You are on page 1of 29

Ankara Üniversitesi Ankara University

Siyasal Bilgiler Fakültesi Faculty of Political Science


Gelişme ve Toplum Araştırmaları Merkezi Research Center For Development & Society

Tartışma Metinleri
Working Paper Series

Kamu Yönetimi Disiplininde Yeni Kamu


İşletmeciliği ve Yönetişim Yaklaşımları

Selime GÜZELSARI*

No.66
March/Mart 2004

• N/A

• Only the author of the papers published in The Series can be held • Tartışma Metinleri serisinde yayınlanan eserlerin görüş, düşünce ve
responsible for the views, ideas, and the terminology adapted in the terminolojisi tümüyle yazara ait olup, A.Ü. SBF Gelişme ve Toplum
paper. The Research Centre for Development and Society (GETA) Araştırmaları Merkezi'ni (GETA) bağlamaz.
reserves the right to express opposing or supportive perspective
upon the debates. • Tartışma Metinleri bilimsel çalışmaların yayın öncesi akademik
• The Series encourages the process of academic dialogue prior to diyalog sürecine dahil edilmesi işlevi ile akademik diyalogun
the publication of the written material. The Series believes that geliştirilmesini, güçlendirilmesini ve ihtiyacımız olan eleştiri ortamının
constructing and strengthening the critical environment in the oluşturulmasını amaçlamaktadır.
academia are crucially important for the lively academic dialogue. • Tartışma Metinleri serisinde yer alan çalışmalar hakkındaki görüş
• Paper proposals for publication in The Series and other ve değerlendirmeler, doğrudan doğruya yazara veya yazara iletilmek
contributions, comments, and remarks about the previously üzere aşağıdaki sekreterlik adresine gönderilebilir.
published material can be sent to The Series correspondent.

Ankara University Working Paper Series


Correspondent: Research Fellow
Onurcan Tastan
<octastan@politics.ankara.edu.tr>

Publisher: Ankara University Publishing House


Kamu Yönetimi Disiplininde

YENİ KAMU İŞLETMECİLİĞİ ve YÖNETİŞİM YAKLAŞIMLARI1

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1970’lere kadar uzanan dönemde “altın çağı”nı yaşayan dünya kapitalizmi,
1970’lerden itibaren düşen kâr oranlarıyla birlikte ekonomik ve toplumsal dengeleri derinden sarsan yeni bir
bunalıma girmiştir. Kapitalist sistemin yaşadığı bu bunalım, neo-liberal ideolojiyi doğurmuştur. Böylece,
gelişmiş kapitalist ülkelerde Keynesci ekonomik politikalar ve refah devleti anlayışına, azgelişmiş ülkelerde ise
ulusal kalkınmacı devlet politikalarına ve bunları uygulayan kurumlara karşı bir cephe açılmış; ve neo-
liberalizm, dünya çapında yeni bir siyasal ve ideolojik hegemonyanın kuruluşuna yönelmiştir. Kapitalist
ilişkilerin dünya ölçeğinde giderek daha fazla belirleyici hale geldiği bu aşamada, devlet de bu değişime uygun
bir yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu yeniden yapılanma sürecinde ekonomik ilişkiler, siyasal ve
ideolojik ilişkilerle desteklenmekte ve bu durumda devletin rolü de dönüşüme uğramaktadır.

Kriz ve yeniden yapılanma süreci kapitalist ekonomilerin yapısını değiştirdiği gibi kamu yönetimi yapılarını ve
örgütlenmelerini de değiştirmiştir. Dünya kapitalizminin yaşadığı krize yanıt olarak özelleştirmelere,
deregülasyon, liberalizasyon ve piyasalaştırma süreçlerine hız verilmiştir. Kamu yönetimi alanında gerçekleşen
bu uygulamaların genel adı da “reform” olarak sunulmaktadır. Gerçekten de, 1980’lerden bu yana gerek gelişmiş
gerekse azgelişmiş kapitalist ülkelerde kamu yönetimi alanı köklü reform uygulamalarına sahne olmaktadır. Bu
yıllar, reform uygulamalarının “altın çağı” olarak nitelendirildiği (Hughes, 1994: 48) gibi, kamu yönetimi
alanında “yönetim devrimleri”nin (Kernaghan, 1996, Wright, 1994) yaşandığı yıllar olarak da anılmaktadır.
Diğer yandan, gelişmiş kapitalist devletlerden başlayarak devletin yeniden yapılandırılması yönünde atılan
radikal adımlar, kamu yönetimi alanındaki tartışmaları “paradigma” dönüşümlerinden (Gray ve Jenkins, 1995)
sıklıkla söz etmeye yöneltmiştir. Sözkonusu dönüşümleri iki ana başlık altında toplamamız mümkündür:
Birincisi, yönetsel açıdan geleneksel kamu yönetimi yaklaşımından yeni kamu işletmeciliği yaklaşımına; siyasal
açıdan ise bürokratik devlet örgütlenmesinden girişimci devlet örgütlenmesine geçiş; ikincisi, yeni kamu
işletmeciliği paradigmasından yönetişim paradigmasına geçiştir. Kısacası, neo-liberal yeniden yapılanma
sürecinde devletin rolünün yeniden tanımlanması, kamu yönetimi alanında da köklü dönüşümlerin başlamasına
ve kamu yönetimi disiplini içinde paradigma tartışmalarının yükselmesine neden olmuştur. Bu dönüşümler
sadece kuramsal değil, ayrıca uygulama düzeyinde de somutluk kazanmıştır. Bu süreçte kamu yönetimi
çalışmalarında ilk sıraya yerleşen “yeni kamu işletmeciliği” ve “yönetişim” kamu yönetimi disiplininin iki
önemli paradigması olarak popülerlik kazanmıştır.

Bu çalışma, neo-liberalizmin devleti yeniden yapılandırma projesini ve bu projede devletin

rolünün ve işlevinin nasıl yeniden tanımlandığını yeni kamu işletmeciliği ve yönetişim

paradigmalarını merkeze alarak incelemektedir. Odağına bu paradigmaları alan çalışmanın

amacı, kapitalizmin küresel nitelik kazandığı bir dönemde devletin dönüşümünü ve ortaya

1
Güzelsarı, Selime, “Kamu Yönetimi Disiplininde Yeni Kamu İşletmeciliği ve Yönetişim
Yaklaşımları”, A.Ü.SBF-GETA Tartışma Metinleri, No.66, Mart 2004.
çıkan yeni yapılanmayı meşrulaştıran ve kuramsal bir temel sağlayan bu paradigmaları,

tarihsel bir perspektifte ortaya çıkışlarının gerisinde yatan dinamikleri; kuramsal, kurumsal ve

ideolojik temelleri; temel bileşenleri ve meşrulaştırıcı söylemleri; ve uygulamadaki

yansımalarıyla birlikte ele almaktır.

1. Kamu Yönetimi Disiplininde Temel Çelişki: Siyaset/Yönetim Ayrımı

Kamu yönetimi bağımsız bir disiplin olarak ortaya çıktığı tarihten bu yana farklı biçimler ve kavramlar altında
dile getirilen bir “paradigma” sorununu yaşamaktadır. Kamu yönetimi alanında paradigma arayışını ve kimlik
krizi tartışmalarını yönlendiren gerilimin kaynağı kamu yönetiminin bir disiplin olarak ortaya çıktığı tarihlerden
bu yana devam eden siyaset/yönetim ikilemi üzerine yürütülen tartışmalara dayanmaktadır. Siyaset ve yönetimin
devletin iki farklı alanı olup olamayacağı sorunsalı zaman zaman etkisini yitirse de hiçbir zaman tam anlamıyla
çözülememiş ve Woodrow Wilson’dan (1887) başlayarak ana akım kamu yönetimi bilimcileri ayrımın
gerekliliği noktasında görüş birliği içinde olmuşlardır.2

Bilindiği gibi, 20. yüzyılın ilk on yılında liberal devlet biçiminin bir gereği olarak ekonomik süreçlere devletin
doğrudan müdahalesinin önü kesilerek, devletin rolü ekonomik faaliyetlerin yasal çerçevesini düzenleme ile
sınırlandırılmıştır. Çünkü, üretim ve ürünlerin dağıtımı arasındaki ilişki devlet eliyle değil, piyasa mekanizması
ile gerçekleştirilmektedir. Devletin bu sınırlı rolü gereğince, kamu yönetiminde siyaset/yönetim ikilemi egemen
bir söylem haline gelmiş; siyaset dışı bir devlet aygıtının “yönetim ilkeleri”ne göre işlemesinin yolunun açılacağı
öngörülmüştür. Böylelikle, kamu yönetiminin de özel sektör gibi “ussal, verimli ve etkili” çalışabilmesi için özel
sektörde geçerli olan süreçlerin kamu sektörüne uyarlanması gerektiği düşüncesinin temelleri bu dönemde
atılmıştır (Uysal-Sezer, 1992: 16). “Kamu yönetimi” ve “işletme yönetimi” arasındaki ayrımı belirsizleştiren bu
gelişme ile bilimsellik, toplumsal kontrol ve bilimsel yönetim, “Taylorizm”in (Taylor, 1997) en belirgin ve en
açık temaları olarak somutlaşmıştır. Özel işletmelerde başlatılan “bilimsel yönetim” hareketinin kamu sektörüne
uyarlanması, hem özel sektörün hem de kamu sektörünün işletme yönetimi ilkeleri uyarınca işleyeceği,
dolayısıyla, kamu yönetiminin daha fazla işletme benzeri mekanizmalara (uzmanlaşma, rapor etme, planlama
gibi işletme yönetim tekniklerine) yönelmesi anlamına gelmekteydi. Böylelikle, kamu yönetiminin gelişimi Kıta
Avrupası’nda siyaset bilimi yönelimli iken, kurumsallaşma sürecini piyasa güçleri ile destekleyerek daha
önceden tamamlayan Anglo-Amerikan dünyasında daha çok yönetim kuramı (management theory) ağırlıklı
olmuştur. ABD’de Woodrow Wilson’un tezlerinden doğan geleneksel kamu yönetimi siyaset/yönetim arasında
ayrım yapma eğilimini 1950’lere kadar sürdürmüştür (Hood, 1990: 112).

İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve 1960’lı yılların ortalarına kadar süren yeni gelişme aşaması “tekelci
kapitalist düzenleme” ve “Fordizm” dönemi olarak da adlandırılan sosyal/refah devleti dönemidir. Bu dönemde
devlet, gelir kaynaklarını ve toplumsal yaşamın diğer alanlarını düzenleyerek üretim ve talep dengesini kurmak
zorunda kalmış; bu sebeple sadece ekonomik süreçlerin düzenleyicisi değil, ayrıca bu süreçlerin bir parçası

2
Kamu yönetiminde paradigma sorunu ve “kimlik” krizi tartışmaları için bkz. Üstüner (1995); Şaylan (1996) ve (2000);
Güler (1994) ve Henry (1990).
olarak da kabul edilmiştir. Başka bir deyişle, refah devletinin oluşması ve kurumsallaşması devlet eliyle
gerçekleştirilmiştir (Aksoy, 1995). Refah devleti döneminde devletin üstlendiği aktif rol gereğince
siyaset/yönetim ayrımının reddedilmesi ile kamu yönetimi siyaset biliminin bir parçası olarak kabul edilmiş,
buna paralel olarak da, kamu yönetimi incelemelerine devleti bir bütün olarak ele alan, merkezi yönetim yapıları
ile siyasi yapılar arasındaki ilişkileri siyasal-yönetsel bir çerçevede inceleyen ‘makro’ ölçekli ilgi yönelimi
egemen olmuştur. Başka bir deyişle, analiz birimleri ve epistomolojik vurgular açısından yönetsel olgunun
tanımlanmasında siyaset ve siyaset bilimi hem kuramsal hem de uygulama düzeyinde belirleyici olmuştur
(Rhodes, 1995).

1970’lerde önceki dönemin tekelci kapitalist düzenleme tarzının yol açtığı krizin ardından yükselen neo-liberal
ideoloji krizin faturasını devlete çıkarmıştır. Krize karşı “küçük devlet, güçlü piyasa” formülasyonu önerilmiş ve
bu söyleme uygun olarak devletin rolünün yeniden tanımlanması gerekmiştir. Bu tanımlamanın öngördüğü
devlet, üstlendiği ekonomik ve toplumsal işlevlerinden geri çekilerek sadece düzeninin devamını sağlayacaktır.
Devletin rolündeki bu değişim, 1900’lü yıllardaki yönetim/siyaset ikileminin ve yönetimin “teknik” bir işlev
olarak tanımlanmasının yeniden canlanmasına yol açmıştır. Siyaset/yönetim ayrımı açısından yönetsel yapıların
sadece hizmetlerin “tedarikçileri” oldukları, faaliyetlerin ise siyasal alanda belirlendiği düşüncesi yeniden
tescillenmiştir. “Kamu işletmeciliği” (public management) olarak adlandırılan yeni bir yaklaşım bu kavrayışın
ifadesi olarak kamu yönetimi yazınına girmiştir (bkz. Perry ve Kraemer, 1983). Kamu örgütlerinde işletme
yönetimi kuramı ve uygulamasının geçerliliğinin giderek daha fazla benimsendiği bu dönem, Hood (1990)’un
deyişiyle, geleneksel kamu yönetiminin “imparatorluğunu yitirmeye” başladığı yıllardır. Normatif yönelimli eski
kamu yönetimi geleneğine araçsal işletme yönetimi yaklaşımının eklemlenmesiyle kristalize edilen “kamu
işletmeciliği”, Bozeman (1993:xiii)’nın da belirttiği gibi, kimi zaman kamu yönetimi ile eşanlamlı, kimi
zamanda onun yerini alacak olan rakip bir yaklaşım olarak önerilmiş; 1980’lerin sonlarında da “yeni” ekiyle
yeniden revize edilmiştir (Hood, 1991). Ancak, her ne kadar yeni ön-ekini (“yeni kamu işletmeciliği”) alsa da,
bu yaklaşım, eskisinden radikal bir kopuşun gerçekleştiğini anlatmaz. Yeni kamu işletmeciliğinin yeniliği esas
olarak neo-liberal küreselleşme sürecinde devletin yeniden yapılandırılması ve devletin rolünün yeniden
tanımlanması noktasında açığa çıkar (Ömürgönülşen, 1998; 2003a).

Kamu yönetiminde “işletmecilik” anlayışı yönünde yaşanan ilgi kayması, disiplinin işletmeselleştirilerek kamu
örgütlerinin yapısal-işlevsel temellerinin ekonomik bir çerçeve içinde yeniden inşa edilmesine yol açmıştır.
Amaç, disiplinin ilgi alanının yönetim olgusunun siyasal sosyal ortamından soyutlanarak tarafsızlaştırılması,
teknik-mekanik yönleriyle yeniden düzenlenmesi; rasyonel, verimli, etkin örgütlenme ve kaynak kullanımı gibi
yönetimsel amaçların gerçekleştirilmesi ile sınırlandırılmasıdır (Aksoy, 1995:169). Ancak, siyaset/yönetim
ayrımı üzerinden gidenler, kamu yönetiminin temeldeki siyasi yapısını ve siyasal-yönetsel sistemin karmaşık
bütünlüğünü gözden kaçırmaktadırlar. Uygulamada geçersizleşen bu ayrım, sonuçlar ile sonuçları belirleyen
nedensel ilişkiyi gizleyen bir gerekçe sunar. Siyaset ve yönetim ayrımı üzerinden piyasa fiyatlaması, rekabet, ve
özelleştirme gibi piyasa mekanizmalarının kolaylıkla uygulanmasına da en elverişli zemin hazırlanmış olur.

“Ekonomiklik, etkinlik ve etkililik” değerlerine dayalı olan bu anlayışta, özel sektör hizmet sunumunda etkin ve
etkili bir araç olarak ele alınmakta, kamu sektöründe de bu alanın tekniklerinin kullanılması gerektiği
savunulmaktadır. Böylelikle, kamu yönetiminde “hukuksal ussallık” yerini “ekonomik-işletmeci ussallık”a
bırakır. Hukuka uygunluk kendi içinde bir ussallık taşımakla birlikte, buradaki ussallık amaç olmaktan da çok bir
araç görünümündedir. Oysa, ekonominin ön plana çıkışı ile birlikte maliyet, etkinlik ve etkililik kavramlarına
dayanan teknik-ekonomik (veya işletmeci) ussallık bir amaç konumuna yükselmiştir. Böylece, işletmeci
ussallıkta ölçüt, soyut kurallara uygunluk değil somut sonuçlar olmakta; araçlar önemini yitirerek amaçlar önem
kazanmakta ve birinciler ikinciye bağımlı duruma gelmektedir (Tan, 1995:176-177).

Bu gelişmelerin kamu yönetimi yazınına yansıması ile, 1980’ler boyunca kamu yönetimi kuramcıları “kuramsal”
tercihin yerine “uygulama”yı; siyasal olmanın yerine siyaset dışında kalmayı; makro bakış açısı yerine mikro
düzeyde incelemeyi; uzun vadeli olmaktan çok kısa vadeli; radikal değişimlerden çok iyileştirme; özelleştirme,
rekabet ve teknolojik yenilikler yönündeki tercihlerini artırmışlardır (Üstüner, 1992:128). Kamu yönetimi
alanında çoğunlukla ampirik, betimsel, kuramsal bir temele dayanmayan ve “kamu işletmeciliğinin en iyi
ilkeleri”nin keşfedildiği “örnek olay” incelemeleri artmış3; araştırmaların merkezinde örgüt-içi analizler, alt-
düzey kamu örgütleri ve bunlar arasındaki ilişkiler, performans ölçümleri ve müşteri yönelimli hizmet gibi
konular ağırlık kazanmıştır. 1990’lı yıllarda ise kamu yönetiminde teknikçi kavrayış içinde “devlet” kavramının
yeniden canlanmasına tanık olunmuştur: “Devletin yeniden düzenlenmesi”, “girişimci devlet”, “piyasa-dostu
devlet”, “yönetişim”, “kamu yönetişimi” gibi kavramlar altında tartışmaların yönü değişmiştir. Yeni kamu
işletmeciliğinin yeniden canlandırdığı siyaset/yönetim ikilemi ve yönetimin “teknik” bir sorun olarak ele alınışı,
her ne kadar söylemde aksi iddia edilse de, bu kavramlar altında daha da derinleştirilmektedir. Dolayısıyla,
siyaset dışı olma iddiasındaki akademik yazın, “kamu işletmeciliği”, “yönetişim”, “toplam kalite yönetimi”,
“girişimcilik” ve “yeniden düzenleme” gibi sembolik kavramları bol miktarda kullanarak esas olarak temel
siyasal sorunların üzerini örtmektedir. Çünkü, bilindiği gibi, yönetsel reformlar iki amaca hizmet ederler: Birinci
ve daha görünürde olanı yönetsel içerikli amaçlardır. Değişen koşullara göre yönetsel yapıların ve süreçlerin
yeniden yapılanması hedeflenir. İkinci ve daha örtük olan amaç ise, yönetimin mevcut siyasal yapıya uygun hale
getirilmesidir.

2. Yönetsel Yeniden Yapılandırma ve Yeni Kamu İşletmeciliği


Neo-liberal ideolojinin yükselişi ile kamu yönetimi alanında yeni arayışlar “kamu işletmeciliği” adı altında krize
siyasal bir cevap olarak sunulmuştur. Nitekim, bu yaklaşımın başlangıçta krizden ilk etkilenen ülkelerde,
İngiltere, Yeni Zelanda ve Avustralya’da “reform” programları adı altında uygulama alanı bulduğunu, daha
sonra da küresel düzeyde yaygınlık kazandığını görüyoruz.4 Bu ülkelerden başlayarak kamu yönetiminin
geleneksel kuramları ve uygulamaları, temelde neo-liberal projenin ve bu proje yanlısı reform girişimcilerinin
açık hedefi olmuştur (Gray ve Jenkins, 1995:80). “Kamu yönetimi”nden “kamu işletmeciliği”ne vurgu değişimi,
hem işlevsel açıdan hem de kuramsal açıdan önemli bir değişimi getirmiştir. Bu değişimi bir bütün olarak
devletin rolünün yeniden tanımlanması olarak ele almak gerekir. Çünkü, geleneksel kamu yönetimi ile
eklemlenen ve hatta onun yerine önerilen yeni kamu işletmeciliği yaklaşımının popülerlik kazanışı neo-liberal
yeniden yapılanma sürecinde devletin rolünün sorgulandığı bir döneme rastlar. Nitekim, küresel kapitalizm
koşullarında, “evrensel” bir paradigma olarak önerilen yeni kamu işletmeciliği, ülkelerin kamu sektörlerini
yapısal, örgütsel, personel sistemleri ile dönüştürerek küresel rekabete ve küresel eklemlenmeye hazırlayacak bir
model olarak yaygınlaşmaktadır. Ayrıca, sermayelerarası rekabetin ve çatışmanın giderek yükseldiği günümüzde
devletin piyasalaştırılması projesi, meşruiyetini yönetsel açıdan bu yaklaşımın temel önermelerine dayandırırken,
siyasal meşruiyet kaynağını da yönetişim modelinden almaktadır.

3
Bu incelemelere ilişkin geniş bilgi için bkz. Rhodes (1995:1-15); Perry ve Kraemer (1990:347-372) ve Pollitt
(1996:86).
4
Geniş bilgi için bkz. Keraudren ve Mierlo (1998); Walsh (1995) ve Hughes (1994).
Uluslararası düzlemde kamu işletmeciliği yaklaşımının yaygınlaştırılmasında, OECD, IMF, Dünya Bankası gibi
uluslararası finans kuruluşlarının rolü büyüktür. Bu kuruluşlar, ulus-devletlerin yönetim sistemlerini etkileyecek
bağlayıcı kararlar alarak kamu işletmeciliğinin uygulanmasını olanaklı kılmaktadır. Bunların reform
gündemlerini, bu sebeple, “liberalizasyon”, “deregülasyon”, “özelleştirme”, “bürokrasiden kaçınma”, “bütçe
reformu”, “performans ölçümleri”, “işletme-türü yönetim”, “yönetimde saydamlık”, “rekabet”, “etkinlik” ve
“etkililik” gibi unsurlar belirlemektedir. Diğer yandan, gerek yaklaşımın kavramsal ve kuramsal çerçevesinin
oluşturulması ve meşruiyet kazandırılmasında gerekse de reform programları adı altında uygulamaya
konmasında yukarıda sıraladığımız uluslararası kuruluşların yanı sıra yönetim danışmanları ve meslek grupları5,
yeni sağın temsilcisi çeşitli düşünce üretme örgütleri (think-tanks)6, işletme okulları ve araştırma enstitüleri7
önemli rol oynamaktadırlar. Özellikle, 1990’larda devletin önemli kademelerine yerleştirilen yönetim
danışmanlarının reform süreçlerinde güçlü ‘devlet aktörleri’ olarak faaliyet gösterdiklerine sıklıkla
rastlanmaktadır (Martin, 1998). Ayrıca, siyaset/yönetim ayrımını destekleyen danışmanlar özel sektörde
uygulanan “toplam kalite yönetimi”, “performansa göre ödeme sistemi” gibi uygulamaların kamu sektörüne
uyarlanmasına aracılık etmektedirler (Pollitt, 1996:85). Danışmanların devlet kademelerinde kendi konumlarını
siyasal açıdan güçlendirmeleri ise özünde “teknokrasi” düşüncesinin temelini güçlendirmektedir.

“Yeni” bir paradigma olarak da nitelenen kamu işletmeciliğini ele alan çalışmalarda yaklaşımın temel
bileşenlerinin şu şekilde sıralandığını görebiliriz8:

İlk olarak, genel vurgu siyasetten yönetime kaymıştır. Sorumluluk ve yetkileri açık olarak tanımlanacak
yöneticilere yönetme özgürlüğü sağlanarak, yöneticilerin alacakları tüm kararlarda maliyet bilinci ile
davranmaları sağlanacaktır.

İkincisi, idari sistemlerin düzenlenmesinde piramit örgüt modeli yerine yatay örgütlere geçilmiştir. Dolayısıyla,
geleneksel devlet örgütlenmesi içinde bürokratik yapıların birbirleriyle “kullanan ya da yararlanan öder” ilkesi
temelinde ilişki kuracak olan yarı-özerk birimlere ayrılması sonucunda, bağlı oldukları bakanlıklardan ayrı
olmakla beraber devletin denetimine bağlı kamu kurumu niteliğindeki kuruluşlar yapılandırılmaya başlamıştır.

Üçüncüsü, “süreçlere odaklı” bir yönetim anlayışından “sonuçlara odaklanan” bir yönetim anlayışına geçilmiştir.
Bunun anlamı, kamu örgütleri ürettikleri mal ve hizmetlere ve bunlardan elde edilen verimliliğe göre
değerlendirilecektir. Resmi süreç ve kurallara bağlı uygulamaların temel alındığı “idare” (administration) yerine,
sonuçlara ulaşılması için kaynakların etkin kullanımına yönelik bir ilginin öne çıkarılması, kamu sektöründe
“yönetim”in (management), faaliyet sürecinden üstün olduğu düşüncesine öncelik kazandırmıştır.9 Kaynakların
dağılımında performans ölçümlerinin sonuçları dikkate alınacağından, performans göstergeleri, performansa
bağlı ödeme ve kalite geliştirme gibi konular önem kazanarak, performans değerlendirmesi ve verimlilik
kriterinin belirlenmesinde niceliksel yöntemlerin kullanılması önerilmektedir.

5
Örneğin, “Kamu İşletmeciliği Vakfı” (Public Management Foundation) ve “Kamu Finans Vakfı” (Public Finance
Foundation).
6
Örneğin, “Adam Smith Enstitüsü” (Adam Smith Institute), “Avrupa Siyasi Forumu” (European Policy Forum),
“Ekonomik İşler Enstitüsü” (Institute of Economic Affairs) ve “Kamu Çalışmaları Enstitüsü” (Institute for Public
Studies).
7
Örneğin, “Yerel Yönetim Çalışmaları Enstitüsü” (Institute of Local Government Studies).
8
Yeni kamu işletmeciliği yaklaşımına ilişkin temel çalışmalar için bkz. Hood (1991); Pollitt (1990); Walsh (1995); Hughes
(1994); Üstüner (2000) ve Ömürgönülşen (1998).
9
Söz konusu kavramsal farklılıklar için bkz. Ömürgönülşen (2003b).
Dördüncüsü, hizmetlerin esnek sunumu önem kazanmıştır. Bu anlamda vatandaş kavramı, bireysel tüketici veya
kamu hizmetlerinin saygın “müşterisi” olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca, kamu işletmeleri özelleştirme yoluyla
parçalanmış, esnek, uzmanlaşmış ve özerk birimlere bağlanmıştır.

Beşincisi, sarfetme yerine maliyet kesintisine, yani kaynak kullanımında disipline ve ekonomik tutumluluğa
vurgu yapılmıştır. Bunun için kamu hizmetlerinin gördürülmesinde rekabeti artırıcı girişimlere yer verilmesi
gerektiği ileri sürülmektedir.

Yeni kamu işletmeciliği, devlet örgütlerinin kendilerine yüklenen misyonları nasıl başaracaklarına ilişkin bir
yaklaşım önerisi getirirken, esas itibariyle, analiz birimi olarak “yürütme işlevi”ne odaklanır (Üstüner, 2000). Bu
alanın gerçek müşterileri ise yürütme işlevini üstlenen yöneticilerdir. Etkin bir yönetim için ise, kamu
yöneticileri arasında rekabetin başlatılması gerekmektedir. Kamu işletmeciliği yaklaşımında idarecilerin ve
yöneticilerin belirleyici “müşteriler” olarak kabul edilmesi, bürokrasinin klasik formülasyonuna yeni bir bakış
açısı getirme çabasının bir ürünüdür.

1990 sonrasında kamu yönetimi alanında devletin rolü üzerine yürüyen tartışma sadece devletin işlevlerinin
sınırlandırılması, yani devletin ekonomiden çekilmesi üzerine olmamış; ayrıca, devletin kurumsal yapısı da
giderek önem kazanmıştır: Devlet sadece küçültülmemeli ayrıca farklı bir rol üstlenmelidir; girişimcilik ruhu ile
harekete geçirilen devlet piyasa-yönelimli olmalıdır (Walsh, 1995:3). Neo-liberal yeniden yapılanma sürecinde
“bir duruş, eğilim, öğreti ve hatta kamu yönetimi yaklaşımının yerine evrensel bir paradigma” (Coombes,
1998:23) olarak önerilen yeni kamu işletmeciliği, her ne kadar devletin “verimliliğini” geliştirmede kullanılacak
tekniklerin bir bütünü gibi sunulsa da, gerçekte piyasa güçlerinin uygun koşullarda işleyişinin devlet eliyle
desteklenmesi ve aynı zamanda düzenlenmesi politikalarının bir parçası olmuştur. Başka bir deyişle, devlet
kapitalist küreselleşme sürecinde özel sektörün uzun vadeli stratejilerini düzenleyecek ve bu düzenlemede
küresel bütünleşmede kolaylık sağlayacak bir devlet olmalıdır (Klicksberg, 1994: 188).

1980’lerden bu yana, neo-liberal politikalarla kamu hizmetlerinin bedelsiz olmaktan çıkarılması, “kullanan ya da
yararlanan öder” ilkesinin uygulanması, devlet-yurttaş ilişkilerinin yöneten-yönetilen’den üretici-tüketici
(müşteri) konumunda dönüştürülmesi gerektiği hem söylemde hem de reform uygulamalarında yerini
korumaktadır. Yeni kamu işletmeciliği yaklaşımı kapsamında, kuramcılar, özel sektör ile benzer çözüm yolları
geliştirmek üzere örgütsel yapılanma, toplam kalite yönetimi, müşteri odaklı yönetim ve müşteri tatmininin
ölçümü gibi hizmet sunum sistemleri için alternatif yapıları (agency) ve sistemleri önermişlerdir. Ayrıca,
alternatif bütçe sistemlerine (katma bütçe, döner sermayeler, bütçe dışı fonlar ve yerel yönetimlerin kendi
bütçelerini yaratacak olanaklar gibi) vurgu yapılarak, bütçe politikalarının yeniden düzenlenmesine ilişkin
stratejilere ağırlık verilmiştir. Kamu sektörünü işletmevari kılmaya dönük bu çabalar, önceki dönemlerin
yaklaşımlarından farklı olarak, devlet-piyasa; devlet-bürokrasi; devlet-vatandaş; ve bürokrasi-vatandaş
ilişkilerinde de bir dönüşümü temsil eder. Bu gelişmelerin açıldığı yönelim ise doğrudan devletin içerden
piyasalaştırılması, devletin bir piyasa aktörü olarak piyasa mekanizmalarının ve özel sektörün uygun işleyişine
elverişli zemini hazırlayacak şekilde rolünün yeniden tanımlanmasıdır.

2.1. Yeni Kamu İşletmeciliğinin Kuramsal Kaynakları


Yeni kamu işletmeciliği yaklaşımı temelde iki farklı düşünce akımından beslenir. Bunlardan ilki işletme
yönetiminden kaynaklanan “işletmecilik” (managerialism) ve buna bağlı gelişen “neo-Taylorizm”; ikincisi ise,
ekonomik analize dayalı “kamusal seçimi kuramı” ve “yeni kurumcu iktisat” (the new institutional
economics)dır. 1990’lı yıllarda neo-Taylorist yaklaşıma, kamusal seçim kuramı ve sonra da yeni kurumcu iktisat
eklemlenmiştir. Bu eklemlenmenin bir sonucu olarak, bu kuramların değerlerini ve önermelerini miras alan
işletmeciliğin ‘yeni kamu işletmeciliği’ olarak tanımlanan yeni bir biçimi ortaya çıkmıştır.

Ancak, Ömürgönülşen’in de belirttiği gibi, kamu yönetimi kuramcıları genelde yaklaşımın ekonomik yönünden
çok işletmecilik yönüne ağırlık vermişlerdir (1998:520; 2003a:8). Yeni kamu işletmeciliğinin İngiltere’deki
gelişim çizgisini değerlendiren Rhodes, yaklaşımın işletmecilik ve yeni kurumcu iktisat olarak iki ayrı boyutta
gelişim gösterdiğine dikkat çeker. 1988 yılına kadar yeni kamu işletmeciliğinin “işletmecilik” boyutu
egemenken, bu tarihten sonra ise “yeni kurumcu iktisat” önem kazanmıştır (1997b: 47). Yeni kurumcu iktisat
yeni kamu işletmeciliğini teorik açıdan beslemekle birlikte, asıl olarak “devletin yeniden düzenlenmesi”
(reinventing government) hareketi altında gelişen “girişimci devlet” ve “yönetişim” modelinin yükselişinde
önem kazanacaktır. Yeni kamu işletmeciliği kuramcıları, yaklaşımın “işletmecilik” boyutunu öne çıkarırken,
yönetişim kuramcıları ise “yeni kurumcu iktisat” boyutuna ağırlık vereceklerdir. Ancak, yine de, yeni kamu
işletmeciliği, girişimci devlet ya da yönetişimin temel önermelerini kesin çizgilerle birbirinden ayırmak nasıl güç
ise, bu güçlük kuramsal köklerini ayrıştırmak açısından da geçerlidir.

2.1.1. İşletmecilik

İşletmecilik yaklaşımında, standartların ve performans ölçümlerinin net olarak belirlenerek, sonuçların temel
alındığı bir yönetim anlayışı, ekonomiklik, etkinlik ve etkililik, uzmanlaşma ve müşteri odaklılık, toplam kalite
yönetimi, sürekli iyileştirme gibi vurgularla, resmi süreç ve usullere göre tanımlanan “idare” (administration)
kavramının yerini, sonuçların başarılması için kaynakların etkili bir biçimde kullanılması gerektiğine vurgu
yapan “yönetim” (management) kavramı almıştır (Aucoin, 1990:118). Bu sonuçları gerçekleştirecek olanlar ise,
kendilerinden birer iş yöneticisi (managers) olmaları beklenen kamu personelidir. Dolayısıyla, işletmecilik
ideolojisi ile kamu personelinin değerlerinin piyasa mantığına göre dönüştürülmesi hedeflenmiştir (Terry,
1998:195). “Yönetim”e yapılan vurgunun yanı sıra, 1980’lerin sonlarından itibaren önem kazanan bir başka
konu da “açık standartların belirlenmesi” ve “performans ölçümleri”dir. Özel sektörde olduğu gibi kamu
sektöründe de, verimlilik tartışmaları kapsamında hedeflerin belirlenmesi, performans göstergeleri, çeşitli
bütçeleme biçimleri, çalışanların değerlendirilmesi, terfi sistemine göre ödeme gibi katı performans ölçümlerinin
uygulanmasının verimliliği artıracağı öngörülmektedir.10

1980’lerin sonlarına doğru kamu işletmeciliğinde “küresel bir devrim”in gerçekleştiğini ileri süren tartışmalarda,
önceki dönemlerden farklı olarak “yönetimde serbestlik” ve “piyasa odaklı yönetim” gibi yeni yönetim
anlayışlarına yapılan vurgular ağırlık kazanmıştır (Terry, 1998:195). Yönetimde serbestlik, kamu bürokratlarının
performanslarının geliştirilmesi adına yöneticilerin serbest bırakılmalarına, siyasilerin yöneticilere yönetme şansı
tanımalarına vurgu yapan bir anlayıştır. Diğer yandan, piyasa odaklı yönetim, iki temel düşüncenin etkisi altında
gelişmiştir. Bunlardan ilki “rekabet” düşüncesidir. Buradaki rekabet kavramı kamu sektörünün, içeriden
reformunu gerçekleştirme sürecinde iç pazarların yaratılması anlamında kullanmaktadırlar. İkincisi, özel sektöre
yüklenen üstünlüktür. Bu ise, piyasa-odaklı yaklaşımın taraftarlarını yönetsel açıdan kamu ve özel sektör
arasında hiç bir farkın olmadığı düşüncesine kadar götürmüştür.

10
Özellikle, 1990 sonrası Kuzey Amerikan yazınında Osborne ve Gaebler (1993)’in başlattıkları girişimcilik
tartışmaları çerçevesinde popülerlik kazanan performans ölçümleri kamu işletmeciliği reform uygulamalarını
doğrudan etkilemiştir.
2.1.2. Neo-Taylorizm

Örgüt kuramı ve klasik yönetim kuramına bağlı kalan “Taylorizm”den “neo-Taylorizm”e geçiş 1980 sonrasının
yükselen bir eğilimidir. “Post-Fordist” rejime geçiş olarak da adlandırılan bu dönemde esnek üretim biçimleri
yükselmiştir. Bu dönüşüm sonucunda devletin rolü de esnek üretim sistemini destekleyecek şekilde yeniden
tanımlanmıştır. Amaç, küresel rekabet koşullarına kamu sektörlerinin işleyişlerini uyumlu hale getirmektir.
1990’lı yıllarda “mali” konulara odaklanan kamu işletmeciliği kuramı ve uygulamasının “işletmecilik” ve “neo-
Taylorizm” olarak adlandırılmasının en önemli nedenlerinden biri de, performans ölçme ve değerlendirme
konuları üzerindeki artan vurgudur (Gray ve Jenkins, 1995: 89).

Kendini bürokrasinin iç örgütlenmesi ile sınırlayan neo-Taylorist yaklaşımda, bürokrasinin kendisi değil
faaliyetleri eleştirilir. Bir başka deyişle, neo-Taylorizm’de “kötü yönetimin” nedeni yönetimin kendi içinde
aranır. Dolayısıyla, bürokrasinin kontrol edilmesi için özel sektörün “başarısı kanıtlanmış” yöntem ve
tekniklerinin kamu sektörüne uyarlanması gerektiği savunulur. İşletmecilik taraftarlarının bir kısmı klasik kamu
yönetiminin başarısızlığının açıklanması için ‘birey’e vurgu yaparak, kamu çalışanlarının kendi güvenliklerini
tehdit etmeyecek rolleri üstlenmelerine zemin oluşturduğu, dolayısıyla girişimi engellediği gerekçesiyle kariyer
sistemlerini eleştirirler. Klasik kamu yönetiminin başarısızlığının açıklanmasında “örgüt”e vurgu yapanlar ise,
yenileşme ve uyum çabalarına rağmen kamu örgütlerinin topluma hizmet sunmaktan çok kendi devamlılıklarını
sürdürme konusundaki ısrarcı tutumlarına karşı çıkarlar. Bu eleştirilerden hareketle, neo-Taylorizm ile kamu
sektörünün iyileştirilmesi için reformculara çeşitli teknikler önerilmektedir. İlki, ekonomik ve mali bilgilerin
toplanması yoluyla denetimin sağlanması; dahası özel sektörde olduğu gibi kamu sektöründe de üretilen her
şeyin maliyetinin belirlenmesidir. İkincisi, gerçek başarıların ölçülmesi için performans değerlendirme teknikleri
kullanılmasıdır. Son olarak da, bireysel girişimciliğin ödül ya da ceza yolu ile teşvik edilmesinin sağlanmasıdır
(Kreaudren ve Mierlo 1998:43).

2.1.3. Kamusal Seçim Kuramı

İdeolojik kaynakları bakımından Yeni Sağ ideolojiye dayanan yeni kamu işletmeciliği yaklaşımının en önemli
kuramsal kaynaklarından biri de kamusal seçim kuramıdır. Nitekim yaklaşımın kuramsal temellerinin
incelendiği çalışmalarda asıl ağırlığın kamusal seçim kuramına verildiği görülmektedir.11 Yeni Sağ ideolojinin
temel bileşenlerinden olan bu kuram12 temel olarak ekonomi kuramı ve yöntemlerinin siyasete uygulanmasıdır.
Liberal tartışmalar ekseninde geliştirilen önermeler, kamusal seçim kuramlarıyla eklemlenerek, bazı
muhafazakar söylemlerle de desteklenmektedir. Piyasa ekonomisinin başlıca düşünce akımlarından13 esinlenen
kuramcılar, kamu işletmeciliğinin kuramsal temellerinin inşasında belirleyici olmuşlardır.

Kamusal seçim kuramcılarının liberalizmin kamu girişimine yönelik değerlendirmelerine yaptıkları en temel
katkı refah devleti döneminde yerleşiklik kazanan düşünsel yapının tersyüz edilmesinde ortaya çıkar. İlk olarak
siyasal alanın “talep yönlü” analizine yoğunlaşan kuramcılar piyasa, tüketiciler ve firmalarla kurulan ilişki

11
Bkz. Gray ve Jenkins (1995); Pollitt (1996).
12
Yeni Sağ’ın diğer iki ayağını neo-liberalizm ve neo-muhafazakarlık oluşturur. Bu üçü değişik açılardan Yeni Sağ
tanımına katkıda bulunarak, çelişen görünümlerine rağmen birbirlerini destekleyici yönleriyle bütünlük kazanırlar.
Ayrıntı için bkz. Aksoy (1995).
13
Bu düşünce akımlarının başlıca grupları, Avusturya İktisat Okulu (Frederick von Hayek); Chicago İktisat Okulu
(Milton Friedman) ve Virginia Kamu Seçimi Tercihi Okulu (James Buchanen ve Gordon Tullock’dır.
bağlamında partilerin birbirleriyle nasıl rekabet ettiklerini ve seçmen tercihlerinin nasıl yapıldığını incelemişler
ve siyasal partilerin kamu harcamalarının artması yönünde yeni vaatlerde bulunmaktan kaçınmadıklarını ileri
sürmüşlerdir. Bu yaklaşıma göre, seçmenlerin taleplerini piyasada olduğu gibi rasyonel bir zeminde
değerlendirme olanağı yoktur. Bu nedenle, demokrasilerde devlet harcamalarının artması yönünde bir eğilim söz
konusundur. Dolayısıyla, devlet hizmetlerindeki aşırı-arz nedeniyle, kamu harcamaları artmakta ve bürokratik
mekanizma genişlemekte, hükümetler de giderek daha fazla piyasaya müdahale etmek zorunda kalmaktadır.
Daha sonraları ise kamusal seçim kuramcıları söz konusu analizi “arz yönü”ne kaydırarak kişisel çıkarları
peşinde koşan, rasyonel bireyler olarak politikacı ve bürokratların davranışları üzerinde durmuşlardır (Pekel,
1994:105-106).

Politikacıların, seçmenlerin, siyasal partilerin ve bürokratların davranışlarını ekonomik bir bakış açısından
inceleyen bu kuramcılara göre birey ve kurumlar kendi çıkarlarını düşünen ve bu düşünce çerçevesinde rasyonel
hareket eden analiz birimleri olarak belirlenmelidir. Kamusal seçim kuramcıları, bireysel ekonomik davranış
modeli, mikro-iktisadi analiz birimleri ve yöntemlerinin kamusal kurumlara da uygulanması gerektiğini
savunurlar. Çünkü devlet ve kamu kuruluşları sanıldığı gibi toplumun iyiliğini maksimize etmeye çalışmazlar,
aksine kendi çıkarlarını ön planda tutan kişilerden oluşurlar. Politikacılar ve siyasi partiler seçilme amacı ile
hareket ederken, bürokratın amacı bütçe ve büro maksimizasyonudur. Vaatlerin peşinden yeni hizmet alanları
geldiğinden, bürokrasi de giderek genişleyecektir (Aksoy, 1995:165).

1980’li yılların sonlarına doğru kamusal seçim kuramının dayandığı düşüncelerin Kuzey Amerika dışında da
keşfedilmesi14 özellikle kamu maliyesinin kontrol edilmesi sorununa yönelik çözüm arayışlarının yoğunlaştığı
her yerde etkili olmaya başlamış (Aucoin, 1990:115), 1990’lı yıllarda ise mali kontrolün sağlanması yönünde
tam bir dönüşüm yaşanmıştır. Muhasebe, bütçeleme, denetleme gibi konu başlıkları kamu hizmeti sunumu ile
ilgili gündemin ilk sırasına yerleşmiş ve kamu işletmeciliği reform uygulamalarına yönelen pek çok ülkede
eğitim, sağlık gibi alanlara yönelik kaynak dağılımı konusundaki terminolojiyi bu yönde değiştirmiştir. Bir
yandan merkezi bürokrasiden kaçınılırken, diğer yandan da devletin kendisi de doğrudan piyasa mekanizmasının
mantığına girmiş olacaktır. Böylece, Keynesci dönemin büyük ölçekli bürokratik örgütlenme modeli, bu yapının
dışında yeni hükümet örgütlerinin (agency) yapılandırılması ile büyük örgütler küçük parçalara ayrılacak ve en
önemlisi de bu parçalar birbirleriyle rekabet edeceklerinden denetlenmeleri de kolaylaşacaktır.

Kamusal seçim analizinde devlet müdahalesi, tekelleri destekleyen, girişimci davranışı bastıran, seçim alanını
daraltan, gereksiz hizmet sunarak israfın ve verimsizliğin artmasına yol açan bir müdahale olarak tanımlanır.
Buna karşılık, piyasaların, rekabeti teşvik ederek seçme özgürlüğü sağladığı, verimliliği artırdığı, piyasa
mekanizmaları aracılığı ile faaliyetlerin koordinasyonunu sağladığı ve son olarak da girişimcilik için uygun
koşulları yarattığı ileri sürülür. Bunların yanı sıra, devlet ve kamu yönetiminin rolünün önemine de dikkat
çekilir. Ancak devlet, piyasa mekanizmalarının işleyişinde yalnızca bu sürecin bir “kolaylaştırıcısı” ve en alt
düzeyde bir “düzenleyicisi” olmalıdır. Bu nedenle, kamu işletmeciliği uygulamada gerektiğinde iç ve dış
piyasaların yaratılmasını destekleyici mekanizmalara ve “yapılara”, yani özelleştirmelere ve kamu kurumu

14
Bu dönemde İngiltere’de ortaya çıkan gelişmelerden en önemlisi Patrick Dunleavy’nin “bureau-shaping”
modelidir. Kamusal seçim kuramına dayanan bu modelde Dunleavy, Niskanen’ın argümanıa karşı çıkarak,
bürokratların amaçlarının bütçe ve büro maksimizasyonu olmadığını ileri sürerek, bürokratların çıkarlarına hizmet
eden şeyin kendi bürolarının küçültülmesi olduğunu, dolayısıyla da kendi bölümlerini daha az elemanı olan
daireler (agencies) olarak yeniden düzenlemeye çalıştıklarını vurgulamıştır. (Barberis,1998:554-555). Görünen o
ki, bu model “Next Steps” “agency”lerinin yaratılarak “siyaset” ile “yönetim”in ayrılmasını talep eden düşünceyi,
dolayısıyla yeni kamu işletmeciliği yaklaşımını desteklemektedir. Bkz. Greer (1992)
niteliğinde merkezi yapıların dışında ve üstünde yapılandırılan yeni örgütlere ihtiyaç duyacaktır (Gray ve
Jenkins, 1995:84).

İç ve dış örgütlenme arasındaki ilişki üzerinde odaklanarak rekabetçi piyasa ekonomisini bireysel ekonomik
özgürlüğün gelişmesinin ön koşulu sayan kamusal seçim kuramcıları, kaynakların verimsiz kullanılması
açısından devleti eleştirerek küçültülmesini talep ederler. Ancak, devletin ekonomik bakımdan yapısal
dönüşümünde neo-liberal değerlerin benimsenmesi aşamasında, devletin görece daha disipliner ve otoriter bir
hukuki çerçevede faaliyet görmesi nedeniyle kamusal seçim kuramcıları, bazı muhafazakar söylemleri daha
kabul edilebilir bir hale sokmaya çalışırlar (Aksoy, 1995:165). Bürokratik tekele karşı, kamu hizmeti sunumunda
daha fazla rekabet; israfa karşı özelleştirme ile kamu işlerinin özel sektöre devredilmesi; rekabetçi bir temele
dayandırılacak alternatif kamu hizmet sunumları ve bürokrasi üzerinde yasama ve yürütme aracılığı ile tam bir
kontrolün sağlanması önerilir (Kreaudren ve Mierlo, 1998:42). Çünkü, kamusal seçim kuramcıları piyasanın
olduğu gibi devletin de yetersizliklerinin olabileceğini ileri sürerek devleti, girişimcileri, kuralları ve mevzuatları
ile bütünlüklü bir piyasa olarak görürler ve buna uygun dönüşümünü talep ederler. Bu talepler ile yeni kamu
işletmeciliği paradigmasının yükselişi arasında doğrusal bir ilişki söz konusudur (Barberis, 1998:454-455). Bu
yeni paradigmayı “eskisinden” ayran en önemli unsurlardan biri de, devletin küçültülmesi programlarının
ardından kalan bütünlüğün piyasa mantığı uyarınca işletilmesidir.

Sonuç olarak, ister geleneksel kamu yönetimi isterse kamu işletmeciliği yaklaşımı olsun, her ikisinin de
kuramsal gelişiminin ve uygulama alanı bulmasının gerisinde tarihsel-toplumsal koşulların yattığını belirtmek
gerekir. Çünkü, egemen siyasetin ve siyasal konumlanışların bir “aracı” olarak kamu yönetimi bütünsel yapısıyla
siyasal bir duruşu temsil eder. Bürokrasi eleştirisinden kalkarak, siyasal-toplumsal boyutlarından ayrıştırılan
kamu yönetimi analizlerinin örgüt-işletme boyutuna indirgenmesi, yönetimin ‘teknik’ bir süreç olduğunun
vurgulanması, devlet-yurttaş ilişkilerinin üretici-tüketici (müşteri) konumunda düşünülmesi, kamu hizmetlerinin
bedelsiz olmaktan çıkarılması, kamu-özel ayrımının belirsizleştirilerek piyasa mekanizmalarının kamuya
taşınması gibi girişimlere vurgu yapılması kamu işletmeciliği yaklaşımının neo-liberal ideoloji ve bu ideolojinin
siyasal-yönetsel projeleri üzerinde yükseldiğini göstermektedir.

3. Siyasal Yeniden Yapılandırma Sürecinin Yükselen Yeni Söylemi: Yönetişim


1980’li yıllarda neo-liberal politikaların dünya ölçeğinde yaygınlaşmasına tanık olunmuş ve 1990’larla birlikte
bu politikalar yıkıcı etkilerini (ekonomik krizler, işsizlik, yoksulluk gibi) göstermeye başlamıştır. Bu dönemde
yaşanan mali krizler (Meksika’dan başlayarak Uzak Doğu’ya ve en son Arjantin ve Türkiye’ye uzanan), bir
anlamda neo-liberal politikaların başarısızlığını göstermektedir. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans
kuruluşları aracılığıyla desteklenen ve sürdürülen bu politikaların ortaya çıkardığı mali krizleri ve toplumsal
sorunları, reform programlarının gereği gibi uygulanamamasına bağlayan neo-liberalizm, “kriz sonrası uyum”
programlarıyla yeni bir dönemece işaret etmektedir. Ancak, ekonomide beklenen başarının gerçekleşmemesi ve
yükselen toplumsal muhalefet neo-liberalizmin ideolojik hegemonyasını yıkmamıştır. Bu dönemde başlangıçtaki
argümanlarını yeniden gözden geçirme ve tanımlama ihtiyacı duyan neo-liberalizm vurguyu devlet üzerine
yaparak, ideolojik söylemlerini bunun üzerine inşa etmeye başlamıştır. Böylelikle, 1980’lerin “minimal devlet”,
“optimal devlet” söylemleri yerini “piyasa-dostu devlet”, “yönetişim” ve “etkin devlet” söylemlerine bırakmıştır.

1980’lerden bu yana, devletçi müdahale araçlarını tasfiye eden neo-liberalizm 1990’ların ortalarından itibaren
düzenin kendini yeniden kurması sürecinde devlete yönelik söylemlerini değiştirmiştir. Neo-liberal stratejinin
kendine özgü devlet projesi “yönetişim modeli” üzerine inşa edilmektedir. Bu model ile neo-liberalizm yeni bir
düzenleme projesinin geliştirilmesi ve uygulanması sürecini başlatmıştır. Çünkü, kendini yeniden üretmeye
gereksinim duyan kapitalist toplumsal ilişki her zaman için düzenleyici araçlara ihtiyaç duyar. Ancak, bu
düzenleme araçlarının nasıl bir içerik kazanacağı ve nasıl şekilleneceği, düzenlemede temel hedefin ne olacağı
egemen sınıfsal ve siyasal güç dengeleri tarafından belirlenir.

3.1. Girişimci Devlet Modeli

1990’lı yıllarda kapitalizmin süregiden krizi karşısında neo-liberalizmin minimal devlet


tezinin dönemini tamamladığını dile getirenler devletin rolü konusunda yeni bir tartışmayı
başlatmıştır.15 Klicksberg’e göre, toplumsal ve ekonomik sorunların çözümünün biricik
kaynağı olarak “devlete olan inancın yeniden keşfi” konusu, bir yandan yönetim bilimlerinde
gerçek bir “epistomolojik kopuş”un gerçekleştiğini ima ederken, bir yandan da devlet-piyasa
ve devlet-toplum arasında kurulacak yeni ilişki biçimleri ve devletin rolünün yeniden
tanımlanması açısından da bir “paradigma” dönüşümünü temsil etmektedir (1993:52).
Devletin küçültülmesinin yanı sıra “daha iyi işler ve daha az harcar” hale getirilmesinin
gerekli olduğunu ileri süren görüşler, devletin ne derece müdahaleci olması gerektiğine değil,
bu müdahalenin hangi yollardan ve hangi araçlarla gerçekleştirilebileceğine odaklanmışlardır.
Burada devletin müdahale alanının tamamen ortadan kaldırılması gerekmediği zımnen dile
getirilmektedir. Asıl olarak, müdahale, özel sektörü destekleyecek bir düzenlemeyle sınırlı
görülür.
Bu gelişmeler çerçevesinde, 1990’lı yıllarda İngiltere kökenli yeni kamu işletmeciliği yaklaşımının temel
önermeleri ABD’de yeniden formüle edilerek, “devletin yeniden düzenlenmesi” (reinventing government)
yaklaşımı altında yinelenmiş ve derinleştirilmiştir. Artık sorun, devletin “ne” yapması gerektiği değil, “nasıl”
çalışması gerektiğidir (Osborne ve Gaebler, 1993). Bu yaklaşımın en önemli temsilcilerinden Osborne ve
Gaebler sorunların kaynağını “yanlış yönetime” dayandırarak, kamu yönetiminin girişimcilik ekseninde yeniden
düzenlenmesini savunurlar. Dolayısıyla, kamu sektörünün içeriden piyasalaştırılması en temel önerme haline
gelir. Özelleştirmenin yanı sıra rekabetin teşvik edilmesiyle, kamu sektörü içinde de rekabet önem kazanacaktır
(1993:76-107). Bu yaklaşımın devlet kurgusu “bürokratik devlet” modelinin yerini alacak olan “girişimci bir
devlet” modelidir. Modelin en temel önerisi, özel sektörde uygulanan toplam kalite yönetiminin kamu sektörüne
uyarlanması ve bürokraside girişimcilik ruhunun geliştirilmesidir. “Kürek çekmekten çok, dümen tutmak”
(Osborne ve Gaebler, 1993:19-20) tanımlaması altında siyaset/yönetim ayrımı vurgulanarak girişimci devlet
modelinin gerçekleşebilmesi belli ilkelere bağlanır: Bir kere girişimci devletler denetimi bürokrasiden topluma
doğru kaydırarak vatandaşlara yetki devredebilecek ve kuruluşların başarıları girdiler yerine çıktılara, yani mal
ve hizmetlerdeki verimlilik sonuçlarına uygun değerlendirilecektir. İkincisi, girişimci devlet örgütlenmesi kamu
örgütleri arasında “rekabeti” yükseltecektir. Kural ve düzenlemelere göre değil, “misyonlara” göre hareket
edecektir. Üçüncüsü, bürokrasinin ihtiyaçları yerine “müşteri” ihtiyaçları ön plana çıkarılarak, sorunlar önceden
öngörülebilecek; hiyerarşiden katılıma yönelerek merkeziyetçilikten kaçınılacaktır. Dördüncüsü, girişimcilik
hizmet önceliği yerine “yetki önceliğini” ve takım çalışmasını, “katılımcı bir yönetim anlayışını” geliştirecek;
bürokratik mekanizmaların yerine “piyasa mekanizmalarını” benimseyerek, kazanç sağlamaya odaklanacaktır.
Son olarak girişimci devletler sadece kamu hizmetlerinin sağlanmasına değil, ayrıca sorunların çözümü için bir

15
Bkz. Panitch (1999); Kiely (1998); Klicksberg (1993 ve 1994); Moharir (1993) ve World Bank (1997).
araya gelen kamu-özel ve hükümet dışı örgütlenmeler (NGO’lar) arasında ortaklık ve kolaylaştırıcılık ekseninde
“katalizörlük” rolünü üstlenecektir.

Bu ilkeler kapsamında, ister kamu işletmeciliği ister girişimci devlet modeli olarak adlandırılsın, esas olarak
devlet için önerilen tema aynıdır: rekabet, piyasalar, müşteriler, verimlilik gibi kavramların devlet
örgütlenmesine taşınması; yani devletin piyasalaştırılması, devlet örgütlenmesinin bir piyasa aktörü gibi özel
sektörle rekabete girmesi. Böylelikle, girişimci devlete yapılan vurgu ile yeni kamu işletmeciliği yaklaşımı en üst
noktasına taşınır. Bu tartışmalar, kamusal örgütlenmede merkezi denetim ve kurallar kavramlarına atıfla
tanımlanan klasik bürokratik modelden, yenilik, risk alma, yetkilendirme, takım çalışması, müşteri yönelimlilik,
yatay hiyerarşiler, kalite, sürekli iyileştirme gibi vurgularla nitelendirilen post-bürokratik modele bir dönüşüm
olarak da anılmaktadır (Kernaghan, 1996). Ayrıca, girişimci devlet modeli siyasal karar alma süreçlerine kamu
ve özel sektörün bir üçüncü ortağı olarak sivil toplum örgütlerini de katarak kamu işletmeciliği yaklaşımından
görece farklılaşır. Kamu işletmeciliğinin örgüt içi analizi böylece toplumsal alana, örgüt dışına kaydırılmış,
devlet-toplum ilişkisi bu çerçevede yeniden düzenlenmiş olur. Dolayısıyla, girişimci devlet modelinde bir
yandan kamu yönetimi alanında örgüt içi düzenlemelerde yeni kamu işletmeciliğinin temel önermelerine sahip
çıkılırken, diğer yandan da klasik yönetim anlayışı yerine devletin her düzeyi için geçerli olacak (ulusal, yerel,
bölgesel ve uluslararası) ve devlet-toplum ilişkisini yeniden düzenleyecek yeni bir model, “yönetişim modeli”,
önerilmektedir (Keraudren ve Mierlo, 1998:44).

Nitekim, Osborne ve Gaebler (1993) çalışmalarının girişine “bu kitap yeni yönetişim tarzının öncülleri
üzerinedir” ifadesini koyarak kendi modellerini yeni kamu işletmeciliğinden ayırmak isterler. Katalizör devlet
önerisi yeni kamu işletmeciliğine yeni bir boyut katar: “kürek çeken değil dümen tutan devlet”; yani yol ve yön
gösteren devlet anlayışı. Bu anlayışta “siyasi karar alma” (dümen tutma) ile “hizmet sunumu” (kürek çekme)
arasında bir ayrıma gidilerek, devletin hizmet sunum işlevlerini ve sistemlerini özel sektöre ya da üçüncü sektör
denilen kuruluşlara devretmesi önerilir. Kamu hizmetlerinin “agency” adı verilen yarı özerk kamu kuruluşlarına
veya özel sektöre devredilmesi eğilimi bu yaklaşımın somut göstergeleridir. Yönetişim modeli ile neo-liberal
proje özel sektörün güçlenmesi adına kamu sektörünün küçültülmesinin yanı sıra piyasa mekanizmalarının
geriye kalan devlet örgütlenmesi içinde işletilmesinde piyasa güçlerinin rolüne dikkat çeker. Ancak bu kamu
sektörünün küçültülmesi politikasından vazgeçildiği anlamına gelmez. Kamu kuruluşlarının özelleştirme ve
deregülasyon aracılığıyla piyasaya devredilmesine ek olarak artık mevcut yapıların içeriden piyasalaştırılması
gerekmektedir (Lane, 1997). Ayrıca, neo-liberal projenin devleti içerden piyasalaştırma girişimi, yönetişimin
“devlet-piyasa-sivil toplum ortaklığı” formülü ile toplumsal yaşamın tüm alanlarını içerecek şekilde
genişletilmekte, yani etkinlik, karlılık, büyüme gibi ekonomik ölçütler toplumsal yaşamın tüm alanlarına nüfuz
ettirilmektedir.

Özetle, yeni kamu işletmeciliğinin bir üst aşamasını temsil eden ve “girişimci devlet” tezi ile popülerlik kazanan
Reinventing Government (Osborne ve Gaebler, 1993)’ın başlattığı hareket, “piyasa modeli”ni öneren “yeni kamu
işletmeciliği” ile “katılımcılığa” vurgu yapan “esnek devlet” (flexible government) modelini eklemler (Peters,
1996:37). Ancak, 1990’lı yıllar “devlet piyasa karşıtlığı” söyleminden “devlet-piyasa ortaklığı” söylemine geçiş
anlamında önceki dönemin söylemlerinden bir kopuşu anlatsa da, yönetsel ve örgütsel düzenlemeye ilişkin çok
da yeni bir şey söylenmemiştir. Geliştirilen yeni model, önceki dönemlerin söylemlerinin daha rafine edilmiş
biçimlerini sunmanın ötesine geçmez. Dolayısıyla, “yeniden düzenleme” altında önerilen girişimcilik yaklaşımı,
özellikle “yönetişim”e yaptığı vurgu ile yeni kamu işletmeciliğinden bir kopuşu gerçekleştirmiş olsa da, esas
itibariyle piyasa-odaklı örgüt içi yönetime yapılan vurgu önemini sürdürmektedir. Bu nedenle asıl kopuşun
“devlet-toplum” ilişkilerindeki dönüşüm noktasında ortaya çıktığını belirtmek gerekir.

3.2. Kamu Yönetişimi

1980’li ve 90’lı yıllara damgasını vuran kamu işletmeciliği yaklaşımı ile küresel ölçekte devletler, piyasa türü
mekanizmaları ve özel sektöre özgü yönetim tekniklerini kamu sektörüne uyarlamada hızla yol aldılar.
Özelleştirme, deregülasyon ve piyasalaştırma girişimleri ile temelde devletin geriye çekilmesinin ardından kalan
bütünlüğün bir “şirket” gibi yönetilebileceği öngörüldü. Ancak, neo-liberal programların tıkanma sinyallerini
vermeye başladığı yıllarda bu programa meşruiyet sağlayan yaklaşımlar da eleştirilere konu olmaya başladı.
Siyasal, toplumsal ve ekonomik kurumlar arasındaki ilişkiler bütününün ihmal edildiği vurgulanarak, “devlet-
piyasa karşıtlığı”16 söyleminin yerine yönetişim modeli altında “devlet-piyasa-sivil toplum ortaklık ilişkileri”
üzerinden

bir söylem yükselmeye başladı (Klicksberg, 1994). Bu dönemde, işletme tekniklerinin devlete ithalinin
uygulamadaki sonuçları bakımından sınırlarına ulaştığı ve işletmeciliğin devletin ihtiyaçlarını tam olarak
karşılayamadığı kabul edilerek, devletin özel sektörden daha farklı ve daha karmaşık yönetim sorunlarına içkin
bir alan olduğu dile getirildi. Ama esas sorun neo-liberal projenin tıkanmasıydı.

Kamu işletmeciliğinde olduğu gibi yönetişim modelinin en baskın uygulama biçimleri de neo-liberalizmin
krizini derinden yaşayan İngiltere’de ortaya çıkarak küresel bir eğilim kazandı. Bu gelişme kamu yönetimi
incelemelerinde ve akademik yazında yoğun bir ilgi gördü. Kamu işletmeciliği yaklaşımından bir “kopuş” olarak
değerlendirilen bu yeni yönetişim modelini temel alan akademik topluluklar görüntüde işletmecilik tarzına karşı
eleştirel bir tutum takınarak, kendi model önerilerini bu karşıtlık üzerine inşa etmeye başladılar (Kickert 1997).
Bu eleştirilerin genelinde, birincisi yeni kamu işletmeciliğinin önermeleriyle desteklenen kamu yönetiminde
işletmecilik yaklaşımının devletin “düzenleyici” ve “yönlendirici” rolünü dışarıda bıraktığı (Hesse, 1997: 137),
siyaset ve yönetim arasında yapılan yanlış ayrımı ise meşrulaştırdığı dile getirmektedir. Örneğin, kamu
işletmeciliği reformu anlayışının modernleşme projesinin bir parçası olarak görülmesi gerektiğini ileri süren
Coombes, kamu işletmeciliğinin, bir yandan siyasi ve hukuki otoritenin biricik kaynağı olan “devlet”, diğer
yandan da “piyasalar” aracılığı ile örgütlü kolektif faaliyetlerin bütününü yansıtan “sivil toplum” arasındaki
ilişkinin nasıl yönetileceği sorusunu gündeme getirmesi bakımından modern bir problemi nitelendirdiğini ileri
sürmektedir. Buna göre, eğer piyasa ekonomileri içinde kamu yönetimlerinin radikal bir değişimi öngörülüyorsa,
bu değişim doğrudan devlet ve sivil toplum arasındaki temel ilişkiyi de dönüştürecektir (1998: 9).

İkincisi, yeni kamu işletmeciliğinin merkezi bileşenleri temelde örgüt içine odaklanarak, özellikle personel
yapısında, örgütlenme ve yönetim tarzında önemli değişimlerin gereğine işaret etmektedir. Örgüt-içi
düzenlemeleri temel alan bu yaklaşımda, amaçlar önceliklidir; sonuçlara ve rekabete vurgu vardır. Oysa, kamu

16
Devlet ve piyasa kavramlarının birbirinden bağımsız gerçeklikler olarak görülmesi, aslında, liberal kuramcıların başından
beri savundukları temel savlarından biridir. Oysa, liberal söylemde dile getirildiği gibi, devlet ile piyasa ne birbirine karşıt ne
de birbirinin alternatifidir. Aksine, bu ikisi her zaman için birbirini tamamlar. Devlet ile piyasanın baştan birbirinden
bağımsız gerçeklikler olarak ele alınması sorunlu bir yaklaşıma temel oluşturur; dolayısıyla da piyasa sürecinin ve verili
sınıfsal belirlemelerin dışında bir devlet kavramlaştırmasının da yolu açılmış olur. Bu tartışmaya ilişkin olarak bkz. Savran ve
Ercan (2000).
işletmeciliği toplumsal ve siyasal bağlamından ayrıştırılamaz. Devlet yönetimi ve örgütlenmesi de bu bağlamın
dışında tutulamaz. Dıştan-içe doğru bir analiz önemlidir (Kickert, 1997: 738). İşletmecilik yaklaşımını içe dönük
olmakla eleştiren bu görüşler, sadece iç yönetim yapıları ve örgüt içi düzenleme ile sınırlı kalmayacak, kamu
örgütleri ve bu örgütlenmelerin sosyal-siyasal çevreleri arasındaki dış ilişkileri de kapsayacak yeni bir
kavramlaştırma önerisi getirirler. Böylece, kamu işletmeciliği kavramı “kamu yönetişimi” (Kickert, 1997) ve
ardından “yönetişim” kavramları doğrultusunda genişletilir. Bu gelişmelerin gerisinde ise devletle toplum
arasında kurulacak yeni ilişki biçimlerinin nasıl olacağı sorusu yatmaktadır.

Ancak, yönetişim söyleminin kamu yönetimi alanında yükselen yeni kamu işletmeciliği paradigmasından bir
kopuşu gerçekleştirdiğini söylemek oldukça güçtür. Yönetişim, kamu yönetimine yeni kamu işletmeciliği
yaklaşımı ile hem kesişen hem de ondan ayrılan yeni bir paradigma olarak yansımaktadır. “Kamu yönetişimi”,
“yeni kamu işletmeciliği” yaklaşımına karşıt olmaktan çok, kavramın kapsamını genişleten alternatif bir öneri
olarak ortaya çıkmış, “işletmecilik” kavramının işletme-benzeri, piyasa yönelimli yorumlanışını genişletme
çabasına verilen bir yanıt olmuştur. Başka bir deyişle, kamu yönetişimi ile “devlet işletmesinin etkinlik ve
etkililik ölçülerinde işletilmesinden daha fazlasını gerektirdiği’ vurgulanmaktadır. Amaç kamu işletmeciliği ile
devlet içinde başlatılan piyasalaştırma girişimlerini, rekabet, etkinlik ve etkililik gibi ekonomik ölçütlere göre
tanımlanan toplumsal ilişkiler alanına doğru genişletmektir.

4. Söylem’den Model’e Yeni Bir İktidar Tarzı Olarak Yönetişim

1990’lı yıllardan bu yana sosyal ve siyasal kuramın önemli tartışma konularından biri haline gelen yönetişimin
kullanım alanının işletme yönetiminden başlayarak, iktisat, siyaset ve kamu yönetimi alanlarına uzanması ve
yerel (urban governance), “ulusal” ve “uluslar arası” yönetişime (global governance) kadar genişlemesi,
kavramın tek bir anlamından söz edilmesini güçleştirmektedir. Yönetişimin kuram öncesi ve eklektik bir yapıya
sahip olduğunu ve Antik Yunan’da kullanılan “dümen tutma” (steering of boats) kavramının izlerini taşıdığını
belirten Jessop’ın tanımlamasına göre, kavram esas olarak yönetimle hem çakışan hem de ondan ayrılan bir tür
yönlendirme, rehberlik etme ve yönetme tarzı ve eylemidir (1998: 30).

“Yönetim” kavramından türetilen ve son yirmi yıl içinde bu kavramın karşıtı olarak kullanımı popülerleşen
yönetişim, “yeni” bir yönetme süreci ya da toplumun “yeni” bir yönetim tarzı ile yönetilmesi anlamında
kullanılmaktadır (Rhodes, 1996:652). Ayrıca yönetişim, kamu-özel, devlet-devletdışı, ulusal-uluslararası aktörler
tarafından gerçekleştirilen bir işlev olarak tanımlanmakta ve bunlar arasındaki yeni etkileşimsel ilişkilerin
gelişimini kavramsallaştırmada kullanılmaktadır. Bunun anlamı, yönetimin sadece devlet tarafından yürütülen
bir süreç olmadığı, bu sürece özel sektör ve sivil toplumun dahil edilmesi gerektiğidir. Siyasal iradeye devletin
yanısıra özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının katılımını öneren yönetişim, bunun gerçekleşmesi için yeni bir
yönetim tarzının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, küreselleşmeci kuramcıların ileri sürdükleri,
küreselleşmenin geri döndürülemez süreci ile birlikte ulus-devletlerin güç kaybettiği, hatta bittiği savlarının
yükseldiği bir dönemde tanımlanan yönetişim, artık yönetme işlevinin ulus-devletlerle de
sınırlandırılamayacağını, uluslararası sermayenin ve NGO’lar olarak tanımlanan küresel sivil toplum örgütlerinin
yönetme sürecine dahil edilmelerini öneren bir yönetim tarzıdır. Dolayısıyla, yönetişim küreselleşmenin geri
döndürülemezliği ve bu süreçte ulus-devletin yönetme kapasitesini yitirdiği savına dayalı olarak küresel
kapitalizm gerçekliğine uygun yeni bir iktidar tarzı ve devlet anlayışını geliştirmeyi amaçlamaktadır.17

Yönetişim, neo-liberalizmin sınırlarına ulaştığının kabul edilmeye başlandığı 1990’lı yıllarda

küreselleşme söyleminin bir parçası olarak popülerlik kazanmıştır (Aygül, 1998). Bir

uygulama olarak yönetişim, neo-liberalizmin ekonomik verimsizlik sorununu çözme

arayışında iken, bir söylem olarak yönetişim toplumsal meşruiyetin kurulmasına, bir dizi

konunun siyasal boyutunu örterek, aracılık yapmaktadır. Dolayısıyla, yönetişim, küreselleşme

sürecinde devletlerin uluslararası finans kuruluşları karşısında kendi ekonomik yürütme

güçlerini yitirmeleri, yapısal uyarlama politikalarının beklentilerin tersine ortaya çıkardığı

toplumsal yıkımlar, özel sektör yönetim tekniklerinin kamu sektörüne taşınmasının ortaya

çıkardığı yeni sorunlar, yeni kamu işletmeciliği yaklaşımının ve uygulamalarının

uluslararasılaşması ve kamunun hesap verebilirliğini yitirmesi gibi gelişmelerin siyasal

içeriklerini ve ideolojik arkaplanını gizleyen bir söylem olarak son derece önemli bir işlevi

üstlenmiştir.

Yönetişimin gerisinde yatan dinamiklerin açıklanması için dönemin siyasal-toplumsal

tablosunun anlaşılması gereklidir. Sosyal devlet kazanımlarının tasfiye edildiği günümüzde,

her şeyin giderek piyasaya tabi kılındığı, etkinlik, karlılık, büyüme gibi ekonomik ölçütlerin

toplumsal yaşamın tüm alanlarına nüfuz ettiği bir sürece girilmiştir. Bu durum karşısında,

gerek uluslararası düzenin gerekse ulus-devlet formlarının bu yeni oluşuma göre yeniden

yapılandırılması gerekiyordu. Bu yapılanma bugün yönetişim formülü ile hayata

geçirilmektedir. Devlet dışındaki aktörlerle birlikte devleti yönetme anlamında yönetişim,

devletin piyasalaştırılmasıdır; yani, “devletin toplumla veya diğer aktörlerle piyasa mantığı ile

ilişkilenmesidir” (Bayramoğlu, 2002: 88). Siyasal sürece, devleti temsilen bürokrasinin yanı

sıra sermayeyi temsilen özel sektör ve sivil toplum örgütlerinin katılımını öneren yönetişim,

17
Yönetişimin yeni bir iktidar tarzı olarak analiz eden çalışmalar için bkz. Bayramoğlu (2002) ve Güler (2003).
asıl olarak piyasa aktörlerinin siyasal süreci doğrudan belirleyebileceği yeni bir yönetim

tarzını ve iktidar yapılanmasını amaçlayan bir modeldir.

4.1. Yönetişimin Kuramsal Kaynakları


Kuram öncesi ve eklektik bir yapıya sahip olduğu kabul edilen yönetişimin (Jessop, 1995:318) pek çok kuramsal
kaynaktan beslendiği görülmektedir. Tarihsel gelişmelerin yanı sıra yönetişim söylemi sosyal bilim alanlarında
ortaya çıkan gelişmelerden de etkilenmiştir. Örneğin, siyaset bilimi ve kamu yönetimi alanında yönetişim
kuramı, devlet ve toplum arasındaki yeni etkileşim ilişkilerini nitelendirmekte ve sistem kuramı, örgütlerarası
ağlar kuramı, kamu yönetimi kuramları ve kamu işletmeciliği, iletişim kuramı ve devlet kuramından alınan bazı
öğeleri içermektedir (Kooiman, 1993a:3). Diğer yandan, yönetişimin kuramsal kökenleri arasında yeni ekonomik
koordinasyon biçimlerine vurgu yapan “kurumcu iktisat”; geleneksel egemen devlet ve devletlerarası ilişkiler
ayrımını eleştiren ve ulus-devleti “by-pass” ederek yeni rejimlere vurgu yapan “uluslararası ilişkiler kuramları”;
özel-kamu ayrımının uygulamada geçersizleştiğini ileri sürerek bu ayrımı eleştiren “siyaset bilimi” (Jessop,
1995:310) ve bunlara ek olarak, giderek daha fazla karmaşıklaşan ve farklılaşan sosyal ve siyasal sistemlerin
üstesinden gelmenin bir yolu olarak yönetişim tarzını ileri süren “yönetim” ve “örgüt kuramı”ndaki gelişmeler
(Kickert, 1993b) sayılmaktadır.

Kamu yönetimi alanında yönetişimi besleyen kuramsal kaynaklar konusunda yapılan tartışmaların çoğu yeni kurumcu iktisat üzerinde
yoğunlaşmaktadır.18 Yeni kurumcu iktisat, devlet-piyasa ortaklığı söylemi üzerinden “devlete ait yapı ve süreçlerin piyasalaştırılmasına,
bunların piyasa kurumlarının yönetimine devredilmesine, dolayısıyla toplumsal yaşamın piyasa adına yeniden örgütlenmesine kavramsal
destek sağlar” (Güler, 2003:99). Yeni kurumcu iktisat piyasaların “serbest” olmadıkları, devletle olduğu kadar çeşitli toplumsal kurumlarla
da sınırlandıkları gerçeğine vurgu yapar. Bu bağlamda, yönetişim, kanunlar ve bunları yapan devleti içeren kurumsal düzenlemeler toplamı
olarak tanımlanır. Bu bütünlük hem iç işlemlerin, hem de ekonomik bir sistemin sınırları ötesindeki dış işlemlerin düzenleyicisidir. Başka bir
deyişle, yeni kurumcu iktisadın savunucuları piyasanın düzenlenmesinde devlet kurumlarının rolüne vurgu yaparlar (Rhodes 1997a: 78-79).

Jessop’a göre, yeni kurumcu iktisat, ekonomik faaliyetleri hiyerarşinin dışında koordine eden
çeşitli mekanizmalara (örneğin stratejik birlikler, klanlar, ağlar, ticari birlikler, girişimci
gruplar içinde organize olan piyasalar gibi) artan ilginin bir yansımasını göstermektedir.
Dolayısıyla, yeni kurumcu iktisat sadece yapıya değil, ayrıca kültüre de vurgu yapan bir
yaklaşımdır (1998:31). Aktörler arasındaki karşılıklı bağımlılık ve etkileşimler ortak değerler,
normlar ve kurallara dayanır. Bu anlamda, kurumcu bakış açısında ilgi hem ‘yapısal’
(aktörler, ilişkiler, kaynak dağılımı, örgütlenmeler) hem de ‘kültürel’ özellikler (kurallar,
normlar, kurumlar) üzerinde yoğunlaşır (Kickert, 1997:741).
Örgütlerarası ilişkiler ağının kendi kendini düzenleyen bir biçimi olarak yönetişim üzerinde
yeni kurumcu iktisatın yaptığı vurgunun yanı sıra “örgüt kuramı”nda da benzer bir vurgunun
yapıldığı gözlemlenmektedir. Fakat, örgüt kuramındaki bu vurgu kaynağını doğa
bilimlerindeki bazı modellerden (kaos kuramı ve autopiesis) almakta ve bunların yönetim
bilimlerine taşınmasına sistem kuramı aracılık etmektedir (Jessop, 1998:31). Biyolojik bir
kavram olarak “autopiesis”, 1970’li yıllarda geliştirilmiştir. Kavram, canlı bir sistemin,
sistemik birliğinin yeniden üretiminin kesintisiz devamlılığını ima eder. “Autopoietic” bir
sistem, örgütsel açıdan kapalı ve özerk bir birliktir. Fakat bu birlik, “ağı” oluşturan
bileşenlerin bütününü içerir (Kickert, 1993b:264). “Autopoiesis” kavramının yönetişim
paradigması ile olan ilişkisi ise, “hiyerarşik devlet yönlendiriciliği”nin yerini, giderek daha

18
Dünya Bankası 1997 raporunda yeni kurumcu iktisadın önermeleri ağırlıklı bir yere sahiptir. 1997 Dünya Kalkınma
Raporu, doğrudan devlete ilişkin kurumsal düzenlemelere ağırlık vermektedir. Bkz. World Bank (1997). Yeni kurumcu
iktisat ve yönetişime teorik katkısı için bkz. Güler (2003) ve Bayramoğlu (2002).
fazla “kendi kendinden sorumlu örgütlerarası ağlar”a terk etmesi sonucunda, kendi kendini
yönlendiren toplumsal örgütlenmeler düşüncesine yeni bir boyut katmış olmasında açığa
çıkmaktadır. Bu model, bir sistemin bütün bileşenleri yok olsa dahi, sistemin kendi
bütünlüğünü yeniden üretebileceğini vurgular (Kickert, 1993a:199). Bu bağlamda model,
kaos kuramının temel önermeleri ile de yakından bağlantılıdır.
Yönetişim kuramcılarına göre19 kaos kuramı, giderek karmaşıklaşan, dinamikleşen ve
farklılaşan çağdaş toplum yapısı içinde daha da önemli hale gelmektedir. Çünkü, bu karmaşık
toplum yapısı artık merkezi devlet mekanizmaları ile yönetilememektedir. Bu kuramcılara
göre, hiyerarşik yönetim insanların iradeci eğilimlerine güven vererek, böylesi bir yönetimin
olmaması halinde karışıklık doğacağı ve sistemlerin felaketle yüz yüze kalacakları kanısına
yol açabilmektedir. Bu yaklaşım, uluslararası ilişkiler yazınında kullanılmaya başlayan
“yönetimsiz yönetişim” (governance without government) (Roseneau ve Czempiel, 1992),
yani hiyerarşik olmayan yönlendirme tartışmaları ile de ilişkilidir.
Böylesi karmaşık, farklılaşmış ve dinamik bir sitemin yönlendirilmesinin nasıl sağlanacağı sorusu, çok aktörlü
bir sistemin ancak ağ ilişkileri içinde temsil edilebileceği düşüncesini ortaya çıkarmıştır (Tekeli, 1999:250). Bu
bağlamda “sibernetik sistem kuramları” yeniden gündeme gelmiş; yani, kendi kendini yönlendiren sistemler
önem kazanmıştır. Yönetişim kuramcılarına göre yönetişim, sosyal-siyasal bir sistem içinde ilgili tüm aktörlerin
etkileşimsel müdahale çabalarının “ortak” bir sonucu/ürünü olarak ortaya çıkan bir model ya da bir yapıdır. Bu
model tek veya belli bir aktör grubuna indirgenemez (Kooiman, 1993b:258) Başka bir deyişle, siyasa sonuçları
sadece merkezi hükümetin eylemlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmazlar. Örneğin merkezi hükümet bir yasa
çıkardıktan sonra yerel yönetimlerle, sağlık veya eğitim otoriteleriyle, sivil örgütlerle, özel sektörle etkileşime
geçecek, ardından bu örgütlenmeler de birbirlerini etkileyeceklerdir.

4.2. Yönetişimin Kurumsal Kaynakları

Neo-liberalizmin yeni siyasal-yönetsel düzeninin kurucu kavramı olarak önerilen yönetişim, kapitalist dünya
sistemini kapsayıcı yapılar olarak örgütlenen IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün yanı sıra
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı (OECD), Birleşmiş Milletler’in bazı kuruluşları (örneğin UNDP) ve
Avrupa Birliği kurumlarının resmi söylemleri arasında yer almaktadır. Ancak, yönetişimin bir söylem olarak
yükselmesinde ve siyasal-yönetsel bir projeye dönüşerek küresel düzeyde meşruluk kazanmasında en önemli
rolü Dünya Bankası oynamaktadır.20 Yönetişim kavramı bugünkü anlamıyla ilk kez Dünya Bankası’nın Sub-
Saharan Africa: From Crisis to Sustainable Growth adlı 1989 tarihli Raporunda kullanılmıştır. Afrika’daki
yapısal uyarlama programlarının sonuçlarıyla birlikte ele alındığı bu Raporda Dünya Bankası temel sorunu bir
“yönetişim krizi” olarak tanımlar. İyi yönetişimi bir ülkenin kalkınmasında ve toplumsal kaynakların
yönetiminde siyasal gücün uygulanma biçimi olarak tanımlayan Dünya Bankası, yönetişim söyleminin teknik bir
boyutuna vurgu yaparak, kavramı idari (administrative) ve yönetsel (managerial) öğelerle açıklar.

İyi yönetişim ile Dünya Bankası yeni kamu işletmeciliğinin temel önermelerini revize ederek yinelemektedir:
Kamu sektöründe etkinliğin sağlanması, rekabetin ve piyasaların desteklenmesi ve özel teşebbüs için uygun
ortamın yaratılması için devlet içinde girişimciliğin geliştirilmesi; kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi; kamu
personel sayısının azaltılarak kamu hizmetlerinde reforma gidilmesi; bütçenin kontrol edilmesi; idarenin ademi-

19
Bkz. Kooiman (1993b); Dunsire (1993) ve Kickert (1993a) ve (1993b).
20
Kavramın yaratıcısı Dünya Bankası, geliştiricisi OECD ve incelticisi de BM’dir. Ayrıntı için bkz. Güler (2003). Ayrıca,
yönetişimin kurumsal kaynağı olarak Dünya Bankası’nın değişen söylemlerini ve yönetişim kavramlaştırmasını inceleyen
çalışmalar için bkz. Güzelsarı (2003); Bayramoğlu (2002) ve Zapçı (2002); Kiely (1998).
merkezileşmesi ve devletin dışındaki aktörlerin daha fazla kullanılması (Williams ve Young, 1994:87; World
Bank, 1992). Ancak, kamu işletmeciliğinin bu önermelerinden farklı olarak, “hesap verebilirlik”, “meşruiyetin
sağlanması”, “yönetimde saydamlık” ve “katılım” gibi kavramlar da yönetişimin kurucu kavramları arasına
katılır. Bunların gerçekleşmesi ise sivil toplumun geliştirilmesi ve yetki devrinin sağlanmasına bağlanmıştır
(World Bank, 1992:1-3, 15). Demokratikleşme ve yönetişim arasında kurulan ilişkiyi değerlendiren Rhodes’ın
da dile getirdiği gibi “iyi yönetişim” ile “yeni kamu işletmeciliği”nin “evliliği” ‘liberal demokrasinin
desteklenmesi üzerine inşa edilir (1997a: 50).

Dünya Bankası’nın yönetsel içeriğiyle tanımladığı yönetişim, esas olarak özel sektörün öncülüğünde büyüme
için uygun koşulları hazırlayacak hesap veren, saydam bir kamu yönetimi tarif eder. Başka bir deyişle, Dünya
Bankası kalkınma yönetimi ile yönetişimi eş anlamlı görmekte ve bunun için dört temel ilkeyi öne
çıkarmaktadır: “Hesap verebilirlik”, kamu görevlilerinin eylemlerinden sorumlu olması anlamında kullanılır.
Kamu görevlilerinin eylemlerinin denetimi için rekabet ilkesinin yaygınlaştırılması ve denetim mekanizmalarına
özel sektör ve sivil toplum örgütlerinin katılımının sağlanması desteklenecektir. “Kalkınmanın yasal çerçevesi”,
girişimciler için açık, öngörülebilen ve yansız bir kurallar bütünün oluşturmaya dönük olarak bağımsız bir yargı
sistemi var olmalıdır. Bu ilke ile aslında piyasanın işleyişinin hukuki olarak güvenceye alınması amaçlanır.
“Bilgilendirme”, özel sektör için önemli görülen ekonomik koşullar, hükümet tasarımları, bütçe, piyasalar
güvenilir ve ulaşılabilir olmalıdır. “Saydamlık”, açık yönetim ve hesap verebilirliğin genişletilmesi ve
yolsuzlukların önlenmesi, politika oluşturma sürecinde kamu ve özel sektör arasında danışma sürecinin
desteklenmesini öngörür. Ancak saydamlık ve bilgilendirme ilkelerinden kasıt, büyük ölçüde yerel mevzuat ve
kuralların uluslararası sermaye kesimleri için açık ve anlaşılır kılınmasını sağlamaktır (Güler, 2003:102-103).
Yönetişim modelinin önemli bir ilkesi de “katılımcılık”tır. Katılımcılık, siyasal sorumluluk taşımayan piyasa
güçlerinin siyaset yapma sürecine dahil olmaları ve müdahalede bulunmalarının yolunu açan bir ilkedir. Bu
ilkelerin gerçekleştirilmesi çerçevesinde öngörülen devlet yapılanması bir yandan piyasa güçlerine açılarak
içeriden piyasalaşırken, bir yandan da bu devletin piyasa güçlerinin faaliyetlerini uygun koşullarda yerine
getirebilmeleri için gerekli hukuki ve yasal güvenceyi oluşturacaktır.

1990’lardan bu yana, gerek azgelişmiş ülkelerin gerekse de dağılan Doğu Avrupa ülkelerinin ulusal
politikalarının ve kamu yönetimlerinin küresel eklemlenmeye uyumunu geliştirmek amacına yönelik olarak
Dünya Bankası’nın elindeki en önemli araçlardan biri haline gelen yönetişim, tüm reform programlarının genel
çerçevesini ve içeriğini belirlemektedir. Tüm bu ülkelerde, ulusal politikaların yanı sıra devlet örgütlenmelerinin
de küresel eklemlenmeye uyumlu hale getirilmesinde “iyi yönetişim modeli” reform programlarının zorunlu ve
ayrılmaz bir parçası olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile birlikte kalkınma yardımlarını eski Doğu Bloku
ülkelerine yönlendiren Dünya Bankası’nın kalkınma anlayışının kapsamı genişlemiş ve kalkınma “teknik” bir
içerik kazanmıştır. Bu bağlamda, yönetişim, sözkonusu ülkelerde devlet aracılığıyla girişimciliğin ve piyasa
mekanizmalarının kurumsallaşmasında önemli bir işlev görmeye başlamıştır. Dünya Bankası’nın beklentisi
özelleştirme uygulamaları, bunun mümkün olmadığı koşullarda ise kamu hizmetlerinde reforma gidilerek
girişimci kültürün kamu sektörüne uyarlanmasıdır (William ve Young, 1994:86).

İyi yönetişim kavramı, ayrıca, piyasayı kurala bağlayan dışsal ekonomiler yaratarak işlem maliyetlerini azaltan
ve sivil toplumun gelişmesine elverişli koşulları sağlayan “piyasa dostu devlet”e de gönderme yapar (Peker,
1996: 42). Doğu Asya’daki ekonomik kalkınma modelinden esinlenen Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelerin
temel sorununu özel sektörün büyümesine elverişli bir ortamın yaratılmasındaki yetersizlik ve başarısızlık olarak
tanımlamakta ve bu ortamın yaratılarak korunması politikalarını da “piyasa dostu devlet” kavramı ile
açıklamaktadır. Bunun anlamı, ekonomik kalkınma sürecinde devletlerin belli işlevleri yüklenmesi ve ekonomik
faaliyete ivme kazandıracak ortamın özel sektör lehine devlet eliyle yaratılması gerektiğidir. Bir başka deyişle
devlet, kendi hareket alanı içinde “piyasa dostu” politikaları benimsemelidir (Kiely, 1998:68).

1980’lerde neo-liberal politikaların uygulanmasına aracılık eden Dünya Bankası, 1990 sonrasında siyasal
söylemlerinde neo-liberal politikaların başarısızlıkları karşısında duruyor görüntüsü çizse de21, gerçekte
siyasal/ideolojik söylemleri (yönetişim, piyasa dostu devlet, etkin devlet vs.) ile neo-liberalizmin tasfiyesine
değil yeniden yapılandırılması girişimlerine katkısını sürdürmektedir.

4.3. Yönetişim ve Devletin Değişen Rolü

Kamu yönetimi alanındaki etkinliği 1990 sonrasında artan ve yeni bir model arayışının çerçevesini kuran
yönetişim, esas olarak devletin ekonomik ve toplumsal alanlarda değişen rolü ile ilişkili olarak popülerlik
kazanmıştır. Bu dönemde, devlet ve toplum arasındaki kurulu dengeyi, kamu sektöründen özel sektöre doğru
genişleten bir eğilim ortaya çıkmıştır. Bu süreçte, “küçük devlet güçlü piyasa” formülasyonunun yanı sıra
“devlet-piyasa” arasında varolduğu ileri sürülen ikilemin de reddedildiğini görüyoruz. Buna bağlı olarak, modern
toplumların analizine kaynaklık eden “piyasa-devlet-sivil toplum” kavramsal üçlüsü arasındaki ikilemler de
reddedildi. Böylelikle, yönetişim, ekonomide hiyerarşiye karşı piyasa; siyasa analizlerinde planlamaya karşı
piyasa; siyasette kamuya karşı özel ve uluslararası ilişkilerde egemenliğe karşı anarşi ikilemlerinin bütünüyle
reddi üzerinde yükselir (Jessop, 1998:31).

Yönetişim modelinde devletin rolü, hizmet sunumuna dahil olan kamu, özel, gönüllü kuruluşlar adı da verilen
hükümet dışı örgütlenmeler (NGO) ve özerk kamu kuruluşlarından oluşan çoklu yapıyı koordine etmek olarak
sınırlandırılır. Yönetimden yönetişime bir dönüşümün gerçekleşmesi, devletin üstlendiği işlevlerin devlet
tarafından yapılmasından, devlet tarafından yönlendirilmesi anlayışına geçilmesine bağlıdır. Bu anlamda,
yönetişimin maddi temelleri “birlikte düzenleme” veya “birlikte yönlendirme” deneyimleri ile kamu ve özel
sektörün ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde bir araya gelmesine dayanmaktadır. Bu ise, devlet ve toplum
arasındaki sınır çizgisi üzerinde yeni bir yönetme tarzını ortaya çıkarmaktadır (Kooiman, 1993a:3-4). Devleti
bunların arasında bir düzey olarak gören kimi kuramcılar, yönlendirme kapasitesine sahip hükümet-dışı
örgütlenmeleri de içeren esnek bir yapılaşmaya gidilmesi sayesinde, “demokratikleşme, saydamlık, hesap
verebilirlik, çoğulculuk, katılım” gibi ilkelerin öncelikli hale geleceği iddiasını taşırlar (Williams ve Young,
1994:84-85; Leftwich, 1993:605). Bu iddianın en önemli öznesi ise “sivil toplum”dur.

1990’lı yıllarda, dünya genelinde ulus devletlerin zayıflamasına karşılık sivil toplumun güçlenmesini küresel
demokrasinin bir yansıması olarak görme eğilimi güçlenmiştir. Sivil toplumun başlıca aktörlerinden sayılan
hükümet-dışı örgütlenmeler, kamu ve özel sektör örgütleri dışında kalan “üçüncü sektör” (the third sector) adı
verilen yeni bir sektörü oluşturmaktadır. “Gönüllü sektör” olarak da adlandırılan bu sektör dinsel örgütlenmeler,
vakıflar, dernekler, iş örgütleri, özel okul ve üniversiteler, kültürel kuruluşlar gibi çeşitli biçimlerdeki hükümet
dışı örgütlenmelerden (Non-Governmental Organizations-NGO) oluşmaktadır. Diğer sivil toplum kuruluşları ile

21
Neo-liberalizmin “minimal devlet” düşüncesini 1990’ların ortalarına kadar destekleyen Dünya Bankası, bundan sonra
ilginç bir şekilde buna karşı çıkarak yerine “etkin devlet” söylemini sunar. Bu tartışmayı başlatan raporu için bkz. World
Bank (1997).
birlikte NGO’lar ve çokuluslu şirketler “küresel yönetişim” kavramlaştırmasının temel özneleri olarak önem
kazanmışlardır. Küresel yönetişim, ulus devletlerin oluşturduğu bir dünya sistemindeki hükümet etme tarzına
alternatif olarak önerilen yeni bir yönetme stratejisinin çerçeve kavramıdır. Küresel yönetişim modelinde
NGO’lar, devlet ile devlet dışında kalan alan arasında ulusaşırı bağları yaratmak, yani yerel ile küresel olanı
birbirine eklemlemek işlevini üstlenmektedirler (Özdek, 1999:44-45).

Yönetim olgusunu devletle özdeşleştiren klasik yönetim kavramından farklı olarak yönetişim, devletin dışında
piyasa ve toplum alanında faaliyet gösteren örgütleri de kapsayan bir model olmuş, kendisine yönetme gücü
bağışlanan “sivil” toplum örgütlerini de yönetim sürecinin bir parçası haline getirmiştir. “Devlet-sermaye-sivil
toplum” ortaklığı söylemi üzerine inşa olan yönetişim, aslında, Köse’nin de belirttiği gibi, toplumun karar verme
yetkisinin kamusaldan çıkarılarak, özel alana indirgenmesidir. Bu oluşumda toplumsal talepler farklı sınıfların
kamusal alanda örgütlenme mücadelelerinden kopartılarak, sivil toplum örgütlenmeleri olarak tanımlanan güç
oluşumlarının iradesine bırakılmaktadır. Buna göre, sivil toplum kamu organlarının yürütme görevlerini
paylaşabileceği gibi parlamentonun yasama görevine dahil ortak olabilecektir. Bu görüşün dayanağı siyasetin
toplumun yönetimini etkinsizleştirdiği, bu nedenle de daraltılarak yerini sivil topluma bırakması gerektiğidir. Bu
kuruluşların aktörleri arasında yerli sermaye kesimlerinin temsilcileri, küresel pazarla ilişkiyi kurabilmiş şirket
yöneticileri, vizyon sahibi bürokratlar vb. katılmaktadır (2002: 39).

Ayrıca, yerel düzeyde de benzer bir yönetişim modeli önerilmektedir. Kent yönetimlerine ilişkin olarak yerel
devlet, yerel düzeyde etkinlik gösteren sermaye ve sivil toplum kuruluşlarından oluşan üç sektörlü bir model
ortaya çıkmıştır. Buna bağlı olarak yerel siyasetin de çoklu aktör modeline kayması gerektiği vurgulanmaya
başlamıştır. Bu tür bir model ile, önceki “devlet, sermaye ve örgütlü emek” üçlüsüne dayanan modelin yerine,
“devlet, sermaye ve sivil toplum”a dayalı bir model önerilmektedir (Şengül, 1999:12). Nitekim, küreselleşme ile
birlikte, yerel yönetimlerin dünyadaki ilişki ağları ile eklemlenmeleri giderek önemli hale gelmiştir. Ulusal
düzeyin önceliğini küresel düzeye teslim ettiği bu dönemde, devletler imzaladıkları uluslararası anlaşmalarla bu
sürece eklemlenmektedirler. Sonuçta, yerelin uluslararası sermaye ile kurduğu ilişkiler ağı ortaya çıkmaktadır.
Bu süreçte yerel yönetimler, ekonomik müdahale ve kamu hizmetlerinin sunumu işlevlerini giderek kamusal
olmayan aktörlere bırakma eğilimine girmişler; vakıf, dernek gibi gönüllü kuruluşlar, piyasa sisteminin örgütleri
ve yerel yönetimler, yerel dinamiklerin en önemli unsurları olarak önem kazanmışlardır. Böylelikle yerel
yönetimler, özel kesim, iş çevreleri ve sivil toplum örgütlerine göre yeniden tanımlanmaya başlamıştır. Bu
gelişmelerin en önemli sonucu ise yerel ölçekte yönetim düzeylerinin dünya pazarına adapte olacak politikalar
geliştirmeleri ve ulusal egemenlik sınırlarının aşılmasıdır. Bununla ilişkili olarak da yerel yönetim, sermaye ve
yerel sivil toplum kuruluşları olmak üzere üçlü bir ittifak yapısı ortaya çıkmıştır (Şengül, 1999:12; Eryılmaz,
1995:89-92).

Yerel yönetim tartışmaları içinde “yönetişim”e olumlu yaklaşanların ortak vurgusu yönetişime atfedilen
“katılımcılık” unsurudur. Özellikle, 1992 yılında Rio de Janeiro’da yapılan ve “Dünya Zirvesi” olarak
adlandırılan; ve Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nın bir ürünü olan “Gündem 21”, yönetişim
anlayışının yerele taşınmasında önemli bir gelişme olarak ortaya çıkmıştır.22 “Yönetişim” modelinin temel
taşlarını uluslararası düzlemde yerleştiren “Gündem 21”, esas olarak “sürdürülebilir kalkınma” kavramının
yaşama geçirilmesine yönelik bir eylem planı olarak tasarlanmıştır. Esas olarak, “Günden 21”, sürdürülebilir
kalkınma hedefini gösterirken, bu hedefe ulaşmanın tek yolu olarak “küresel ortaklık” kavramını gündeme

22
Bkz. Habitat II (1996) ve Emrealp ( 1997).
getirmektedir. Bu kavram ile birlikte, tüm dünyada, merkezi ve hiyerarşik “yönetim” anlayışının yerini yeni bir
model olarak sunulan yönetişim almaktadır. Bu yeni yaklaşım kapsamında, yerel yönetimler, sivil toplum
kuruluşları ve diğer yerel aktörler, uluslararası topluluk ve merkezi yönetimler tarafından “ortaklar” olarak
görülmeye başlanmıştır. Gündem 21’in temel yaklaşımı, tüm program alanlarına yönelik finansman
politikalarının belirlenmesi, yeni kaynakların yaratılması, uygulanabilir, teknik ve ekonomik araçların
belirlenmesi, merkezi yönetim-yerel yönetim ilişkilerinin desantralizasyon anlayışı doğrultusunda
güçlendirilmesi, hükümet ve hükümet dışı (NGO’s) kuruluşlar arasında işbirliğinin geliştirilmesi gibi öncelikleri
üzerine inşa edilmiştir. Örneğin Habitat II, Küresel Eylem Planının Uluslararası İşbirliği Bölümünde “kamu
sektörü, özel sektör ve kar amacı gütmeyen hükümet dışı sivil toplum kuruluşları arasında sorumluluk temeline
dayanan enternasyonel işbirliğini temin etmeyi” ulaşılması gereken bir amaç olarak kabul etmektedir.

Öte yandan, yönetişim kuramcılarına göre, devleti diğer aktörlerden ayıran en önemli şey, devletin “kanun
yapma” işlevidir. Bu kuramcılar, devletin yönetsel ve siyasa-yapımı ile ilgili rolünün ulusal ekonomik yönetim
alanının sınırlandırılması ile azaldığını ve “kanun yapma” rolünün de gelecekte daha da genişleyeceğini ileri
sürmektedirler. Hirst ve Thompson’a göre, geleneksel olarak ulus-devletin iki önemli rolü vardır. Birinci rolü,
yönetim ve siyasa yapımı ile ilgilidir. Bu rol, ulusal ekonomi yönetiminin alanın sınırlanması ve ulusal
bütünlüğün sürdürülmesini belirleyen savaşın sona ermesi ile azalma eğilimine girmiştir. İkincisi ise, devletin
kanun yapma ve anayasal düzeni sağlama rolüdür ve devletin bu rolü gelecekte daha da genişleyecektir
(1998:212-213). Bu kuramcılar ikinci rolün siyaset ve yönetimin dışında “hukuk devleti” olarak adlandırılacağını
ileri sürmektedirler. Buna göre, devletin ekonomik yönetim işlevi bitmiş, geriye sadece “hukuk devleti”nin
kaynağı olarak işleyecek devlet kalmıştır. Geleneksel anlamda devlet egemenliğini yitirmiş ve otoriteyi diğer
kurumlarla paylaşabilir bir konuma gelmiş olsa da, “hukukun” ana kaynağı olarak devletin rolü, küreselleşme
sürecinde önemini koruyacaktır. Çünkü, uluslararası hukukun, ulus-devletlerin bireyler üzerinde kanunları
uygulamaya koyma rolü olmadan işlemesi mümkün değildir. (Hirst ve Thompson, 1998:227-228). Bu bakış
açısı, esasen “ekonomik yönetim” ile “hukuk devleti” arasında bir ayrımı öngörmektedir. Bir başka deyişle,
devletin “kanun yapma” işlevinin diğer işlevlerinde bağımsız olduğu varsayılmaktadır. Ancak, bu işlev tarafsız
işleyemeyecektir. Çünkü, devlet, kanun yapma işlevini asıl olarak piyasanın işleyişine uyarlamak zorunda
kalacaktır. Diğer yandan, küresel kapitalizm koşullarında devletin önemini sürdüreceğini vurgulayan bu
kuramcılar, ulus-devletin merkezi işlevinin, “toplulukların düzenlenmesi”ni sağlayarak kendi meşruiyetini
sürdürmek olarak değiştiği ileri sürülmektedir. Devletler artık daha az “egemen” varlıklar olarak işleyecekledir.
Ulus-devletin esas işlevi, ulus-üstü ve ulusaltı yönetişim mekanizmalarının sorumluluklarını tanımlamak ve
meşrulaştırmak olacaktır (Hirst ve Thompson, 1998:204).

Ulus-devletlerin yönetim kapasitelerini yitirdiğini ve ulusal düzeyin önceliğini küresel düzeye teslim ettiğini ve
günümüzde politikanın ulus-devletler arasındaki süreçlerin etkileşimi biçiminde algılanmasının geçersizleştiğini
belirten Hirst ve Thompson, birbiriyle çakışan ve rekabet edebilen yönetişim ajanlarından oluşan karmaşık bir
sistemin yalnızca bir düzeyi olarak devletlerle birlikte politikanın da çok merkezliliğinin giderek arttığına dikkat
çekmektedirler. Ancak, onlara göre, bu yönetişim biçimleri ile düzeylerinin çokluğu ve karmaşıklığı, esasen
“küreselleşme” retoriğinin öngördüğünden daha farklı, içinde ulus-devletlerin ayrı, belirgin ve sürekli bir
konumu sürdürdükleri bir dünya anlamına gelmektedir. Ulus-devlet, güç dağılımı sürecinde diğer yönetme
sistemlerini biçimlendirecek düzenlemelere meşruiyet dağıtması bakımından merkezi konumunu sürdürmektedir.
Ulus-devletin egemenlik tanıyarak yarattığı otoriteleri desteklemek ve meşrulaştırmak işlevleri, kendi “üstünde”
ve “altında” yeni iktidar odakları belirleyerek, bunlara iktidar devretmesinde ortaya çıkmaktadır. Devletlerarası
anlaşmalarla uluslararası yönetişim biçimleri oluşturup devam ettirmek yoluyla “üzerinde”; kendi topraklarında
merkezi, bölgesel ve yerel yönetimler arasındaki, ayrıca sivil toplumda kamunun tanıdığı özel yönetimler
arasındaki güç ve otorite ilişkilerinin anayasal düzenlemesi yoluyla da “altında” yeni güçler belirlemesi söz
konusudur. (Hirst ve Thompson, 1998:218, 225).

Yönetişim modelinin 1970’ler ve 1980’lerdeki neo-liberal devletin rolü ile karşılaştırıldığında, her iki dönemde
de devletin ekonomiye doğrudan müdahalesine karşı çıkıldığı, fakat devletin ekonominin işleyişinde gerekli
kuralları ve düzenlemeleri güçlendirdiği vurgusunun geçerli olduğu gözlemlenmektedir. Ancak, yönetişimde bu
işleve ek olarak devlete gerektiğinde bu kuralları ve düzenlemeleri değiştirebilme, gerektiğinde yenilerini
yapabilme kapasitesi eklenmektedir (Peker, 1996:33). Burada kastedilen, devletin teknolojik yeniliklerin
geliştirilmesi ve özel sektör ile birleşecek yeni piyasaların “kapılması” için uzun vadeli stratejik politikaların
planlanmasında “akıllıca” (Klicksberg, 1994:188) davranmak zorunda olduğudur. Devlet ve toplum arasındaki
sınırların değiştiğini vurgulayan Moharir, bu tartışma ekseninde devletin rolüne ilişkin pek çok sorunun açığa
çıkacağını, dolayısıyla da kamu yönetimi incelemesi ve uygulaması için de yeni paradigma arayışlarının
süreceğini ileri sürmektedir (1993:177-180). Bir disiplin olarak kamu yönetimi açısından devletin rolündeki bu
değişimin öncelikli anlamı “hukuka” yapılan vurgunun güçlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Yani, devletin
öncelikli ilk işlevi “kanun yapma” olarak görüldüğünden, kamu yönetimcilerinin çalışmalarında hukuk önemli
bir alan olacaktır. Ancak, önceki bölümlerde de belirtildiği gibi, hukuka yönelik artan ilgi yönetim hukukundan
çok, “işletmeci ussallığa” uygun olarak özel hukuk alanında yoğunlaşmakta, yönetişim kuramcıları bu durumun
gelecekte daha da önem kazanacağını vurgulamaktadırlar.

Geleceğin devleti ve yeni rolüne ilişkin tartışmaların eksenini sadece devletin büyüklüğü ya da küçüklüğü
konusu belirlememektedir. Esas olarak, tartışmalar, devletin ekonomik ve toplumsal sorunlar karşısındaki
tutumunun ne olacağı ve devlet-sivil toplum arasındaki mevcut ilişkiler ve sorunlar karşısında devletin yönetme
kapasitesinin ne derece etkiliği olacağı soruları etrafında toplanacağı ileri sürülmektedir. Klicksberg (1993:48-
52)’ın vurgusuna göre, 21 yüzyılın değişimleri karşısında devletler “vazgeçilmez” olacaktır. Bu durumda
devletler, ilk olarak özel sektör ve sivil toplum işbirliğini sağlayarak yoksulluğa karşı politikalar geliştirmelidir.
İkinci olarak, devlet, ademi-merkezileşme, kamu faaliyetlerinde açıklık, bürokratikleşmeden uzaklaşma,
vatandaşların katılımının sağlanacağı birlikte yönetme tarzlarını benimseyerek, kanunları yenileme
mekanizmalarını hayata geçirerek vatandaş katılımını destekleyerek demokrasiyi kurumsallaştırmalıdır. Üçüncü
olarak, devlet, özel girişim ve özel sektör adına uygun ve yeterli koşulların yaratılmasını kolaylaştırmalı, bunun
için “katalizörlük” rolü oynamalıdır. Son olarak da, piyasanın yetersizlikleri karşısında devlet ve piyasa işbirliği
sağlanmalıdır (Klicksberg, 1993:52).

Sonuç

Bilindiği gibi, neo-liberalizmin krizden çıkış önerilerinin başında devletin ekonomiye müdahale etmekten
vazgeçmesi gerektiği yer almaktadır. Yani, devlet piyasaya karışmayacak ve küçültülecektir. Küresel kapitalizm
koşullarında “devletin küçültülmesi”nden anlaşılan özelleştirme, deregülasyon ve liberalizasyon uygulamaları ile
sosyal devlet kurumlarının giderek tasfiye edilmesidir. 1980’li yıllarda, neo-liberal ideolojinin sunduğu “minimal
devlet”, “optimal devlet” söylemleri altında gerçekleştirilen bu tasfiye sürecinin perdelenmesi ve toplumsal
alanda meşruluk kazanması noktasında devreye giren kamu işletmeciliği yaklaşımı, geleneksel bürokratik
yapılanmaya karşı açılan cephede, hantal, işlevsiz devlet örgütlenmesinin yerine şirket mantığında işleyecek bir
yapılanmayı önererek, ideolojik önermelerini bunun üzerine inşa etmektedir. 1990’lara gelindiğinde ise,
beklentilerin aksine neo-liberal ekonomi politikaları uygulandıkları ülkelerde ne ekonomik durgunluğu ve
finansal krizleri önleyebilmiş, ne de istikrarı, gelişmeyi ve büyümeyi gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla da, neo-
liberalizmin hem ekonomik alanda hem de toplumsal alanda meşruiyet zemini sarsılmıştır. Bu sürecin ortaya
çıkardığı en önemli söylem, daha sonra yeni bir iktidar modeline dönüşecek olan yönetişimdir. Neo-liberal
tasfiyenin yerinden ettiği kamusal işlevleri bakımından bütünüyle geriye çekilen devlet yapılanması, bu yeni
iktidar tarzı ile gerek toplumsal işlevleri ile ekonomik faaliyetleri gerekse de örgütlenme tarzı ile yeniden
yapılanmaktadır. Bu nedenle, küreselleşen kapitalizmde, küreselleşme yanlısı kuramcıların savunduğu ulusal
devletlerin gücünü ve önemini tamamen yitirdiği, ulusal devletlerin sonunun geldiği tezi yanıltıcıdır. Yeni
işlevlerle donatılan ve piyasalaştırılan devlet önemini korumaktadır.

Neo-liberalizmin “daha az devlet, daha çok piyasa” söylemi, bir yandan özelleştirmeler bir yandan da devletin
kural koyucu ve düzenleyici rolünün piyasaya bırakılması (deregülasyon) yolu ile gerçekleşmektedir. Kamu
sektörünün kamusal yarar merkezli müdahalelerinin ortadan kaldırılması ile, piyasacı düzenlemeler (regülasyon)
lehine, piyasanın dolduracağı bir boşluk ortaya çıkmıştır. Günümüzde, bu düzenlemenin ortaya çıkardığı en
önemli yapılanmalardan biri kurul tipi örgütlenmelerdir. Kurullar, uluslararası ekonomi ile bütünleşmede genel
politikalara hizmet eden yapılar olarak yönetsel yapı içinde yerlerini almaktadır. Esas olarak, kurul tipi
örgütlenmeler, neo-liberalizmin devleti yeniden yapılandırma stratejisinin önemli bir ayağını oluşturmaktadır.
Dolayısıyla, farklı biçimlerde tanımlanan ve açıklanan yönetişim, toplumların yönetiminin siyasetten
ayrıştırılması, yönetimin özerkleşmesi, veya özerk kurum ve kurullara devredilmesidir. Çoğunlukla, ulus-
devletlerin anayasal denetimlerinin dışına çıkan kurullar, esas olarak küreselleşmeci neo-liberalizmin kurallarına
bağlı olmaktadırlar. Bu nedenle yönetişimi neo-liberalizmin son otuz yıldır inşa ettiği ekonomik ve toplumsal
gerekçelere siyasal ve hukuki bir onay verilmesini anlatan bir kavram (Köse, 2002: 39) olarak tanımlamak
mümkündür.

Öte yandan, piyasa modeline vurgu yapan kamu işletmeciliği ile hem benzeşen hem de farklılaşan yönetişim
modeli örgütsel ve yönetsel düzenlemeye ilişkin kamu işletmeciliğinin temel öğretilerine (rekabet, piyasa
fiyatlandırması, müşteri odaklılık, verimlilik, performans ölçümleri) vurgu yapmayı sürdürmektedir. Nitekim,
yeni kamu işletmeciliğinin yeniden canlandırdığı siyaset/yönetim ayrımı ve yönetimin “teknik” bir sorun olarak
ele alınışı yönetişim modeli ile daha da derinleşmektedir. Dünya Bankası tarafından tanımlanan “iyi yönetişim”
ve yönetişim kuramcılarının anayasal düzenlemeyi, belli politikaların ya da idari düzenlemelerin bir parçası
olarak değil de, nötr bir güç olarak görmeleri sözkonusu ayrıma ilişkin yapılan vurgunun en açık örnekleridir
(Hirst ve Thompson, 1998:228). Bunun anlamı ise, piyasaların işleyişine uygun koşulların hazırlanmasının yanı
sıra zorunlu olduğunda yasal değişikliklerin yapılmasında öne çıkan teknokrat kadronun büyümesidir. Oysa ki,
gerçek yaşamda siyaset/yönetim ikilemi geçersizleşmekte, siyasetçilerin bürokratikleşmesine paralel olarak,
bürokratların da siyasallaştıkları görülmektedir.

Bu çerçevede, kamu işletmeciliği ile yönetişim arasındaki temel farklılaşma “devlet-piyasa karşıtlığı” yerine
“devlet-piyasa ortaklığı” söylemine vurguda yatmaktadır. Devlet-piyasa karşıtlığı temelinde neo-liberal
ideolojinin piyasanın üstünlüğünü ilan ettiği dönemde yükselen kamu iletmeciliğine karşılık; yönetişim, bu
karşıtlığın ortaklık ekseninde yeninden tanımlandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır ve yeni bir siyasal yapılanma
ve buna uygun yeni bir yönetim tarzı, bu söylem üzerine inşa edilmektedir. Başka bir deyişle, neo-liberal
yeniden yapılanma sürecince yönetişim modeli, ekonomi ile siyaset arasında kurulmaya çalışılan yeni ilişkiye,
devlet-piyasa ortaklığı söylemi ekseninde meşruiyet kazandırmaya çalışarak katılmaktadır.
Kaynakça
Aksoy, Ş. (1995), “Yeni Sağ ve Kamu Yönetimi”, Kamu Yönetimi Sempozyumu Bildirileri,
Ankara: TODAİE Yayını, 159-173.
Aucoin, P. (1990), “Administrative Reform in Public Management: Paradigms, Principles,
Paradoxes and Pendulums”, Governance, 3, (2), April, 115-137.
Aygül, C. (1998), “Neoliberalizm ve Yönetişim”, Toplum ve Bilim, 76, 231-256.
Barberis, P. (1998), “The New Public Management and a New Accountability”, Pıublic
Administration, 76, 451-470.
Bayramoğlu, S. (2002), “Küreselleşmenin Yeni Siyasal İktidar Modeli: Yönetişim”, Praksis,
7, 85-116.
Coombes, D. (1998), “The Place of Public Management in the Modern European State”, T.
Verhijen ve D. Coombes (eds.), Innovations in Public Management-Perspectives From East
and West içinde, Cheltenham: Edward Elgar, 8-38.
Dunsire, A. (1993), “Modes of Governance”, J. Kooiman (ed.), Modern Governance-New
Government-Society Interactions içinde, London: Sage Publications, 21-34.
Emrealp, S. (1997), “Yerel Yönetimler ve Sivil Toplum Kuruluşları Arasındaki İşbirliği”,
Merhaba Sivil Toplum içinde, İstanbul: Helsinki Yurttaşlar Derneği.
Eryılmaz, B. (1995), “Küreselleşen Dünyada Yerel Yönetimlerin Yeri” Çağdaş Yerel
Yönetimler, 4, (2), 89-92.
Gray, A. ve B. Jenkins (1995), “From Public Administration to Public Management:
Reassessing A Revolution”, Public Administration, 73, 75-99.
Güler, B.A. (1994), “Nesnesini Arayan Disiplin: Kamu Yönetimi”, Amme İdaresi Dergisi, 28,
(3), 19-29.
Güler, B.A. (2003), “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 9, 93-116.
Güzelsarı, S. (2003), “Neo-liberal Politikalar ve Yönetişim Modeli”, Amme İdaresi Dergisi,
36, (2), 17-34.
Habitat II (1996), “Küresel Eylem Planı (Habitat Ajandası)”, Çev. H. Şencan, Yeni
Türkiye Dergisi, Habitat II Özel Sayısı, 8, 31-34.
Henry, N. L. (1990) “Root and Branch: Public Administration’s Travail Toward the
Future”, N.B. Lynn ve A. Wildawsky (eds.), Public Administration- The State of the
Discipline içinde, Chatham, New Jersey: Chatham House, 3-26.
Hesse, J.J. (1997), “Rebuilding the State: Public Sector Reform in Central and Eastern
Europe”, J. E. Lane (ed.), Public Sector Reform- Trends and Problems içinde, London: Sage
Publications, 114-147.
Hirst, P. ve G. Thompson (1998), Küreselleşme Sorgulanıyor, Çev. Ç. Erdem ve E. Yücel,
Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Hood, C. (1990), “Public Administration: Lost An Empire, Not Yet Found a Role?”, A.
Leftwich (ed.), New Developments in Political Science: An International Review of
Developments and Prospects içinde, Aldershot: Edward Elgar, 107-125.
Hood, C. (1991), “A Public Management For All Seasons?”, Public Administration, 69, 3-19.
Hughes, O.E. (1994), Public Management and Administration, London: St. Martin’s Press.
Jessop, B. (1995), “The Regulation Approach, Governance and Post-Fordism: Alternative
Perspectives on Economic and Political Change?”, Economy and Society, 24, (3), 307-333.
Jessop, B. (1998), “The Rise of Governance and the Risk of Failure: The Case of Economic
Development”, International Social Sciences Journal, 155, 29-45.
Kernaghan, K. (1996), “Public Government: The Post-Bureaucratic Paradigm”, Canadian
Public Administration, 36, (4), 636-644.
Kickert, W.J.M. (1993a), “Complexity, Governance and Dynamics: Conceptual Explorations
of Public Network Management”, J. Kooiman (ed.), Modern Governance-New Government-
Society Interactions içinde, London: Sage Publications, 191-204.
Kickert, W.J.M. (1993b), “Autopiesis and Science of (Public) Administration: Essence, Sense
and Nonsense”, Organization Studies, 14, (2), 261-278.
Kickert, W.J.M. (1997), “Public Governance in the Netherlands: An Alternative to Anglo-
American ‘Managerialism’”, Public Administration, 75, 731-752.
Kiely, R. (1998), “Neo-Liberalism Revised? A Critical Account of World Bank Concept of
Good Governance and Market Friendly Intervention”, Capital and Class, 64, 63-88.
Klicksberg, B. (1993), “Reshaping the State for Socio-Economic Development and Change:
A Strategic Agenda For Discussion”, Redesigning the State Profile For Social and Economic
Development Change, Toluca, 35-66.
Klicksberg, B. (1994), “The ‘Necessary State’: A Strategic Agenda for Discussion”,
International Review of Administrative Sciences, 60, 183-196.
Kooiman, J. (1993a), “Social-Political Governance: Introduction”, J. Kooiman (ed.), Modern
Governance- New Government-Society Interactions içinde, London: Sage Publications, 1-6.
Kooiman, J. (1993b), “Governance and Governability: Using Complexity, Dynamics and
Diversity”, J. Kooiman (ed.), Modern Governance-New Government-Society Interactions
içinde, London: Sage Publications, 35-48.
Köse, A.H. (2002), “İktisadın Krizinden Toplumun Krizine: Nereye Gidiyoruz?”, Mülkiye,
XXVI, (236), 33-53.
Kreaudren, P. ve H. Mierlo (1998), “Theories of Public Management Reform and Their
Practical Implications”, T. Verhijen ve D. Coombes (eds.), Innovations in Public
Management-Perspectives From east and West içinde, Cheltenham: Edward Elgar, 39-56.
Lane, J.E. (1997), “Public Sector Reform: Only Deregulation, Privatization and
Marketization?”, J. E. Lane (ed.), Public Sector Reform-Rationale, Trends and Problems
içinde, London: Sage Publications, 1-16.
Leftwich, A. (1993), “Governance, Democracy and Development in the Third World”, Third
World Quarterly, 14, (3), 605-623.
Martin, D.S. (1998), “The New Managerialism and the Policy Influence of Consultans in
Government: An Historical-Institutional Analysis of Britain, Canada and France”,
Governance, II, (3), July, 319-356.
Moharir, V. (1993), “Drawing New Borders and Forms of Association Between Public Sector
and Society”, Redesigning the State Profile for Social and Economic Development Change,
Toluca, 163-182.
Osborne, D. ve T. Gaebler (1993), Reinventing Government – How the Entrepreneurial Spirit
is Transforming the Public Sector, New York: Plume Books/Penguin Group.
Ömürgönülşen, U. (1998), “The Emergence of a New Approach to the Public Sector: The
New Public Management”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, LII, (1-4),
517-565.
Özdek, Y. (1999), “Globalizmin İdeolojik Hegemonyası”, Amme İdaresi Dergisi, 32, (3), 25-
47.
Panitch, L. (1997), “The State in a Changing World: Social-Democratizing Global
Capitalism?”, Conference Paper, Athens, 1-10.
Greer, P. (1992), “The Next Steps Initiative: An Examination of the Agency of the
Framework Documnets”, Public Administration, 70, 89-99.
Pekel, V. (1994), “Liberalizmden Neo-Liberalizme Dönüşümün Nedenleri ve Boyutları”,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi.
Peker, A.P. (1996), “Dünya Bankası: Kalkınmacılıktan ‘İyi Yönetim’ Söylemine”, Toplum ve
Bilim, 69, 6-61.
Perry, J. ve K. Kreamer (1983), 1983), Public Management: Public and Private Perspectives,
California: Mayfield Publishing Co.
Perry, J. ve K. Kreamer (1990), “Research Methodology in Public Administration: Issues and
Patterns”, N.B. Lynn ve A. Wildawsky (eds.), Public Administration- The State of the
Discipline içinde, Chatham, New Jersey: Chatham House, 347-372.
Peters, B.G. (1996), “Models of Governance For the 1990s”, B.G. Peters (ed.), The Future of
Governing içinde, Kansas: University of Kansas Press, 15-44.
Pollitt, C. (1990), Managerialism and the Public Services-The Anglo-American Experience,
Oxford: Basil Blackwell.
Pollitt, C. (1996), “Antistatist Reforms and New Administrative Directions: Public
Administration in the United Kingdom”, Public Administration Review, 56, (1), 81-87.
Rhodes, R.A.W. (1993), “The Hollowing Out of the State: The Changing Nature of the Public
Service in Britain”, The Political Quarterly, 65, (2), 138-155.
Rhodes, R.A.W. (1995), “The State of Public Administration: A Professional History, 1970-
1995”, Public Administration, 73, 1-15.
Rhodes, R.A.W. (1996), “The New Governance: Governing Without Government”, Political
Studies, XLIV, 652-667.
Rhodes, R.A.W. (1997a), Understanding Governance-Policy, Networks, Governance,
Reflexivity and Accountability, Buckingham: Open University Press.
Rhodes, R.A.W. (1997b), “Reinventing Whitehall, 1979-1995”, W. J. M. Kickert (ed.), Public
Management and Administrative Reform in Western Europe içinde, Cheltenham: Edward
Elgar, 41-57.
Rosenau, J.N. ve Czempiel, E.O. (1992), Governance Without Government: Order and
Challenge in World Politics, Cambridge: Cambridge University Press.
Savran, S. ve F. Ercan (2000), “Devlet ve Günümüzde Kapitalizm Üzerine”, İktisat Dergisi,
403, 1-18.
Şaylan, G. (1995), “Bağımsız Bir Disiplin Olarak Kamu Yönetimi: Yeni Paradigma
Arayışları”, Amme İdaresi Dergisi, 29, (3), 3-16.
Şaylan, G. (2000), “Kamu Yönetimi Disiplininde Bunalım ve Yeni Açılımlar Üzerine
Düşünceler”, Amme İdaresi Dergisi, 33 (2), 1-22.
Şengül, H.T. (1999), “Yerel Yönetim Kuramları: Yönetimden Yönetişime”, Çağdaş Yerel
Yönetimler, 8, (3), 3-19.
Tan, T. (1995), “İdarede Yeni Ussallık Arayışları ve Hukuk”, Kamu Yönetimi Sempozyumu
Bildirileri II, Ankara: TODAİE Yayını, 175-183.
Taylor, F.W. (1997), Bilimsel Yönetimin İlkeleri, Çev. H. B. Akın, Konya: Çizgi.
Tekeli, İ. (1990), Modernite Aşılırken Siyaset, Ankara: İmge Kitabevi.
Terry, L. (1998), “Administrative Leadership, Neo-Managerialism, and the Public
Management”, Public Administration Review, 58, (3), 194-200.
Uysal-Sezer, B. (1995), “Büyük Devlet-Küçük Devlet Tartışması”, Amme İdaresi Dergisi, 25,
(4), 3-29.
Üstüner, Y. (1992), “In Search of an Identity: Considerations on the Theory and the
Discipline of Public Administration”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Orta Doğu
Teknik Üniversitesi.
Üstüner, Y. (1995), “Kamu Yönetimi Disiplininde Kimlik Bunalımı”, Kamu Yönetimi
Disiplini Sempozyum Bildirileri I, Ankara: TODAİE Yayını, 59-69.
Üstüner, Y. (2000) “Kamu Yönetimi Kuramı ve Kamu İşletmeciliği Okulu”, Amme İdaresi
Dergisi, 33, (3), 15-31.
Walsh, K. (1995), Public Services and Market Mechanism-Competition, Contracting and the
New Public Management, New York: St. Martin’s Press.
Williams, D. ve T. Young (1994), “Governance, the World Bank and Liberal Theory”,
Political Studies, XLII, 84-100.
Wilson, W. (1887), “The Study of Administration”, Political Science Quarterly, II, (1).
Wilson, W. (1962), “İdarenin İncelenmesi”, Woodrow Wilson: Seçme Parçalar, Çev. N.
Abadan, Ankara: Siyasal İlimler Derneği.
World Bank (1992), Governance and Development, Washington D.C.
World Bank (1997), World Development Report: The State in a Changing World, Washington
D.C.
Wright, V. (1994), “Reshaping the State: The Implications for Public Administration”,
Western European Politics, 17, (3), 103-133.
Zapçı, F.Ç. (2002), “Dünya Bankası’nın Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi: Yönetişim”, A.Ü.
SBF Dergisi, 57, (3), 151-179.

You might also like