Professional Documents
Culture Documents
EZOTERĠK-BATINĠ EKOLLER
Başlarken.....
Bu kitabı yazma nedenim, insanlık tarihi kadar ve hatta, bilinen insanlık tarihinden
de eski, onu en derinden etkilemiĢ bir akımı olabildiğince gerilerden ele alıp
günümüze getirmek, bu akımın günümüzdeki en önde gelen savunucusu olan
Masonluk ile, halen yaĢayan veya tarihin derinliklerine gömülmüĢ olan diğer
örgütler arasındaki benzerlik ve ayrılıkları göstermektedir. "Ezoterik" ya da
"Batıni" doktrinler adı verilen bu akım varoluĢun, ancak sevgi ile algılanılabilecek
ve akılcılıkla ortaya konulacak sebeplerini savunan ve yegane hedefi insanın
tekamül ederek Kamil Ġnsan haline dönüĢmesi ve böylece Tanrı ile birleĢmesi olan
bir akımdır. Felsefi alanda "Panteizm", Ġslami kültür içinde Tasavvuf adını alan
Ezoterik doktrinler, Masonluk ile çağdaĢ dünya üzerindeki en büyük etkisini
göstermiĢ ve günümüz batı uygarlığının oluĢumunda büyük rol oynamıĢtır.
Ezoterik doktrinler ile ilgili binlerce yıldan bu yana pek çok Ģey söylenmiĢ,
yazılmıĢtır. Ancak bu öğretiler ve onların kurumları bugüne kadar belli bir
kronolojik sıralama ile ele alınmamıĢtır. Benim yazdıklarımın hiçbirisi yeni
değildir. Zaten, eskilerin dediği gibi, "güneĢ altında, söylenmemiĢ hiçbir söz
yoktur". Benim amacım, felsefi birçok akımın yanısıra pekçok dinin de
doğusundaki baĢlıca unsur olan bu akımı insanlık tarihi içerisinde, tarihin karanlık
sayfalarından baĢlayarak, belli bir düzen içinde günümüze ulaĢtırmaktır. Bunu
yaparken, mümkün olduğunca bir tarihi süreç izlemeye ve Ezoterik inançlı bir
topluluğun bir diğerini nasıl etkilediğini göstermeye önem verdim.
Dilerim kitabım güncel Ezoterik öğretiye ıĢık tutmakta baĢarılı olur ve Yüce
Varlığın Nuru bu yönde çalıĢacakları aydınlatır.
CihangirGener
10 Ekim 1993, Ankara
I. BÖLÜM
Ezoterik-Batini sırların, sadece bu sırları elde etmeye hak kazanan belli bir
zümreye verilmesi, bu doktrinin hem zayıf yanını hem de, bugüne kadar ulaĢıp
günümüz uygarlığının oluĢmasında büyük rol oynamıĢ güçlü yanını aynı anda
içine barındırır. Öğretilerin ancak belli bir eğitim ve bireysel geliĢimden sonra
sırlarını ortaya koyması, kitlelerden kopuk doktrinler olarak kalmasına neden
olmuĢtur. Öte yandan, sırların semboller dili bünyesinde son derece iyi saklaması
ve sembollere her çağda geliĢen uygarlık doğrultusunda farklı anlamlar
yüklenebilinmesi, tüm insanlık tarihi boyunca bu sırları saklayarak günümüze
kadar ulaĢtıran kardeĢlik örgütlerinin varolmasını mümkün kılmıĢtır.
Ezoterik-Batıni doktrinler, felsefi alanda Panteizm olarak ifade edilir. Tek Tanrılı
dinlerde yaradan-yaradılan ikilemi varken Panteizm'de bu ikilem yoktur. Varolan
herĢey Tanrıdan sudur etmiĢtir ve onunla özdeĢtir.
Evren ve Tanrı birdir. Tanrı yaradan değil, varolandır-ve evrenin toplamıdır. Onsuz
ve sonsuz olan Tanrı, Makrokozmos'da da, Mikrokozmos'da da bulunur. Tanrısal
Nurun bir cüzü olan ruh hiçbir zaman ölmez ve yegane amacı ayrıldığı ana
kaynağa, yani Tanrıya dönmektir. Bunun da tek yolu, evrensel bir yasa olan evrim,
yani tekamüldür.
Aslolan ruh ve ruhun tekamülüdür. Madde onun kullanıp attığı, bir üst düzeye
geçme aracı ve zaman içerisindeki varoluĢunun ifadesidir. Tanrısal fıĢkırmanın
neticesinde baĢlayan ve ancak ona dönüĢ ile son bulacak olan yaĢamda insan,
Tanrısal varoluĢun bilinen en üst düzeydeki ifadesidir. Ruh-can-beden üçlüsünü
barındıran insan Mikrokozmos'dur. Mikrokozmos, baba-ana ve oğul veya, öz-
cevher ve hayat'ı kapsayan Makrokozmos'un, yani Tanrının özdeĢidir.
Ruhun tekamülünü, yani çıktığı ana kaynağa dönmesini sağlayan evrensel yasa,
yeniden doğuş yasasıdır. En alt düzeydeki varoluĢun ifadesi olan cansız
varlıklardan, en üst düzeydeki Kamil Ġnsan'a kadar ruhun uluĢmasını sağlayan
yeniden doğuĢ zinciri ancak ruhun mükemmelliğe ulaĢması ve Tanrıya dönmesi
ile kırılabilmektedir.
Evren, Tanrı ile özdeĢ olduğu ve Tanrıdan baĢka hiçbir varoluĢ bulunmadığı için,
iyilik ve kötülük kavramları da Tanrının ifadeleridir. Ancak, aslolan sevgidir,
iyiliktir. Tanrısal fıĢkırmanın bilinen en üst düzey ifadesi olan insan, iyi ve
kötünün savaĢtığı alandır. Aslolan jyilik olduğu, evrenin tümü sevgi üzerine
kurulu bulunduğu için, ancak iyi bir insanın ruhu, Kamil Ġnsana dönüĢebilir ve
Tanrı ile bütünleĢebilir. YaĢamı boyunca iyi olmayanlar bulundukları düzeyde
yeniden doğarlar. Kötü davranan insan ise, yeniden doğuĢ yasası uyarınca,
tekamülün insandan bir Önceki aĢaması olan hayvansal varlığa geri döner. Ne tür
bir hayvan olarak doğacağı, bir önceki yaĢamındaki tavırlarına bağlıdır.
Tekamül yasası nedir ve nasıl iĢler? Tanrısal fıĢkırmanın, veya bilimsel deyimi ile
büyük patlamanın (Big Bang) neticesinde cansızlar alemi meydana gelmiĢtir.
Evrenin fizik kuralları içerisinde zaman içinde güneĢ sistemleri oluĢmuĢ ve en
azından bir gezegende, bizim dünyamızda, yaĢamın ortaya çıkması için gerekli
koĢullar biraraya gelmiĢtir. Bu, baĢka sistemlerde baĢka yaĢam tarzlarının
olmadığı anlamına gelmez. Zaten, Tanrısal püskürmenin yegâne hedefinin sadece
insanoğlunu meydana getirmek olduğunu iddia etmek, sadece insana has
benciliğin bir göstergesi olur. Bilim adamları da bugün, milyonlarca baĢka
gezegende daha, baĢka canlıların bulunabileceklerini en azından teorik olarak
kabul etmektedirler. Ancak bugünkü teknolojimiz bu teoriyi doğrulamaya henüz
yeterli değildir. Bu nedenle, ruhun Tanrısal Nura ulaĢmasındaki son durağı Kamil
Ġnsan mıdır, yoksa baĢka bir yerde daha üstün nitelikli ve Tanrıya daha yakın
baĢka varlıklar bulunmakta mıdır, bilemiyoruz. Zaten, böyle varlıklar var ise, Kamil
Ġnsanın bunlardan biri halinde yeniden doğması doğaldır. Artık bundan sonrası
da, o varlığı ilgilendiren bir meseledir. Bu nedenle kitabımız, Kamil Ġnsana kadarki
tekamül ile sınırlı kalmak zorundadır.
Ezoterik doktrinler ise, Tanrının tek amacının kendisini daha iyi tanımak olduğunu
öne sürmektedir. Tanrı, kendi bünyesindeki sonsuz varlıkların varoluĢ ve yaĢayıĢ
deneyimleri ile kendi niteliklerinin bilincine daha çok varmakta ve daha yüksek bir
bilince ulaĢmaktadır. Tanrının kendini tanıma süreci içindeki birincil kaynağı,
engin tecrübesi ve düĢünce kapasitesi ile, insanın en üst düzeydeki temsilcisi
olan Kâmil Ġnsandır. Bu aĢamada Ģunu da belirtmekte fayda vardır; Tanrısal bir
sudur olan insan, dolayısıyla Tanırının bir ifadesidir. Bu nedenle, insan Tanrıdır ya
da "ben Tanrıyım" demek doğrudur. Ancak, Tanrı insan değildir. Tanrı, tüm
varlıkların, evrenin tümü olduğu için, insan Tanrıdır demek ne denli doğru ise,
Tanrı insandır demek de o denli yanlıĢtır.
Kaynakça
08.11.2001
II. BÖLÜM
MU UYGARLIĞI VE NAACALLER
Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19.
yüzyılda yaĢamıĢ olan Ġngiliz araĢtırmacı James Churchward'ın incelemeleri
neticesinde gün yüzüne çıkmıĢtır. Ġngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan
Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda
bu kıta hakındaki ilk bilgilen edinmiĢ, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da
araĢtırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beĢ eser yazmıĢtır.
Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce
iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düĢünebilen
insan "Homo Sapiens"e bırakmıĢtır. Homo Sapiens'in ortaya çıkıĢ tarihini 200
bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun
sadece günümüz uygarlığını yaratmıĢ olduğunu düĢünmek, insanlık adına
büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin
ağırlığı ve düĢünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen
Homo Sapiens, ne olmuĢtur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6
bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiĢtir? Nitekim, günümüz
bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne
sürmektedir.
AĢağı doğru inen sekiz Ģeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaĢması için tırmanması
gereken aĢamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan
mükemmele, yani Kamil Ġnsan'a ulaĢmak zorundadır.
Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneĢin hemen yanında yer alır.
Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneĢ ise, diĢil sembolü de
ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının
Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının
kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluĢmuĢ, ve aralarında
dar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur (12). Bu nedenle üçgen, hem Mu
kıtasını, hem de, Tanrının eril ve diĢil yönleri ile onlardan sudur eden Ġlahi
Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının,
varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini
remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a,
Mısır'dan Pisagor ile Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar
ulaĢmıĢtır.
Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon
törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. DeğiĢik örgütlenmeler
vasıtasıyla günümüze kadar ulaĢmıĢ bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir
hazırlık ve soruĢturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeĢliğe
kabul edilirdi. Naacal kardeĢlik örgütüne üyelerin seçilerek alındıkları dıĢında,
kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal
kardeĢliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır'ın Hermetik
kardeĢliğine kabul töreninin Naacaller'in uyguladıkları törenden daha farklı
olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır
uygarlığını incelerken dönüleceği için, Ģimdi Naacal öğretisinin diğer
kavramlarına geri dönelim. Mu dininin dört temel kavramı vardır:
Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmıĢ olan dört
temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiĢ oldukları teorisidir. Tanrının
kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük
inĢaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır.
Bu dört temel eleman, ateĢ, yel, su ve toprak'dır (14).
Semavi dinlerin doğuĢu ile bu dört temel eleman, "dört baĢ melek" olarak
adlandırılmıĢlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize
etmiĢlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan,
kollarının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eĢitliğini, uçları kıvrık
gamalı haçlardan ağızları sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise
kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araĢtırmalar
yapmıĢ olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük-gamalı
haçı seçmiĢ olması bir tesadüf değildir. Ġsa'nın da öğretisinde kullandığı haç
sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.
Kaynakça
10.11.2001
III. BÖLÜM
ATLANTĠS VE OSĠRĠS
Mu uygarlığı gibi, insanlık tarihi üzerinde etkili olmuĢ bir diğer batık kıta uygarlığı
da, Atlantis uygarlığıdır. Atlantik okyanusun üzerinde olduğu iddia edilen ve
varlığı, James Churchward'dan binlerce yıl önce Mısırlı rahipler tarafından,
Yunanlı filozof Eflatun aracılığıyla insanlığa duyurulan Atlantis, kuĢkusuz
uygarlığın ilk beĢiği değildi. Atlantis, Mu uygarlığının bir kolonisiydi ve zaman
içinde bağımsızlığını kazanarak, bir imparatorluğa dönüĢtü. Peki, Mısırlı rahipler,
durup dururken Eflatun'a bu sırrı niye verdi? Çünkü Eflatun da Mısır'da inisiye
edilmiĢti ve kardeĢleriydi (1).
Churchward Atlantis'in, Amerika ile Afrika arasında yer aldığını söylüyor. Diğer
bazı araĢtırmacılar, bu batık kıtayı baĢka yerlerde arıyorlarsa da, kıtanın battığı
okyanusun aynı adı taĢıması, Atlantis'in Atlantik okyanusu üzerinde olduğu
savlarını güçlendiriyor.
Mısır'da 10 yıl kadar kalan Solon'un, yönetici rahiplerle yakın temasına rağmen
onların kardeĢlik örgütüne inisiye edilip edilmediği hakkında bilgi yoktur. Öte
yandan, bir diğer Yunanlı, tarihçi Heredot da Mısır'ı ziyareti sırasında yine
rahiplerle konuĢmuĢ ve bu rahipler kendisine örgütlerinin 11 bin yıldan bu yana
varlığını sürdürdüğünü söylemiĢlerdir.
Osiris adı, Mısır tanrıları arasında geçmektedir. Bu adın Mısır'a Hermes (Toth)
tarafından getirildiği ancak zaman içerisinde bu saf dinin yozlaĢması ile Osiris'in
de ilkel tanrılardan birisi haline dönüĢtüğü sanılmaktadır. Mısır tanrıları
panteonunda adı daima Osiris ile birlikte geçen Ġsis, aynı tanrının diĢil ifadesi, her
ikisinin oğulları olan Horus da kutsal kelamın ifadesidir. Hermes de, Osiris ve Ġsis
gibi, bir süre geçtikten sonra tanrılaĢtırılmıĢtır.
Yucatan'da bulunan ve bir adı da "kutsal sırlar mabedi" olan Uxmal mabedi,
burasının, tıpkı Mısır'daki benzerleri gibi inisiasyon törenleri için kullanıldığını
göstermektedir. Mabedin içinde, adayların sınandığı ateĢ odasının bulunması,
tufandan sonra yapılan bu mabedin, Mu dini uygulamalarının ilkel bir devamının
gerçekleĢtirildiği mekan olduğunu ortaya koymaktadır.
Oturmayı reddedenler ise karanlık bir eve götürülürlerdi. IĢığın hiç girmediği bu
evde adaylar bir gece boyunca kalırdı. Adaylar burada, kendilerine daha önce
verilmiĢ olan meĢaleyi, diğer bir deyiĢle kutsal nurun kaynağını sabaha kadar
söndürmeden muhafaza etmek zorundaydılar. MeĢaleyi söndürenler törenden
çıkarılırdı.
Bir sonraki sınavda adaya çok değerli bir bitki verilir ve bu nadide bitkiyi mızraklı
savaĢçılardan koruması istenirdi. Dördüncü aĢamada aday, buz evi denilen çok
soğuk bir ortamda bir gece kalmak zorundaydı. Bir sonraki aĢamada vahĢi
hayvanlarla karĢı karĢıya kalan adaylar, buradan sağ kurtulurlarsa, ateĢ evi
denilen fırın sıcaklığındaki bir ortamda bir gece daha geçirmek zorundalardı.
Churchward, Uygurlar'ın beyaz tenli, renkli gözlü ve sarı veya siyah saçlı
olduklarını yazıyor. Naacal arĢivlerine göre Uygur kolonisi, 70 bin yıl önce
Mu'luların kurdukları ilk kolonidir. Tabletler, Mu Dininin Uygurlar'ın tüm ülkesinde
hakim olduğunu ve bağımsız bir imparatorluğa dönüĢmesinden sonra da Naacal
kardeĢlik örgütü rahiplerinin, yönetici sınıf olarak varlıklarını sürdürdüklerini
belirtmekte.
ĠĢte bu aĢamada, günümüzden 5 bin yıl kadar önce, belki de o güne kadar
varlığını sürdürebilmiĢ bir Naacal okulunun öğrencisi olan Rama ortaya çıktı.
Adının dahi, Mu imparatorları Ra Mu'dan geldiği sanılan Rama, tek Tanrılı dinin
yeniden egemen olması için Druidler ile savaĢa baĢladı. Ancak bunda baĢarılı
olamadı ve yandaĢları ile birlikte doğuya göç etmeye zorlandı. Edouard Schure,
Ġran ve Afganistan'a göç eden Rama ve yandaĢlarının, burada Ġskitlerin diğer
boyları ve sarı ırkla karıĢmıĢ haldeki Turanlılar ile birleĢtiğini ve büyük bir güç
haline gelerek, birlikte Hindistan'ı iĢgal ettiklerini belirtiyor. Ancak, Rama öldükten
sonra, zaman yine etkisini gösterdi ve ortaya, tek Tanrılı dinin yozlaĢmıĢ
versiyonları olan ZerdüĢtlük, Brahmanizm, Budizm ve ġamanizm çıktı.
Kaynakça
11.11.2001
IV. BÖLÜM
Osiris'in müridlerinden olan ve ondan 6 bin yıl sonra yaĢayan Hermes, ya da diğer
bir adıyla Ġdris, günümüzden 16 bin yıl önce, beraberindeki bir güç ile Atlantis'den
Nil deltasına çıktı. Burada bir Atlantis kolonisi kurdu ve Osiris dinini Mısır'da
yaymaya baĢladı. Sais'de bir tapınak inĢa eden Hermes için, Mısır'ın ünlü "Ölüler
Kitabı"nda, "ilahi kelamın efendisi ve ilahi sırların sahibi" denilmektedir.
Kuzey Mısır, Hermes döneminden, Firavun Menes dönemine kadar (M.Ö. 5.000)
Hermetik rahipler tarafından yönetildi. Daha sonraları Ġdris Peygamber olarak tek
tanrılı dinlerin efsanelerine giren Hermes'e Yunanlılar, aynı zamanda hem kral,
hem büyük rahip, hem de din kurucu olması nedeniyle, üç defa büyük anlamına
gelen "trimejit" sıfatını layık gördüler.
Tufan, bazı bilim adamlarının iddia ettikleri gibi sadece Mezopotamya ve Ortadoğu
ile sınırlı değildir. Aksine, tüm dünya insanlığının hafızasında silinemeyecek izler
bırakmıĢ olan bu felaketten en az etkilenmiĢ bölgelerin baĢında Ortadoğu
gelmektedir.
Aynı anda iki dev kıtanın sulara gömülmesine neden olan felaketten söz etmeyen,
dini efsanelerinde, mitoslarında ona yer vermeyen millet ya da kavim yok gibidir.
Ġskandinavyalılar, Hintliler, Yunanlılar, Yahudiler, Türkler, Kızılderililer,
Polonezyalılar, kısacası dünyanın dört bir köĢesinden tüm kavimler tufan
olayından oldukça ayrıntılı biçimde bahsetmektedirler. Bunun yanısıra kutup
buzullarının da en son 12 bin yıl önce çözüldükleri bilinmektedir. Tüm dünyanın
değilse bile, okyanuslara uzak bölgeler ve yüksek yerler hariç her yerin dev
dalgalar ve çözülen buzul suları altında kalmasına yol açan bu felakete ne sebep
olmuĢtur?
Bunlardan ilki, uzaydan gelen çok büyük bir meteorun, dünyanın güneĢ
yörüngesindeki ekseninde dahi sapmaya yol açacak kadar büyük bir Ģiddetle Mu
kıtasına çarptığını iddia etmekte. Bu teoriye göre Pasifik çukurunun oluĢması ve
Mu kıtasından bu denli az belirti kalmasının nedeni bu meteordur. Ancak bu teori,
eksendeki sapma nedeniyle Atlantis'in de battığını öne sürerken, diğer kıtaların
bu sapmadan niçin çok fazla etkilenmediklerine açıklık getirmiyor.
Ġkinci teori ise, James Churchward'ın öne sürdüğü, jeoloik nedelerle kıtaların
batması teorisi. Churchward, Atlantis ve Mu kıtalarının denizden yükselmelerine,
bu kıtaların altındaki büyük gaz kütlelerinin sebep olduğunu ve zamanla bazı
noktalardan yeryüzüne çıkan gazların, içinde bulundukları ceplerin boĢalmasına
neden olduklarının öne sürüyor. Churchward'a göre içleri boĢalan bu ceplerin
üzerindeki topraklar çökmüĢ ve kıtalar da bu nedenle batmıĢtır. Ancak Ġngiliz
araĢtırmacı, bu olayın iki kıtada birden aynı anda ya da çok kısa aralıklarla nasıl
meydana geldiğini izah edemiyor.
Bazı eski Tibet, Maya, Hindu belgeleri ile, Tevrat gibi Ortadoğu dini kitaplarında,
bu iki uygarlık arasındaki savaĢta kullanılan silahlar hakkında, efsane ile karıĢmıĢ
nitelikte çeĢitli bilgiler günümüze kadar ulaĢmıĢtır. ĠĢte bu atomik, ve bugünkü
teknolojimizin henüz bulamadığı, bilinmeyen daha güçlü bazı silahların topyekün
kullanımı, iki kıtanın karĢılıklı olarak aynı anda batmasına ve kutup buzullarını
dahi eritecek bir sıcaklık Ģoku ile dev dalgaların oluĢmasına neden olmuĢtur. Dev
dalgalar tüm dünyayı kaplarken, sadece çok yüksek bölgeler ve her iki felaket
noktasına da hemen hemen aynı uzaklıkta bulunan ve Akdeniz, Karadeniz,
Kızıldeniz gibi nispeten kapalı bir denizin iç kesimlerinde olan yerler sel
sularından daha az etkilenmiĢtir. Nitekim, Nuh efsanesi ve benzeri efsanelerde
görüldüğü gibi, kimi insanlar basit tahtadan teknelere binerek dahi, bu büyük
felaketi atlatabilmiĢlerdir.
Sadece Keops piramidinin yapımında 2 milyon 600 bin adet dev blok taĢ
kullanılmıĢtır. Bu dev bloklar yüzlerce mil ötedeki taĢ ocaklarından çıkartılmıĢ,
yüzeyleri pürüzsüz denecek ölçüde düzeltilmiĢ, yapı alanına kadar taĢınmıĢ ve
burada metrelerce yükseğe çıkartılarak birbirlerine birleĢtirilmiĢtir (3). Bu, 3 bin yıl
önceki teknoloji ile nasıl mümkün olmuĢtur? Uzmanlar, günümüz teknolojisini
kullanarak dahi böyle bir yapının en az bir yüzyılda bitirilebileceğini
söylemektedirler.
Edouard Schure'nin, inisiasyon törenleri için özel inĢa edildiğini söylediği (5)
Keops piramidinin yüksekliğinin 1 milyon ile çarpımı, dünyanın güneĢten yaklaĢık
uzaklığı olan 149 milyon kilometreyi vermektedir. Piramidin tam uç noktasından
geçen meridyen, kara ve denizleri iki eĢit parçaya böler. Keops aynı zamanda 30.
paralel üzerindedir ve bulunduğu nokta, dünyanın diğer gizemli noktaları ile
büyük bir uyum içinde birleĢir. Piramitin tepesinden doğuya uzatılan dümdüz bir
çizgi, Tibet'in basketi Lhassa'ya ulaĢır. Bu noktadan 60 derecelik bir açıyla
dönüldüğünde Atlantik okyanusuna, yani batık kıta Atlantis'e varılır. Yine bir 60
derece dönüldüğünde ise ulaĢılan yer, Yukatan yarımadasındaki Maya
piramitleridir (6).
Hermes müridlerince inĢa edildiği bu denli açık olan Keops piramidinin içinde
varlığı saptanan çeĢitli odalar, bunların ateĢ ve ölüm odaları olarak törenlerde
kullanmadıklarını ortaya koymaktadır.
Keops piramidindeki bu gizemli mabetten kimler geçmedi ki? Musa, Örfe, Pisagor,
Eflatun ve niceleri...
Mısır Ölüler Kitabı'nda anlatıldığına göre (7), inisiye edilmeyi isteyen rahip adayı,
gözleri bağlanarak, önünde Osiris'in diĢil ifadesi olan Ġsis'in yüzü örtülü bir
heykelinin bulunduğu bir mabedin kapısına getiriliyordu. Burada adaya, Ġsis'in
yüzünü Ģimdiye kadar hiçbir inisiye olmamıĢın göremediği belirtiliyor ve dönmesi
için halen Ģansı olduğu söyleniyordu. Adaya, eğer bir zaaf sonucu ya da menfaat
beklentisi ile geldiyse, bulacağı Ģeyin çıldırma ya da ölüm olacağı açıklanıyordu.
Mabedin kapısında, biri kırmızı, diğeri siyah iki sütün vardı. Kırmızı sütun Osiris'in
nuruna ulaĢma Ģansını, siyah sütun ise ölümü simgelemekteydi.
Aday mabetten içeri girme konusunda ısrarlıysa rehberi onu dıĢ avluya götürüyor
ve gözlerini açtıktan sonra oradaki görevlileri teslim ediyordu. Burada bir hafta
kadar kalan aday, basit ruh arındırma iĢlemleri uyguluyordu.
Sınav akĢamı aday, iki çırak rahip tarafından alınıyor ve içinde bir dizi heykel ile
bir mumya ve bir iskeletin yer aldığı loĢ bir koridordan geçiriliyordu. Çırak
rahipler adaya halen geri dönme Ģansı olduğunu söylüyorlar, aday ilerlemekte
ısrarlı ise onu duvardaki çok dar bir delikten içeri sokuyorlardı. Ġçinden ancak bir
kiĢinin sürünerek geçebileceği bu geçit Osiris tapınağının, yani büyük piramitin
giriĢ kapısıydı. Bu kapıdan içeri giren hiçbir zaman geri dönemezdi. Ya baĢarmak
ya da yok olmak zorundaydı.
Aday bu geçitte zorlukla ilerlerken derinlerden gelen bir ses, "bilim ve kudrete
göz diken akılsızlar burada telef olurlar" diye uyarılarda bulunuyordu. Geçit
giderek dik bir yokuĢ halini alıyordu. Yolun sonunda aday kendisini, dibi
görünmeyen bir kuyununun baĢında bulundu.
Adayın buradan yegane kurtuluĢ Ģansı, tam baĢının üstünde bulunan ve zorlukla
seçilebilen dik bir merdivendi. Kuyuya düĢmeyen veya ne yapacağını bilmeyerek
orada aciz kalmayan adaylar merdiveni tırmanırlar ve kendilerini dev heykellerin
bulunduğu geniĢ bir salonda bulurlardı.
Burada adayı, "Kutsal Semboller Muhafızı" adı verilen görevli rahip karĢılar ve
birinci sınavı baĢarıyla tamamladığı için kendisini kutlardı. Bu salonda yer alan 22
dev heykelin altında 22 temel sırrı ifade eden aynı sayıdaki harfler ile bunların
sayısal sembolleri vardı. Bunlardan 1 sayısı ve "A" harfinin, Tanrının ve onun
yeryüzündeki en yüksek ifadesi olan insanın sembolü olduğunu öğrenen adaya
diğer sırlar da sırasıyla verilirdi.
Bu mabetteki tüm sırları öğrenen aday daha sonra, merkezi ateĢ odasına
götürülürdü. Bu odada dev alevlerin olduğunu gören adayda doğan tereddütü
rehberi, bir zamanlar kendisinin de aynı alevlerden geçmiĢ olduğunu söyleyerek
giderirdi. Alevlerin arasına dalan aday, bunların gerçek alevler olmadığını, bir göz
yanılgısı olduğunu görürdü. AteĢ sınavını su sınavı izler, aday çok karanlık ve
içinde derin çukurların bulunduğu bir su birikintisinden ürpertiler içinde,
boğulmadan geçmeye çalıĢırdı.
Bu sınavı da baĢarıyla tamamlayan adayı iki görevli rahip karĢılar ve içinde rahat
bir yatağın bulunduğu bir odaya bırakırlardı. Burada aday, derinden gelen
rahatlatıcı bir müzik sesinin de etkisiyle kendinden geçerdi. Aday uyandığı zaman
karĢısında, çırılçıplak ve çok güzel bir kadının durduğunu görürdü. Kadın, adaya
içki sunar ve kendisinin sınavları baĢarıyla geçenlere sunulan bir ödül olduğunu
söylerdi. Aday, kadının bu sözlerine kanıp da kendisiyle cinsel temasta
bulunursa, az önce içmiĢ olduğu içkinin içinde bulunan uyku ilacının etkisiyle
uyur ve uyandığında yanlız olduğunu görürdü. Kısa bir süre sonra odaya,
mabedin baĢ rahibi girer ve adaya, daha önceki sınavlardan baĢarıyla geçmiĢ
olmasına rağmen kendisini yenmeyi baĢaramadığını, nefsine hakim olmayı
bilmeyen bir kimsenin duygularına esir olacağını ve karanlık içinde yaĢamaya
mahkum olduğunu söylerdi. Bu adaylar bir daha çıkmamacasına bu küçük
odalarda hapis hayatı yaĢarlardı.
Ancak aday içkiyi ve kadını reddederse, ellerinde meĢaleler ile 12 görevli rahip
kendisini alır, baĢ rahibin ve görevliler kurulunun beklediği, siyah ve beyaz
taĢlarla döĢeli Osiris Mabedi'ne götürürlerdi. Burada Osiris'i simgeleyen bir
heykel ile, onun eĢi olarak kabul edilen ve kucağında oğlu Horus bulunan Ġsis'in
bir heykeli vardı. BaĢrahip adaya, burada göreceği tüm sırları hayatı pahasına
saklayacağına dair yemin ettirir ve onu, kardeĢ rahip olarak ilan ederdi.
Böylece aday, çırak rahip unvanını alırdı. Ancak önünde, çok uzun bir öğrenme
dönemi vardı. Çıraklık süresi kiĢiden kiĢiye değiĢirdi. Bir çırak ancak, rehberi olan
üstad rahibin kararı ile üst dereceye geçme hakkına sahip olabilirdi. Yıllarca
sürebilen bu dönemde çırak, rehber üstadından sürekli ders alır ve hücresinde
meditasyon yapardı. Bu uzun bekleme döneminde çırağın görevi bilmek değil,
öğrenmekti. Devamlı gözaltında tutulan, sert kurallara büyük bir disiplin içinde
uyan ve sürekli itaat eden çırak yavaĢ yavaĢ kendisinde bir baĢkalaĢım
hissederdi. Çıraktaki baĢkalaĢımı kendisi de gözlemleyen rehberi, zamanın
geldiğine karar verir ve hakikatin yakında ifĢa edileceği müjdesini verirdi.
BaĢrahip çırağa, hakikatin nuruna ulaĢması için ölmesi ve yeniden doğması
gerektiğini, aksi takdirde Osiris'in yüce meclisine kimsenin katılmayacağını
söylerdi.
BaĢrahip burada, ölümün herkes için olduğunu ancak her canlının da yeniden
doğacağını söyleyerek çırağı mermer mezarın içine sokar ve kapağını da
kapatırdı. Mutlak karanlık içinde kendisiyle baĢbaĢa kalan çırak, mezarda ne kadar
kaldığını bir süre sonra algılayamaz hale gelirdi. Gerçekte sadece bir gece
mezarda kalan çırağa bu süre çok daha uzunmuĢ gibi gelirdi. Çırak ancak sabaha
karĢı baĢının hemen üstünde küçük bir deliğin olduğunu farkederdi. BeĢ köĢeli
yıldız Ģeklindeki bu delik öylesine ayarlanmıĢtı ki, sabah olunca Seher yıldızı
"Sotis"in ıĢığı tam bu deliğe vuruyor ve onun pırıl pırıl parlamasına neden
oluyordu. Bu yıldız, çırağa Tanrının varlığının ispatı ve Hakikatin Nuru gibi
görünürdü.
IĢığın yavaĢ yavaĢ azalmaya yüz tuttuğu anda mezar kapağı açılır ve baĢ rahip
çırağa müjdeyi verirdi; "Sen dün akĢam öldün ve Osiris'in ıĢığını görerek yeniden
doğdun. Artık, büyük sırlarımızı öğrenmeye hak kazanan bir inisiye
kardeĢimizsin"...
Bu açıklamadan sonra yeni üstad rahip, "büyük doğu" denilen ve tüm üstad
rahiplerin hazır bulundukları geniĢ bir salona götürülür, tören burada devam
ederdi. Kapı, içeri girenlerin baĢlarını eğmelerini gerektirecek kadar alçaktı.
Doğuda, baĢ rahibin kürsüsünün hemen üstünde, bir eĢkenar üçgenin ortasındaki
gözün içinden çıkan, kaynağı belli olmayan güçlü bir ıĢık bulunurdu. Bu sembole,
herĢeyi gören Osiris'in gözü adı verilirdi (8).
"Bu noktaya kadar gelmeyi baĢaran sen, büyük sırların da eĢiğine dayanmıĢ
oldun. Bundan önce sana verilen sırlar küçük sırlar, yani Ġsis'in sırlarıydı. ġimdi
ise, büyük sırları, yani Osiris'in sırlarını elde edeceksin.
Tanrı Osiris, kendisi, karısı Ġsis ve onların oğlu olan Horus'dan oluĢan bir
üçlemedir. Osiris, yaĢamın kendisinden doğduğu kutsal babayı, Ġsis onun diĢil ve
üretken yanını, Horus ise Ġlahi Kelam ve maddi alemi remzeder. Tanrı bir bütündür
ve tektir. Bu üç kiĢilik bölünme zaafın değil, mükemmelliğin ifadesidir.
Bu sözlerden sonra yeni üstada, özel üstad kıyafeti giydirilir ve yemin ettirilirdi.
Eğer yeni üstad Mısırlı ise yönetici rahip olarak mabette görev yapar, yabancı
uyrukluysa da, din kurmak veya kendisine verilecek baĢka bir görevi yerine
getirmek üzere ülkesine gönderilirdi. Ancak bu tür inisiyelere, ayrılmadan önce,
mabedin sırlarını inisiye edilmeyenlere vermeyeceklerine dair bir kez daha
ketumiyet yemini ettirilirdi. Aksine davrananlara, nerede olurlarsa olsunlar
kendilerini ölümün beklediği hatırlatılırdı.
Kendisi de bir inisiye üstad rahip olan Musa'nın (9), öğretisinde mutlak gerçeği
açıklayamamasının ve doktrinini ancak üç kat sır perdesi altında ifĢa etmesinin
arkasında yatan neden bu ketumiyet yeminidir. Musa, kuĢkusuz ölüm korkusuyla
değil, bir Kamil üsdatın ettiği yeminden dönmesinin Ģerefsizlik olacağı bilinciyle
bu Ģekilde davranmak zorunda kalmıĢtır. Kaldı ki, Musa öğretisini, tüm gerçekliği
ile açıklayamayacağının da farkında idi. Ezoterik öğretiye ne denli yakın olurlarsa
olsunlar, yine de bu konularda nispeten cahil olan müridlerine, dinini
öğretebilmek için tüm söylemlerini basitleĢtirmek zorundaydı.
14.11.2001
V. BÖLÜM
Mısır'da büyük bir gizlilik perdesi altında saklanan tek Tanrı öğretisi hiçbir zaman
kitlelere mal olmamıĢ ve sadece inisiye edilmiĢ rahiplerin tekelinde kalmıĢtır. Bu
durum, biraz öğretinin yapısından kaynaklanmıĢsa da, biraz da tarihi geliĢmeler,
gizliliği zorunlu hale getirmiĢtir.
Milattan 4 bin yıl kadar önce, dünyanın hemen her yerinde dinlerde büyük bir
yozlaĢma olduğu ve birçok bölgede çok tanrılı dinlerin ortaya çıktığı, eski
sembollerin her birinin putlaĢtırıldığı görülmektedir. Bu yozlaĢmadan, kadim
Uygur Ġmparatorluğunun önde gelen eğitim merkezlerinden Babil gibi, Mısır da
kurtulamamıĢtır.
Babil'de gerileme doğaldı. Çünkü ana kaynak Mu'nun ıĢığı uzun zaman önce yok
olmuĢtu ve rahipler, kitleler üzerindeki güçlerini daha da artırmak için, dini
yozlaĢmaya çanak tutmuĢlardı. Ancak durum Mısır'da daha farklıydı. Mısır'daki
okul Mu'ya değil, Atlantis'e dayalıydı ve öğretiyi bu ülkeye, Naacallere kıyasla çok
daha yeni olan Osiris'in bir müridi, Hermes getirmiĢti. Peki ama ne oldu? Hermes
rahipleri ile tek Tanrılı din öğretisinin hakim olduğu Mısır'da bu ekol niçin
geriledi? Bunun cevabını Mu ve Atlantis arasındaki savaĢta aramak gerekiyor.
Tufandan uzun zaman önce Atlantis'liler Nil deltasında bir koloni kurunca,
Mu'lular da bunu dengelemek ve stratejik önemi olan bu ülkenin tamamen Atlantis
eline geçmesini engellemek için Güney Mısır'da bir baĢka koloni kurdular.
HerĢeye rağmen Kuzey Mısır halkı, tanrı Osiris, Ġsis ve Horus üçlemesi ile
Hermes'i unutmadı. Zaman içerisinde bunların herbiri ayrı birer tanrı ya da tanrıça
olarak Mısır tanrıları panteonundaki yerlerini aldılar. Yenilgiye kadar Kuzey
Mısır'da yönetici firavunlara, Osiris'in oğlu Horus unvanı sadece bir sembol
olarak verilirken, bu dönemden sonra tüm Mısır firavunları kendilerinde bir ilahi
güç görmeye, birer Tanrı olduklarına inanmaya baĢladılar.
Bu düzene sadece bir tek firavun, gizli Osiris dini rahiplerince inisiye edilmiĢ
olması kuvvetle muhtemel olan 4. Amenofis (M.Ö. 1353 - 1335) karĢı çıktı.
Amenofis, çok tanrılı dini kaldırmaya ve "Aton Dini" (2) adını verdiği tek Tanrılı bir
din oluĢturmaya çalıĢtı. Ancak gücü, çok tanrılı dinin rahipler kastını yok etmeye
yetmedi ve bu yobaz rahipler, içine cinler girdiği iddiasıyla firavunu beyninden
ameliyat ettiler. Beyinciği çıkarılan Amenofis kısa süre sonra öldü. Firavunluğu
döneminde nispeten ortaya çıkan Osiris rahiplerinin büyük bölümü de, çok
tanrıcılar tarafından öldürüldü. Mısır'ın Babil ve Pers istilalarına uğraması da
Osiris dinine ayrıca darbe vurdu ve kardeĢlik-örgütü faaliyetlerini büyük bir
gizlilik altında yürütmek durumunda kaldı.
ĠĢte Musa da, bu üç kat sır perdesinin altına saklanmıĢ olan tek Tanrıya inanan
kardeĢlik örgütünün inisiye bir üyesiydi (3). Musa'nın eski tek Tanrılı inancı ihya
etmesi ve meydana çıkardığı Musevi dininden, önce Hristiyanlık sonra da
Ġslamiyet'in etkilenerek doğması ile dünya, anlatımları biraz daha karıĢık ve
amaçları daha farklı da olsa, yeniden tek Tanrılı dinlerin büyük çoğunlukça
benimsendiği bir yer haline geldi.
Musa'nın kimliğine ve öğretisinin Ezoterik yönüne göz atmadan önce, onun dinini
kabul eden kavimin, Ġbranilerin nereden geldiklerini ve Musa ile yollarının nasıl
kesiĢtiğini görmemiz gerekiyor (4).
Ayrıca, bir diğer Ġbrani büyüğü olan Yakub'un, üzerinde Tanrı ile konuĢtuğunu
iddia ettiği merdivenin, Babil'in ünlü kulesine ve "Ziggurat" adı verilen
mabetlerine atıftan baĢka birĢey olmadığı, bunun da Ġbranilerin, Asur kökenli
olduklarının bir ispatı olduğu iddia edilmekte.
Bu bilgilere kısaca göz attıktan sonra, Saabi inancına ileride değinmek üzere,
Musa'ya geri dönelim.
Tevrat'ın, bir Yahudi kadının oğlu olduğunu iddia ettiği, aslında Firavun 2.
Ramses'in öz yeğeni olan Musa (5), Ezoterik öğretiyi ve tek Tanrı inancını Osiris
rahiplerinden almıĢ bir üstaddı. Tek Tanrı inancının geniĢ kitlelere benimsetilmesi
yanlısı olan Musa, bunu denemiĢ olan 4. Amenofis'in baĢına gelenleri biliyordu.
Çok tanrılı yaĢama alıĢmıĢ olan Mısır halkına ve çok tanrılı din sayesinde
yaĢamlarını sürdüren rahipler sınıfına fikirlerini kabul ettiremeyeceğinin bilincinde
olan Musa, bu düĢüncelerini yaĢama geçirmek için en uygun halkın, o sıralar
Mısır'da tuğlacılık ve taĢçılık iĢleriyle uğraĢan Ġbraniler olduğunu gördü. Ġbraniler,
Mısır'a geldikten sonra, çeĢitli mabet ve diğer yapıların inĢasında çalıĢtırılmıĢlar
ve zamanla taĢçı ustalarını barındıran Mısırlı loncalarda çoğunluğu ele
geçirmiĢlerdi. Lonca sistemini Ġbraniler, göç ettikleri ülkelere de götürdüler ve
ortadoğuda bu sistemin yayılmasında etkin oldular.
Son derece iyi yetiĢmiĢ olması ve Osiris rahiplerince kabul edilecek nitelikte bir
kiĢiliğe sahip bulunması Musa'nın güçlü bir aristokrat soydan geldiğinin
göstergesidir. Osiris rahiplerinin, firavunun yeğeni olan Musa'yı inisiye ederek
yönetim çevresinde güçlenmeye çalıĢtıkları tahmin edilmektedir. Nitekim Musa,
firavuna yakınlığı sebebiyle, kısa sayılabilecek bir sürede, oldukça önemli bir
görev olan, Osiris Mabedi Kutsal Yazı Katipliği'ne getirilmiĢtir (6).
Ġbranileri hemen her ortamda Mısırlılara karĢı elinden geldiğince koruyan Musa,
bir gün, bir Ġbrani'nin Mısır'lı bir görevli tarafından dövüldüğünü görünce olaya
müdahale etmiĢ ve itiĢkakıĢ sırasında Musa, Mısır'lı görevliyi öldürmüĢtü (7).
Osiris yasaları çok açıktı. Bir insan öldüren kiĢi, kim olursa olsun mabetten
kovulur ve yargılanırdı.
Mısır'da kendisine bir gelecek kalmadığını gören Musa, yandaĢı Ġbranilere birlikte
Sina'ya çekildi. Musa burada, Saabi "Elohim" inancı ile Osiris dinini birleĢtirerek,
"On Emir" ismi altında kendi öğretisinin temellerini attı. Ancak, on temel baĢlık
altında yazılan bu eserde Musa'nın kullandığı dil, Osiris mabedinde öğrendiği
sembolleri içeren Hiyoroglif dildi.
Musa, aldığı eğitim nedeniyle baĢka türlü yazamazdı. Bu dili de, sadece inisiye
edilmiĢler anlayabilirdi. Nitekim, Musa'ya inananlar arasında çok küçük bir azınlık
olan inisiye edilmiĢler, diğerlerinden farklı bir yol izlediler ve Tevrat'ın Ezoterik
yorumu "Kabbala" üzerinde çalıĢarak, diğer Yahudi gruplarından ayrıldılar.
Öte yandan, Kral Süleyman döneminde Fenike diline tercüme edilen Tekvin, ilk
anlatımından büyük ölçüde saptı. Yahudilerin Babil tutsaklığı sırasında Arami
dilinde yeniden derlenen Tevrat'da orijinale biraz daha yaklaĢıldıysa da, yer yer
anlaĢılmayan bölümlerin yerine, farklı inançlardan gelen kimi efsaneler
yerleĢtirildi. Tevrat'ın yeniden derlenmesi zarureti, Yahudi rahiplerinin Babil
tutsaklığı sırasında "Caldi" adı verilen Babil Ezoterik okulunda inisiye edilmeleri
ve bu inisiasyon sayesinde rahiplerin, Musa'nın gerçek öğretisi hakkında daha
gerçekçi görüĢlere sahip olmaları neticesinde ortaya çıkmıĢtı.
Ancak Musa'nın kullandığı dil Mısır Hiyoroglif diliydi ve Ġbraniler tarafından hiç
bilinmiyordu.
Musa'dan 800 yıl sonra Tevrat'ı yeniden yazan Kaideli rahiplerin baĢı Ezra,
varoluĢu dahi yanlıĢ algılamıĢ ve Tanrıyı, kendisinden sudur edilen değil, tüm
alemin yaratıcısı olduğu tezini savunmuĢ ve Tevrat'a da böylece geçirmiĢtir.
Bunun neticesinde birlik ortadan kalkmıĢ ve yaradan ve yaratılanın olduğu bir ikili
sistem üzerine din oturtulmuĢtur. O güne kadar Tanrının birliğini savunan tek
Tanrılı inanç, temellerinden değiĢmiĢ ve amaç insanların Tanrıya ulaĢması
çabasından, birer kul olan yaradılmıĢların ödül olarak cennete gitmelerine
dönüĢmüĢtür. Benzeri bir yanlıĢ yorumlama da Tanrının cinsiyeti konusunda
ortaya çıkmıĢ, o güne kadar hem eril, hem de diĢil yanlarının varlığı kabul edilen
Tanrıya Ezra tamamen eril bir görüntü vermeyi uygun bulmuĢtur. Bunun
neticesinde, hem Yahudilikte hem de onun etkisindeki Ġslamiyette kadın daima
ikinci plana itilmiĢtir. Ezra'nın Tevratın'daki, diğer birçok efsane gibi kitaba
sonradan eklenmiĢ olan Adem ile Havva efsanesinde Havva'nın, Adem'in kaburga
kemiğinden yaradılması, kadının doğrudan Tanrıdan değil, Tanrı tarafından
topraktan yaradılmıĢ erkekten geldiği düĢüncesini doğurmuĢ ve kadınların toplum
içinde tamamiyle ikinci sınıf yaratığa dönüĢmeleri ve erkek tahakkümüne
girmeleri sağlanmıĢtır.
Tek Tanrılı dinin gerçek anlamını bilen ve Ezoterik öğretiyi savunanlar ile daha
sonra ortaya çıkan yaradancı dinlerin ortodoks inanırları arasındaki amansız
çatıĢma da, bu tarihten sonra baĢlamıĢtır. Bu çatıĢma, Yahudilerin Kabbalacıları,
Katolik kilisesinin Ezoterik inançlı ġövalyeleri, Sünni Müslümanların da
Mutasavvıfları sapkın olarak nitelendirmelerine yol açmıĢtır. Bu yöndeki tavır da,
papalığın Templierleri yok etmesine, Masonluğu afarozuna, Sünni Müslümanların
"Enel 'Hak" diyen Hallacı Mansur'un derisini yüzmelerine, Ġsmaililer ve Babailer
gibi Batıni görüĢü savunanları daima ezmeye çalıĢmalarına neden olmuĢtur.
Ancak bu konular, daha sonraki bölümlerin anlatıları olacağı için Ģimdi Yahudileri
incelemeye devam edelim.
Musa'dan sonra Yahudiler ancak Davut döneminde güçlü bir krallık kurabildiler.
Mitolojide Davut'un dev Goliat'ı yenmesi Ģeklinde ifade edilen olay, Davut'un
idaresindeki Yahudi kavminin, kendisinden sayıca çok daha fazla olan diğer
kavimleri yenmesine ve vaadedilen topraklarda krallığını oluĢturmasına bir atıfdır.
Davut, krallığı ile birlikte, kendilerini bir arada tutan en önemli Ģey olan tek Tanrılı
din inancını da pekiĢtirmek istemiĢ ve baĢkenti Kudüs'de bu tek Tanrı için çok
görkemli bir mabed yapılmasını emretmiĢti (9).
Hiram'ın tek Tanrılı inancın bir müridi olduğu sanılmıyor. Ancak Hiram, son
derece yetenekli bir örgütleyici ve bronz iĢçiliği konusunda bir deha idi. Mabedin
yapımında binlerce kiĢi çalıĢıyordu. ÇeĢitli meslek dallarının loncaları, çıraklar,
kalfalar ve ustalar Ģeklinde üç dereceli olarak örgütlenmiĢlerdi ve sorumluluk da
ustalar arasında pay edilmiĢti. Her görevli derecesine göre ücret alıyordu.
Binlerce insanın hangisinin hangi derecede olduğunun ezberlenmesi imkansızdı.
Yürürlükte olan lonca sistemine göre çıraklar ancak belli bir süre eğitildikten
sonra kalfa olabiliyorlar ve sadece çok yeteneklileri ustalığa terfi edebiliyordu.
Hiram, bu sistemi biraz daha geliĢtirdi ve ücret dağıtımında kolaylık olması için,
aynı meslek sırlan gibi, her derece salikinin hayatı pahasına saklayacağı birer
parola verdi. Bu sistem iĢlerin hızlanmasını sağladıysa da, Hiram'ın sonunu da
hazırladı. Daha önce kendilerini usta gibi gösterip haksız yere yüksek ücret
alanların bu yolu kapanmıĢtı. Haksız kazanca alıĢmıĢlardan bir grup kalfa
Hiram'dan ustalık parolasını zorla almaya karar verdiler. Ancak bunların çoğu
korkup eylemden vazgeçti. Ġçlerinden sadece üçü Hiram’ı mabette sıkıĢtırıp
parolayı zorla almaya çalıĢtılar. Hiram parolayı vermeyi reddedince de onu
öldürdüler.
ĠĢler bir süre için aksadıysa da, Süleyman ölen Hiram'ın yerine baĢkasını buldu ve
mabet bitirildi. Mabedin yapısı, burasının Mısır'daki tek Tanrı mabetlerinin daha
basit de olsa, bir benzeri olduğunu ortaya koymaktadır (11). Kapının giriĢinde iki
sütun bulunması, içeride üçgen içinde göz, güneĢ, ay sembollerinin varlığı, yerin
siyah ve beyaz taĢlarla kaplanması, sunak ya da mikap taĢının bulunması bu
mabedin, Mısır'dakiler örnek alınarak yapıldığını göstermektedir.
Dinle ve mabetle pek ilgisi olmayan Kral Süleyman, bir süre sonra tek bir Tanrıya
mı, yoksa birçok tanrıya mı inandığını dahi unuttu ve sefahat içinde yaĢamını
sürdürdü. Yahudi devleti de giderek zayıfladı ve Süleyman'ın ölümünden bir süre
sonra, M.Ö. 587'de Babil kralı Nabukadnezar tarafından yıkıldı. Ülkede
yaĢayanların önemlice bir bölümü iĢgalciler tarafından köle olarak kullanılmak
üzere Babil'e götürüldü. Tapınak iĢgalciler tarafından yıkıldı (12).
Yahudilerin Babil tutsaklığı, Pers kralı Kyros'un Babil'il iĢgali (M.Ö. 530) ile son
buldu. Kyros Yahudilere, ülkelerine geri dönerek mabetlerini yeniden yapmaları
için izin verdi. Bazı kaynaklar, Pers kralının, o dönemde oldukça yaygın olduğu
anlaĢılan inisiasyon yöntemlerini, Ezoterizmin ZerdüĢt dininindeki yorumunu
bildiğini ve bu nedenle mabetlerini yapmak için Yahudilere izin verdiğini
belirtmektedirler.
Kudüs'e dönen Yahudiler, eskisi kadar görkemli olmasa da, Kyros'un sağladığı
maddi katkı ile yeni bir mabetin yapımına baĢladılar. Mabed yapılırken Yahudi
rahipleri, tüm kutsal metinlerin ve Musa'nın on emrinin yazılı hale getirilmesi
gerektiğine, aksi takdirde yeni bir kölelik halinde tüm dinin yok olup gideceğine
karar verdiler. Böylece Ezra ve arkadaĢları, daha önce değindiğimiz Tevrat'ın
yazımı iĢlemine baĢladılar. Kutsal kitaba Babil'de öğrenilen bir sürü efsanenin
sokuĢturulmasına çok küçük bir gurup karĢı çıktı ancak seslerini yeterince
duyuramadılar. Bu grup Musa'nın eserini, Mısır Hiyoroglif diliyle üç kat sır perdesi
altında yazdığını ve öğretinin sırlarını da kendi seçtiği ve inisiye ettiği 70 kiĢilik bir
gruba verdiğini açıkladı. "Kabbalacılar" denilen bu küçük grup ve onların
inanırları bir süre sonra Yahudi toplumundan tamamen tecrit edildiler ve sapkın
olarak nitelendirildiler. Peki bu Kabbalcılar kimlerdi ve Musa'nın gerçek öğretisi
neydi? (13).
Osiris Mabedinde inisiye edilmiĢ olan Musa, yeni dini de Osiris dini üzerine inĢa
etmiĢ, Saabi inançlarından da bir ölçüde faydalanmıĢtı. Ancak Osiris dininin
gerçek sırları, sadece inisiye edilen ve belli bir eğitimden geçen kiĢilerin
anlayabileceği nitelikte olduğu için Musa da, öğretisini müridlerine anlatabilmek
maksadıyla nispeten basitleĢtirmiĢ, basitleĢtiremediğini de semboller kullanarak
anlatmaya çalıĢmıĢtı. ĠĢte Ezra'nın anlayamadığı ve değiĢtirerek Musa dininin
bambaĢka bir hüviyete dönüĢmesine neden olduğu semboller bunlardı. Musa,
Öğretisinin yozlaĢmaması ve sembollerin gerçek anlamlarının yok olup gitmemesi
için eski bir yöntemi kullandı. Müridleri arasından en uygun gördüğü 70 kiĢiyi
seçti ve onları inisiye etti, zaman içerisinde eğitimlerini tamamladı ve sırların
gerçek manalarını öğretti. Onlara, Ġbrani dilinde "kabul edilmiĢler" anlamında
Kabbalcılar ismini verdi.
Oldukça uzun bir süre Musa'nın gerçek öğretisini inisiasyon yöntemi ile takipçileri
arasında yayan Kabbalacılar, yaĢadıkları yerlerin Ġsmaililer tarafından iĢgal
edilmesinden sonra, daha özgür davranabileceklerini gördüler. Ezoterik içerikli
sufi tarikatların ortaya çıktığı bu çağda Kabbalcılar da ortamın özgürlüğünden
yararlanarak, öğretilerini basılı hale getirdiler. Kabbalacıların en önemli iki eseri
M.S. 1200'lerde Ġspanya'da yazıldı. Müslüman Endülüs devletinde ortaya çıkan bu
eserler "Zohar" ve "Seferitsire" idi. Bazı araĢtırmacılar Ġslami Tasavvuf
hareketinin Kabbala'nın da kökeni olduğunu öne sürmektedir. Ancak tam aksine,
Ġslami Tasavvufu yaratan kaynakların baĢında, Mısır Hermetik inançları, Yunan
Pisagor-Eflatun felsefesi kadar, Kabbala felsefesi de gelmektedir.
Kabbala'nın önde gelen kitabı Seferitsire'ye (14) göre Evren, çeĢitli elemanların
aracılığıyla yüce bir varlıktan tezahür etmiĢtir. Bu elemanların ilki, Tanrının ıĢıksal
varlığı olan AteĢ'dir. Ġkinci eleman bu yüce ıĢıktan çıkan Ruh'dur ve sembolü
Hava'dır. Üçüncüsü Su'dur ve havadan doğan su, oksijen ve hidrojen'in
bileĢimidir. Bu sembolün Ezoterik anlamı, suyun yaĢamı bünyesinde
barındırdığıdır. Dördüncü eleman ise, ateĢin katılaĢmıĢ türevi olan Toprak'dır.
Seferitsire, dünyanın oluĢumunda bu dört temel elemanın yanısıra, altı yan gücün
de kullanıldığından bahsetmektedir. Bunlar dört yön, yani kuzey, güney, doğu ve
batı ile iki kutup, yani aĢağı ve yukarı yönlerdir.
Tüm evren Yüce Varlıktan sudur etmiĢtir, halen onun içinde yüzmektedir ve
herĢey sonunda ona geri dönecektir. ĠĢte bu nedenle tüm varlıklar birdir ve tüm
insanlar kardeĢtir.
Kaynakça
16.11.2001
VI. BOLÜM
Günümüz uygarlığının temel iki beĢiği olan Mısır ile Yunan uygarlıkları arasında,
uzun bir süreç içerisinde büyük bir etkileĢim meydana gelmiĢtir. Bu etkileĢim
daima tek taraflı, yeninin eskiden, öğrencinin öğretmemden alması gibi,
Yunanistan'ın Mısır'dan etkilenmesi Ģeklinde gerçekleĢmiĢtir.
Yunan uygarlığının kurucularından Örfe ile, uygarlık yolunda çok önemli birer taĢ
olan Euclides, Çiçeron, Pisagor ve Eflatun gibi felsefe okulu ve din kurucuları hep
Mısır'ın o ünlü mabedinde, "Osiris Mabedinde" inisiye edildiler. Günümüz
uygarlığı üzerinde özellikle son ikisi son derece etkili olmalarına rağmen, Pisagor
ve Eflatun okullarının temellerinde Orfeik inanç yattığı için bu ilk ünlü Yunanlı
inisiyeye değinmeden geçemeyeceğiz.
Tufandan sonra çok büyük bir gerileme yaĢayan insanoğlu, yeniden baĢlamak
zorunda kaldığı için ilkel kabileler dönemini bir kez daha yaĢadı. Dönem, anaerkil
bir dönemdi ve dolayısıyla bu kabilelerde hakimiyet kadınların elindeydi. Mu
dininde Tanrının diĢil yönünün sembolü olan "Ay", kadınların yönettiği bu
toplumlarda baĢ tanrıça sıfatına yükseltildi (1). Dinsel yozlaĢma neticesinde kimi
yerlerde güneĢ tanrı için insanlar kurban edilirken, bu kez de ay tanrıçası için
insan kurban edilmeye baĢlandı.
Apollon kelimesi, Fenike dilinde "Evrensel Baba" anlamına gelen "Ap Ölen" den
türetilmiĢtir (2). Apollon'un ilk kez Anadolu topraklarında ortaya çıkmıĢ olması da
(3) onun Fenike ile, dolayısıyla da diğer güneĢ kültlerinin bir nevi merkezi
durumunda olan Babil okulu ile bağlantısını göstermektedir. Ayrıca, Apollon'a
ithafen yapılan "Delf' mabedinde inisiasyon töreninin ilkel bir biçiminin
uygulanması da, bu bağlantının bir diğer delilidir.
Osiris'in Atlantis'de yaptığı gibi güçlü kiĢiliği ve bilgeliği sayesinde kısa sürede
çevresine birçok yandaĢ toplayan Örfe, Baküs dini yandaĢlarını yendi. Ancak,
Örfe kendi dinini öğretirken Mısırlı rahiplerin yöntemini kullandı ve öğretisini
varolan inançlar üzerine, bu arada Baküs dini üzerine kurdu. Bunun sonucu
olarak ortaya çok tanrılı Zeus ve Diyonizos dini çıktı.
Orfeik öğretiye göre, tüm tanrıların en büyüğü olan Zeus, tüm evrenin
kendisinden var olduğu Tanrıdır. Diyonizos ise onun oğlu, yani tezahür etmiĢ Ġlahi
Kelamdır. Bir diğer adı ile, Horus'dur. Ġnsanlar Diyonizos'dan birer parçadır.
Ġnisiyeler ise, insanoğlunun Hermes'leri, yani ikincil tanrılarıdır. Örfe, "Tanrılar
bizde ölür, bizde dirilir" der. Yeniden doğuĢa inanan Örfe gerçek Tanrının tek,
ancak ikincil tanrıların sonsuz sayıda ve çeĢit çeĢit olduklarını söyler. Orfe'ye
göre yarı tanrılar, Kamil Ġnsan statüsüne eriĢerek yeniden doğuĢ zincirinden
kurtulmuĢ ilahi ruhlardır.
"Evohe" kelimesi Orfeik inisiyelerin parolası haline gelmiĢtir. Mısır'da "Ġod-He Vau
He" Ģeklinde telafuz edilen kelimenin Musa tarafından kulanılıĢ biçimine daha
önce değinmiĢtik. Burada Ġod'un Osiris'i, He Vau He'nin de Ġsis'i temsil ettiğini
hatırlatmakla yetinelim. Aynı kutsal kelimeyi Pisagor da parola olarak kullanmıĢtır.
Bu arada, aynı dönemlerde tıpkı Orfeik inanç gibi, mesleki kuruluĢlar da Mısır
yoluya Yunanistan'a girdi. Adları, Hermes'e atfen "Hetairies" (5) olan bu
kuruluĢlar inisiyatik yöntemle üye alırlardı. Hermes'i pirleri olarak kabul eden ve
ona üç defa ulu anlamında "Trimejit" sıfatını layık gören bu kuruluĢların
yandaĢları kendilerini "Diyonizos ĠĢçileri" olarak da çağırmaktaydılar. Bugün
hayranlıkla izlenen Antik Yunan eserlerinin ve Ġyonyen baĢlıklı sütunların altında
bu taĢçı üstadlarının imzası vardır.
Orfe'nin ölümünden sonra, kendilerini gizlemeyi baĢarmıĢ olan eski Baküs dini
yanlıları ortaya çıktılar ve Orfeik inançların yok olmasını sağlamak için ellerinden
geleni yaptılar. Örfe karĢıtlarının bu sistemli çalıĢmaları meyvasını o denli verdi ki,
bir süre sonra "Örfe" adı dahi efsanevi bir varlığın adı haline geldi. Günümüz
Antik Yunan araĢtırmacıları bile Orfe'nin yaĢayıp yaĢamadığından emin
değildirler.
ĠĢte bu ortamda, Orfe'den iki yüzyıl sonra, M.Ö. 570'de doğan Pisagor (6), Delf
mabedinde inisiye edilerek, Ezoterik doktrin dünyasına ilk adımını attı. Orfeik
öğretiyi tamamiyle öğrenen Pisagor bununla yetinmedi ve sırlar öğretisini aynı
Örfe gibi, kaynağından öğrenmeye karar verdi. Genç yaĢta Menfis'e giden ve
Ezoterik doktirin hakkında bilgisinin zaten var olduğu Mısırlı rahiplerce görülen
Pisagor'un Osiris kardeĢlik örgütüne kabulü de kolay oldu (7). Burada 22 yıl kalan
ve Osiris dininin en gizli sırlarını da öğrenen Pisagor'un dikkatini özellikle
sayıların Ezoterik kullanımı çekti. Pisagor, ileride oluĢturacağı sistemin
öğrencilerince daha iyi anlaĢılması için bu yöntemi kullanmaya karar verdi.
Mısır'ın, Babil kralı Kambiz tarafından iĢgalinden sonra Pisagor, diğer birçok
Menfis'li rahiple birlikte Babil'e götürüldü. Esir olarak getirilen bu rahipler,
yozlaĢmıĢ olmasına rağmen asırlardır varlığını sürdüren Babil okulu için de taze
kan oluĢturdular. Diğer rahiplerle birlikte Babil okuluna kabul edilen Pisagor
burada, hem bu okulun farklılaĢmıĢ öğretilerini hem de Babil'in Persler tarafından
iĢgali sırasında resmi din olarak kabul edilmiĢ bulunan ZerdüĢt dinini inceleme
fırsatı buldu. Babil'de bulunduğu sırada bir kez Hindistan'a, bir kez de Kudüs'e
seyahat eden Pisagor Hindistan'da Kadim "Rama" dininin öğretilerini savunan
"Gimnosophistler"le, Kudüs'te de Kabbalaclarla temas kurdu. Mistik sayı
tekniğinin Kabbala'daki yorumunu da inceleyen Pisagor Babil'de 12 yıl kaldı.
Daha sonra, Babil okulundan kardeĢi olan, kralın özel doktoru Demodes adlı bir
inisiyenin özel giriĢimleri ile kraldan özgürlüğünü elde etti ve ülkesinden
ayrıldıktan 34 yıl sonra Yunanistan'a döndü.
Pisagor Yunanistan'da ilk iĢ olarak, Mısır'a gitmek üzere ayrıldığı Delf mabedine
geldi. Delf rahiplerine Mısır ve Babil'de öğrendiklerinin bir sentezini sunmaya
çalıĢan Pisagor, Ezoterik doktrininin sadece Mısır ekolünü tanıyan Apollon
rahiplerine kendi yorum ve fikirlerini kabul ettirmekte güçlük çektiği için bir yıl
sonra Ġtalya'ya geçti ve Yunan kolonisine ait Cratona kentinde kendi okulunu
kurdu (8). Pisagor'un hedefi sadece inisiasyon yöntemi ile seçilmiĢlere Ezoterik
doktrini öğretmek değil, bu doktrini kullanarak yeni bir siyasi örgütlenmeyi
gerçekleĢtirecek ilk nüveyi, bir enstitüyü kurmaktı. Pisagor bu hedefine kısa
sürede ulaĢtı. Kurduğu enstitüde inisiye edilen tüm kardeĢler sadece Ezoterik
doktrin ile sınırlı kalmayarak, dönemin fizik, psiĢik, dini ve siyasi tüm bilimlerini
öğreniyorlardı. Bu tür eğitim tarzı, bilim çağının baĢlaması için ilk adımı oluĢturdu
ve yüzyıllar sonra Ġtalya'da Rönesans'ın doğmasını sağladı.
Pisagor, enstitüye girmek isteyen adayları çok uzun süre, bazen yıllarca gözetim
altında tutduktan sonra, aralarından ancak layık olduklarına inandıklarını alırdı.
Enstitünün giriĢinde Hermes'in bir heykeli bulunmaktaydı ve kaidesinde,
"inanmayan uzak dursun" yazıyordu. Enstitüye girmeye layık olduklarına
inanılanlar bazı denemelere tabi tutuluyordu. Bu sınavlar, Mısır'daki inisiasyon
sınavlarını andırsa da, bunların çok daha yumuĢatılmıĢ Ģekilleriydi (9). Mesela
aday tek baĢına gecelemek üzere bir mağaraya bırakılıyor, bunu reddedenler veya
mağaradan kaçanlar enstitüye kabul edilmiyordu.
Bir sonraki sınavda adaya, hiç tanımadığı bir Pisagor sembolü gösteriliyor ve
bunun hakkında yorum yapması isteniyordu. "Bir dairenin içindeki üçgen neyi
anlatır" ya da, "....sayısının anlamı nedir?" gibi. Adaya, bu soruların cevabını
hazırlaması için 12 saat verilir, bu arada da aç ve susuz bırakılırdı.
Sınavlardan geçen ve yapılan özel bir törenle kardeĢliğe alınan adaya, acemi ya
da çırak anlamına gelen "Novice" unvanı verilirdi. Novice dönemi, kiĢinin
yeteneğine bağlı olmak üzere, en az iki en çok beĢ yılla sınırlandırılmıĢtı.
Novice'lerden beklenen Ģey hiç konuĢmamaları, soru sormamaları, tartıĢmaya
girmemeleri ve sadece derslerini sükunet içinde dinlemeleriydi. Bundan amaç,
öğrencinin sezgi yeteneğini geliĢtirmekti. Görünen alemin üstünde bir baĢka
görünmez alem olduğu gibi soyut bir fikrin sadece sezgi ile algılanabileceğini
söyleyen Pisagor, çıraklarından önce Tanrının varlığını sezmelerini sonra da onu
sevmelerini isterdi. Tüm evrenin sevgi üzerine kurulu olduğunu belirten Pisagor,
sevgiyi öğrenmenin ilk adımının aile içinde, anne-baba sevgisi ile baĢladığını,
babanın Tanrının eril, annenin de diĢil ifadeleri olduklarım öğretirdi. Pisagor'a
göre, bu ikisinden doğan insan, Tanrının yer yüzündeki temsilcisiydi. Pisagor
ayrıca Novice'lerden ikiĢerli gruplar oluĢturmalarını ve her iki Novice'in birbirlerini
çok iyi tanımalarını, dost olmalarını isterdi. Dostluğun, karĢılıksız sevginini en
mükemmel ifadelerinden olduğunu öğrenen Novice'e, "Dost bir baĢka sensin. O
ve sen aslında birsiniz" Ģeklinde özetlenebilecek Ezoterik yorum öğretilirdi.
Novice'lerden ayrıca, üstadlarma sonsuz itaat ve bağlılık göstermeleri, disiplinli
davranmaları, sağlık kurallarına uymaları ve devamlı temiz olmaları istenirdi.
Ruhun arındırılması amacında olan Pisagor müridleri, ruhla beraber bedenin de
temiz olması gereğine inanır ve bazen günde birkaç kez yıkanırlardı. Müridlerin
bedenleri gibi giysileri de tertemizdi ve saflığın sembolü olan beyaz renkteydi.
Ezoterik inanıĢlarını Pisagorculuktan alan Ġsmaili tarikatı müridlerinin ve onların
Hristiyan dünyasındaki devamı niteliğinde olan Templier ġövalyelerinin giysileri
de, aynı Pisagorcular gibi beyazdı.
Novice'e öğretilen son Ģey, tüm tanrıları bir ve tek olarak mütalaa etmesiydi.
Öğretinin bünyesinde önemli bir yer tutan hoĢgörü sayesinde tüm dini inançların
hoĢgörülmesi gerektiğini öğrenen Novice, aslında tüm tanrıların bir ve tek
olduğunu, tüm dini çabaların da bu tek Tanrıya ulaĢmak için olduğunu görürdü.
"Sayılar evrene hükmeder" diyen Pisagor, bu ifade ile, Tanrının sayıları özellikle
bir prototip semboller dizisi olarak ortaya koyduğunu bu nedenle sayıların her
birinin karakterleri olan birer simge durumunda bulunduğunu belirtirdi. Pisagor
sayıları, bir, iki, üç, vs. Ģeklinde değil, kendi karakterleri ile, "Monad", "Diad",
"Triad" diye ifade ederdi.
Pisagor'a göre 1 sayısı "Monad" dı, yani tekti. Hiçbir benzeri olmayan önsüz-
sonsuz yaĢamı, tüm varlıkların bünyesinde çıktığı eril ateĢi, Tanrının kendisini
simgelerdi. Sembolü bir nokta idi ve Yüce Varlığın yanısıra, Ġlahi Aklın, yani
Hikmetin de simgesiydi. Hikmeti sayesinde kendisinden dıĢarı birĢeyler veren
ancak bu sırada hiç değiĢmeyen ve değiĢmez niteliğiyle eril olan Monad, Tanrı ile
birlikte, onun yeryüzündeki tezahürü olan insanın da sembolüydü. Diğer bir
deyiĢle Monad, hem Makrokozmosu, hem de Mikrokozmosu bünyesinde
barındırıyordu. Mikrokozmos'un yegane hedefinin Makrokozmos ile birleĢmek
olduğunu söyleyen Pisagor, "bu ancak inisiyatik eğitimle, kiĢinin kendisini
olgunlaĢtırması ile mümkün olur. Bunun için bir ömür yetmeyebilir. Ama ruh,
hedefine ulaĢmak için ne kadar gerekiyorsa, o kadar yeniden bedenlenecektir"
diyordu.
Tden sonra gelen 2 sayısı evrende varolan düaliteyi gösteriyordu. Bölünmez öz ile
bölünebilir cevher; hayatı bahĢeden aktif eril prensip ile hayatın oluĢumunu
sağlayan pasif diĢil prensip; Osiris ile Ġsis. Bir çizgi ile sembolleĢtirilen 2
"Diyad"dı, hikmetten doğan fikirdi. Doğurgandı ve bu vastfıyla diĢildi. Hayatı
içinde barındıran suydu. Tanrının diĢil yönünün ifadesiydi.
6 sayısı, evrenin altı yönünü, kuzey, güney, doğu ve batı ile yukarı ve aĢağıyı
simgeliyordu. Altı köĢeli yıldızla sembolize edilen bu rakam aynı zamanda Ġlahi
Adaletin de ifadesiydi. Günümüzde Hz. Süleyman yıldızı olarak tanınan yıldızın,
Süleyman'ın adaletini remzettiği kabul edilmektedir.
7 sayısının Pisagorcular için önemi çok büyüktü. Kutsal üçlü Triad ile, düzeni
oluĢturucu Tetrad'ın bileĢiminden meydana geldiği için, tekamül yasasının
simgesiydi ve sembolü de, dörtgen üzerine kurulu üçgenlerden oluĢan pramitti.
Pisagor böylece, Mısır'daki piramitlerin yapılıĢ tarzlarına da bir açıklama getirmiĢ
oluyordu; "Ġlahi Tekamül" sembolleri... Ayrıca, evrende herĢeyin sayılar üzerine
kurulu olduğu ispat eden Müzik bilimi de, 7 nota üzerine kurulmuĢtu. IĢığın yedi
renginin bileĢiminin beyazı, saflığı oluĢturması gibi, müziğin yedi notasının da 1/2,
2/3, 3/4 veya 5/8 gibi ölçülerle çalınması müzikteki mükemmel saflığı, ritmi ve
armoniyi meydana getiriyordu.
Ruhun akord edilmesi gereğine ve armonisine inanan Pisagorcular bu nedenle
tüm törenlerinde müzik kullanırlardı. Bu inanç, klasik anlamdaki ritm ve armoni
bilgisinin ve armonik müziğin de geliĢmesini sağladı.
Bu sayılar dıĢında ve onların üstünde en önemli sayı 10'du. "Kutsal Tetraktis" adı
verilen ve dört bölümlü üçgen Ģekliyle sembolize edilen 10 sayısı, ilk dört sayının
yani Monad, Diyad, Triad ve Tetrad'ın toplamından oluĢuyordu. Kutsal Tetraktis,
bu vasfı nedeniyle mükemmelliğin, Kamil Ġnsanın, Tanrı ile bir olmasının
sembolüydü. Sıfır ile bir sayılarının yan yana gelmesiyle yazılan 10 sayısı, hiçlikle
tekliğin ahengini de ifade ediyordu. 10, bu ahengin tezahürü olan
Makrokozmos'un da sayısal sembolüydü. Tüm varlıkların Makrokozmos'da büyük
bir ahenk içinde yeniden biraraya geleceklerini remzederdi.
ĠĢte bu sayılar bilimini tam alamıyla öğrenen mürid, ruhun tekamülü yolunda bir
adım daha atmaya hak kazanıyor ve üçüncü dereceye yükseltiliyordu. Sayılar
bilimi ile inisiyatik sırların önsözüne vakıf olan mürid, titizlikle saklanan bu
tehlikeli sırları öğrenmeye artık hazırdı. Üçüncü dereceye yükseltme töreni, ancak
bu dereceye sahip müridlerin girmelerine izin verilen "Seres" mabedinin
"Properzin" salonunda yapılmaktaydı.
Pisagor'a göre, evrenin merkezinde ateĢ vardır. GüneĢ, bu dev ateĢin küçük bir
yansımasından ibarettir. Yeryüzü yuvarlaktır ve diğer gezegenlerle birlikte
güneĢten sadır olmuĢlardır. Bu gezegenler ve dünya, güneĢin etrafında
dönmektedir. Yıldızlar, bizim güneĢ sistemimizi yöneten aynı yasalara tabi olan
diğer güneĢ sistemleridir. Uzaydaki tüm varlıklar gibi gezegenler ve güneĢler de,
evrensel ruhun birer cüzüne sahiptirler. Her gezegen Tanrı düĢüncesinin değiĢik
bir ifadesidir ve her birinin özel bir fonksiyonu vardır. Tüm varlıklar gibi, bu
gezegenler de dört elemandan müteĢekkildir: Maddenin katı hali olan toprak, sıvı
hali olan su, gaz hali olan hava ve ölçüye, tartıya gelmez hali olan ateĢ.
ĠĢte insan da, bu üstün varlıkların maymun türü üzerindeki böyle bir uygulamaları
neticesinde ortaya çıkmıĢtı. Yerküresel tekamül açısından insan önceki türlerin
son aĢamasıdır ve Kamil Ġnsan modeli ile de, Dünya'daki ruhların son durağıdır.
Pisagor, dünya insanını yaratan varlıkların, Semavi Ġnsanlık adını verdiği çok üst
düzeydeki ruhlar olduğuna inanıyordu.
Yerküredeki değiĢimler hakkında Mısır'lı rahiplerden çok Ģey öğrenen Pisagor, bir
önceki medeniyeti, Atlantis ve Mu uygarlıklarını tanıyordu. Bundan önce dünyanın
altı kez tufan olayları ile sarsıldığını iddia eden Pisagor'a göre, her tufan arası
dönemde insanlık büyük uygarlıklar kurmayı baĢarmıĢtı ve bugünkü uygarlık da
aynı akibetle son bulacaktı.
Pisagor, tüm yaĢamların doğum ile ölüm arasında sınırlı bulunduğunu ve bedenin
sadece, ölümsüz olan ruhun bir vasıtası olduğunu söylerdi.
Bu noktada bir diğer evrensel yasa daha devreye giriyordu ki, bu yasa yaĢamların
birbirlerine yansıması yasasıydı. Bir örnek vermek gerekirse, bir önceki yaĢamını
bir hayvanın varlığında yaĢamıĢ insanın kendi yaĢamında o hayvanın bazı
davranıĢlarını göstermesi doğaldı. Eğer birey bu davranıĢlarını düzeltirse, bir
sonraki yaĢamında daha üstün bir insan olabilir, düzeltmezse de hayvansal
bedene geri dönebilirdi. Bu durumu Pisagor, "her yaĢam bir öncekinin ödül veya
cezasıdır" diye ifade ederdi.
Pisagor'un bir baĢka iddiası daha vardı; "Hayvanlar nasıl insanların akrabası ise,
insanlar da tanrıların akrabalarıdır" diyordu. Bitkiler aleminden hayvanlar alemine,
oradan da insanlar alemine birçok yaĢam sürecinden geçerek ulaĢan insanları
sonuçta tanrılar alemine geçiĢ bekliyordu. Çok uzak bir gelecekte insanların tüm
evliliklerde spiritüel seçicilik yasasını uygulayarak, insanlığın en olgun düzeyine
eriĢeceği umudunda olan Pisagor'un takipçilerinden Eflatun, "o uzak gelecekte
tanrılar insanların mabetlerinde ikamet edecekler" demiĢtir.
Pisagor'a göre, mükemmel yani Kamil Ġnsan artık yeniden bedenlenmeyecek olan,
bu kısır döngüyü kırmıĢ insandır. Böyle insanların ruhları tamamen saflaĢmıĢ ve
Tanrısal IĢığa ulaĢmıĢtır. Genelde Kamil Ġnsanlar Tanrıya son kez ölümlerinin
neticesinde ulaĢırlar. Ancak bazen, Tanrısal IĢığı bünyesinde yaĢarken barındıran
insanlar da vardır. Bu tür insanlar, çok özel görevler için dünyaya geri
gönderilmiĢ yarı tanrılardır. Bu yarı tanrılar dünyaya, güzelliğin ve hakikatin ıĢığını
saçarlar.
UlaĢtıkları seviyeyi tüm yaĢama aktarmaları beklenen üstadların unvanı, aydın kiĢi
anlamına gelen "Intellectuel" dir.
Eflatun, M.Ö. 427'de Atina'da doğdu (11). O sırada Yunanistan, Ġsparta ile Atina
arasındaki savaĢlara kaynıyordu. Eflatunun ilk öğretmeni Sokrat oldu. Sokrat'ın
iyiyi, güzeli ve özellikle hakikati arayıĢı, aynı arayıĢın Eflatun'un yaĢamında en
belirgin unsur haline gelmesine neden oldu. Sokrat, hakikati aramak ve hiçbir
gerçeği halktan saklamamak Ģeklinde özetlenebilecek felsefesi nedeniyle,
kendisine teklif edilen, ünlü Delf mabedine inisiye edilme onurunu, ketumiyet
yemini etmesi zorunluluğu olduğunu öğrendiğinde geri çevirmiĢti.
Sokrat, hakikati arama yolunda o denli ileri gitmiĢti ki, toplumun oturmuĢ tüm
manevi ve dini değerlerini sorgulamaya baĢlamıĢ ve bu tutumundan vaz
geçmediği için ölüme mahkum edilmiĢti.
Sokrat'ın haksız yere öldürülmesi Eflatun'u derinden yaraladı ve, "onun hakikati
ifade etmekteki aczini Ģimdi daha iyi anladım" diyerek, Yunanistan'ı terk etti.
Eflatun, hocası gibi değildi. Gerçeğin sadece akıl yürütmekle, mantık kullanmakla
bulunamayacağının farkındaydı. O nedenle daha Sokrat sağ iken, Delf mabedinde
inisiye edilmeyi kabul etmiĢ ve onun ölümünden sonra da hakikati kaynağından
edinmek üzere Mısır'a geçmiĢti. Pisagor gibi Eflatun'un da Osiris mabedine
kabulünde bir güçlük çıkmadı. Ancak Eflatun, Pisagor gibi en üst derecelere
ulaĢamadı çünkü mabette yeterince kalmadı. Kısa bir süre Mısıra'da kalan Eflatun
ancak üçüncü dereceye kadar yükselebildi. Mısır'dan Ġtalya'ya geçen Yunanlı
filozof burada, varlıklarını halen sürdüren Pisagorcularla tanıĢtı. Pisagor'un
Yunan bilgelerinin en üstünü olduğunu bilen Eflatun, müridlerinden onun
öğretisini öğrendi. Ancak o bir Pisagoryen değildi ve bu nedenle tüm sırların
kendisine verilmesi imkansızdı.
Osiris rahiplerinden ve Pisagoryenlerden gerçeğin sezgi yoluyla
kavranabileceğim öğrenen Eflatun, herĢeye karĢın, gerçeği bulmaktaki tek yolun
mantık olduğunu savunan Sokrat'ın etkisiydeydi. Eflatun'un Ezoterik öğretiye
katkısı da akılcılığı öğreti içerisinde daha sağlam bir zemine oturtmak olmuĢtu.
Ezoterik doktrin, kullandığı semboller diliyle zaten her türlü doğmadan uzak
kalmayı baĢarıyordu. Ancak Eflatun ile, olaylara mantıksal yaklaĢım ve tüm
gerçeklerin akılcılıkla bağdaĢmaları gibi kavramlar daha bir güçlenmiĢ oldu.
Mabedin yıkımından sonra Simyagerliği seçen bir grup Mısır'lı rahip Kudüs'e
gittiler. Burada Musevi Esenniler'in arasına katılan bu rahipler ile, simya bilimi
Kabbalacılar arasına da girmiĢ oldu. Kudüs'ün M.S. 1188'de Selahaddin Eyyubi
tarafından iĢgali üzerine, bu kentte yaĢamlarını sürdüren simyagerlerin üyesi
olduğu tarikat, diğer Hristiyan ġövalye Tarikatleri ile birlikte Avrupa'ya geçti ve
burada kendilerine "ġark ġövalyeleri" adı verildi (13). Bu teĢkilatın daha sonra,
diğer ġövalye Tarikatleri gibi Masonluğa katıldığı söylenmektedir.
Kaynakça
22.11.2001
VII. BÖLÜM
Ġsa'nın doğduğu sırada, o gün bilinen dünyanın büyük bir bölümü Roma
Ġmparatorluğunun egemenliği altındaydı. Dinsel açıdan çok tanrılı inanç sistemini
kabul eden Romalılar, kendi tanrılarına karĢı hoĢ görülü olunması halinde, iĢgal
ettikleri toprakların halklarının inancına karıĢmıyorlardı. Bu sistem, birbirinden
farklı bir çok inancı imparatorluk bünyesinde barındırmakta son derece faydalıydı.
Ġnançlarında özgür bırakılan kavimler, yönetimin baĢına büyük dertler
açmıyorlardı. Bir tek istisna dıĢında;Yahudiler.
Yahudiler son derece katıydılar. Onlara göre bir tek Tanrı vardı ve onun dıĢında
baĢka tanrılar olduğunu söylemek en büyük günahtı. ĠĢte bu tutum, Romalılarca
kendi tanrılarının aĢağılanması olarak görüldü ve büyük tepki doğurdu. Öyle ki,
Roma yöneticileri Yahudileri dinsizlikle suçladılar ve imparator Septim Severus,
Yahudiliği, yani kendilerince dinsizliği yasaklayan bir emir yayınladı. Roma
lejyonları Yahudi halkın üzerine gönderildi. Baskı artırıldı. Yahudilik gibi daha
sonraki yıllarda tek Tanrı inancını savunan Hristiyanlık da aynı suçlamadan
kurtulamadı. Ta ki, imparatorluğunu yıkılmaktan kurtarmak için Hristiyanlığı seçen
Bizans imparatoru Constantin dönemine kadar.
ĠĢte Ġsa böyle bir ortamda dünyaya geldi. Roma baskılarından yılmıĢ olan Yahudi
halkı kurtuluĢu mucizelerde arıyor ve kendilerine Tevrat'da geleceği bildirilen
kurtarıcı Mesih'i dört gözle bekliyordu.
Kabul töreninde yeni üye, kendisine verilecek sırları ifĢa etmeyeceğine dair
ölümüne yemin ederdi. ĠĢte Esenniler'in Ġsa'yı reddetmelerinin arkasında, bu
yemine uymamıĢ olması yatmaktadır.
James Churchward, Ġsa'nın Tibet'te bulunduğu yıllar ile ilgili bilgiler veriyor.
Kendisini Naacaller hakkında aydınlatan rahip Rishi, Ġsa'nın Tibet rahipleri
arasında en üst dereceye kadar çıkmıĢ olduğunu söyledi. Churchward'a göre Ġsa,
Tibet'te Naacal dilini öğrendi ve ilk tek Tanrılı dini, Mu dinini ana kaynağından
gördü. Ġngiliz araĢtırmacı, Ġsa'nın ölürken söylediği son sözlerinin Naacal dilini
bildiğini ispat ettiğini öne sürüyor. Ġsa'ın son sözleri, "Eli, eli lama sabachtani"
(Allahım, Allahım beni niçin bıraktın) olmuĢtu. Churchward bu sözlerin yanlıĢ
anlaĢıldığını, Ġsa'nın gerçekte, ortadoğuda hiçkisenin anlamasına imkan olmayan
Naacal dilinde, "Hele, hele lamat zabac ta ni" (tükeniyorum, tükeniyorum yüzümü
karanlıklar kaplıyor) dediğini iddia ediyor (3). Churchward'a göre Ġsa'nın
öğretisine sembol olarak seçtiği Haç da Mu kökenlidir. Naacaller'in bu kutsal
sembolünü Ġsa da kullanmıĢtır.
Tibet'ten ülkesine dönen Ġsa, öğretisinin geniĢ kitlelere ulaĢmasını ve tüm Yahudi
halkının kurtuluĢunun bu yolla olmasını tasarlıyordu. Halkın mesih beklentisini
değerlendiren Ġsa, kendisini Tanrının oğlu olarak tanıttı. Ezoterik doktrin uyarınca
Ġsa, Kamil bir Ġnsandı ve Tanrıyla bir olmuĢtu. ĠĢte onun kullandığı "Tanrının Oğlu"
sembolü, bu gerçeğin ifadesiydi.
Ġsa, öğretisini cümleler haline getirilmiĢ sembollerle, mesellerle geniĢ halk
kitlelerine sundu çünkü halkın bu öğretiyi baĢka türlü benimsemeyeceğini iyi
biliyordu. Sevginin ve kardeĢliğin ön plana çıkarıldığı Ġsa öğretisindeki Ezoterik
içerik, Yuanna Ġncili'nde de görülmektedir. "Kimse yeniden doğmadıkça Tanrı
katını göremez" veya, "herkes sudan ve ruhtan doğmuĢtur" gibi cümleler, Yuanna
Ġncili'nin Ezoterik içerikli cümlelerinden sadece ikisidir. (Yuanna 3/2-5)
Sen Jan tarafından yazılan bu Ġncil, doktrinin iç yüzünü, Ezoterik yönünü ortaya
koymaktadır. Bu nedenle Yuanna Ġncili, Ezoterik öğreti yanlısı ġövalye
Tarikatlarınca kabul edilen yegane Ġncil olmuĢtur. Malta ġövalyelerinin bir diğer
adı, Sen Jan ġövalyeleridir. Protestanların benimsediği, Mason olan Hristiyanların
üzerine yemin ettikleri Ġncil hep Yuanna Ġncilidir (4).
ĠĢte bu aĢamada Roma'lı Hristiyanlar, kendileri gibi kardeĢlik, doğruluk, iyilik gibi
mefhumları savunmakta olan Collegia mensupları ile karĢılaĢtılar. Hristiyanlar,
çok tanrıcı Collegia mensuplarının tanrılarını birer aziz olarak kabul ederken,
Collegia üyeleri arasındaki kardeĢlik bağları da bu yeni gelenlerin birliklerinde
getirdikleri inançlar doğrultusunda kuvvetlendi. Hristiyanlar, Collegia'larda
kendilerine sığınacak yerler buldular ve varlıklarını sürdürebildiler. Batı Roma
imparatorluğu barbar akınları sonucunda yıkılınca, bu örgüt Doğu Roma
imparatorluğunda varlığını sürdürdü. Bizans'da Collegialar'ın himayesinde
varlığını devam ettiren Hristiyanlar, bu güçlü örgütlenme sayesinde dinlerini
resmi devlet dini olarak kabul ettirebildiler. Ġmparator Constantin, aleyhinde
giriĢimlerde bulunan çok tanrıcı unsurlara karĢı denge sağlamak amacıyla
Hristiyanları ve dolayısıyla Collegia örgütünü yanına çekmeye karar verdi.
Constantin, M.S. 313 yılında Milan fermanını yayınlayarak, önce Hristiyanların
inançlarında özgür olduklarını kabul etti. Sonra da Hristiyanlığı devlet dini olarak
ilan etti ve çok tanrıcılığı yasakladı.
Kaynakça
25.11.2001
VIII. BÖLÜM
ĠSLAMĠYET VE BATINĠLER
Ġslamiyetin doğuĢunda Ezoterik öğretinin etkisi, ayrı bir çalıĢmanın konusu olacak
kadar geniĢ kapsamlı bir incelemeyi gerektirmektedir. Bu nedenle, bu çalıĢma
çerçevesinde ancak özet bilgiler vermekle yetinmek zorundayız.
Saabi inançlı olan Ġsmail, Arabistan yarımadasının güney ucuna yerleĢti ve burada
Yemen Sabaaları devletinin ilk nüvesini oluĢturdu. Kısa sürede Arap
yarımadasının önemli bir bölümünü kontrolü altına alan bu kavimin yoğun
çalıĢmaları sonucunda barajlar ve su yolları yapıldı. Çöl, yeĢile dönüĢtürüldü ve
bir güneĢ kültü niteliğindeki Saabi inancının gereği olan perçok tapınak inĢa
edildi. ĠĢte Kabe de bu tapınaklardan birisi, GüneĢ'e atfen yapılmıĢ olması
nedeniyle, belki de en önemlisiydi.
Ġslamiyet'in, kutsal kitabı Kuran dıĢındaki en önemli kanun koyucusu, Hanif dinin
uygulanmakta olan ilkeleriydi. ĠĢte bu nedenle, zaman içerisinde çok farklılaĢmıĢ
olsa da, ilk kaynağın Ezoterik olması nedeniyle Ġslamiyet'te de bu öğretinin
izlerine sıkça ratlanır.
Ġslamiyetin Ezoterik öğreti ile ikinci karĢılaĢması, Mısır'ın Müslüman güçlerce fethi
sırasında meydana geldi. Ġslamiyet'in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu'ya
yayılmaya baĢladığı sırada Mısır'da halkın bir bölümü Hristiyan, bir miktarı Yahudi
ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Gerçi Osiris mabedi yıkılmıĢ
ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs'e geçmiĢlerdi ancak Ezoterik doktrin varlığını
kuĢaktan kuĢağa sürdürüyordu. Doktrinin baĢlıca kaynağı, Ġskenderiye'deki Yeni
Eflatuncu Ġskenderiye Okulu idi.
Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, muazzam Ġslam
orduları karĢısında fazlaca direnmeden teslim oldu. Halka iki seçenek tanındı, "ya
Müslüman olun ya da kılıçtan geçerilmeye rıza gösterin"... Onların Hristiyanlar ya
da Yahudiler gibi kendi dinlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların
gözünde Tanrı yoluna döndürülmesi gereken putperest kafirlerdi. BaĢka çareleri
yoktu, Müslüman oldular (1).
Bu inanıĢ biçimi Arapların zorla Müslüman yaptığı halklar arasında öyle yayıldı ki,
ġiilik-Alevilik adı altında, birbirine hiç benzemeyen ZerdüĢt Ġranlılar, Mısır'lı
Fatımiler, ġamanist Türkler aynı çatı altına toplandılar. Hepsinin de Ali yanlısı
görünmesine karĢın ġiiliğin Alevilikle, Batınilikle ve Dürzilikle benzeĢmemesinin
altında yatan gerçek budur. ZerdüĢt yanlıları, kendi dinlerinin birçok normunu
koruyarak ġii, ġamanist Türkler Alevi ve Mısır'lılar ile Ali'yi savunan diğer bazı
Arap kavimlerinin bugünlerdeki ardılları da Dürzi ya da diğer bazı Batıni
mezheplerin üyeleri olmuĢlardır.
ġamanist Türklerin Ġslamiyet'deki rolünü daha sonra incelemek üzere, Mısır'a geri
dönelim.
Ġsmaililerin hedefi, filozof Farabi'nin deyimi ile, "gerçek akıl devletini, kardeĢliğe
ve eĢitliğe dayanan bir cumhuriyeti kurmaktı". Ġmam Ġsmail'in ölüm yılı M.S. 760
olduğuna göre, Ġsmaili mezhebinin de bu tarihlerde kurulduğu sanılıyor. Ancak, 7
dereceli inisiasyona dayanan Ġsmaili örgütlenmesine, Ġsmaili ġeyh El Cebel'i,
Meymun oğlu Abdullah döneminde baĢlandığı biliniyor (9).
Ġlk Ġsmaili devleti, M.S. 874'de Hamat Karmat tarafından, Ġran körfezinin
güneyindeki Lasha'da kuruldu (10). YaklaĢık 150 yıl kadar varlığını sürdüren bu
devlet tamamiyle laikti. Lasha'da oruç tutulmaz, namaz kılınmazdı ve bir tek bile
cami yoktu. Karmatiler adı verilen ve bir meclis tarafından yönetilen bu devletin
orduları M.S. 929'da Mekke'yi iĢgal etti ve Kabe'deki kutsal kara taĢ "Haceri
Esved"i alarak Lasha'ya götürdü. Bu arada mezhebin ortadoğuya yayılmıĢ diğer
kollan da boĢ durmuyor, baĢta Bağdat olmak üzere tüm büyük Ġslam kentlerinde
gizli Ġhvan-ı Sefa dernekleri halinde örgütleniyorlardı. Karmatlar bir süre sonra
Bağdat ve tüm Mezopotamyayı kontrol eder hale geldiler. Bağdat'daki halife tam
anlamıyla bir kuklaya dönüĢmüĢtü ve ipleri de Lasha'daydı. Mutezile akımının
Bağdat'ta ortaya çıkıĢı iĢte böyle bir ortamda gerçekleĢti (l 1). Sünni Ġslami
otoritenin yokluğundan faydalanan sufiler her türlü dini ve siyasi fikri tartıĢır hale
geldiler. Öyle ki, Müslüman topraklarında Tanrının varlığı dahi ilk kez tartıĢılabildi.
10. yüzyılda, Bağdat hilafeti, yönetimi laikleĢtirmek zorunda kaldı. Halifeler,
teokratik birçok ayrıcalıklarının yanısıra, örneğin Cuma namazında adlarına hutbe
okutmaktan bile vaz geçtiler. Namaz kılma, oruç, haç gibi ibadet zorunlulukları
kaldırıldı. Alkollü içkilerin satıĢı serbest bırakıldı ve hatta domuz etinin
satılmasına izin verildi. Bu arada, kadınların da erkekler ile eĢit olduğu kabul
edildi.
Karmatlar, Bağdat hilafetinin ricası üzerine, Haceri Esved'i Kabe'deki eski yerine
koymayı kabul ettiler. Bağdat'da yönetim "Ümera" denilen, Ġhvan-ı Sefa
derneklerine dayanan sufilerin elindeydi (12). Ġslamiyetin baĢkentindeki bu özgür
ortam, Ġran'dan Türkistan'a ve Endülüs'e kadar birçok yerde yankılarını buldu. Bu
dönemde, "Dinlerin EleĢtirisi" ve "Peygamberlerin Aldatıcılığı" adları altında
felsefi eserlerin yayınlanması dahi mümkün oldu.
M.S. 909'da, Ġsmaili inançlı bir baĢka devlet, Fatimiler Mısır'da kuruldu. Karmetiler
gibi Fatimiler de, Ġsmaililiğin 6. derecesine sahip kardeĢlerden kurulu bir meclis
tarafından yönetiliyordu. Bu meclislerin baĢında 7. dereceye sahip Ġsmaili
Ģeyhleri, devlet baĢkanı konumunda yer alıyorlardı.
Fatimiler, Mısırlı eski sanatkar loncalarını ihya ettiler ve yeni bir örgütlenme ile
loncaları kalkındırdılar. "Ġzciler" anlamına gelen "Fütüvve" adı altında, genç
Ġsmaili sanatkarlardan kurulu muazzam bir askeri güç oluĢturuldu (13). Diğer tüm
Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi Fütüvve'de de derecelere dayalı bir sistem
esastı. Toplam 9 dereceden oluĢan Fütüvve teĢkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi
Tim Tarik, üçüncüsü Meyan Beste derecesi idi. 4. derece Nakip Vekili, 5. derece
Nakip ve 6. derece de BaĢ Nakip dereceleriydi ki, bu derece müntesiplerinin en
önemli görevleri askeri örgütlenmeyi düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti.
7. derece saliklerine kardeĢ anlamına gelen "Ahi" adı verilirdi. Türkler arasında
yaygınlaĢan Fütüvvenin yan kuruluĢu Ahiliğin, adını bu kaynaktan aldığı
sanılmaktadır. Fütüvve içinde Ahi'lerin görevleri Ģeyh yardımcılığı
mertebesindeydi. 8. derece, herbiri kendi teĢkilatının baĢında olan Ģeyhlerin
derecesiydi. 9. derece ise, tıpkı Ġsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir
tek kiĢiye, Ģeyhlerin Ģeyhine verilirdi. Tüm Fütüvve teĢkilatının lideri olan ve
sadece devlet baĢkanı konumundaki ġeyh el Cebel'e karĢı sorumlu olan bu
kiĢinin unvanı "ġeyhüssüyun" idi. Fütüvvenin, o sıralarda giderek güçlenen Sünni
inançlı Selçuklulara karĢı koyabilecek bir kuvvet olması amaçlanmıĢtı. Bu kuruluĢ
daha sonra, Selahattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da benimsendi
ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünniler de uyguladı. Yine bu örgüt, Ahilik adını alarak,
Türkler arasında yaygınlaĢtı (14).
Ġsmaililik'de de, diğer batini inanç kurumları gibi ketumiyet esastı ve yemin
iĢkence altında dahi bozulmazdı. Ġsmaililik'de Ġmamın Tanrının yeryüzündeki
tezahürü olduğuna inanılırdı. Ġmamlık soydan soya geçerdi ve Ġmamın söylediği
herĢey doğru, yaptığı her hareket haklıydı. Tarikatın lideri olan ġeyh el Cebel
(Doğanın Ģeyhi) Ġmam soyundan gelmekteydi.
Ġsmaililik inancına göre gökler ve yerler yedi kattır (15). Bu nedenle tarikatte
mükemmelliğe 7. ve sonuncu derece ile ulaĢılır. Bu derecenin sadece ġeyh el
Cebel'e verilmesi, onun mükemmelliğine ve Tanrı ile bir olduğu inancına
dayanmaktadır. Diğer Ġsmaililer en çok 6. dereceye kadar ulaĢabilirler. Yani, ancak
mükemmelliğe yaklaĢabilirler fakat hayattayken onu elde edemezlerdi.
Ġsmaililer, Tanrının salt ıĢık olan yüce bir varlık olduğuna ondan çıkmıĢ olan tüm
ruhların yine ona döneceğine inanırlardı. Onlara göre, 6. dereceye malik olabilmiĢ
kiĢilerin ruhları ölümden sonra Tanrıya dönme mutluluğuna eriĢirken, daha düĢük
dereceli kardeĢlerin ve sıradan insanların ruhları, gövdeden gövdeye geçerek
dünyada acı çekmeye devam ederlerdi. Ġsmaililer için yeryüzü cehennemin ta
kendisiydi. Bu nedenle de, Ģeyhlerinin emri üzerine kendilerini feda etmekten
çekinmezlerdi, çünkü, daha iyi bir hayata doğacaklarına inanırlardı.
Ġsmaili öğretisi, 7 dereceli bir tekamül zincirini içermektedir. Örgüte üye olmak
isteyen aday bir yıl boyunca incelemeye alınmakta, uygun görülmesi halinde özel
bir törenle inisiasyonu yapılmaktaydı. Ġnisiye edilenlere beyaz elbise giydirilir ve
sonsuz itaat ve ketumiyet yemini ettirilirdi.
Dördüncü derece "Dai-yi Ekber" yani, Büyük Dai derecesiydi. Dai-yi Ekber
derecesini alan müridlere "Baba" da denirdi. Onlar gerçek kapısından Tarikate
girmeye hak kazanmıĢlardı. Daha sonraki yüzyıllarda Yesevilik'te ve BektaĢilik'te
müridlere verilen "Baba" lakabı Ġsmaililer'in bu geleneğine dayanmaktadır. Dai-yi
Ekber'ler tüm Dai'lerin baĢı durumundaydılar. Onlar, Dai'ler kuruluna da baĢkanlık
ederlerdi.
Tarikatın gerçek sırlarının verilmeye baĢlandığı derece, "Tarikat kapısı" adı verilen
beĢinci dereceydi. Bu derecede tüm dinlerin, bu arada Ġslamiyet'in gereksizliği
anlatılır ve saliklerine, "bir yudum emenler" anlamına gelen "Zu Massa" denilirdi
(16).
Hüccet adı verilen ve "Hakikat Kapısı" denilen altıncı derece, bir Ġsmaili'nin
ulaĢabileceği son dereceydi. Bu derecede evrende varolan ikilik, Tanrının üçlü
vasfı ve kainatı meydana getiren dört büyük güç gibi Batıni doktrinin en önemli
sırları verilir, tüm peygamberlerin, diğer bütün din kurucular gibi sadece birer
Kamil Ġnsan oldukları öğretilirdi. Tanrısal nurun "IĢık" olduğunun belirtildiği bu
derecede ona ulaĢmak için derece salikleri ruhlarını arındırmak ve Kamil Ġnsan
konumuna yükselmekle mükelleftiler. Ġsmaililer, Tanrıya ancak altıncı derece
sahiplerinin mükümmel bir yaĢam sürdükten sonra, öldükleri zaman
ulaĢabileceklerine inanırlardı.
Ġsmaililerin bir tür bugünkü devamı niteliğinde olan Dür-ziler'in tarihi de, onların
Hristiyanlar ile ittifakından ve özellikle Templier ġövalyeleri ile iyi iliĢkilerinden
bahsetmektedir. Batıni doktrinden, kurucuları El Hakim'in Tanrı olduğu
dogmasına saplanarak uzaklaĢan Dürziler, öncülleri Ġsmaililer gibi beyaz
giyinirler. Ġnsanları, akıllılar ve cahiller olarak ikiye ayıran Dürzilere göre akıllılar
kendileri, cahiller de diğer insanlardır. Mezhebe kabul edilenlere "Akel" adı verilir.
Dürzilerin "Darasin" denilen ritüellerinde, gerçek kimliklerini özellikle sakladıkları
ve Müslüman olarak göründükleri açıkça belirtilmektedir.
Kaynakça
1- DURSUN Turan - "Din Bu" - Kaynak Yayınları - Ġtanbul 191 Cilt 2, Sf. 52
2- Eyüboğlu Ġsmet Zeki - "Tasavvuf- Tarikatlar - Mezhepler Tarihi" - Der Yayınları -
Ġstanbul 1990-Sf. 94
3- Eyüboğlu Ġ.Z. - Ġe- Sf. 05
4- Sever Erol - "Yezidilik ve Yezidiliğin Kökeni" - Berfin Yayınları - istanbul 1991 -
Sf. 48
5- MEZAHERĠ Ali - "Otaçağda, Müslümanların YaĢayıĢları" - Varlık Yayınları-
Ġstanbul 1972-Sf. 6
6- Mazaheri A. - Ġe - Sf. 7
7- Eyüboğlu Ġ.Z. - i- Sf. 385
8- Mazaheri A. - Ġe- Sf. 11
9- Eyüboğlu Ġ.Z. -Ġe- Sf. 379 l O-Mazaheri A. - Ġe-Sf. 119
11-Eyüboğlu Ġ.Z. - Ġe-Sf. 409
12-Mazaheri A. - Ġe-Sf. 122
13-Mazaheri A. - Ġe-Sf. 133
14- KÖPRÜLÜ Fuad - "Türk Edebiyatında Ġlk Mutasavvıflar" Diyanet ĠĢleri
BaĢkanlığı Yayınları - Ankara 1984 - Sf. 213
15- DOĞRUL Ömer Rıza - "Hasan Sabbah'ın Cennet Fedaileri" - Can Kitabevi -
Konya 1982-Sf. 18
16-Doğrul Ö.R. - Ġe-Sf. 20
30.11.2001
IX. BÖLÜM
Saabilik, ilerde inceleyeceğimiz ġamanizm gibi, ilk tek Tanrılı din olan Mu dininin,
yüce Tanrının Sembolü olarak kabul ettiği GüneĢi, Tanrının kendisi yerine koymuĢ
bir GüneĢ Kültüdür. Saabiler baĢta GüneĢ olmak üzere, yedi yıldız'a tapınırlardı.
Bunlar, en yüce tanrı olan GüneĢ tanrısı "ġamaĢ", onun eĢi olarak kabul edilen Ay
tanrıçası "Sin", Merkür tanrısı "Nabu", Venüs tanrıçası "ĠĢtar", Mars tanrısı
"Nergal", Jüpiter tanrısı "Marduk" ve Satürn tanrıçası "Ninutra" idi.
Kuran'da tek Tanrılı dinler arasında Saabilik de sayılmaktadır. (3) Bunun nedeni,
Ġslamiyet'in birçok söyleminin ve tapınım tarzının Saabilikten geliyor olmasıdır.
Namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme ve kutsal yerleri ziyaret etme, yani hac
gibi ibadet tarzlarının yanısıra, her namaz öncesi abdest alma gibi adetler hep
Saabi kökenlidir. Saabilikte, yedi gezegenin her biri için, günde yedi kez namaz
kılınırken, bu sayı Ġslamiyette beĢe indirilmiĢtir. Ay görününce oruca baĢlanması
ve izleyen ayın baĢında bitmesi geleneği Ġslamiyetten önce Saabiler arasında
görülmektedir.
Saabilik'te de, diğer Batıni ekollerde olduğu gibi sır saklamak esastır. Saabiler,
kendilerinden olmayanlara sırlarını kesinlikle vermezler. Saabiliğin yozlaĢmıĢ bir
devamı niteliğinde olan günümüz Yezidiliğinde aynı sır saklama prensibi olduğu
gibi korunmakta ve yabancılar topluluk içine kesinlikle alınmamaktadır.
Bir yandan Mısır Ġskenderiye okulu kökenli sufilerin görüĢlerine, diğer yandan da
Saabiliğe dayanan Ġsmaililik, Batıni inancın tüm Ġslam dünyasına yayılmasında
etken olmuĢtur. Ġsmaililik ġamanist Türkler arasında çok daha çabuk yayılmıĢtır
çünkü, ġamanizm'de Batıni bir yön zaten vardır.
Tüm semavi dinlerin ileri sürdüğü yaradılıĢ, varoluĢun yanlıĢ yorumlanmıĢ bir
biçimidir. Gerçeği kavrama gücünden yoksun olanlar, tüm varlıkların Tanrıdan
ayrı birer birim olduğunu öne sürerler. Bunun bir yanılgı olduğunu anlamak ancak
sezgi ile mümkündür ki, her birey kendi içine dönerek bu sezgi gücünü ortaya
çıkarabilir. Bu içe kapanıĢ sonucu önce Tanrısal sevgi uyanır, sonra da gönülde
Tanrısal nur açık seçik görülür. ĠĢle gerçek sır, Tanrıyı gönülde görmektir.
"Kendini bilen Tanrıyı bilir, kendini seven Tanrıyı sever" diyen Mansur, Sünni
otoritelerce sapkın olarak tanımlanmıĢ ve düĢüncelerinden vazgeçmesi için önce
kamçılanmıĢ, sonra derisi yüzülmüĢ ve en sonunda da Sünni inanırlar tarafından
taĢlanarak öldürülmüĢtür.
Mansur'un inancı uğuruna ölümü seçmesi sufiler arasında derin izler bırakmıĢ ve
onun ölümü ile sufi akım içine kapanacağına, ĢahlanmıĢtır.
Özellikle Anadolu sufileri üzerinde etkisi bakımından önemli olan bir baĢka Ġslam
filozofu da Feridettin Attar'dır (5).
M.S. 1119'da NiĢapur'da doğan ve 1193'de aynı yerde ölen Attar'ın önemi, Batıni
görüĢleri içeren "Mazhar'ül Acaib" adlı bir eser bırakmıĢ olmasıdır. Bu eseri
nedeniyle dönemin yetkililerince putperestlikle suçlanan Attar, öldürülme
tehlikesi altında ülkesinden bir süre için ayrıldı. Yöneticilerin değiĢmesinden
faydalanan Attar NiĢapur'a geri döndü ve öğretisini yaymaya devam etti.
Attar, ülü eseri Mazhar-ül Acaib'de, "Tanrı görünmeyen durumda iken, kendisine
olan sevgisi yüzünden görünür olmak istedi.
Böylece Tanrısal sudur baĢladı ve tüm varlık türleri oluĢtu. Sevgi, bu oluĢun
kaynağıdır, ilk nedenidir" demektedir.
Attar da, diğer Batıni doktrin yanlıları gibi, ruhun çeĢitli aĢamalardan geçerek
olgunlaĢtığını ve en sonunda Kamil Ġnsan olarak Tanrıya kavuĢtuğunu
savunmaktadır. Attar'ın bu görüĢleri Anadolu mutasavvıfları Yunus Emre ve
Mevlana'yı derinden etkilemiĢtir.
Hayyam, Ġran'ın o dönemde ıĢık kaynağı olan NiĢapur'da M.S. 1050 yılında doğdu.
Sanatkar ruhlu Hayyam, diğer sufilerden daha farklı bir yaĢam seçti. ġaraba
düĢkünlüğüyle tanınan ve sufi tekkeleri yerine Ģaraphaneleri ziyaret eden
Hayyam, Türk illerini, Semerkant ve Ġsfahan'ı gezdi. Hayyam'ın cebir dalında
çalıĢmaları olduysa da görüĢlerini günümüze Ģiirleri yani rubailer ile ulaĢtırdı.
M.S. 1122'de ölen Hayyam'ın düĢünceleri hakkında baĢka birĢey söylemeye gerek
yoktur.
YESEVĠLĠK
Batıni doktrinler tarihi açısından önem taĢıyan bir baĢka mutasavvıf, kendisinden
sonrakilerin yönünü çizmiĢ olan Türk sufisi Ahmet Yesevi'dir. Yesevi'nin
yaĢamına ve görüĢlerine geçmeden önce, Orta Asya Türklerinin, Ġslamiyetin
yayılma yıllarındaki durumlarına ve inançlarına göz atmak gerekir.
Kadim Uygur imparatorluğunun mirasçıları olan Orta Asya Türkleri, bir güneĢ
kültü olan ġaman dinine bağlıydılar (7). Naacal öğretisinin binlerce sene içindeki
bozulmuĢ bir ifadesi olan ġaman dinine göre, Türkler, aynı Tanrının eril ve diĢil
ifadeleri olan GüneĢ ve Ay'dan doğmuĢlardır. ġamanizm'in rahipleri ġamanlar,
GüneĢ ve Ay tapınım törenlerinde kırmızı külah giyerler, kopuz çalarlar ve dans
ederlerdi. Benzeri uygulama, ġamanist Türklerin devamı olan Anadolu
Alevilerinde ve ayrıca Mevlevilerde de görülmektedir.
ġaman olabilmek, uzun bir inisiyatif yolu takip etmeyi gerektirirdi. ġaman adayları
özel törenlerle rahipliğe kabul edilir ve ancak görsel sırları aldıktan sonra ġaman
sıfatını kazanabilirlerdi. ġamanizme göre evrende her Ģeyin bir ruhu, canı vardı.
Dağlar, göller, ırmaklar ormanlar hep canlı olarak kabul edilir ve ağaçlara kutsallık
yüklenirdi. GüneĢ ve Ay, onların ortaya çıkmasına sebep olan en büyük Tanrının,
Kara Han'ın oğlu olan Gök Tanrı "Ülgen'in birer sembolüydü (8). ġamanlar, Gök
Tanrı Ülgen'e ulaĢılabilmek için içlerine kapanır ve vecde ulaĢmaya çalıĢırlardı.
ġaman deyimi de rahiplerin bu hallerinden gelmekteydi ve "kendinden geçmiĢ
kiĢi" anlamındaydı.
Gök Tanrıyı akılla algılamak mümkün değildi. Onun için GüneĢ ve Ay'ın, Tanrı
Ülgen'in temsilcileri olarak saygı görmeleri, onlara tapınılması gerekliydi. Ġnsan ile
doğa arasındaki iliĢkilere, insan ile insan arasındaki iliĢkiler kadar özen
göstermek gerekirdi çünkü bir taĢ, ağaç ya da nehrin ruhu, bir insanın ruhundan
daha aĢağıda değildi.
Eski bir Türk destanı olan "Oğuz Kaan Destanı"nda, Türklerin doğuĢu efsanesi
Ģöyle anlatılmaktadır: (9)
"Oğuz Kaan, Tanrı Ülgen'e yakarırken, gökten bir ıĢık belirdi. Bu göksel ıĢığın
ortasında bir kız vardı. Bu kız Oğuz'a üç çocuk doğurdu. Adlarını GüneĢ, Ay ve
Yıldız koydular." Bunlar, gökten yere inen ruhu remzetmek üzere, ucu aĢağı
dönük bir üçgenle sembolize edilmiĢtir.
"Daha sonra, Oğuz Kaan ormanda dolaĢırken, bir ağaç kovuğundan bir baĢka kız
çıktı. Bu kızdan da üç çocuğu oldu. Bulara da gök, dağ ve deniz adlarını verdiler.
Bu altı çocuktan Türk nesli doğdu". Destanın ikinci bölümünde yer alan, ağaç
kovuğundan çıkan kız doğanın, dolayısıyla evrenin sembolüdür. Ondan doğan üç
çocuk da, gök Havanın, dağ Toprağın ve deniz de Suyun sembolüdürler ve üç
çocuğun simgesi de, ruhun gökyüzüne, yani Tanrıya döneceğini.gösteren ucu
yukarı bakan üçgendir. Her iki üçgenin birleĢimi, eski bir Mu simgesi olan altı
köĢeli yıldızı, Tanrısal adalet yıldızını verir.
Tüm bu ipuçları, Orta Asya Türklerinin tek Tanrılı bir inanıĢ olarak kabul
edilebilecek "Gök Tanrı" dinine inandıklarını göstermektedir. Ülgen'in altındaki
tanrılar ancak, ikincil dereceli tanrılardır. Buna karĢın, bu tek Tanrı inancı
Müslümanları tatmin etmemiĢtir. Zaten Ġslam peygamberi Muhammed, kendisi
Türkleri tanımamasına rağmen, onları düĢman ilan etmiĢtir. "Kıtat Ül Türk" baĢlığı
taĢıyan bir hadisinde Muhammed, Türklerle savaĢmanın özel bir anlamı olduğunu,
kıyametin ancak, Müslümanların Türkleri öldürmelerinden sonra kopabileceğini
söylemiĢtir (40). Buhari'nin, "Es Sahih Kitabül Cihad" adını taĢıyan, peygamber
hadislerini derleyen eserinde Muhammed'in, "geniĢ yüzlü, küçük gözlü, basık
burunlu, yüzleri kalkan gibi Türklerle öldürüĢmedikçe kıyamet kopmaz" dediği
belirtilmektedir. Bu hadis uyarınca Arap orduları Türk topraklarına girmiĢ ve "kafir
Türklerle öldürülmüĢlerdir". Ancak, kıyamet kopmamıĢ, netice Türklerin
Müslümanlığı kabulü olmuĢtur.
Emeviler yönetimi sırasıda Türkistan'a giren Arap orduları son derece ırkçı
davranmıĢlar ve onların bu tutumu Türk halkının büyük tepkisine yol açmıĢtır (11).
Ġki ulus arasında çok uzun süren kanlı savaĢlar meydana gelmiĢtir Kentlerde
yaĢıyan Türk halkı, iĢgalci Arapların bazı vergi muhafiyetleri tanıması neticesinde
ve yoğun baskılar altında daha çabuk Ġslamiyete geçerken, göçebelerin
ġamanlıktan kopmaları ve Müslüman olmaları daha uzun bir süreç almıĢtır.
Sonunda kabul ettikleri Müslümanlık da, sadece görünürde Müslümanlık
olmuĢtur.
Arapların zengin Orta Asya kentlerini iĢgali M.S. 630'larda baĢladı. Özellikle Halife
2. Yezid döneminde Türk hakanı Su-Lu'nun Arap ordularına yenilmesi,
Müslümanlığın Türk topraklarına bir daha çıkmamacasına yerleĢmeye
baĢlamasına yol açtı (12). Araplar, Orta Asya Türklerinden bir bölümünü, köle
asker olarak kullanmak üzere ülkelerine götürdüler. Arapların bu tutumu hiç de
ummadıkları bir neticeye yol açtı. Büyük bir Türk göçü baĢladı ve zaman
içerisinde, Arap egemenliğindeki toprakların tamamı Türklerin yönetimine geçti.
Araplar için geçen yüzyılın sonuna kadar bitmeyecek Türk egemenliği baĢlamıĢ
oldu.
Bu arada meydana gelen bir olay, Türk-Arap yakınlaĢmasına ve daha çok sayıda
Türk'ün Ġslamiyeti kabulüne yardımcı oldu. Orta Asya'da Çin-Türk rekabeti
yüzyıllardır sürmekteydi ve M.S. 700'lerde Çin, Batı Türkistan'ın önemlice bir
bölümünü ele geçirmiĢti. Aradan 50 yıl kadar geçtikten sonra Çinlilerin yeni bir
saldırı baĢlatmaları üzerine Türkler, Abbasi'lerden yardım istediler. Arapların
bölgedeki ordusunun yardımı ile Türk kuvvetleri TalaĢ meydan savaĢında Çinlileri
yendi ve Batı Türkistan Çin'in elinden kurtarıldı.
Ahmet Yesevi, 12. yüzyılda böyle bir dönemde dünyaya geldi (14). Horasan ve
civarında Ġsmaili Dai'lerinin yanısıra, yine aynı mezhebe bağlı Fütüvve örgütü de
son derece yaygındı. Kendisi de, inisiye edilmiĢ bir Ġsmaili Dai'si olan Yesevi,
Horasan Ġsmaili tekkesinin Ģeyhi konumuna yükseldi. Yesevi müridleri halk
arasında Horasan erenleri ya da "Baba Erenler" olarak tanındılar (15). Diğer
Ġsmaili dergahlarında olduğu gibi Horasan tekkesinde de müridlerin Ģeyhin
emirlerine kesinlikle uymaları, sembolleri ve sırları anlayabilecek olgunluğa
gelmek için öğreticilerini sabırla dinlemeleri, sözlerinde ve eylemlerinde kesinlikle
doğru olmaları ve ser verip sır vermemeleri beklenirdi.
Ahmet Yesevi, her ne kadar bir Ġsmaili Dai'si idiyse de, kendi tekkesinde bazı
değiĢiklikler yaptı. Mesela, altı aĢamalı olan öğretiyi, Fütüvve teĢkilatlarını örnek
alarak, dokuz aĢamaya çıkardı. Yesevi müridinin Ģeyh unvanı alabilmesi için bu
dokuz aĢamayı geçmesi ve kurtuluĢa ulaĢması Ģarttı. Bu dokuz aĢama Ģöyle
sıralanıyordu:
1-Tövbe edenler,
2- Bilginler,
3- Zahidler,
4- Sabirler (Sabredenler),
5- Salihler (Kurtulanlar),
6- Raziler,
7- ġakirdler (Öğrenciler),
8- Muhibler (Ġstekliler),
9- Arifler (Gönül Erenleri) (16).
Her biri birer derece niteliğinde olan bu aĢamaların maliklerine verilen adlar,
Yesevi'nin bir Ġsmaili olduğunun göstergesidir.
Yeseviliğin son basamağı olan Ariflerin hedefi, Tanrısal gerçeğe ulaĢmak, ruhun
tekamülünü sağlayarak Tanrı ile bir olmaktır. Yesevi'ye göre bunun yegane
yöntemi içe kapanmaktır. Yüce Tanrıyı us ile anlamanın imkanı yoktur. Bunun için
Arif kiĢi içine dönmeli ve sezgi gücüyle, kendinde var olan Tanrıyı içinde
aramalıdır.
Ġçe kapanıĢ, kendi benliğini bir yana atmayı, Tanrıdan baĢka bir varlık
düĢünmemeyi ve bu düĢünce akıĢının mümkün olduğunca kesilmemesi için elden
geldiğince azla yetinmeyi gerektirir. Ġçe kapanıĢla sağlanan derin sezgi, ruhu
Tanrıya ulaĢtıran sevginin uyanmasına olanak sağlar. Ġçe kapanan Arif (Kamil)
kiĢi, üç aĢamadan geçer: Kendini bilme; Gerçeği kavrama; Tanrıya ulaĢma. ĠĢte
bu noktada Kamil Ġnsan artık Tanrıyla bir olmuĢtur.
Bu arada, Türk illerinde baĢlayan Moğol akınları, Türklerin büyük dalgalar halinde
batıya göç etmelerine neden oldu. Türkmenlerle birlikte, Türk illerinde yaygın olan
Ġsmaili Daileri de batıya göç ettiler. Türkmenlerin büyük çoğunluğu Selçuklu
yöneticiler tarafından, Bizans ordularının yenilmesinden sonra, iki ülke arasında
tampon oluĢturmaları için Anadolu topraklarına yerleĢtirildiler. Ancak, Sünni
inançlı Selçuklu yöneticileri için kuĢku uyandıran, yer yer korkulan topluluklar
oldular. Alevilerin doğal müttefiki Ġsmaililer ise, Selçuklu devletini yıkabilmek için
ellerinden geleni yapıyorlardı. Ġsmaililiğin son kalesi olan Alanı ut'tan Hasan
Sabbah fedaileri, Selçuklu yöneticilerine ve dönemin diğer önde gelen Sünni
liderlerine karĢı suikastlerini sürdürüyorlardı (17). Alam ut kalesi, 1256 yılına
kadar Sünnilerin korkulu rüyası olmaya devam etti. Bu tarihte, Hülagü Han
komutasındaki Moğol orduları kaleyi zaptetti ve fedailerin büyük bölümünü
kılıçtan geçirdi. Bu katliamdan kaçabilen Ġsmailliler, Anadolu'daki yandaĢlarının
yanına sığındılar ve Ġsmaillilik önemli bir güç olmaktan çıktı.
Ancak, Selçukluların Türkmenlere geniĢ bir özgürlük tanımaya hiç niyetlen yoktu.
Sünni yöneticiler, Türkmenlerin de aynı görüĢe gelmelerini sağlamak için her
türlü baskıyı uyguluyorlar, Aleviliği sapkınlık olarak nitelendiriyorlardı. Bu
baskılardan bunalan Türkmenlerin karĢısında, Moğol akınları sonucu yıkılmıĢ
Büyük Selçuklular yerine, daha zayıf olan Anadolu Selçuları kalmıĢtı. Sürekli
Moğol akınları Ģehirlerdeki ticari hayatı felce uğratmıĢ, Türkistan'a yayılması ile
Ahilik adını alan Fütüvve kuruluĢları için sıkıntılı günler baĢlamıĢtı. Ahi kelimesi
Arapça'da "KardeĢ" anlamına gelmektedir.
Yesevi tarikatının en üst derecesi olan "Baba"lığa ulaĢmıĢ Ġlyas'a göre gerçek
olan bu dünyaydı. YaĢamdan sonra baĢka dünyalarda ödüllendirme ya da
cezalandırma yoktu. "ġeriat'ın saçma hükümlerine uymaya gerek yok" diyen Ġlyas,
toplumda kadın-erkek ayrımı gözetilemeyeceğini, bütün insanların eĢit olduğunu
ancak sultanların bu eĢitliği kuvvete dayanarak bozduklarını söylüyordu.
Baba Ġlyas'ın isyan çağrısına koĢan göçmenlerin baĢında, yine bir baĢka Yesevi
Baba'sı olan, Baba Ġshak bulunuyordu. Baba Ġshak'ın çevresinde kısa sürede,
Alevi Türkmenler, Ġsmaililer, Saabi inanırları ve Ahiler'den binlerce kiĢi toplandı.
Ġshak komutasındaki bu kuvvet bir çok kere, üzerlerine gönderilen Selçuklu
ordularını yendi. Baba Ġlyas bu sırada Amasya'da Selçukluların elinde tutsak
bulunuyordu. Ġshak kuvvetleri onu kurtarmak üzere Amasya'ya yönelince
Selçuklular yeni bir ordu kurarak, Ġshak kuvvetlerini yendiler ve neredeyse
hepsini kılıçtan geçirdiler. Böylece, tarihe "Babailer Ġsyanı" olarak geçmiĢ olan
halk ayaklanması bastırıldı (21).
Babailer Ġsyanı her ne kadar yenilgiyle sonuçlandıysa da, Aleviliğin bir kurum
olarak Anadolu'da ne denli yaygın ve yerleĢmiĢ olduğunu da ortaya koydu. Daha
sonraki yüzyıllarda, Selçukluların devamı niteliğindeki Osmanlılar, Yavuz Sultan
Selim'in Hilafeti ele geçirmesi ile Sünni Ġslam dünyasının lideri konumuna
yükseldiler. Buna karıĢın Osmanlı Ġmparatorluğunda da Alevi isyanları hiç eksik
olmadı. 1519'da Yozgat'daki Babai tekkesinin Ģeyhi Baba Celal'in ayaklanması ile
baĢlayan Celali isyanları yüzyıllarca sürdü. Ünlü ġeyh Bedrettin ayaklanması da
Osmanlıları sarsan bir baĢka Batıni ayaklanmasıydı.
Alevilik öğretisi dört ana baĢlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki, tüm varlıkların
Tanrıdan sudur ettiğine inanmak, ikincisi Kamil Ġnsan teorisi, üçüncüsü Ali aĢkı
ve sonuncusu da ġeriatın reddidir (23).
Aleviler, "HerĢeyin Tanrının bir parçası olduğunu bilirseniz, Ģeriat tarafından
yasaklanan Ģeylerden vaz geçmeye, örneğin içki içme yasağına uymaya gerek
yoktur" derler. Alevilere göre bugün kullanılan Kuran gerçek Kuran değildir.
Muhammed'in Kuranı, Halife Osman döneminde Osman ve yandaĢlarınca, kendi
çıkarları doğrultusunda değiĢtirilmiĢtir.
Anadolu Alevileri ile Ġran ġiileri, birbirlerinden çok farklı inanç sistemlerine sahip
olan iki ayrı topluluktur. Her iki mezhebin Ali yandaĢı olmaları, onların daima aynı
kampta bulundukları ididasıyla ele alınmalarına yol açmıĢtır. Ancak, ZerdüĢt
dininin etkisinde kalan ve bu dinden bazı bölümleri Ġslami inanç sistemine sokan
ġiilerin, zaman içinde Ģeriatın büyük bir bölümünü kabul etmiĢ olmalarına karĢın,
Batıni doktrin yanlısı Aleviler Ģeriatı hiçbir zaman kabul etmemiĢlerdir.
Aleviler Tanrısal vahiye inanmaz. Onlara göre Tanrının en büyük vahiyi doğa ve
düĢünen insandır. ġimdiye kadar yazılmıĢ her Ģey insanların eseridir. Özellikle
kutsal kabul edilen metinlerin yazanları da, Kamil Ġnsanlardır. Bu nedenle, bu
metinlerin Tanrısal kabul edilerek dogmalaĢtırılmasına, bazı parçaları alınarak,
bunlarla zorunlu bir yaĢam biçimi belirlenmesine kesinlikle karĢıdırlar.
Aleviler tarihin her döneminde dünya üzerinde 300 dolayında Kamil Ġnsanın
yaĢadığına, bugün de üç aĢağı beĢ yukarı aynı sayıda Kamil Ġnsanın yeryüzünde
bulunduğuna inanmaktadırlar. Alevilikte en önemli Batıni inanç sudur teorisi ve
Kamil Ġnsan inançlarıdır. Bu konular kitap boyunca birkaç kez ele alınmıĢ
olmasına rağmen, Alevilerin düĢünce yapısını daha iyi anlayabilmek için, onların
bu teorileri yorumlayıĢ tarzını incelemek yararlı olacaktır.
"Tanrı ilk aĢamada kendi bilincinde değildi. Kendisini seven ve bilme ihtiyacı
içinde olan Tanrı, üst düzeyde bir bilince ulaĢmak için kendisiyle yabancılaĢtı.
Özünden hiçbir Ģey kaybetmeksizin tüm evren, bir ıĢık ve sevgi yumağı olan
Tanrıdan fıĢkırdı.
Ġkinci aĢamada Tanrının kiĢiliğinin üç farklı yönü ortaya çıktı. Hermes rahipleri bu
üçlemeye Osiris, Ġsis ve Horus derken Hristiyanlar, Baba-Oğul ve Kutsal ruh
olarak kabul ettiler. Aleviler ise, daha önce gördüğümüz gibi üçlemeyi Allah-
Muhammed- Ali diye adlandırdılar.
Üçüncü aĢamada "Aklı Evvel" ortaya çıktı. Aklı Evvel, tüm evreni ve bu arada
dünyayı kaostan kurtarıp düzenli bir forma sokan kutsal güçlerin bütünüydü ve
niteliğinden dolayı ona, "Evreni inĢa eden usta" da denilmekteydi.
Aleviler, Kamil Ġnsan hedefine ulaĢmak için Tanrıdan fıĢkıran ruhların geliĢmek
zorunda olduklarına inanmaktadırlar. Südurun ilk sonucu olarak mineraller
oluĢmuĢtur. Devrin ileriye doğru devam etmesi gerekmektedir. Minerallerden
bitkiler, bitkilerden hayvanlar meydana çıkmıĢ ve hayvanların en üst
basamağındaki maymundan da insan türemiĢtir. Ruhun, Kamil Ġnsan hedefine
ulaĢana kadar devamlı beden değiĢtirdiğine, insanların yeryüzündeki
yaĢamlarının Kamil Ġnsan hedefine ulaĢmak için yegane yol olduğuna, bu nedenle
de insanların iyi ve dürüst olmaları gerektiğine de inanılmaktadır.
Alevi inancına göre Tanrısal nura ulaĢmadan önce her ruh Ģu 14 aĢamayı geçmek
zorundadır:
Alevilerin Ali ve 12 imam inancı konumuzun dıĢındadır. Ancak Alevilerin Ali'ye bir
birey olarak değil, Tanrısal Kelam olarak inandıklarını belirtmekle yetinelim ve bu
kurumun örgütlenmiĢ biçimi olan BektaĢiliği ve kurucusu Hacı BektaĢi Veli'yi
inceleyelim.
BEKTAġĠLĠK
Hacı BektaĢi Veli, 1210 yılında Horasan'da doğdu (25). Burada Yesevi tarikatine
katılan ve "Baba"lığa kadar yükselen Veli, 1240 yılında diğer Yesevi Babalan ve
Ġsmaili Daileri ile birlikte Anadolu'ya geldi. Burada yakın dostu Baba Ġlyas'ın
yanına gitti ve Amasya'ya yerleĢti. Babailer isyasının arka plandaki
örgütleyicilerinden olduğu sanılan Veli, fazla deĢifre olmaması sayesinde büyük
katliamdan kurtuldu. Anadolunun birçok yerini dolaĢan Veli, sonunda KırĢehir'in
Sulucakaracahöyük bucağına yerleĢti ve Yeseviliğin devamı niteliğinde olan
BektaĢiliği yaymaya baĢladı. Babailer isyanından sağ kurtulan Yeseviler ve
Ġsmaililer kısa sürede Hacı BektaĢ etrafında toplandılar. 1271'de aynı yerde
öldüğünde çevresinde binlerce müridi vardı.
Diğer Batıni ekollerde olduğu gibi BektaĢilikte de ruh ölümsüzdür. Ruh gövdeye
sonradan girmiĢtir ve geldiği Tanrısal kaynağa geri dönecektir. Ruh gövdeye
sadece dirilik sağlamakla kalmaz, anlayıĢ, hatırlama, bilme, tanıma, düĢünme ve
akıletme gibi yetilerin de kaynağıdır.
Ġnsan, yaĢadığı ortamda bağımsız bir varlıktır. Onun görevi alçak gönüllü
davranmak, özünü arındırmak, olgunlaĢmak, gösteriĢten uzak durmak ve yüreğini
doğa, insan ve Tanrı sevgisiyle doldurmaktır. Ġnsani bedenler amaç için sadece
birer vasıtadır. Bu nedenle insanları kadın-erkek diye ayırmak, ya da sosyal
konumlarına veya ırklarına bakarak küçük görmek yapılabilecek en büyük
yanlıĢtır. Kadın-erkek tüm insanlar eĢittir. Tüm dinler insanı olgunlaĢtırmak, barıĢ
ve kardeĢliği yaymak içindir. Oysa zamanla dinlerin bu anlamları değiĢtirilmiĢ ve
katı, çekilmez kurallar getirilerek insanların yaĢamları kısıtlanmıĢ, kendilerini
geliĢtirme imkanlarının önüne set çekilmiĢtir. Gerçek yasaklar, Ģeriatın
öngördükleri değil, tarikatın temel ilkelerine aykırı davranıĢlardır.
BektaĢilikte ketumiyet esastır. BektaĢilerin törenleri halka açık değildir. Gizli, özel
ritüelleri vardır ve bunlardaki "BektaĢi Sırrı" büyük bir özenle korunur. Ritüeller
açısından Velayetname'nin özel önemi vardır. Ancak BektaĢiliğin son biçimi ile
kurumlaĢması, M.S. 1500'lerde, dönemin BektaĢi Ģeyhi Balım Sultan tarafından
yapılan bazı düzenlemeler neticesinde mümkün olmuĢtur.
Bir BektaĢi müridi, öğretiyi ancak bir mürĢidin yardımı ile anlayabilir. MürĢidin
(rehberin) varlığı kesinlikle zorunludur. Bu nedenle yeni giren mürid'in mürĢidine
mutlak itaati, ona tamamiyle teslim olması son derece doğaldır. Tarikatın
sembollerinin ve pratiklerinin anlaĢılması ancak onunla mümkün olur. BektaĢi
öğretisi, mürid'in yaĢadığı toplum içinde öğrendikleriyle çok ters olduğu ve
özellikle de Ģeriat öğretileriyle son derece uyumsuz bulunduğu için yeni gireni
olası bir Ģoktan korumak amacıyla rehberlik sistemine büyük önem verilmiĢtir.
MürĢid üç sıfat ile tanımlanabilir; Mürebbi, öğretmen ve eğitici. Diğer bir deyiĢle
Ģeyhin temsilcisi, öğretmen üstad ve ruhsal yaĢam sanatında örnek alınacak kiĢi.
MürĢidin varlığı ile, BektaĢilik sırrı yaĢanan bir olgu haline gelir. Müridden
beklenen yegane Ģey zihnini sürekli açık tutarak, öğrenmesi ve öğrendiklerini en
büyük sır olarak saklamasıdır.
Hacı BektaĢ, Tanrıdan varolan insanları dört grupta toplar. Bunlar Tanrıya ulaĢma
konusunda farklı yöntemler uygulayan insanlardır. Birinci grupta, gerçeği Tanrıya
ibadette arayan sofu kiĢiler vardır ve dünya üzerindeki insanların oldukça önemli
bir bölümü bu gruptandır. Ġkinci grupta tarikatın yolunu uygulayan ancak
sofuluktan kurtulamayanlar, üçüncü grupta Tanrı hakkındaki sırları bilme
ayrıcalığına sahip, ermiĢler ve nihayet sonuncu grupta da Tanrı ile birleĢmiĢ
olanlar yer alır. ĠĢte BektaĢilikteki bu dörtlü inanç biçimine, "Dört Kapı Öğretisi"
denilmektedir. Bir BektaĢi, bu dört kapıdan geçmeden Kamil Ġnsan olamaz.
Ġlk kapı, ortodoks dinsel yasaların öğretildiği ġeriat kapısıdır. Bunu, tarikatın gizli
pratik ve sembollerinin verildiği Tarikat Kapısı ve mistik Tanrı biliminin öğretildiği
Marifet Kapısı izler. BektaĢi için gerçek ancak dördüncü kapı olan Hakikat Kapısı
ile gözler önüne serilir.
ġeriat kapısında Ġslam dininin temel ilkeleri, Aleviliğin genel koĢulları ile "Allah-
Muhammed- Ali" üçlemesinin gizemi öğretilir. Bu kapının (derecenin) müdirlerine
"Beloğlu" ya da "AĢık" denir. AĢık henüz nasip almamıĢ kiĢidir. ġeriat kapısının
10 basamağı Ģöyle sıralanır:
1- Ġman etmek,
2- Kuran öğrenmek,
3- Namaz, oruç, zekat, haç gibi zorunlu görevleri yerine getirmek (bu zorluluklar
bir sonraki kapıda kalkar),
4- Dürüst davranmak,
5- Evlenmek,
6-Cinsel yaĢamdaki yasakları bilmek,
7- Muhammed'e ve onun cemaatine uymak,
8- Herkese Ģevkatli davranmak,
9- Her türlü temizlik kaidesine uymak,
10- Emirler ve yasaklara itaat etmek.
ġeriat kapısı koĢullarını tam olarak uygulayan ve mürĢidinin de onayı ile ikinci
dereceye, Tarikat Kapısı'na geçen müride verilen unvan artık "Yol Oğlu" ya da
seven bir dost anlamına gelen "Muhip"tir. Bir muhip ilk iĢ olarak Pir'e bağlılık
yemini etmek ve bundan önceki tüm günahları için tövbe etmek zorundadır.
Bundan sonra muhip, mürĢidi tarafından tarikat kuralları hakkında eğitilir ve bu
kuralları anladığını, kabul ettiğini göstermek üzere saçlarını kestirerek, giysilerini
sadeleĢtirir. Bu kapının dördüncü basamağını çok sıkı bir çalıĢma ve disiplin
terbiyesi, beĢinci basamağını da mürĢide ve tüm kardeĢlere hizmet oluĢturur.
Altıncı basamakta muhip alçak gönüllü davranmak ve Tanrıdan korktuğunu ihsas
etmek durumundadır. Yedinci basamakta Tanrı korkusundan ona sığınarak
kurtulan muhip için daha sonraki sekizinci aĢama, dikkatli ve ölçülü davranmayı
öğrenmektir. Dokuzuncu basamakta maneviyat ve sevgi üzerine bilgisini
yoğunlaĢtıran muhip son basamakta sevginin Tanrısal yönünü tanımakta ve bir
üst dereceye geçmeye hak kazanmaktadır. Görüldüğü gibi, Ġslam Ģeriatına uyma
zorunluluğu daha ikinci derecede sona ermektedir. Kadın ve erkeklerin birlikte
katıldıkları bu derecede yapılan törenlere "Ġkrar ayini" ya da "Ayin'i Cem" adı
verilir.
Üçüncü derece, Marifet Kapısıdır. Derece saliklerine "DerviĢ" adı verilir. Marifet
Kapısı töreninin adı "Vakfı Vücut" törenidir. Dereceyi almak için bazen on yıl dahi
bekleyen DerviĢ'e bu törende tarikatın resmi tacı giydirilir.
YaklaĢık 700 yıl Sünni yönetimin baskısı altında yaĢayan Aleviler ve BektaĢiler,
Mustafa Kemal ile birlikte bu baskılardan kurtulma Ģansı doğunca, buna dört elle
sarıldılar. Atatürk, KurtuluĢ savaĢı sırasında bir yandan Ġttihat ve Terakki
cemiyetinin ardılları olan Türk subaylarınca, diğer yandan da BektaĢi ve
Alevilerce desteklendi. Atatürk, milli mücadeleyi baĢlatmadan hemen önce, 1919
yılının 25 Aralık'ında Hacı BektaĢ dergahını ziyaret ederek, BektaĢi ve Alevilerin
desteğini istedi. Ġnançları bakımından laik sisteme zaten yüzyıllardır yatkın olan
Aleviler, Kuvayı Milliye'ye tam güçleri ile destek verdiler (30). Bunun da ötesinde
Türkiye Büyük Millet Meclisinde Atatürk'ün önde gelen destekleyicileri Alevi
milletvekilleriydi. Onların lehteki oyları sayesinde Hilafetin kaldırılması mümkün
oldu.
AHĠLĠK
Batıni doktrinin Anadolu'daki bir diğer kurumlaĢması da, Ahilik örgütü vasıtasıyla
meydana gelmiĢtir. Daha önce görüldüğü gibi eski Mısır loncalarının devamı
niteliğindeki Ġsmaili Fütüvve örgütü Türkler arasında Orta Asya'da yaygınlaĢmıĢ
ve "Ahilik" adını almıĢtı. Anadolu'ya Yesevi derviĢleri ve Ġsmaili Dai'leri ile birlikte
gelen Ahiler, meslek örgütü mensubu olmaları nedeniyle kırsal alanlardan ziyade,
Ģehirlere yerleĢtiler. Ahilik, bir meslek örgütü olmanın yanısıra, giriĢ-davranıĢ
töreleri ve sırları olan Batıni bir kuruluĢtur. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir güç
haline gelmelerini, Horasan erenlerinden olan Ahi Evren Veli sağlamıĢtır (31). Ahi
Evren'in Ģeyhliği altında 13. yüzyıl baĢlarında Ankara'da yeniden yapılanan Ahilik
teĢkilatı kısa sürede tüm Selçuklu Ģehirlerine yayılmıĢ ve Babailer Ġsyanı sırasında
Batınilere elden gelen tüm yardımı yapmıĢtı. Ahiler, daha sonraki dönemlerde de
kendilerine en yakın kiĢiler olarak Alevileri, BektaĢileri ve Mevlevileri gördüler.
Osmanlı devletinin kuruluĢunda Ahiler oldukça önemli bir rol oynadı. Bazı
kaynaklar, devletin kurucusu olan Osman Gazi'nin, oğul Orhan Gazi'nin ve 3.
sultan Birinci Murat'ın Ahi teĢkilatı üyesi olduklarını belirtmektedir. Ancak
Osmanlı devleti geniĢlemeye ve imparatorluğa dönüĢmeye baĢlayınca sultanlar,
kendilerinden önceki Türk yöneticilerinin yolunu seçmiĢ ve kitleleri yönetmekte
yöneticilere çok daha fazla imkan sağlayan Sünni tarikatlara girmiĢlerdir.
Ahilikte temel ilke, örgüte üye olanların kesin eĢitliğidir. Üyelerin hepsi birbirinin
kardeĢidir. Ancak, aĢama bakımından küçükten büyüğe doğru sonsuz bir saygı
vardır. Ahiliğe girecek olanlarda belli nitelikler aranır. Üyelik için kiĢinin, örgüt
bünyesinden birisi tarafından önerilmesi zorunludur. Küçültücü iĢlerle
uğraĢanlar, çevresinde iyi tanınmayanlar, örgüte kötü söz getirebileceği
düĢünülenler Ahi olamazlar. Örneğin insan öldürenler, hayvan öldürenler
(kasaplar), hırsızlar, zina ettiği ispatlananlar örgüte katılamaz. Kasapların insan
öldürenler ile aynı kategoriye konulması Batıni inançtan kaynaklanmaktadır.
Örgüte giriĢ, diğer Batıni tarikatler gibi, özel bir tören ile olur. Törende adaya
kuĢak bağlanır ve tüm insanlara karĢı sevgi dolu, saygılı olması, doğruluk ve
yiğitlikten ayrılmaması öğütlenir. Üyelerden kesin bağlılık, sonsuz itaat ve
ketumiyet istenir. Dinsizler örgüte kesin giremez ancak, sofuların da Ahiler
arasında yeri yoktur. Ahilik'te de bilgi edinme, sabır, ruhun arındırılması, sadakat,
dostluk, hoĢgörü yasaklara uyma gibi vasıfların verildiği aĢamalardan geçilir. Bu
vasıflara sahip olmanın dıĢında Ahiliğin önde gelen altı ilkesi Ģunlardır:
1-Yiğit,
2- Yamak,
3- Çırak,
4- Kalfa,
5- Usta,
6- Ahi,
7-Halife,
8- ġeyh,
9- ġeyh ül MeĢayıh.
MEVLANA
Ġkincisi hocası, babasından el almıĢ olan Seyyid Burhaneddin Tırmızi oldu. Batini
doktirin ile iç içe büyüyen Celeleddin, bir Ġsmaili Daisi ve Ahi yoldaĢı olan ġems
Tebrizi ile karĢılaĢınca, yavaĢ yavaĢ kendi ekolüyle ortaya çıktı (3).
Celaleddin Rumi'nin en önemli özelliği, onun bugün dahi birçok mecliste
anılmasını sağlayan, Batini doktrini Ģiirlerle anlatma yöntemidir. ġiirlerinin yer
aldığı eseri Mesnevi'de Celaleddin Tanrı, insan, evren, ruh, sevgi, ölüm ve
ölümsüzlük gibi konulara sıkça yer vermiĢtir (34).
Mevlana Rumcayı çok iyi okuyup, yazabiliyordu. Eflatun'un tüm yapıtlarını kendi
dilinde okudu. Ayrıca, Konya'daki Rum Ortodoks kilisesi rahipleriyle, Eflatun ve
görüĢleri üzerine pek çok tartıĢmada bulundu. Tasavvufun ve Batini inancın
Yunan kökeni hakkında böylesine derinlemesine inceleme yapan Celaleddin,
Ģiirlerinde tasavvuf sanatının doruğuna ulaĢtı:
Celaleddin Tanrıya ulaĢmak için insandaki en büyük gücün aĢk olduğu fikrini
daima savundu. Celaleddin'e göre varolan herĢeyin kökeni aĢktır. Bir bitki, bir
hayvan da sevebilir. Ancak, hem bedeniyle, hem bilinciyle, hem düĢüncesiyle,
hem belleği ile sevebilen yegane varlık insandır. AĢk, ıĢıktır, nurdur, "IĢk"tır. ĠĢte
aĢkların en güzeli bu bilince ulaĢıldığı zaman raks, tüm dünya ile aĢkta birleĢmek,
onun evrensel dönüĢüne ayak uydurmaktır. Semah sırasında ellerinin birinin
gökyüzüne dönük, diğerinin yeryüzüne bakar durumda olması da, Tanrıdan aldığı
aĢkı tüm dünyaya sunmaktan baĢka birĢey değildir.
Tanrı önsuz, sonsuzdur. Salt ıĢık, salt us, salt ruhtur. Mevlana için;
Evren, Tanrının engin varlık alanıdır. Evreni yöneten sevgidir. Bu sevgiyi gönül
gözü ile görebilen kiĢi kendini bilir, Tanrıyı bilir, "Hak ile hak olur". Onun
dizeleriyle, "Ey Tanrıyı arayan, aradığın sensin"...
Celaleddin Rumi, bütün insanların kardeĢliğine inanırdı. O ünlü çağrısı,
Dünya tüm insanların barıĢ içinde yaĢamaları gereken bir yerdir. Bütün insanlar
özdeĢtir. Önemli olan insanların, insanlığın tekamülüdür. Celaleddin'in bu
düĢüncesinin insanları nasıl etkilediği ölümünde de görülmüĢ ve eczanesine
Mevlevilerin ve Ahilerin yanısıra, Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler de
katılmıĢtır.
Mevlana, kadına büyük değer vermekteydi. Fihi Ma Fih adlı eserinde, sofu
Müslümanlara bu konuda ders verirken, "Sizler kadının kapanmasını istedikçe,
herkesde ona görme isteğini kamçılamıĢ olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da
yüreği iyiyse, sen hangi yasağı uygulasan da o iyilik yoluna gidecektir. Yüreği
kötüyse, ne yaparsan yap, onun hiçbir Ģekilde etkileyemezsin.
Bu durum Mevlana'yı çok sarstı. Ancak bir süre sonra bir baĢka Kamil Ġnsanla,
Ahi Ģeyhi Sadrettin ile karĢılaĢınca kendini toplayabildi. Sadrettin, Kamil Ġnsan
mevkiine Ahilik'de ulaĢmıĢtı. Terbizi gibi arkası zayıf birisi değildi. Selçuklu
baĢkenti Konya Ahilerinin Ģeyhiydi. Selçuklu yönetimi dahi onun gücünden
çekinirdi. Tebrizi hakkında çıkartılan dedikodular, Saddettin hakkında çıkartılanı
adı. Celaleddin'in Sadrettin ile yakın dostluğu sayesinde bütün Ahi teĢkilatı
Mevlana'yı izledi ve ona uydu.
YUNUS EMRE
Baba Ġlyas, Hacı BektaĢi Veli, Ahi Evren, Celaleddin Rumi ve Yunus Emre'nin aynı
dönemin, aynı koĢulların insanları olmaları tesadüf değildir. Nitekim daha sonraki
yüzyıllarda, ana kaynak değiĢmemesine rağmen düĢünce yapısı değiĢtiği için
Türkler arasından bu denli etkili düĢünürler çıkmamıĢtır.
Hacı BektaĢ'ın Baba Ġlyas'ı tanıdığı bilinmektedir. Yine Hacı BektaĢ, Mevlanayı yüz
yüze tanımamıĢ olmasına rağmen düĢüncelerini dikkatle izlemiĢtir. Bazı
kaynaklar, ġemsettin Tebrizi'nin Konya'ya gitmeden önce bir süre Hacı BektaĢ'ın
yanında kaldığını ve onun bir müridi olduğunu öne sürmektedirler. Bu kaynaklara
göre Tebrizi, Mevlana'nın düĢüncelerini etkilemek üzere Hacı BektaĢ tarafından
görevlendirilmiĢ ve Konya'ya gönderilmiĢtir.
Aynı dönemin bir diğeri dehası Yunus Emre de, Mevlana'nın ölümünden kısa bir
süre önce Konya'ya gelmiĢ ve ondan ders almıĢtır. Yunus Emre;
"Mevlana sohbetinde,
Saz ile işaret oldu.
Arif maniye daldı,
Çünbiledür ferişte" derken, Celaleddin Rumi'nin derslerine katıldığını
belirtmektedir.
Ayrıca Yunus,
Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır" diyerek, üstadına olan saygısını ve gönül
birliğini dile getirmiĢtir.
Yunus Emre 1245 yılında Ankara yakınlarındaki Sarıköy'de doğdu. Yunus Emre
Horasan'da doğmamıĢtı ama doğduğu köyde yaĢayanların hepsi, Horasan'dan
göç eden, Yesevi tarikatına bağlı kiĢilerdi. Bazı kaynaklar bu köyün "Hacı Ġsmail
Cemaati" olduğunu, dolayısıyla köylülerin Türkmen Ġsmailliler olduğunu öne
sürmektedir. Yunus Emre'nin babasının ismi olarak yakıĢtırılan Ġsmail adı da,
Ġsmaili inancına bir atıf olarak verilmiĢ olabilir (38).
Baba Taptuk, Hacı BektaĢ'ın halifesi Sarı Saltuk'tan el almıĢtır. Sarı Saltuk
yandaĢları ile birlikte, Dobruca'ya göç edince Anadolu'daki BektaĢi tekkelerinin
Ģeyhliğine Barak Baba ve Taptuk Emre getirilmiĢlerdir. Taptuk'un yanında 30 yıl
geçiren Yunus, Hakikat Kapısından aynı dergahta geçtiğini Ģöyle dile
getirmektedir:
"Vardığımız illere,
Sol safa gönüllere,
Baba Taptuk manasın,
Saçtık Elhamdülillah.
Taptuk'un tapısında,
Kul olduk kapısında
Yunus miskin çiğ idik,
Pişdik Elhamdülillah"...
Yunus, Taptuk Emre'nin yanında dört kapıdan geçerek, Kamil bir Ġnsan haline
geldi. Önce ġeriat kapısında tüm dinlerin içeriğini öğrendi. Yunus bunun, "Dört
kitabın manasın, okudum hasıl ettim" Ģeklinde ifade eder.
Yunus için AĢk, ya da onun tercih ettiği deyimle "IĢk" herĢeydir. Tanrı IĢk'tır,
Doğa IĢk'tır. Ġnsan IĢk'tır. YaĢam ve ölüm, yokluk ve varlık hep IĢk'ın eserleridir
(39).
Bu okunan varak nedir?" diye gerçek kitabın IĢk olduğuna, diğer tüm kutsal
kitapların önemsizliğine dikkat çeken Yunus, Tanrıyı hem seven, hem sevilen,
hem de sevginin (IĢk'ın) kendisi olarak görmektedir. Ona göre, kendisi IĢk olan
Tanrı, aĢık ve maĢuk olması sıfatıyla tüm varlıkları, evreni ortaya çıkarmıĢtır.
Bütün varlıklar gibi, insan benliği de Tanrısal aĢkın yansımasıdır. VaroluĢ, ilahi
aĢkın dalga dalga yayılıp, geniĢlemesinden baĢka birĢey değildir ve sürgit devam
etmektedir. Nitekim Astronomlar, evrenin devamlı büyümekte olduğunu günümüz
teknolojisi ile de doğrulamaktadır.
Diğer sufiler gibi Yunus da, gerçek aĢk sayesinde insanın giderek Tanrıya
yaklaĢtığını ve sonuçta Tanrıyı kendi içinde bulacağını savunmaktadır. Ġnsan,
Tanrıyı kendi içinde görmesi ile tekamül etmiĢ olur. Ruhun ölmezliğine inanan
Yunus, Ģu çok ünlü dizeleriyle ruhun daima çıktığı ana kaynağa dönmesi çabası
içinde olduğunu dile getirmiĢtir.
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim.
Işkın ile avunurum.
Bana seni gerek seni.
"Nur olup güneşe (Işka) ulaşmak"... ĠĢte Yunus'un da gerçek hedefi budur. Ölüm
yoktur, yüce kaynağa dönüĢ vardır. Onun deyiĢi ile,
Üçüncü ve en yüksek dereceli iman ise, "Hakk-el Yakin Ġman"dır. Ruhsal sezgi
gücüyle elde edilir. Sadece Kamil Ġnsanlara has imandır. Dinin imanla hiç ilgisi
yoktur, Yunus için. O:
Yunus için dinsel ibadetler gereksizdir. Hatta, Tanrıya ulaĢmayı engelledikleri için
zararlıdır bile;
Oruç, namaz, gusülü hac hicap aşıklara,
Aşık ondan münehhez halis heves içinde.
Ey aşıklar, ey aşıklar Işk mezhebi dindir bana,
Gördü gözüm dost yüzünü, yas kamu düğündür bana.
Oruç, namaz, zekat, hacc cürmü cinayettir,
Fakir bundan azaddır, hassı heves içinde"...
Yunus Emre, gerçeğin dinde veya onun kurallarında değil insanın kendini
bilmesinde yattığını savunur. O,
Toprağından duru gelem" diyen Yunus, beden yok olsa dahi ruhun her seferinde
geri geleceğini, doğru yoldaysa bu geri geliĢlerin her seferinde ruhun daha da
arınmıĢ olacağını belirtmiĢtir (40).
Türk dilinin yanısıra, Türk Ģiir sanatı da, büyük ölçüde Alevi-BektaĢi ozanlar ile
günümüze ulaĢmıĢtır. Yunus ve Hacı BektaĢ gibi devlerin yanısıra, onların ardılları
niteliğinde olan Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal gibi ozanların öz dillerine sıkıca
sarılmaları sayesinde Türkçe günümüz Türkiye'sinin resmi dili olabilmiĢtir.
Kaynakça
1- Dursun Turan, "Din Bu" - Kaynak Yayınları - Ġstanbul 1991 Cilt 2 Sf. 125.
2- SEVER Erol, "Yezidilik ve Yezidilerin Kökeni" - Berfin Yayınları - Ġstanbul 1993-
Sf. 33.
3- Dursun T. - ie- Cilt 2, Sf. 23
4- EYÜBOĞLU Ġsmet Zeki - "Tasavvuf - Tarikatlar - Mezhepler Tarihi" - Der
Yayınları - Ġstanbul 1990 - Sf. 116.
5-Eyüboğlu Ġ.Z.-ie-Sf. 130.
6- Eyüboğlu Sebahattin - "Hayyam - Bütün Dörtlükler" - Cem Yayınevi - Ġstanbul
1991 -Sf. 73.
7-Dursun T.-ie-Cilt 2. Sf. 17.
8- URAZ Murat "Türk Mitolojisi" - Mitologya Yayınları Ġstanbul 1992 - Sf. 125.
9- Uraz M. -ie- Sf. 298.
10- Dursun T. -ie- Cilt 3 Sf. 101.
11- ARSEL Ġlhan, - "Arap Milliyetçiliği ve Türkler" - Ġnkilap Yayınlan - Ġstanbul 1990
- Sf. 62.
12- KÖPRÜLÜ Fuad - "Türk Edebiyatında Ġlk Mutasavvıflar" Diyanet ĠĢleri
BaĢkanlığı Yayınları - Ankara 1984 - Sf. 13.
13- ARSEL Ġ. -ie-Sf. 64.
14- KÖPRÜLÜ F. -ie- Sf. 6.
15- OCAK Mehmet YaĢar - "Babailer Ġsyanı" - Dergah Yayınları Ġstanbul 1980 Sf.
52.
16- Eyüboğlu Ġ.Z. -ie- Sf. 277.
17- Eyüboğlu Ġ.Z. -ie- Sf. 343.
18- DĠERL Anton Josef - "Anadolu Aleviliği" - Ant Yayınları Ġstanbul 1991 Sf. 39.
19-Uraz M.-ie-Sf. 13.
20- Çamuroğlu Reha - "Tarih, Heterodoksi ve Babailer" - Metis Yayınları Ġstanbul
1990-Sf. 153.
21- Ocak M.Y. -ie-Sf. 133.
22- BĠRGE John Kingsley - "BektaĢilik Tarihi" - Ant Yayınları Ġstanbul 1991- Sf. 48.
23- ZELYUT Rıza - "Öz Kaynaklarına Göre Alevilik" - Yön Yayıncılık - Ġstanbul
1992-Sf. 27.
24- Dierl A.J. -ie- Sf. 83.
25- Eyüboğlu Ġ.Z. -ie- Sf. 182. ;
26-Birge J.K.-ie-Sf. 109.
27- SEZGĠN Abdülkadir - "Hacı BektaĢ Veli ve BektaĢilik" Sezgin NeĢriyat-Ġstanbul
1991 - Sf. 155.
28-Birge J.K. -ie-Sf. 85.
29- Birge J.K. -ie- Sf. 97.
30- ġener Cemal - "Alevilik Olayı" - Yön Yayınları - Ġstanbul 1989 - Sf. 135.
31- FĠġ Radi - "Bir Mutasavvıf, Bir Ahi Hümanisti, Celaleddin Rumi Mev-lana" -
Yön Yayınları - Ġstanbul 1990 - Sf. 218.
32- Eyüboğlu Ġ.Z. -ie- Sf. 240
33- Dierl A.J. - ie- Sf. 47.
34- Mevlana Celaleddin Rumi - "Mesnevi" - Devlet Kitapları Ġstanbul 1973.
35- FiĢ R. -ie- Sf. 85.
36-FiĢ R.-ie-Sf. 178.
37- GÖLPINARLI Abdülbaki - "Yunus Emre" - Varlık Yayınları Ġstanbul 1971 Sf. 8.
38- ERGÜVEN Abdullah Rıza - "Yunus Emre" - Yaba Yayınları Ankara 1982-Sf.
29.
39- BAYRAKDAR Mehmet - "Yunus Emre ve AĢk Felsefesi" - Türkiye ĠĢ Bankası
Yayınları - Ankara 1991 - Sf. 21.
40- Bayrakdar M. -ie- Sf. 59.
04.12.2001
X. BÖLÜM
Selçuklu iĢgalinden sonra Ġsmailliğin Ġran'da önemli bir güç olarak varlığını
sürdürmesini mümkün kılan kiĢi Hasan Sabbah oldu. Aslen Ġranlı olan Sabbah,
Fatımi devletinin himayesindeki Kahire Batıni okulunda eğitim gördü. 1090 yılında
Mısır'dan Ġran'a döndü ve çevresine topladığı Ġsmaili müridlerinin yardımı ile,
Teberistan'da bulunan Alamut kalesini ele geçirdi (2).
Alamut'u alan ve, Ġsmaili müridlerini acımasız birer fedaiye dönüĢtüren yeni bir
sistem uygulayan Sabbah, Abbasi hilafeti ile Selçuklu yönetimini devirmek için
giriĢimlerine baĢladı. Sabbah, örgüt üyelerine "Assasins" adını verdi. Arapça'da
"Bekçiler" yada "Sır Bekçileri" anlamına gelen bu kelime daha sonra, Sünni
Müslümanlar tarafından "HaĢaĢ içenler" manasına "HaĢhaĢiler" olarak
saptırılmaya çalıĢıldı. Fedailerin Sünni yöneticilere karĢı giriĢtikleri suikastlar
nedeniyle aynı kelime batı dillerine "Suikastçı" anlamında girdi (3).
Sabbah'ın sır bekçileri, yeniden doğuĢ inancı ile, sınırsız itaat koĢuluyla
yetiĢtirilmiĢ birer fedai idiler. Bu nedenle örgütün bir diğer adı da "Fedayiin" oldu.
Dönemin Selçuklu Sultanı MelikĢah'ın elçisinin gözünü korkutmak için seçilmiĢ
birkaç fedainin kendilerini kale burçlarından aĢağı atmaları, ayrıca fedailerin
yöneticelere karĢı hayatları pahasına giriĢtikleri suikast eylemleri tüm dünyada
büyük yankılar uyandırdı.
Haçlı seferleri aralıklarla 1270'li yıllara kadar sürdü. Ancak, 1187'de Selahattin
Eyyubi'nin Kudüs'ü geri almasından ve Latin Krallığına son vermesinden sonra
Haçlıların ortadoğuda ancak kısmi baĢarılar sağlayabildikleri görüldü. Haçlı
seferlerinin en baĢarılı sonucu, Akdeniz ticaretini Müslümanların
hegamonyasından kurtarmak oldu. Avrupa'daki ticaret canlanırken, Ġslam dünyası
giderek geriledi.
Templier ġövalyeleri 1118 yılında "Ġsa'nın Fakir Askerleri" adı altında, San
Bernardo Di Chiaravalle adlı bir piskopos ve onun yeğeni ġövalye Hugs De
Payens tarafından kuruldu. De Payens ve farklı ülkelerden seçilen sekiz ġövalye
daha Kutsal Toprakları kafirlerden korumak ve muhtaç kimselere yardım etmek
amacıyla 1119 yılında Kudüs'e gittiler(4).
Selahattin Eyyubi'nin 1171 yılında Fatimi devletine son vermesi, Sünni iktidarla
sürekli mücadele içinde olan Ġsmaililer ile Haçlıların dayanıĢmasını daha da
artırdı. Ġsmaililer'in en radikal kolu olan Hasan Sabbah fedaileri ile, Haçlıların önde
gelenleri ġövalyeler arasında zaman içinde özel bir bağ oluĢtu (5).
Templierler Hasan Sabbah'dan Ezoterik öğreti ile birlikte bir Ģeyi daha öğrendiler;
gerçek inançlarını saklamayı ve iyi birer Hristiyan gibi görünmeye devam etmeyi.
O kadar ki, 1128 yılında Papa Honarius, gösterdikleri yararlılıklar nedeniyle
tarikatin Ģubelerinin tüm Hristiyan dünyasında açılmasına izin verdi. Yine Papa,
1139 yılında da Templierler'in herhangi bir dünyevi ve dini otoriteye tabi
olamayacağını ve sadece Papanın kendisine karĢı sorumlu olduklarını açıkladı.
Bu izin ile Templierler'in üzerinden her türlü Ģüphe ve dini baskı kalkmıĢ oldu.
Templierler, tıpkı Ġsmaililer gibi birbirlerini tanıyabilmek için gizli iĢaret, parola ve
semboller kullandılar. Bu gizlilik daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından
kurtulmak için de iĢe yaradı. Templierler ayrıca Ġsa'nın çarmıha gerildikten sonra
öldüğünü, yani onun bir fani olduğunu savunuyorlardı. Onlara göre göğe
yükselen Ģey, Ġsa'nın tekamül etmiĢ ruhuydu. Yani Tanrı ile birleĢen Ġlahi Kelamdı.
Templierler, Papadan tüm Avrupa'da teĢkilatlanma iznini aldıktan sonra, bir çeĢit
bankerliğe baĢladılar. Kutsal savaĢ veya Hac için kutsal topraklara gitmek üzere
yola çıkan asker ya da hacılardan paraları, ülkelerindeki Templier teĢkilatı
tarafından alınıyor ve buna karĢılık alınan paranın miktarının belirtildiği bir belge
veriliyordu. Asker veya hacı, gittiği ülkedeki Templier teĢkilatına bu belgeyi
gösterdiğinde, parasını eksiksiz alıyordu. Sistemin iyi çalıĢması ve dürüst
ġövalyelerin elinde olması, zamanla Templierler'e olan güveni iyice artırdı. Bir
süre sonra Templierler önemli miktarlarda parayı iĢletmeye baĢladılar.
ĠĢletmecilik, muazzam bir servetin birikmesine ve bu arada da, duvarcı ustalarının
üye bulunduğu Masonluk ile diğer mesleki kuruluĢların da ġövalyelerin emri
altına girmelerine neden oldu.
Güçlü örgüt yapısı ve muazzam servet, büyük bir güçle birlikte endiĢeyi ve
kıskançlığı da beraberinde getirdi. Selahattin Eyyubi'nin 1187 yılında Kudüs'ü ele
geçirmesi ve Latin krallığına son vermesi üzerine Templierler, diğer ġövalye
Tarikatleri ile birlikte Kudüs'ü terketmek zorunda kaldılar. Templierler önce
Akka'ya, buradan da Kıbrıs'a geçtiler. Bu sırada tarikatin Büyük Üstadı, soylu bir
Fransız aileden gelen Jacques De Molay'dı. O sıralar, dönemin Fransa Kralı
"Güzel Philip" güç günler yaĢıyordu. Maddi sıkıntılarını atlatmak için
Templierler'den büyük miktarlarda borç almıĢtı ve geri ödemekte zorlanıyordu.
KarĢısında maddi açıdan çok kuvvetli ve tüm Avrupa'ya yayılmıĢ bir örgüt olması
Kral Philip'i yalnız baĢına harekete geçmekten alıkoyuyordu. Daha önce de
belirtildiği gibi Papalık da Templierler'in Katolik kilisesini giderek zayıflattığının
farkına varmıĢtı ve teĢkilatı yok etmek için bir fırsat kolluyordu.
Papalığın bu tutumu, Templierler'le birlikte, onlarla sıkı iliĢki içinde olan bir baĢka
kuruluĢun, Gildeler'in de sonunu getirdi. Gilde mensubu inĢaatçı rahipler, ya
rahiplik mesleğini sürdürmek ya da inĢaatçılığı seçmek zorunda kaldılar.
ĠnĢaatçılığı seçenler Masonlar arasında katılırken, Gildeler de tarihin karanlık
sayfalarına gömüldüler.
Takipten sağ kurtulan ġövalyelerin büyük kısmı Ġskoçya'ya sığındılar. Ġskoçya
Kralı Robert Bruce, kendilerini çok iyi karĢıladı. Bu ġövalyeler, artık bir örgüt
olarak etkin olamayacaklarının farkındaydılar. Bu nedenle o sıralar kendilerinden
sonraki en yaygın Ezoterik içerikli teĢkilat olan Masonlara katıldılar. Yalnız
Ġskoçya'da değil, tüm Avrupa'da Mason locaları Templier ġövalyelerine kapılarını
açtılar (6). Bu katılma ile localara da büyük bir canlılık geldi. O günden itibaren
Masonluk, bir mesleki kuruluĢ olmanın yanısıra, Ezoterik doktrinin Avrupa'daki
uygulayıcısı ve yayıcısı konumuna yükseldi. Bu arada, ġövalyelerin ve Gilde
mensubu rahiplerin katılımları neticesinde localarda mesleki çalıĢmaların yanısıra
fikri çalıĢmalar da ön plana çıkmaya baĢladı.
Kral Philip ve Papalık tarafından yakalanan ġövalyeler, bir din adamları kurulu
tarafından yargılandılar. Onlara, ahlaka aykırı törenler uygulamak, Haç'a hakaret
etmek ve Salibi ayaklar altına almak, Ġsa'nın Tanrılığını reddetmek, Müslümanlarla
iĢbirliğinde bulunmak ve Müslamanlığa yakınlaĢmak, dini yasalardan sapmak ve
sihirbazlık yapmak gibi suçlamalar yöneltildi. Hepsi engizisyon iĢkencelerinden
geçirildi ve itirafları zorla alındı. Örgüt 1312 yılında resmen lavedildi. TaĢınmaz
malları ve tüm imtiyazları, Katolik kilisesine daha yakın olarak tanınan Sen Jan
ġövalyelerine verildi. 1530 yılında Malta ġövalyeleri adını alan bu ġövalyeler,
Templierler'in mallarını, kendi öz varlıklarına katmaksızın bugüne kadar muhafaza
ettiler.
De Moley ve tutsak diğer ġövalyeler, yedi yıl süren hapis hayatından sonra, 1314
yılında direklere bağlanarak yakıldılar. Böylece Ezoterik-Batıni doktrinler
Müslüman dünyasında Hallac-ı Mansur'dan sonra, aradan yüzyıllar geçmiĢ
olmasına karĢın, Hristiyan dünyasından da yandaĢlarını kurban vermiĢ oldu.
Dante'nin ünlü eserinin Ezoterik yorumuna kısaca bir göz atmak, Templierlerin
inançları hakkında da bazı fikirler verecektir (7).
Dante'nin Ġtalya'dan çıkmıĢ olması bir tesadüf değildir. Ġtalya, Papalığın ve Katolik
kilisenin yanısıra Pisagor Enstitüsü'nün, Roma Collegiaları'nın, Gildeler'in
vatanıdır. Masonluğun ana kaynağının Collegialar olduğu düĢünülürse, bu
örgütün doğum yeri de Ġtalya olarak kabul edilebilir. Dante'nin Templier ġövalyesi
unvanını Masonluk bünyesinde alması, Ezoterik doktrinin ve tarikatin varlığının
Masonluk içinde sürdüğünü göstermektedir. 1265 yılında doğan Dante, 1295'de,
30 yaĢındayken, doktor ve simyagerlerin çoğunlukta bulunduğu bir locaya üye
olmuĢtur. Dante de, kendisinden önceki tüm Ezoterik inançlılar gibi laiklik taraftarı
olmuĢ ve tüm yaĢamını din ile devlet iĢlerinin ayrılmasına adamıĢtır. Dante'ye
göre Papalık ruhani kudretin, imparatorluk da dünyevi kudretin sahipleridir ve her
ikisi de tam anlamıyla eĢittir. EĢit iki kuvvet sahiplerinden kilise devlet iĢlerine
imparator da din iĢlerine karıĢmamalıdır.
Dante'nin Ġlahi Komedi'de bir sembolizma dili kullandığı görülmektedir. Örneğin
Cehennem tam Kudüs'ün altındadır. Bu noktadan Dünyanın merkezine uzatılan
hatta Araf, Cehennemle tam hizada ancak yeraltında değil, tam tersine bir dağın
tepesinde Cennet bulunur. Aynı çizgi gök yüzüne devam ettilirse, Tanrıya ulaĢılır.
Dante, Cennet bölümünde yedikçe daha çok acıkan bir kurt'u anlatır. Bu kurt
Katolik kilisesini remzetmektedir. Üstad, Templierlerin ölümüne neden olan Papa
5. Clement'i çoban kılığında bir aç kurt olarak nitelendirir.
Dante'ye göre, Tanrının bünyesinde varolan üçlü ilahi kudret Hristiyan teslisini ve
Ġsa'nın hem insan, hem Tanrı oluĢunu izah etmektedir. Allah'ın insanı kendi
suretinde yaratmıĢ olmasını insanın Tanrısallığına bağlayan Dante, Ezoterik sırlar
için Cehennem bölümünde Ģöyle yazar: "Siz ki, sağlıklı bir akla sahipsiniz. ġu
tuhaf mısraların arasında saklanan doktrini kavrayınız"...
Dante, Ġlahi Komedi'sinde hakikati aramaktadır. Bunun için üç seyahat yapar. Ġlk
seyahati Cehennemedir ve büyük engellerle doludur. Ġkinci seyahat, yani Araf
seyahati daha kolay ve ümit doludur. Üçüncü seyahat yani Cennet ise, müzik,
dans ve ıĢık eĢliğinde yapılan bir seyahattir. Bu seyahatler sırasında Dante'ye
Virgil (Akıl), Beatris (Güzellik) ve Sen Bernar'ın simgelediği Ġlahi Ġrade (Kuvvet)
rehberlik etmektedir. Seyahatlerinin sonunda Dante Ġlahi Nura, yani Tanrısal
Hakikate kavuĢmaktadır.
Dante, düĢüncelerini Ģöyle dile getirmektedir.: "Beni meydana getiren ilahi kudret,
en yüce akıl, hikmet ve ilk aĢktır"...
Dante'nin gördüğü Ġlahi Nur bir üçgen Ģeklindedir. Diğer bir deyiĢle o, Nurlu
Deltayı görmüĢtür. Deltanın ortasında Dante'nin kendi yansıması, yani insan
durmaktadır. Ġnsan Tanrının bir parçasıdır ve Tanrı insanın içindedir. Ġnsan
kendisini yeterince araĢtırırsa, içindeki vasıfları geliĢtirirse, bünyesinde varolan
sırlara erecek ve aradığı hakikatin kendisinde bulunduğunu anlayacaktır.
Fransa katliamından sonra Templierler'in sağ kurtulan üyelerinin Mason
localarına dahil olmalarına karĢın, Papalık Masonluğa uzunca bir süre için
dokunmadı. Onlara tanınan imtiyazları kaldırmadı çünkü, Hristiyan aleminin kilise
ve katedral yapan insanlara ihtiyacı vardı. Masonlar, inĢaat yapımı sırlarını büyük
bir titizlikle korumuĢlardı ve bu sır saklama gelenekleri varlıklarının idamesi için
de gerçek sebep oldu. Gildeler'in dağılması da Masonların yaĢamaları için bir
baĢka nedendi. Duvarcı ustaları, yaptıkları iĢin devamlı gezmelerini gerektiren
türden bir iĢ olması nedeniyle herzaman özgür olmuĢlardı. Bu gelenek binlerce
yıldan bu yana süregelmekteydi ve onların bu özgürce dolaĢabilme ve örgütlenme
avantajları sayesinde birçok fikir akımı, Masonlar ile tüm Avrupa'ya yayıldı. Bu
nedenle örgütün adı "Free Masons" (Hür Duvarcılar) örgütü idi (8).
Ancak bu silahın olur olmaz kullanımı, geri tepmesine yol açtı. Giderek, Papalara
tepki olarak milli hisler güçlenmeye baĢladı. Sonuçta milli kiliseler Papalık
karĢısına bazı hak iddiaları ile çıktılar. KarmaĢa o boyutlara ulaĢtı ki, bir ara ortaya
birbirlerini afaroz eden üç Papanın çıktığı bile oldu.
Ġstanbul'un Türkler tarafından fethinden kısa bir süre sonra, 1460 yılında Ġtalya'nın
Floransa kentinde "Eflatun Akademisi" kuruldu (9). Marcile Ficin tarafından
kurulan bu akademide Hristiyan felsefesi ile Ezotorik doktrin görüĢleri
uzlaĢtırılmaya çalıĢıldı. Aynı nitelikli çalıĢmalar diğer Ġtalyan kentlerine de sıçradı
ve Venedik, Cenova, Roma gibi kentlerde yeni akademiler kuruldu. Bu
akademelerin araĢtırmaları sonucunda, manastırların tozlu arĢivlerinde
yüzyıllardır unutulmuĢ eski Yunan eserleri gün yüzüne çıkarıldı.
ROSE CROIX
Öte yandan, 1510 yılında Ġngiltere'de, ünlü Simyagerlerin bir araya geldikleri
"Müneccimler Birliği" kuruldu. Kökenini Kabbalacılardan, Kudüs'den kaçan ġark
ġövalyelerinden ve Templierler'den alan bu dernek, 1570 yılında Almanya'da
"Rose Croix KardeĢleri" cemiyetini kurdu (10). Rose Croix'ların, Müneccimler
Birliği'nin bir yan kolu olarak kurulduğuna dair bir belge, Michel Maier'e ait bir
Manüskir'de bulunmaktadır ve halen Leipzig kütüphanesinde muhafaza
edilmektedir.
Hermes, Kabbala, Eflatun, kısaca tüm Ezoterik ekollerin bir sentezi olarak kurulan
Rose Croix, Eflatun'un etkisiyle, Ezoterik öğreti bünyesindeki akılcılığı ön plana
çıkardı. Johan Valentin Andreae, Michael Maier, Francois Bacon, Jacob Boehme
ve Robert Fluud gibi düĢünürlerin eserleri ile Rose Croix tüm Avrupa'da, özellikle
de Almanya, Ġngiltere ve Fransa'da etkili bir kuruluĢ haline geldi. Ancak Rose
Croix, dünyanın kaderini etkileyen zirveye, Martin Luther ile ulaĢtı (11).
Ġngiliz Müneccimler Birliği bir süre sonra, Simya'nın giderek önemini kaybetmesi
nedeniyle, tüm bilim dallarını kapsayan, "Royal Society"e dönüĢtü. Çok sayıda
Ġngiliz bilim adamının üye olduğu ve kraliyetin himayesinde olan bu kuruluĢ,
üyelerinin akılcılığı ön planda tutmaları ile ün yapmıĢtı. Ancak üyeler, bilim ile
sezgisel yaklaĢımı birleĢtirmeyi baĢarmıĢlardı.
Royal Society'ye üye olmalarının yanısıra birer Rose Croix da olanlardan John
Dury, ıĢığın, yani Tanrının insanın içinde olduğunu yazarken, tüm modern
bilimlerin babası olarak tanınan Francois Bocon ile deneysel Fiziğin
kurucularından olan Robert Boyle, benzeri görüĢü içeren eserler kaleme aldılar.
Bacon, ünlü eseri "Nova Atlantis"de, Ezoterik doktrinin ön planda tutulduğu yeni
bir dünyanın kurulması planları yaparken, Böyle da bu planı gerçekleĢtireceğini
umduğu "Görünmez Kurul"un yaratıcısı oldu. Royal Society üyesi olan Ġsac
Nowton'un, Rose Croix Jacob Boehme'nin etkisi altında kalmıĢ olması, bilim
dünyasının bu kuruluĢtan ne denli yararlandığının göstergesidir.
Bu arada Rose Croix'lara özellikle kıta Avrupa'sında, baĢta Cizvitler olmak üzere
tüm dini kurumlar Ģiddetle saldırmaya baĢladı. Bu saldırılar 1630 yılına kadar
sürdü ve Malineler Konseyi, Rose Croix'yı sihirbazlık ve dini sapkınlıkla
suçluyarak tarikatın kapatılmasını, üyelerinin tutuklanmalarını isteyen bir
emirname yayınladı. Bu karar üzerine, Templierler'in baĢlarına gelenler
kendilerine örnek olan Rose Croix'lar, tıpkı onlar gibi Masonlar'a katıldılar. Ġki
kuruluĢun bundan sonra birlikte hareket ettikleri, 17. yüzyıl ortalarında Henry
Adamson tarafından yazılmıĢ Ģu mısralardan da bellidir:
Ayrıca 1724'de yayınlanan "Masonların gizli tarihi" adlı bir eserde de "Rose
Croix'lar ve Masonlar aynı inançtaki tarikatın kardeĢleridir" denilmektedir.
1505 yılında Rose Croix'nın Alman örgütüne üye olan Martin Luther, 1512 yılında
Teoloji Doktoru unvanını aldı ve Roma kilisesine karĢı milli Alman kilisesini
savunan savaĢımına baĢladı. Tanrıyı sevmeyi ve ona inançla sarılmak gerektiğini
savunan Luther, Hristiyanlıkta hiçbir dogmanın bulunmadığı Ġsa günlerine
dönülmesini ve Tanrıyı her Hristiyan'ın sezgisi ile bulmasını istiyordu. Roma
kilisesine ve Papalığın afaroz etme ile, günahları bağıĢlama gibi yetkileri
bünyesinde toplamıĢ olmasına kızan Luther, özellikle yapılan maddi bağıĢlar
neticesinde insanlara günahlarının affedildiğini gösteren belgeler, cennet
anahtarları verilmesini komedi olarak nitelendirdi. Luther, açıkça ifade etmek ten
çekinmediği bu düĢünceleri nedeniyle, 1520 yılında Papa 10. Leo tarafından
afaroz edildi. Bu afaroz, Luther'in Roma'ya ve onun kutsama kuramına daha
Ģiddetle saldırmasını sağlayan bir kamçı oldu. Ġnancı, gözle görülmez ve insanın
içinde olan bir duygu olarak nitelendiren Luther, Papalığa karĢı giriĢimlerine hız
verdi. Ancak, Alman yöneticileri nezdinde Papalığın Afarozunun büyük önemi
vardı ve Luther Almanya'dan kovuldu. Luther, kendisini koruması altına alan
Saksonyalı Frederick'in Ģatosuna sığındı. Alman Teolog burada, Ģimdiye kadar
sadece Latince yayınlanmıĢ olan Ġncil'i 1522 yılında Almanca'ya çevirdi. Luther,
böylece Alman edebiyatına da kendi dilindeki ilk büyük yapıtını kazandırdı. Ġncil'in
Almanca'ya çevrilmesi, Alman halkının kutsal kitabı daha iyi anlamasına ve
Luther'in öğretisini desteklemelerini sağladı. Luthercilik zamanla tüm Avrupa'ya
yayıldı. Protestanlık adını alan Lutherci görüĢ ile, Katolik kilisesinin toplumlar
üzerindeki mutlak tahakkümü kırılmıĢ oldu (12).
Kaynakça
1- DĠERL Anton Josef - "Anadolu Aleviliği" - Ant Yayınlan Ġstanbul 1991 Sf.33
2- Zelyut Rıza. "Öz Kaynaklarına Göre Alevilik" - Yön Yayınları - Ġstanbul 1992-Sf.
42
3- Eyüboğlu Ġsmet Zeki - "Tasavvuf - Tarikatlar - Mezhepler Tarihi" - Der Yayınları -
Ġstanbul 1990 - Sf. 343
4- NAUDON Paul - "Tarihte ve günümüzde Masonluk" - Varlık Yayınları Ġstanbul
1968 - Sf. 36
5- BOUCHER Jules. NAUDON Paul - "Masonluk Bu Meçhul" - Okat Yayınevi
Ġstanbul 1966 - Sf. 15
6- Boucher J. - Noudon P. -ie- Sf. 20
7- Erman Sahir - "Dante ve Ġlahi Komedyanın Ezoterik Yorumu" Yenilik Basımevi -
Ġstanbul 1977 - Sf. 5
8- Naudon Paul -ie- Sf. 34
9- Boucher J. Naudon P. -ie- Sf. 33 l O-Naudon P. -ie-Sf. 34
11- Boucher J. Naudon P. -ie- Sf. 31
12- BAYET Albert "Dine KarĢı DüĢünce Tarihi" - Broy Yayınları Ġstanbul 1991-Sf.
55
14.12.2001
XI. BÖLÜM
Hümanizm akımı ile insana, insan olmaktan gurur duyması öğretildi. Bu düĢünce
tarzı, Ezoterik öğretiyi bünyesinde barındıran Masonluk ile tüm Avrupa'ya kısa
sürede yayıldı. Öğretinin güzellik arayıĢı tüm sanat dallarına yayıldı ve
mükemmelliklerine bugün dahi ulaĢılamayan yüzlerce eser doğdu. Leonardo da
Vinci, Michelangelo, Rafaello gibi üstadlarla Rönesans doruk noktasına ulaĢtı.
Buna karĢılık Papalık, DeniĢ Diderot'un, adaleti doğruda, güzelde ve iyide arayan
Ezoterik eseri Ansiklopedi'nin yakılmasına karar verdi. Voltaire Bastil'de kapatıldı.
Hakkında tutuklama kararı çıkan Rousseau kurtuluĢu kaçmakta buldu. Holbach'ın
"L'esprit"i (ruh), Felsefe Sözlüğü de yakılan eserler arasındaydı.
Voltaire, "HoĢgörü üstüne" adlı yapıtında, insan haklarını ve bunun uzantısı olan
hoĢgörme hakkını savunurken, herkesin inançlarında özgür olduğunu, tüm
insanların, dinleri ne olursa olsun, kardeĢ olduklarını savundu. "Bir Türk, bir Çinli,
bir Yahudi kardeĢim mi oluyor böylece?" diye soran Voltaire, kendi sorusuna
kendisi cevap veriyordu; "Elbette. Hepimiz aynı babanın, Tanrının çocukları değil
miyiz?"
Büyük Loca'nın yeni yasasını, bir Protestan rahibi olan James Anderson yazdı. Bu
yasanın yazılmasına bir baĢka Protestan rahip, Desagulier de yardımcı oldu.
Royal Society üyesi olan bu rahip, ünlü bilgin Newton ile de yakın arkadaĢtı.
Anderson Yasaları adıyla anılan bu yasanın ilk bölümünde, "Bir Mason, taĢıdığı
sıfatlar nedeniyle ahlak kurallarına boyun eğmek zorundadır ve hiçbir zaman bir
Tanrıtanımaz (Ateist) ya da Dinsiz (Deist) olamaz" denilmektedir.
1815 yılında Ġngiltere'de yeni bir Büyük Loca Yasası yayınlandı ve Tanrı ve din
hakkındaki ilk bölüm Ģöyle değiĢtirildi;
"Sıfatı dolayısla bir Mason ahlak kurallarına uymakla görevlidir. Eğer mesleği iyi
anlamıĢsa, hiçbir zaman bir Tanrıtanımaz ya da Dinsiz olmayacaktır. Tanrının
herĢeyi insanlardan daha baĢka türlü gördüğünü o, herkesten daha iyi anlamak
durumundadır. Çünkü insan dıĢ görünüĢü görür, Tanrı ise gönülleri. Bir insan,
dini tapınıĢ tarzı ne olursa olsun tarikatten çıkarılmaz. Yeter ki, yerle göğün Yüce
Mimarına inansın ve ahlakın kutsal görevlerini yerine getirsin" (6)
Ġngiltere Büyük Locası'na karĢılık Fransız locaları aynı statüde bir merciye
kavuĢmak için 1736 yılında Fransız Büyük Locası ayarında, "Grand Orient" adını
verdikleri bir üst kuruluĢ oluĢturdular. Fransa'da, bu bağımsız Fransız
kuruluĢunun yanısıra, Ġngiltere Büyük Locası'ndan berat alan bir Fransız Büyük
Locası da kuruldu.
Fransa'da Katolik kilisesi karĢıtı güçlü lobi, devrim sonrasında gelen direktuvarlık
dönemi boyunca da etkinliğini sürdürdü. Bu dönemde Jakobinler'in kiliseye ağır
bastıkları görüldü. Napolyon'un geliĢi ile durum tersine döndü. Katolikler
imparatorluk süresince ağırlıklarını hissettirdiler. Ġmparatorluk sonrasında ise,
taraflar arasındaki mücadele, herhangi birisinin kesin üstünlüğü olmaksızın sürüp
gitti. Bu arada Mason localarındaki Katoliklerin sayısı giderek afaldı. 1877 yılında
Grand Orient, locaların "Evrenin Ulu Mimarı" onuruna çalıĢmaları zorunluluğunu
kaldırdığını açıkladı. Bu karar üzerine Ġngiltere Büyük Locası, Fransız Grand
Orient'i ile tüm iliĢkilerini derhal kesti ve bu kuruluĢu düzenli olarak tanımadığını
dünyaya duyurdu. Böylece Fransız Masonluğu, evrensel Mason topluluğu ile ayrı
düĢmüĢ oldu (10).
ĠĢte Fransız Masonları, bu ruh hali içinde, aralarına Deist inançta olanların da
katılmasını sağlamak amacıyla, Evrenin Ulu Mimarı'na inanma zaruretini kaldıran
bir kararı onaylamıĢlar ve Ezoterik öğretiye ters düĢmüĢlerdir.
Ġtalya üzerinde 1713 yılına kadar süren Ġspanyol egemenliği Katolik kilisesinin
güçlenmesini, Engizisyonun kurumlaĢmasını ve Rönesans'ın hızını yitirmesini
sağlamıĢtı. Avusturya ve Fransa hakimiyetlerinin ardından 1814 yılında,
Napolyon'un devrilmesi üzerine Ġtalyan devletleri yeniden ortaya çıktılar. Napoli
krallığı, Sardunya krallığı ve Papalık devleti bağımsızlaĢtı. Ancak Toscana, Parma
ve Modena Avusturya'ya bağlı hanedanlar tarafından, Lombardia-Venedik krallığı
da doğrudan Avusturya tarafından yönetiliyordu. Trentino, ĠĢtira ve Trieste gibi
Ġtalyan toprakları ise, Avusturya Ġmparatorluğu topraklarına dahil edilmiĢti.
1848'de Paris'deki ġubat devrimi, yine aynı yıl Viyana'daki Mart devrimi, Ġtalya'da
da ulusal birlik devriminin baĢlamasına yol açtı. Birlik için savaĢlar 1861 yılına
kadar devam etti. Bu tarihte, Fransa himayesindeki Roma-Papa devleti toprakları
hariç tüm Ġtalyan devletleri birleĢtirildi ve Ġtalya krallığı doğdu.
Garibaldi, Cavour, Emanuel I, Mazzini gibi birlik için savaĢan liderler hep
Mason'dular. Bu aydınlar, birleĢmeye karĢı çıkan kilisenin karĢısına Masonluk
ilkeleri ile çıktılar. 1786'da, Papanın da desteği ile Avusturya kraliçesi Maria
Teresa Ġtalya'da Masonluğu yasaklamaya kalkıĢtı. Ancak bu ülkede Masonluk
geleneğinin temelleri çok derindeydi. Pisagor Akademisi, Roma Col-legiaları,
Gilde'ler, ilk Mason locaları, Eflatun Akademisi, Röneans hep bu topraklarda
doğmuĢtu. Bu nedenle Masonluk, Katoliklerin yoğunluğuna rağmen halk arasında
da belli bir sempatiyle karĢılanıyor ve milli duygulara hitap etmeleri yüzünden de
büyük destek buluyordu. Fransız Masonlarının da yardımı ile Avusturya
kraliçesinin giriĢimi baĢarısız kaldı.
1848 yılında Papa 9. Pius, Ġtalya'nın bağımsızlığı için Avusturya'ya savaĢ ilanını
reddedince, Masonlar Roma'da bir ayaklanma baĢlattılar. Papa Roma'dan kaçmak
zorunda kaldı. Ancak Fransız kuvvetlerinin Roma'yı ele geçirmelerinden sonra
Pius kente geri dönebildi. 1870 yılında Fransa, Almanya ile savaĢa girince Fransız
kuvvetleri Roma'dan çekildi. O tarihte kurulmuĢ bulunan Ġtalyan krallığına ait
birlikler kente girdi. Roma'nın kraliyet birliklerince alınması üzerine Papa Vatikan
Ģehri surlarının arkasına çekildi ancak, yenilgiyi içine sindiremedi ve Masonluğu
lanetleme kampanyasını sürdürdü. Pius'dan sonra Papalığa gelen 10. Leo da, yeni
rejimi onaylamadığını göstermek için Ġtalya Katoliklerine kraliyet parlamentosu
seçimlerine katılmalarını yasakladı. Ancak, bu karar neticesinde Katoliklerin
politik zeminde hiçbir etkinlikleri kalmamıĢ oldu.
Ġtalyan birliğini sağlayan ve iktidarı ellerine alan Masonlar, baĢta laik bir devlet
sistemi olmak üzere birçok alanda Masonik inançları yaĢama uyguladılar.
Örneğin, ilk demokratik ceza kanunu olarak kabul edilen Ġtalyan Ceza Kanunu'nu
hazırlayan Zanardelli bir Masondu ve hayata geçirdiği kanun birçok Masonik ilkeyi
kapsıyordu. Zanardelli, bu kanunla dinler arasında hiçbir ayrım gözetmeyerek, din
özgürlüğünü kabul etmesinin yanısıra, bu özgürlüğe karĢı çıkacakların da
cezalandırılmalarını öngörmüĢtür.
PadiĢahın mutlak egemenliğine karĢı çıkan aydınlar, 1899 yılından itibaren yurt
içinde ve yurt dıĢında örgütlenerek, Jön Türkler adı altında muhalefete baĢladılar.
Masonların gücünü arkasına alarak tahta çıkmıĢ olan Abdülhamit, tüm yetkileri
eline almasının hemen ardından tam bir Mason düĢmanı kesildi. Masonları
dinsizlik ve Tanrıtanımazlıkla suçlama konusunda Katolik kilisesi ile özdeĢleĢen
Abdülhamit yine de yönetimi süresinde Mason localarının faaliyet göstermelerine
ses çıkartmadı. Bunda iki neden etken olmuĢtu. Öncelikle Sultan Abdülhamit çok
kuĢkucu ve kurnaz bir kiĢiliğe sahipti ve Mason localarını kapatması halinde tüm
Masonların yeraltına çekilerek, kendisi aleyhinde daha yoğun çaba
harcayabileceklerini hesaplamıĢtı. Bunun yerine locaların açık kalmasını ve
hafiyeleri vasıtasıyla sürekli denetim altında olmalarını sağladı. Abdülhamit'in bu
yöntemi özellikle istanbul'da son derece etkili oldu ve Ġstanbul Masonları istibdat
dönemi boyunca hiçbir varlık gösteremediler. Ġkincil olarak Osmanlı yönetimi
ekonomik açıdan dıĢa tamamiyle bağımlı hale gelmiĢti. Abdülhamit, Mason
localarını kapatması halinde, yabancı ülkeler Masonlarının büyük baskıları altında
kalabileceğini, bunun da alınacak ekonomik yardımları etkileyeceğini
hesaplamıĢtı (13).
Osmanlı Masonları ile, Batıni doktrinlerin bir diğer savunucusu olan BektaĢiler
arasında Abdülhamit döneminde gözle görülür bir dayanıĢma vardı. Selanik'teki
Masonlar toplantıları için BektaĢi tekkelerinden yararlanırlarken, Tevfik Bey gibi
bir BektaĢi Babası da Masonluğu katılarak, iki örgüt arasındaki iletiĢimi sağladı
(15).
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk BaĢbakanı Rauf Orbay, yine Türkiye
Cumhuriyeti'nin ilk baĢbakanlarından Ali Fethi Okyar, General Kazım Karabekir,
General Kazım Özalp, Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreteri ġükrü Kaya, ilk
hükümetin ĠçiĢleri Bakam General Refet Bele, yine Atatürk dönemi DıĢiĢleri
bakanı Tevfik RüĢtü AraĢ, bir diğer ĠçiĢleri bakanı Mehmet Cemil Uybadın,
Türkiye'nin ilk Washington Büyükelçisi Muhtar Tahsin ve Atatürk'ün yakın
çalıĢma arkadaĢlarından Milletvekili Cevat Abbas Gürür'ün birer Mason olmaları,
Masonik inançların KurtuluĢ savaĢı ve sonrasında kurulan Türkiye
Cumhuriyeti'nde ne denli etkin olduğunu göstermektedir. Atatürk ve kadrosu,
Rönesans ve Reform neticesinde Hristiyan dünyasında gerçekleĢtirilen
aydınlanmayı bir Müslüman ülkede, Türkiye'de gerçekleĢtiren ve laik sistemi
baĢarıyla uygulamaya koyan ilk kadro olmuĢlardı. Saltanat ve Hilafet kaldırılmıĢ,
Türkiye çağdaĢ uygarlığı ve gerçek demokrasiyi yakalayabilen yegane Müslüman
ülke konumuna ulaĢmıĢtır. Masonluk bugün, özgür düĢünceye dayalı diğer
demokrasilerde olduğu gibi Türkiye'de de laik ve demokratik sistemi korumak için
üzerine düĢeni yapmaktadır.
Kaynakça
16.12.2001
XII. BOLÜM
MASONLUK VE EZOTERĠZM
Locanın doğusunda, Üstadı Muhterem kürsüsü arkasında bir GüneĢ, bir Ay ve her
ikisinin ortasında da Üçgen içinde bir Göz sembolü bulunmaktadır. Naacal ve
Hermes öğretilerinde gördüğümüz gibi GüneĢ, Tanrının eril embolü, Ay da diĢil
sembolüdür. Üçgen içindeki göz ise, Tanrının gözünün daima insanlar üzerinde
olduğunu remzetmektedir. Diğer Ezoterik ekollerde olduğu gibi Masonlukta da
baĢkan, yani Üstadı Muhterem, Tanrısal iradenin loca içerisindeki ifadesidir. Bu
nedenle kendisine mutlak itaat zaruridir. Üstadı Muhterem, güneĢin doğuĢuna
atfen, doğuda oturur. Bir loca sembolik olarak, güneĢin ilk ıĢıklarının ortaya
çıktığı, yani Tanrısal aydınlanmanın var olabildiği anda çalıĢmalarına baĢlar.
Masonlar, tüm insanlık için bir ülkü mabedi yapmak amacıyla çalıĢırlar.
Masonluğun bu görevi ancak tüm insanların mükemmele ulaĢmaları ile son
bulacaktır. Masonlara göre Tanrının insanlara verdiği en büyük vasıf Akıldır.
Ġnsanlar akıllarını kullanarak Ġyiyi, Doğruyu ve Güzeli aramakla yükümlüdür.
Mason mabedi üç sütun üzerinde ayakta durmaktadır. Bunlar, Akıl, Kuvvet ve
Güzelliktir. ÇalıĢmalar sona erdirilirken kardeĢlerin en büyük dileği KardeĢlik
Sevgisi'nin tüm dünyaya yayılmasıdır.
Masonluğa giriĢ töreni de, Ezoterik doktrin yanlılarının kendi örgütlerine giriĢte
asırlardan bu yana kullandıkları yöntemlerin bir sentezi durumundadır. Aday önce
her tarafı kapalı bir hücreye alınmakta ve düĢünceleriyle baĢbaĢa bırakılmaktadır.
Bu odada, eski Simyacıların ve ġövalyelerin kullandıkları "Vitriol" kelimesi dikkati
çeker (l).
Mabetdeki ilk yolculuk oldukça zordur ve sonunda aday Su sınavına tabi tutulur.
Daha kolay olan ikinci yolculuğun sonunda AteĢ sınavı, çok kolay olan üçüncü
yolculuğun sonunda da Toprak sınavı vardır. Eski çağlarda son derece çetin olan
bu sınavlar, uygarlığın geliĢimi doğrultusunda giderek kolaylaĢmıĢ ve günümüzde
sembolik birer konuma gelmiĢlerdir. Yolculuklardan sonra adaya, yok olmak veya
ölümün ötesine geçmenin kendi elinde olduğu hatırlatılır ve kendisine verilecek
tüm sırları saklı tutacağına dair yemin ettirilir. Ketumiyet yemini her derecede
yinelenmektedir. Yemin, Evrenin Ulu Minıarı'nın adını anarak ve Kutsal Kitaplar
üzerine el konularak yapılır. Daha sonra adayın gözlerindeki bağ açılır ve
Hakikatin Nurunu görür. O artık bir Çırak Masondur.
Yeni Çırağa adım adım verilen öğretide Semboller Dili kullanılır. Bu çok eski ve
evrensel öğretim yöntemi sayesinde, sembollere her çağda, çağın gerektirdiği
anlamaların yüklenebilmesi ile Ezoterik doktrin hiçbir zaman çağdaĢlıktan ve
akılcılıktan uzaklaĢmamıĢtır.
Sen Jan, "Tanrı senin içindedir" der. Nitekim, Hristiyan Masonlar yeminlerini Sen
Jan'ın Ġncili Yoanna üzerine yaparlar. Hristiyan dünyasında ayrıca, ilk üç derece
localarına "Sen Jan locaları" da denilmektedir. 1742 yılında yayınlanan bir kitapta,
yabancı bir Masonu tanımak için sorulan "nereden geliyorsun?" sorusuna verilen
cevabın, "Sen Jan Locasından" Ģeklinde olduğu görülmektedir. Daha önce ifade
edildiği gibi Yoanna Ġncili Ġsa'nın öğretisinin Ezoterik yönünü bünyesinde
barındırmaktadır (5). Masonluk da, Hristiyan Ezoterizminde belirtildiği gibi,
Tanrının insanın içinde bulunduğuna inanmaktadır. Ġnsanın Tanrıyla özdeĢliğini
savunan Masonluk, insan, Tanrı, evren birliğine de inanmaktadır ve bu inancı
doğrultusunda Masonluğun evrensel olduğu belirtilmektedir. Bireyin tüm
insanlıkla ve evrenle kaynaĢması, aralarındaki ortak bağı, sevgi bağını bulmasını
sağlar ve bu sevgi, Evrenin Ulu Mimarına ulaĢmanın yegane yoludur. Kendisi de
bir Mason olan Goethe, bu duyguyu Ģöyle dile getirmektedir:
1924 yılında New York'da yapılan bir Büyük Loca toplantısında, Tanrının tekliği ve
tüm insanların Tanrısı olduğu, kutsal kitapların Masonlar için sadece birer ıĢık
olduğu açıklanmıĢtır. Ruhun ölmezliği inancının vurgulandığı bu açıklamada, bir
Masonun en önemli görevinin Tanrıyı ve insanı sevmek olduğu belirtilmiĢtir.
Masonluk, bedenin ölüp, ruhun canlı kaldığı inancını savunmaktadır ve Mason
olmak isteyenlere, tıpkı Tanrıya olan inancı gibi, Ruhun Ölmezliğine inanıp
inanmadığı da sorulur. Bu inançta olmayanlar da derneğe alınmaz.
Evrenin Ulu Mimarı adının ikinci derecede, yani Kalfalıkta kullanılan ifadesi,
"Evrenin Ulu Geometri Üstadı"dır. Bu ifade tarzı da Ezoterik öğreti yanlılarının
binlerce yıldan bu yana kullandıkları Tanrısal "Geometri Üstadlığı" vasfı ile uyum
içerisindedir.
Çıraklıktan Kalfalığa geçiĢ töreninde Kalfa adayından, tam ve kusursuz bir eser
yaratması istenir. Üstadı Muhterem, "Bu öyle bir eser olsun ki, adalet ve sevginin
timsali olsun. Tüm insanlık ona sağınabilsin" der. ġaĢıran kalfa adayına bu eserin
kendisi, yani insan olduğu öğretilir. Bu ifade, Tanrının insanın içinde var
olduğunun anlatımından baĢka bir Ģey değildir.
Üçüncü derece olan Üstadlığa yükseliĢ töreni, ruhun ölümsüzlüğüne olan inanca
ayrılmıĢtır. Bu törende sembol olarak, Süleyman Mabedi'ni inĢa eden büyük
mimar Hiram kullanılır. Hiram bir Yahudi değildir. Yani dinin dogmatik yönünden
uzaktır. Ancak, yüce bir varlığa da inanmakta ve onun adına mabet inĢa
etmektedir. Hiram'ın Üstadlık sırlarını vermemek uğruna ölümü tercih etmesi,
ketumiyet yeminin ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Bu derecedeki
törende adayın sembolik olarak ölümü ve yeniden doğuĢu canlandırılır ve bireysel
çalıĢmaların insan ömrü ile sınırlı olduğuna, tüm insanların ortak çabası olan
düĢüncelerin ise ölümsüzlüğüne dikkat çekilir. Bu derecede Tanrının ifadesi
"Yücelerin Yücesi" Ģeklindedir. Bu deyimi Tanrıyı anarken kullanan Pisagor,
Kemale ermiĢ birçok Yüce insanın bulunduğunu, bu nedenle Tanrının ancak,
"Yücelerin Yücesi" olarak adlandırılabileceğini savunmuĢtu. Bu ifade tarzı dahi,
Pisagor'un Ezoterik öğretisi ile Masonik Ezoterik öğreti arasındaki yakın iliĢkiyi,
bağlantıyı ispatlamaktadır.
Masonluk, eski çağlardan bu yana dini ve siyasi her türlü yobazlığa, putlara karĢı
çıkmıĢtır ve her türlü dogmayı yıkmak en önemli görevleri arasındadır. Dar
görüĢlü yobaz insanlar evrensel zekaya ancak Tanrının sahip olduğu
inancındadırlar. Bu zekanın aslında, insanlık tarihi boyunca tek tek bütün
insanların zekalarının birleĢmesiyle üretildiğini anlayamazlar. Masonluğun
dogmalara karĢı çıkmakta kullandığı en güçlü silahlar, bilimin rehberliğinde
akılcılık ile fikir ve inanç hürriyeti ve hoĢgörüdür. Masonluk, tüm dinlere karĢı
hoĢgörülü davranırken, üyelerinin fikir ve inanç hürriyetlerini kısıtlamamak ve
hiçbir yere ulaĢmayacak gereksiz tartıĢmalardan kaçınmak için, localarda dini ve
siyasi tartıĢmalar yapılmasını yasaklamıĢtır.
Masonik düĢünceye göre evrende hiçbir Ģeyin sonu veya baĢlangıcı yoktur.
HerĢey sürekli bir geliĢme ve değiĢim içindedir. Bu durum evrene hakim olan
evrim ve hareket kanunları ile açıklanabilir. Evren, bu kanunlar çerçevesinde
sürekli bir devinim ve büyüme içerisindedir. Ġnsan evrenin bir parçasıdır ve
sadece onda hakikati kavrayacak yetenek vardır. Masonluk, yoktan var edici Tanrı
fikrini kabul etmez. Tanrı, Nur'dur, Ruh'dur, Hakikat'tir, Adalet'tir, ÇalıĢma'dır ve
AĢk'tır. Tanrı önsüz ve sonsuzdur. Hakikatin merkezidir ve kendisinden çıkmıĢ
olan tüm ruhların çekim kaynağıdır. Bütün ruhlar ölümsüzdür ve Tanrıya ulaĢmak
için sürekli gayret içindedir. Çevremizi saran uzayın, zamanın ve yaĢamın
sonsuzluğu ile Tanrının sonsuzluğu aslında aynı Ģeylerdir.
Kendisinden önceki tüm Ezoterik ekoller gibi Masonluk da, evreni oluĢturan dört
temel elemanın AteĢ, Su, Hava ve Toprak olduğu görüĢünü benimser. Masonluk
için, zaman içindeki kuvvet, zaman dıĢındaki Tanrının ispatıdır. Evrende her an
kuvvetten madde doğduğu gibi, madde de kuvvete, yani enerjiye dönüĢmektedir.
Doğa, ateĢle kıvamlaĢmakta ve olgunlaĢmaktadır.
Yedi sayısının Masonlukta özel bir önemi vardır. Pisagor ekolünde olduğu gibi,
Masonlukta da, yedi kollu Ģamdanla sembolize edilen bu sayı, yedi gezegeni veya
evrenin yedi temel unsurunu remzetmektedir.
Bir loca üç temel sütun üzerinde yükselir. Bunlar, Güzellik, Kuvvet ve Akıl
sütunlarıdır. Yemin masasının üstünde, Gönye, Pergel ve Kutsal Kitaplar bir
üçleme oluĢturur. Locayı Üstadı Muhterem ve onun iki yardımcısı, yani üç kiĢi
yönetir. Locada mutlak iradeyi temsil eden Üstadı Muhteremin sembolü, hemen
arkasındaki üçlü ıĢıktır. Yine doğuda, Ay, GüneĢ ve Üçgen Ġçindeki Göz
sembolleri de bir diğer üçlemeyi oluĢturur.
ABD Güney Jüridisiyonu Yükek ġurası Hakim Büyük Amirlerinden Albert Pike,
"Masonluğun bütün savı, ruhun sonsuz Tanrı varlığının bir kıvılcımı olduğu ve bu
nedenle, ölümsüz olduğudur. Ġnsanda, Tanrısal nesnenin insani nesne ile
birleĢmiĢ olduğu söylenebilir" demektedir. Hermes de binlerce yıl önce, "Ġnsan
varoluĢun aynası ve özetidir. AĢağıda olan da yukarıda olan gibidir. Evren ise,
büyük çapta bir insandır. ĠĢte birlik mucizesi budur" dememiĢ miydi?
GÖNYE – PERGEL BEġ KÖġELĠ YILDIZ
Kaynakça
22.12.2001