıçta farklılaĢmıĢ -her birinin görece tecrit
durumunda olduğu ve yeniden üretim oranlarının eĢitsizliği nedeniyle nesnel olarak birbiriyle rekabet
halinde yaĢadığı koĢullarda- genetik oluĢumlar içeriyorlarsa, biyoloji bilginleri açısından bunlar,
hayvan türlerinde genellikle gözlemlenen evrimle karĢılaĢtırılamayacak oranda hızlı bir evrim için en
elveriĢli koĢullar bütününü meydana getirirler. Kıyaslamak olarak konuĢursak, son insanımsı fosil-
lerinden günümüz insanına gelen evrimin çok hızlı meydana geldiğini biliyoruz. Bazı ücra
topluluklarda gözlenebilir koĢulların, en azından bazı bakımlardan, insanlığın çok uzak bir geçmiĢte
içinde bulunduğu koĢulların yaklaĢık bir görüntüsünü sunduğunu kabul edersek, bugün bize çok sefil
gelen bu koĢulların Ģu anki halimizi yaratmaya en uygun koĢullar olduğunu ve aynı zamanda,
insanlığın evrimini aynı yönde tutmaya ve ritmini korumaya en elveriĢli koĢullar olarak kalmaya
devam ettiklerini kabul etmemiz gerekir; oysa genetik alıĢveriĢlerin baĢka biçimlerde meydana geldiği
dev çağdaĢ toplumlar, evrimi durdurma ya da ona baĢka yönelimler verme eğilimindeler.
Bu araĢtırmalar Ģunu da kanıtlamıĢtır ki, sözümona vahĢiler arasında, çocuk ölümleri ve bulaĢıcı
hastalıktan ölüm (elbette, dıĢardan bulaĢmalardan kendini koruyabilen kabilelerle sınırlı kalırsak)
sanıldığı kadar fazla değildir. Dolayısıyla, bu iki ölüm nedeni, daha çok aĢağıda belirtilen baĢka bazı
nedenlerin sonucu olan nüfus artıĢı düĢüklüğünü açıklayamaz: Bu baĢka nedenler, emzirme süresinin
uzatılmasına ve cinsel yasaklara denk düĢen doğuma gönüllü ara verme, çocuk düĢürme ve çocuk
öldürme uygulamalarıdır; bu nedenle, üretken dönemi boyunca bir çift, ortalama her dört ya da beĢ
yılda bir çocuk yapar. Çocuk öldürme bize ne kadar iğrenç gelirse gelsin, bir doğum kontrol yöntemi
olarak "kabarık" toplumlarda bir zamanlar ve günümüzün kimi toplumlarında hâlâ yaygın olan çocuk
ölüm oranlarının yüksekliğinden, ve aĢırı kalabalık bir gezegene doğma tehlikesine maruz bırakılan
milyonlarca ya da milyarlarca insanı, erken
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 78
bir elenme sayesinde kurtuldukları bir yazgıdan daha az acıklı olmayan bir yazgıdan kurtarmak için
bizim de bugün gerekli olduğunu düĢündüğümüz gebelik önleyici yöntemlerden temelde farklı
değildir.
Dünyadaki baĢka birçok kültür gibi, burada yorumlamayı sürdürdüğüm araĢtırmaların yapıldığı
kültürler de çok-eĢliliği (polygynie) toplumsal baĢarının ve uzun ömürlülüğün onayı Ģeklinde görürler.
Bunun sonucu olarak bütün kadınlar yukarıda belirtilen nedenlerle, yaklaĢık olarak aynı sayıda çocuk
yapma eğiliminde olsalar da, erkeklerdeki üreme oranı eĢlerinin sayısına göre önemli oranda değiĢir.
Rio Madeira havzasında yaĢayan Tupi-Kawahib Kızılderilileri arasında önceden gözlemlediğim gibi,
yaklaĢık on beĢ kiĢilik küçük bir toplulukta, grubun evlenme çağındaki ya da evlenme çağına yaklaĢan
bütün kadınları üzerinde bir tür tekel uygulayan bir Ģefin nitelikleri arasında alıĢılmamıĢ bir cinsel
potansiyel de varsa, bu oran daha da fazla değiĢecektir.
Oysa bu gruplarda Ģeflik her zaman kalıtımsal değildir; kalıtımsal olduğunda bile büyük bir seçme
özgürlüğüyle olmaktadır. Otuz yıldan uzun bir zaman önce, yarı-göçebe küçük gruplarının her biri
toplu onayla belirlenmiĢ bir Ģefe sahip olan Nambikvvaralar arasında yaĢarken, Ģefin konumunun,
çok:eĢlilik imtiyazı dıĢında, üstünlükten çok görev ve sorumluluk getirdiğini görmek beni etkilemiĢti.
ġef olmayı istemek için ya da daha sıklıkla, grubun isteklerine uymak için, genelin dıĢında bir
karaktere sahip olmak gerekiyordu; sadece kazanılmıĢ fiziksel yetenekler değil, kamusal faaliyet
isteği, giriĢim ruhu ve komutanlık duygusu da gerekiyordu. Bu yeteneklere iliĢkin ne düĢünürsek
düĢünelim, hoĢumuza gitsin ya da gitmesin, Ģurası bir gerçek ki, eğer bunların dolaylı ya da dolaysız
genetik bir temeli varsa, sürüp gitmeleri çok-eĢlilik sayesinde kolaylaĢacaktır. Gerçekten de, benzer
topluluklar üzerinde sürdürülen araĢtırmalar çok-eĢli bir erkeğin diğerlerinden daha fazla çocuğu
olduğunu gösterdi; böylece, oğullarının baĢka soylardan gelen eĢler almak için onlarla değiĢ tokuĢ
edecekleri kız kardeĢlere ya da ana ayrı kız kardeĢle-
IRK VE KÜLTÜR/ 79
re sahip olmasına olanak tanıdığından, çok-karılılığın çok-karılılık doğurduğu söylenebilir. Böylelikle,
doğal ayıklanmanın bazı biçimleri teĢvik edilmiĢ ve güçlendirilmiĢ olur.
Sömürgeciler ya da fatihler tarafından getirilen bulaĢıcı hastalıkları bir kez daha bir yana bırakırsak -ki
bunların birkaç gün ya da birkaç hafta içinde kimi zaman bütün topluluğun ortadan kalkmasına neden
olan korkunç yıkımlar oldukları bilinmektedir-, ilkel denen halkların kendi yerleĢik hastalıklarına karĢı
dikkat çekici bir bağıĢıklığa sahip oldukları söylenebilir. Bu durum, bebeğin anne vücuduyla ve
çevredeki ortamla çok yakın iliĢki içinde olmasıyla açıklanır. Hastalık yapan her türlü mikroba bu
erken maruz kalma durumu, gebelik sırasında anneden kazanılan pasif bağıĢıklıktan, doğumdan sonra
her birey tarafından geliĢtirilen aktif bağıĢıklığa daha kolay geçilmesini sağlar.
ġu ana kadar sadece demografik ve sosyolojik düzeydeki iç denge unsurlarını göz önünde
bulundurdum. Bize boĢ inançlar gibi gelebilecek ama insan topluluğunun doğal ortamla dengesini
korumasını sağlayan yaygın tören ve inanç sistemlerini de bunlara eklemek gerekir. Bir bitki
saygıdeğer bir varlık olarak kabul edilebilir ve meĢru bir nedeni olmayan hiç kimse, bitkinin ruhunu
bağıĢlarla yatıĢtırmadan onu söküp alamaz; beslenmek için avlanan hayvanlar, türlerine göre, çok fazla
hayvan avladıkları ya da diĢileri ve yavruları esirgemedikleri için amaç dıĢı davranmıĢ suçlu avcıları
cezalandıran doğaüstü efendilerin koruması altındadırlar; nihayet, insanların, hayvanların ve bitkilerin
ortak bir yaĢam zenginliğini paylaĢtıkları düĢüncesi egemendir, öyle ki herhangi bir türün zararına
olacak Ģekilde aĢırılığa kaçılması, yerli felsefesinde, kaçınılmaz olarak insanların kendi hayat
umutlarında bir azalmayla kendini gösterir. Bütün bu örnekler naif olabilir, ama insanı doğanın
efendisi haline getirip, kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç ve çıkarlarını göz önünde
bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, insan-merkezli olmayan ve ona doğada makul bir yer
veren bilgece tasarlanmıĢ bir hümanizmin son derece etkili belirtileridir.
IRK TARĠH VE KÜLTÜR/80
Eskiden bizim tarafımızdan sadece alay konusu edilen ya da en fazla, küçümseyici bir merak
gösterdiğimiz bütün o hayat tarzlarına, âdet ve inançlara nesnel bir değer ve ahlaki bir anlam
vermemiz için bilgimizin geliĢmesi ve yeni sorunların bilincine varmamız gerekiyordu. Ama topluluk
genetiğinin antropoloji alanına giriĢiyle birlikte, teorik sonuçları belki çok daha önemli olan bir baĢka
değiĢiklik ortaya çıktı. Belirttiğim bütün olgular kültüreldir; bazı insan gruplarının bölünme ve
yeniden bir araya gelme biçimlerini, birleĢmek ve üremek için gelenek tarafından her iki cinsiyete
dayatılan Ģartları, çocuk doğurmanın ya da düĢürmenin ve onları eğitmenin saptanmıĢ tarzını, hukuku,
büyüyü, dini ve kozmolojiyi içerirler. Oysa, bu etkenlerin dolaylı ya da dolaysız biçimde doğal
ayıklanmayı biçimlendirip akıĢına yön verdiklerini gördük. Dolayısıyla, ırk ve kültür kavramları
arasındaki iliĢkilerle ilgili sorunun verileri son derece altüst olmuĢtur. Bütün 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın
ilk yarısı boyunca, ırkın kültürü etkileyip etkilemediği, etkiliyorsa ne Ģekilde etkilediği sorusu soruldu.
Sorunun bu biçimde ortaya atılıĢının çözümsüzlüğü anlaĢıldıktan sonra, olayların diğer yönde
geliĢtiğini Ģimdi Ģimdi fark etmekteyiz: Ġnsanların biyolojik evriminin ritmini ve yönelimini büyük
ölçüde belirleyen, insanların değiĢik yerlerde benimsedikleri kültürel biçimler ve geçmiĢte ya da gü-
nümüzde hâlâ geçerli oldukları halleriyle hayat tarzlarıdır. Kültür ırkın bir türevi midir, değil midir,
diye sormak Ģöyle dursun, ırkın -ya da bu terimden genel olarak anlaĢılan Ģeyin- kültürün
türevlerinden biri olduğunu keĢfediyoruz.
BaĢka türlü nasıl olabilirdi? Bir grubun kendisi için saptadığı ya da kabullendiği coğrafi sınırları,
komĢu halklarla sürdürdüğü dostluk ya da düĢmanlık iliĢkilerini ve bunun sonucu olarak, izin verilen,
teĢvik edilen ya da yasaklanan gruplar arası evlilikler sayesinde kendi aralarında meydana gelebilecek
genetik alıĢveriĢlerin göreli önemini belirleyen tam da o grubun kültürüdür. Bizim toplumlarımızda
bile evliliklerin tamamen tesadüfi olma-
IRK VE KÜLTÜR/ 81
dığmı biliriz: Müstakbel çiftlerin ikâmetleri arasındaki mesafe, etnik kökenleri, dinleri, eğitim
düzeyleri gibi bilinçli ya da bilinçsiz etkenler belirleyici bir rol oynayabilirler. Yazısız halklar arasında
yakın tarihe kadar büyük bir genellik gösteren âdet ve geleneklerden yola çıkarak genelleme yapmak
mümkünse ve bunların çok uzun süreden beri bizim türümüzde var oldukları kabul edilirse
görülecektir ki, atalarımız, toplumsal hayatın baĢlangıcından itibaren çok katı evlilik kuralları
benimsemek ve uygulamak zorunda kalmıĢlardır. Örneğin, iki erkek kardeĢten ya da iki kız kardeĢten
doğma yakın kuzenleri gerçek erkek ya da kız kardeĢ olarak kabul ederek birleĢmelerini ensest diye
yasaklayan kurallar; her biri bir kız ve bir erkek kardeĢten doğma melez kuzenlerin birleĢmelerini ise,
tersine, yapılması istenen değilse bile, izin verilen birleĢme olarak gören kurallar; bunlar, ne kadar
uzak olursa olsun her türlü akrabalık bağının evlenmeyi engelleyici bir durum yarattığı diğer bütün
toplumlardan farklıdır. Öncekilerden daha incelikli olan ve melez akrabalara iliĢkin diğer bir kural ise
kuzinleri iki kategoriye ayırır: Babanın kız kardeĢinin kızı ve annenin erkek kardeĢinin kızı; bu
kategorilerden birine evlenme izni verilirken diğerine kesinlikle yasak konur, ama izin verilen ve
yasaklanan her zaman ve her yerde aynı kategori değildir. KuĢaklar boyunca uygulanan bu kuralların
genetik mirasın taĢınması üzerinde farklılaĢtırıcı bir etkide bulunmaması mümkün müdür?
Hepsi bu kadar da değil; çünkü, her toplum tarafından uygulanagelen sağlık kuralları ve çeĢitli türden
hastalıklara ya da zayıflık durumuna yönelik tedavilerin göreli önem ve etkililiği de bazı bireylerin
hayatta kalmasına ve genetik bir malzemenin yayılmasına farklı derecelerde imkân tanır ya da önler;
bunlar olmasaydı, bu genetik malzeme çok kısa sürede yok olurdu. Bazı kalıtımsal anormallikler ve
görmüĢ olduğumuz gibi, belirli durumlarda -anormal olarak kabul edilen doğumlar, ikizler, vs.-iki
cinsiyeti de ayrımsız biçimde etkileyen veya özel olarak kızları etkileyen çocuk öldürme gibi
uygulamalar karĢısındaki kültürel tavırlar için de aynı Ģey geçerlidir. Nihayet, eĢlerin göreli
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/82
yaĢ durumları, yaĢam düzeyine ve toplumsal iĢlevlere göre değiĢen doğurganlık ve doğurtkanlık
durumları da, en azından kısmen, nihai kaynağı biyolojik değil toplumsal olan kurallara dolaylı ya da
dolaysız olarak tabi durumdadır.
Irkla kültür arasındaki iliĢkiler sorununun, birkaç yıldan beri tanık olduğumuz bu tersine çevriliĢi
özellikle siklemi hastalığı ile çarpıcı bir açıklama bulmuĢtur: Hem anne hem babadan kalıtım olarak
aynı anda geçtiğinde genellikle öldürücü olan, doğuĢtan gelen alyuvar anomalisinin, çekinik kaldığı
durumda, taĢıyıcının malaryaya karĢı görece korunmasını sağladığı da sadece son yirmi yıldan beri
bilinmektedir. Demek ki söz konusu olan, baĢlangıçta uyarlanma değerinden yoksun olduğu sanılan o
özelliklerden biri, yani, topluluklar arasında var olmuĢ arkaik iliĢkilerin onarılmasına, sıklık derecesine
bağlı olarak imkân tanıyan bir çeĢit biyolojik fosildir. Siklemi geni bakımından heterozigot olan
insanların biyolojik bir avantaj elde edebildiklerinin ve dolayısıyla bir yandan aynı gen bakımından
homozigot olup biyolojik olarak mahkûm edilmiĢlerden, diğer yandan, belli bir malarya biçimine çok
fazla duyarlı olmaları nedeniyle erken yaĢta ölüme mahkûm olmuĢ taĢıyıcı olmayan insanlardan
karĢılaĢtırmalı olarak daha yüksek bir oranda üreyebildiklerinin anlaĢılmasıyla, ırkları belirlemenin
sabit ölçütünü nihayet bulmuĢ olma umutları suya düĢtü.
Genetik uzmanlarının keĢfinin, neredeyse felsefi denebilecek teorik sonuçlarını F. B. Livingstone ünlü
bir makalesinde5 ortaya koymuĢtur. Batı Afrika'da malarya oranının, siklemi geninin oranının, dillerin
ve kültürlerin dağılımının karĢılaĢtırmalı incelemesi yazara biyolojik, arkeolojik, linguistik ve
etnografik verilerin birbirleriyle bağıntılı bütününü ilk kez dile getirme imkânını vermiĢtir. Bu Ģekilde
yazar, malaryanın ortaya çıkıĢının ve ardından sikleminin yayılıĢının tarımın giriĢinden kaynaklan-
dığını çok inandırıcı bir biçimde ortaya koymuĢtur: Bu bölgeler-
5. F. B. Livingstone, "Anthropological Implications of Sickle Celi Gene Distribution in West Africa", American
Anthropologist içinde, c. 60, no 3, 1958.
IRK VE KÜLTÜR/83
de yaĢayan hayvan topluluğunu baĢka bölgelere sürerek ya da yok ederek toprağın yoğun biçimde tarla
haline getirilmesi, hastalık bulaĢtıran sivrisineklerin üremesine elveriĢli bataklık arazilerin ve durgun
su birikintilerinin oluĢumuna neden oldu; bu böcekleri, asalak olarak yaĢayabilecekleri memelilerin en
bol bulunanı haline gelmiĢ olan insana uyum sağlamak zorunda bıraktı. Diğer etkenler de dikkate
alındığında, halklara göre değiĢen siklemi oranları bir halkın bugün bulunduğu yere yerleĢme dönemi
üzerinde, kabilelerin hareketi ve birbiriyle bağıntılı olarak tarımsal tekniklerini elde ettikleri tarihler
üzerinde makul varsayımlarda bulunmayı mümkün kılar.
Böylece, genetik bir düzensizliğin çok uzak bir geçmiĢe tanıklık edemeyeceği hemen anlaĢılır (çünkü
bu genetik düzensizlik, en azından kısmen, kültürel değiĢimlerin biyolojik sonuçlarına karĢı sağlanan
korumayla doğru orantılı olarak yayılmıĢtır), ama buna karĢılık, tarımın Afrika'ya giriĢi birkaç bin
yıldan geriye gidemediğinden, genetik' düzensizlik daha yakın bir geçmiĢe önemli oranda ıĢık tutar.
Demek ki, bir yanda kaybedilen Ģey diğer yanda kazanılmaktadır. Çok geniĢ bir ölçekte incelendikle-
rinde, kültürler arasında ayırt edildiği sanılan büyük farklılıkları ırksal özelliklerle açıklamaktan artık
vazgeçiyoruz; ama bu aynı ırksal özellikler -daha hassas bir gözlem ölçeği benimsendiğinde bunlar
ırksal özellik olarak görülemeyecektir- nedeni değil sonucu oldukları kültürel görüngülerle birleĢerek
görece yakın olan dönemler üzerine çok değerli bilgiler sağlarlar; dahası, diğer tarihin tersine, bu
bilgiler arkeolojinin, linguistiğin ve etnog-rafinin verileriyle doğrulanabilir. "Kültürel makro-evrim"in
bakıĢ açısından "genetik mikro-evrim"in bakıĢ açısına geçmek koĢuluyla, ırkların ve kültürlerin
incelenmesi arasında iĢbirliği yeniden mümkün olabilir.
Gerçekten de, bu yeni bakıĢ açıları ırk ve kültür incelemelerini karĢılıklı iliĢkileri içine oturtmaya
imkân tanır. Bunlar kısmen birbirine benzer, kısmen de birbirini tamamlayıcıdır. Öncelikle birbirine
benzerdir, çünkü kültürler, genel anlamda ırk olarak adlandırılan genetik özelliklerin bu düzensiz
miktarlarıyla
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/84
birçok yönde karĢılaĢtırılabilirler. [Bir kültür çok sayıda özellikten oluĢur; bunların kimileri, yakın ya
da uzak kültürlerle değiĢik derecelerde ortaktır, kimileri de o kültürü diğerlerinden az çok belirgin bir
biçimde ayırır. Bu özellikler bir sistemin bağrında dengelenirler ve bu sistem, her iki durumda da,
ayakta kalabilir olmalıdır, yoksa yayılmaya ya da çoğalmaya daha yatkın baĢka sistemler tarafından
adım adım ortadan kaldırılabilir. Farklılıkları geliĢtirmek için, bir kültürü komĢu kültürlerden ayırt et-
meye yarayan eĢiklerin yeterince belirgin olması için gerekli koĢullar, topluluklar arasında biyolojik
farklılaĢmayı kolaylaĢtıran koĢullarla aĢağı yukarı aynıdır: Uzun bir süre boyunca görece tecrit;
kültürel ya da genetik mahiyetteki sınırlı alıĢveriĢ. Kültürel engeller, hemen hemen aynı derecede,
biyolojik engellerle aynı yapıdadır; kültürel engeller biyolojik engellerin o denli daha gerçeğe uygun
biçimde önbelirtileridir ki, bütün kültürler insan gövdesinde izlerini bırakır: Kıyafet, saç ve süs
tarzlarıyla, bedensel sakatlamalarla ve el, kol, baĢ hareketleriyle, ırklar arasında var olabilecek
farklılıklarla kıyaslanabilir farklılıkları taklit ederler; bazı tipteki insanları diğerlerine tercih ederek
onlan sabit kılarlar ve hatta belki de yayılmasına katkıda bulunurlar.]
Bundan yirmi yıl kadar önce UNESCO'nun isteği üzerine yazdığım ince bir kitapta,6 tecrit edilmiĢ
kültürlerin gerçekten pek çok Ģeyi kendinde toplayan bir tarihin koĢullarını tek baĢlarına
yaratamayacaklarını açıklamak için güçbirliği kavramına baĢvurmuĢtum. Bu koĢulların oluĢması için
değiĢik kültürlerin karĢılıklı olarak getirdikleri Ģeyleri, isteyerek ya da istemeyerek karıĢtırmaları
gerektiğini ve böylece, tarihin muhteĢem oyununda, tarihin ilerlemesine imkân veren büyük baĢarılar
dizisini gerçekleĢtirme Ģansını elde edebileceklerini belirtmiĢtim. Günümüzde genetik uzmanları, bir
genomun, gerçekte, bir sistem oluĢturduğunu ve bu sistemde bazı genlerin düzenleyici rol oy-
nadıklarını, diğerlerinin de tek bir karakter üzerinde ortak tasar-
6. Irk ve Tarih ilk kez 1952'de yayınlandı, yeniden basımı Le racisme devant la selence, Paris, Unesco, 1960.
IRK VE KÜLTÜR/85
lanmıĢ bir eylem gerçekleĢtirdiklerini -ya da, eğer tek bir gene birçok karakter bağlıysa bunun tersi-
gösterdiklerinde, biyolojik evrim üzerine oldukça benzer bir bakıĢ açısı önermektedirler. Bireysel
genom düzeyinde doğru olan Ģey topluluk düzeyinde de doğrudur; topluluk öyle olmalıdır ki, içinde
etkinlik gösteren -ve vaktiyle ırksal bir tip kabul edilen- birçok genetik mirasın birleĢimiyle en uygun
denge kurulabilsin ve topluluğun ayakta kalma Ģansını artırabilsin. Bu anlamda, genetik yeniden
birleĢimin toplulukların tarihinde oynadığı rolün, kültürel yeniden birleĢimin hayat tarzlarının,
tekniklerin, bilgilerin ve inançların -ki bunların paylaĢılmasıdır toplumları farklılaĢtıran- evriminde
oynadığı role benzer olduğu söylenebilir.
KuĢkusuz, bu benzerlikler ihtiyat payı bırakılarak öne sürülebilir. Gerçekten de, bir yandan, kültürel
miraslar genetik miraslardan çok daha hızlı evrilir: Büyük büyükbabalarımızın tanıdığı kültürle
bizimki arasında dünya kadar fark vardır, ama yine de biz onların kalıtımını sürdürüyoruz. Diğer
yandan, yeryüzünde var olan ya da birkaç yüzyıl öncesine kadar var olan kültür sayısı, en titiz
gözlemcilerin dökümünü yapmaktan hoĢlandığı ırk sayısını kıyaslanamaz biçimde aĢar: Onlarca ırka
karĢılık binlerce kültür. Kalıtımsal malzemenin son çözümlemede tarihin akıĢını belirlediğini öne
süren teorisyenlere karĢı nihai kanıtı sağlayan, karĢılıklı büyüklük düzeyleri arasındaki bu büyük
farktır; çünkü tarih kalıtımsal malzemeden çok daha hızlı ve sonsuz biçimde daha çeĢitli yollarla
değiĢir. Kalıtımın insanda belirlediği Ģey, herhangi bir kültürü edinmeye dair genel yetenektir, ama
hangi kültürün kendisine ait olacağı doğumunun ve eğitimini göreceği toplumun tesadüflerine bağlı
olacaktır. Genetik mirasları tarafından sadece özel bir kültürü edinmeye yazgılı olan bireylerin soyları
çok elveriĢsiz durumda olacaklardır, çünkü bu kuĢakların karĢılaĢacakları kültürel değiĢiklikler, bu
yeni çevrelerin gereklerine cevap olarak genetik miraslarının evrilebileceğinden ya da
çeĢitlenebileceğinden daha hızlı meydana gelecektir.
Üzerinde fazla durulamayacak bir olgu vardır: Ayıklanma,
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 86
canlı türlerin doğal bir ortama uyum sağlamasına ya da bu ortamın dönüĢümlerine daha iyi
direnmesine imkân tanısa da, insan söz konusu olduğunda bu ortam öncelikle doğal olmaktan çıkar;
ortam, ayırt edici özelliklerini teknik, ekonomik, toplumsal ve zihinsel koĢullardan alır ve bu koĢullar,
kültürel faaliyet yoluyla her insan grubuna özel bir çevre yaratırlar. Bu nedenle, bir adım daha atabilir
ve organik evrimle kültürel evrim arasındaki iliĢkilerin sadece benzeĢim iliĢkileri değil, tamamlayıcılık
iliĢkileri de olduğunu düĢünebiliriz. Genetik olarak belirlenmiĢ olmayan kültürel özelliklerin organik
evrimi etkilenebileceğini söyledim ve kanıtladım. Ama etkileri, geri dönüĢlü eylemlere neden olacak
yöndedir. Bütün kültürler üyelerinden tam tamına aynı yetenekleri" istemez; ve mümkün olduğu üzere,
bazı yeteneklerin genetik temeli varsa, bunlara üst düzeyde sahip bireyler kültürleri içinde kayırılmıĢ
olacaktır. Bundan dolayı bu insanların sayıları artarsa, bunlar, kültürün kendisi üzerinde onu aynı yöne
ya da o yöne dolaylı olarak bağlı yeni yönlere daha fazla çekecek bir eylem uygulamaktan geri
kalmazlar.
Ġnsanlığın baĢlangıcında biyolojik evrim dik durma, el kullanma becerisi, toplumsallık, simgesel
düĢünme, seslendirme ve iletme yeteneği gibi kültür-öncesi özellikleri seçmiĢ olabilir. Buna karĢılık,
kültür var olduğundan bu yana bu özellikleri pekiĢtiren ve yayan kültürdür; kültürler uzmanlaĢtığında,
aĢırı iklim koĢullarına isteyerek ya da zorla uyum sağlamak zorunda olan toplumlar için soğuğa ya da
sıcağa direniĢ, saldırganlık ya da düĢünceye dalma eğilimleri, teknik beceriklilik, vs. gibi baĢka
özellikleri de pekiĢtirir ve teĢvik ederler. Kültürel düzeyde kavradığımız halleriyle bu özelliklerden
hiçbiri genetik bir temele açıkça bağlanamaz, ancak kimi zaman kısmi olarak ve aracı iliĢkilerin
dolaylı etkisiyle genetik bir temele bağlı oldukları da gö-zardı edilemez. Bu durumda Ģunu söylemek
doğru olur: Her kültür genetik yetenekleri ayıklar ve bu yetenekler, karĢı etki yoluyla, öncelikle
güçlenmelerine katkıda bulunmuĢ kültür üzerinde etki ederler.
IRK VE KÜLTÜR/87
Ġnsanlığın baĢlangıcını bugün milyonlarca yılla ölçülen giderek daha uzak bir geçmiĢe götüren fiziksel
antropoloji, bu baĢlangıcın belli baĢlı temellerinden birini ırkçı spekülasyonlardan kurtarmıĢtır, çünkü
böylece bilinmeyenin payı en uzak atalarımızın evrimleri boyunca izledikleri güzergâhı belirtmek için
kullanılabilecek iĢaret sayısından daha hızlı artmaktadır.
Genetik uzmanları tip kavramının yerine topluluk kavramını koyduklarında ve ırk kavramını genetik
stok kavramıyla değiĢtirdiklerinde bu spekülasyonlara daha kesin darbeler indirmiĢ oldular; dahası,
kalıtımsal farklılıkların tek bir genin iĢlemine -bu farklılıklar ırksal açıdan daha az anlamlı olur, çünkü
muhtemelen her zaman bir uyarlanma değerine sahiptirler- ya da, pratik olarak saptanmalarını
imkânsız kılan, birçok genin ortak eylemine bağlı olmalarına göre bir uçurumla birbirlerinden
ayrıldıklarını gösterdiler.
Ama, ırkçı ideolojinin eski iblislerinden bir kez kurtulunca, ya da en azından bu ideolojinin herhangi
bir bilimsel temel iddiasında bulunamayacağı kanıtlandıktan sonra, genetik uzmanları ile etnologlar
arasında, biyolojik ve kültürel olguların ellerindeki oyun kartlarının birbirlerini nasıl ve ne Ģekilde
anlaĢılır kıldıkları hakkında ve kalıntılarına hiçbir zaman eriĢemeyeceğimiz ırksal farklılıkların ilk
kökenlerine ulaĢma savını artık terkedip Ģimdiki zamandan yola çıkarak geleceğe bağlanabilecek ve
oradaki taslak görüntüleri ayırt etmemizi sağlayabilecek bir geçmiĢ hakkında bizi bilgilendirebilecek
ortak araĢtırmalar temelinde olumlu bir iĢbirliğinin önü açılmaktadır. GeçmiĢte ırklar sorunu olarak
adlandırılan Ģey, felsefi spekülasyon alanının ve genellikle yetinilen ahlak vaazlarının dıĢına çıkar.
Hatta, etnologların, farklı ırkların pratik bilgisinden ve gözlem verilerinden esinlenen geçici cevaplar
verebilmek için, sorunu onlar sayesinde gerçekçilik düzlemine oturtmaya çalıĢtıkları ilk tahminlerin de
dıĢına çıkar. Tek kelimeyle, sorun eski fiziksel antropolojinin ve genel etnolojinin yetki alanı içinde
olmaktan çıkar. Sınırlı bağlam-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/88
lar içinde, teknik nitelikte sorular ortaya atan ve bu sorulara, bir hiyerarĢi içinde halklara farklı yerler
saptamaya hiç de elveriĢli olmayan cevaplar veren uzmanların uğraĢı olur.
Organik evrimle kültürel evrim arasındaki iliĢki sorununu Auguste Comte'un metafizik diye
adlandırdığı terimlerle tartıĢtığımızı sadece son on yıldan bu yana anlamaya baĢladık. Ġnsanın evrimi,
biyolojik evrimin bir yan ürünü olmadığı gibi ondan tamamen ayrı da değildir. Biyoloji bilginlerinin
ve etnologların a priori cevaplarla ve dogmatik çözümlerle yetinmeden, karĢılıklı olarak birbirlerine
yapabilecekleri yardımın ve her biri kendi sınırlılıklarının bilincine varmaları koĢuluyla bu iki
geleneksel tavır arasındaki sentez bugün artık mümkündür.
Irkçılığa karĢı ideolojik mücadelenin pratik alanda niçin bu kadar etkisiz kaldığını belki geleneksel
cevapların bu yetersizliği açıklar. Irkçı önyargıların hafiflediğini gösteren hiçbir Ģey yoktur; ve kısa
süreli yöresel yatıĢma dönemlerinin ardından baĢka yerlerde keskin bir Ģiddetle yeniden ortaya
çıktıklarını düĢündürecek birçok Ģey vardır. Unesco, bu nedenle, çıkıĢ yolu belirsiz görünse de düzenli
aralıklarla aynı mücadeleye yeniden giriĢme ihtiyacını duymuĢtur. Ancak, hoĢgörüsüzlüğün aldığı
ırkçı biçimin, temelde, Ģu ya da bu topluluğun kültürel evrimin organik evrime bağlı olduğu yolunda
beslediği yanlıĢ düĢüncelerden kaynaklandığından bu kadar emin miyiz? Bu düĢünceler, köleleĢtirme
isteği ve güç iliĢkileri üzerine kurulu daha gerçek karĢıtlıklara sadece ideolojik bir kılıf sağlamıyor
mu? GeçmiĢteki durum hiç Ģüphesiz buydu; ama bu güç iliĢkilerinin zayıfladığını varsaysak bile,
nüfus patlamasına maruz kalan bir insanlık tarafından bilinçsizce hissedilen birlikte yaĢamanın artan
güçlüğü karĢısında ırksal farklılıklar bir bahane olmaya devam etmeyecek midir? Ve tıpkı
yoğunlukları, içinde bulundukları çuvaldaki besin kaynaklarını miktar olarak aĢmadan önce
salgıladıktan toksinle birbirlerini uzaktan zehirleyen un kurtları gibi, insanlık da, her bir üyesinin boĢ
alan, temiz su, temiz hava gibi temel zenginliklerden serbestçe yararlanamayacağı kadar kalabalıklaĢ-
tığı konusunda gizli bir önseziyle uyarılarak kendinden nefret et-
IRK VE KÜLTÜR/89
meye baĢlamayacak mıdır? saygınlıklannı kendi gözlerinde ve güçlü komĢularının gözlerinde
azaltacak kadar, baĢka insan grupları tarafından doğal zenginliklerin güç bela yeteceği bir duruma
düĢürülen ve çok dar bir toprak parçasında yaĢamak zorunda bırakılan insan grupları karĢısında ırkçı
önyargılar en Ģiddetli düzeye ulaĢtılar. Ama bütün olarak modern insanlık kendini mülksüzleĢtirme ve
giderek küçülen bir gezegen üzerinde, kendi temsilcilerinden kimilerinin bahtsız Amerikan ya da Ok-
yanusya kabilelerine zorla kabul-ettirdikleriyle kıyaslanabilir bir durumu kendi aleyhine yaratma
eğiliminde değil midir? Ve sonuç olarak, bazı psikolojik deneylerin öne sürdüğü gibi, herhangi bir
kökenden gelen özneleri ekiplere paylaĢtırmanın ve bu ekiplerin her birinde rakipleri karĢısında bir
tarafgirlik ve adaletsizlik duygusu geliĢsin diye onları rekabet edilebilir bir ortama yerleĢtirmenin her
zaman ve her yerde yeterli olduğu ortaya çıkarsa, ırkçı önyargılara karĢı ideolojik mücadeleye ne
olacaktır? Bugün dünyanın birçok yerinde ortaya çıktığı görülen hippiler gibi azınlık topluluklar,
nüfusun genelinden ırklarıyla değil, sadece yaĢam tarzlarıyla, ahlakları, saçları ve kıyafetleriyle ayrılır-
lar; büyük çoğunluğun onlara karĢı hissettiği iğrenme, hatta kimi zaman da düĢmanlık duygularıyla
ırkçı nefretler arasında özde bir fark var mıdır? Dolayısıyla, sadece bu nefretlerin, dar anlamda
dayandığı özel önyargıları ortadan kaldırmakla yetindiğimizde insanlık için gerçek bir ilerleme
sağlamıĢ olacak mıyız? Bütün bu varsayımlarda, ırkçılık sorununun çözümüne etnologun yapacağı
katkının hiçbir anlamı olmayacaktır; psikologlar ve eğitimciler tarafından sunulacak katkının daha
verimli olacağı da kesin değildir, çünkü, ilkel denen halkların örneğinin bize öğrettiği gibi, karĢılıklı
hoĢgörü çağdaĢ toplumların hiç olmadıkları kadar uzak bulundukları iki koĢulun gerçekleĢmesini
gerektirir: göreli bir eĢitlik ve yeterli fizik mesafe.
Günümüzde, örneklerini verdiğim ve insanlığın canlı türler arasında birinci yeri elde etmesini sağlamıĢ
olan organik evrim
IRK TARĠH VE KÜLTÜR / 90
ile kültürel evrim arasındaki bu olumlu etkileĢime bugünkü demografik koĢulların getirdiği riskler
hakkında genetik uzmanları kaygı dolu sorular sormaktadırlar. Topluluklar geniĢlemekte, ama sayıları
azalmaktadır. Bununla birlikte, her bir topluluğun bağrında karĢılıklı yardımlaĢmanın geliĢmesi,
tıptaki ilerlemeler, insan ömrünün uzaması, grubun her bir üyesine dilediğince üremesi için giderek
daha çok tanınan özgürlük, zararlı mütasyonların sayısını artırır ve onların devam etmesine imkân
verir; aynı zamanda, küçük gruplar arasındaki engellerin ortadan kaldırılmasıyla, türün yeni atılımlar
yapma Ģansını sağlamaya elveriĢli evrimci deneyimler imkânı da dıĢlanmıĢ olur.
Elbette bu, insanlığın evriminin durduğu ya da duracağı anlamına gelmez; kültürel düzeydeki evrim
açıkça ortadadır ve sadece uzun vadede kanıtlanabilir olan biyolojik evrimin sürdüğüne dair dolaysız
kanıtlar bulunmasa da, insanın biyolojik evrimiyle kültürel evrimi arasındaki sıkı bağlar, eğer kültürel
evrim mevcutsa biyolojik evrimin de zorunlu olarak devam edeceğinin güvencesidir. Ama doğal
ayıklanma, bir türe üremesi için sunduğu çok büyük üstünlüklerle değerlendirilemez sadece; çünkü,
eğer bu türün çoğalması, günümüzde ekosistem diye adlandırılan ve her zaman bütünlüğü içinde
düĢünülmesi gereken Ģeyle aradaki zorunlu dengeyi bozuyorsa, o zaman, kendi baĢarısının ölçütünü ve
onaylanmasını bu çoğalmada gören özel tür için yıkıcı olabilir. Ġnsanlığın kendisini tehdit eden
tehlikelerin bilincine vardığı, onların üstesinden gelmeyi baĢardığı ve biyolojik geleceğinin efendisi
olduğu varsayılsa bile, insanlık soyunu arıtmaya yönelik sistematik uygulamaların onu çökerten
ikilemden nasıl kurtulacağı bilinmemektedir: Ya yanılgıya düĢülecek ve tasarlanandan çok farklı bir
Ģey yapılacaktır, ya da baĢarılacak ve ürünler yaratıcılarından daha üstün olduğundan, yaratıcılarının
yapmıĢ olduklarından -yani kendilerinden- farklı bir Ģey yapmaları gerektiğini kaçınılmaz olarak
keĢfedeceklerdir.
Demek ki bu düĢünceler, ırkçı önyargılara karĢı mücadelenin getirdiği sorunları etnologun tek baĢına
ve sadece kendi biliminin kaynaklarıyla silahlanmıĢ olarak çözüme bağlama yetene-
IRK VE KÜLTÜR/91
ğine dair hissettiği kuĢkulara bazı ek nedenler getirmektedir. YaklaĢık on beĢ yıldan bu yana, etnolog,
bu sorunların, insani ölçekte çok daha geniĢ ve çözümü daha da acil bir sorunu yansıttığının bilincine
daha da fazla varmıĢtır: Ġnsan ile diğer canlı türleri arasındaki iliĢki sorunu; ve insanın hemcinslerine
duymasını dilediğimiz saygı, hayatın bütün biçimlerine karĢı hissetmesi gereken saygının sadece özel
bir durumu olduğundan, bu sorunu diğer canlı türleri düzleminde çözmeye çalıĢmadan, insan
ölçeğinde çözmeye çalıĢmak hiçbir Ģeye hizmet etmeyecektir. Antik Çağ'ın ve Rönesans'ın mirasçısı
olan Batı hümanizmi insanı yaratılıĢın geri kalanından soyutlayarak, insanı onlardan ayıran sınırları
çok katı biçimde tanımlayarak onu koruyucu siperden yoksun bıraktı ve, 19. ve 20. yüzyılın
deneyiminin kanıtladığı gibi, insanı, yeterli savunması' olmaksızın, kendi kalesi içinde hazırlanan
saldırılara maruz bıraktı. Bu hümanizm, insanlığın gitgide güçsüzleĢen kesimlerinin, keyfi olarak
çizilen sınırların dıĢına atılmasını mümkün kılmıĢtır; insanın saygıdeğerlili-ğinin yaratılıĢın efendisi ve
tanrısı olmasından değil, öncelikle canlı varlık olmasından kaynaklandığı unutulmuĢ olduğu için,
insanlığın bir kısmına gösterilen saygı bu kesimlere o kadar kolay gösterilemeyebilmektedir. Ġnsanın
ilk önce canlı varlık olarak saygıdeğer olduğunun kabul edilmesi, insanı bütün canlı varlıklara karĢı
saygı göstermeye zorlayacaktır. Bu bakımdan Budist Uzak Asya bu temel ilkelerin emanetçisidir ve
bütün insanlığın onları örnek almasını ya da örnek almayı öğrenmesini diliyoruz.
Nihayet, etnologun tereddüt etmesi için son bir neden daha vardır; bu tereddütü kuĢkusuz ırkçı
önyargılara karĢı mücadeleye iliĢkin değildir -çünkü etnologun bilimi bu mücadeleye Ģimdiden güçlü
katkılarda bulunmuĢtur, bunu sürdürmektedir ve sürdürecektir- ama insanlar arasında bilginin
yayılmasının ve iletiĢimin geliĢmesinin insanları farklılıklarını kabul ederek ve bunlara saygı
göstererek uyum içinde yaĢatmayı bir gün baĢaracağına, sık sık teĢvik edildiği üzere, inanmak
konusunda tereddütü vardır. Bu yazı boyunca, bugüne kadar coğrafi uzaklık ve
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/92
dilsel ve kültürel engellerle ayrılmıĢ olan toplulukların tedrici kaynaĢmasının, birbirlerinden kalıcı
biçimde ayrılmıĢ küçük gruplar halinde yaĢarken her biri hem biyolojik planda hem kültürel planda
farklı biçimlerde evrimlenen insanlara yüzbinlerce yıldan bu yana ait olmuĢ bir dünyanın sonunu
belirlediğinin altını defalarca çizdim. GeliĢen sanayi uygarlığının neden olduğu altüst oluĢlar, ulaĢım
ve iletiĢim araçlarının artan hızı bu engelleri yıktı. Aynı zamanda, yeni genetik bileĢimlerin ve kültürel
deneyimlerin hazırlanması ve denenmesi konusunda bu engellerin sunduğu imkânlar da kurudu. Oysa,
acil pratik gerekliliğine ve kendine yüklediği yüksek ahlaki hedeflere rağmen, ayrımcılığın bütün
biçimlerine karĢı mücadelenin, insanlığı bir dünya uygarlığına, bir daha böylelerini
yaratabileceğimizden giderek daha az emin olduğumuzu hissettiğimiz için özenle kütüphanelerde ve
müzelerde topladığımız ve hayata değer kazandıran estetik ve manevi değerleri yaratmıĢ olma onurunu
elinde bulunduran eski bölgesel özellikleri yok eden bir uygarlığa götüren aynı hareketin bir parçası
olduğunu gizlemek mümkün değildir.
[KuĢkusuz, kendimizi, bir gün insanlar arasında, çeĢitlilikleri tehlikeye atılmadan eĢitlik ve kardeĢliğin
hüküm süreceği hayaliyle oyalıyoruz. Ama insanlık geçmiĢte yaratabildiği değerlerin kısır tüketicisi
haline gelip sadece soysuz eserler, kaba ve çocuksu buluĢlar meydana getirmeye rıza göstermezse,
bütün hakiki yaratıların diğer değerlerin çağrısı karĢısında, onların reddi, hatta inkârına kadar
gidebilecek belirli bir sağırlık içerdiğini yeniden öğrenmesi gerekecektir. Çünkü, hem ötekinin hazzı
içinde erimek, onunla özdeĢleĢmek, hem de ondan farklı kalabilmek mümkün değildir. BaĢkasıyla
olan bütünlüklü iletiĢim tam anlamıyla baĢarıldığında, kısa ya da uzun vadede, onun ve benim ya-
ratılarımızın özgünlüğünü zedeler. Birbirlerinden uzak partnerlerin birbirlerini teĢvik edebilmeleri için
yeterli iletiĢimin olduğu; bununla birlikte, tıpkı gruplar gibi bireyler arasında da çıkması kaçınılmaz
olan engellerin azalacağı, öyle ki alıĢveriĢin kolaylığı yüzünden çeĢitliliğin bozulup eĢitleneceği
yoğunluk ve hızda bir iletiĢimin olmadığı dönemler, en yaratıcı dönemler ol-
IRK VE KÜLTÜR/93
muĢtur.]
Demek ki insanlık, etnologun ve biyoloji bilgininin aynı biçimde ölçtükleri çifte bir tehlikenin
tehdidiyle karĢı karĢıyadır. Bu bilim adamları, kültürel evrimle organik evrimin birbirine bağlı
olduğuna inanarak, geçmiĢe dönüĢün imkânsız olduğunu kuĢkusuz bilirler, ama insanların bugün
tutmuĢ oldukları yolun, etnik farklılıklara bahane olarak bile kullanılmayacağı, yarın inĢa edilme
tehlikesi taĢıyan Ģiddetli bir hoĢgörüsüzlük rejimi için gerilimler biriktirdiğini ve ırkçı nefretlerin böyle
bir rejimin ancak çok eksik bir görüntüsünü sunduğunu da bilmektedirler. Günümüzün ve daha
korkunç olan yakın geleceğin bu tehlikelerine karĢı koyabilmemiz için bunların nedenlerinin sadece
cahilliğe ve önyargılara bağlı olan nedenlerden çok daha derinlerde olduğuna inanmamız gerekir:
Umutlarımızı, ancak tarihin akıĢmdaki bir değiĢime bağlayabiliriz - bu, düĢüncelerin geliĢimindeki
ilerlemeden daha güç olsa bile.
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI
Georges Charbonnier / Claude Levi-Strauss
Etnolog* ve Ġzleyici Kitlesi
GEORGES CHARBONNĠER: Claude Levi-Strauss, ressamla izleyici, müzisyenle dinleyici, ozanla
okuyucu ve daha genelde sanatçıyla sanatsever, koleksiyoncu, izleyici ya da sanatla ilgilenmeyenler
arasındaki kopuĢ, uzun süredir yoğun olarak tartıĢılan bir konu. Bu arada bilim adamıyla sıradan insan
arasındaki kopuĢun daha da keskin olduğunu eklemek yerinde olur sanırım.
Ressamın izleyicisinden kopukluğu, bir duyarlık farkının somut anlatımından öte bir Ģey değilken,
bilim adamıyla sıradan insan arasındaki kopuĢ, bilgi ve bilgi edinebilmedeki uyuĢmazlığın bir
iĢaretidir. Günümüzde eĢitsizlik düĢüncesi en kaba ve en basit ifadesini belki de bu farklılıkta bulur.
Bilim adamı bilen ve nasıl bilineceğini bilen bir kiĢiyken, biz bilim adamı olmayanların bilgisi,
yalnızca günlük yaĢantımızdan edindiğimiz deneyimlerimizin kesin olmayan yorumuna dayalıdır.
Dahası bilim adamı giderek daha güçlü bir konumda bulur kendini. Artık politi-
* Fransızca'da, okuejtazar olmayan toplumların biyolojik yönden araĢtırılmaları anthropologie sözcüğüyle (ki Ġngilizce'de bu
physical antropolog^ dir); tarihsel ve sosyolojik yönden araĢtırılmaları ise (Ġngilizce'deki social and cultural anthropology
sözcüğüne denk düĢen) ethnologie sözcüğüyle karĢılanmaktadır. Metinde, ethnologie sözcüğüne karĢılık, etnoloji kullanıl-
mıĢtır, (ç.n.)
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 96
kacıların değil bilim adamlarının gücüne güveniyoruz, hem de her geçen gün biraz daha fazla. Daha
önceleri politikacıların ahlaklarına iliĢkin kuĢkularımız vardı, ama bu artık bizi ilgilendirmiyor. ġimdi
kafamızı kurcalayansa, bilim adamının ahlakı. Bilim adamını, yıkıcı sonuçlar getirebilecek
araĢtırmaların peĢinde olduğu, insanlığın yıkımı demek olabilecek araĢtırmalar yaptığı, yani atom
bombasını yaratarak fiziğin geliĢmesini sağladığı için eleĢtiriyoruz. Fizikçiyi, bilgide bir sığınak,
sağlam bir özür bulduğu, bilgiyi kullanarak tıpkı hukukçuların "aklanabilir durum" dediklerine benzer
bir konum edindiği için eleĢtiriyoruz.
Eğer hukukçular, yasanın kötüye kullanılmasıyla ilgili bir kuram geliĢtirdilerse bu, yasa varolduğu
sürece yasanın kötüye kullanılmasının da varolduğundan olsa gerek deriz; sonra da kendi kendimize,
acaba bilginin kötüye kullanılması bilginin kullanılmasıyla, dahası bilginin bütününün yaratılmasıyla
çakıĢmıyor olamaz mı diye sorarız.
Bilim adamından, bilgisinin yol açabileceği sonuçları öngörmesini ve bunları denetlemesini istiyoruz.
Ondan, gücünü bilerek, bu gücün bilinçli uygulanmasında, tüm sorumluluğu yüklenmesini istiyoruz -
istese de bunu yapamayacağını düĢünmemize rağmen.
GeçmiĢteki olaylardan ötürü, atom bombası, tek baĢına endiĢe kaynağımız olmaya yetiyor: Bugün olur
mu, gelecekte olacak mı diye. Kısacası, bilginin saldırısına uğramıĢ gibiyiz ve muğlak olmasına
rağmen kutsadığımız insan kavramının tümden yok olmasından korkuyoruz.
Yine de bugüne dek, sanatlarda, bilim adamlarının eriĢemediği bir sığınak bulmuĢ olduğumuza
inandık. Sanatın, bir özgürlük alanı, hiçbir yasanın konmadığı ve uygulanmadığı bir alan olduğunu
düĢündük. Estetik profesörlerine küçümsemeyle baktık. Matematiksel hesaplann ötesinde, insana,
yalnızca insana ait olmasında ısrar ettiğimiz o özel güzellik türünü yaratan sanatın alanına,
matematiğin hiçbir zaman giremeyeceğinden emindik; çünkü biz ortalama insanlar için insanı insan
yapan Ģey, matematiksel hesapların dıĢında kalanlardır. Hesaplanabilen hiçbir
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/ 97
Ģey insana özgü değildir ve matematiğin girdiği her alan insandan alınıp uzaklaĢtırılmıĢtır. Bu
demektir ki; o muğlak bilim kavrayıĢımızla, her dalda kullanılan matematik miktarıyla ters orantılı bir
değerler ölçütü yaratmıĢızdır - bilmem anlatabiliyor muyum?
Bu duygusal sınıflamaya göre fizik, "insan bilimleri" diye adlandırılan bilimlerden daha büyük bir
tehdit kaynağıdır. Biz prehistorya, arkeoloji ve etnolojiden yanayız. Uzun süredir -etnologlar konuyu
açıklığa kavuĢturalı beri- onların insanı ele alıĢlarındaki Ģiirsel yaklaĢımın farkındayız. Sanatın ve
sanatçı yaklaĢımının bilimsel yöntemlerle çakıĢtığı durumları da, geleneksel düĢünce tarzımızı haklı
çıkarmak ve insan kavramımızı korumak için bir araç olarak kullanıyoruz.
Ancak, etnolojinin yalnızca kesinlik aradığını ve doğruya ulaĢmak için fırsat düĢtükçe, nesneyi Ģiirsel
gerçeğe yeğlediğini Ģimdi anlıyoruz ve haklı olarak üzerinde durduğumuz zeminin kaydığını
hissediyoruz. Yine de bedeli ne olursa olsun, yeniden inandırılmak istiyoruz.
Aslında çok açık olan bir Ģeyin; bilim adamının da bizim gibi biri olduğunun, günlük olaylarda kendini
duygularının akıĢına bıraktığının ve her Ģeyi mantıksallaĢtırmadığının, tanıtlanmasını istiyoruz.
Örneğin, bilim adamı ekonomi politik ve "sosyoloji" derken, biz daha yüzeysel bir terim olan
"politika"yı kullanırız. "Politik" dediğimiz eylemlerle bütünüyle ilgileniriz. Birtakım kararlar verir ya
da böyle yapmayı tasarlarız; bizim için ikisi de aynı Ģeydir aslında. Yine de, siz bilim adamlarının
politik alana eninde sonunda çekilebileceğinize inanırız - bunu inatla umarız. Acaba politik alana
giriĢinizi, bilim adamlığı mı belirler yoksa duygular mı? Yani diyelim, benim gibi biri mi olup
çıkarsınız?
CLAUDE LEVI-STRAUSS: Zorlandığımı hissedebileceğim bir konuma sizi de götürmek istemem...
G. C: Olabilecek en kötü konuma ben kendi kendimi getiriyorum... bilerek.
C. L.-S.: Pekâlâ o zaman. Doğaldır ki, herkes gibi benim de politik inançlarım var. Toplumsal baskı ve
günlük yaĢamda karĢı-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/98
laĢılan bunca aptallık ve kötülük kiĢinin bir politik görüĢü olmamasını olanaksız kılıyor bence. Fakat
etnolog olmamdan ötürü politik tavrım tam anlamıyla oluĢamadı: Hep mesleki düĢünce tarzımın
dıĢında, hatta ona etki edemeyen bir Ģey olarak kaldı, dolayısıyla onun duygusal bir tavır olduğunu
kabul etmeliyim. Bir de, kiĢinin diğer toplulukları dıĢardan gözlemlerken ulaĢmaya çalıĢtığı nesnel
tavırla, kendini içinde buluverdiği kendi toplumunda sahip olduğu konumu arasındaki çeliĢkiyi
çözmeye çalıĢtığı noktada, bu duygusal tavır varlığını tüm somutluğuyla duyuruyor.
G. C: Ayrıntıya ve tekil olaylara girmeden açıklayabilir misiniz acaba, bir bilim adamı olarak
kendinizde çeliĢkiler yakaladınız mı? "ġu tür bir Ģeyin büyük olasılıkla doğru olduğu sonucuna
vardım, oysa Ģimdi öyle değilmiĢ gibi davranıyorum" diye düĢündüğünüz olur mu hiç?
C. L.-S.: Hiç kuĢkusuz; anlayıĢla ve neredeyse sevgiyle araĢtırdığım baĢka toplumlardan elde ettiğim
bilgiler ıĢığında kendi toplumumu çözümlemeye çalıĢtığımda belli çeliĢkilerle karĢı karĢıya kalıyorum:
Kendi toplumumun bazı yargıları veya davranıĢ biçimleri, öfke ve tiksinti uyandırıyor, diğer yandan
benzeri Ģeylere ilkel toplumlarda rastladığımda önyargılı davranmıyorum. Nedenleri araĢtırıyor, "belli
eylem ve davranıĢ biçimleri varsa, bunların ardında nedenleri de olmalı" varsayımıyla çalıĢıyorum.
G. C: Evet, ben etnolog olmadığım halde, kitaplarınızı yani etnoloji çalıĢmalarınızı okurken bu
dikkatimi çekmiĢti. Ġncelediğiniz hangi ilkel toplumdu hatırlamıyorum ama, bu o kadar önemli değil.
Yamyamlık ve iĢkencenin bir anlamda haklı çıkarılabilir olduğu düĢüncesi seziliyordu. Nedenleri
anlaĢılınca, görüngünün kendisi de haklı çıkıyor. Onu haklı çıkardığınızı söylemek istemiyorum -bir
okur olarak demek istediğim, her görüngünün bir araĢtırma konusu olabileceği izlenimini edindiğim-
ve bana en çarpıcı gelen de, acı çekmenin değerinin ortadan kalkmıĢ olması.
C. L.-S.: Aslında hiç de özenilecek Ģeyler olmamalarına rağmen, ben neredeyse "iĢte böyle olmalı"
diyecek kadar ileri gide-
LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI/99.
çektim. 19. yüzyılın sonuna dek ayakta kalabilmiĢ, üç ya da dört bin toplumu yakından tanıdığımızı
ileri süremeyeceğimize göre -ki bugün bu sayı azalmıĢ olmalı, çünkü birçoğu ortadan kalktı-hepimiz
az çok uzman sayılırız. Bu yüzden de seçmeye zorlanırız ve bunu pek bilimsel olmayan nedenlerle
yaparız. Bizim meslek, kiĢiyi kendini belli Ģeylere adamaya yönelttiğinden, seçimimiz ilkin
rastlantısaldır, sonra da kiĢisel beğenilerle ilgili birtakım nedenler tarafından belirlenir.
YaĢamının son aylarında, ünlü Amerikalı meslektaĢım Robert Lowie'nin bana -onu örnek olarak
alıyorum, çünkü onunkilerden daha nesnel, özgün ve açık kitap yok; kitaplarını okurken onun, en ufak
bir kiĢisel etkeni devreye sokmadan, toplumları tamamen nesnel biçimde inceleyen tarafsız bir
araĢtırmacı olduğunu düĢünüyor insan- her yönüyle incelediği bazı toplumlar konusunda kendini tam
anlamıyla huzurlu hissetmediğini ve o toplumları gerçekten anladığına inanmadığını söylediğini anım-
sıyorum. Örneğin, kurak düzlüklerde yaĢayan ve baĢlarına tüyler takan Crow Kızılderilileri -yani,
bizim çocuklarımızın çok yakından tanıdığı Kızılderililer- için içten bir sevgi beslerken, haklarında
son derece iyi incelemeler kaleme aldığı, Amerika'nın güneybatı eyaletlerindeki Pueblos'a. dahil olan
Hopi Kızıl-derilileri'ne karĢı aynı duygular içinde olmadığını açıklamıĢtı.
Ve nedenini sorduğumda, "gerçekten bilmiyorum; fakat bir Crow Kızılderilisi sadakatsiz karısını
burnunu keserek cezalandırdığında, tepkisini anlayabiliyorum, bana normal geliyor. Diğer yandan,
aynı durumda bir Hopi Kızılderilisi, tanrılara yağmuru esirgemeleri ve tüm topluluğu açlık içinde
kıvrandırmaları için dua ettiğinde bu, bana anlaĢılmaz, hatta tüylerimi diken diken eden canavarca bir
tavır gibi görünüyor" diye yanıtladı. Yineliyorum., her Ģeye rağmen Lowie, hem Crow hem de Hopi
Kızılderilileri arasında son derece önemli ve yetkin araĢtırmalar yapmıĢtır; fakat topluluklardan birinde
fazladan bir çaba harcaması gerektiğinden, iki topluluğa karĢı aynı duyguları besleye-miyordu. Tüm
etnologların bu tür deneyimleri vardır.
Meksika Kızılderilileri'nin ya da BirleĢik Devletler'in kurak
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/100
düzlüklerinde yaĢayan Kızılderililerin bazı iĢkencelerini okuduğumda iğrendiğimi yadsıyamam. Fakat
bu duygu, hiçbir anlamda bizim toplumumuzdaki benzeri uygulamalara duyduğum sonsuz öfkeyle
karĢılaĢtırılamaz. Oysa Kızılderili toplulukları söz konusu olduğunda, öncelikle böyle uygulamaların
bulunabileceği kolektif temsil, davranıĢ ve inanç sistemini anlatmaya çalıĢı-
rım.
G. C: Etnologlar özellikle Ģanslı gibi geliyor bana -belki de Ģans derken bilinçli olarak alınmıĢ bir
kararı söylemek istiyorum- siz etnologların tutkularıyla olan iliĢkileri, fizikçininkiyle aynı değil bence;
duygularınızla uzlaĢmada ve onları çalıĢma yönteminizle -belki araĢtırmanızın nesnesiyle değil ama
çalıĢma yönteminizle- bütünleĢtirebilmede daha baĢarılı görünüyorsunuz. Antropolog olmak, etnolog
olmak, insan topluluklarıyla ve belli bir insan türüyle ilgilenmek, bir seçimi beraberinde getiriyor ve
hatta öngerektiriyor.
C. L.-S.: Etnoloji ile, kendimizi içinde yaĢadığımız çağa uydurmakta güçlük çektiğimiz için
uğraĢtığımız sık sık söylenir -•evrensel bir doğru mudur bilmiyorum ama, bu durum çoğumuz için
büyük olasılıkla geçerlidir.
G. C: Demek istediğim tam bu değil. Söylediğinizde doğruluk payı var mutlaka ve etnologun
uyumsuzluğu'nun da birtakım nedenleri olmalı, bunu gayet iyi anlıyorum. Fakat bana öyle geliyor ki,
antropolojik araĢtırma, etnologa kendi içindeki bilim adamı ve insanı kaynaĢtırma fırsatını veriyor.
C. L.-S.: BaĢka bir deyiĢle (etnoloji) bize, deyim yerindeyse, "Öklidyen" sosyolojinin kavramlarını
terk etmemiz konusunda oldukça acı bir entelektüel ders veriyor, tıpkı fizikçilerin ve astronomların
bize, en küçüğünden en büyüğüne dek tüm görüngülerin bağdaĢık bir uzayda oluĢtuğu düĢüncesini
artık terk etmemiz gerektiğini öğrettikleri gibi. Farklı toplumları araĢtırdığınızda, baĢvuru sisteminizi
değiĢtirmeniz gerekebilir, bu da ancak o alandaki deneylerle edinilebilecek zorlu bir zihin cimnasti-ği
ile olabilir. Ġnanılmaz, hatta olanaksız bir Ģeydir, masa baĢı etnologu olmak. ġunu bile söyleyebilirim
ki, gerekli olan çaba
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/101
yıpratıcı bir fiziksel çabadır ve bu anlamda, belki de sözünü ettiğiniz güçlüğü çözemeyiz ama en
azından onun çözülemezliğini ve alıĢmamız ve birlikte yaĢamayı öğrenmemiz gereken çeliĢkilerin
varolduğunu anlayabiliriz.
Fakat bu bizi, araĢtırması için ayrıĢtırma yaparKen belli sınırların ötesine geçemeyeceğini, bunu
yaptığında gerçeğin birbirini tümleyen yönlerinden bazılarını yakalayabilmek için, diğer yönlerini
kavrayabilme Ģansını yitireceğini bilen fizikçiden pek farklı kılmaz. Etnolog da kendini benzer bir
durumda bulur. Aynı anda, hem çok farklı toplumlar, hem de yaĢadığımız toplum için zihnimizi
yoğunlaĢtıramayız. Kendi toplumumuzda, diğer toplumları eleĢtirmeye kalktığımızda terk etmek
zorunda olduğumuz bir değerler sistemi ve baĢvuru sistemi kullanırız. Ve okuyucular ya da izleyiciler:
"Ġki Ģeyi karĢılaĢtırabilmelisiniz; ikisi için de geçerli olabilecek bir baĢvuru sistemi geliĢtirebilme-
lisiniz" dedikleri zaman, belki de bir baĢvuru sistemimizin hiç olmamıĢ olması biz etnologların iĢine
yarıyor.
G. C: Bana öyle geliyor ki, bir anlamda, gitmek zorunda olduğu, seçilmiĢ belli bir yere, çok uzaklara
giden etnolog, araĢtırma yöntemlerini, somutta kendi kiĢisel "Ģiir"ine denk düĢecek bir nesneye
uygulayacaktır.
C. L.-S.: Evet, fakat burada yeniden geri dönüp...
G. C: Fizikçinin tam anlamıyla böyle bir durumda olduğunu sanmıyorum.
C. L.-S.: Neden olmasın? Ġki uzmana, niçin birinin biyolog da öbürünün matematikçi olduğunu
sorduğunuzda, biyologun kiĢisel geçmiĢinde, canlı varlıklara derin bir ilgi duyduğunu ve onları merak
ettiğini, oysa matematikçinin konusuna farklı ama aynı oranda derin bir ilgi duyduğunu
görmeyeceğinizden emin olabilir misiniz?
G. C: Bunlar duygusal nedenler.
C. L.-S.: Tabii ki duygusal nedenler.
G. C: "Benim kiĢisel 'Ģiir'im, bir anlamda, a priori'dir ve ben onun vücuda geldiği somut biçimi
bulmak için, belli bir yöne giderim" denebilir mi?

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/102


C. L.-S.: Yanılıyor olabilirim ama, ilk bakıĢta, onlar açısından durumun, bizimkinden farklı olması
için bir neden göremiyorum.
"Ġlkel"ler ve "Uygar"lar
GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, bilim adamı bizimle aynı biçimde soru
sormadığından ve ondan ısrarla bizim sorularımızı yanıtlamasını istediğimizden, bizlere karĢı çok sa-
bırlı olmak zorunda. O bilgi edinmek için soru sorarken, biz, kendimiz için, tam olarak tanımlamaktan
aciz olduğumuzu bilmekle birlikte, sıkıca sarıldığımız insan kavramını korumak için sorarız. Bilgi
edinme aracı olarak Ģiirsel duyarlılığını kullanan bir bilim adamı tipi olduğu için, etnologu kendimize
yakın hissederiz. Bu yüzden, etnolog, açıkça bizden uzak ve bize yabancı olan özel bir toplumsal
malzeme üzerinde, bir astronom titizliği ile çalıĢırken, biz ondan, konusu olmadığı halde, yaĢadığımız
toplumun Ģiirsel bir yorumunu bekleriz.
Bir dizi matematiksel hesap yoluyla, sosyal grupların ortalama davranıĢlarını çıkarsayabildiği ve
özgürlüğümüz adına endiĢe duymamıza neden olduğu için sosyologu bizden biri gibi görmeyiz.
Dolayısıyla her Ģeyden önce sormak istediğimiz soru etnologa yönelir: AraĢtırdığınız toplumlarla,
yaĢadığımız toplum arasında gözlemlediğiniz, en temel iĢlevsel ve yapısal farklılıklar nelerdir?
CLAUDE LEVI-STRAUSS: Etnologun arada bir yanıtlamak durumunda kaldığı en zor soruyu
soruyorsunuz bana. Öyle zor ki, buna bir yanıt olabileceğini pek düĢünemiyorum. Bu soru, âdeta
bilgimizin mutlak sınırını temsil ediyor. Yanıtlamaya çalıĢmazdan önce, niçin bu kadar zor bir soru
olduğunu, kendimize sormamız yerinde olur. Bu soru ardında bir diğer soruyu, bir ilerleme kavramı
çerçevesinde tüm insan topluluklarını, kimilerini daha "ilkel" -yaygın biçimde kullanıldığından
alıĢmak duru-
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/103
munda kaldığımız bir terim- kimilerini "daha uygar" diye sıralayıp sıralayamayacağımız sorusunu,
gizliyor bence.
G. C: Aslında bu, benim sormak istediğim sorulardan biriydi ve devamı da var.
C. L.-S.: Evet ama, eğer bir sakıncası yoksa, bu noktadan baĢlayalım. Bence en büyük zorluk, bir
topluma içinden bakmakla, dıĢından bakmanın aynı olmamasından kaynaklanıyor. Topluma dıĢarıdan
baktığımızda, olumlu veya olumsuz yargılarımız olabilir; teknik ilerlemenin derecesini, üretim
hacmini, nüfus oranını vb. saptayabiliriz ve son derece kendimizden emin, baĢka toplumlar için
yaptığımız sınıflamalarla karĢılaĢtırabileceğimiz, nesnel bir sınıflamaya sokarız bunu.
Fakat içeriden bakıldığında, bu birkaç yetersiz öğe, verili toplumun üyeleri tarafından abartılır ve
dönüĢtürülür. Toplumun doğası ne olursa olsun, ister en uygar ister en ilkel, bu böyledir: Toplumu
belirleyen ince ayrıntılar vardır.
Bir baĢka bağlamda örnek olarak, bir kiĢinin ölümünün "tanıĢlarını ve aile üyelerini nasıl
etkileyeceğini düĢünelim. Uzaktan, herhangi bir ölüm, sıradan bir olaydır; oysa yakınları için,
dünyalarının yıkılması anlamına gelir. Eğer aile bizimki değilse ve kaybeden biz değilsek, kaybın bir
aile için ne demek olduğunu hiçbir zaman anlayamayız. Bu tür bir güçlük, bir anlamda, fizikçilerin
sözünü ettiği tümleyiciliği anımsatıyor.
Aynı anda hem parçacığın konumunu hem de yörüngeyi saptamak olanaksızdır. Benzer biçimde, belki
de bir toplumu içeriden bilip, diğer toplumlarla birlikte, dıĢarıdan sınıflandıramayız. Güçlük budur.
G. C: Fakat, bu, etnoloji ve insanı konu alan tüm diğer araĢtırma yöntemlerindeki genel güçlük.
C. L.-S.: Gerçekten de bu, tüm yöntemlerin karĢılaĢtığı bir güçlük; ancak ben yalnızca etnolojideki
özel durumu açıklamaya çalıĢıyorum. BaĢından beri niyetim buydu, fakat tabii yanıtlamam gereken
sorunuzdan kaçmak için değil, sürekli kendi kendimize sorduğumuz bir soru olduğu için ve diyelim
çömlekçilik, dokumacılık, çiftçilik ve evcil hayvan nedir bilmeyen Avustral-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/104
ya yerlileriyle, makinalaĢması, ısı enerjisi, elektrik enerjisi, Ģimdi de nükleer enerjisiyle bizim
toplumumuz kadar birbirlerinden farklı toplumlar arasında kıyaslamalar yapmaktan kendimizi ala-
madığımız için. Böyle toplumlar arasındaki fark apaçık ortadadır ve bunun nedenlerini anlamaya
çalıĢmamamız olanaksız bir Ģeydir.
G. C: Günlük kullanımda tüm bir sözcük dağarcığı vardır, ki bunun altında yatan anlam açıklığa
kavuĢturulmalıdır; çünkü biz büyük toplumlarda yaĢayan bugünün ve bu çağın insanlarıyız, hatta
bilimsel eğitimden yoksunluğumuza rağmen, tarafsız bir konum edinmeye çalıĢırken bile, "büyük"
sözcüğünün bize bir Ģeyler anlattığını hissederiz.
C. L.-S.: Nesnel olarak, çağdaĢ toplumlarla "ilkel" diye adlandırdığımız toplumlar büyüklük açısından
aynı kategoride değildir. Bu bir gözlem ve eğer bir sakıncası yoksa bunu baĢlangıç noktası almak
istiyorum. Bizim uygarlığımızı çok karmaĢık bir birleĢim olarak görebiliriz. Büyüklükteki fark, en
genelinde, birkaç bin atomun birleĢiminden oluĢan birleĢik moleküllerle, çok daha az sayıda atomdan
oluĢan basit moleküller arasındaki farka benzetilebilir. Fark iki yönlüdür: Hem büyüklük hem de birle-
Ģim karmaĢıklığıyla ilgilidir. ġimdi bizim burada ilgilendiğimiz olaydaki farklılıklar nasıl
açıklanabilir?
Bir baĢlangıç varsayımı önereceğim: Hep bu tavrı sürdürmeyeceğim için, bunu yaparken Ģeytanın
avukatlığı rolünü üstlendiğimi itiraf ediyorum; fakat bence bunu bir olasılık olarak göz önünde tutarak
baĢlamamız gerek. Bir rulet meraklısının yalnızca Ģanslı numarayı yakalamaya çalıĢmadığını, on veya
yüz oyun öncesini göz önüne alan birtakım kurallarca belirlenen ve kırmızı-siyah ya da tek-çift
numaraların değiĢimiyle ilgili karmaĢık birleĢimlerle uğraĢtığını düĢünün. Oyuncumuz bu karmaĢık
birleĢimi hemen de elde edebilir, bininci ya da milyonuncu oyunda da, veya hiç elde edemez. Eğer
adam ancak yedi yüz yirmi beĢinci oyunda kazanmıĢsa bu, daha önceki bütün oyunların baĢarıya
ulaĢması için kaçınılmaz olduğu anlamına gelmez. Belli bir anda baĢarmıĢtır, o an daha sonra da
gelebilirdi ama
LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/105
böyle olmuĢtur, kaldı ki önceki oyunlarda baĢarısının gerekli önkoĢulu olduğunu düĢündürecek hiçbir
geliĢme yoktur. Biraz önce sorduğunuz sorunuzu yanıtlamak için analoji kurabilirim. Diyelim, en
karmaĢık birleĢimin -Batı uygarlığı- oluĢması için birkaç yüz bin yıl gerekti. Ġnsanlık bu birleĢimi daha
önce de baĢarabilirdi, çok daha sonra da; fakat gerçek, onun tam da o öznel anda baĢarıldığıdır ve
neden böyle olduğunun açıklaması yoktur, böyle olmuĢtur yalnızca. Yine de "bu pek doyurucu bir
açıklama değil" diyebilirsiniz.
G. C: Hayır, bana doyurucu gelmiyor. Uzman olmayan birisi olarak zaman etkenini önemli
görüyorum.
C. L.-S.: Size katılırdım ama Ģu zaman etkenini daha yakından tanımlamaya çalıĢalım. Zaman neden
oluĢur? Burada, bilgi bütünleĢmesinin ve az çok sezgisel olarak uygarlığımızın kaynağı olduğunu
hissettiğimiz, geçmiĢ deneyimlerin kullanımının önkoĢulu olan kültür mirasından söz etmemiz
gerektiğine inanıyorum. Sözünü ettiğim kültürel miras, kazanım, yazıdır.
Ġnsanların, önceki birikimlerden, ancak yazıyla kalıcı kılınmıĢlarsa yararlanabilecekleri açıktır. Tabii,
ilkel dediğimiz toplumlarda, insanlarda ĢaĢırtıcı bir hatırlama yetisi olduğunu biliyorum, aile
ağacındaki onlarca nesli ezberden okuyabilen Polinezyalı toplulukları da biliyoruz; fakat bu tür bir
baĢarının sınırlı olacağı açıktır. Yazı bulunmuĢ olmalı ki, her neslin bilgisi, deneyleri, acı ve tatlı
deneyimleri birikebilsin; böylelikle, bu malzeme ıĢığında, sonraki nesiller aynı Ģeylerle uğraĢmayıp,
tekniği geliĢtirmek ve ilerlemeyi sağlamak için bunlardan yararlansınlar. Bu noktada anlaĢıyor muyuz?
G. C: Sanırım. Bunda tartıĢılacak bir Ģey görmüyorum.
C. L.-S.: Öyleyse, zaman ve uzamda yazı bulunduğundan beri, sürekliliği sağlayacak bir Ģeyimiz var
demektir. Bunun, Doğu Akdeniz'de, Ġsa'dan önce üç ya da dört bin yıllarında ortaya çıktığını ve büyük
bir adım olduğunu biliyoruz.
• G. C: Fakat, yazının bulunması gibi bir olayın belli bir zaman ve belli bir yerde ortaya çıkmasının
özel bir anlamı yok mu? Uzman olmayan birisi olarak soruyorum - neden orada?
ĠRK TARĠH VE KÜLTÜR /106
C. L.-S.: Neden orada? Bir dakika önce söylediklerimle çeliĢiyor görünebilirim ama bu noktada yeni
bir görüĢ geliĢtirmemiz gerektiğini hissediyorum. Yazı, insanlık tarihinde, bizim çağımızın
baĢlangıcından üç, dört bin yıl kadar önce, insanlığın en önemli ve temel keĢiflerinin zaten yapılmıĢ
olduğu bir zamanda ortaya çıktı; "neolitik devrim" dediğimiz Ģeyden, -bugün hâlâ yaĢamımızın
temelini oluĢturan, tarım, hayvanların evcilleĢtirilmesi, çömlekçilik, dokumacılık gibi uygarlığa iliĢkin
becerilerin keĢfi- insanların, avcılık ve toplayıcılığa bağımlı olduğu paleoli-tik çağlardaki gibi günü
gününe yaĢamalarına son vermelerini sağlayan bir dizi geliĢmeden önce değil, bunun hemen ardından
bulundu.
G. C: .. .yedek bir depo oluĢturmak için.
C. L.-S.: Evet, tam anlamıyla, yedek depoya sahip olmak için. ġimdi, bunlar gibi can alıcı keĢiflerin
hep birden ve Ģans eseri gerçekleĢtiklerini düĢünürsek yanılırız. Örneğin tarım, etkinleĢmeden önce
birinden diğerine aktarılarak oluĢmuĢ, birçok neslin deney ve bilgi birikimini temsil eder. Evcil
hayvanların, yalnızca evcilleĢtirilmiĢ yabani hayvanlar olmadığı sık sık söylenir; onlar, tümüyle insan
tarafından dönüĢtürülmüĢ yabani yaratıklardır ve insanın, onları kullanma becerisinin önkoĢulu olan
bu dönüĢtürme, çok uzun zaman almıĢ ve dirençli, uzun ve yoğun bir denemeyi gerektirmiĢ olmalıdır.
Tüm bunlar, yazı yokken de olanaklıydı.
Dolayısıyla yazı, biraz önce bize ilerlemenin önkoĢulu gibi göründüyse de, çok canalıcı belki de
insanlığın gerçekleĢtirdiği en canalıcı ilerlemelerin, insanlık tarafından, yazının yardımı olmaksızın
baĢarıldığını hiç unutmamalıyız.
G. C: Ancak geliĢmenin her bir örneğiyle ilgili olarak, kendimize aynı soruyu sormadan edemeyiz.
Bilim adamı olmayan bizler, niçin belli bir tür geliĢmenin, belli bir zamanda olduğunu merak ederiz?
Tarih olarak ne kadar eskiye gidersem, bu soru o kadar sık ortaya çıkıyor.
C. L.-S.: Neolitik dönem bağlamındaysa sorun aynı değil pek.
LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ7107
G. C: Fakat soru hâlâ var: Herhangi bir ilerlemenin ortaya çıkıĢının koĢulları nelerdir?
C. L.-S.c Evet ama, neolitik dönemin en önemli kazanımlarının, zaman içinde belli bir anda ve yerde
olduğunun hiçbir kesinliği yok. Hatta belli koĢullarda - ki bazı çalıĢmalar bunları açıklığa kavuĢturdu:
Doğal sulama olanağına sahip ve yabancı halkların istilalarından, saklı konumları sayesinde
korunabilen, dar dağ vadilerinde yaĢayan insan topluluklarının görece korunaklı olmaları durumunda -
neolitik çağ keĢiflerinin farklı bölgelerde, birbirlerinden bağımsız ortaya çıkmıĢ olması daha akla
yakın geliyor. Oysa yazıyla ilgili olarak durum çok daha açık: Uygarlığımızda yazı, en azından belli
bir bölgede ortaya çıkmıĢtır. Ve ardından kendimize, baĢka hangi görüngülerle iliĢkili olduğunu
sormalıyız. Yazının bulunduğu sırada ne oluyordu? Ona ne eĢlik etti? Onu ne koĢullamıĢ olabilir? Bu
bağlamda söylenebilecek tek bir olgu vardır: Her zaman ve dünyanın her tarafında, yalnız Doğu
Akdeniz'de değil, bilinebilen en eski çağların Çin'inde ve hatta keĢiften önce, en kaba yazı
denemelerinin bulunduğu, Amerika'daki bazı bölgelerde, yazının ortaya çıkmasıyla iliĢkili gibi
görünen tek olay, efendiler ve kölelerden oluĢan, nüfusun bir kısmının bir diğeri için çalıĢtırıldığı,
hiyerarĢik toplumların kurulmasıdır.
Yazının kullanıldığı ilk iĢleri düĢündüğümüzde, yazının, en baĢta iktidarla bağıntılı olduğu açıkça
gözükür: Kayıtlar, kataloglar, sayımlar, kanunlar ve yönetmelikler için kullanılmıĢtır; her durumda,
amaç ister mülkiyetin, ister insanların kontrolü olsun, yazı, bazı insanların dünya servetleri ve diğer
insanlar üzerinde uyguladıkları gücün bir kanıtıdır.
G. C: Gücün toplumsal denetimi.
C. L.-S.: Gücün denetimi ve bu denetimin aracı. Biraz dolambaçlı bir yol izledik; ilerleme sorunundan
baĢlayarak, onun, bilginin sermayeleĢme ya da tekelleĢmesiyle ilgili olduğunu gördük. Bu sürecin
kendisi, ancak yazının ortaya çıkmasından sonra gerçekleĢebildi ve yazının kendisinin de, insanın
insan tarafından sömürüsüne dayanan toplumlarla daima iliĢkili olduğu

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /108


belirdi. Dolayısıyla, ilerleme sorunu karmaĢık bir hal alıyor ve tek boyut yerine, iki boyut kazanıyor;
doğaya üstünlük sağlayabilmek için, insanın insana hükmetmesi ve insanlığın bir kesimine nesne gibi
davranması gerekiyorsa, ilerleme kavramının yarattığı sorulara artık açık ve basit bir yanıt veremeyiz.
Saatler ve Buhar Makineleri
GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, bugün sizden, ilkel toplumlarla çağdaĢ toplumları
kıyaslamanızı isteyeceğim. Son çözümlemede, bu iki tür toplumu birbirinden tümüyle farklı kılan
noktaların açılması için, son radyo konuĢmasında sorduğum soruya dönüyorum.
CLAUDE LEVI-STRAUSS: Öyleyse ilk sorunuza geri döneyim: Aralarındaki temel farklılık nedir?
Sanırım ilkin, toplumsal yapıdaki bir kesimin bir diğeri tarafından sömürüldüğü toplumlar (ki sonsuz
çeĢitlilikte somut biçimlerde vücut bulabilir) ya da -bu bağlamda çok az anlam taĢıyan modern
terimleri kullandığım için özür dilerim- demokratik nitelikli olan ve ilkel diye adlandırdığımız diğer
toplumlar kavrayıĢından baĢlamalıyız. Toplumlar makineler gibidir ve bilindiği gibi esas olarak iki tip
makine vardır: mekanik makineler ve termodinamik makineler. Mekanik makineler, baĢlangıçta
sağlanan ve kuramsal olarak çok iyi yapılmaları ve ısı ile sürtünmeden korunabilmeleri koĢuluyla
sonsuza dek yetebilecek bir enerjiyle çalıĢırlar. Buhar makinesi gibi termodinamik makinelerse,
parçaları arasındaki, kazanla kondansatör arasındaki sıcaklık farkı temelinde çalıĢırlar; diğerlerinden
çok daha fazla iĢ yapabilir, ancak bu süreçte enerjilerini kullanır ve yok ederler.
Diyeceğim Ģu ki, bizim büyük toplumumuzla ve diğer tüm büyük çağdaĢ toplumlarla kıyaslandığında,
etnologlar tarafından araĢtırılan toplumlar, bir anlamda "devingen" toplumlar değil "durağan"
toplumlardır ya da buhar makinesi yanında duvar saa-
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/109
ti gibidirler. Fizikçilerin "entropi" adını verdikleri düzensizlik eğilimini en az barındıran toplumlardır
onlar, sonsuza dek ilk durumlarında kalma eğilimindedirler ve bize tarihi olmayan durağan toplumlar
gibi gelmelerinin nedeni de budur.
ÇağdaĢ toplumlarımız, buhar makinesinin yaygın olarak kullanıldığı toplumlar değildir yalnızca;
somut ifadesini farklı toplumsal hiyerarĢi biçimlerinde bulan bir potansiyel farkı temelinde iĢlemeleri
bakımından, buhar makinesiyle yapısal bir benzerlik de taĢırlar. Durumun dıĢına çıkıp, görünümün
tümüne baktığımızda, bunu kölelik, serflik ya da sınıf farklılığı diye adlandırmamızın hiçbir canalıcı
önemi kalmaz. Bu tür toplumlar, bir yandan daha fazla düzen -mekanize olmuĢ toplumlar- bir yandan
da insan iliĢkileri düzeyinde daha fazla düzensizlik ve entropi yaratmada kullandıkları bir tür
dengesizlik üretmeyi baĢarmıĢlardır.
G. C: Hemen bir soru: Birey bu dengesizlikten nasıl etkilenir, ve çağdaĢ toplumdan farklı olarak ilkel
toplum için "eĢitsizlik" sözcüğünün gerçek anlamı nedir?
C. L.-S.: Oldukça büyük bir fark var. Genelleme yapmama yanlıĢıyım, çünkü farklılıklar çok genel
kavramlarla anlatılırsa, tüm ayrıklıklar da iĢin içine girer. Doğaldır ki bizim "ilkel" dediğimiz
toplumların ardında çok çeĢitli toplumsal örgütlenmeler vardır ve iki ilkel toplum arasında, bunlardan
biriyle bizim toplumumuz arasındaki fark kadar fark olabileceği gerçeğini ne kadar ısrarla vurgulasam
az.
Kast sistemi olan ilkel toplumlar var. Yazısı olduğu için "ilkel" toplum olmayan Hindistan kuĢkusuz
bu türün tek örneği değil. Fakat yine de en geneldeki fark, ilkel toplumların, Batı uygarlığının
geliĢimini olanaklı kılan ya da hızlandıran topluluk üyeleri arasındaki bölünmeden bilinçli veya
bilinçsiz kaçınmalarıdır. Bence, bunun en inandırıcı kanıtı, politik örgütlenmelerde bulunabilir. Politik
örgütlenmenin, halk yönetimi veya temsili hükümet biçiminin baĢlangıçlarını görebileceğimiz birçok
ilkel toplum vardır -tümü için geçerli olduğunu savunmayacağım, ancak böyle toplumlara dünyanın
çok farklı bölgelerinde rast-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /110
lanmaktadır- burada kararlar bir araya gelerek bir heyet oluĢturan tüm topluluk tarafından, ya da klan
reisi veya dinsel liderler tarafından alınır. Böyle toplumlarda, insanlar birbirlerine danıĢırlar ve
oylarını verirler; sorunlar, ancak fikir birliğine varılmasıyla çözümlenir. Sanki Ģuna inanmıĢlardır:
Önemli bir karar alınacağı zaman, toplumun en ufak bir kesiminde bile olsa, seçimi kaybetmekten
ötürü bir kırgınlık, desteklenmemekten doğan hayal kırıklığı, kızgınlık varsa, güçlü ve büyüsel bir
etki, seçim sonuçlarını tehlikeye sokacaktır. Bu nedenle bazı toplumlarda -Güney Denizi Adaları'ndaki
örnekleri düĢünüyorum- önemli bir karar alınacağı zaman, bir iki gün öncesinden bir döğüĢ töreni
düzenlenir, böylece tüm eski kavgalar, salt taklit niteliğinde olan, ama tehlikeyi en aza indirecek
önlemler alındığı halde, çok ender olarak kaza da çıkabilen bu döğüĢlerde kapanır. Bu yolla toplum,
anlaĢmazlıkların temelini ortadan kaldırır, ve ancak bu yapıldığında yeniden canlanan, güçlenen
topluluk, kendini görüĢ farklılıklarından arındırarak, fikir birliğine dayalı kararlar alabilecek ve
dolayısıyla tüm topluluğun ortak istemini dile getirecek bir konuma gelir.
G. C: BaĢka bir deyiĢle, eğer doğru anladımsa, kararın kendisinden bağımsız bir fikir birliği durumu
vardır toplumda. Fikir birliği oluĢur, ardından bu birlik, kararı oluĢturur.
C. L.-S.: Doğru. Fikir birliği durumu, topluluğun topluluk olarak var olmayı sürdürebilmesi için
zorunlu görülür. Yani, biraz önce söylediğiniz Ģeyi değerlendirmeye katarsanız bu yöntem, bölünme,
topluluk içinde hiyerarĢinin filizlenmesi, dolayısıyla haklı tarafla haksız taraf arasında gedik açılması
tehlikelerine karĢı bir garantidir. Bir baĢka söyleyiĢle, hiçbir azınlık olmamalıdır; toplum,
mekanizmalarının çekirdeğinde örtük, uzlaĢmaz çeliĢkilerin -ısı kaynağıyla soğutucu arasındaki
çeliĢki- barındığı makineler gibi değil, tıpkı tüm parçaları uyum içinde çalıĢan bir saat gibi iĢler.
G. C: Söylediklerinizde, Rousseau'nun düĢüncelerinden bir esinti seziyorum.
C. L.-S.: Neden olmasın?
LĠVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/111
G. C: Jean-Jacques Rousseau tarafından tanımlandığı biçimiyle fikir birliği, çoğunluk tarafından
alınan karara saygı duymaya iliĢkin ortak fikri kapsar. Bu fikir birliği, sizin tanımladığınıza çok
benziyor.
C. L.-S.: Elbette. Ancak Rousseau benim aktardığım örnekler hakkında hiçbir Ģey bilmiyordu, çünkü
ilkel insanların politik yaĢamlarıyla ilgili sorunlar üzerine çalıĢılmaya baĢlanması yenidir. Dolayısıyla
Rousseau'nun zamanında yeterli veri yoktu. Yine de Rousseau, fikir birliğinin bir toplumun
varoluĢunda kuramsal önkoĢul olduğunu açıkça gördü; bu, oldukça aĢağı toplulukların sistemli
biçimde uyguladıkları bir ilkedir. Rousseau'nun asıl güçlüğü, tek meĢru yönetim biçimi olan fikir
birliğinden salt çoğunluk uygulamasına geçmeye çalıĢırken ortaya çıkar.
G. C: Rousseau, fikir birliğini genel kabul görmüĢ bir Ģey olarak alır: Doğrusu ben, genel egemenlikte
payım olması adına kiĢisel özgürlüğümden fedakârlık ederim.
C. L.-S.: Tabii ki, Rousseau'daki genel istem, özel durumlarda ifade edilen herkesin istemi ya da
nüfusun çoğunluğunun istemi değil; her bireyin, topluluğun üyesi olarak varolmak için kabullendiği,
görünmeyen ama varlığını hep sürdüren karardır.
G. C: Kesinlikle öyle. Biz karar alırken değil, alınmıĢ karara uyarken fikir birliğine varıyoruz. Bu,
sizin tanımladığınız duruma oldukça yakın gibi geliyor bana.
C. L.-S.: Tümüyle katılıyorum. Bence Rousseau, Toplumsal SözleĢme'de -Ģu anda aklımızdaki eseri bu
olduğundan onu örnek gösteriyorum- politik örgütlenmeyle ve hatta olası olan herhangi bir politik
örgütlenmenin kuramsal koĢullarıyla ilgili en genellenebilir -yani çok sayıda toplumda sınanabilir- ve
en derin düĢünceyi açıkça belirtmiĢtir.
G. C: Gene de, bizim bildiğimiz türden toplumsal yapılardan epeyce uzaktayız. Ve sizin biraz önce
söylediklerinizi, bizimki gibi ancak potansiyel farkına dayanarak çalıĢabilen toplumlara uyarlayacak
olursak, bizim sosyal devletimizde demokrasinin kesinlikle olanaksız olduğu sonucuna varmak
durumunda kalıyorum. Makinenin çalıĢması için farklılık kaçınılmazsa,
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /112
eğer toplum, yaĢayabilmek için farklılığı korumak zorundaysa, burada hangi biçimi olursa olsun
demokrasi olanaksız demektir.
C. L.-S.: Beni etnoloji dıĢı bir alana çekiyorsunuz, çünkü savımı, biraz önce ilkel toplumları
benzettiğim küçük saatler üzerine değil, çağdaĢ toplumlarımıza benzeyen büyük buhar makinelerine
dayandırmamı istiyorsunuz. Bununla birlikte, tartıĢmayı son noktasına getirmeden, savı daha önce
belirtilen yönde biraz daha geniĢletebiliriz.
Söylediğim Ģöylece özetlenebilir: Ġlkel dediğimiz toplumlar, bir noktaya kadar, entropinin
(düzensizliğe eğilim) bilinmediği ya da çok az olduğu ve mutlak sıfır sıcaklığında -fizikçinin anladığı
anlamda sıfır değil, "tarihsel" anlamda, yani bu toplumlara tarihsiz dediğimizde kastettiğimiz anlamda-
iĢleyen toplumlar olarak görülebilirler. Ve bunlar, kendi durumlarında istatistiksel görüngülerden daha
fazla önem taĢıyan, mekanik nitelikteki görüngülerle tanımlanır. Etnologun daha rahat benimsediği,
kandaĢlık ve evlilik kuralları, ekonomik alıĢveriĢ, ayinler, efsaneler gibi veri türlerinin, çok düzenli bir
biçimde ve döngüsel olarak çalıĢan ve hep aynı yerlerden geçerek bir döngüyü tamamlayıp yeniden
baĢlayan küçük ölçekli mekanizmalara benzemesi çok çarpıcıdır.
Bizimki gibi tarihi olan toplumlar, deyim yerindeyse, daha yüksek sıcaklıkta iĢlerler, ya da daha
doğrusu, sistemiçi sıcaklıklarda toplumsal farklılaĢmalardan doğan farklar vardır.
Ancak buna dayanarak, "tarihi olan toplumlar" ve "tarihi olmayan toplumlar" diye bir ayrım
yapmamalıyız. Gerçekte, her insan toplumunun bir tarihi vardır ve tüm tarih insanlığın ortaya çıkıĢıyla
baĢladığına göre, her toplum eĢit ölçüde eskiye dayanır, Fakat ilkel diye anılan toplumlar, tarih
tarafından kuĢatılmıĢ ve onun etkisine direnen bir konumdayken, çağdaĢ toplumlar, tarihi
içselleĢtirirler ve geliĢmelerinin devindirici gücü durumuna getirirler.
Ve Ģimdi, baĢta sormuĢ olduğunuz soruya geri dönelim: Potansiyel farkı ne oranda kaçınılmazdır?
Olgusal olarak, her toplumda Ģu iki yön içerilir: Bir toplum
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/113
aynı zamanda hem makine hem de bu makine tarafından yapılan iĢtir. Bir buhar makinesi olarak,
entropi üretir, ama mekanizma olarak baktığımızda düzen üretir. Bu ikili yön -düzen ve düzensizlik-
etnoloji dilinde, herhangi bir uygarlığa iki yönden bakmaya tekabül eder: Bir yanda kültür vardır,
diğer yanda toplum. Kültürle, verili bir uygarlığın üyelerinin dıĢ dünyayla iliĢkilerini; toplumla daha
çok insanların birbirleriyle olan iliĢkilerini anlatmak istiyoruz. Kültür örgütlenmeyi getirir: Toprağı
sürmek, ev yapmak, eĢya imal etmek gibi...
G. C: Ardından, toplum dünyadan kopar. C. L.-S.: Öyle gibi, gerçi dünyayla tümleyicilik iliĢkisi sürer.
Yine de çarpıcıdır ki, Gobineau -entropinin, ilerlemeye eĢlik eden ve toplumun çok temel bir özelliği
olan düzensizliğin varlığını fark eden ilk insan- onu âdeta "çok doğal olarak" kültürden olabildiğince
uzağa, yapması gerekenden de daha uzağa yerleĢtirmeliydi; oysa onu, doğaya, ırk farklılıkları
düzeyine koydu. O zaman karĢıtlığı açıkça kavramıĢtı, fakat bunu ilk fark eden insan olduğundan
kapsamını abarttı.
Hal böyleyken Ģunu söyleyebiliriz: Bir toplumsal alan -eğer topluma, toplumsal alan dersek- bir
toplum olarak entropi ya da düzensizlik üretir ve bir kültür olarak düzeni yaratır. Bence bu ters iliĢki,
ilkel ve uygar diye adlandırdıklarımız arasındaki farkı dıĢa vurur.
Ġlkeller, kültürleri aracılığıyla çok az düzen üretirler. Bugün biz onlara, geliĢmemiĢ halklar diyoruz;
ama onlar, toplumlarında çok az düzensizlik üretiyorlar. Ve genelinde bu toplumlar, eĢitlikçi, tür
olarak mekanik ve biraz önce kullandığımız anlamda fikir birliğine dayalılar. Öte yandan uygar
toplumlar kültürlerinde, mekanizasyon ve uygarlığın büyük baĢarılarında görüldüğü gibi büyük ölçüde
düzen yaratırken, toplum olarak da toplumsal çeliĢkiler ve politik çatıĢmalar biçiminde entropi yaratır-
lar. Oysa gördüğümüz gibi bunlar, ilkel insanların kendilerini belki bizim düĢünebileceğimizden çok
daha sistemli ve bilinçli olarak korudukları Ģeylerin ta kendisidir.
Uygarlığın en büyük sorunu böylelikle, farklılığa dayalı ya-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /114
pıyı korumak oldu. Bunun, kölecilik, sonra serflik ve en son olarak da proletaryanın yaratılmasıyla
sağlandığını bilmekteyiz.
Fakat iĢçi sınıfı mücadelesi, farklılığa dayalı yapıyı yok etmeye yöneldikçe, toplumumuz farklılıkları
yeni biçimlerde kurmak için yollar aramaya koyuldu -sömürgecilik ve emperyalist politikalar örneğin-
yani, hem kendi içinde, hem de ele geçirilen yerlerdeki halkların yönetiminde, yöneten ve yönetilen
farkını sürekli olarak üretmek zorundaydı; fakat bu farklılaĢmıĢ yapının eğreti bir özü vardır, tıpkı
soğutucusunun sıcaklığı artarken, ısıtıcınınkinin azalması nedeniyle durma eğilimi taĢıyan bir buhar
makinesinde olduğu gibi.
Dolayısıyla farklılıklar kendilerini yok etme eğilimindedirler ve her keresinde yenilerini yaratmak
gereksinimi ortaya çıkar. Bunun çok güçleĢtiği durumlarda karmaĢık düzenler devreye girer;
sömürgeci imparatorluklar bunun bir örneği olarak anılabilir.
Bana bunun kaçınılmaz ve geri dönülemez olup olmadığını soruyordunuz. ÇağdaĢ toplumlar için
ilerleme ve sosyal adaletin gerçekleĢmesi, entropinin toplumdan kültür düzeyine aktarımına bağlı
olabilir. Bu çok soyut bir açıklama olarak görünebilir, ama ben yalnızca, çağımızın sorununun
insanların yönetiminden, Ģeylerin denetimine geçiĢin nasıl baĢarılacağı sorunu olduğunu-söyleyen
Saint Simon'un cümlesini yineliyorum. "Ġnsanların yönetimi" topluma ve artan entropiye tekabül eder,
"Ģeylerin denetimi" ise kültüre ve giderek çeĢitlenen ve karmaĢıklaĢan bir düzene...
Yine de, geleceğin adil toplumlarıyla, etnologların incelediği toplumlar arasında her zaman bir
farklılık, hatta neredeyse bir karĢıtlık olacaktır. Tümünün tarihsel anlamda sıfıra yakın bir sıcaklıkta
çalıĢtığı söylenebilir; fakat ilki toplum, öteki kültür düzeyinde. Endüstri uygarlığının robotlaĢtırıcı bir
etkisi vardır derken, kabaca algıladığımız ya da ifade ettiğimiz budur.
LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI/115
Otantikliğin Düzeyleri
GEORGES CHARBONNIER: Eğer sizi doğru anladımsa, ilkel toplumlarda nüfusun farklı öğeleri
arasında bir kopuĢ olamaz. Zenginlik açısından pekâlâ farklılık olabilir, ancak ilkel topluluklarda
varolan eĢitsizlik türü, bizim toplumumuzdakiyle aynı değil, diye düĢünüyorum.
CLAUDE LEVI-STRAUSS: En azından örnek oluĢturabilecek toplumlar için, böyledir diyelim; çünkü
-yineliyorum- belli bir sınıflamaya kolayca giremeyecek toplumlar vardır. Yazıları olmadığından bir
kategoriye girebilirler, ama yine de ekonomik sömürünün kökenlerini banndırabilirler. Kanada'nın
Pasifik kıyılarındaki bazı yerli toplumları düĢünüyorum; biz onları kocaman, oymalarla bezenmiĢ
totem sınıflarıyla tanıyoruz. Bu toplumlarda kölelik uygulanmıĢtır ve bir sınıfın, bir diğeri pahasına
servet biriktirdiği de tartıĢma götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla dikkatli olmak ve karĢıtlıkları, her
toplum tipinin en uç örnekleri arasında kurmak zorundayız.
G. C: Bir ilkel toplumda düĢünülmesi neredeyse olanaksız olan bir farklılaĢma türü Batı toplumlarında
olamaz mı? Topluluk içinde ekonomik düzeyde bir farklılığa veya sınıf ayrımına tekabül etmeyen
bölünmeler yok mudur?
C. L.-S.: Tam olarak ne demek istiyorsunuz?
G. C: BirleĢik Devletler ve Fransa gibi bazı büyük ülkelerde, tüm enerjisini üretime adayan kesim ile,
kültürün geliĢmesi için çalıĢan kesim arasında neredeyse bir uçurum olduğunu gözlüyorum. Bu
farklılaĢma toplumsal yapımızın mı bir sonucu? Yeniden bütünleĢme sağlanamaz mı? Batı
toplumlarının varolması için bu bir zorunluluk mu yoksa? Benim gördüğüm, bir uyum yoksunluğu ve
bariz bir tür düzensizlik. BirleĢik Devletler ve Fransa'yı örnek olarak gösterdim ama bu olay diğer
ülkeler için de geçerlidir. Ġlk anda bu iki ülkeyi söyledim, çünkü en tipik özellikler onlarda gibi geliyor
bana. Bilinç, diğerleri bundan yoksunken, sanki sınırlı sayıda bireyin ayrıcalığı olmuĢ gibidir -
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/116
daha açıkçası- sanki bilinç bir azınlığa sığınmıĢ, bu arada bilgi, çok karmaĢık ve yabancı bir Ģey
olduğundan bazı insanlardan kendini sakınmıĢtır - fakat belki bu, olayları çok basitleĢtiren bir bakıĢ
oluyor.
C. L.-S.: Sizin söylediğiniz, hiyerarĢinin kurulmasından çok, uzmanlaĢma oluyor ve sanırım her iki
olayın örneklerini de yerli topluluklarda görebiliriz. Ama hiç kuĢkusuz onlarda, hiçbir Batı
toplumunda görülmeyen bir özellik var; o da, topluluk kültürüne çok daha kesin ve hepten bir katılım.
G. C: Bizlerin bir bütün olarak kendimizi -Fransa tek örnek değil elbet, diğerlerini de düĢünebiliriz-
kültürü oluĢturan ve üretenlerle özdeĢleĢtirmediğimizi düĢünüyorum.
C. L.-S.: Evet anlıyorum ve bence pratikte iki durum da olabilir. Ġlkel dediğimiz toplumlarda topluluk
yaĢamında çok önemli bir yer tutan -hatta bazen üretimle ilgili etkinliklerden daha önemli yer tutan-
Ģölenler, danslar ya da özenli, incelikli dinsel törenler biçiminde kültüre kolektif bir katılım olduğunu
gözlemleriz. Ve bilge kiĢiler, din adamları, tören baĢkanları bir yaĢam tarzının, davranıĢ biçiminin ve
evreni anlama yolunun vücuda gelmesi ve simgeleĢmesidir. Bunlar, topluluğun bir bütün olarak
paylaĢtığı özelliklerdir ve bu da, Batı toplumları için betimlediğiniz durumun tam tersidir. Ama bir de
baĢka örneklere bakalım; örneğin Afrika toplumlarındaki veya meracılık yapan baĢka toplumlardaki
demirci kastı. Demirciler, hayvan ve bitkiye değil, metal -toprağın altında bulunan maden- ve ateĢe
bağlıdırlar ve toplulukça bilinenlerden nitelikçe farklı olan bilgi ve teknik becerilerin
koruyucularıdırlar. Sonuç olarak da, getirildikleri özel konumda saygı ve korku, hayranlık ve
düĢmanlık karıĢımı bir tavır görürler. Bence bu çağdaĢ toplumlardaki bazı uzmanların durumlarına
benzer ya da benzeme eğilimindedir.
G. C: Bunlardan kurtulmak için genel bir istek var mı, yoksa varlıklarının gerekliliği tümüyle
benimsenmiĢ mi?
C. L.-S.: Oo, duygular çok karmaĢık oluyor. ABD'de ergenlik çağındakilerin "bilgin" imgesini (ve
tabii günümüzde "bilgin" demek "atom fizikçisi" demek oluyor) anlamak için iki cin-
LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/117
siyetten gençler arasında yapılan araĢtırma sonuçlarını bir gazete makalesinden okurken -özgün metni
görmedim- çok ĢaĢırmıĢtım. Bu imge ve buna tekabül eden tavırlarda korku ve yadsımayla (kızlar bir
bilim adamıyla asla evlenmeyeceklerini söylemiĢler) gizemli ve dinsel bir hayranlığın karıĢımını
gördüm. Bu tavırlar, ilkel toplumlardaki demirci kastına gösterilenlere oldukça benzerdir.
G. C: Kabalığımı bağıĢlarsınız umarım, Gobineau'nun bir sözünü aktaracaktım. Kısa öykülerinden
birinde bir tipe, bir baĢkasından söz ederken Ģunu söyletmesi çok çarpıcı gelmiĢti: "Küçük, çirkin bir
bilgin suratı vardı."*
Bu söz bana çok anlamlı geliyor. Gobineau "bilgin" sözcüğünü kullanır, ancak bu yalnızca "bilgin"
olarak değil, aynı zamanda "bir düĢünce tarzı üreten herkes" diye anlaĢılmalı - yani, sanatçılar,
ozanlar, yazarlar, kısaca "entelektüel" diye adlandırılan herkes. Batı toplumlarında bu insanların,
topluluğun geri kalan kesimlerinden giderek koptuğunu gözlemliyorum. Onlar kültürü geliĢtiriyor,
fakat insanlar kültürlerinin bu azınlık tarafından geliĢtirildiğini düĢünmüyorlar. Bana öyle geliyor ki,
bu azınlık, insanlar tarafından reddedilmiĢtir ve toplulukla entelektüeller arasındaki bu kopuĢ,
ekonomik temelli toplumsal sınıflar arasındakilerden çok daha önemli ve çok daha onulmazdır; çünkü,
böyle farklılıklar, kendilerini ortadan kaldırmaya bile yönelebilirler.
C. L.-S.: Oldukça farklı türde bir kopuĢ olduğuna hiç kuĢku yok.
G. C: Sözünü ettiğimiz özgül kopuĢ, toplumsal yapımızın bir sonucu mu? Toplumumuzun iĢlemesi
açısından zorunlu bir koĢul mu?
C. L.-S.: Bu noktada özür dilemeliyim, cehaletimi bağıĢlayın: Bu soruyu yanıtlayamam, çünkü tüm
sorunlar ilkel dediğimiz toplumlarda sanatçının konumu ya da rolüyle ilgili, oysa siz daha çok
sanatçıyı düĢünüyorsunuz...
* "II avait une sale petite gueule de savant"
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/118
G. C: Yo, hayır hiç değil.
C. L.-S.: Fakat kabul etmelisiniz, arada büyük bir fark var; çünkü bilgin iyi bir bilginse, toplumda iyi
bir meslek edinebileceğinden emindir.
G. C: Fakat sanatçı için de bu böyle. O da toplumda bir konum edinebilir. Baudelaire bile baĢardı
bunu.
C. L.-S.: Tam değil, yaĢadığı sürece değil örneğin.
G. C: Sanırım genelde düĢünülenden çok daha fazla sanatçı toplumda iyi bir konum edinebiliyor.
C. L.-S.: Benden kıyaslama yapmamı istiyorsunuz, fakat diğer toplumlardan elde edilen gözlemler
ıĢığında, artık bizim malımız olan belli bir toplum üzerine yorum yapmaktan çekinmemiĢ olsaydım
etnolog olmazdım.
Üstelik ilkel dediğimiz toplumlarda bilgin diyebileceğimiz -insanlar ya da sanatçının doğasına iliĢkin
çok az Ģey biliyoruz. Tüm bildiğimiz, tavırların olağanüstü değiĢkenliği. Biraz önce söz ettiğim
Kanada'nın Pasifik kıyılarındaki topluluklara yeniden dönelim: Onların, farklı alanlarda uzmanlaĢmıĢ,
adları bilinen, resim ve heykellerini yalnızca asillerin, mal veya köle karĢılığında, bugün ancak
Matisse ya da Picasso'nun isteyebileceği bedellerle alabildiği ünlü sanatçıları var, daha doğrusu vardı;
çünkü artık yok. Bu durumu sanatsal yaratıcılığın en büyük merkezlerinden olan bir bölgedeki baĢka
bir durumla kıyaslayalım -Yeni Gine'deki Sepik bölgesini kastediyorum. Bu bölgede hâlâ herkesin
oymacılıkla uğraĢtığı, erkeklerin boĢ zamanlarını bununla değerlendirdiği bazı topluluklar var: Herkes
eĢit ölçüde yetenekli değil elbet ama hepsi de, bizim müzelerimize koyduğumuz türden Ģeyler yapacak
denli yetenekliler. Demek ki, estetik yaratıcılık çok farklı biçimler alabiliyor.
G. C: Eğer bize anlamlı görünen, ya da bizim anlam yüklediğimiz bir Ģey olan ilerlemenin
incelediğimiz toplumlar açısından bir anlam taĢımadığını eklersek...
C. L.-S.: Kabul. Kesinlikle taĢımaz. Bu toplumlar için en temel ve nihai amaç, varolan biçimlerini
korumak ve ataları tarafından kurulmuĢ olanı -yalnız ve yalnız ataları böyle yapmıĢ ol-
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/119
duğu için- sürdürmektir. Daha fazla bir nedene gereksinmeleri yoktur: Belli bir âdet ya da kurumun
nedeniyle ilgili bir soru sorduğumuzda, bilgi veren kiĢiden "Biz hep böyle yaparız" yanıtını alırız.
Varolduğu gerçeği onun haklılığının biricik nedenidir. Ayakta kalabildiği için, meĢrudur.
G. C: Böylece, Batı toplumlarında ilerleme, evrim, değiĢim anlamına gelir ve daha fazla bir Ģey
olmazken...
C. L.-S.: Evet ama, Batı toplumları potansiyel ve içsel farklılıklara dayanıyorlar da ondan.
G. C: Fakat bu durumda Batı toplumlarında ilerleme tamamen belirlenmiĢ olmuyor mu? Tamamen
insan denetiminin dıĢına çıkmıĢ ve bilginin geliĢiminin bir fonksiyonu, dolayısıyla bilginin belirlediği
bir Ģey değil mi? Bilgi ve bilginin yöntemlerinde, bizi güçsüz bırakan bir belirlemeci öz yok mu?
C. L.-S.: Durum öyle gösteriyor, çünkü birisi bize bazı ilerlemelerin yanında mı yoksa karĢısında mı
olduğumuzu soracak olursa -ve asıl sorun atom enerjisinin geliĢimi konusunda çıkıyor- çoğu insan;
"Hayır, hiç olmasın, olduğumuz yerde kalalım daha iyi" diyecektir. Araba sahibi olmak kendi baĢına
bir yarar değildir; diğer birçok kiĢinin sahip olduğu bir toplumda kaçınılmaz bir savunma biçimidir;
fakat eğer seçim Ģansım olsaydı ve tüm çağdaĢlarım da arabalarından vazgeçmeye razı olsalardı, gönül
huzuru içinde kendiminkini hurdacıya atardım.
G. C: Aynen. ġimdi etnolojinin iyice dıĢına çıktığımı anlıyorum, fakat sıradan bir insan, uzman
olmayan birisi olarak sormak zorunda olduğumu hissettiğim bir soru var: Hiçbir biçimde bize değil de
bilginin kendisine bağımlı gibi görünen bir sürece, insan nasıl müdahale edebilirdi? Soylulukla ilgili
addedilen tüm tavırları düĢünüyorum da, her zaman boĢ ve yararsızdırlar. Ġnsanın soylu içgüdülerince
istenen, ama hiçbir zaman bu içgüdülerin kendileri olarak ortaya çıkmayan bir Ģeyin baĢarılması, eko-
nomik ya da teknik ilerlemelerle olabilmiĢtir her zaman. Pratikte bu, bir yerde insanların istedikleri
malları alabilecekleri bir pazarın kurulmasıdır. Fakat bu pazarın kurulması için gerekli koĢullar
olmadıkça, insanlar maddi çıkarlarını insanlığın hakları
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/120
adı altında sonsuza dek savunmayı sürdürürler, hiçbir zaman onları elde edemeden. Ve bu sav, her
alana uygulanabilir.
C. L.-S.: Ġnsanlıkla ilgili sorunlar karĢısında insanın bu çaresizliği, büyük oranda, çağdaĢ
toplumlardaki aĢırı nüfusun bir sonucu olabilir mi sizce? Yirmi, otuz bin ya da en fazla birkaç yüz bin
nüfuslu küçük topluluklar, koĢullarını bilerek ve onu değiĢtirmek düĢüncesiyle bilinçli kararlar alıyor
olmalılar. Bizim içinde bulunduğumuz eylemsizlik hali, insan nüfusunun büyüklüğüne bağlı gibi
görünüyor, çünkü artık ulusal topluluklar bile aĢılıp, her geçen gün biraz daha fazla, dünya
uygarlığının yaratımına yöneliyoruz; iĢte bu yeni düzen, toplumun ölçeklerindeki bu değiĢimdir,
insanlığı yönlendirilemez yapan.
G. C: Evet ama, aynı zamanda, nüfusun büyümesi belli ölçülerde iktidarı da güçlendirir ve sorunların
çözümüyle yine bir azınlık uğraĢır. Sözünü ettiğiniz güçlükler her ne kadar önemli de olsalar, konuyu
etkileyen biricik Ģeyler değiller bence.
C. L.-S.: Yanıt veremeyeceğim, dahası hiç kimsenin de bir yanıtı olabileceğini sanmıyorum - hele ki
bir etnologun. Onun incelediği toplumlarla diğerlerinin farkını bulma uğraĢında, yazının olup
olmaması, sonunda bir toplum için kendinin bilgisine varmanın zorunlu yolu olarak tarihin varolup
olmadığının yanı sıra... tabii ki, ilkel toplumların geçmiĢi yoktur demek istemiyorum, ancak toplum
üyelerinin bir tarih kategorisine baĢvurmaya gereksinimleri yoktur; onlar için, bir Ģey her zaman
varolmamıĢsa anlamsızdır, meĢru değildir gözlerinde, bizim için ise tersi geçerlidir.
Hal böyleyken, baĢka türlü bir kategoriyi devreye sokmalıyız: Toplum düzeyinde, insanlararası
iliĢkilerin varlığını kastediyorum. Bu toplumlardaki nüfus azlığı gerçekte -en azından kuramda-
toplumun tüm üyelerinin birbirini tanıması anlamına gelir. Oysa belli bir nüfusun ötesinde bunun
olanaksızlığı çok açıktır.
G. C: Bizim toplumlarda, "bilmek", "varlığını benimsemek" anlamındadır daha çok. En iyi bildiğim
Ģeylerin varlığını nasıl benimsiyorsam, diğer Ģeyleri de öyle benimseyerek, bir tür a
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/121
priori "bilgi" edinilebilir.
C. L.-S.: Kasaba danıĢma meclisiyle parlamentonun çalıĢması arasında bir düzey farkı olduğunu gayet
iyi biliriz: Kasabada kararlar, yalnızca belli ideolojiler çerçevesinde değil, aynı zamanda X ya da Y'nin
düĢüncelerine ve onların aslmda nasıl insanlar olduklarına dayanarak alınır. Ġnsan davranıĢlarının
çeĢitliliği üstüne genel bir görüĢ edinilebilir. Doğaldır ki, düĢünceler de devreye girer, ancak
düĢünceler küçük topluluk içindeki bireylerin geçmiĢleri bağlamında değerlendirilir -aile durumu veya
mesleği gibi- oysa belli bir nüfustan daha kalabalık toplumlarda böylesine ayrıntılı bilgiyi
değerlendirmeye katmak olanaksızdır. Bunu bir baĢka yerde otantikliğin düzeyleri sorunu diye
adlandırdım. Tabii Batı toplumlarında bile, bireylerin diğerlerine iliĢkin somut bilgilerinin olduğu,
kurumsal olan ya da olmayan topluluklar biçiminde otantiklik düzeyleri vardır. Ancak otantik olmayan
düzeyler artmaktadır: Ara kurumlar veya yönetim mekanizması ve ideolojik örüntüler gibi yeniden
üretim sistemleri kanalıyla, insanlar birbirleriyle iliĢkisiz hale getirilmiĢtir. Eğer etnolog bir reformcu
edasıyla ortaya çıkma cesaretini gösterip: "Ey bugünün insanları, iĢte binlerce toplumun dene-
yimlerinin sizler için nasıl kullanılabileceği" deseydi, hiç kuĢkusuz tüm alanlarda merkezsizleĢmeyi,
böylece de çoğu ekonomik ve toplumsal etkinliğin, bireylerin birbirlerine iliĢkin somut bilgilerinin
olduğu otantiklik düzeyinde gerçekleĢtirilmesini savunurdu.
G. C: Ġnsanların birbirlerine iliĢkin somut bilgileri olması, belli oranlarda tüm insanlık için geçerli olan
ve olabilecek en otantik otantiklik biçimi'ni gerçekleĢtirebilecek bir insan mitiyle bir arada
düĢünülemez mi?
C. L.-S.: Fakat bu kavramların çeliĢmesidir. Benim bakıĢımda "mit" ve "otantiklik" birbirleriyle
uyumsuz sözcükler.
G. C: Evet tabii. Zaten onun için "belli oranlarda... bir arada düĢünülemez mi" dedim.
C. L.-S.: Söz konusu bile değil. Mit en otantik olmayan biçimdir. Otantikliği, insanların birbirlerine
iliĢkin bilgilerinin so-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /122
mut doğası diye tanımladım; oysa öyle görünüyor ki, mitlerden daha soyut bir Ģey yok. Mitler,
çözümlemeye kalktığımızda, bizi simgesel mantığa baĢvurmaya zorlayan önermelere dayalıdır. "Mit"
ve "mistikleĢtirme" kelimelerinin benzemeleri kesinlikle nedensiz değildir - sözcüğün teknik olmayan
kullanımı bağlamında.
G. C: Evet doğru. Fakat son kertede, varolan nüfusun sabit oranda arttığı göz önünde bulundurulunca,
merkezsizleĢmenin derecesi ne olursa olsun, sözünü ettiğiniz somut iliĢkilerin kurulacağını
varsaymanın hiçbir mantığı yoktur. Dolayısıyla onların yerine baĢka bir Ģey koymak gerekecek.
C. L.-S.: Evet fakat bu etnologun iĢi değil. Reformcuya yardım eli uzatırken, ona bir ayrıcalık tanımıĢ
oluyorum (doğrusu bunu yazmazdım ama konuĢma içinde insan yazıya dökmeyeceği Ģeyleri
söyleyiveriyor) ancak parmaklarının ucuna dokunmaktan öte bir Ģey gelmez elimden. Olasılıkları
bilemiyorum. Kaçınılmaz olarak, koĢullar etnologları geniĢ bir sosyolojik ve felsefi deneyime -yazının
bilinmediği, giderek yok olan ve elimizden geldiğince korumamız gereken ilkel denen toplulukların
deneyimine- sahip değersiz hazineler durumuna getirdi. "Bundan ne öğrendin" diye sorarsanız, ne
olursa olsun vereceğim yanıt budur. Fakat bu dersin günümüz insanına ya da geleceğin insanına bir
yararı olur mu, olmaz mı bilemiyorum.
Sanat ve Topluluk
GEORGES CHARBONNIER: Etnolog ilkel dediğimiz toplumların sanatıyla, "modern" sanat değilse
de "modern çağın" sanatı arasında ne gibi bir farklılık görme eğilimindedir?
CLAUDE LEVI-STRAUSS: Her Ģeyden önce, epeyce muğlak olan modern çağ kategorisi içinde bir
ayrım yapılmalı. Î.Ö. 5. yüzyıl öncesi Yunan sanatı ve hatta Ġtalyan resim sanatı -en azından Siena
okulu dönemine dek- konusunda, etnolog kendini
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/123
gayet rahat hisseder. Kendimizden daha az emin olduğumuz ve yabancılık çektiğimiz alansa, 5. yüzyıl
Yunan sanatı ve Quattro-" cento (15. yüzyıl) sonrası Ġtalyan resim sanatıdır. ĠĢte bu görece "modern"
biçimler her biri kendi tarihsel boyutu içinde ele alınarak, ilkel sanatla, daha doğrusu sanatlarla
kıyaslanmalıdır.
Bu gerçekleĢtikten sonra, farklılığın oldukça değiĢik türde iki olguyla ilintili olduğunu söyleyebilirim:
Bir yanda sanatsal ürünün bireyselleĢmesi, diğer yanda giderek figüratif ya da temsili bir niteliğe
bürünmesi. Burada hemen belirteyim, sanatsal üretimin bireyselleĢmesi derken, öncelikle sanatçının
bir birey ya da bir yaratıcı olarak kiĢiliğini kastetmiyorum. Bizim bunun farkına varmamızdan çok
önce, ilkel diye nitelenen birçok toplumda da sanatçı bu özelliklere sahiptir. Afrika oymacılığıyla ilgili
son araĢtırmalar, oymacının tanınmıĢ ve kimi zaman ünü çok uzaklara dek yayılmıĢ bir sanatçı
olduğunu göstermiĢtir; öyle ki, yerliler her bir maske ya da heykel yapımcısının kiĢisel üslubunu ayırt
edebilmekteydi. Modern sanatta giderek artan biçimde bireyselleĢme eğilimi gösteren, sanatçıdan çok
sanatsever kitledir. Günümüzde sanatçıdan, belirli kurallara göre oluĢturulmuĢ birtakım nesneler
sunmasını bekleyen tüm bir topluluk değil, yalnızca sanatseverler -gerçi bu terim bizimkinden çok
farklı toplumlarla kıyaslama yaptığımızda biraz tuhaf kaçıyor- ya da sanatsever topluluklardır.
G. C: Günümüzde sanatın sanatseverlerin özel sığınağı olmasının çeĢitli nedenleri var. Her Ģeyden
önce, topluluk içinde kesin bir ayrıĢma söz konusu; çünkü topluluğun bir kesimi sanat yapıtlarıyla ya
hiç ilgilenmiyor ya da sanatın en bayağı biçimlerini benimsiyor. Ayrıca ekonomik sorun da var: Batı
toplumlarında sanat yapıtı son derece pahalı, dolayısıyla herkesin elde edemediği bir meta. Bu olayın
ilkel toplumlarda da görüldüğü olur mu, yoksa böyle bir Ģey hiç mi olmaz? Ġlkel toplumlarda herkes
eriĢebilir mi sanat yapıtına?
C. L.-S.: Duruma göre değiĢir. ġimdi değindiğiniz toplumsal ve ekonomik olayların görüldüğü ve
sanatçıların, iyi para veren, hatta belli bir sanatçının hizmetini elde etmiĢ olmakla gurur
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /124
duyan zengin insanlar ya da topluluklar için çalıĢtığı birtakım ilkel toplumlar var. Bu olmuyor değil,
ama kabul etmek gerekir ki özel bir durum. Yine de toplumsal hiyerarĢi sorununa değinmekte
haklısınız, çünkü bence, geçen gün ilerleme ve tarihin rolü kavramını tartıĢırken karĢılaĢtığımız gibi,
bu bağlamda da karĢılaĢacağız onunla. Tarihin, tüm insan topluluklarının hep birlikte içinde
bulundukları toplumsal bir çevre değil de, katmanlı toplumların varlıklarını kavrama yolu olarak, belli
toplumlara içsel olan bir kategori olduğunu söylemiĢtik. ġimdi yine benzeri kavramlarla
karĢılaĢacağız.
Fakat bu açıklamayı olduğu gibi kabul etmek istemem, çünkü hemen kabul edilirse, çapraĢık bir yol
izlenerek varılandan daha az inandırıcı buluruz onu. O halde devam ediyorum: Sanatçıdan çok
sanatseverin bakıĢ açısıyla, sanatsal ürünün bireysel-leĢmesi ve eserlerin giderek figüratif ya da temsili
bir kimlik kazanması biçiminde iki özellik sıralamıĢtım. Bana öyle geliyor ki, söz konusu insanların
henüz geliĢmemiĢ teknolojik becerilerine dayalı ilkel denen sanatlarda, sanatçının denetimindeki
teknik araçlarla, hâkim olmak zorunda olduğu maddenin direnmesi arasında sürekli bir uyuĢmazlık
vardır ve bu uyuĢmazlık sanatçıyı, niyeti farklı da olsa -ki genellikle değildir- sanat yapıtını dosdoğru
bir kopyaya dönüĢtürmekten alıkoyar. O modelini tümüyle yeniden üretemez -bunu istemez de zaten-
böylece onun gösterge değerini varsaymak durumunda kalır. Onun sanatı temsili değildir, bir
göstergeler sistemidir. Buna göre iki olayın -bir yanda sanatın bireyselleĢmesi, diğer yandaysa yapıtın
bir gösterge sistemi olarak iĢlevinin yok olması ya da zayıflaması- iĢlevsel olarak birbirlerine bağlı
olduğu açıkça görünüyor. Bunun nedeni de basit: Dilin varolabilmesi için topluluğun olması gerekir.
Çok açıktır ki dil...
G. C: Temel bir öğe olarak...
C. L.-S.: ...topluluğa iliĢkin bir görüngüdür, topluluğun temel bir öğesidir. Dil ancak toplulukla
varolabilir; çünkü istemle ne uyarlanabilir, ne de bozulabilir. Bugün toplumda her biri kendi dilini
konuĢan birtakım topluluklar olsa veya bir süredir güzel
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/125
sanatlarda gözlemlediğimiz türden süreli değiĢim ve devrimlerin dilde de gerçekleĢmesine göz
yumsak, birbirimizi asla anlayamayız. Demek ki dil tüm topluluğu ilgilendiren genel bir görüngüdür
ve hepsinden önemlisi çok göreli ama yine de çok sağlam olmasıdır.
Biraz önce belirttiğimiz iki farklılık, aynı gerçekliğin iki ayrı yönüdür. BireyselleĢme öğesi sanata
girdikçe, ister istemez ve kendiliğinden bir biçimde yapıtın anlamsal iĢlevi yokolmaya ve gittikçe
yerini sanatçının göstermek yerine yansılamaya uğraĢtığı modele bırakmaya yüz tutar.
Bu noktayı açtıktan sonra, demin değindiğiniz sosyolojik gözlemlerinize dönebilirim artık. Sanatla dil
arasında ya da en azından çeĢitli gösterge sistemleri arasında bir iliĢki kurmuĢtuk. Yazı bağlamında da
karĢılaĢtığımız bir konuydu bu. Yazının ortaya çıkıĢının baĢlıca hangi toplumsal olayla ilintili
olduğunu araĢtırırken, yazının her zaman ve her yerde kast ya da sınıf sistemlerine tekabül eden
bölünme ve ayrıĢmaların ortaya çıkıĢıyla iliĢkili olduğu konusunda sanırım anlaĢmıĢtık. Çünkü ilk
aĢamada yazı, insanları diğer insanlara bağımlı duruma getirmede, insanlara hükmetmede ve maddi
Ģeylere sahip olmada bir araç olmuĢ gibi görünüyor. O halde sanatın biraz önce belirttiğim dö-
nüĢümünün, yazısı olan toplumlarda görülmesi bir rastlantı değildir -yazı Rönesans döneminde yeni
bir olaydı demiyorum, yeni olan matbaanın bulunmasıydı, böylelikle yazı topluluğun sosyal
yaĢamında oldukça farklı bir boyut kazanmıĢtı- ve ne olursa olsun Atina ve Floransa Ģehir
devletlerinde, bu iki toplumda sınıf ayrımı ve servet farklılığı barizdi. Kısacası bunlar sanatın, bir
noktaya kadar, onu özel zevki olarak kullanan bir azınlığın malı haline geldiği toplumlardı; hem de
sanatın bütün toplulukta bir iletiĢim sistemi olarak iĢlediği ilkel denen toplumların asla tanık olmadığı
boyutlarda...
G. C: Gayet açık olan bir Ģey var, Batı toplumlarında sanatçılar, yapıtlarının kitlesel denebilecek
düzeyde izlenmediği konusunda fikir birliği içindeler. Ama yine de bu duygu, bir yakınmanın belli
belirsiz ifadesinden öte bir Ģey değil.
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /126
C, L.-S.: Fakat böyle olmak zorunda, çünkü geliĢimi yüzyıllar almıĢ bir tarihsel durum, genel olarak
sanatçılar -ya da herhangi bir sanatçı- değiĢmesini istiyor diye değiĢi veremez tabii. Yapabileceğimiz
tek Ģey, varolan ama değiĢtirmeye gücümüzün yetmediği durumun önemini kavramaktır.
G. C: Peki ama kopuĢun nedenlerini nerede aramalıyız: Topluluğun kendi içinde mi, yoksa sanatın
iĢlevlerindeki diğer görüngülerle bağıntılı bir değiĢimde mi?
C. L.-S.: Bence bunun nedenleri, bazı dönemlerdeki ilk evrelere geri dönüĢler yüzünden birden ortaya
çıkmamıĢ olan, uygarlığın genel geliĢiminde yatar. Bana kalırsa sanat, gösterge sistemi olma
iĢlevinden Yunan heykel sanatında, sonra bir de Rönesans Ġtalyan resim sanatında sıyrılmıĢtır. Fakat
bu olayın nüvelerinin bir noktaya kadar diğer toplumlarda da gözlemlenebilir olduğu ve büyük
olasılıkla -Yunan sanatı kadar olmasa da-Mısır heykel sanatı bağlamında, hatta belki Asur heykel
sanatının belli dönemlerinde ve son olarak Ģimdi sözünü ettiğim diğer toplumlarla ortaklıkları olmakla
birlikte etnologların özellikle ilgilendikleri Kolomb öncesi Meksika toplumlarında da gözlemle-
nebileceği ileri sürülebilir. Sanat üretimindeki çeĢitlilikten söz ederken, Kolomb öncesi Meksika'yı
düĢünmek zorunda olmam bir rastlantı olmasa gerek, çünkü Meksikalılar aynı zamanda yazısı olan bir
halktı. Bence yazı, sanatın figüratif olma yönünde evrimleĢmesine büyük oranda hizmet etmiĢtir;
çünkü yazı insanlara göstergelerin dıĢ dünyayı yalnızca göstermek için değil, aynı zamanda onu
yorumlamak ve ele geçirmek için kullanılabileceğini öğretmiĢtir. Tabii klasik dönem Yunan
heykelinin, insan bedeninin tam bir temsili olduğunu iddia etmeyeceğim, bu çok zayıf bir açıklama
olurdu. Onda modelde olmayan bir anlam vardır; bir Afrika heykelciği gibi -aynı derecede olmasa
bile- o da bir göstergedir. Farklılık hem bu düzeyde, hem de sanatçı ve izleyicilerin tavırlarmdadır.
Bana öyle geliyor ki, Yunan heykel sanatında ya da Rönesans Ġtalyan resim sanatında -en azından
Quattrocento sonrası- sanatçının modeline yaklaĢımı yalnızca gösterme çabası, yani ilkel denen
sanatın çarpıcı bir özelliği
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/127
olan tamamen entelektüel bir yaklaĢımla değil -paradoks içinde görünüyorsam da- aynı zamanda
büyüyle bağıntılı görünen neredeyse ihtiraslı bir tavırla tanımlanır; çünkü sanat hem varlıklarla
iletiĢim kurabilme, hem de resmetme yoluyla ona sahip olma yanılsamasına dayanır. Buna "nesneyi
sahiplenme", çok değerli ve güzel görünen bazı görüngüleri kendine mal etmenin bir yolu diyeceğim.
ĠĢte bence Batı uygarlığı sanatının en göze çarpan özelliklerinden biri, sahip olanın ya da hatta
izleyicinin zevki için nesneyi kendisine mal etmesini içeren bu haris ve doymak bilmez istektir.
Üç Farklılık
GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, son konuĢmada, sanatın bireyselleĢmesinden söz
ederken, "kolektif ve "bireysel" sözcüklerini birçok kez kullandınız; doğal olarak, bu iki sözcük
arasındaki ilintiyi merak ettim: Birbirlerine karĢıt mı bunlar, yoksa birbirlerini bütünlüyorlar mı?
Sosyolojik bağlamları içinde ne anlatıyorlar? Son olarak da daha farklı bir soru yönelteceğim. Sanat
yapıtlarının üretildikleri koĢullar bağlamında bir kolektif ve bireysel ayrımı, ilkel toplumlarda ve Batı
toplumlarında -kendi içinde geçerli olduğunu varsayıyoruz- eĢit ölçüde geçerli midir?
CLAUDE LEVI-STRAUSS: Bizce çok açık olan kolektif-bireysel ayrımı, ilkel toplumlarda sanat
yapıtının yaratıldığı koĢullar içinde pek önemli bir ayrım değil. Ġlkel toplumlarda da özgün üslupları
olan, tanınmıĢ sanatçılar var; bunlar diğer sanatçılara yeğlenirler ve kuĢkusuz daha yüksek ücret
alırlar.
Üstelik sanatçı, kiĢisel gereksinmeleri karĢılamaya çalıĢır. Örneğin, Bastar ve Orissa eyaletlerinde
bulunan ve soyları az çok karıĢık olan Moğol topluluklarından oluĢmuĢ Hint toplumlarını ele alalım.
Bu toplumlardan bazılarının, esas iĢlevi büyüsel ve dinsel olan Fresk türünde oldukça geliĢkin
resimleri vardır;
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /128
bunların yapılma amacı, hastalıkları iyileĢtirmek ve geleceğe iliĢkin öngörüde bulunmaktır. ġöyle ki,
kendini fiziksel veya zihinsel olarak kötü hisseden ve bundan kurtulmak isteyen kiĢi, aynı zamanda
ressam olan büyücüye baĢvurur, büyücü de onun evinin duvarlarını -kimi zaman temsili, kimi zaman
temsili olmayan- büyük duvar resimleriyle donatır. Dolayısıyla büyücü, yalnız bir doktor veya kâhin
olarak değil, bir ressam olarak da toplumda becerisi onaylanmıĢ bir kiĢidir. MüĢterisinin evine, bir gün
önceden gider, oldukça iyi para alır, hem de müĢterisinin konuğu gibidir ve istihareye yatmak için
geceyi orada geçirir. Sonra da, gördüğü düĢün çeĢitli bölümlerini ve ayrıntılarını evin bir duvarına
resimler. Ancak yarattığı eser, onun kendi bilinçaltının derinliklerinden kaynaklanmaz, tersine son
derece katı kurallara uyar; öyle ki, bu resimlere dıĢarıdan bakan yabancı bir gözlemci, hepsinin aynı
sanatçının eseri olduğuna kolayca inanabilir. Diyelim elli yıllık bir zaman dilimi içinde hangisinin da-
ha eski olduğunu gösterecek hiçbir önemli fark yoktur. Dolayısıyla burada, sanatsal yaratının tamamen
bireysel yönüyle, sosyolojik ve kolektif yönü kaçınılmaz olarak birbirine karıĢır. Sanki bu iki yön
birbirine sıkıca bağlanmıĢtır; bilinçli ve sistemli bir biçimde, eserin yaratılması iĢi zihnin bilinçaltı
etkinliğine bırakılarak -çünkü her Ģeyden önce bu bir düĢtür- bireysel ve kolektif ayrımının yokolmaya
yüz tuttuğu bir noktaya eriĢilir. Bu durumda, ilkel denen toplumlar, estetik yaratıda bilinçaltının oyna-
dığı rolü daha nesnel biçimde kabul edebilirler ve aklın anlaĢılması güç iĢlevlerini olağanüstü bir
rahatlıkla kavrarlarken; bizler ayrımın değer ve anlamını belli bir kasti ve bilinçli etkinlik düzeyinde -
zihinsel etkinliğin daha yüzeysel bir düzeyinde- yer alan özel bir sanat türüyle sınırlamamak mı gerek
diye düĢünmeye baĢlarız.
G. C: Yani sizce bu ayrım, Batı toplumlarına özgü, öyle mi?
|
C. L.-S.: Ayrım Batı toplumlarına iliĢkindir, oldukça farklı baĢka toplumlara değil.
îĢte ilk farklılık budur: Bireysel ve kolektif yaratı ayrımının
LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ /129
geçerli olup olmaması. Bir ikinci farklılık (kuĢkusuz, bu artık geçerli değil diyeceksiniz ama, buna
daha sonra değineceğim, Ģimdilik ayrım noktası üstünde duralım) her Ģeyden çok anlamlamayı
hedefleyen bir tür sanatla, biraz önce "sahiplenme" diye adlandırdığım Ģeyi hedefleyerek giderek daha
çok temsili nitelikli ve daha az gösterge sistemi olan diğer bir tür sanat arasındaki karĢıtlıktır.
Son olarak üçüncü bir farklılık vardır: Estetik etkinliğin giderek daha çok kendi içine kapanmasını -
yani doğrudan nesnelerle iliĢkiye değil, sanatsal geleneğe, "büyük ustaların örneklerine", "ustaların
üslubunda boyamaya" dayanmasını- son derece bilinçli ve sistemli bir eğilim olarak görüyorum. Yine
ilkel toplumlara uymayan bir ayrım bu; orada böyle bir sorun olamaz, çünkü geleneğin sürekliliği
garanti altındadır. Bu durumda üç alan ve bunlara denk düĢen -sanatı kendi içine kapanmaya ve kendi
dünyasında yaĢamaya zorlayan- üç merkezcil eğilim tanımlayabiliriz Bireysizlik, Ģeylerin temsil
edilmesi ve deyim yerindeyse akademizm. Bana soruyordunuz, acaba modern sanata...
G. C: Bu terimlerin hiçbiri uymaz mı?
C. L.-S.: Uymaz ama hangi anlamda? Ġlk modern devrim -beni hakkında hiçbir Ģey bilmediğim ve
sizin uzman olduğunuz konular üzerinde konuĢmaya zorluyorsunuz ya, neyse- Ġzlenimcilikti diyebilir
miyiz?
G. C: Evet, gerçek anlamda ilk açık ve dıĢa yönelik biçimiyle seyircinin karĢısına çıkan Ġzlenimcilikti.
C. L.-S.: Aslında alanıma girmeyen bu konuya atılmaya hiç niyetim yok. Durumu -bir bütün olarak-
dıĢarıdan ve sosyolojik bir bakıĢla, yani resimdeki devrimleri, hem sanat yapıtlarının yapısını
dönüĢtüren, hem de topluluk içinde belli tepkiler yaratan dönüĢümler biçiminde ele alarak
çözümlemeye çalıĢıyorum ve bence Ġzlenimcilik daha çok Ģu eğilime denk düĢüyor...
G. C: Kendimi bu konularda uzman olarak görmüyor ve bir etnologdan kesinlikle daha az donanımlı
hissediyorum; yine de Ġzlenimciliğin açık ve görünür bir ortaya çıkıĢ olduğu biçimindeki yorumunuza
tamamen katılıyorum.

ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR /130


C. L.-S.: Ġzlenimci ressamı ele alalım: Ne yapmaya çalıĢmaktadır? Bence onun devrimi, biraz önce
betimlediğim farklılıkların üçüncüsüyle sınırlı. Gerçekte yapmaya çalıĢtığı, nesnenin akademik
yorumundan kurtulmaktır. Resmettiği nesnenin, kullandığı modelin, önceki ustalar tarafından temsil
edilen model değil, "iĢlenmemiĢ" gerçek nesne olması için hep tetiktedir. Böyle denebilir mi?
G. C: Evet tam tamına.
C. L.-S.: Yalnız bu iĢlenmemiĢ nesne, hâlâ temsil edilecek, yeniden üretilecek ve uyarlanacak bir
nesnedir.
G. C: Her Ģeye rağmen, nesneyi bir fizikçi gibi görme savı var.
C. L.-S.: Evet, tabii.
G. C: Ġnsanlar Fresnel okuyup onun kuramlarını kullanmaya çalıĢıyorlar; neredeyse, resim yaparken
fizik çalıĢtıklarına inanıyorlar.
C. L.-S.: Öyleyse bir anlamda tepkisel bir devrim bu: Bir devrim, çünkü eski alıĢkanlıklar ortadan
kaldırılmıĢtır, ama sorunun kilit noktasını -sanat yapıtının anlamsal kimliğiyle ilgili nokta- gözden
kaçırarak. Ġzlenimcilikte iĢin "sahiplenen-temsil eden" boyutuna hiç dokunulmamıĢtır ve bizim için
önemi ne olursa olsun, Ġzlenimci devrim yüzeyseldir. Benim de sizin kadar hayranlık duyduğum
Ġzlenimci ressamların büyüklüğünü gö-zardı etmeksizin söylüyorum bunları.
G. C: Her neyse. Belki de her Ģeyden önce yüzeyle ilgilendiğinden, Ġzlenimci resim derinleĢmez. Onu
ilgilendiren Ģey, nesnenin yüzeyi ve ıĢığın nesneye değdiği andaki dağılmasıdır.
C. L.-S.: Doğru, fakat baĢka Ģeyler de var. Ġzlenimciliğin salt biçim açısından ele alınamayacağını ve
Ġzlenimci resmin içeriğinin de aynı ölçüde Önemli olduğunu söyleyerek savı geniĢletmek isterim.
G. C: Ġzlenimciler esas olarak nesneye yönelmemiĢlerdi.
C. L.-S.: Ġzninizle, sizinkinden daha yüzeysel bir yaklaĢım geliĢtireceğim. Ġzlenimcilerde bana çarpıcı
gelen, yalnızca üsluptaki değiĢim değil, aynı zamanda temadaki değiĢim: Yazgısı-
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/131
na bırakılmıĢ banliyö manzaralarının veya cazibesiz kır kasabalarının, bir tarlanın, bir sıra ağacın anlık
betimlemeleri... Ve bence bu özellikler, Poussin'in hatta Romantiklerin -dağlar, çağlayanlar, asırlık
ağaçlarla dolu, görkemli ortam olması gereken-"manzara" anlayıĢlarıyla kıyaslandığında, çok önemli
bir değiĢimi temsil ediyorlar.
G. C: Evet ama, Ġzlenimcilikten tam yüzyıl sonra, yani günümüzde, tüm sanatlarda gözlenen genel bir
eğilim var: O da kahramanı dünyaya indirmek - onu alıp yaĢadığı yer olan yeraltına yerleĢtirmek.
C. L.-S.: Tabii. 17. ve 18. yüzyıl, hatta 19. yüzyıl baĢlarında, sanatçıların resmetme lüksünü
tadabildikleri Doğa'nın henüz yağmalanmamıĢ dünyası, makineleĢmedeki ilerlemeler ~ köprüler,
demiryolları, kentsel geliĢim vb.- yüzünden yokolmak üzere. Dolayısıyla insanlığa, artık yitirilmiĢ
olan büyük Doğa'dan arta kalan doğa kırıntılarıyla yetinmeyi öğretmek gerek. ĠĢte Ġzlenimcilikte böyle
öğretici bir çaba ve uygarlığa önderlik etme giriĢimi vardır.
G. C: Ġzlenimciler, önemini yitirmekte olanı abarttılar.
C. L.-S.: Evet, daha doğrusu ellerinde avuçlarında kalan o küçücük alanı en yoğun biçimde
kullanmaya çalıĢtılar. Genel anlamda, biçimle ilgili olarak Ġzlenimci devrimin en son sözü edilen
karĢıtlıkla doğrudan iliĢkili olduğu konusunda anlaĢıyoruz sanırım: Artık ustaların gözüyle görülen
nesne olmayan, saf ve çıplak nesneye geri dönüĢ - ama esas sorunun bu olmadığını kavramaksızın.
Nesne gösteriliyor mu, yeniden mi üretiliyor, ya da en azından sanatçının kafasında bu iki düĢünceden
hangisi var -çünkü nesne gerçekte, asla yeniden üretilemez- esas sorun bunu bilmektir. Diğer yandan
Kübizm de aynı devrimi, bu kez ikinci farklılık temelinde sürdürür. Asıl tutkusu temsil etmenin yanı
sıra göstermek olduğundan, sanatın anlamsal gerçeğini yeniden keĢfetmiĢtir. Ġlk anda Ġzlenimciliğin
çıkarsadığı sonuçları kullanmasına rağmen Kübist devrim, bu anlamda, Ġzlenimci devrimden çok daha
derindir. Nesneyi aĢarak anlamlamaya ulaĢır. Yalnız Kübizmde, ilkel sanatlarla arasında bir özdeĢlik
kur-
ĠRK TARĠH VE KÜLTÜR /132
mamızı engelleyen temel bir eksiklik her zaman vardır - Kübist-lerin ilkel sanatlardan esinlenmeleri ve
onlarla benzeĢmeleri rastlantısal olmadığı ve ilkel sanatların her biçimden daha çok ve daha kolay
Kübizmle yan yana varolabileceğini hissettiğimiz halde, bu böyledir.
G. C: Evet, örneğin Ġzlenimci sanatla yan yana varolamazlardı; Sisley'i, Afrika heykelciğinin yanına
koyamazsınız. Bu düĢünülemez bile.
C. L.-S.: Çünkü Kübistler esinlerini ilkel sanattan alırlar, bir anlamda, böyle bir sanatın onlara
öğretebileceği Ģeyi ve ondan alabilecekleri yardımı kavramıĢlardır. Yine de Kübizmin baĢa çıkamadığı
temel bir güçlük vardır - buna biraz önce değindiniz. Sanatsal ürünün koĢulları hâlâ bireyseldir ve
Kübizm, sanat yapıtının kolektif iĢlevini kendi baĢına yaratamaz. Benim üç farklılık varsayımımı
kabul edersek, geriye döndüğümüzde Ģunu görürüz: Ġzlenimcilik, üçüncü ve en yüzeysel farklılığın
üstesinden gelmeyi baĢarmıĢtır, Kübizm ise aradaki ikinci farklılığın. Ama yine bir farklılık kalmıĢtır:
O da estetik biçimler sorunundan baĢka, toplumda sanatın konumuyla ilgili olan en önemli ve derin
farklılıktır. Bu noktaya yeterince eğilinmediğini ve aslında bunun oldukça yeni ve ĢaĢırtıcı bir olayı
açıklayabileceğini düĢünüyorum - söylemek istediğim, aynı ressamın kullandığı "üslup"ların
olağanüstü bolluğu ve Picasso'nun bütün eserlerinde örneklenebilen, üsluptaki köktenci değiĢim...
G. C: Günümüzde üslup değiĢimlerinin üç büyük isimle birlikte anılması giderek belirginleĢiyor...
C. L.-S.: Evet.
G. C: Kabaca, bu ressamlar Picasso, Masson ve Picabia; gerçekten bu ressamların üslupları sürekli
değiĢmiĢtir.
C.L.-S.: Fakat.üslup değiĢtiren yalnızca ressamlar değil. Müzik dünyasıyla ilgili olarak da Stravinski
ile Picasso arasında bir analojiden söz edebiliriz.
G. C: Evet.
ĠC. L.-S.: Stravinski'de de sürekli bir üslup değiĢimi görülür. Demek ki görüngü bir anlamda,
sosyolojik ve bence sanatsal
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/133
ürünün bireyselleĢmesiyle doğrudan bağıntılı - ve onun doğal sonucu. Sanki Kübizm, sanatçı-izleyici
(ve daha somut olarak, "etkin" bir izleyici olan alıcıyla sanatçı) çekiĢmesi ya da karĢıtlı-ğıyla
baĢedemeyip, yalnızca bir tür akademizm yerine bir diğerini getirmiĢtir. Ġzlenimcilik öncesi
akademizm, dilbilimcilerin deyiĢiyle, gösterilenin akademizmiydi: Sanatçının yeniden üretmeye
çalıĢtığı nesneler -bir surat, çiçekler veya bir vazo- belli bir geleneğin ve alıĢılmıĢlığın bakıĢıyla
görülmekteydi. Oysa çağdaĢ yaratıcıların çalıĢmalarının belli bir döneminde ortaya çıkan üslupların
bolluğuyla birlikte, gösterilenin akademizmi ortadan kalktı ve yerini gösterenin akademizmi diye
adlandırdığım bir tür akademizme terk etti. Bu, gerçekte dilin kendi akademizmidir; çünkü insanların
bir sanatsal ifade biçimine eriĢtikten sonra herhangi bir yerde ve her yerde kullanageldikleri gösterge-
sistemlerinin tümünü tüketme saplantısını, hem Stravinski, hem Picasso'da gözleriz. Dilin
akademizmi, temanınkinin yerini alır; çünkü sanatsal üretimin koĢullarının bireysel kalmasından ve di-
lin -baĢa dönüyorum- topluluğa iliĢkin, dolayısıyla sağlam bir görüngü olmasından ötürü, ne olursa
olsun doğru bir dilin oluĢturulma olasılığı yoktur.
G. C: Evet, ama bunun bir bakıma, iletiĢim ve yayıncılığın ve biraz da çevirinin sağladığı kolaylıklar
yüzünden olduğunu söyleyebiliriz. UlaĢımın geliĢmesi, salt insanın seyahat edebilmesi değil, aynı
zamanda bilgisini geniĢletebilmesi, okuma ve sanat yapıtlarının kopyalarını görme Ģansına sahip
olması demektir. Bu bağlamda yazı kadar önemli bir olay daha vardır: Fotoğrafçılık.
C. L.-S.: KuĢkusuz.
G. C: BireyselleĢmenin geliĢmeye baĢladığı dönemden beri herhangi bir sanatçı gibi, Kübist ressam da
kendinden önce yapılan her Ģeyi öğrenebiliyordu, Ģimdi de diğer dilleri öğrenebilir.
C. L.-S.: Hayır, öğrenir... onları öğrenir diyemem, çünkü öğrenmeden çok bir yansılama sorunu.
G. C: Ve nasıl iĢlediğini görme...
C. L.-S.: ...tümüyle yanıltıcı değiĢik bir görünüm verme so-

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /134


runu, çünkü sürdürülmesi gereken tek Ģey, göstergenin dıĢsal benzerliğidir, artık mesaj yoktur - mesaj
sözcüğünü metafizik anlamda değil, iletiĢim kuramındaki anlamında kullanıyorum.
G. C: Her ressam bir uzman olmuĢtur.
C. L.-S.: Evet ama, bunun yeterli olduğunu sanmıyorum. Ġlkel denen toplumlardaki sanatçıları
düĢünün, onlar da dıĢ dünyada olup bitenin farkındadırlar. Kendi dönemlerinden yirmi bin yıl önce
veya kendilerinden yirmi bin mil ötede ne olduğunu tabii bilmezler, fakat en yakın komĢularının -
kendi sanatlarından, Mısır sanatının Gotik ya da Baroktan farklılığı denli farklı olabilen- sanatını
bilirler. Fakat ona benzemek bir yana, onu reddetme, dıĢtalama tutumu içindedirler; çünkü ilkel
toplumların sanatı dıĢsal öğelerden hemen ve kolayca etkilense, sanatın anlamsal iĢlevi, toplum
içindeki rolü çözülüvereceğinden, (ilkel toplumlar), dillerini korumak konusunda çok duyarlıdırlar.
Dolayısıyla görüyorsunuz, birtakım çağdaĢ sanatçı veya yaratıcılardaki üslup bolluğu, yabancı
ifadelerin özümsenmesinden çok, sanat dilleriyle bir tür keyfi olarak oynamaktır aslında.
G. C: Kusura bakmayın ama geriye döneceğim. Bence her Ģeyden önce bunun, birkaç kiĢiye ve her
sanat türünün en büyük isimlerine özgü bir olay olduğu vurgulanmalı. Üsluptaki değiĢmeler ancak
Picasso veya Giacometti gibi büyük sanatçılarda açıkça gözlenir.
C. L.-S.: Size katılıyorum, fakat günümüz resim sanatının karĢı .karĢıya kaldığı iki açmaz -böyle
denebilir herhalde- arasında temel bir fark göremiyorum: îlki Picasso'nun kendini içinde bulduğu ve
onu birbiri ardınca farklı üsluplar kullanmaya zorlayan çıkmaz: Çünkü göstergelerin, bir gösterge-
sisteminin biçimsel iĢlevinden öte bir Ģeyleri yoktur: Gerçekte ve sosyolojik olarak, söz konusu
toplulukta iletiĢim aracı olarak iĢlemezler; ikincisi, gösterge-sistemi sayısını çoğaltmayan ve her biri
kendi sistemini, bozmak ve tümden yok etmek için, dolayısıyla anlamlamanın olasılığını bile ortadan
kaldırmak yoluyla onu ne tür olursa olsun bir anlamlama iĢlevinden soyarak, çözümlemeye uğraĢan
soyut ressamların deneyleri. Bence her ikisi de sanat-
LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI/135
sal etkinliğin çaresiz ve birbirini tümleyen biçimleri.
G. C: Fakat ĢaĢırtıcı bir nokta var: Biraz önce söylediklerinize dönecek olursak, üç temel farklılık
ortaya koymuĢtunuz değil mi?
C. L.-S.: Evet.
G. C: Sonra da modern sanat -modern çağın değil, günümüzün sanatı- olayına değindiniz.
Ġzlenimciliğin, modern sanatın karĢılaĢtığı ilk güçlüğü, Kübizminse ikincisini çözümlediğini ifade
ettiniz. ġimdi bir anlamda, Ġzlenimcilikte bir miktar Kübizmin zaten varolduğunu söyleyebilir miyiz?
C. L.-S.: Evet.
G. C: Aynı biçimde Kübizmde de soyut sanat vardır. A pri-ori olarak soyut sanatın üçüncü güçlüğü
yenebileceği -eleĢtirel değerleri katmaksızın- düĢünülemez mi? Kaldı ki sizce en ümitsiz açmazda
olan, kesinlikle soyut sanat.
C. L.-S.: Yo, soyut sanatın bunu baĢarabileceğini sanmıyorum, simetrik desenlerle çalıĢmanın
çekiciliğine rağmen...
G. C: Yani bunu ummak abes olur.
C. L.-S.: Evet.
G. C: Yalnız, bu durumda merak ettiğim, nasıl...
C. L.-S.: Fark etmez ki, üç farklılık...
G. C: Tam da en umutlu olduğum anda...
C. L.-S.: Evet?
G. C: Bana söylenen - hayır...
C. L.-S.: Fakat bu noktada, saptamanıza karĢı olarak, biraz önce sıraladığım üç karĢıtlığa bir ayrım,
hatta bir değerler ölçütü eklemek istiyorum. ÇözülmüĢ son iki güçlük, Marksistlerin üstyapı diye
adlandırdıkları alana, ilki -yani sanat yapıtının kolektif iĢlevi- ise altyapıya aittir. Saf biçimsel geliĢme,
ya da estetik yaratıya içsel olan devindirici güç, onu çözmeye yetmez. Bu karĢıtlıkla karĢılaĢtığımız
noktada sanat -deyim yerindeyse-sosyolojik gerçekliğe boyun eğer ve varolanı değiĢtirme konu-
sundaki güçsüzlüğünü gözler önüne serer. ĠĢte bilincinde olduğum açmaz, böyle bir açmazdır.
G. C: Gözleminiz yalnızca resme iliĢkin değil.
ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR /136
C. L.-S.: Hayır, değil. Aynı biçimde müzik için de geçerli.
G. C: Peki yazında da böyle mi sizce?
C. L.-S.: ġiirde evet, hatta romanda da... Niye böyle sınırladığımı bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki, -
benim dıĢımdaki insanların yaygın gözlemi olması bakımından, çarpıcı da geliyor-bir tür açmaza
vardık ve her zaman dinlediğimiz tür müziği dinlemekten, baktığımız tür resimlere bakmaktan ve hep
bildiğimiz kalıplara göre yazılmıĢ kitapları okumaktan yorulduğumuzun bilincine vardık. Tüm bunlar
sağlıksız bir gerilime yol açtı; sağlıksız diyorum, çünkü kendinin bilincindedir ve yeni Ģeyler keĢfetme
azminden ve denemelerden kaynaklanmaktadır. Öte yandan bu tür belli baĢlı atılımlar -verimli
olanları- insanların bilinçli ve sistemli olarak yeni biçimler bulmaya uğraĢtığı ve bence kesinlikle kriz
durumunun göstergesi olan bugünkülerden çok daha geri bir bilinç düzeyinde gerçekleĢir.
G. C: Eğer sizi doğru anladımsa bu kriz, tüm sanat biçimlerinin tamamen ortadan kalkmasına
varabilecek kadar derin - ilk planda iĢe yaramazlıklarına iĢaret etmesi bakımından.
C. L.-S.: Biliyorsunuz, tarafınızdan ikna edilerek terk etme yanılgısına düĢtüğüm etnolojik bakıĢ
açısından, etnolojik bir bakıĢla, bu hiç de o kadar korkunç ve sarsıcı değil. Her Ģeyden önce, sanat
insan toplumlarında her zaman çok önemli bir rol oynamıĢtır diye bir Ģey yok; sanatsal açıdan çok
zengin toplumlar da var, çok yoksul olanlar da...
G. C: KuĢkusuz öyle. Ayrıca söylediklerinizin doğru olduğunu gösteren ipuçları da var. Örneğin, tüm
alanlardaki bütün yaratıcı sanatçıların, yaĢamlarının ve yapıtlarının artık hiç çözülemeyecek mutlak
bütünleĢmesine eriĢmek için gösterdikleri azim bile yeter. Bu kesinlikle bir tür çaresizliğin
göstergesidir. Artaud ister ki Ģiiri kendisi olsun; ressam resmin, müzisyen de sesin kendisi olmasını
ister. Ancak bu yolla, gövde imge, gövde renk, gövde ses, gövde sözcük kopukluğundan kurtulunur.
C. L.-S.: Evet ama, bence...
G. C: Renklerin, seslerin ve imgelerin ellerinden kaydığını hissettikleri için mi bu böyle?
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/137
C. L.-S.: Temaların azalmaya baĢlaması yüzünden, sanatçıların her kestirmeye sapıverdiklerinin bir
iĢareti olabilir bu.G. C: Ama yine de bir sorun var... Tamam, bütün biçimler yokolmaya mahkûm ve
sanatın kendisi de...
C. L.-S.: Tabii, gelip geçici bir yokoluĢ bu. Durumu kendi yaĢamımızın zaman ölçeğinde
değerlendiriyoruz.
G. C: Evet, kabul. Fakat bu durumda da "Sanatın iĢlevi nedir?" diye soracağım. Sanatın günümüz
toplumlarındaki iĢlevi, ilkel toplumlardaki iĢlevine bakarak çıkarsanabilir mi? Ve ardından,
toplumumuzda tüm sanat biçimlerinin iĢe yaramaz oldukları ve artık, belki de sanat biçimi olmayan
bir Ģeyin ortaya çıkacağı sonucuna varılabilir mi? Yoksa sanatın zamanını doldurması, kimsenin
farkına bile varmayacağı kadar doğal bir olay mı?
C. L.-S.: Geleceği görme misyonunu üstlenemem ama biraz önce değinmekle birlikte es geçtiğimiz,
bir anlamda soruyu geniĢletmemizi olanaklı kılabilecek bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Her
estetik yaratıda, sanatçının denetimindeki teknik araçlarla gerçek yaratma sürecinin direnmesi -ya da
maddenin direnmesi diyelim- arasında bir tür uyuĢmazlık olduğunu ve boyutları toplumdan topluma
değiĢse de bu uyuĢmazlığın hep varolduğunu, esas olarak da sanata anlamlama iĢlevi yüklediğini
söylemiĢtim. Sanatçı modelin aynını üretemediğinde, göstermeye razı olur/ya da bunu bilinçli olarak
seçer. Bir de Ģunu eklemek istiyorum: Sözünü ettiğim uyuĢmazlık, salt sanatçının denetimindeki
araçlardan kaynaklanmaz. Bu araçlar yetersiz olabilir; ilkel denen sanatlarda genellikle bu böyledir -
ilkel sözcüğünün en genel anlamıyla tabii, yani hem Ġtalyan ilkellerini, hem de ilkel toplum sanatlarını
kapsayacak biçimde. Öte yandan nesnelerin aĢın bolluğu diyebileceğim bir olay vardır ve bence bu,
ilkel halkların sanat ve becerilerinin çok çarpıcı bir özelliğidir. Çünkü anlamlama iĢlevinin ortaya
çıkması mutlaka teknik araçların yetersizliği yüzündendir, diyemeyiz. Becerilerini hayata geçirmede
olağanüstü teknik ustalıklara ulaĢmıĢ, ilkel diye anılan topluluklar vardır; Kolomb öncesi Peru
çömlekçiliğinin, bu sanatın en yetkin örnekleri arasında olduğunu, ayrıca o zamanın Peru do-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/138
kumacılığının eĢsizliğini biliyorsunuzdur. Ancak ilkel denen topluluklar arasında uyuĢmazlık payını
yeniden yaratan ve (ilkel) insanların yaĢadığı dünyanın büyük oranda doğaüstü bir dünya olması
gerçeğiyle açıklanabilecek, bir nesne bolluğu vardır. Doğaüstü olan, tanımsal olarak, temsil edilemez;
çünkü ne modeli, ne de "tıpkı basımı" olabilir. Dolayısıyla model, temsilinden kâh fazla, kâh az ama
hep uzaktadır ve sanatın gereklilikleri sanatçının denetimindeki araçları hep aĢar. Bu bakımdan, bence
günümüz toplumlarının geliĢiminde sanatın geleceği açısından, nasıl demeli, endiĢe verici bir Ģey var:
Bilimsel bilgi sayesinde nesneleri büyük oranda "indirgeme"yi baĢardık. Bilimsel araĢtırma yoluyla
nesnenin doğasına iliĢkin öğrenebileceklerimizin tümü, buna denk düĢen bir estetik değer azalması ve
yitmesini temsil ediyor, oysa ilkel halklar...
G. C: Çok doğru.
C. L.-S.: Bilimsel bilgisi hiç olmayan veya çok az olan ilkel halklar...
G. C: Sanatçının etkinlik alanı daralıyor... Bu arada, sizinle tartıĢmak istediğim konulardan biri de
buydu...
C. L.-S.: Evet, aslında nesne çok daha önemli, nesneler güçlü, yoğun ve onlardan ayıkladığımız birçok
Ģeyle dolu...
G. C: Sanatçının malzemesini azaltıp duruyorsunuz.
C. L.-S.: "Siz" derken kimi kastediyorsunuz?
G. C: Bilim adamlarını! Buna hiç kuĢkum yok, eminim. Fakat biraz önce -eğer terminolojinizi doğru
kavradımsa- anlamla-ma iĢlevi, uyuĢmazlığın varlığından kaynaklanır dediniz. Merak ettiğim Ģu:
Anlamlama iĢlevinin Ģimdilerde sağlanamaması acaba bir olanaksızlık ve sanatçının eylem alanının
daraltılması gerçeğinde yatan bir Ģey yüzünden mi? Onun eylem alanını kısıtlıyorsunuz; o da,
kaçınılmaz olarak, varolmasının giderek nasıl olanaksızlaĢtığını keĢfediyor. Sanatçının yaĢadığı ve
bence yirmi yıl önce sözü edilenden çok daha ciddi olan bu umutsuzluk, (sanatçının) toplumda meĢru
bir yeri, söyleyecek bir sözü, görecek bir Ģeyi olmadığını hissetmesinden kaynaklanıyor. Tiyatrodan
bir örnek alalım; yaĢayan en ünlü oyun yazarlarından olan Samuel
LEVĠ-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI /139
Beckett tam da bu söylediklerinizi dile getirmiyor mu?
C. L.-S.: Tiyatro tartıĢmasına giremem, çok özür dilerim ama tiyatroya alerjim var. Elimde değil, ne
zaman tiyatroya gitsem, kulağımı döĢemeye dayayıp beni hiç mi hiç ilgilendirmeyen bir konuĢmaya
kulak misafiri oluyormuĢum gibi geliyor. Bu yüzden tiyatroyu kapsam dıĢı bırakalım olmaz mı?
G. C: Fakat bu sanatçının eylem alanını büsbütün daraltmak oluyor.
C. L.-S.: Sorunun bir anlamda aynı olmasına, yani tiyatronun aĢırı figüratif "tıpkı basım" yönüne
rağmen -sahnede gidip gelen kadınlar ve erkekler gerçektirler, oysa benim sanattan istediğim, beni
insan toplumundan kurtarıp bambaĢka bir topluma götürmesi- sonuç olarak burada da anlamlama
sorunuyla uğraĢıyor bulacağız kendimizi.
G. C: Fakat tiyatro bir yana, sanatçının teması varlığının olanaksızlığı haline gelmedi mi?
C. L.-S.: Evet, bence haklısınız.
G. C: ġiir bağlamında da böyle: Artaud bu tanıma uyuyor.
C. L.-S.: Evet, modern sanat varolmayana yöneliyor - tema tümüyle yokolurken sanat yalnızca bir
göstergeler sistemi olma yolunu tutuyor...
G. C: Evet, tema önemini yitirdi.
C. L.-S.: Aynı kanıdayım. Yalnız, bu, çağdaĢ sanata içsel olan çeliĢkiyi büyütüp kızıĢtırıyor; çünkü
gösterge-sistemi bir tek kiĢi tarafından yaratıldığından ve oldukça sık değiĢtirilmek zorunda
olduğundan, salt bir göstergeler sistemiyle, "dildıĢı bir Ģey"le kalakalırız - ki bence bu soyut
ressamların tipik bir özelliği...
Doğal Sanat ve Kültürel Sanat
GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, ilkel toplumlar ve çağdaĢ Batı toplumlarının
sanatlarının kıyaslamasını bitirmezden önce, konuĢmaların birinde aktardığınız bir gözlemi ha-
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /140
tırlatmak isterdim: Genelde sanatın iĢlevinden, ek bir gerçekliğin özenle yaratılmasının sanat yapıtının
asıl anlamı olduğundan ve bir sanat yapıtını, bu anlam yoluyla tanıyabileceğimizden söz ediyorduk.
Belki de cüretli bir laf ederek sanatçının iĢlevi gerçeği gizlemek midir diye sormuĢtum. Siz de bana
hemen "gerçeği gizleme" deyiminin çok basit ve muğlak olduğunu ve herhangi bir karalamanın,
eskizin ve genel olarak, herhangi bir etkinliğin -güzel olmasa bile- gerçekliğe yeni, canlı bir gerçeklik
kattığını söylediniz. Ve "yine de Gerçeküstücülerin tavrının bu anlamda rahatsız edici olduğunu kabul
etmeliyim" diye eklediniz. Bu konuyu biraz açar mısınız?
CLAUDE LEVĠ-STRAUSS: Bu konuda, Andre Breton'la uzun bir yazıĢmamız olmuĢtu. Tamamen
özgün olan bir Ģey, sırf özgün olduğu için, bir sanat yapıtı sayılabilir mi, yoksa baĢka Ģeyler de gerekir
mi? Sanat yapıtı nesnenin eksiksiz bir yeniden üretimi değil, bir göstergesi olduğundan, nesnenin ilk
algılanıĢında göze çarpmayan bir Ģeyi anlatır ve bu onun yapısıdır; çünkü sanat dilinin ayırt edici
özelliği, gösterilenle gösterenin yapılan arasındaki çok derin benzeĢimdir. Oysa bu anlamda eklemli
dil, kendi seçtiği biçimde gösterebilir: Sözcükler ve bunların iliĢkili olduğu nesneler arasında
benzeĢim yoktur ya da olduğunu düĢünüyorsak, dil felsefesinin eski düĢüncelerine geri dönmemiz
gerekir, yani yarım seslilerin özellikle sıvı fazdaki fiziksel cisimlere uyduğu ve genellikle sert cisimler
için kalın seslileri kullandığımız gibi düĢüncelere.
G. C: Demek ki, Gerçeküstücülerin nesneyi nesneleĢtirme-lerine ve bir sanat yapıtına
dönüĢtürmelerine katılıyorsunuz, öyle mi? Yani, iskemle iĢlevinden koparılarak nesne durumuna ge-
tirilen iskemle, nesneyle sanat yapıtının birleĢmesinin yetkin bir anlatımı oluyor.
C. L.-S.: Evet, yeter ki sanat yapıtı, nesneyi gösterirken nesnenin yapısına iliĢkin bir anlamlama yapısı
yaratmayı baĢarabil-sin.
G. C: O halde bu birleĢme -tanımsal olarak- nesneleĢtirme tarafından içeriliyor.
LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI /141
C. L.-S.: Sözünü ettiğim nesne yapısı ilk bakıĢta algılanabilir bir Ģey olmadığından, sonuç olarak
bilgide ilerlemeyi sağlayan, sanat yapıtıdır.
G. C: Bu ilerleme nesneleĢtirme yoluyla mı baĢarılır? Hemen sonuç alınıyor olsa, iĢler çok kolay
olurdu.
C. L.-S.: NesneleĢtirmeyle olmayabilir, ama olur da... Örneğin, Ingres gibi çok büyük ressamları ele
alalım - bence Ing-res'in gizemi, hem bir tıpkı-basım yanılsaması yaratıp (burada onun, ince desen
ayrıntıları ve renk gölgeleriyle yeniden üretilmiĢ KeĢmir Ģallarını hatırlamak yeter) hem de bu
görünürdeki tıpkı-basımın algıdan öte hatta algı nesnesinin yapısını aĢan bir anlamlamayı
dıĢavurmasını sağlamasındadır...
G. C: Bence Gerçeküstücülerin, hem bu bağlamda, hem de plastik sanatlarda "hazır yapıt" diye
adlandırdıkları Ģeyi tasarlamaları bağlamında çok büyük katkıları oldu. Örneğin, Ģu önümdeki
mikrofonu alalım. Ben onu bir model olarak düĢünebilirim, o bir "hazır yapıf'tır ve yapılmasının belli
bir amacı vardır; fakat ben onun bir sanat yapıtı olmasına karar verebilirim.
C. L.-S.: Gerçi bence "hazır yapıt'ın özelliği -yanılıyorsam düzeltin- kolay kolay, tek nesneye
indirgenemez olmasında: Bir "hazır yapıt" yapmak için, en azından iki nesne olmalı.
G. C: Bir tek nesne yeterli olabilir; örneğin, Marcel Duc-hamp'ın kullandığı ünlü süzgeç...
C. L.-S.: Bu örnek de yetersiz, çünkü o mahzendekiyle ya da dükkân dolabındakiyle aynı süzgeç değil.
G. C: Evet tabii, ben de bunu demek istiyorum.
C. L.-S.: Peki. Onu, salondaki bir möblenin üstüne koyarsınız...
G. C: Amacım, onu tamamen yalıtmak.
C. L.-S.: ...ve o yerleĢtirildiği yeni konumda, yalnızca bir sanat yapıtı oluverir.
G. C: YaklaĢık olarak... Bir de öyle olması gerektiğine karar verdiğimiz için tabii.
C. L.-S.: Doğru.
G. C: Ya da bana öyle geliyor ki, bu durumda tersi oluyor:
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /142
Gösterileni, gösterenden ayırıyorum.
C. L.-S.: Hayır.
G. C: Ġki yapıyı yan yana koymuyorum.
C. L.-S.: Öyle yapıyorsunuz.
G. C: Bence, bir yapıyı diğerinden ayırıyorum.
C. L.-S.: Hiç katılmıyorum. Kilerdeki süzgeç, belli bir gösterilenin gösterenidir, baĢka bir deyiĢle,
ĢiĢeleri süzmek için kullanılan bir alettir. Onu salondaki Ģöminenin üstüne koyarsanız, çok doğal
olarak, gösterilen ve gösteren iliĢkisini koparmıĢ olursunuz...
G. C: Çünkü çevresinde ĢiĢe yoktur artık.
C. L.-S.: Böyle yaparak, anlamsal bir parçalanmaya neden oluyorsunuz.
G. C: Evet, ben de bunu diyorum.
C. L.-S.: Fakat, anlamsal parçalanma, bir birleĢmenin üretilmesine yardım eder; çünkü nesneyi diğer
nesnelerin yanına koyduğunuzda, zaten sahip olduğu bazı yapısal özellikleri -uyum ya da denge
özellikleri veya belki de gariplik ya da saldırganlık gibi- gün ıĢığına çıkarırsınız. Eğer bir balığın
kemiksi iskeleti gibiyse özellikler, bu örtük özellikleri görünür kılarsınız.
G. C: Katılırım, fakat gösterenle gösterileni ayırarak.
C. L.-S.: Ancak ayrılma, baĢka bir gösterenle baĢka bir gösterilen arasında umulmadık bir birleĢmenin
oluĢmasına hizmet eder.
G. C: Bunu kabul etmeye hazırım, ama yine de onları ayırarak baĢladım.
C. L.-S.: Eğer gösteriĢli bir anlatım kullanmama izin verirseniz; böylelikle gösteren ve gösterilen
iliĢkisinde farklı bir dengeye, nesnenin ilk durumunda olası olan ama açıkça ifade edilmeyen bir
dengeye varıyorsunuz. Dolayısıyla bir anlamda, insan bilgisine bir Ģey katıyorsunuz, nesnenin içinde
bulunduğu ilk koĢullar bütününde algılanabilir olmayan örtük özellikleri keĢfediyorsunuz. Ozanın
yaptığı da budur iĢte; bir sözcük ya da ifadeyi alıĢılmadık bir biçimde kullanmak.
G. C: Tabii. Marcel Duchamp'ın bunu düĢündüğünde, sınır-
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/143
sız olasılıklardan söz edip etmediğini merak ediyorum. Herhangi bir nesneyi nesneleĢtirmemi, onu bir
"hazır yapıt" olarak düĢünmemi kim engelleyebilir? Her Ģeyi abartarak bir sanat nesnesi iĢlevi
kazandırmak: Bu, gerçeğe ulaĢmanın yeni bir yolu değil mi?
C. L.-S.: Ama Ģunu unutmamak gerek ki; herhangi bir biçimde kullanılan herhangi bir nesne olmaz.
Çünkü nesneler, örtük özellikleri bakımından eĢit ölçüde zengin değildirler; belli bağlamlardaki belli
birtakım nesnelere gönderme yapıyoruz.
G. C: Acaba bunu, düĢünülebilen herhangi bir bağlamdaki, herhangi bir nesneye kadar genelleyemez
miyiz?
C. L.-S.: Tabii, ben genellenebileceğine inanıyorum ve etnolog olarak değil de birey olarak, kiĢisel
beğenim çerçevesinde, geleceğin resminin aĢırı figüratif ve anektodal olabileceğini düĢünüyorum. (Bir
yandan bu tanımlar, Poussin'in "Funerailles de Phocion"u kadar yetkin eserlere de uymuyor değil.)
Yani, her Ģeyden önce insanlar olarak bizi ilgilendiren tek dünya olan, nesnel dünyadan ne tamamen
kaçan, ne de çağdaĢ insanın kendini içinde bulduğu ve bana gerek zihinsel gerek duyumsal olarak
doyurucu gelmeyen bu dünyayla yetinen bir resim türü, en geleneksel resim türünün tüm tekniklerini
kullanarak, çevrede yaĢamakta olduğumdan daha yaĢanası bir evreni yeniden yaratmaya çalıĢacaktır
bence...
G. C: Aa, siz sanat yapıtını koruyorsunuz; oysa ben, eğer o yok olursa yerini gerçekliğin kendisine
bırakacaktır diye düĢünüyorum.
C. L.-S.: Yani?
G. C: Son çözümlemede, sanatçının ortadan kalkmasıyla öğrenilecek Ģey belki de gerçekliğin
kendisinin bir sanat yapıtı olduğu ve hiçbir nesnenin özel bir iĢlevi olmadığı ve özel bir bağlamda
değerlendirilemeyeceğidir.
C. L.-S.: Bu noktanın üstünde özellikle duruyorum, çünkü bence çok tehlikeli bir karıĢıklığın
eĢiğindeyiz: Her nesne özünde bir sanat yapıtı değildir, belli düzenlemeler, örüntüler ya da nesneler
arası iliĢkilerdir, sanat yapıtı olan. (Nesneler) bir dilin
ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR /144
sözcükleri gibidirler; kendi baĢlarına anlamları çok belirsizdir, neredeyse bir anlamdan bile
yoksundurlar ve ancak bulundukları bağlam içinde bir anlam kazanırlar. Örneğin "çiçek" ya da "taĢ"
gibi sözcükler sınırsız sayıda belirsiz nesneye karĢılık gelirler ve kesin anlamlarını cümle içinde
alırlar. "Hazır yapıt'larda da anlamlı olan -onları bulanlar farkında olsun veya olmasınlar, ayrıca ben
farkında olduklarına inanıyorum, çünkü Gerçeküstücüler her zaman güçlü kuramcılardı- her ne kadar
kimileri tersini söylese de, tek baĢlarına nesneler değil, nesnelerle yapılan "cümle-ler"dir. "Hazır
yapıt" nesneler bağlamında bir nesnedir ve bir uygarlık, kendi teknik ve maddi evreni içinde tümüyle
tutsak olduğu en uç noktada...
G. C: Bunu bir sanat yapıtı olarak mı düĢünürdü?
C. L.-S.: ...bunu sonunda birkaç farklı üslup içinde sınıflandırırdı - bu üsluplardan bir veya birkaç
tanesi kullanıma yönelik ve bilimsel olurken diğerleri, gerekli olduğu için değil salt sanatsal nedenlerle
oluĢmuĢtur ve aralarındaki fark yalnızca öğelerin düzenlenmesinden kaynaklanır. Doğa Tarihi
Müzesinin bir odasındaki deniz kabuğu, bir biblo koleksiyoncusununkiyle aynı değildir. .. Benzer
biçimde, birtakım eğriler matematikçi için denklemler demek olurken, kimileri için acayip nesnelerdir.
G. C: Evet, heykeltıraĢın durumunda olduğu gibi.
C. L.-S.: Fakat...
G. C: Fakat acaba bir kesiĢme noktasına, iki gidiĢatın kesinkes birleĢtiği bir noktaya varılamaz mı?
C. L.-S.: Sanmıyorum, bir kez ok yaydan fırladı mı -ki Batı uygarlığında bu gidiĢatı çok rahat
gözlemleyebiliyoruz- onu, önceden tasarladığınız, öğelerin basit ve gerçeğe uygun bir yeniden
dağılımıyla nitelenen bir noktada tutmak ve denetlemek olanaksız. Hep bölünme ve yeniden
bütünleĢmeye doğru bir gidiĢ var, kim bilir nereye kadar? Ancak sanatçının manzaranın karĢısına
geçip, onun az çok değiĢmiĢ ve yorumlanmıĢ bir görüntüsünü elde etmesi yerine Çin resmindeki gibi
süper-peyzajlar yapmaya koyulduğu ayrıntılı figüratif resimde; nesnenin temsiliyle -ki bu uç noktalara
kayabilir- öğelerin özgür birleĢimi düzeyin-
LEVl-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/145
de iĢleyen temsili olmayan biçimin bir tür sentezinde, bugün varolan çeliĢkinin çözümünü
bulabileceğimizi sanıyorum.
G. C: Peki ama, her birey için nesnenin temsil edilmesiyle edilmemesinin, gerçekle bağıntılı olarak,
nasıl uyuĢacağını bilmek isterdim.
C. L.-S.: Ġnsanın kendini içinde hissettiği birtakım manzaralar vardır, birkaç örnek geliyor aklıma.
Belki ĢaĢıracaksınız, çünkü pek ünlü olmayan ressamlardan söz edeceğim - gariptir, bugün zevk
alabildiğim yalnızca onların eserleri... Örneğin, Ģimdi Musee de la Marine'in büyük salonunda
sergilenmekte olan ve her zaman devingen bulduğum ender resimler arasında yer alan, Joseph
Vernet'nin 18. yüzyıl büyük Fransız liman resimlerini düĢünün. Bu resimlerde yaĢıyor gibi olurum;
öyle ki, resmedilen görüntüler, benim için, gerçek yaĢamdakilerden de gerçek olurlar. Bence onların
değeri, o zamanın deniz-kara iliĢkisini bize ulaĢtırabilmelerinde. Bu anlamda liman, jeoloji, coğrafya
ve botanikle ilgili doğal iliĢkileri bozmayıp, onları biçimlendiren ve böylece çok özel bir gerçeklik
türü ve kolayca sığınabileceğimiz bir düĢ âlemi yaratan bir yerleĢimdir.
G. C: Bu durumda her bakımdan haklı olduğunuzu kabul etmek zorundayım, benim çıkıĢ noktamın
yanlıĢlığını da.
C. L.-S.: Ben aynı biçimde düĢündüğümüze inanıyorum, ama resmin bu yöneliminin veya yeniden
yöneliminin ulaĢabileceği nokta konusunda anlaĢamıyoruz. Ben resmin, günlük yaĢamı betimleyen
çok yalın bir anlatıma yönelebileceğini düĢünüyorum.
G. C: Bense, sanatın tümüyle yokolup, gerçekliğin kendisinin, insan tarafından, bir sanat yapıtı olarak
kabul edilmesi olasılığı üzerinde duruyorum.
C. L.-S.: Oo, insan bundan çok çabuk bıkar; çünkü her Ģeyden önce, sözünü ettiğimiz birleĢimler ve
nesnelerin, örtük özelliklerini ortaya çıkaracak biçimde yeniden düzenlenmesi, gayet akla uygun ama
sınırlı da; bir süre sonra tüm olasılıklar tüketile-cektir ve bence bunun en iyi kanıtı, bu tür bir Ģeyin ilk
kez olmuyor olmasındadır. "Hazır yapıt'a ilgi (yanılıyorsam düzeltin)
IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /146
anılarında, kıyı boyunca denizkabukları ve denizin biçimlendirdiği Ģeyleri toplayarak yürüyüĢünü ve
bunlardan nasıl esinlendiğini anlatan Benvenuto Cellini ile baĢladı.
G. C: Evet. Bu anlamda, tarihteki diğer dönemleri düĢünebiliriz...
C. L.-S.: Fransız Devrimi'ni izleyen yıllarda, bir Ģeyler toplamak çok moda olmuĢtu. Ġnsanlar maden
ya da denizkabuğu gibi Ģeyler alırlar ve biblo yerine böyle Ģeyleri hediye olarak verirlerdi. Benzeri bir
dönem yaĢıyoruz yine.
G. C: Evet ama, "hazır yapıt" genellikle doğadan elde edilmiyor. Günümüzde doğal nesnelerden çok,
yapılmıĢ eĢyalar kullanıyoruz.
C. L.-S.: Evet öyle, ve yapılmıĢ eĢya...
G. C: Örneğin, demir filizi değil de, hurda demir yeğleniyor.
C. L.-S.: Ancak böyle bakılırsa, doğa kültürden çok daha zengindir; hayvan, bitki veya madenlerin
olağanüstü çeĢitliliğine kıyasla, insan yapımı eĢyalar çok kısırdırlar. "Hazır yapıt'ın özgün yanıysa,
gerçek kaynağa dönmezden önce baĢvurulan son çareyi temsil etmesidir.
G. C: Fakat Ģimdi söylediğiniz "hazır yapıt" ile biraz öncekinin aynı olmadığını unutmamak gerek.
C. L.-S.: Katılıyorum.
G. C: Kesinlikle aynı değiller. "Hazır yapıt'ın iĢlevinin genelleĢtirilmesi derken onu, insanların
yaptıkları eĢyalarla veya paslanma vb. hasarlar yüzünden değiĢmiĢ nesnelerle sınırlamayı hiç
düĢünmemiĢtim.
C. L.-S.: Anlıyorum.
G. C: Benim düĢündüğüm, doğada oluĢabilecek herhangi bir Ģeydi.
C. L.-S.: Fakat sonra bir de bakarız aynı noktaya dönmüĢüz; çünkü insan, doğal sanat denebilecek
Ģeyden bile kısa sürede bıkar ve kendi sanatını aramaya baĢlar.
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/147
Göstergeler Sistemi Olarak Sanat
GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, daha önce sormuĢ olduğumla yakından iliĢkili bir
soru sormak istiyorum. Ne sosyologum ne de etnolog ama, doğru veya yanlıĢ, bizimki gibi çağdaĢ
toplumlarda topluluk içinde bir kopuĢ gözlemleyebiliyorum. ġunu demek istiyorum; görebildiğim
kadarıyla, topluluğun bir kesimi enerjisini, kaba deyimiyle, ekonomik iliĢkilere adarken, bir diğeri
kültürün korunmasıyla ilgileniyor. Acaba benzeri bir görüngü sizin araĢtırdığınız toplumlarda da var
mı diye merak ediyorum. Tabii bu soru bir baĢka soruyla iç içe geçiyor: Ekonomik etkinlik, kültürün
ayrılmaz bir parçası mı, değil mi?
CLAUDE LEVI-STRAUSS: Sanırım yine, etnologlar tarafından araĢtırılmıĢ tüm toplumlar için
geçerli olabilecek genel bir yanıt vermek güç olacak.
Bence, kültürdeki o kendine özgü anlaĢılması güç doğa, çok sayıda toplumda görülebilir. Yalnızca din
adamları kastını ve büyücüler loncasını hatırlamak bile, söylemek istediğinize analojik bir Ģey bulmak
için yeterli. Bizim toplumlarımızla ilgili olarak sözünü ettiğiniz kopuĢ, farklı etkinliklerin aynı
bireylerce yürütülmemelerinden çok, bunlar arasında iliĢki olmamasından kaynaklanıyor bence. Oysa,
ilkel bir toplumda, büyücü-doktor uzman sayılabilir, ama bununla birlikte kapı komĢumdur. BitiĢi-
ğimde yaĢar, onu tanırım, ona her gün rastlarım ve din dıĢı birçok konuda iliĢkimiz, alıĢveriĢimiz
vardır. KuĢkusuz onun büyücü-doktor olduğu ve doğaüstü bilgilere sahip bir hazine olduğu her an
hatırımdadır, ama iliĢkimizi, Batı toplumlarındaki bir Renault iĢçisinin, müzisyen ya da ressamlarla
asla bir arada olamayacağı gerçeğinde somutlaĢan yabancılaĢma belirlemez.
G. C: Yanıtınızı anlıyorum ve niçin bu örneği verdiğinizi de düĢünebiliyorum. Ancak bu, benim
sormak istediğim ama pek iyi ifade edemediğim sorumu tam karĢılamıyor. Renault iĢçisi kategorisiyle,
kendilerini ekonomiye adayan tüm insanları
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/148
söylemek istiyordum. Bu insanlar ve diğerleri arasında görüyorum ben kopuĢu.
C. L.-S.: Bu biraz da, farklı iĢlerdeki insanların birbirleriyle karĢılaĢmalarını olanaksız kılan çağdaĢ
toplumların büyüklüğüyle ilgili olamaz mı?
G. C: Evet. Bence birbirlerini tanısalar bile güvenmeyecek-lerdir. Bu güvensizliğin, bilginin çeĢitli
alanlarında boyverdiği-ne inanıyorum - özellikle alanlarda diyorum ki, söylediklerim salt bilimsel
bilgiye iliĢkin sanılmasın. ġimdi söylediğim hem bilimsel bilgiyle hem de "sanatsal bilgi" ile ilintilidir.
Kısacası, ister bilim adamı, ister sanatçı veya entelektüel olsun, kültürü koruyan, saklayan bireyin,
Batı toplumunda genel anlamda bir çıkarı yoktur. Bu bir yana, ulusun -daha doğrusu topluluğun-geri
kalan kısmı ona güven duymaz. Acaba ilkel toplumlarda da durum böyle mi?
C. L.-S.: Bir kere tanımsal olarak, bizden tamamıyla uzak ve farklı toplumlarla bir koĢutluk bulmak
olanaksız. Biz zaten bu toplumlarla, farklılıkları gözardı edemeyeceğimizi ve diğer toplumlara bize
benziyorlarmıĢ gibi davranamayacağımızı bildiğimiz için ilgileniyoruz. Olanaksız olan bir Ģey
istiyorsunuz, sorunuzdaki kavramlar neredeyse çeliĢiyor. Eğer bu toplumlarda Batı toplumlarında
bulunan biçimler varolmuĢ olsaydı...
G. C: Batı toplumlarıyla aynı kategori içinde yer alırlardı.
C. L.-S.: Aynen.
G. C: Anlıyorum. Sizce, toplumumuzda bireyler arasında iliĢki olsaydı, söylediğim kopuĢ ortadan
kalkar mıydı?
C. L.-S.: Yo, herhangi tir biçimde kopuĢun ortadan kalkacağını söylemiyorum çünkü -daha önce
söylediklerimle çeliĢkili görünebilir- birkaç bin kiĢiden oluĢan ve geçen gün otantik iliĢkiler olarak
adlandırdığım kiĢisel iliĢkilerin olduğu çok küçük toplumlarda bile, bilgi edinme bağlamında değilse
bile uzmanlaĢma bağlamında bölünmeler vardır. Fakat mükemmel bir çömlekçi olan kadının, bunu
olağanüstü güçlerle iliĢkisine ve ona miras kalan ya da bağıĢlanan büyüsel güçlere borçlu olduğu dü-
Ģünüldüğünden, bu iki Ģey arasında sınır yoktur.
LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/149
G. C: Dolayısıyla, örneğin incelediğiniz toplumlarda, "sanat" olarak adlandırılan alanı düĢünelim:
Topluluk sanatı, herkes tarafından.koĢulsuz kabul edilmiĢtir.
C. L.-S.: Kesinlikle. Sanat topluluk yaĢamının içindedir. Sizin sezinlediğiniz -benim de mantıksal
açıklamasının güçlüğü nedeniyle ifade etmekten kaçındığım- bu farkı Ģöyle dile getirebiliriz: Ġlkel
toplumlarda bulunmayan veya çok ender olarak bulunan Ģey, (yine genel bir kural koymaktan
kaçınıyorum) çağdaĢ sanatsal etkinlik kavramımızın temeli olan, yaratıcı izleyici -müzik söz
konusuysa dinleyici- ayrımına dayalı iliĢkidir.
Sanatın iĢlevi aynı olmadığı için olsa gerek, ilkel toplumlarda bu ikilik bir istisnadır. Bu toplumlarda
sanat yapıtlarının gös-tege-rolü daha fazla önem kazanır; her durumda bu rol, bu toplumlarda sanata
yüklenen sosyolojik iĢlevi anlatır.
G. C: Ve sanatın bir dil olduğu düĢüncesi yoktur.
C. L.-S.: Sanatın bir dil olduğu düĢüncesi gerçek anlamda varolabilir. Yazıyla, yani dille bir sanat
yapıtı arasında yer alan çeĢitli hiyeroglif türlerini ve yapıtların özellikle simge açısından zenginliğini
hatırlayalım her Ģeyden önce - tümü için değilse de, çoğu ilkel toplum için söyleyebilirim, örneğin
Kuzey Amerikalı Kızılderililer'de ve her nesnenin, salt kullanıma yönelik olanın bile yalnızca onu
yaratan değil, kullanan herkes tarafından anlaĢılabilen bir simgeler yoğunlaĢması olduğu Sudan,
Kongo ve daha güney bölgelerdeki bazı Afrikalı topluluklarda olduğu gibi.
G. C: Evet. Bizim toplumumuzdaki durumdan oldukça farklı.
C. L.-S.: Çok basit bir örnek alacak olursak, bazı Afrikalı topluluklarda, kan kocanın birlikte yemek
yemesi âdetten değildir, yemek yerken konuĢmak ise daha da alıĢılmamıĢ bir Ģeydir; yiyeceğin
tüketilmesi, bizim toplumumuzdaki dıĢkı kadar özel bir konudur. Bir kadın, kocasını herhangi bir
konuda uyarmak istediğinde, iĢi kısa yoldan çözümlemek için, oymacıdan kendisine genellikle
atasözlerinden oluĢan -Afrikalı toplulukların çok atasözleri vardır- simgesel biçimlerle bezenmiĢ,
çorba kâsesi kapağı gibi bir Ģey yapmasını ister. Sonuç olarak, adamın yeme-
IRK, KÜLTÜR VETARĠH/150
ğini yediği kap, tabağın kendisi, aynı zamanda adamın kendisi tarafından ya da öneri almak için
çağrılan uzman yardımıyla çözülebilen bir mesajdır.
G. C: Evet, böylelikle bizim "sanat" ve "folklor" arasında yaptığımız ayrım söz konusu olmuyor.
C. L.-S.: Gerçek Ģu ki, sanatsal yenilikler, çok daha hızlı, neredeyse hemen, topluluk kültürü içine
alınıyorlar. Ne olursa olsun, fark, bir tür değil, nicelik farkı. Halk sanatının, kolektif bilinçaltının
derinliklerinden doğduğuna ve kendini dıĢa vurduğu biçimlerinin çok eskilere dayandığına inanmaya
yatkınızdır. Bazı durumlarda bu böyledir, ama her zaman değil. Özellikle Brötanya ve Bask'ta basit
köylü eĢyalarında hâlâ görülen, tekerlek ya da gül kabartması motiflerinin geçmiĢi çok eskilere daya-
nır, çünkü bunlara, Avrupa'nın hatta Afrika'nın çeĢitli kıyı bölgelerinde de rastlanabilir. Diğer yandan,
en popüler ninnilerimizin veya çocuk Ģiirlerimizin, tümü değilse bile çoğunun, nesil-•den nesile
aktarılarak bize ulaĢtıkları çok uzun geçmiĢleri yoksa da; bunların kökleri, 18. yüzyıl Parisi'nde moda
olup, ardından tüm topluma ve aristokratlardan, burjuvalardan en aĢağı sınıflara doğru yayılan
Ģarkılara dek iner. "Popüler sanat" tanımımızın ardında çok karmaĢık bir Ģey yatar - aslında yüksek
sınıflara ait olan ya da öyle olduğu düĢünülen temaların bir yandan korumayı, diğer yandan da halka
hitap edebilecek biçime sokmayı içeren, iki yönü vardır.
G. C: Hep aynı sonuca geliyoruz. Sanata iliĢkin hiçbir Ģey, etnologun ilgisi dıĢında değildir.
C. L.-S.: Etnologun sanatı gözardı etmesi, her durumda, olanaksızdır; çünkü her Ģeyden önce sanat,
kültürün bir parçasıdır ve belki daha da önemlisi, etnologların özellikle incelediği bir görüngü türü
olan, doğanın kültür tarafından yönlendirilmesinin en üst düzeyini oluĢturur.
G. C: Bu böyleyken, sanatın her zaman dil olduğunu, bir dile eĢit olduğunu söyleyebilir misiniz?
C. L.-S.: KuĢkusuz. Ama herhangi bir dil değil. Belki de tüm estetik anlatımların ortak paydası olan
zanaatçılıktan ve sa-
LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ /151
natçının sanatta kullandığı malzeme ve teknik süreçleri hiçbir zaman tam denetleyemediği gerçeğinden
daha önce söz etmiĢtik. Denetleyebilseydi - ve bence bu, tam da görüngünün niçin evrensel olduğunu
gösterir...
G. C: Denetleyebilseydi sanat olmazdı. C. L.-S.: Denetleyebilseydi, doğanın tam bir yansılamasını
elde ederdi. Modelle sanat yapıtı aynı olurdu ve sonuç olarak sanatçı özgün bir kültürel nesne
yaratmak yerine, doğayı yeniden üretiyor olurdu. Diğer yandan, böyle bir sorun yoksa, yani yapıtla
esinlendiği kaynak arasında hiçbir iliĢki yoksa, bir sanat yapıtıyla değil, dilbilimsel bir nesneyle
uğraĢıyoruz demektir. Dilin temel özelliği -Ferdinand de Saussure'ün üzerinde durarak belirttiği gibi-
göstermeye çalıĢtığı Ģeylerle hiçbir maddi iliĢkisi olmayan bir göstergeler sistemi olmasıdır. Bence
böylelikle, her zaman dille nesne arasında yer alan bir anlamlama sistemi ya da anlamlama sistemleri
bileĢimi olarak sanat kavramına ulaĢıyoruz.
G. C: Sanat eleĢtirmenlerinin, makalelerini yazarken sürekli "dil" sözcüğünü kullanmaları dikkate
değerdir. Tam sizin kullandığınız anlamda değil ama; sanat eleĢtirmenleri etnolog olmadıkları için,
böylesi doğal. Ama insan "dil" sözcüğünün an-lamsızlaĢtığını hissediyor.
C. L.-S.: Evet, "dil" terimi ya da dilbilimsel terimler, çoğunlukla yanlıĢ kullanılıyor. Bence, sanat
eleĢtirmenleri veya sanatçılar "dil" derken, sanatçının kendini izleyiciye ya da dinleyiciye yönelttiğini
ima ederek "mesaj" anlamında bir Ģeyi söylemek istiyor olabilirler. Bu iliĢki...
G. C: Evet, gerçekten "mesaj" kelimesinden kaçınmak için "dil"i kullanıyorlar.
C. L.-S.: Evet, çünkü "mesaj" mistik bir anlam kazanabilir-ne var ki, "mesaj" terimi iletiĢim
uzmanlarınca doğru ve nesnel biçimde kullanıldığı için yanlıĢ bir yaklaĢım bu.
G. C: Sanatçı için, Mesihi çağrıĢtıran renkleri vardır, bu da sanatçıların ona neden kuĢkuyla
yaklaĢtığını açıklar.
C. L.-S.: Oldukça. "Dil" teriminin kullanımı, tehlikeli olma-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /152
sa da -tüm sanatın dil olduğunu biraz önce onayladığımız için-en azından yanlıĢ; olgusal olarak böyle
bir Ģey olmadığı halde, bir dil ya da bir mesaja ulaĢma amacı barındırıyor gibi geliyor bana. Tüm
sanatın dil olabilmesine rağmen, bilinçli düĢünce düzeyinde bu kesinlikle böyle değildir; sanatçının
denetimindeki tüm araçlar, çok sayıda göstergelerdir ve sanat yapıtının iĢlevi bir nesneyi göstermek,
nesneyle anlam ileten bir iliĢki kurmaktır, demek istiyorum.
G. C: Bu saptama üzerine, sizden, sanat ve anlamlama iliĢkisini tanımlamanızı ve sanatla -terimin
dilbilimsel anlamıyla-dil arasındaki ayrımı koymanızı isteyeceğim.
C. L.-S.: Biraz önce kabaca çizdiğim ayrıma dönmeliyim -yani eklemli dil, gösterdiği nesnelerle,
algılanabilir hiçbir iliĢkisi olmayan rasgele göstergelerden oluĢan bir sistemdir; oysa sanatta, nesneyle
gösterge arasında algılanabilir bir iliĢki vardır.
G. C: Aynı savları Ģiir için ileri sürer misiniz? Bence, sözcükler kullandığı için dilbilimsel alanda iĢlev
görmesine rağmen, Ģiir, dilbilim alanının dıĢında da anlam taĢıdığı iddiasında bulunabilir.
C. L.-S.: Haklısınız, Ģiirle ilgili olarak, tanımımızın esas anlamını değilse de, üslubunu biraz
değiĢtirmeliyiz. Sanat, dille nesne arasında bulunur demiĢtim, Ģimdi de, en genel anlamda, Ģiir, dille
sanat arasında bulunur diyeceğim. Ozanın dille iliĢkisi, ressamın nesneyle iliĢkisiyle aynıdır. Dil, onun
hammaddesidir ve bu onun, göstermek için yola çıktığı hammaddedir - tam olarak, konuĢmada
iletmeye çalıĢtığımız düĢünceler ya da kavramlar değil de, konuĢmanın bölümlerinden veya
parçalarından oluĢmuĢ daha bütünlüklü dilbilimsel nesneler.
G. C: Ne yaptığı konusunda yanlıĢ yönlendirilmiĢ bile olsa, ozan, sözcüklerin kavramsal kullanımının,
ikincil ve daha değersiz bir kullanım olduğuna inanır.
C. L.-S.: Ġyice abartılmıĢ bir benzetme yapacak olursam, ozan dille iliĢkisinde, hafif atomlardan daha
ağırlarını yapmaya uğraĢan bir mühendis gibi davranır. Ozanın yarattığı dilbilimsel nesneler,
düzyazıda kullanılanlardan daha yoğundur; dilbilimsel
LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI /153
ifadeye yeni boyutlar katar ve geleneksel Ģiir biçimlerinde, uyak, ölçü ve tüm diğer Ģiir yazma tekniği
kurallarına olan gereksinim açıkça görülür. Ya da ozan, Rimbaud'nun yaptığı gibi parçalanma
tekniğini uygulayabilir. Böylece Ģiir çeliĢen iki yasa arasında kalır. Dilbilimsel bütünleĢmeyle,
anlamsal parçalanma arasında.
G. C: Ġkisi aynı anda yürürlüktedir, değil mi? .
C. L.-S.: Evet, çözülmez biçimde bağlıdırlar birbirlerine ama her ikisinde de dil nesne olarak ele alınır
ve bu nesne baĢka anlamlar eklenecek ya da çıkarılacak biçimde uyarlanır.
G. C: Evet ama, tüm sanatçılar gibi ozanın da -savın en çok ozanın durumunda açık olmasına rağmen-
anlamlama ve dil alanlarının dıĢında, gösterdiğini savunması paradoksuyla... Ozan için sözcük, dilden
tümüyle kopmak ve göstermeyi bir yana bırakıp daha çok Ģey anlatmak için, dili kullanmasını sağla-
yan bir Ģeydir - ve bu, mantıksal olarak, hiçbir Ģey göstermez, ya da ben böyle anlıyorum.
C. L.-S.: Hayır. Ya da tamamen, kullandığınız sözcüklere yüklediğiniz anlama bağlı. Plastik
sanatlarda, Ģiirde veya müzikte olsun, eğer herhangi bir sanatsal ifadenin bir dil ama gerçek anlamda
eklemli olmayan bir dil -aslında resim ya da müzikte hiç böyle olmadığı halde, Ģiirde eklemli dilin
kullanımı oldukça farklıdır- yaratmayı amaçladığını söylemek istiyorsanız, bence kesinlikle haklısınız.
Yok eğer, sanatçı için, herhangi olası veya düĢünülebilen bir dilin dıĢında, anlamlamanın
varolabileceğim ileri sürerseniz, bu kavram kargaĢasıdır derim.
G. C: Kavramların çeliĢtiğinin farkındayım. Ayrıca, sanatçı ya da baĢka birisi adına konuĢtuğumu da
söylemiyordum. Ressam olsun, ozan olsun sanatçıların açıklamalarında, böyle bir niyet bildirimi
gördüğümü sanıyorum. Müzisyenlerle ilgili olarak, durum farklı olabilir. Kendini ifade ediĢi ressam ya
da ozanınki-ne benzeyen bir müzisyenle hiç karĢılaĢmadım. Müzisyenin terminolojisi farklıdır,
iddiaları da farklı görünmektedir.
C. L.-S.: Evet. Ama bir ayrım yapmalıyız. Sanatçıya birtakım psikolojik ve öznel tavırlar
yakıĢtırabiliriz, fakat yine de,
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /154
önemli olan ne düĢündüğü değil, ne yaptığıdır. Böyle olmasaydı, Ģiir yazmasına, müzik veya resim
yapmasına gerek olmazdı. Yalnızca kitap yazardı.
G. C: Tabii ki.
C. L.-S.: Dolayısıyla, kiĢisel olarak tanıdığınız sanatçıların, isteklerini, iddialarını gerek mantıksal,
gerek felsefi olarak kabul edilemez bir tarzda dile getirdiklerini fark ederseniz, ben, bu önemsizdir,
derim...
G. C: Onların açıklamalarını abarttığımı kabul ediyorum. Hiçbir zaman sanatçıların kendilerini böyle
belirgin, paradoksu böyle açıklıkla ifade ettiklerini duymadım. Fakat söylediklerini geliĢtirdiğimde,
hep bu çeliĢkiye vardığımı fark ettim.
C. L.-S.: Önemli olan, ne yaptıklarını sandıkları değil, ne yaptıkl andır.
G. C: Tabii.
C. L.-S.: Kendilerine yakıĢtırdıkları öznel nedenlerse, daha da önemsizdir. Pek çok durumda, her tür
yaratı veya keĢifte, yaratıcının veya kâĢifin, onu kafasında ilk tasarlayıĢıyla ya da kendisine ilk ifade
ediĢiyle, gerçekte elde ettiği sonuç, birbirinden çok farklıdır.
G. C: Evet, bence de sanatçı kendini, çözümleme sınırlarının ötesinde bir alan ya da bölgeye eriĢme
isteği barındıran terimlerde ifade eder. Niceliksel terimlerle ölçülemeyecek ve çözümleme konusu
olamayacak bir Ģey yaptığını düĢündüğü için, sanatçının gözünde sanatı, bilgiden ayrılır. Ve sanırım,
bu onun en güçlü dürtüĢüdür.
C. L.-S.: Böyle düĢünüp düĢünmemesi, psikolog hatta özel olarak estetik yaratıyla ilgilenen psikolog
dıĢında, kimse için önemli değildir. Asıl soru Ģudur: Gerçekte ne yapıyor? Bilmeden ya da istemeden,
dili bütünleyen veya tüm diğer gösterge-sistemleriyle birlikte varolabilen bir göstergeler sistemiyle mi
çalıĢıyor, yoksa -ve bu bana çok daha tehlikeli görünüyor- aslında sahte bir kodla çalıĢtığı halde, bize
"yeni bir göstergeler sistemiyle, yeni bir kodla çalıĢıyorum" mu diyor? Bunun, soyut ya da soyut
denen resme bakarken genellikle edindiğim izlenim
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/155
olduğunu itiraf etmeliyim, çünkü onunla ilgili olarak, biraz önce dille sanat arasında koyduğum ayrımı
unutabiliriz: Soyut resim, bir göstergeler sistemi, nesneyle özellikle rasgele iliĢkisi olan bir sistem
sunabilir. Fakat bize kabul ettirilen dil, ister istemez estetik tonu olan bir dil midir, yoksa, makiniste
"yol açık", "yol kapalı", "diğer yönden bir tren geliyor", "geçiĢten önce yavaĢla" gibi Ģeyler ifade
edebilen, değiĢik renkli, dört köĢe, yuvarlak demiryolu iĢaretlerine benzer, herhangi bir göstergeler
sistemi midir? Ama rasgele bir gösterge-sistemi olduğu için...
G. C: Böyle olduğu kesin mi?
C. L.-S.: Ne demek istiyorsunuz?
G. C: Bu gösterge-sistemlerinin rasgele olduğu kesin değil: YeĢilin "geç", kırmızının "dur" anlamında
kullanılması rastlantı olmayabilir.
C. L.-S.: Beni kendimle çeliĢmeye zorluyorsunuz, çünkü bir kere, bunun gibi sistemlerin tamamen
rasgele olmadığını ileri sürdüm. Yolun kapalı olduğunu yeĢille, açık olduğunu kırmızıyla göstermek
olanaksız olduğu için değil, eğer olursa, değiĢtirme...
G. C: Mutlak bir değiĢtirme olmayacağından.
C. L.-S.: Mutlak bir değiĢtirme olmayacağından: Kırmızı, kırmızı olmaya, yani tümüyle rasgele
olmayan birtakım tepki türlerine bağlı, fiziksel ve fizyolojik bir uyan kaynağı olmaya devam
edeceğinden.
G. C: Yine de "dur" demek için kırmızıyı seçmek paradoks gibi geliyor bana.
C. L.-S.: Evet, belki de gerçekte...
G. C: Daha çok geçmeye karĢı bir uyan.
C. L.-S.: Isı ya da iletiĢim göstergesi olarak kırmızıyı, soğuk ve hatta zehirli bir simge olarak da yeĢili
kullanabilirdik.
G. C: Demek ki, burada derin, temelli bir anlam keĢfedile-biliyor.
C. L.-S.: Fakat, bu derin anlam, çok zayıf değil mi? Kullandığımız rasgele görünümlü belirtke
sistemleri, kuramda göründükleri gibi tamamen rasgele değiller kuĢkusuz. Ama, büyük o-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/156
randa böyledir; geleneksel veya Kübist ressamlar ya da müzisyenlerin kullandığı gösterge ve
simgelerden çok daha rasgeledirler.
Kodun Gerekleri
GEORGES CHARBONNIER: Biraz önce diyordunuz ki, soyut ressam nesneden kopuk olduğunu
iddia eder. Evet bu doğru, fakat kuĢkusuz doğadan kopuk olduğunu iddia etmez. Tersine doğaya yakın
kaldığını ve tam da nesneden kopuĢunun ona, daha anlamlı bir anlatım sağladığını savunur. Nesne bir
engel olduğu, bir betimleme yapılması zorunluluğunu ve hemen senteze gitmenin olanaksızlığını
temsil ettiği için, soyut ressam Ģöyle der: "Tek nesne ve onun yeniden yaratımıyla kısıtlanmaktansa,
soyut resmim sayesinde daha çabuk ve daha "bütün" bir senteze ulaĢabiliyorum - tabii eğer "bütün"
sözcüğü "sentez'le bağlaĢtınlabi-lirse."
CLAUDE LEVI-STRAUSS: Fakat soyut resme karĢı tavrımın...
G. C: A, tavrınızı anlıyorum ve Ģunu yapmaya çalıĢıyorum...
C. L.-S.: ...tamamen olumsuz olduğunu düĢümenizi istemem. Soyut resmi bazen çok çekici ve
büyüleyici buluyorum, gerek biçim gerek renk açısından son derece cazip örnekleri var. Yine de bir
soyut resme baktığımda, duvarıma asıp asmamaya ya da bir odun, bir maden parçasından da aynı
zevki alıp almayacağıma bir türlü karar veremiyorum. Acaba, diyorum, bir akik parçası veya bir bakır
plakası daha ince bir düzenlilik, hayalimi zenginleĢtirecek ve zihnimi devindirecek daha parlak ve
canlı renkler sunmaz mı bana? BaĢka bir deyiĢle, soyut resmi nesnelerin çekiciliğiyle aynı kategori
içinde değerlendirmekle birlikte sorguladığım onun çekiciliği değil, anlamı...
G. C: Biraz daha açar mısınız?
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/157
C. L.-S.: Daha doğrusu gösterge niteliği -çünkü anlamlı olan budur- ressamın niyeti ve yapıldığı
dönemle kazandığı anlam. .
G. C: Evet hatta Ģunu bile söyleyebilirim, insan soyut ressam ya da herhangi bir ressamla beraberken...
Ressam mutlaka tuvali boyayan kiĢi demek olmadığına göre...
C. L.-S.: Evet fakat isimlerden söz etmeyelim, tartıĢmaya yol açabilir.
G. C: Söyleyebileceğim yalnızca birkaç isim var. Örneğin Soulages ile Hartung bunlar arasında...
Soulages ya da Har-tung'un bir resmine baktığımda o insanı tümüyle -politik düĢüncelerine varana
kadar- tanıdığım duygusuna kapılıyorum. En uç noktalan düĢünüyorum: Bir Ġlkelin eserinden, onun
topluma bakıĢını çıkarabilmem veya çıkarmayı düĢünmem gibi.
C. L.-S.: Ama benim son derece olanaklı gördüğüm buna benzer durumlarda, bu duygunun gerçek
olduğunu göz önünde bulundurmuyor musunuz, çünkü...
G. O: Sanırım soyut resimde gösterge olmayan, yalnızca süsleme olarak tasarlanmıĢ noktaların
oluĢturduğu kısım kolayca ayırt edilebilir. Ara sıra kimi resimlerde baĢka bir kategoriyi
yakalayıveririz; orada insanın kendisi belirginleĢir. Örneğin, Mathieu'nün bir resmine baktığımda,
ondaki insanı keĢfede-mem, yani Mathieu'ye iliĢkin bir Ģey öğrenemem. Ama Soula-ges'ın nasıl bir
insan olduğunu hemen anlarım. Birinde, resim insanın Ģiirsel bir ifadesi olurken, diğerinde böyle bir
noktaya hiç varılmaz (tabii sanatçının bilinçli olarak bundan kaçınabileceğim kabul ediyorum.)
C. L.-S.: Evet fakat ressamın, her ne kadar yöntemine sadık kaldığına inanıyorsa da, aslında ona ihanet
ettiğini, böylece deyim yerindeyse kendine rağmen, yeniden ve el altından nesneyle iliĢki, anlamlama
iliĢkisi kurduğunu düĢünmüyor musunuz?
G. C: Bunun pekâlâ olabileceğini düĢünüyorum düĢünmesine de, buna ikna olmuĢ değilim.
C. L.-S.: Müzikten örnek vermek istiyorum. Orada da çok benzer ama tartıĢılması daha kolay bir
durum gözlüyorum, çün-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/158
LĞVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/159
kü benim anladığım -gerçi siz bu, konulan benden daha iyi biliyorsunuz- soyut ressamlar bir sistem,
geliĢmiĢ bir kod sunabilmiĢ değiller. Bence her ressam kendi koduyla bir çözüm yolu bulmaya, bir
resmi bitirip öbürüne baĢlayınca da onu yeniden tanımlamaya çalıĢıyor. Oysa seri müzik, geleneksel
müzik biçimi yerine yeni bir biçim getirmeyi hedefleyen, bilinçli ve sistemli bir çaba olarak çıkıyor
karĢımıza.
G. C: Fakat geleneksel biçimden tamamen uzakta değil.
C. L.-S.: Bence yalnızca prozodi olarak iĢleyen bir biçim bu. Kuralları dilbilimsel değil Ģiirsel, çünkü
dilbilimsel kuralların temel özelliği, yani kendi baĢlarına rasgele olan sesler aracılığıyla farklı
anlamlan dıĢa vurmayı olanaklı kılan özelliği, bu seslerin bir ikili karĢıtlıklar sisteminin parçası
olmasıdır; bu olay çeĢitli anlamlan ayırt etmemizi sağlayan eklemsel değerler içinde mantıksal bir
hiyerarĢinin kurulması biçiminde de ifade edilebilir.
ġimdi nasıl olup da, seri kodun böyle bir hiyerarĢik sistemi sürdürebildiğini veya yeniden
keĢfedebildiğim aklım almıyor. KarĢıtlıklar düĢüncesi aynen kalır; ancak notalar bir sistem içinde
eklemlenmemiĢtir. Bu anlamda, kod anlamsal olmaktan çok dıĢa-vurumsal bir Ģey görünümündedir.
Böyle olmakla birlikte, seri olmaktan çok dodekafonik olan Wozzeck türünden bir eseri dinle-
diğimizde, dinlediğimiz müziğin hiç de rahatsız edici olmadığını hissederiz. Fakat bu; müzisyenin tüm
niyetlerine rağmen ve neler olup bittiğini kavramasına pek fırsat kalmadan, ifadesini bir notalar
hiyerarĢisinde bulan ve iĢlevlerini sansible, gamın ilk notası ve dominant notası diye belirleyen
geleneksel müziğin anlamsal yapısının, burada da boyvermiĢ olmasından ötürü değil mi?
G. C: Buna göre musique concrete'i nasıl değerlendiriyorsunuz?
C. L.-S.: Bence musique concrete daha önce sözünü ettiğimiz soyut resme benziyor, her ikisi de
ressamın ya da bestecinin, herhangi bir anlamsal kuraldan bağımsız kiĢisel beğenisine göre
oluĢturduğu bir öğeler birleĢimidir. Bunda kazara bir tür anlam doğabilir; tıpkı doğadaki bir nesnede,
bir çakıl taĢında ve-
ya bükülüp eğrilmiĢ bir kabukta bir anlam buluvermemiz ve bir çiçeği veya bir hayvanı ayırt
edebilmemiz gibi. (Fakat "bir anlam" derken, belirli bir Ģeye benzemeyi kastetmiyorum, bir Ģekilde bir
kök ejderhaya benzeyebilir...)
G. C: Elbette.
C. L.-S.: Bu basitçe, nesneyi yapı olarak Ģöyle bir görmemiz ve nesnedeki yapıyı tanımanın bizde
estetik bir duyum uyandırmasıdır - ki bu tamamen rastlantısaldır. Aynca sanatçının bilinçli hedefinden
bağımsız olarak ve böyle bir Ģey için uğraĢmasına gerek kalmadan oluĢabilir.
G. C: Musique concrete bestecilerinin bunu kabul edeceklerini pek sanmıyorum.
C. L.-S.: Eminim etmezler.
G. C: Fakat bir kesim dinleyici de bunlan yadsıyacaktır. Musique concete türünde bir parça
dinleyebilir ve ondan etkilenebilirim. Hatta onu dinleyip, uzamda biçimlendirebilirim bile. Kendini
Beethoven'in bir senfonisinden oldukça farklı bir yolla duyurur. Bence kendini uzama çok daha
doğaçtan yansıtır. Örneğin Philipot'nun müziğini dinlediğimde, uzamda Beethoven ya da Mozart'ın
müziğiyle hiç de aynı anlamı taĢımaz.
C. L.-S.: Sanatı tehdit eden tehlikenin bence iki yönü var: ĠJ-ki dil yerine, sahte dilin, bir dil
karikatürünün, bir aldatmacanın, dilde anlamlamayı baĢaramayan bir tür çocuk oyununun ortaya
çıkması, ikincisiyse kullandığı malzeme dıĢında, eklemli dile benzeyen tüm bir dil oluĢturabilmesi ve
bu durumda hiç kuĢkusuz anlamlayabilmesi, fakat gerçek estetik bir duyumu beraberinde
getirememesidir.
Son sözlerinizde bana çarpıcı gelen Ģu oldu: Musique concrete ile Beethoven ya da herhangi bir klasik
veya romantik bestecinin müziği arasında aynm yaparak, dinleyene aynı deneyimi yaĢatmadıklannı,
birinde algılananın uzamda düzenlendiğini, biçimlendiğini söylemiĢtiniz. Algılananın uzamda
biçimlenmesi olayından hiç kuĢkum yok da, acaba bu estetik bir duyuma vanr mı?
G. C: Eğer algıladığım biçim, bende zaten varolan özellik-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /160
lerle buluĢabilirse, evet. Philipot'nun müziğini dinlediğimde, çok tuhaftır, sanki bana özgü olan algı
biçimlerini yeniden keĢfederim ve sanki besteci bana algı yetimin nasıl çalıĢtığını anlatmaktadır.
C. L.-S.: O halde, estetik deneyimin koĢullan yerine getirilmiĢtir, çünkü bence estetik duyum
dediğimiz Ģey, anlam iletmeyen bir nesne gösteren rolüne oturtulduğunda gösterdiğimiz tepki
biçimiyle bağıntılıdır - daha doğrusu onun ta kendisidir. Aslında bu konu ilk olarak çok zaman önce
Boileau'nun "sanat yansıladığında, ne iblis ne iğrenç bir canavar kalır..." demesiyle gündeme gelmiĢti.
Gerçi Boileau'nun örneği yetersizdi ama estetik sunu veya düzenlemenin gerçek iĢlevi, iĢlenmemiĢken
bu tarz ve biçimde olmayan bir Ģeye, anlamlılık katında hayat vermektir.
G. C: Sizce sanatçı dile el atan bir kiĢi mi?
C. L.-S.: Dildeki nesnelere "el atan", deyim yerindeyse can katan kiĢidir o. Kendini bir nesneyle karĢı
karĢıya bulur ve sanatçının nesneye bakmasıyla, nesnenin doğal özünü kültürel bir niteliğe dönüĢtüren
bir ayıklama ve ilerleme süreci baĢlar. Biraz önce söylediğim gibi antropologu ilgilendiren tipik
görüngünün, yani doğa kültür iliĢkisi ve birinden diğerine geçiĢin, özellikle sanatta çok güzel
somutlanması tam da bu anlamdadır.
G. C: Evet, aslında sizin tanımladığınız, sanatçının kendisinin sürece bakıĢı değil. Tersine, sanatçı
çoğu durumda gösterenden baĢlayıp geriye veya ters yönde ilerlediğini düĢünür.
Sanatçıya kalırsa, kültürden kopup doğaya yaklaĢmaktadır. Yaptığı budur demiyorum, yapmaya
çalıĢtığı budur. Sanat alanında kültür dediğimiz Ģey, kültürü terk edip doğaya geri döme-ye çabalayan
kiĢilerin yarattığı bir Ģeydir. Bu yönde ilerlemek, ozanın niyetidir - yineliyorum niyetidir. Belki de
gerçekte tuttuğu yol, onur kinci biçimde yazına doğrudur.
C. L.-S.: Bir nesnenin gösterge sınıflamasında düzenlenmesi -eğer baĢanlıysa- hem gösterge hem de
nesnede ortak olan ve nesnede genellikle örtük olan, ama nesnenin plastik ya da Ģiirsel temsiliyle
birdenbire gün ıĢığına çıkan ve üstelik farklı türlerde tüm nesnelere geçiĢi olanaklı kılan bir yapıyı
ortaya çıkardığı
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/161
oranda, bu iki Ģey birbiriyle çeliĢmez. Sonuç olarak size katılıyorum. GidiĢatın iki yönü vardır:
Doğanın kültüre, yani nesnenin göstergeye ve dile doğru ilerlemesi; bir ikincisiyse, dilbilim-sel ifade
yoluyla nesnenin, aslında gizli olan ve insan zihninin çalıĢması ve yapısıyla son derece benzeĢen
özelliklerini keĢfetmemizi veya algılamamızı olanaklı kılan gidiĢattır.
G. C: Bence ikinci gerçekleĢebilmiĢse, ancak o zaman, sanata ulaĢıldığını söyleyebiliriz.
C. L.-S.: KuĢkusuz.
G. C: Bu olmadan sanatta basan diye bir Ģey olamaz. Acaba soyut resmi sanatsal bir ifade olarak
düĢünme konusundaki isteksizliğiniz bu yüzden mi?
C. L.-S.: Son derece öznel bir yanıt verebilirim. ġu tartıĢmada, ikimizin yazık ki aynı nesilden
olmadığımız'ı ve benim, sizin alıĢkın olduğunuz biçimlerden oldukça farklı modeller temelinde
bakmayı ve hissetmeyi öğrendiğimi bir an bile unutmuĢsam, kötü bir etnologum demektir. Soyut
resme duyduğum, antipati demeyeceğim de, kayıtsızlığın mantıksal bir savunmasını geliĢtirmeye
çalıĢırken, akla dayalı sağlam savlar ileri sürmek yerine, benim neslimden veya çevremden olan
birtakım insanlann gençliklerinde hiç görmedikleri bir Ģeyle karĢılaĢtıklannda gösterdikleri tarihsel
tavn haklı çıkarmaya çalıĢıyor olabilirim.
G. C: Savınız benim için pek geçerli sayılmaz çünkü, soyut resimden baĢka bir Ģey görmemiĢ olacak
denli genç değilim ki ben...
C. L.-S.: Ama Ģu var, çağdaĢlannıza ya da bir önceki nesile karĢı kendinizi savunma fırsatını veren,
soyut resimdir.
G. C: KuĢkusuz öyle.
C. L.-S.: Aynca eminim benim Kübizme delikanlı tutkunluğum, salt kendimle baktığım resim
arasındaki dosdoğru ve içten iliĢkiyle değil, aynı zamanda onun bana, büyüklerimden kopup, onlara
karĢı durmamı sağladığı gerçeğiyle açıklanabilir.
G. C: Evet, insanlar bir Ģeye veya bir baĢkasına "karĢı" olmaktan söz ederler. Ben bu ifadeyi
sevmiyorum, çünkü amaçlanan, karĢıtlıktan çok daha baĢka Ģeyler, durum ne olursa olsun

IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/162


karĢıtlık değil.
C. L.-S.: Sanat ve dil iliĢkisinden söz ediyorduk. Bergson'un aktardığı kısa öyküyü bilirsiniz. Köylü
kadının biri, konuk olduğu ücra bir köyün kilisesine gider. Rahibin vaazı sırasında yaptığı espriye
herkes güler, bir o gülmez. Niye gülmediği sorulduğunda da "ben buralı değilim" diye yanıt verir.
Tüm dil olaylarında, iletiĢimden öte bir Ģey vardır: Belli bir topluluğa veya ne-sile veya toplumsal
çevreye özgü olan iletiĢim tarzlarını çözümleme çabası...
G. C: Cotentin'in bazı köylerini biliyorum; buralarda en bildik sözcükler normal ya da kabul görmüĢ
anlamlarından farklı anlamlarda kullanılıyor. Öyle köyler var ki -adlarını veremem, belki gücenirler-
örneğin dinginlik, neĢe anlamında kullanılıyor, ayrıca sözcüklerin çoğunun kullanımı böyle;
dolayısıyla yerel dil tümüyle anlaĢılmaz bir Ģey oluyor.
C. L.-S.: ĠĢte bu bize, belli bir sanatsal ifade tarzını yeğleyi-Ģimizi yorumlamaya çalıĢırken, topluluğu
niçin çözümleme dıĢı bırakamayacağımızı açıklar.
G. C: Az önce ozanın, dilbilim alanında uğraĢmasına rağmen, sözcükleri özel bir biçimde kullanarak,
anlamlamadan kurtulmayı hedeflediğini söylüyordum. Bir düĢünür olarak sizce bu, felsefi bir tavır mı?
C. L.-S.: ġiiri ve Ģiire özgü yaratıcı yöntemleri düĢündüğümde, zihnimde felsefi ya da metafizik bir
imge veya düĢünce uyanmaz. Ben ozanı, yapay olarak büyük moleküller üretmeye çalıĢan bir kimyacı
gibi görme eğilimindeyim. O büyük dilbi-limsel yapılar, temel maddesinin doğası dilbilimsel olan
yoğun nesneler yaratmaya çalıĢır, hedefi bir tür meta-dil oluĢturmaktır - tabii buradaki "meta" önceki
metafizik anlamında değil.
G. C: Bu söylediğiniz resim için de geçerli mi? Terimlerde gerekli değiĢiklikler yapıldıktan sonra,
yapının iĢleyiĢi soyut ressama da uyar hale gelebilir mi? Soyut ressam da, kendi alanında, biçimler ve
renkler dünyasında kendi büyük moleküllerini mi aramaya koyulmuĢtur?
C. L.-S.: Yo, aralarında çok büyük fark var, çünkü ozanın
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/163
kullandığı malzemeler zaten anlamlanmıĢtır; anlamı olan sözcükler ya da sözcük topluluklarıdır onlar
ve ozan, onları birleĢtirerek bu anlamlan değiĢtirmeye veya zenginleĢtirmeye çalıĢır. Oysa soyut
ressamın malzemeleri, boyamaları gerçeklikle iliĢkilerini tümden yitirdikleri noktada, kendi baĢlarına
anlamlı öğeler olmaktan çıkarlar. Ama bu açıklama dile de uyuyor diyebilirsiniz, öyledir de gerçekten
çünkü, konuĢmayı oluĢturan öğelerin -ki dilbilimciler bunlara sesbirim derler...
G. C: Anlamla hiçbir bağıntıları yoktur.
C. L.-S.: Anlamla ilgileri yoktur. Örneğin Fransızca'da p ve t harflerinin kendi içsel anlamlan yoktur
fakat, "pas" ve "tas" sözcükleriyle anlatılan iki anlamı ayırt etmek için kullanılırlar. Aynı Ģey resimde
de geçerli diyebilirsiniz, tuvaldeki boya lekelerinin kendi içsel anlamlan yoktur ama anlamdaki ince
farklı-lıklan ayırt etmek için kullanılırlar. Bu ancak, nesneyle bir iliĢkisi, ama uzak bir iliĢkisi olan ve
boyamalann, örneğin öz ve biçimi, renk ve renk aynmlannı, ıĢık ve gölgeyi vb. ayırt etmek için
kullandığı bir resim için geçerlidir derim. Yoksa boyamalann sistemin tümünü temsil ettiği,
boyamanın kendisinden baĢka ikinci bir kodun olmadığı ve ressamın, kurallannı bir tek düzeyde
belirtmeye hakkı olduğunu düĢündüğü bir sistemde bu geçerli değildir.
G. C: Fakat bu durumda soyut sanatçının tuttuğu yol, sınırsızca geliĢemez. Bir de üstelik bu,
süslemeye geri dönüp orada kalmak demektir.
C. L.-S.: ĠĢte soyut resmi böyle değerlendiriyorum, yani bana cazip gelen yönleri var ama ne yapsam
süsleme olduğu gerçeğini aklımdan silemiyorum. Bence sanat yapıtının en önemli özelliği yoktur
onda: Anlamsal bir tür gerçeklik sunmak.
G. C: Soyut resmi düĢündüğümde onu temelsiz bir olay olarak değerlendiremiyorum. Hatta ilk ortaya
çıkıĢını tam olarak saptayabilsem -böyle bir Ģey olabilse- bile bu, soyut resmin, resim geleneğinin bir
devamı olduğu gerçeğini değiĢtirmez.
C. L.-S.: Evet, kuĢkusuz öyle.
G. C: Yalnızca varolduğu gerçeğine dayanarak, onun, resim
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/164
diye adlandırdığımız bu tarihsel hareketin bir iç yasasına denk düĢtüğü düĢüncesine varırız.
Bu bakımdan soyut resmi tümüyle mahkûm edemem, ayrıca onu, Raphael ve Michelangelo'nun
eserlerinin doğal bir devamı olarak değerlendirmekten yanayım.
C. L.-S.: Bu konuda size katılıyorum. Fakat esas sorun Ģunu bilmektir: Acaba birkaç yüzyılın resim
sanatındaki evrim, yapıcı bir ilerlemeyi mi temsil ediyor, yoksa giderek yıkıcı bir hal mi alıyor - öyle
ki belki de son demlerini yaĢadığımız bir yıkımdır bu..;
Resim Sanatının Geleceği
CLAUDE LEVI-STRAUSS: ġimdi yeniden etnolog olarak konuĢabilirim: Her Ģeyden önce resim,
kültürün zorunlu bir parçası değildir; bir toplum herhangi bir resim sanatı biçimine gereksinmeden
pekâlâ varolabilir. Dolayısıyla, Ģu olmayacak bir Ģey değildir: Soyut sanatın ardından...
GEORGES CHARBONNIER: Resim diye bir Ģey kalmayabilir.
C. L.-S.: Evet bu, "resimsiz" bir çağın doğuĢunun habercisi olan tümden bir kopuĢ olabilir.
G. C: Böyle düĢünen bazı ressamlar var, ama tabii hepsi değil; bu doğrultuda düĢünenlerin büyük
çoğunluğu genç ressamlar. Ama tam da genç olmaları nedeniyle yargılan pek kabul görmez, çünkü
görüĢleri doğaya yaklaĢımlanndaki "tembel-lik"in bir bahanesi midir, bunu bilemeyiz.
C. L.-S.: Ne olursa olsun, görüĢlere dayanarak karar verilmez. Bunlar doğrulanıp doğrulanmamasına
bakılmadan korunan kolektif görüngülerdir. Resim sanatının ileride ne olacağına iliĢkin bir fikrimiz
yok ve ben bunun öngörülebileceğine inanmıyorum: Resim sanatının, tarihe karıĢmazdan önce, bir tür
çözülmeye veya dağılmaya uğraması olasılığı da vardır; Ģimdi yaĢadığı-
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/165
mızın, Ortaçağ'dakine benzer biçimde hazırlanmıĢ yeni bir baĢlangıç olması olasılığı da... "Ortaçağ"
terimini kesinlikle aĢağılama olarak kullanmıyorum; soyut ressamın araĢtırma ve tasarılarının bazı
yönleriyle, kimi Ortaçağ düĢünce tarzları arasında, özellikle "gnosis"e, yani bilimi aĢabilecek bir bilgi
biçimine ya da dil-ötesi olabilecek bir dile ulaĢmaya çalıĢması noktasında, benzerlik gördüğüm için
kullanıyorum.
G. C: Evet ama bu söyledikleriniz bütün sanatlara uyar.
C. L.-S.: Sanat, dıĢ dünyaya karĢı -dönemine göre- az veya çok düĢmanca bir tavır içindedir. Rönesans
sanatçıları için resim, hem bir bilgi aracı, hem de bir iyelik aracıdır. Ayrıca Rönesans resim sanatıyla
uğraĢırken, bunun ancak, Floransa ve baĢka birtakım yerlerde toplanan sınırsız servetler sayesinde
gerçekleĢebildiğini ve zengin Ġtalyan tüccarların, ressamları, dünyada güzel olan ve arzulanan her Ģeye
sahip olmalarını sağlama bağlayan kiĢiler olarak gördüklerini hiç unutmamalıyız. Floransa sarayındaki
resimler, mülk sahibinin, sanatçıları sayesinde, dünyada bağlandığı tüm özellikleri olabildiğince el
altında ve gerçeğe uygun biçimde yeniden yarattığı küçük-evreni temsil etmekteydiler.
G. C: Bence Max Ernst gibi birisi -ki tavrını yanlıĢ yorumladığımı sanmıyorum- günümüzde soyut
resmin çok düĢkünü olması ve bu düĢkünlerin en zengin sınıftan olmaları gerçeğini, soyut resmin
sonuca ulaĢmıyor olmasına bağlar. Max Ernst soyut resmi, gösterge niteliğine sahip olmadığı için
mahkûm eder. Ama ben sizden yanayım.
C. L.-S.: Herhalde biraz önce belirttiğim doğrultuda değil.
G. C: Yo, değil.
C. L.-S.: Yine de benim savıma tamamen karĢı değilsiniz.
G. C: Soyut resimlerin satıldığı ülkelere bakmak yeter, diyor Ernst. Bunlar, insanların kendilerini
sorgulayamadıklan, hatta iĢe yoğunlaĢma adına kendini sorgulama denen Ģeyi tümden ortadan
kaldırmayı istedikleri toplumlardır. Dolayısıyla insanlar soyut sanat alıcısı olurlar, çünkü soyut sanat
insanlara güven verir ve oturdukları yerden kalkıp etraflarına Ģöyle bir ba-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /166
kındıklannda, herhangi bir dinsel ya da toplumsal sorunun zihinlerini bulandırmamasını sağlar.
Huzursuzluk, rahatsızlık u-yandırmadığı gibi, güven veren bir yönü vardır. Ġnsanlar soyut resme
baktıklarında, kendilerini güvenlikte, vicdanlarım da tertemiz hissederler. KiĢisel olarak kabul
edemeyeceğim -en azından tümüyle kabul edemeyeceğim- bir bakıĢ bu; böylesine kaba bir
biçimdeyken kabul etmeye olanak yok.
C. L.-S.: Savın temeli bir yana, toplumda -her toplumda demeliyim, çünkü yalnız bir kerelik olmak
üzere genelleme yapacağım- sanatın rolünün, (Ģöyle diyelim) tüketiciye, duyumsal bir doyum
sağlamakla kalmadığını düĢünebiliriz. Sanat aynı zamanda bir yol gösterici, bir eğitim aracıdır; hatta
gerçekliğin bilgisine varma yoludur bile diyebilirim. Gerçi daha önce söylemiĢtim ama çok önemli
bulduğumdan yinelemekte yarar görüyorum: Ġzlenimci resim, yalnızca resim tekniğinde bir dönüĢüm
veya devrim ve yeni bir bakıĢ demek değildir, aynı zamanda resim temasında daha önce
tanımladığımız yönde gerçekleĢmiĢ bir devrimdir. Klasik ve hatta romantik ressamlar yalnız soylu ve
görkemli manzaralarla ilgilenmiĢlerdir; onlara dağlar, heybetli ağaçlar vb. gerekirken, Ġzlenimcilik çok
daha azıyla, bir tarlayla, küçük küçük evlerle, birkaç uzun ağaçla yetinmiĢtir. Ve temanın müteva-
zılığı, Ġzlenimci ressamın nesnenin anlık özelliklerine -biraz önce uzamsal bağlamda belirttiğim gelip
geçici özelliklere- duyduğu ilgiden bağımsız değildir.
G. C: Evet. Ġlke olarak her tuval dizisinin amacı birdir.
C. L.-S.: Öyle. Dolayısıyla Ġzlenimcilere duyduğumuz hayranlığın yanı sıra, resimlerinin son kertede,
daha önceki dönemlerde varolabilmiĢ birçok Ģeyden vazgeçmesi gerektiğini kavrayan bir toplumun
resimleri olduğunu söylememiz, onlara bir kara çalma olmayacaktır. Banliyö manzaralarının
soylulaĢtınlması ve estetik açıdan yüceltilmesi, daha önce keĢfedilmemiĢ olmalarına rağmen güzel
oldukları gerçeğiyle de açıklanabilir; fakat esas olarak 19. yüzyıl insanının Poussin'e esin veren
manzaralardan eĢit ölçüde nasibini alamaması yüzündendir. Yakında tümüyle yokolmuĢ olacaklar,
çünkü uygarlık hemen her yerde on-

LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/167


lan yok ediyor ve insanlık daha mütevazı zevklerle yetinmeyi öğrenmek zorunda.
G. C: Doğru. Kendi içlerinde güzellik barındırmayan Ģeyler, güzel kılınmalı örneğin.
C. L.-S.: Evet. Dünyanın değiĢmekte olduğunun bir göstergesidir bu ve bana öyle geliyor ki,
Ġzlenimciliği daha önceki sanat biçimleriyle kıyasladığımızda onda gördüğümüz baĢkaldırıya; sınırlı
banliyö manzaralarından çok (çünkü Montmartre, çoktan kasvetli binalarla dolmuĢ durumda) sanayi
ürünlerinin koĢullarıyla uyum içinde yaĢamayı öğretme misyonunu üstlenen Kübizmde bir kez daha
rastlanabilir. 20. yüzyıl insanının yaĢamak zorunda olduğu dünya, Sisley ya da Pissarro'nun çok sevdi-
ği o görece yalın kırlık bölgelere bile yer bırakmamaktadır artık. Bu, tümüyle kültür ve kültür
ürünlerinin istila ettiği bir dünyadır ve dolayısıyla baĢlıca esin kaynağını yapılmıĢ eĢyalardan alan bir
resim biçimini doğurur.
G. C: Bu anlamda, soyut resim tümüyle haklı çıkarılabilir. Eğer soyut ressamın yapılmıĢ eĢyayı güzel
bulduğunu, ancak onun artık geçmiĢte kaldığını ve Ģimdi aslında her Ģeyin çirkin olduğunu
düĢündüğünü itiraf eder ve sonuç olarak, yansıtabileceğim güzelliğe değecek tek bir nesne bile
bulamadığımı kabul edersem...
C. L.-S.: Fakat bu durumda, soyut resimle Bernard Buffet gibi bir sanatçının resmi arasında bir
tümleyicilik iliĢkisi olduğunu kabullenmek -ne korkunç bir Ģey- durumunda kalacaksınız. Sanki
Bernard Buffet "her Ģey çirkindir ve ben size Ģeyleri olduklarından da çirkin gösteriyorum; çünkü
çirkinlikle birlikte yaĢamayı öğrenmelisiniz, çünkü ardınızda bıraktığınız tek Ģey budur" diyormuĢ da,
soyut ressam ise "her Ģeye kararlı bir biçimde sırtımı dönüp resim yapıyorum ama acaba neyin resmi-
ni?" diyormuĢ gibi...
G. C: Yalnızca, nesnelere atfetmek istediğim ama edemediğim içsel güzelliğin...
C. L.-S.: Ben bu nesneleĢmemiĢ güzelliği seçilmiĢ birtakım nesnelere, örneğin deniz kabuklarına veya
çakıl taĢlarına atfet-
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /168
meyi yeğlerim.
G. C: Evet anlıyorum. Kesinlikle savınıza karĢı çıkmak gibi bir niyetim yoktu. Ġzlenimciler ve
Kübistler için ileri sürdüğünüz savın, soyut resme uygulanabilir olup olmadığını anlamaya
çalıĢıyordum.
C.L.-S.:Negibi?
G. C: Biri "elinizdekiyle yetinin", dîğeriyse "iĢte, içinde yaĢadığınız dünya böyle bir dünya" der.
C. L.-S.: Tamam, ama Ģu var ki, içinde yaĢadığımız dünya soyut resmin dünyası değildir.
"Elinizdekiyle yetinin" diyenler bir tür kaçıĢı özleyenlerdir ve bu bize Max Ernst'in biraz önce
aktardığınız sözlerini anımsatıyor.
G. C: Kabul, fakat eğer bana dünyanın sunabileceğinden daha üstün bir Ģey sunduğuna inanıyorsam,
kendimi neden resimden yoksun bırakayım?
C. L.-S.: Bir çözüm bu. Ama ben olası tek çözümün, bu veya buna yakın bir Ģey olduğuna
inanmıyorum. BaĢka bir yerde de söylediğim gibi, bu gidiĢin tümden değiĢmesine; esinini, dıĢsal bir
nesnenin yansılamasında değil (çünkü bunun çok kolay olduğunu biliyoruz - denetimimizdeki teknik
araçlar ve ressamlarda biriken yüzyılların deneyimi, böyle bir yansılamayı basit bir beceri sorunu
haline getirmiĢtir) büyük olasılıkla içine hiç girmeyip hayalimizde canlandırmaya çalıĢabileceğimiz
nesnel dünyanın yeniden yaratımında arayacak olan göz yanılsaması olarak, bir uzmanlık alanı olarak
resme geri dönüĢe tanık olmak üzere değil miyiz?
G. C: Zihinlerini yoğunlaĢtırdıkları sürece insanlar, herhangi bir Ģeye inanabilirler. Acaba insanın,
çevresindeki dünyayı anlama biçiminin değiĢime uğradığını söyleyemez miyiz? Birkaç yüzyıl önce
yapılan manzara resimlerinin güzelliğinden, manzaradan, her biri geçmiĢte kalan doğanın ve saraylann
istenen biçimde düzenlenmesinden söz ediyordunuz, insan birdenbire baktığı Ģeyin güzel olduğuna
karar verse, baktığı o anda güzel oluverir. Poussin'in manzaralarının tipik görkeminin, Pare
Monceau'ya aktanlıvermemesi için bir neden yok. Eğer sizin de
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ /169
düĢündüğünüz gibi, birdenbire kabaca Dali'nin tanımladığı türden bir resme dönme olasılığı varsa, bu
zorunlu olmayacak mı? Çok açıktır ki, her an olaylara bakıĢımızı değiĢtimeye hazırlıklı olmalıyız.
C. L.-S.: ġart değil.
G. C: Görkem, güzellik ve yüceliğin farklı bir bağlama oturtulması gerekecek. Ve...
C. L.-S.: Birtakım güzelliklerin özenle ve aynen temsil edilmesi görevini tam anlamıyla üstlenirken,
aynı zamanda bu güzelliklerin dünyamızda artık varolmadığını ve bulunması gerektiğini de biliriz.
G. C: Garip bir Ģey fark ettim. ArkadaĢlarımla konuĢurken, Place de la Defense'da üç köĢesinin
üstünde duran geniĢ beton güneĢlik tartıĢma konusu olmuĢtu. Dikkatimi çeken, pek az insanın açıkça
"güzel" veya "çirkin" diyecek cesarete sahip olmasıydı - hatta bu cesaretin hiçbirinde bulunmadığını
bile söyleyebilirim. Yorum olarak, "olağanüstü" olduğunu söylediler. Ġnsan ĢaĢkınlıklarını sezebiliyor,
hayranlıkla karıĢık bir ĢaĢkınlıktır bu. Hem istasyon giriĢine benzediği, hem de bir 18. yüzyıl evini
çağrıĢtırdığı biçiminde dile gelen eleĢtirinin hemen ardından "yine de..." diye ekleyerek hayranlıklarını
gizleyemiyorlar. Acaba bu geleceğin mimari üslubu olamaz mı diye kafa yoruyorlar, ama karar
verebilmiĢ değiller. Ġnsanlar güzel olduğuna karar verseler, bir anda güzel olurdu ve Poussin'in tüm
görkemi geniĢ beton güneĢliğe aktanlıverirdi...
C. L.-S.: Her Ģeyden önce, ne güzel ne de çirkin olmayıp apayrı bir kategoriye dahil olabilir. Her Ģeyin
güzellik ya da çirkinlik içinde tanımlanması gerekmiyor. Tam olarak estetik diye
adlandıramayacağımız bir güzellik türü içinde de bulunabilir. Büyük modern Ģehirlerin, özellikle de
New York'un güzelliğine hep değer vermiĢimdir, ama New York'un güzelliği bir sanat yapıtı ya da
insan yapımı bir eĢyanınkinden çok, binlerce yılın rastlantısal ürünü olan bir manzaranın güzelliği
gibidir bence.
G. C: "Bana bir manzaranın güzelliği gibi duyurur kendini" diyorsunuz. Bu New York'u kültürle değil,
doğayla birleĢtiriyor.
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /} 70
C. L.-S.: Evet ve bununla anlatmak istediğim, Palais du Rond-Point de la Defense'ın bize bir anıt
değil, bir dağ güzelliğinde görünebileceğidir.
G. C: Bu günümüz ve çağımıza özgü bir görüngü müdür? Ġnsan kültürden çok doğayla benzeĢen Ģeyler
mi üretmeye baĢlamıĢtır? Sanat yapıtında çok temel, öyle ki doğayı yansıtmak veya yeniden keĢfetmek
yerine, ona bir Ģeyler "ekleme"yi hedefleyen bir değiĢim gerçekleĢiyor olamaz mı?
C. L.-S.: Tanımladığınız Ģey, günümüz insanının estetik etkinliğinden çok, bilimsel ve teknik
etkinliğine özgü bir nitelik. Modern bilimin bütün büyük yaratılan, insanı doğayla daha doğrudan bir
iliĢkiye sokar, ona uymasını sağlar ve onu büyük doğal yasalann kanıtlanmasında bir araç ya da bir
etkene dönüĢtürür. Verili doğadaki belirimleri gözlemlenebilir olmayan böyle yasalann bazılan,
varlıklannı etkinlikleri yoluyla duyurdular, nükleer gücün banĢçı veya savaĢçı amaçlar için
kullanılmasında olduğu gibi...
G. C: Ġnsan, yeni yasalar eklemese de yasalann sonuçlanna bir Ģeyler ekleyerek doğayı gizler:
C. L.-S.: Evet ama toplum bu yolla estetik doyuma ulaĢabilecek mi? Ya da bu doyumu farklı bir alana
aktarmayacak mı?
G. C: Görüngü öylesine yeni ki, sanatçının da söyleyecek Ģeyleri olabiliyor. ĠĢte olayın özü budur.
C. L.-S.: Bundan pek emin değilim doğrusu; çünkü doğa üzerindeki güçleri açısından bizden
kesinlikle farklı olan ilkel toplumlar örneğine yöneldiğimizde Ģunu görürüz: ElveriĢsiz koĢullan
nedeniyle bu toplumlar da doğayla bir anlamda doğrudan iliĢki içerisindedirler ama aĢınlık değil
yetersizlik kanalıyla kurulur bu iliĢki, çünkü belirli doğal süreçlerden bağımsızlaĢmala-nnı sağlayacak
araçlan yoktur. Yine de bu toplumlar, sanatsal ifadelerini her tür doğaüstü iliĢkilerinde
gerçekleĢtirmiĢlerdir ve sanatsal doyuma yine bu iliĢkilerde ulaĢırlar: Sanatlan büyüsel veya dinseldir.
Bu yüzden hiçbir anlamda bağıntı kurulması gerekmiyor bence, burada yine söz konusu olan uyum
tarzıdır ve biz bununla ilgili olarak öngörüde bulunacak durumda değiliz.
LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/171
G. C: Bence günümüzde sanatçı, demin belirimleri önceden gözlemlenebilir olmayan yasalar hakkında
konuĢurken söylediğiniz Ģeyin zaten bilincindedir. Ġnsan varolan -açıkça belirtilmemiĢ, ancak sonradan
belirtilebileceği için potansiyel olarak tanımlanabilir olan- yasalan saptayarak, bunlara yürürlüğe
girme Ģansı vererek, kesinlikle doğaya doğa katar, âdeta oya gibi iĢler onu.
Sanatçı bunu görür, hiç değilse belli belirsiz farkındadır. Her ne kadar muğlak ve karanlık da olsa, bu
bilinci araĢtırmala-nna katar.
C. L.-S.: Bunun, sevebileceğim bir sanat biçimi yaratacağını hiç sanmıyorum.
G. C: Acaba sanatçı için soyut resim, belirimi gözlemlenebilir olmayan yasalann varlıklannı
duyurmalannı sağlayan bir yol değil midir? Ve modern sanatın en belli baĢlı özelliği, ilk planda,
varolanın sonucunda oluĢan potansiyelleri gerçekleĢtirmek için, zaten varolan bir Ģeye bir belirleme
eklemek değil midir? Tabii bu doğa uzantısına doğaüstü bir öğe sokmak niyetinde değilim...
C. L.-S.: Sanatın, kendi dünyası içinde değerlendirilmesi yerine, yalnızca dıĢ dünya ve doğayla iliĢkisi
içinde değerlendirilmesi sizce bir hata değil mi? Ben sanatçının dıĢ dünyayla iliĢkisini, kendinden önce
gelen sanatçılarla iliĢkisi kadar önemli görmüyorum. Resim sanatının bir "düzen"i, bir tür kapalı
dünyası vardır ve bence günümüz ressamının tavırlan, bugünün dünyasından çok geçmiĢin
ressamlanyla iliĢkilidir.
G. C: Yani, herkesin aĢağı yukan aynı yönde ilerlediği, tüm insan hareketlerinin aĢağı yukan aynı
zamanda oluĢtuğu ve birbirleriyle bağıntılı olduklan sonucuna varmamak mı gerek?
C. L.-S.: Bağıntılar var kuĢkusuz. Her Ģeyin tamamen rasgele ortaya çıktığını ve uygarlığın ufak ufak
parçacıklardan oluĢtuğunu savunmuyorum.
G. C: Oniki-ton müzik, Van Eyck'ın resmiyle aynı anda ortaya çıkmadı. Ve bence, kromatik gamın
kullanılmasından çok, endüstrileĢmiĢ kent toplumunun gerilimleriyle yakından ilgili
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/172
bir ollaydı.
C. L.-S.: Bağlantıyı görmediğimi itiraf etmeliyim. Oniki-ton müziiği, kendinden hemen önce gelen
müzik biçimleriyle iliĢkisi içindle anlamaya çalıĢmak, bağrında oluĢtuğu tıüm bir toplumla iliĢkiisi
içinde anlamaktan daha kolay geliyor baına.
G. C: Yine de -tanımlamaktan aciz bile olsam- müziğin duruımuyla, içinde oluĢtuğu toplum arasında
bir bağıntı olmalı.
C. L.-S.: Tabii olmalı.
G. C: Görüngülerin aynı anda belirmesi hepten "geliĢigüzel" (olamaz. Neredeyse "bir anlamı olmalı"
diyeceğim ama böyle kaıvramlan, bu bağlamda kullanmanın yanlı§ olacağım görü-yoruım.
C. L.-S.: Ama her iki yönü de aklınızda ttutmalısınız. Her kategoride, gecikmeler ve hız kazanmalar
vardıır. Örneğin müziğin, (diğer sanatsal ifade biçimlerinden daha "yenilikçi" olduğunu
diüĢünmüĢümdür: Ġzlenimciliğin ortaya çıktığı dönemde yapılan müzik, müzik alanında, resimdeki
Ġzlenimciliğe oranla çok daha. cesur bir atılımdı.
G. C: Duygulara yöneliminde bir benzerlik yok muydu?
C. L.-S.: Olsa bile çok önemsiz bir benzerlikti bu.
G. C: Ġzlenimciliğin ortaya çıktığı dönemde yapılan müzikte ve: Ġzlenimci resimde, oldukça benzer bir
"ayrıĢma" görüngüsü vaır diye düĢünüyorum.
C L.-S.: Ya da Ģöyle diyelim: Biz moderni dinleyiciler için müzüğin modası geçmiĢ değildir.
Kültür ve Dil
GEO)RGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, bu dizinin son konuıĢmasına geldik. Kendim
etnolog olmamaklla birlikte, sizinle yani bir etnologla, bilim adamıyla konuĢmaya, tartıĢmaya çalıĢtım.
Bu yüzden de sizi etnoloji dıĢına çıkmaya zorlayacak türden sorular sordum; gerçi pek de dıĢına
çıkmıak sayılmaz bu,
LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ /173
çünkü bence matematiğin yardımına baĢvuran etnolog, Ģiirsel kavrayıĢa dla baĢvurur. O öznesiyle,
"diğeri" ile özdeĢleĢmeyi amaç edineni tek bilim adamıdır belki de. Aynı zamanda, bilgisini
geniĢletirken, dilin Ģiirsel özelliklerini keĢfetmek zorundadır. Etnologu çalıĢma alanının dıĢına
çekmeyi tasarladığımda ya da bunu yaptığımı sandığımda, ondan Ģiirsel kavrayıĢa baĢvurmasını
istediğimin farkındayım. Fakat bilim adamına yönelttiğim sorular onun sorularıyla aynı değil ve tabii
biz sıradan insanlar, çocuksu bir siaflıkla uzmandan reçete beklediğimizden, onun kendine ne tür
sorular sorduğunu bilmek istiyoruz. Sonuçlarla ilgilendiğimiz için vardığı sonuçlan, bizle iletiĢim
kurmasını istediğimiz için mesajının ne olduğunu ve bilim adamlığının yanı sıra ozan da olan etnolog
sayesinde insan öğesinin korunacağını umduğumuz için, etnologun diğer bilim adamlarına söylemesi
gereken Ģeyleri bilmek istiyoruz. Dolayısıyla size son bir soru daha sormak istiyorum. Biz sıradan
insanlar, doğa ve kültürle ilgili düĢüncelerimizi gayet muğlak terimlerle dile getiririz. Siz bilim
adamları isıe belirli bir terminoloji kullanarak söz edersiniz doğa ve kültürden. Doğa-kültür ayrımı
nasıl yapılmalı?
CLAUDE LEVI-STRAUSS: Etnolog için temel bir ayrımdır bu ve Ġngilizce'den gelen "kültür"
kavramı Fransızca'da, etnoloji bilimlerinim kuruculannea yüklenen, alıĢılagelmiĢ anlamı taĢımadığı
için, Fransız etnologlarına birtakım güçlükler çıkaran bir ayrımdır. Doğa, biyolojik kalıtım yoluyla
elde ettiklerimizin tümüdür, küütür ise dıĢsal gelenekten edindiklerimizdir. Tylor'un klasik tanımına
gönderme yapacak olursak -ezbere aktarıyorum, hiç kuĢkus.uz eksik olacak- kültür veya uygarlık,
âdetler, inançlar ve kuruımlann (sanat, hukuk, din ve maddi dünyayla uğraĢmanın tekinikleri vb.)
toplamıdır, kısacası insanın bir topluluk üyesi olarak edindiği tüm alıĢkanlık ve becerilerdir.
Dolayısıyla olgular iki ana kategoride toplanır: Bunlardan biri, doğuĢumuz ve ana-babamızdan,
atalarımızdan bize aktarılan özellikler ve bu özelliklerim biyolojik, bazen de psikolojik bir doğaya
sahip olması yüzünden, bizim olan her Ģey yoluyla, bizi hayvan soyuna bağlar; diğeri, topluluk üyeleri
sıfatıyla içinde yaĢadığımız tüm
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/174
yapay evreni kapsar. Etnoloji, ya da geniĢ anlamda antropoloji, zoolog veya botanikçinin doğa
alanında baĢardığı betimleme, gözlemleme, sınıflama ve yorumlama görevinin aynısını kültür alanında
gerçekleĢtirmeye çabalar. ĠĢte etnolojinin doğa bilimi olarak nitelenebilmesi ya da kendini diğer doğa
bilimleri düzeyinde oluĢturmaya çalıĢması bu anlamdadır.
G. C: Öyleyse bir anlamda, kültür doğadan kaynaklanmalıdır.
C. L.-S.: Doğadaki birçok etkeni anıĢtınr, diyelim. Ġstisnasız her toplumda, insanların temel
gereksinmeleri olduğu tartıĢma götürmez bir Ģeydir: Yiyecek bulmaları, kendilerini soğuktan ko-
rumaları gereklidir, nesillerini yeniden üretmeleri gereklidir vb.
G. C: Peki ama kültür nasıl oluĢur?
C. L.-S.: Bu gereksinmeler bütün insanlar için geçerlidir, çünkü özlerinde temel ve doğaldırlar.
Etnologu ilgilendiren ve kültür kapsamına giren Ģey ise, tanımsal olarak her yerde ve her zaman aynı
olan temel maddeler yoluyla, çeĢitli toplumların farklı zamanlarda yaĢadıkları -deyim yerindeyse-
farklı geçiĢlerdir.
G. C: Kültüre iĢaret eden en temel gösterge nedir?
C. L.-S.: YapılmıĢ eĢyaların varlığı diye düĢünüldü uzun süre - bugün hâlâ böyle düĢünen birçok
etnolog olabilir. Ġnsan, ho-mo faber, alet-yapan diye betimlendi ve bu özellik kültürün en canalıcı
iĢareti olarak kabul edildi. Bu görüĢe katılmadığımı ve kültürle doğa arasındaki sının alet yapımında
değil, eklemli dilde çizmenin en temel amaçlarımdan biri olduğunu itiraf etmeliyim. Atılım, dille
gerçekleĢir; bilinmeyen gezegenlerden birinde alet yapan birtakım canlı varlıklar bulduğumuzu
farzedin, yalnızca bu olguya dayanarak, onların insan kategorisine dahil oldukları sonucunu
çıkaramayız. Aslında böyle yaratıklara gezegenimizde de rastlamaktayız, çünkü bazı hayvanlar -bir
noktaya kadar- alet veya alet benzeri nesneler yapabilmektedirler. Yine de onların, doğadan kültüre
geçiĢi tamamladıklarını düĢünmeyiz. Fakat bir de, bizimkinden farklı da olsa bizimkine çevrilebilir bir
dili olan, dolayısıyla iletiĢim kurabileceğimiz canlı varlık-
LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/175
larla karĢılaĢtığımızı düĢünün...
G. C: Gösterge ve sözcüklerden oluĢan bir dil -ne tür olursa olsun- öyle mi?
C. L.-S.: DüĢünülebilen herhangi bir tür dil; çünkü dilin en temel özelliği çevrilebilir olmasıdır. Aksi
halde dil olmazdı, çünkü dönüĢüm sürecinden geçerek baĢka bir gösterge-sistemi-ne kesin olarak
çevrilebilen, bir göstergeler sistemi olmazdı. Karıncalar, olağanüstü karmaĢık yeraltı sarayları kurabilir
ve geliĢimlerinin belli bir evresinde -ki bu doğada kendiliğinden ortaya çıkmaz- karıncalar için uygun
bir yiyecek olan mantarı yetiĢtirecek kadar ileri tanm biçimleriyle uğraĢabilirler; yine de ne olursa
olsun hayvan soyuna dahildirler. Ama karĢılıklı mesaj gönderebilseydik, onlarla tartıĢabilseydik,
durum çok farklı olurdu; bu, doğal değil kültürel bir olay olurdu.
G. C: Demek ki tüm sorunlar dille bağıntılı.
C. L.-S.: Sanatla ilgili olarak da söylediğim gibi, tüm sorunların dilbilimsel olduğunu düĢünüyorum.
Birkaç nedenden ötürü dil, en baĢta gelen kültürel olaydır bence. Çünkü dil, her Ģeyden önce kültürün
bir parçasıdır ve dıĢsal gelenekten edindiğimiz beceri veya alıĢkanlıklardan biridir; ikinci olarak
topluluk kültürünü özümsemenin özel bir aracı, en temel yoludur... Çocuk, kültürünü, insanlar onunla
konuĢtuğu için öğrenir, sözcüklerle azarlanır, sözcüklerle teĢvik edilir; son ve en önemli olarak da, Ģu
veya bu biçimde sistemler kuran bütün kültürel anlatım biçimlerinin en yetkinidir ve eğer sanatı, dini,
hukuku, hatta belki de yemek piĢirmeyi veya nezaket kurallannı anlamak istiyorsak, onla-n, dilbilimsel
iletiĢimin düzenliliğince eklemlenmiĢ göstergelerden oluĢmuĢ kodlar olarak düĢünmeliyiz.
G. C: Öyleyse diğer sanat biçimlerine kıyasla dille daha özel bir iliĢkisi olması bakımından, Ģiirin,
.onlardan daha önce oluĢtuğunu varsayabilir miyiz, yoksa tam tersine daha sonra mı ortaya çıkmıĢtır?
C. L.-S.: Böyle bir bağlantı kurmayı gerekli görmüyorum. Dilin Ģiirde kullanımı, diğer estetik
biçimlere kıyasla daha güç ve karmaĢık bile olabilir, çünkü diğer biçimler ham malzemele-
İRK, KÜLTÜR VE TARİH /176
rini dilbilimsel tarzda kullanır ve birleĢtirirler, oysa Ģiir, dilin kendisinin sağladığı malzemeyi ikinci bir
iĢlemden geçirir.
G. C: O halde dil, kültürün tanımı ve en canalıcı özelliğidir. Bütün sorunlar dile iliĢkindir tamam, ama
bunlar temelde doğaya iliĢkin değil midir?
C. L.-S.: Bu, kafanızdaki sorunun türüne bağlı.
G. C: Her sorun, eninde sonunda, doğanın bir yönünün ir-delenmesiyle ilgili değil midir?
C. L.-S.: Yine bir tanım sorunu bu. Eğer doğadan, yaĢadığımız dünyadaki tüm belirimleri anlıyorsanız,
kültürün kendisinin, doğanın bir parçası olduğuna hiç kuĢku yok. Ancak doğayla kültürü kıyaslarken,
doğa terimini, insandaki biyolojik kalıtım yoluyla aktarılan özellikleri kapsayacak biçimde, daha
sınırlı bir anlamda ele alıyoruz. Bu açıdan, doğa ve kültür karĢıttırlar, çünkü kültür biyolojik
kalıtımdan değil dıĢsal gelenekten, yani eğitimden kaynaklanır. Kültürün kendisi; insanların
varoldukları, dili kullandıkları ve âdetleri, kurumlan bakımından birbirinden farklı toplumlarda
örgütlenmiĢ bulundukları olgusu, tüm bunlar, bir bakıma, doğanın parçasıdır diyebilirsiniz ve
metafizik bir varsayım da olsa, doğanın birleĢmiĢ ve bağdaĢık bir bütün olduğuna inanabilirsiniz. Ama
pratik açıdan buna gerek yoktur, çünkü en azından Ģimdilik, bilim bize doğanın "katmanlı" temsili
denebilecek bir Ģey sunar. Burada katmanlar arasında kopukluklar boyverir ve sonuç olarak doğa-
kültür kopukluğu, birçok kopukluktan yalnızca biri, uygulamada çalıĢma alanımızın sınırını
tanımlamamızı sağlayan biçim olabilir.
G. C: Bu kopukluk doğadan mı kaynaklanır, dilden mi?
C. L.-S.: Yöntembilimsel açıdan, dil doğaya iliĢkin bir görüngü değildir.
G. C: Ama doğayı ancak dil yoluyla inceleyebilirim.
C. L.-S.: Hiç kuĢkusuz ve doğayı inceleyen bilimin kendisi, kültürel bir görüngüdür.
G. C: Peki, kopukluğu, keĢfettiğimde, bunun kullandığım araçta değil de doğada olduğundan nasıl
emin olabilirim?
C. L.-S.: Felsefecilerin kuĢkusuz hem çok önemli hem de
LEVI-STRAUSS İLE RADYO KONUŞMALARI/177
çok ilginç bulacakları felsefi sorular, çok büyük sorular soruyorsunuz. Ancak etnolog, bu tür sorunlara
kafa yoruyor olsa, felsefeci olurdu ve etnolojiyle uğraĢamazdı. Onun iĢlevi çok daha mütevazıdır; belli
bir alanın, yani tüm kültürel görüngüler kategorisinin sınırlarını çizmeyi kapsar, ve bu önceden
belirlenmiĢ alanda etnolog, botanikçinin, zoologun ya da entomoloğun yerine getirdiği görevin bir
benzerini, betimleme ve sınıflandırma görevini üstlenir... Tabii bu demek değildir ki, fırsat buldukça
böyle temel sorunları düĢünmüyoruz (düĢünmemek elimizde değil zaten) ama bunlar etnologun
çalıĢma alanının dıĢındadırlar. ' Biraz önce söylediğim doğruysa, yani kültürün kıstası dilse, ortaya
attığınız sorun, bizi dilin kökeni konusuna götürür. Biliyorsunuz, bu son derece tartıĢmalı bir konu ve
felsefeciler uzun süreden beri Ģu çeliĢkili olguyla uğraĢıyorlar: Dil her zaman varolmamıĢtır, öte
yandan nasıl ortaya çıktığını da hiç kimse bilmemektedir; çünkü ortaya çıkması için, birinin onu icat
etmesi yetmez, gönderme yapılan kiĢinin de kendisine ne söylendiğini anlaması gerekir. Dilin kökeni
konusunu çözümlediğimizde/çö-zümlersek, kültürün doğada nasıl boyverdiğini ve bir kategoriden bir
diğerine geçiĢin nasıl olabildiğini anlayacağız. Fakat etnolojinin konusu değildir bu; çünkü insandaki
ve hayvandaki entelektüel süreçler arasındaki esas farklılıkla, insan beyninin yapısı ve insana özgü bir
fonksiyonun, simge kullanımının ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Beynin yapısının ve iĢleyiĢinin kesinlikle
açıklığa kavuĢmasını gerektirdiğinden, psikolojik, hatta anatomik ve fizyolojik bir konudur. Öyle
sanıyorum ki, sibernetik ve bir bakıma beynin etkinliğine benzeyen bazı etkinlik türlerinin, nesnel
olarak tekabül edebileceği karmaĢıklık düzeyini deneysel olarak incelemeyi olanaklı kılan, elektronik
hesap makinalan sayesinde çözümüne hız verilen bir konudur ve etnoloji dıĢı bir konudur artık.
Etnologun tüm yapabileceği, diğer dallardaki meslektaĢlarına, temel konunun dil olduğunu
söylemektir. Dilin kökeni ve doğası konusu çözüldüğünde ötesini, yani kültürün ne olduğunu ve
görünümünü nasıl gerçekleĢtirdiğini, sanatın ne olduğunu ve teknolojik becerilerin, hukukun,
felsefenin ve dinin
IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/178
ne olduklannı açıklayabiliriz. Fakat bu gizi çözmek, biz etnologların harcı değildir. Bizim bütün
bildiğimiz, dünyadaki halkların, en eski ve aĢağı durumdaki tüm insanlığın eklemli dile sahip
oldukları, dilin ortaya çıkıĢıyla kültürün ortaya çıkıĢının iç içe geçtiği ve bu yüzden de çözümün
etnologlar tarafından bulunamayacağıdır. Biz dili verili öğe alıp, çıkarız yola...

Metis Yayınları
SatıĢtaki Kitaplar • Haziran 97
METĠS EDEBĠYAT
Ağır Roman, Metin Kaçan
Ahdımvar, Hür Yumer
Alice B. Toklas'ın ÖzyaĢamöyküsü, Gertrude Stein
Altı Ay Bir Güz, Bilge Karasu
Amsterdam'ın Gülü, Sadık Yemni
Asker Kaçağı, Bilimkurgu Öyküleri Derlemesi
AĢk ĠĢaretleri, Latife Tekin
Atuan Mezarları, Ursula K. LeGuin
Ayakizlerinde Adımlar, Julio Cortâzar
Balıkçıl Gözü, Ursula K. LeGuin
BaĢkasının Hayatı, Murathan Mungan
Bella'nın Ölümü, Georges Simenon
Berci Kristin Çöp Masalları, Latife Tekin
Bir Elin Sesi Var, Antony Burgess
Bir Garip Orhan Veli, Murathan Mungan
Bizans Sohbetleri, E. Emine
Buhurumeryem, Lale Müldür
Buzdan Kılıçlar, Latife Tekin
Büyük Uyku, Raymond Chandler
Büyük Zen Düğünü, Charles Bukowski
Cam Kent, Paul Auster
Cenk Hikâyeleri, Murathan Mungan
Çocuğun Öyküsü, Peter Handke
Dağınık Yatak, Murathan Mungan
Dersaadet'te Dans, Engin Geçtan
Doktor March'ın Dört Oğlu, Brigitte Aubert
Don Ġsidro Parodi'ye Altı Bilmece, Bustos Domecq
Dört KiĢilik Bahçe, Mıurathan Mungan
Düğüne, John Berger
Dünyaya Orman Denir, Ursula K. LeGuin
Ekmek Arası, Charles Bukowski
En Uzak Sahil, Ursula K. LeGuin
Ergenlik Ayini, Alexei Panshin
Eski 45'likler, Murathan Mungan
Factotum, Charles Bukowski
Gece, Bilge Karasu
Gece Dersleri, Latife Tekin \
Geyikler Lanetler, Murathan Mungan
GöçmüĢ Kediler Bahçesi, Bilge Karasu
GüneĢ Bize Haram, Leo Malet
Harun ile Öyküler Denizi, Salman Rushdie
Hayaletler, Paul Auster
Hayat Berbat, Leo Malet
Ġki Dünya SavaĢıyor, Poul Anderson
ikiz Yıldız, Robert A. Heinlein
Kaf Dağının Önü, Murathan Mungan
Karanlık Thomas, Maurice Blanchot
KarmakarıĢık Öyküler Kitabı, Ertuğrul Oğuz Fırat
Kasabanın En Güzel Kızı, Charles Bukovvski
Katilin Temizliği, Amelie Nothomb
Kaybolan Miras, Robert A. Heinlein
Kılavuz, Bilge.Karasu
Kırk Oda, Murathan Mungan
Kısmet Büfesi, Bilge Karasu
KıyıĢız, Türker Armaner
Kızıl Gezegen, Robert A. Heinlein
Kızıl Hasat, Dashiell Hammett
Kilitli Oda, Paul Auster
Korkunun Bütün Sesleri, Bilimkurgu Öyküleri Der.
Kum Saati, Murathan Mungan
Kuzey Defterleri, Lale Müldür
Lal Masallar, Murathan Mungan
Li Rojhilate DilS Min, Murathan Mungan
Lucas Diye Biri, Julio Cortâzar
Madrid'de Sonbahar, Juan Benet
Mahmud ile Yezida, Murathan Mungan
Matmazel Christina, Mircea Eliade
Metal, Murathan Mungan
Mevki Uygarlığı, Robert Sheckley
Mırıldandıklarını, Murathan Mungan
Murathan '95, Murathan Mungan
Muska, Sadık Yemni
Mülksüzler, Ursula K. LeGuin
Narla Ġncire Gazel, Bilge Karasu
Ne Kitapsız, Ne Kedisiz, Bilge Karasu
Oda, Poster ve ġeylerin Kederi, Murathan Mungan
Omayra, Murathan Mungan
Otomatik Piyano, Kurt Vonnegut Jr.
Osmanlıya dair Hikâyat, Murathan Mungan
Ölüm Hastalığı, Marguerite Duras
Öte Yer, Sadık Yemni
Paranın Cinleri, Murathan Mungan
Paslanmaz Çelik Sıçan, Harry Harrison
Paslanmaz Çelik Sıçanın Ġntikamı, Harry Harrison
Randevu Hazırlığı, Halil ibrahim Özcan
Ressamın SözleĢmesi, Murathan Mungan'ın Seçtikleri
Rocannon'un Dünyası, Ursula K. LeGuin
Roger Ackroyd Cinayeti, Agatha Christie
Sabahın Basamaklarında, Claude Esteban
Sahtiyan, Murathan Mungan
Salyangoz ya da ġövalyenin Zamanı, Adnan Yalçınlar
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, Joanne Greenberg
San Köpek, Georges Simenon
Sebastian Knight'ın Gerçek YaĢamı, Vladimir Nabokov
Sevgili Arsız Ölüm, Latife Tekin
Sherlock Holmes Ölüm DöĢeğinde, Sir Arthur C. Doyle
Son istanbul, Murathan Mungan
Son Tiryaki, Müfit ÖzdeĢ
Suçta Mutluluk, Barbey D'Aurevilly
ġeyler, George Perec
ġeytanın Saati, Fernando Pessoa
Taziye, Murathan Mungan
Tehanu, Ursula K. LeGuin
Tek BaĢına Bir Adam, Christopher Ishervvood
Tımarhane Yolculuğu, Kate Millett
Titrek Bacanak, J. D. Salinger
Trendeki Yabancılar, Patricia Highsmith
Troya'da Ölüm Vardı, Bilge Karasu
Tutku 2000, iskender SavaĢır
Uyuyan Adam, George Perec
Uzak Fırtına, Lale Müldür
Uzay Tacirleri, Pohl & Kornbluth
Uzun SürmüĢ Bir Günün AkĢamı, Bilge Karasu
Ve Sonra Hiç Kalmadı, Eric Frank Russell
Voyıcır 2, Lale Müldür, Ahmet Güntan
Wittgenstein'ın Yeğeni, Thomas Bernhard
Yaz Geçer, Murathan Mungan
Yaz Sinemaları, Murathan Mungan Yedinci Ağıt, Emmanuel Hocquard Yer Açın! Yer Açın!, Harry Harrison Yer DeğiĢtiren
Gölge, Nurdan Gürbilek Yerdeniz Büyücüsü, Ursula K. LeGuin
TARĠH TOPLUM FELSEFE
Akdeniz: Ġnsanlar ve Miras, Fernand Braudel
Akdeniz: Mekân ve Tarih, Fernand Braudel
Akıl Tutulması, Max Horkheimer
Anti-Hamlet, Zafer Aracagök
Bilgi Üzerine Üç SöyleĢi, Paul Feyerabend
Bir AĢk Söyleminden Parçalar, Roland Barthes
Bir Levantenin Beyoğlu Anılan, G. Scognamillo
Burukluk, E. M. Cioran
De Ki iĢte, Oruç Aruoba
DeğiĢen Tiyatro, Cevat Çapan
Dönüyordu, Reha Çamuroğlu
Dünyadaki Ekonomik Krizler, Melih Gürsoy
Etik, Din ve Laiklik, Derleme
Görme Biçimleri, John Berger
Göz ve Tin, Maurice Merleau-Ponty
Hani, Oruç Aruoba
Hayali Cemaatler, Benedict Anderson
Hayali Doğu, Thierry Hentsch
Irk, Tarih ve Kültür, Claude Levi-Strauss
Irk Ulus Sınıf, Etienne Balibar, Immanuel Wallerstein
Ġmgenin Halleri, Orhan Koçak
insan ve "Herkes", Jose' Ortega y Gasset
Karanfil ve Pranga, Ahmet Oktay
Korku ve Kaygı, Derleme
Modern Mahrem, Nilüfer Göle
Peynir ve Kurtlar, Carlo Ginzburg
Picasso'nun BaĢarısı ve BaĢarısızlığı, John Berger
Sabah Rüzgârı, Reha Çamuroğlu
Sistem KarĢıtı Hareketler, Arrighi, Hopkins, Wallerstein
Sosyal Bilimleri Açın, Gulbenkian Komisyonu
Sözlü ve Yazılı Kültür, W.J. Ong
Tarih, Heterodoksi ve Babailer, Reha Çamuroğlu
Tarihsel Kapitalizm, Immanuel Wallerstein
Tek Tannlı Dinler KarĢısında Kadın, Fatmagül Berktay
Tümceler, Oruç Aruoba
Ulusal Kalkınmacılığın iflası, Çağlar Keyder
Uzak, Oruç Aruoba
Vitrinde YaĢamak, Nurdan Gürbilek
Yaralı Bilinç, Daryush Shayegan'
Yaratma Cesareti, Rollo May
Yasa Koyucular ile Yorumcular, Zygmunt Bauman
Yazının Sıfır Derecesi, Roland Barthes
Yürüme, Oruç Aruoba
METĠS SEÇKĠLERĠ
Açık DüĢman, Jean Genet Bu Tufandan Sonra, Ingeborg Bachmann Sanatçı: Örnek Bir ÇilekeĢ, Susan Sontag Son BakıĢta
AĢk, Walter Benjamin Tarihsel Bunalım ve Ġnsan, Ortega y Gasset Yazı ve Yorum, Roland Barthes Yeryüzünde Bir Sürgün,
Juan Goytisolo
METĠS KADIN ARAġTIRMALARI
Demokrasinin Cinsiyeti, Anne Phillips
Hayatımı YaĢarken, Emma Goldman, Birinci Cilt
Hayatımı YaĢarken, Emma Goldman, Ġkinci Cilt
Kadınlara KarĢı SavaĢ, Marilyn French
Kadın Dergileri Bibliyografyası
Kadın Hareketinin KurumlaĢması, Derleme
Kadınların Belleği, Derleme
Osmanlı Kadın Hareketi, Serpil Çakır
Örtülü Kimlik, Aynur Ilyasoğlu
Sıcak Yuva Masalı, P.Ilkkaracan, L.Gülçür, C.Ann
Tecavüz, Diana Scully
SĠYAHBEYAZ • METĠS GÜNCEL
Biz ve Onlar, ġengün Kılıç
Dağdakiler, Kadri Gürsel
Eylem Günlüğü, Sevkuthan KarakaĢ
Gözaltında Kayıp, Onu Unutma!, Yıldınm Türker
Ne ġeriat, Ne Demokrasi, RuĢen Çakır
YAġADIĞIMIZ DÜNYA
Ah Avrupa, H. M. Enzensberger Allah'ın Batısında, Gilles Kepel
Ayet ve Slogan, RuĢen Çakır
Biz Duvar YazıĢıyız, Gülay Kutal
Biz de Duvar YazıĢıyız, Derleme
Cezayir'de Kadın Olmak, Halide Mesudi
Filistin Sürgünü, Fawaz Turki
Ġspanya: Bir BaĢka Avrupa, Gül IĢık
îĢçi Sınıfı ve Sendikalar, Yıldırım Koç
Kızıldan YeĢile, RudolfBahro .
Rusya'da Kapitalizm Neden Tutmadı, Boris Kagarlitski
Savunma Saldırıyor, Jacques Verges
Sıfır Noktasındaki Kadın, Neval el Seddavi
Siyasal îslamın Ġflası, Olivier Roy
ġahların ġahı, Ryszard Kapuscinski
YaĢadığımız Dünya Yıllığı 92
METĠS YEġĠL KĠTAPLAR Türkiye'de Çevre ve Siyaset, Semra Somersan YeĢilbanĢın Öyküsü, M. Brown, J. May
METĠS SĠNEMA Cadde-i Kebirde Sinema, G. Scognamillo Godard Godard'ı Anlatıyor, Jean-Luc Godard YeĢil Gözler,
Marguerite Duras
SOSYALĠZM: TEORĠ VE TARĠH BolĢevik Devrimi -1, E. H. Carr DüĢünen Sazlık, Boris Kagarlitski Rus Devriminde
AnarĢistler, Belgeler Rus Devriminde MenĢevikler, Belgeler Rusya'da Devlet Kapitalizmi, Tony Cliff
ALBÜMLER • METĠS GÖRSEL Bodrum'u Hatırlıyorum, M. Sönmez, kartpostal kitap Çeviren Latif Demirci, Latif Demirci,
resim albümü ISBN 975-342-142-7; Bülent Erkmen
Metis Yayınlan
Ġpek Sokak 9, 80060 Beyoğlu, Ġstanbul, Tel. 212 245 46 96
Hz. Ġsa: Sır ve Muamma Peygamberi 225
anlamına da gelir. Çünkü vech (yüz) insanın en değerli uzvu olup istiare yoluyla saygınlık ve olgunluğa (kemal)
delalet eder.58
Kur'an'da, Hz. Musa'nın da vecih diye nitelendirildiği (33/Ahzâb 69) dikkate alındığında, nübüvet-risalet
göreviyle ilgili olan bu sıfatın, Allah katında saygınlık ve itibar sahibi olmayı ifade ettiği söylenebilir.
Müfessirler, söz konusu saygınlık ve itibarın mahiyetine dair birkaç ihtimal üzerinde durmuĢlardır. Buna göre
Ġsa, dualarının müstecap olması, ölüleri diriltmesi, körü ve cüzamlıyı iyileĢtirmesi sebebiyle dünyada, ümmetine
Ģefaati sebebiyle de ahirette vecîhdir. Yahut her türlü ayıp ve kusurdan uzak olduğu için dünyada, sevabının çok
ve Allah katındaki derecesinin yüksek ol-| ması sebebiyle de ahirette vecîhtir. Müminlerin gönüllerindeki yeri
itibarıyla dünyada, Allah katındaki konumu itibarıyla de ahirette I vecîhtir. Hasen el-Basrînin yorumuna göre ise
nübüvvetten dolayı dünyada, Allah katındaki yüksek makamından dolayı da ahirette vecîhtir. 59 Kısaca, Ġsa,
risalet-nübüvvet göreviyle bağlantılı olan bütün bu vasıfları sebebiyle hem dünyada, hem ahirette vecîhtir.
Allah'tan Bir Kelime Olması
Ġsa 3/Âl-i Ġmrân 45. ayette Allah'tan bir kelime olarak tavsif edilmiĢtir. Çoğunluk ulema, 3/Âl-i Ġmrân 39-
ayetteki kelimenin mine'l-lâh tabirinde geçen 'kelime'yi de Ġsa'ya hamletmiĢtir.60 'Kelime' sözlükte, yaralamak,
tesir etmek anlamına gelen kelm kökünden türetilmiĢ bir isim olup nahiv ilminde, "bir mânâya delalet eden lafız"
Ģeklinde tanımlanmıĢtır.61 Arap dilinde isim, fiil, harf ve edat türünden tekil lafızlara kelime dendiği gibi, kaside
ve hutbeye de mecazen aynı isim verilmiĢtir.62 Kur'an'da tekil ve çoğul olarak, bazen de isim ve sıfat
tamlamalarıyla 46 yerde geçen 'kelime', muhtelif ayetlerde Allah'ın sözleri, tekvinî emirleri, uhrevi azabı,
değiĢmez hükmü, insanların iman ve küfürle imtihan edilmesi ve onlara mühlet verilmesi gibi mânâlarda
kullanılmıĢtır. Ayrıca, kelimetu'llâh (9/Tevbe 40) ve kelime-i tayyibe (14/Ġbrahim 24) gibi terkiplerde
s» Râzî, Mefatîhu'l-ğayb, VII. 56.
59 Râzî, Mefâühu'1-ğayb, VII. 56-57.
* Taberî, Câmi'u'l-beyân, III. 252-253.
«ı Ebû'1-Bekâ el-Kefevî, el-Kulliyyât, Beyrut 1993, s. 742.
« Yazır, Hak Dini, II. 1100.

Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR

UYARI:

www.kitapsevenler.com

Kitap sevenlerin yeni buluĢma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve
bilginin paylaĢıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 sayılı kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuĢan "Braille
Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı araçlara, uyumlu olacak Ģekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML"
gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler için,
hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "engelli-engelsiz elele" düĢüncesiyle, hiçbir
ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever
arkadaĢlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-
kitaplar hiçbir Ģekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan
doğabilecek tüm yasal sorumluluklar kullanana aittir.
Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.

www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve
kitap okuma alıĢkanlığını pekiĢtirmektir.

Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaĢıldıkça
pekiĢeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri
çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teĢekkür ediyorum.

Bilgi paylaĢmakla çoğalır.


YaĢar Mutlu

ĠLGĠLĠ KANUN:
5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-ÇeĢitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları
dahil, alenileĢmiĢ veya yayımlanmıĢ yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiĢ bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kiĢi tek nüsha olarak ya da
engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluĢlar tarafından ihtiyaç kadar kaset,
CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler
alınmadan gerçekleĢtirilebilir."Bu nüshalar hiçbir Ģekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dıĢında
kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi
zorunludur."

Bu e-kitap görme engelliler için düzenlenmiĢtir.


Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iĢtir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin,
düzgün taranmıĢ ve hazırlanmıĢ bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaĢabilmek tüm zahmete
değer. Sizler de bu mutluluğu paylaĢabilmek için bir kitabınızı tarayıp, kitapsevenler@gmail.com adresine
göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düĢünebilirsiniz.

Bu kitaplar, size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek, lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...
TeĢekkürler.

Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaĢayanlara.


www.kitapsevenler.com

Tarayan Gökhan Aydıner

Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR

You might also like