You are on page 1of 165

TC

ÇUKUROVA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYALBĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
TÜRK DĐLĐ VE EDEBĐYATI ANABĐLĐM DALI

FUZÛLÎ’NĐN TÜRKÇE DĐVANI’NDA ZAMAN

Abdulhakim KILINÇ

YÜKSEK LĐSANS TEZĐ

ADANA–2007
TC
ÇUKUROVA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYALBĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
TÜRK DĐLĐ VE EDEBĐYATI ANABĐLĐM DALI

FUZÛLÎ’NĐN TÜRKÇE DĐVANI’NDA ZAMAN

Abdulhakim KILINÇ

Danışman: Prof. Dr. Mine MENGĐ

YÜKSEK LĐSANS TEZĐ

ADANA–2007
i

ÖZET

FUZÛLÎ’NĐN TÜRKÇE DĐVANI’NDA ZAMAN

Abdulhakim KILINÇ

Yüksek Lisans Tezi, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı


Danışman: Prof. Dr. Mine MENGĐ
Ekim 2007, viii+155 sayfa

Tezimizde Fuzûlî’nin Türkçe Divanı’nda zamanı incelemeye çalıştık. Zaman her


dönemde merak uyandırmış oldukça soyut bir kavram. Zamana bakış hayata ve kendine
bakışla da bağlantılıdır. Genellikle anlatı türlerinde incelenen zaman kavramının izlerini
Fuzûlî’nin Divanı’nda sürdük. Fuzûlî’nin Divanı’nda izlerini sürdüğümüz zaman kavramının
o dönemin düşünce yapısı ile ve bakışıyla ilişkilerini de kurmaya çalıştık.
Fuzûlî klasik Türk şiirinin en büyük şairlerinden biridir. Bu yönü ile Fuzûlî sadece
kendini seslendiren değil aynı zamanda içinde yetiştiği geleneğin ruhunu da yansıtan bir
şairdir. Çalışmamızda onu seçmiş olmamızın en önemli sebeplerinden biri budur.
Divanda zaman, felek ve kader arasında, o günün hayat görüşünün de etkisiyle gelişen
bir ilişki kurulduğunu, bu münasebetle zamana ve feleğe yaklaşımın çoğunlukla olumsuz
çağrışımlar taşıdığını söyleyebiliriz.
Zamanın bölümlenmesinde doğal süreçler kullanılmıştır. Güneşin hareketleri bu
bölümlemelerde etkili olmuştur. Günün değişik bölümlerine şair kendi ruh haline göre bir
çağrışım yüklemektedir.
Bahar mevsimi en fazla üzerinde durulan mevsimdir. Birçok tabiat unsuru gibi bahar
da estetik bir unsur olarak kullanılmıştır. Ayrıca bahar mevsiminin aşk ve yeniden dirilişle
ilişkisi baharın divanda çok kullanılmasına sebep olmuştur. Bu iki kavram da ölümsüzlükle
bağlantılıdır.
Şair, kalıcılığa önem vermektedir. Kalıcılıkla gerçeklik arasında ilişki kuran şair, kalıcı
olanı gerçek kabul etmektedir.
Bize göre şairin varlık ve zaman anlayışını vahdet-i vücut şekillendirmiştir. Şimdi,
hem gelecekten hem de geçmişten daha önemlidir.
Günümüz zaman anlayışının hem Osmanlı için hem de Đslam düşüncesi için oldukça
yabancı olduğunu söyleyebiliriz. Đlerleme fikri etrafında kurulan bu düşünce ile tarihi hiç de
ilerlemeci bir gözle görmeyen Đslam düşüncesi arasında önemli farklılıklar vardır. Bu farklılık
ii

sebebiyle Osmanlıya baktığımızda durağan bir toplum yapısı görürüz. Zamanı değişimden
bağımsız olarak tanımladığımızda ise her toplumun kendine ait bir zaman anlayışı olduğunu
söyleriz.

Anahtar Kelimeler: Fuzûlî, Divan Şiiri, Zaman, Ölümsüzlük, Gerçeklik


iii

ABSTRACT

TIME IN TURKISH DĐVAN OF FUZÛLÎ

Abdulhakim KILINÇ

Master Thesis, Department of Turkish Language and Literature


Supervisor: Prof. Dr. Mine MENGĐ
October 2007, viii+155 pages

We tried to study the time in Turkish Divan of Fuzûlî in our thesis. Time is a quite
abstract concept which rouses great interest in all terms. Glancing at the time is also related to
looking at life and yourself. We followed the signs of the concept in the Divan of Fuzûlî time
which is usually investigated in narrative literary types. We tried to set up a relationship
between the idea and glancing structure of that age and time concept.
Fuzûlî is one of the most famous poets of classical Turkish poetry. Not only
expressing himself, he was also reflecting the tradion in which he was grown up. This is one
of the most important reasons for choosing him in our research.
We can say that a relationship among time, destiny and fate were set up with the
impact of that period’s ideas about life which causes negative associations at approaches to
time and destiny.
Natural processes were used at classifying the time. The movements of the sun were
effective at this classification. Poet loads an association according to his spiritual status at the
different times of the day.
Spring was the most attractive season. Like a lot of naturel elements, spring was also
used as an aesthetic element. Furthermore, the relationship of spring with love and revival
causes this season to be used most often in the divan. Both of these concepts are related with
immortality.
Poet attaches importance to be permanent. Life up to relationship between being
permanent and reality, the poet accepts the permanent as real.
In our opinion, the existence and time understanding of the poet was shaped by
vahdet-i vücud of tasavvuf. Present time is more important than future and past.
We can say that the time concept in our age is very foreign to that of both Ottoman
and Islamic age. There are important differences between the time concept which is based on
progressing forward and that is not progressive in Islamic understanding. Because of this
iv

difference, when we glance at Ottomans, we see static social structure. When we identify the
time independent of time variation, we can say all societies have their own time
understanding.

Key Word: Fuzûlî, Divan Poetry, Time, Immortality, Reality.


v

ÖN SÖZ

Zaman, yapısı itibarıyla anlatı metinlerinde daha belirginlik kazanan bir kavramdır.
Anlatıma dayalı eserlerde olayın doğal atmosferi mekan ve zamandır. Zamansız ve mekansız
bir olay düşünmek mümkün değildir. Olay anlatımına dayananlar dışındaki eserlerde ise
zaman düşüncesi vardır. Bu tür eserlerde, bir şairin zamana bakışını ve zamanı algılama
şeklini yakalarız. Aynı zamanda kültürün ve belli bir dönemin zamana bakışıyla ilgili
izlenimlere rastlarız.
Bu çerçevede Fuzûlî’nin Türkçe Divanı’nda zamanı incelemeye çalıştık. Yaptığımız
kaynak taraması sonucu konumuza ilişkin başka bir çalışmaya rastlamadık. Bu durum tez
konumuzun işlenişiyle ilgili bizim kendimize has bir bakış açısı geliştirmemizi zorunlu kıldı.
Kendi bakış açımız dahilinde konuya ilişkin başlıkları belirledik ve beyitleri incelemeye
gayret ettik. Şüphesiz bir başka bakış açısı bizim göremediğimiz birçok hususu
aydınlatabilecektir. Böylece bizim ulaştığımız sonuçlardan farklı sonuçlara ulaşacaktır.
Bununla beraber bu çalışmayla küçük de olsa bir adım attığımıza inanıyoruz.
Çalışmamızda, elimizde bulunan en kapsamlı Fuzûlî Divanı basımı olan [FUZÛLÎ
(1990), Fuzûlî Divanı, (Hazırlayanlar: Prof. Kenan Akyüz, Süheyl Beken, Doç. Dr. Sedit
Yüksel, Dr. Müjgan Cunbur), Akçağ Yayınları: Ankara]’yı esas aldık. Taradığımız beyitlerin
yazımında divandaki imlayı korumaya çalıştık. Açık bir yazım yanlışı olduğunu
düşündüğümüz yerlerde bazı tasarruflarda bulunduk.
Fuzûlî’nin Türkçe Divanı’ndaki “zaman”la ilgili beyitleri taradık. Tezimizde planda
yer alan başlıklarla ilgili taradığımız beyitlerden çoğunu eledik. Birçok beytin benzer bir
anlam dünyasına sahip olması, beyitleri elememizdeki en temel etkendir. Beyitleri seçerken
taradığımız beyitlerden zamanla ilgili göndermeleri belirgin olanlarla estetik değeri yüksek
olanlara öncelik verdik. Kelimelerin farklı kullanımlarını da göstermeye çalıştık. Örnek
beyitlerin çoğunun günümüz Türkçesindeki karşılıklarını parantez içinde verdik.
Çalışmanın her aşamasında bizi yönlendiren ve yaklaşımlarıyla önümüzü açan sayın
hocam Prof. Dr. Mine Mengi’ye şükranlarımı sunarım.
vi

ĐÇĐNDEKĐLER

ÖZET …………………………………………………………………………..……….i
ABSTRACT……………………………………………………………………..……...iii
ÖN SÖZ…………………………………………………………………………...……..v
KISALTMALAR………………………………………………………………….……viii
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
GĐRĐŞ
1.1.Çalışmayla Đlgili Genel Bilgiler …………………………………………………… 1
1.1.1.Konu ……………………………………………………….……………….. 1
1.1.2.Amaç ……………………………………………………….………………. 1
1.1.3.Kapsam ve Sınırlar ………………………………………….……………… 1
1.1.4.Bölümler …………………………………………………….……………… 1
1.2.Đslam Düşüncesi ve Zaman ……………………………………………..…………. 2
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
KOZMĐK ZAMAN
2.1.Fuzûlî Divanı’nda Zaman Đfade Eden Kelimeler ……………………….………...23
2.1.1.Zaman …………………………………………………………….…..........23
2.1.2.Rûzgâr …………………………………………………………….……….28
2.1.3.Dehr ………………………………………………………………………..31
2.1.4.Vakt ………………………………………………………………………..34
2.1.5.Saat …………………………………………………………………...........40
2.1.6.Müddet ve Mühlet .…………………………………………………...........43
2.1.7.An, Dem, Lahza …..………………………………………………………..45
2.2.Kozmik Hareketler ve Zaman …………………………………………………….51
2.2.1.Felek, Kader ve Zaman Đlişkisi …………………………………….............51
2.2.2.Kozmik Hareketlerle Belirlenen Zaman Birimleri………………….............56
2.2.2.1.Yıl ………………………………………………………………....56
2.2.2.2.Mevsim …………………………………………………………....57
2.2.2.2.1.Đlkbahar ……………..……………………………….......58
2.2.2.2.2.Sonbahar …..……………………………………….…....68
2.2.2.2.3.Kış …………..……………………………………..........70
2.2.2.3.Ay …………………………………………………………….…...73
2.2.2.4.Gün ……………………………………………………………......77
vii

2.2.2.4.1.Günün Bölümleri………………………………………..91
2.2.2.4.1.1.Şafak …………………..……………………92
2.2.2.4.1.2.Seher …………………..……………………92
2.2.2.4.1.3.Sabah-Akşam …………..…………………...95
2.2.2.4.1.4.Gece-Gündüz ……………………………….106
2.3.Zamanın Üç Boyutu ……………………………….……………..…………......111
2.3.1.Geçmiş ……………………………………………..…………………......112
2.3.2.Şimdi ……………………………………………………..…………….....114
2.3.3.Gelecek …………………………………………………………..……......119
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DÜNYA ÖTESĐ ZAMAN
3.1.Yaratılış ve Ahiret ………………………………………………………….........121
3.1.1. Yaratılış …………………………………………………………………..121
3.1.2. Ahiret …………………………………………………………………….124
3.2. Sonsuzluk ve Sonsuz Hayat Özlemi ……………………………………………128
3.2.1. Ölümsüzlük ve Ebed-Ezel Đlişkisi …………………………………….…128
3.2.2. Fenâ-Bekâ ………………………………………………………………..131
3.2.3. Ölümsüzlük ve Âb-ı Hayat …………………………………....................139
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SONUÇ ...…………………………………………………………………………....146
KAYNAKÇA ……………………………………………………………………….151
ÖZGEÇMĐŞ ………………………………………………………………………...155
viii

KISALTMALAR

Ank.: Ankara
B.: Beyit
Bnd.: Bend
C.: Cilt
Çev.: Çeviren
G.: Gazel
Đst.: Đstanbul
K.: Kaside
Muh.: Muhammes
Muk.: Mukattaat
Müs.:Müseddes
R.: Rubaî
s.: Sayfa
S.: Sayı
Tah.: Tahmis
TDVĐA: Türkiye Diyanet Vakfı Đslam Ansiklopedisi
Trc.: Terci-i Bend
Trk.:Terkib-i Bend
1

BĐRĐNCĐ BÖLÜM

GĐRĐŞ

1.1.Çalışmayla Đlgili Genel Bilgiler


1.1.1.Konu

Tezimizin konusu Fuzûlî’nin Türkçe Divanı’nda zamandır. Bu çerçevede Fuzûlî’nin


Türkçe Divanı’ndaki zamanla ilgili beyitler incelenmiştir.

1.1.2.Amaç

Tezimizde Fuzûlî’nin şiirlerindeki zaman anlayışının ortaya koyması amaçlanmıştır.


Dönemin düşünce yapısının Fuzûlî’nin şiirlerine ne kadar yansıdığı incelenmiştir.

1.1.3.Kapsam ve Sınırlar

Tezimiz Fuzûlî’nin Türkçe Divanı ile sınırlanmıştır. Bu çerçevede Fuzûlî’nin diğer


eserleri inceleme dışı bırakılmıştır. Dönemin bilimsel anlayışı ve düşünce yapısı da özet
olarak irdelenmeye çalışılmıştır. Tezde günümüz zaman anlayışlarına ve günümüzdeki
felsefi yaklaşımlara yer verilmemiştir. Đncelediğimiz dönemin 16. yy olduğu dikkate
alındığında bu bilgilerin gereksiz teferruat oluşturacağı düşünülmüştür.
Tezde zamanla ilgili kavramların kullanım şekillerinden hareket edilerek sonuçlara
ulaşılmaya çalışılmıştır. Bu sebeple fişlemelerimizi de zamanla ilgili kelimeleri esas
alarak yaptık. Böyle bir yaklaşım zamanla ilgili bütün yönleri aydınlatmayabilir. Ancak
zamanla ilgili kavramların da önemli ipuçları taşıdığını söyleyebiliriz.
Beyitler, zamanla ilgileri bakımından yorumlanmaya çalışılmıştır. Bu sebeple
yorumlarımız beyitlerin diğer anlam katmanlarını dışarıda bırakmıştır. Diğer anlam
katmanlarından, beytin anlam çerçevesini belirlemek için özet olarak faydalanılmış,
beytin anlamı belirginleştikten sonra, beyitlerin zamanla ilgileri ortaya konulmuştur.
Çalışma konusunun dışına çıkmamak için böyle bir tercih yapılmıştır.

1.1.4.Bölümler

Tezimiz giriş dahil olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde Đslam
kelamı, felsefesi ve tasavvuf (vahdet-i vücûd) felsefesinde zamanın anlaşılma şekli
üzerinde durduk. Böylece Fuzûlî’nin şiirlerinin üzerinde yükseldiğini düşündüğümüz
felsefi temeli aydınlatmaya gayret ettik
2

Birinci bölümde kozmik zamanın Fuzûlî’nin şiirlerine nasıl yansıdığını inceledik.


Kozmik zaman ayın ve dünyanın hareketleriyle belirlenen zaman dilimlerini ifade
etmektedir. Bu zaman ölçülen zamandır. Fuzûlî’nin döneminde bu zamanın feleklerin
hareketiyle oluştuğuna inanılmaktaydı. Bu bölümde zaman, dehr, felek, ay, gün,
mevsim ve geçmiş-şimdi-gelecek gibi zamanla ilgili kavramlar incelenmiştir.
Đkinci bölümde ölçülen zamanın dışında kalan zaman incelenmeye çalışılmıştır.
Ölçülen zamandan kastımız bu dünya zamanıdır. Bu sebeple bu bölüme dünya ötesi
zaman başlığını atmayı uygun gördük. Hem ölümsüzlük hem de ezelilik ebedilik
kavramları bu dünya zamanını aşan sonsuzluklardır. Ayrıca yaratılış ve ölümden
sonraki zaman da bu dünya zamanından farklı hususiyetler göstermektedirler.

1.2.Đslam Düşüncesi ve Zaman

Zaman kavramı, her bilim dalı için değişik boyutlarıyla merak uyandıran bir
kavramdır. Bilim dalları kendi inceleme konuları çerçevesinde zamanla da kesişmekte
ve zamanı kendi açılarından yeniden tanımlamaktadırlar. Bilim dallarının zaman
tanımları arasında farklılıklar olsa da tanımlar birbirinden tamamen uzaklaşmamaktadır.
Bilim dalları arasında var olan bu farklılık aslında kültürler ve toplumlar arasında da
vardır. Her toplumun zamana yaklaşımı ve yüklediği anlam belli oranlarda kendine
görelik arz etmektedir. Bu farklılığın devirler arasında olduğunu da söylemek
mümkündür. Modernizmin geliştirdiği zaman algısı ile o güne kadar gelen zaman algısı
arasında büyük uçurumlar vardır. Modern çağlara gelmeden önce de Batı dünyası ile
Doğu dünyası farklı yaklaşımlara sahiptirler. Đslam dünyasının ay merkezli takvimi
kullanması, günü namaz vakitlerine göre bölümlemesi ve günün güneşin batımıyla
başlaması bunlardan sadece bazılarıdır. Đslam dünyası namaz vakitlerini belirlemek için
vakit belirleme araştırmaları yapmış ve 7. yy’dan itibaren de güneş saatleri kullanmıştır.
(Kıng, 2006, 193) Muvakkıthaneler zamanın ölçülmesi, vakitlerin belirlenmesi
konusunda önemli çalışma mekanları olmuşlardır. 16. yy’da mekanik saatler
Takiyyüddin tarafından kullanılmışsa da rasathaneden dışarı pek çıkmamıştır. Bunun bir
kusur olup olmadığı tartışılabilir ancak Osmanlı insanının mekanik saate ihtiyaç
duymadığı kesindir. Bunun sebeplerinden biri belki de saat cetvellerinin
oluşturulmasıdır. Farklı bölgeler için sabah, kuşluk, öğle, akşam, ikindi, yatsı saatlerini
gösteren cetveller hazırlanmıştır. (Kıng, 2006, 193-224) Bu cetveller muhtemelen daha
pratik gelmiştir. Ayrıca saatin güneşin batışına göre düzenlenmiş olması münasebetiyle
mekanik saatlerin sürekli ayarlanması gerekmektedir. Mekanik saatlerin endüstriyel ve
3

mekanikleştirilmiş bir zaman algısıyla da bağlantısı olduğu söylenebilir. Tabiatı


kontrolü altına almaya çalışan batı insanı, değişmez tabiat yasalarını bularak tabiat
kanunlarını standartlaştırmaya çalışır. Amacı tabiat üzerinde hakimiyet kurmaktır.
Burada tabiatın düzenden çok kaos halinde bulunduğu ve insan eliyle düzene
kavuşturulması gerektiği fikri tabiatı değişmez kanunlara bağlama düşüncesini
doğurmuştur. Oysa Müslüman için bu dünya mümkün olan dünyaların en
mükemmelidir. Tabiatta kaos değil tanrının koyduğu düzen hakimdir. Onu bir daha
düzenlemeye ihtiyaç yoktur. Mekanik saatler, zamanı standartlaştıran ve somutlaştıran
araçlar olmuştur. Müslüman doğuda böyle bir aletin hayatı, evreni ve kendini
yorumlama farkı bulunan, batı dünyasındaki kadar yaygınlık kazanması mümkün
olmayacaktır.
Osmanlı toplumu dinin şekillendirdiği bir toplum olduğu için zamanı da din
şekillendirmiştir. Din, zamanın öylece akıp gitmesine izin vermemektedir. Yıl, ay ve
gün içinde belirlenen kutsal vakitler dinin zamana müdahaleleridir. Ramazan ayı, kandil
geceleri, bayram günleri, Cuma günü ve namaz vakitleri kutsal zamanlardır. Buralarda
zaman durdurulmakta ve yeniden şekillendirilmektedir. Zamanın öylece akıp gitmesine
izin verilmemekte, zaman kutsallaşmaktadır. Böylece bu zaman dilimleri diğerlerinden
ayrılmaktadır. Bu zaman dilimleri zamanın aşıldığı vakitler olmaktadır.
Đslam, ahret merkezli bir dünya yorumuna sahiptir. Bu münasebetle onun bir gelecek
perspektifi olduğunu söyleyebiliriz. Din, insanı geleceğe yatırım yapmaya teşvik eder.
Bununla beraber geçmiş de önemlidir. Zira gelecek geçmişin muhasebesi ve şimdinin
tanzimi ile şekillenmektedir. Asıl hedef ahrettir ama dünün muhasebesi de önemlidir.
Din, geçmişten geleceğe uzanır. Ancak bu yaklaşım Đslam düşüncesi içinde bazı
değişikliklere uğrayacak ve tasavvufla birlikte doğrusal olan hayat çizgisi dikeye
çevrilecektir. Dün ve gelecek önemini kaybederken, şimdi önem kazanacaktır.
Tarih, anlayışımız modern zamanlara kadar vak’anüvistlik olarak kalacaktır. Batıda
da 19. yy’a kadar tarih tam bir bilim dalı olarak kabul edilmemiştir. Ancak 19. yy
tarihin yüzyılı olacaktır. Tarih, pozitif bilim metotlarını kendi sahasına taşımış, böylece
amaç olayları kaydetmenin ötesine geçmiştir. Tarihi belgeler ve kanıtlar insanlık tarihini
yeni bir yorumlamaya tabi tutmaya yaramış bunu sonucu olarak insanlık tarihi
teorileşmiştir. Tarih yeniden yazılmakla kalmamış insanlığın tarihi yeniden
kurgulanmıştır. O zamana kadar insanlık tarihini aşamalı bir şekilde yorumlamak ve
gelinen noktayı geçmişten iyi görmek düşünülmemiştir.
4

Burada şunun altını özellikle çizmek istiyorum: Biz de modern zaman algısı ile
malülüz. Bu sebeple incelediğimiz döneme bugünden baktığımızda bugüne benzemeyen
birçok hususla karşılaşırız. Çünkü değerlendirmelerimizde modernist paradigmayı
merkeze alıyoruz. Başka bir paradigmayı merkeze alarak konuşmaya başladığımızda da
muhtemelen bugünü farklı değerlendireceğiz. Đşte bu sebeple biz bir dönemin
fotoğrafını çekmeye çalıştık. Tespitlerimiz bugünden durarak yapılan tespitlerdir. Bu
tespitlerimizde herhangi bir dönemin algısını yargılamamaya çalıştık. Zaten
incelediğimiz dönemin zaman algısının kendisinden sonraki zaman algılarından daha iyi
veya daha kötü olduğunu iddia edecek bir ölçüte de sahip değiliz.
Aşağıda Đslam düşüncesi içinde zamanın nasıl algılandığını ortaya koymaya çalıştık.
Aşağıda görüleceği üzere zamana çok farklı yaklaşımlar ve zamanla ilgili çok farklı
yorumlar geliştirilmiştir. Bunların her birisi dünyayı, hayatı ve kendini tanımlamayla
ilgili farklılıklardır.
Kelamcılar her meseleye Allah’la ilgili bir sorunsal üzerinden yaklaşırlar. Genellikle
bir meselenin tartışılmaya başlanmasının sebebi Tanrının zatı veya sıfatlarıyla ilgili bir
başka meseledir. Kelamcıların zamanla ilgili yaklaşımları felsefecilerde olduğu gibi ayrı
bir başlık altında ele alınmaz. Kelamcıların bu konuyla ilgili fikirlerini değişik bahisler
altında ifade ettikleri dikkat çeker.
Eş’âriler zamanı ” kendisiyle ezelden beri yenilenen başka bir mübhemin
ölçüldüğü malum olan bir yenilenendir.” şeklinde tanımlamaktadırlar. (Demir, 2006,
116) Kelamcılar genellikle zamanın âlemin hareketinin ölçüsü olduğunu kabul ederler.
(Demir, 2006, 139) Bu tanımda ortaya konan zaman anlayışı ölçülen zamandır. Oysa
zamanın en azından iki boyutundan bahsetmek mümkündür. Ölçülen zaman bir
hareketle başka bir hareketin ölçülmesinden ibarettir. Ayın ve dünyanın hareketiyle
günün, ayın ve senenin ölçülmesi ve bunlarla da kendi hareketlerimizin ölçülmesi gibi.
Bu zaman anlayışı oldukça somut bir anlayıştır. Felsefecilerin tartıştığı zaman ise
belirtilenin dışında daha metafizik ve soyut bir kavramdır. Felsefeciler bu ölçülen
zamanın zaman denen bir varlığın bir aşaması olduğunu ifade ederler. Onlara göre
zaman vardır. Bu zaman değişik boyutlarda değişik şekillerde yansıyabilmektedir. Oysa
kelamcılar yukarıdaki tariften de anlaşılacağı üzere üst bir zaman kavramının varlığını
kabul etmezler.
Kelamcıların zamanın varlığını inkar etmelerinin sebeplerini Cürcani iki başlık
altında toplamıştır. Đlk olarak zamanın varlığı kabul edildiğinde akşamın günün önüne
geçmesinin mümkün olacağını ifade ederler. Çünkü zamanın zati kalıcılığının kabul
5

edilmesi demek onun hadis olması demektir aynı zamanda. Oysa kelamcılar hadis
olanın zaman değil olay olduğunu düşünürler. Zaman kararlı olmadığı için hadis de
olamamaktadır. Eğer kararlı olsa akşam günün önüne geçebilecektir. Đşte bu sebeple
zaman var değildir. Đkinci olarak kelamcılar şimdiki zamanın var olup olmadığını
sorarak işe başlarlar. Onlara göre zaman var ise şimdiki zamanın da var olması
gerekmektedir. Çünkü mazi geçmiş olan şimdiki zaman iken ati de gelecek olan şimdiki
zamandır. Yani mazi şimdiki zaman olmuş ve geçmiş, ati ise şimdiki zaman olma
potansiyeli taşımaktadır. Eğer şimdiki zaman yok kabul edilirse bunlar da yok olacaktır.
Bu durumda da zaman yok olacaktır. Şimdiki zamanı da bölünemez olarak kabul eden
kelamcılar bölünmesi durumunda cüzlerinin ya bir arada bulunacağını ya da cüzlerin
müterattip olacağının belirtmişlerdir. Müterattip olduğunda da cüzlerinden bazılarının
bazılarından önce geleceğini bu durumda da bütün cüzlerin şimdi olamayacağını ifade
ederler. Sonuç olarak şimdiki zamanın bölünmez olduğunu ispatlayan kelamcılar onun
da “an”dan ibaret olduğunu belirtmişlerdir. Bütün bu akıl yürütmelerden sonra zamanın
bu bölünemeyen anların birleşiminden oluştuğunu iddia ederler. Zira Eş’ârilere göre
zaman, münferit şimdiler dizisidir. Hareket ve zaman birbiriyle ilişkili olduğu için
hareketin de bölünemeyen cüzlerin birleşiminden ibaret olduğunu söyleyen kelamcılar,
cisim atomculuğunu zamana da taşımış olmaktadırlar. Zira onlar cismin de
bölünemeyen cüzlerden oluştuğunu iddia etmektedirler. (Demir, 2006, 117-121)
Felsefeciler, anın varlığını zihinsel olarak kabul edip zamanın varlığını savunurken,
kelamcılar anın varlığını kabul edip zamanın varlığını reddetmişlerdir.
Zamanın varlığını inkar eden kelamcılar, hareketin varlığını da inkar etmişlerdir.
Onlara göre hareket değil hareket eden vardır. Onlar, hareket edenin dışında hareketin
varlığını kabul etmezler. Onlara göre insan zihni hareketi varmış gibi kabul etmektedir.
(Demir, 2006, 129)
Kelamcılar da felsefeciler gibi zamanın ana karakterinin değişim olduğunu kabul
ederler. Cürcani, zamanın mahiyetinin akması ve yenilenmesi olduğunu belirtir. Bir
diğer deyişle zamanda istikrar yoktur. (Demir, 2006, 121)
Cürcani’nin ifade ettiğine göre kelamcılar, akşamın gündüzden önce olmasını
sadece bir taksim işi olarak görürler. Bu bir düzenlemeden ibarettir. Zaman geçmişten
başladığı için akşam günün önündedir. Zamanın gelecekten başladığı varsayılırsa bu
durumda gün akşamın önünde yer alacaktır. Zamanın dün ve bugün şeklinde bir taksime
tabi tutulmasını da bir düzenleme olarak ele alan kelamcılar, bu durumun zamanın
6

zatına ve mahiyetine ait bir durum olarak kabul etmezler. Çünkü zamanın zatının bile
bir kalıcılığı yoktur. (Demir, 2006, 127-128)
Felsefeciler, zamanın tanımında öncelik ve sonralığa önem verirler. Kelamcılar
ise öncelik ve sonralığı akli bir itibar olarak kabul ederler. Kelamcılara göre öncelik ve
sonralığın harici bir varlığı yoktur. (Demir, 2006, 127) Öncelik ve sonralığın harici
varlığının olmaması zamanın da harici bir varlığının olmadığı anlamına gelmektedir.
Kelamcılar, zamanın ve hareketin harici bir varlığı olmadığını söylemekle zamanı
varlığa bağlarlar. Varlık olmadan hareketin de zamanın da var olması imkânsızdır.
Kelamcılar, varlığı yaratımla başlatırlar. Onlara göre zaman da varlık da ezeli değildir.
Onlar, varlığın da hareketin de zamanın da bir anlık yaratımla ve Allah’ın dilemesiyle
oluştuğunu söylerler. (Demir, 2006, 133) Mâtürîdî, zaman için bir başlangıç tespit
edilmediği takdirde zamanın tamamının ortadan kalkacağını ispat etmeye çalışır.
(Koçar, 2004, 80-81)
Zamanın kadim olmadığını söyleyen kelamcılar, zamanın ebedi olmasını caiz
görürler. (Demir, 2006, 144) Bekayı “zaman birimlerinin gelecek bölümünde var
olmak” şeklinde tanımlayan Mâtürîdî ahret hayatının sürekliliğini nassa dayanarak
kabul eder. (Mâtürîdî, 2003, 24-25) Mâtürîdî, “baki olan aynı zamanda kadimdir”
anlayışına da karşı çıkar. “Mâtürîdî’ye göre, cisimde bekânın oluşumu, o cismi sürekli
kılmanın sebebi olup, cismin devamlılığı, onda bekâ arazlarının ardarda teşekkül
etmesiyle devam eder. Fakat cismin kıdemi, söz konusu cismin taşıdığı arazın hâdis
olması açısından mümkün değildir.” (Koçar, 2004, 40-41)
Taftazani, Ömer Nesefi’nin “Allah’ın üzerinden zaman geçmez.” Sözünü şerh
ederken zamanın niteliğine de değinir. Ona göre “zaman, bir yenilenenin (ve
müteceddidin) takdir ve ölçülmesine vasıta olan diğer bir yenilenendir. (Mesela
yenilenen gece ve gündüzle ay, ayla sene, sene ile ömür ve asr ölçülür.)” (Taftazani,
1999, 151) Bu izah da kelamcıların genel kabulleriyle uyumludur. Allah kadim, zaman
ise sonradan yaratılmıştır. Ayrıca zaman sürekli değişimdir, oysa mutlak varlıkta
herhangi bir değişikliğin olması imkânsızdır. Bu münasebetle de Allah’ın üzerinden
zaman geçmemektedir.
Ehl-i sünnetin iki ana damarı olan Eş’âri ve Mâtürîdî’den sonra Mu’tezileye de
değinelim.
Đslam Kelamında, her meselenin tanrıyla ilişkili olarak ele alındığını belirtmiştik.
Kelam ekollerinin tanrının varlığı, birliği ve fiilleri ile ilgili yaklaşımları diğer
meselelerle ilgili yaklaşımlarını da belirler. Mutezile düşünürleri de zaman hakkında
7

ayrı bir başlığa sahip değildirler. Onların zamanla ilgili düşüncelerini öncelikle Allah’ın
varlığıyla ilgili yaklaşımlarında bulmak mümkündür. Mutezile düşünürleri arasında her
meselede tam bir görüş birliği olduğunu söylemek oldukça zordur. Mutezile düşünürleri
arasında, birçok meseleye bakışta bir çeşitlilik dikkati çeker. Zaman konusunda bazı
noktalarda farklı yaklaşımların olduğunu söylemek mümkün.
Mutezilenin zaman konusuna yaklaşımının öncelikle tanrıyla ilişkili olduğunu
söylemiştik. Zamanın varlığı ile ilgili düşüncelerine de tanrının varlığı hakkındaki
görüşleri yön verir. Mutezile zamanın ve varlığın sonradan yaratıldığı düşüncesine
sahiptir. Onlar, temel ilkelerinden biri olan tevhid ilkesi gereği Allah’ın sıfatlarını ve
sıfatların kıdemini kabul etmezler. Bu münasebetle kıdemi de kabul etmezler. Kıdem
dendiğinde kastedilen zaten Allah’tır. Onunla beraber ayrıca bir kıdem sıfatı da
bulunmamaktadır. Burada kıdem zamanî bir kavram değildir. Çünkü Allah zamandan
ve mekandan münezzehtir. Burada kıdem öncesi olmayan anlamındadır. Allah
öncesizlikte ve sonrasızlıkta tektir. (Sarıkavak, 2000, 19) Allah’ın dışında öncesiz hiçbir
varlık olmadığı için zaman sonludur. Hem bir başlangıcı vardır hem de bir sonu
olacaktır. Zamanı Allah yaratmıştır, bu yüzden Allah zamanda değildir. Allah’ın
zamanda olması demek onun değişmesi veya zamanın değişmemesi demektir ki bu ikisi
de imkânsızdır. Bu münasebetle mutezile bilginleri Allah’ın dışındaki bütün varlıkları
hadis kabul ederler. Zaman hadistir ancak diğer hadisleri ölçen bir hadistir. Mutezile
bilginlerine göre zaman sayesinde bir hadisin hudusu ve bir hadisin yerine geçen bilinir.
Onlar bu sebeple de zamanın hadis olması gerektiğini düşünürler. Onlara göre zaman
sonsuz olsa idi onunla bir vakitlendirme yapmak mümkün olmaz idi. (Sarıkavak, 2000,
18)
Mutezilenin varlık ve yaratılışla ilgili diğer bir yaklaşımı da kümun-zuhur
teorisidir. Mutezile düşünürlerinde Nazzam’ın ortaya attığı bu teoriye göre Allah bütün
varlığı bir anda yaratmıştır. Yani Adem’in yaratılışı oğlunun yaratılışından önce
değildir. Bütün varlığın bir anda yaratılmasına kümun denir. Ancak bu yaratılan
varlıkların hepsi aynı anda görünürlük kazanmaz. Allah bazılarını bazılarında
gizlemiştir. Đşte bu gizlenen varlıkların zaman içinde ortaya çıkmasına da zuhur denir.
Hem ilk yaratım hem de varlıkların gizlendikleri yerden çıkmaları Allah’ın
müdahalesiyle olmaktadır. Diğer bir deyişle varlık bir anda yaratılmış ve her an
yaratılmaktadır. Bu durumda zaman da diğer varlıklar gibi ilk yaratımla beraber bir
anda yaratılmış olmaktadır. Ancak varlıkların gizlendikleri yerden ortaya çıkışları da
8

zaman içinde olmaktadır. Bu durum bir oluş sürecidir. Zaman bu sürecin adıdır.
(Sarıkavak, 2000, 14-15)
Mutezile düşünürlerine göre zaman anlardan oluşmaktadır. Mutezile anlar
arasında boşluk olduğunu kabul etmektedir. Onlara göre zaman süreksiz anlardan
oluştuğu için ezeli değildir. Mutezilenin anlara gerçek bir varlık vermesinin bir nevi
zaman atomculuğu olduğunu söylemek gerek. Böylece nasıl cisim atomlardan
oluşuyorsa zaman da atomlardan oluşmaktadır. Anlar hem süreksizdir hem de bitişik
değildir. “Bir hareket ve bir sükûn halinde bir araz, bir boşluğu takip eder.” (Sarıkavak,
2000, 18)
Burada mutezile ve hareket kavramına da değinmek gerekir. Nazzam hareketi
itimad ve nakil hareketi olarak ikiye ayırır. Allah cisimleri yarattığında onların hareketi
itimadi bir harekettir. Diğer bir deyişle itimadi hareket mekan içinde meydana gelirken,
nakil hareketi mekandan mekana geçiş şeklinde gerçekleşmektedir. Abdülcabbar
hareketi cisimde bir etki sonucu meydana gelen şey olarak tanımlar. (Sarıkavak, 2000,
8) Bu tanım mutezilenin hareket için dışarıdan bir etken gerekli olduğuna inandığını
göstermektedir. El-Cübbaî’de hareket zeval anlamında kullanılır. O, hareketi intikal
olarak anlamaz. Ona göre hareket yok olmadır. Ebu’l-Huzeyl hareketin zamana
bölünebileceğini, ancak bir zamanda bulunan hareketin diğer zamanda
bulunamayacağını belirtir. “el-Allâf, zamanın bütün ânlarının kendi başlarına
olduklarını ve hiçbir şeyin iki zamanda bir hal üzere kalmadıklarını ileri sürmektedir.”
(Sarıkavak, 2000, 7) Mutezilede hareket genel olarak oluş hareketidir.
Âlemin yaratıldığında hareketli mi yoksa sakin mi olduğu konusunda El-Allaf ve
Nazzam farklı düşünürler. El-Allaf âlemin ilk yaratıldığında sakin olduğunu düşünürken
Nazzam hareketli olduğunu düşünmektedir. Ancak her iki durumda da âlemin hareketi
kendinden değil tanrıdandır. (Sarıkavak, 2000, 7)
Hareket dışarıdan bir etki sonucu cisimde meydana geliyorsa hareketten önce
cisimde ne vardır. Tabiki sükûn vardır. Kadı Abdülcabbar, sükunu hareketin zıddı
olarak kabul eder. Ona göre sükûn hareketin akabinde meydana gelmektedir. Hareket ve
sükûn bir arada bulunmamaktadır. Cisme hareketin hululüyle cisim hareket etmekte,
sükûnun hululüyle cisim sükûn bulmaktadır. (Sarıkavak, 2000, 8) Mutezile düşünürleri
iki zamanda bir mekanda aynı kalana sükun demektedirler. Mutezilede oluş, hareket ve
sükunu belirlemektedir. (Sarıkavak, 2000, 9)
Hareket ve sükun cisimde meydana geldiğine göre cismin bir de mekanı
olmalıdır. Mutezileye göre var olan her cisme mutlaka bir mekan gereklidir. Mutezile
9

cismin mekana ihtiyacını onun sürekli oluş halinde olmasına bağlar. Mekan, oluşun
kendisinde olduğu mahaldir. Cisimlerdeki birleşme-ayrılma, hareket ve sükun
cisimlerin mekanlarının ve zamanlarının değişmesiyle gerçekleşmektedir. (Sarıkavak,
2000, 10)
Mekandan mekana harekette Ebu’l-Huzeyl’e göre iki zaman iki de mekan
gerekmektedir. Ancak sükunda bir mekan iki zaman gerekmektedir. Ona göre "...Birinci
mekândan ikinciye hareket eden cisim, ikinci mekânda olur. Bu oluşta birinci mekândan
ikinciye çıkış ve intikal vardır. Cismin mekânda sükûnu ise, onun iki zamanda da aynı
mekânda sabit kalmasıdır.” (Sarıkavak, 2000, 10) Nazzam, tafra teorisiyle zaman ve
mekan meselesine farklı bir bakış getirir. Ona göre mekanda sıçramalar mümkündür.
Cisim birinci mekandan ikinciye uğramadan doğrudan üçüncüye atlayabilmektedir.
(Sarıkavak, 2000, 11) Bu atlayışın zamanda mümkün olup olmadığı konusunda somut
hiçbir açıklama yoktur. Ancak zaman-hareket-cisim ve mekan arasındaki ilişki dikkate
alındığında bu sıçramanın zamanda da olduğunu söylemek mümkün.
Mutezile zamanı anlardan oluşan sonlu bir oluş süreci olarak görmektedir. Onlar bu
tavırlarıyla bir nevi zaman atomculuğunu benimsemişlerdir. Hareket ve sukunu oluş
olarak gören mutezileye göre zaman hem hareketin hem de sukunun ölçüsüdür. Çünkü
zaman bu oluşun sürecidir.
Đslam felsefesinde zamanın geniş bir kullanıma sahip olduğunu görürüz. Biz Đslam
felsefesinde zamanın izini, zirve isimlerin eserlerinden sürmeye çalıştık. Şüphesiz bizim
değinmediğimiz birçok ismin eserlerinde de bu bahiste farklı yaklaşımlar ortaya
konmuş olabilir. Ancak biz bu felsefenin karakteristiğini veren isimleri seçmeyi
çalışmanın ana ekseni itibariyle tercih ettik. Böylece genel bir fikir elde edilebileceğini
düşünüyoruz.
Đbn-i Sina, zaman hakkındaki fikirlerini Aristo’nun izinden giderek temellendirir.
Risaleler ve Fizik isimli eserlerinde konuyla ilgili geniş değerlendirmelerde bulunur.
Öncelikle kendi devrine kadar gelen zaman anlayışlarını sıralayan filozof, daha sonra bu
düşüncelerin zayıf yönlerini vurgular, çelişkilerine dikkat çeker. Bu
değerlendirmelerden sonra Đbn-i Sina, kendi görüşlerini ortaya koyar. Đbn-i Sina,
zamanın varlık tarzı ve mahiyeti ile ilgili bazı akıl yürütmeler yapar ve zamanı
tanımlamaya çalışır. Ona göre zaman hareketin ölçüsüdür. (Đbn-i Sina, 2004a, 103 )
Aynı mesafeyi iki farklı hareketli farklı hızlarla kat ettiğinde birincisi mesafenin sonuna
ulaşırken diğeri henüz yolu yarılamış olabilmektedir. Bu mesafe arasındaki hareket ise
önce ve sonraya bölünebilmektedir. Her bölünenin de bir ölçüsünün olması gerekir. Đşte
10

zaman bir mekandan diğer bir mekana ya da bir durumdan aralarında konumsal
hareketin cereyan ettiği bir mesafe bulunan diğer bir duruma doğru olan hareketin
ölçüsüdür. (Đbn-i Sina, 2004a, 200)
Zaman hareketin öncelik ve sonralık bakımından ölçüsüdür. Zaman kendiliğinden
önce ve sonraya bölünendir. Zamana kendi zatı nedeniyle öncelik ve sonralık arız olur.
Diğer şeyler ise zamana nispetle öncelik ve sonralık kazanırlar. Zamanın öncesiyle
birlikte olduklarında onlara “o öncedir” denir. Zamanın sonrasıyla beraber olduklarında
onlara “o sonradır” denir. Đşte zaman bu yönüyle de zatında önce ve sonra gelme sahibi
olan, tıpkı diğer önce ve sonra gelme tarzlarında bazen bulunduğu gibi, kendisinden
önce gelenin sonra gelenle beraber bulunmadığı şeyin ölçüsüdür. (Đbn-i Sina, 2004a,
201)
Filozofumuz zaman ve hareket arasında da ayırım yapar. Ona göre zamanın
hareketin aynı olduğunu söylemek doğru değildir. Çünkü hareket bazen hızlı bazen de
yavaştır. Zaman ise bazen uzun bazen de kısadır. Hareket için kısa veya uzun denemez.
Zaman için de yavaş veya hızlı denemez. Yine iki hareket beraber bulunabilirken iki
zaman beraber bulunamaz. (Đbn-i Sina, 2004a, 194) Zamanda önce ve sonranın bir arada
bulunması imkânsızdır. Oysa iki farklı hareketin bir arada bulunduğunu görmek
mümkündür. Zaman, kendisinden farklı olan bu hareketin ölçüsüdür. Hareket olmadan
zaman olmamaktadır. Çünkü zaman bizatihi kaim olan şeylerden değildir. Bunun için
de varlığı madde ile ilgilidir. Yani zaman maddeseldir. O, hareketin aracılığıyla
maddede olan maddesel bir şeydir. Bununla beraber hareket ve başkalaşma olmadan
zaman da olmayacaktır. Zaman önce ve sonradan oluşur. Önce ve sonranın olmadığı
yerde zamandan da bahsedilemez. Bir durumdan sonra başka bir durum gelmezse
öncelik ve sonralık oluşmayacaktır. Zaman ancak yenilenen bir halin varlığı ile beraber
var olabilir ve bu yenilenmenin sürekli olması zorunludur. Aksi takdirde zaman da
olmayacaktır. (Đbn-i Sina, 2004a, 203)
Đbn-i Sina, zamanın mahiyeti hakkındaki bu akıl yürütmelerinden sonra an üzerinde
durur. Ona göre an önce ve sonranın bitiştiği noktadır. Anın bilfiil bir varlığı yoktur.
Anın varlığı zihinseldir. Anı bilfiil var olarak kabul edersek zamanın bitişikliği kopar.
Bu yüzden filozofumuz anı geçmiş ve geleceği birleştiren nokta olarak kabul
etmektedir. (Đbn-i Sina, 2004a, 205) Bir diğer deyişle an zamanın bölümlerindendi.
Anın bilfiil bir varlığı olduğunu kabul edersek zamanın sürekliliği son bulur ve
bitişikliği ortadan kalkar. Bu durum da zamanın yok olmasına sebep olur. Oysa an
ayıran değil birleştirendir.
11

Đbn-i Sina zamanın sabit varlığı olduğunu savunur. Ona göre zamanın şimdiki andaki
varlığı zihinseldir. Ancak bunun dışında zamanın sabit bir varlığı vardır. Zamanın
varlığı varsayılan iki an arasındaki bir oluştan ibarettir. (Đbn-i Sina, 2004a, 214)
Đbn-i Sina zamanın bir hareketle var olduğunu diğer hareketlerin bu hareketle
ölçüldüğünü dile getirir. Diğer hareketleri ölçen bu hareket uçlarla sınırlanamayan bir
harekettir. Diğer bir deyişle bu dairesel bir harekettir. Zaman, hareketiyle zamanı yapan
fail cismin hareketi olmaksızın, -vehimdeki varlığı istisna- var olması imkânsız olan
hareketleri de ölçer. (Đbn-i Sina, 2004a, 216) Hareketiyle zamanı yapan fail cisim ise
felektir.
Đbn-i Sina zaman çerçevesinde iki kavramdan daha bahseder. Đbn-i Sina’ya göre
kendisinde hiçbir surette önce gelme ve sonra gelmenin bulunmadığı durumlar her ne
kadar zamanla beraber olsalar da zamanda değildirler. Bunu Đbn-i Sina âlemin hardal
tanesiyle beraber bulunup da onun içinde olmamasına benzetir. (Đbn-i Sina, 2004a, 220)
Đbn-i Sina bu yaklaşımıyla zaman dışında olan varlıkların var olduğunu dile getirmiş
olmaktadır. Zamanda olmayıp da zamanla beraber var olan şeyin varlığı dehr denilen
tüm zamanın sürekliliği ile beraberdir. Đbn-i Sina’ya göre her varlığın aynı sürekliliği
dehr’dedir. Đbn-i Sina peş peşe vakitleri kıyaslamaksızın mutlak olarak başkalaşmanın
olumsuzlanması anlamına varlığın her sürekliliğini de sermed olarak adlandırır.
Sermed’in dehrin üzerinde bir anlamı vardır. (Đbn-i Sina, 2004a, 220) Dehr, özünde
sermed’in bir parçasıdır. (Đbn-i Sina, 2004b, 105) Đbn-i Sina’nın dehr ve sermed’le ilgili
Risaleler’deki yaklaşımı da benzerdir. Đbn-i Sina, cismin özü dolayısıyla değil de
hareket ettiği için zamanda olduğunu belirtir. Ona göre zamandaki hareket hem sabit
olan cisimlerle hem de bir açıdan sabit olmayan cisimlerle gerçekleşir. Bir açıdan sabit
olan cisimlerin bir yönden sabitliği zamanda değildir zamanla beraberdir. Đbn-i Sina,
zamanda olmayan ve zamanla beraber bulunanın bir yönden zamanla beraber olan
zamana nispetine dehr der. Zamanda olmayanın zamanda olmayana nispetine de sermed
der. (Đbn-i Sina, 2004b, 105) Dehr’de varlıklar her bir vakitte bir süreklilik gösterir.
Oysa sermed’de vakitler kıyaslanmaz. Dehr zamanın üzerinde yer alan bir kavramdır.
Sermed de dehr’in üzerinde yer alır.
Filozofumuz zamanın kıdemi konusunda da Aristo ile benzer bir yaklaşım gösterir.
Ona göre zaman ezeli ve ebedidir. Zaman ezeli olduğuna göre varlık da ezelidir.
Hareketsiz zaman mümkün olmadığına göre ve hareket dolayısıyla zaman maddesel
olduğuna göre varlık da ezelidir. Zatı bakımından tanrının zamana ve varlığa bir
önceliği vardır. Ancak bu zamansız bir an düşünülebileceği anlamına gelmez. Zamanın
12

var olmasından önce yok olması gerekmektedir ki bu da bir öncelik ve sonralıktır. Yine
zaman varlığından sonra yok olmalıdır ki bu da zamandır. Çünkü zaman kendi zatından
kaynaklanan bir öncelik ve sonralıktır. Bu da zamanın yok edilmeye çalışıldığında bile
var kılındığını göstermektedir.
Đbn-i Sina insanların zamandan şikayetleri üzerinde de durur. Ona göre zaman
herhangi bir olayın sebebi değildir. Ancak herhangi bir şey zamanın sürekliliği ile
birlikte var olduğunda veya yok olduğunda, insanlar onun açık sebebini de
bilmediklerinde bunu zamana nispet ederler. Zamanın o şeyin varlığının veya
yokluğunun sebebi olduğunu düşünürler. Çünkü ortada zamandan başka neden
bulamazlar veya bu nedenin bilincinde olmazlar. Eğer gerçekleşen durum insanların
hoşuna giden bir durum ise zamanı överler, hoşlanmadıkları bir durum ise zamanı
yererler. (Đbn-i Sina, 2004a, 221) Felek de -dönüşüyle zamanı oluşturduğu için- bu övgü
ve yergiden nasibini alır.
Meşşai filozofları kıyasıya eleştiren Gazzali, zamanı tanımlarken onlarla aynı yolu
izler. Gazzali de zamanı hareketle ilişkisi üzerinden tanımlar. Ona göre zaman hareketin
öncelik ve sonralık bakımından miktarıdır. Bu tanım Aristo’nun tanımıdır. Gazzali’nin
de aynı kanaati paylaştığı görülür. O, zamanın varlığını hareketin varlığına bağlar. Ona
göre hareket olmasaydı varlık da zaman da olmayacaktı. (Bolay, 1993, 165)
Zaman ve hareket arasında böyle bir ilişki kuran Gazzali, bu iki kavramı birbirinden
ayırır. Ona göre zaman hareketin aynısı değil gayrısıdır. Zaman, hareketin içindedir ve
hareketin sıfatıdır. Ona göre her hareket için iki yönden mesafe ve zaman vardır.
Gazzali, zamanın uzanımında öncelik ve sonralığa bölünebilmesi bakımından hareketin
miktarı olduğunu belirtir. Buradan hareketle de zamanın hareketin süresinden yani onun
uzanımından ibaret bulunduğu neticesini çıkarır. (Bolay, 1993, 165) Zamanın harekete
tabi olduğunu belirten Gazzali, hareketin dışında zamanın mevcut olmadığını söyler.
Ona göre zaman, önce ve sonralar toplamı yahut birliğidir. (Bolay, 1993,166)
Gazzali, geçmiş ve geleceğin bir arada bulunamayacağını ifade ettikten sonra bu
ikisinin arasında halin bulunduğunu ifade eder. Gazzali, bu “hal”e an der. Anı “geçmiş
ve gelecek zamanda ortak olan bir zarf” olarak tanımlar. (Bolay, 1993, 166)
Zamanın tanımı konusunda Aristo’nun tanımından faydalanan Gazzali, zamanın ve
âlemin sonsuzluğu meselesinde onları kıyasıya eleştirir. Ona göre zaman yaratılmıştır,
sonsuz değildir. Ona göre zamandan önce bir zaman da yoktur. Nasıl ki âlem yaratıldı
ise zaman da yaratılmıştır. Gazzali, Allah’ın âleme ve zamana takaddüm ettiğini belirtir.
O, bu düşüncesini “O, varken âlem yoktu”, “O, varken âlem de var oldu” şeklinde iki
13

önermeyle formüle eder. Burada Allah varken âlemin olmadığını, sonra âlemin
yaratıldığını ve Allah ve âlemin var olduğunu ifade eder. Birinci durumda Allah var
âlem yok, ikinci durumda ise Allah var âlem var. Buradaki öncelik ve sonralığı da
zamani bir öncelik ve sonralık olarak kabul etmez. Zira zaman henüz yoktur. Zamanın
olmadığı bir durumda zamani öncelik ve sonralıktan bahsedilemez. Önce Allah’ın var
olmasından, tek başına Allah’ın varlığının anlaşılması gerektiğini vurgular. (Bolay,
1993, 166)
Gazzali, âlemi hadis kabul eder. Âlem sonradan yaratılmıştır ve yok olacaktır.
Hareket âlemin yaratılmasıyla birlikte var olduğu için hareket de hadistir. Gazzali’ye
göre hareket olmadan zaman olmadığı için zaman da hadistir. Zaman, âlemin
yaratılmasıyla birlikte yaratılmıştır. Bu yaklaşımıyla Gazzali sonsuz bir zamanı kabul
etmemiş olmaktadır. Ona göre önce ve sonra hareketle oluşmaktadır. Hareket ortadan
kalktığında vehmin ürünü olan önce ve sonra da ortadan kalkmaktadır. (Bolay, 1993,
167)
Zamanın geçmiş-hal-gelecek üçlüsünün birleşiminden ibaret olduğunu ifade eden
Gazzali, yenileşme ve değişmenin olmadığı yerde bu üçlünün oluşamayacağını
dolayısıyla zamanın olmayacağını belirtir. Allah, zamandan önce olduğu için ve zamanı
yarattığı için onda herhangi bir değişim meydana gelmez. (Bolay, 1993, 167)
Önce aklın yaratıldığını söyleyen Gazzali, aklın yaratılmasında zaman ve maddenin
geçmediğini belirtir. Dolayısıyla akıl zaman dışıdır. Đkinci olarak nefis yaratılmıştır.
Gazzali, nefsi de zaman üstü olarak kabul eder. Diğer varlıklar ise zamana tabidir.
(Bolay, 1993, 168)
Gazzali, zamanın tanımında Aristo geleneğinden faydalanmıştır. Ancak zamanın
kıdemi meselesinde onlardan ayrılır. Zamanın kıdemi meselesinin hem din ile hem de
akılla çeliştiğini ifade eden Gazzali, buradan hareketle Aristocu felsefeyi eleştirir.
Đbn-i Rüşd, zamanla ilgili düşüncelerini Gazzali’nin Tahafüt’üne karşı yazdığı
Tahafüt’te dile getirir. Onun zaman tanımının da Aristocu gelenekten beslendiğini
söyleyebiliriz. Đbn-i Rüşd zamanı tanımlamak için Aristo’nun ve takipçilerinin
kullandığı kavramları kullanır. Đbn-i Rüşd’e göre zaman ve hareket arasında zorunlu bir
bağlantı vardır. Zaman zihnin harekete oranla meydana getirdiği bir şeydir. (Đbn-i Rüşd,
1998, 91-92) Bir diğer deyişle zihin hareket olan yerde zamanı da bulmaktadır. Bu
çerçevede varlıkları, hareket eden ve etmeyen varlıklar olarak ikiye ayıran filozof
hareketi kabul eden varlıklar için zamanın mümkün olduğunu, hareketi kabul etmeyen
varlıklar için zamanın mümkün olmadığını, ve bu varlıkların birbirine
14

dönüşemeyeceğini belirtir. Buradaki zaman anlayışında zamanın zihinsel bir varlık


olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Đbn-i Rüşd zamanı sayan olması bakımından sayı ile
kıyaslar. Hareketle zaman arasındaki bağı sayı ile sayılan arasındaki bağa benzetir.
Zaman hareketleri ve hareketli olmaları bakımından hareketli varlıkların varlığını
ölçmektedir. Sayı sayılan varlıklar arttıkça nasıl artmaz ise zaman da hareketli
varlıkların sayısı arttıkça artmaz. Her varlık için ayrı bir zaman yoktur. Zaman her
hareket ve her hareketli için aynıdır ve her yerde bulunur. Đbn-i Rüşd burada bir mağara
örneği verir. Bir mağarada bulunan insanlar âlemde bulunan ve duyularla algılanan
hiçbir hareketi algılamasalar da zamanı algılamaktadırlar. (Đbn-i Rüşd, 1998, 96-97)
Buna benzer bir mağara örneği Đbn-i Sina ve Aristo’da da bulunmaktadır. Đbn-i Sina
Ashab-ı Kehf’i örnek olarak verir. Onların hareketi algılamadıkları için zamanı da
algılamadıklarını belirtir. Đbn-i Rüşd ise zaman ve hareket arasında zorunlu bir bağlantı
kurmuş olmasına ve zamanın harekete oranla zihin tarafından meydana getirildiğini
söylemesine rağmen hareket ve zaman arasındaki bağı koparıyor gibidir. Đbn-i Rüşd, bu
örnekte hareket ve zamanın farklı olduğunu da vurgulamak ister. Ancak Đbn-i Sina’nın
örneği ile Đbn-i Rüşd’ün örneği arasında önemli bir fark vardır. Đbn-i Sina’nın verdiği
mağara örneğinde mağara sakinleri uyudukları için hiçbir hareketi algılayamazlar. Oysa
Đbn-i Rüşd’ün mağara sakinleri uyanıktır. Đbn-i Rüşd bu örneği zamanın her yerde aynı
işlediğini ifade etmek için vermiştir.
Đbn-i Rüşd’de göre hareketle zaman arasındaki ölçen ölçülen ilişkisi tek yönlü
değildir. Zaman hareketi ölçtüğü gibi hareket de zamanı ölçmektedir. Ve bu sayede biz
bir hareketin diğer hareketten daha uzun veya daha kısa olduğunu söyleyebiliriz. (Đbn-i
Rüşd, 1998, 104)
Hareketle zaman arasındaki bu ilişkinin netleşmesi zaman tanımını da
netleştirmektedir. Đbn-i Rüşd zaman tanımını Aristo’ya gönderme yaparak ortaya koyar:
zaman, harekette bulunan öncelik ve sonralık dolayısıyla hareketin sayısıdır. (Đbn-i
Rüşd, 1998, 96-97)
Filozofumuz anı geçmişin sonu geleceğin başlangıcı olan şey olarak tanımlar. Ona
göre an şimdi var olandır. Şimdi var olan ise geçmişle gelecek arasında olandır. Anın
kendi başına bir varlığı yoktur. Filozofumuz anın noktaya benzetilmesini de hatalı
bulur. Ona göre anlar arasında bir boşluktan bahsetmek mümkün değildir. Đki an
arasında da bir zaman bulunmaktadır. (Đbn-i Rüşd, 1998, 94-95) Burada ortaya konan
anlayışın mutezilenin an anlayışıyla ve vahdet-i vücûdun an anlayışıyla tezat
oluşturduğunu söyleyebiliriz. Đbn-i Rüşd, varlığın var olmadan önceki yokluğunu bir
15

anda varlığını da bir başka anda mümkün görmekte ve aynı an içinde hem var hem de
yok olamayacağı için iki an arasında zorunlu olarak zamanın bulunduğunu ifade
etmektedir. Oysa vahdet-i vücûda göre varlık tek bir anın içinde yokluktan varlığa
varlıktan da yokluğu gitmektedir. Aynı anda yok olmakta ve var olmaktadır. Zaman bu
değişimin varlığından ibarettir. Hem mutezile hem de vahdet-i vücûd anın varlığını
kabul ederken Đbn-i Rüşd anı geçmişin sonu geleceğin başı olarak kabul eder.
Đbn-i Rüşd zamanın kıdemi konusunda Meşşai filozoflarla aynı kanaati
paylaşmaktadır. Ona göre zaman sonradan yaratılmamıştır, ezelidir. Đbn-i Rüşd âlemin
de sonradan yaratılmadığını ve âlemin de ezeli olduğunu vurgular. Ona göre âlemin
sonradan yaratılmasında da bir öncelik sonralık ilişkisi söz konusu olmakta bu ise
zamanı doğurmaktadır. Zamanın sonradan yaratıldığını düşündüğünüzde öncelik ve
sonralığın olmaması gerekmektedir. Zamanın bir noktada başladığını belirttiğinizde o
başlangıca göre bir önce ve sonra vardır. Zaman da zaten öncelik ve sonralıkla mümkün
olmaktadır. Bu durumda zamanın var olmadan önce de var olduğu kabul edilmiş
olmaktadır. (Đbn-i Rüşd, 1998, 71, 86)
Zamanın sonradan var olmadığını dile getiren filozof, onun yok olmayacağını da
vurgular. Âlemlerin bir biri peşi sıra var olduğunu ve her âlemden önce onu ölçen bir
zamanın bulunması gerektiğini ifade eden Đbn-i Rüşd, ölçünün ölçülen varlıktan önce
gelmesi gerektiğini savunur. Böylece filozofumuz zamanın ezeli ve ebedi olduğunu
ispatlamaya çalışır. (Đbn-i Rüşd, 1998, 105)
Đbn-i Rüşd Allah için zamanda olmanın düşünülemeyeceğini ifade eder. Bu
çerçevede varlıkları ikiye ayıran filozof, tabiatında hareket bulunan varlıklar için
zamanın mümkün olduğunu, tabiatında hareket bulunmayan varlıklara ise zamanın
ilişemeyeceğini belirtir. Tabiatında hareket bulunmayan varlık ezelidir ve tabiatında
hareket bulunan varlığın nedenidir. Filozof, tabiatında hareket bulunmayan varlığın
diğer varlıktan önce gelmesini zamani bir öncelik olarak kabul etmez. Ona göre
buradaki öncelik başka tür bir önceliktir. Değişmez olan varlığın değişen varlıktan önce
gelmesidir, buradaki önceliğin türü. Bu durumda zamanda olmayan varlıkla zamanda
olan varlığın zaman bakımından birbirinden önce gelmiş olması veya bu iki varlık
türünün zamandaş olması düşünülemez. (Đbn-i Rüşd, 1998, 83,84,85.)
Đhvan-ı Safa da zamanı tanımlarken Aristo’nun izinden gider. Onlar da zamanı
tanımlamak için hareket-zaman ilişkisinden faydalanırlar. Onlara göre zaman feleğin
hareketlerinin sayısıdır. Feleğin hareketiyle gece ve gündüz oluştuğu için zaman
tanımında gece ve gündüz de yer alır. Zaman gece ve gündüzün tekrarıdır. Đhvan-ı Safa
16

âlemin ve zamanın sonradan yaratıldığını belirtir. Onlar, ruhani varlıkların zaman dışı
olduğunu da kabul etmişlerdir. Tabii şeylerin zaman içinde yaratıldığını söyleyen Đhvan-
ı Safa topluluğu, ruhani varlıkların ise bir defada, düzenli bir şekilde zaman ve mekan
dışı olarak yaratıldıklarını iddia eder. Onlara göre doğal varlıklar zamanın içindeyken
ruhani varlıklar zamanın dışındadır. (Sarıkavak,1997, 56, 67.)
Fahruddin Er-Râzî Aristocu görüşten farklı olarak zaman ve hareket arasındaki
bağlantıyı tersine çevirir. Ona göre hareket zamanı oluşturmamaktadır. Hareket, zaman
içinde oluşmaktadır. Zaman, hareketten bağımsız olarak var olan bir cevherdir. Oysa
Aristo zamanı hareketin ölçüsü olarak tanımlamaktaydı. Razi, hareketin mahiyetinin
öncelik ve sonralıklar bulunması durumunda ortaya çıktığını ve bu öncelik ve
sonralıkların zaman içinde oluştuğunu dolayısıyla hareketin zamanı değil zamanın
hareketi oluşturduğunu ifade eder. Zaman hareketi kuşatmaktadır. Bu münasebetle hem
zaman hareketin ölçüsü olmakta hem de hareket zamanın ölçüsü olmaktadır. (Özdemir,
2003, 285,286) Razi, bu bağlamda vaktin de gerçekliğini kabul eder. Ona göre “vakit,
hareket ile ölçülen zamanın belli bir olaya tekabül eden parçasından ibarettir.”
(Özdemir, 2003, 286)
Razi, zamanın bölünemeyen en küçük parçasına an demektedir. Ona göre anlar daha
küçük parçalara bölünemezler. Razi, anların birbirinde ayırt edilmelerinin fiilin
mümkün olmadığını, bunun zihnen olanaklı olduğunu vurgular. Çünkü anlar kesintisiz
olarak devam etmektedir. (Özdemir, 2003, 286, 287)
Razi, anı geçmişin sonu ve geleceğin başlangıcından ibaret olarak görür. Bu
yaklaşım Aristocu Đslam düşünürlerinin yaklaşımlarına benzer. Ancak Razi, anın
geçmişle geleceği sadece birleştirmediğini, ayırdığını da kabul eder. Ona göre anın ayırt
edici bir özelliği vardır. Bununla beraber an, geçmişle geleceğin arasında bulunduğu
için bitiştirici özelliği de vardır.
Razi, an ve nokta arasında da bir benzerlik kurar. Ona göre an akışkandır ve hareket
eden bir noktanın belli bir hattı oluşturması gibi o da zamanı oluşturur. Zamanı kendi
özünde tek bir süreklilik olarak kabul eden Razi, zamana ayrı olarak telakki edilmesini
gerektirecek bir sebep ilişmesi durumunda zamanda fiili bir ayrılmanın meydana
geleceğini belirtir. Bu ayrılma, zamanın kendisinde meydana gelmemektedir. Bu
ayrılma zamanın sürekli değişen olaylarla olan ilişkisinden kaynaklanır. (Özdemir,
2003, 287,288)
Razi, dehr ve sermed kavramlarını zamanın cevherine ait isimler olarak kabul eder.
Zamanın cevherinin olaylar ve değişimlerle ilgisi yoktur. Bu durumda Razi,
17

değişimlerle ilgili olan zamanla değişimlerle ve olaylarla ilgisi olmayan zamanı


birbirinde ayırmaktadır. Değişen varlıklar için zamanı kullanırken, değişmeyen varlıklar
için sermed kavramını kullanır. “Zaman kavramı hareketlerin ve değişikliklerin
varlıklarından önceki süreye atfedilirse ona da ed-Dehru’d-Dâhir (Kesintisiz Süre)” adı
verilmektedir. Razi, ezeli başlangıcı olmayan ilk dehr, ebedi ise sonu olmayan dehr
olarak tanımlar. Razi ezelin varlığını Allah’ın varlığına bağlamaktadır. Ezel her ne
kadar kendi başına bulunsa da zorunlu olmadığı için varlığı Allah’a bağlıdır. (Özdemir,
2003, 288,289)
Razi, zamanın bir başlangıcı olmadığını savunur. Ancak zaman zorunlu bir varlık da
değildir. Zamanın sürekliliği parçalarının birbirini takip etmesiyle gerçekleşir.
Parçalarından biri var olurken diğeri yok olmaktadır. Oysa zorunlu varlıkta hiçbir
şekilde bir değişme olmaz. Zamandaki bu değişimler zamanın cevherine ait değildir.
Zaman cevheri itibariyle sonsuzca bölünemez, tek ve aynı kalır. Onun değişen tarafı
olaylarla ilişkiye girmesinde ortaya çıkar. Bu münasebetle zamandaki bu değişimler
onun cevherinde değil sıfatlarındadır. Sıfatlarındaki bu değişim onun zorunlu varlık
olmadığının kanıtıdır. Bu münasebetle zamanın bir başlangıcı yoktur ama varlığı
Allah’a bağlıdır.(Özdemir, 2003, 297) Bu durumun bir paradoks yarattığını söylemek
mümkündür. Zaman eğer Allah tarafından yaratılmadı ise varlığı nasıl olur da ona
bağlanır. Burada Razi’nin filozoflarla kelamcıların görüşlerini sentezlemeye çalıştığını
söylemek mümkün.
Razi, yukarıda ortaya konan düşünceleriyle Aristo çizgisinden çok Eflatun çizgisine
yakındır. Zamanın ezeliliği, ezeli olan zamanın zorunlu olmaması, hareket ve varlığın
zamanla beraber ezeli olmalarının gerekmemesi, zamanın hareketten bağımsız olarak
var olması, anların hem ayırması hem de birleştirmesi, zamanın sonsuzca bölünememesi
gibi hususlar Razi’yi Meşşai filozoflardan ayırır. Zaman, dehr ve sermed tanımları ise
Razi ve Đbn-i Sina’yı buluşturur. Harekete nispet edilen zaman ikisinde de zaman olarak
kabul edilirken, hareket ve değişimden münezzeh varlıklara nispet edilen zamana ise
dehr ve sermed adı verilir.
Đslam düşüncesi içinde, zamanı farklı tanımlama girişimleri de olmuştur. Zamanı
hareketle bağlantılandırmadan tanımlamaya çalışan Ebu'l- Berekât el- Bağdadî, zamanı
varlığın ve durağanlığın ölçüsü olarak tanımlamaktadır. Davud-u Kayseri de zamanı “...
Zaman, varlığın bekasının ve devamının ölçüsüdür...” şeklinde tanımlar. Yine Davud-u
Kayseri "zaman, varlıkların var olmalarının, yaratılmalarının süresinin ölçülmesidir"
18

gibi bir önceki tanımı daha da açan bir başka tanım daha yapmıştır. Burada Aristo’nun
getirdiği tanımdan farklı bir tanım getirilir. (Sarıkavak, 1997, 58-59.)
Vahdet-i vücûd felsefesi zamanı tanımlarken an merkezli bir düşünce geliştirir.
Vahdet-i vücûdun tecelli nazariyesi dikkate alınmadan bu durumun anlaşılabilmesi pek
mümkün değildir. Tecelli nazariyesine göre bütün mevcudat Allah’ın sıfatlarının
tecellisinden ibarettir. Bu tecelli an içinde olur. Tecelli sürekli yenilenmektedir. Tek an
içinde varlık yok olur ve tekrar var olur. Tecellide yinelenme yoktur. Tecellide sürekli
bir yenilenme vardır. Bu yok oluş ve var oluş anda olur. Bu durum da ana önemli bir
konum kazandırmaktadır. Vahdet-i vücûd, zamanın anların peş peşe gelmesi sonucu
oluştuğunu söyler. Âlem yokluktan varlığa ve varlıktan yokluğa bir an içinde gidip
gelir. Bu durumda anlar birbirini hızlıca takip ettiği için bir bütünlük oluşur ve biz bunu
fark etmeyiz. Yok olan varlık ve var olan varlık birbirinin benzeridir. Bu durum da
varlıkta kopukluk olmasını engeller. Ayrıca tecelli sürekli yenilendiğinde her bir anda
bir değişim meydana gelir. Böylece anların birbirini takip etmesiyle zaman oluşur.
“Suver-i kâinattan hiçbir sûret iki anda bâki kalmaz. Fakat sûret-i zâile, sûret-i
hâdisenin müşâbihi olduğundan his bu tebeddüle muttali’ olamaz. Zira âlemin hey’et-i
mecmûası bâlâda îzâh olunduğu üzere arazdan ibârettir; ve araz ise iki zamanda bâkî
kalmaz. Vucûd-ı mümkünât onların sûretleriyle Hakk’ın zuhûrundan ibârettir. Ve bu
zuhûr ise, tecellî-i Hakk’tır. Tecelli-i Hakk’da bakâ yoktur; tekrar dahi yoktur.” (Konuk,
2002, 1/39)
Tecellide tekrarın ve bekanın bulunmaması sürekli ve durmaksızın bir yenilenme
anlamına gelir. Bu nazariyeye göre zaman da yokluktan varlığa varlıktan yokluğa gidip
gelmektedir. Zaman, tecellinin sürekliliğindedir. Mutlak bir zamandan söz edilemez.
Vahdet-i vücûdun an merkezli zaman anlayışı bir yönü ile zamanı daha köklü bir
kavrayış demekken diğer yönüyle zamanın yokluğu demektir. Vahdet-i vücûdun zaman
algısında bütün varlık yokluktan varlığa ve varlıktan da yokluğa gidip geldiği gibi
zaman da yokluktan varlığa ve varlıktan yokluğa gidip gelir. Vahdet-i vücûd
yenilenmeyi zamanın üzerine yerleştirmiş ve zamanın kendisini de hareketli kılmıştır.
Bu yönüyle mutlak bir zaman yerine sürekli yenilenen bir zaman anlayışı getirmiştir
denebilir. Ancak zamanın anların peş peşe ani ve sürekli bir şekilde gelmesinden
oluştuğunu söylemek aslında zamanın var olmadığını da söylemektir. Tecelli sürekli
yenilendiğine göre bu anlar arasında bir bağdan söz etmek imkânsızdır. Anları bir birine
bağlayan varlığın bir birine benzer yaratılmasındır. Ama bu tecelli varlığı bir birine
bağlar, anları değil. Bu durumda zaman itibari bir varlığa bürünmekte, aslında var olan
19

an olmaktadır. “Şu halde, sen her lahzada, bir göz açıp kapamada ölüyor, tekrar
diriliyorsun. Hz. Mustafa (s.a.v.) Efendimiz; “Dünya bir andan ibarettir.” Diye
buyurdu.” (Mevlana, 1999, 1/91)
An-ı daim tek anın sonsuza genişlemesidir. Bir diğer deyişle sonsuz ve
genişletilmiş tek andır. Vahdet-i vücûdda nasıl ki varlık tekse zaman da işte bu an-ı
daimden ibarettir. Mutasavvıf an-ı daimi yakalamayı arzu eder. Çünkü zaman bir halde
bulunmamaktır. Sürekli değişimdir. Zaman kişinin kendini fark etmesidir. Zaman
varlığı fark etmedir. Oysa mutasavvıf varlıktan kurtulmaya çalışır.
“Bütün bu telvinler, renkler, renge boyanışlar, hep zamandan peyda olur.
Zamandan kurtulan renkten renge girişten kurtulur.
Bir an, zamandan kurtulur, zamana bağlı kalmazsan, sende keyfiyet kalmaz. O
vakit keyfiyetsiz (neliksiz) olan Hakk’ın mahremi olursun.
Zamana, vakte bağlananlar; zamansızlığı, zaman ötesini bilmezler. Zaman
bağından kurtulmak, zamansızlığa ulaşmak için, hayrete düşmekten, şaşırıp kendinden
geçmekten başka yol yoktur.” (Mevlana, 1999, 3/182-183)
Tecelli nazariyesinin, varlığın bir an içinde yokluktan varlığa varlıktan da
yokluğa gidip geldiğini dile getirmesi başka kavramları da gündeme getirecektir. Tayy-i
zaman ve tayy-i mekan gibi durumlar hiç de imkânsız durumlar değildir. Varlık tek anın
içinde yok olduğuna ve yine aynı anın içinde var olduğuna göre, olan varlığın burada
yok olup başka bir zaman veya mekanda var olmasıdır. Đbn-i Arabi, Hz. Süleyman’ın
veziri Asaf’ın Belkıs’ın tahtını getirmesini böyle yorumlar.
“Bizim indimizde Belkıs’ın tahtı, tarfetü’l-ayn içinde ve ittihad-ı zaman ile Sebâ
şehrinden Süleyman’ın mekanına intikal etmedi. Zira intikal için, mutlaka araya az çok
zaman girmek lazımdır. Ve sür’atle göz açıp kapamak dahi bir zaman içinde vaki olur.
Ancak bunda ittihâd-ı zaman vardır. Zira basarın görülen şey tarafına hareketi için
geçen zaman, basarın görülen şeye taalluk etmesi zamanının aynıdır. Halbuki cenâb-ı
Asaf: “Ben tahtı göz açıp kapamadan evvel getiririm.” dedi.
Binaenaleyh tahtın bir mekandan bir mekana ittihad-ı zaman ile intikal ettiği
mülahazası vârid olamaz. Zira mürûr-ı zaman vakı değildir. Bu hal ancak tahtın Seba
şehrinden i’damı ve Süleyman’ın mekanında icadı suretiyle vaki oldu.” (Konuk, 2000,
3/233)
Vahdet-i vücûd felsefesine göre ruhani varlıklar zaman içinde değildirler. Vahdet-i
vücûda göre Allah’ın tecellisi zaman ile ilişkilendirilebilir. Ancak Allah zamanda
değildir.
20

“Hak, zaman ile mesbûk olup “mahlûkât” ve “âlem-i halk” ve “âlem-i şehâdet”
tesmiye olunan hakâyıkta; ve zaman ile mesbûk olmayıp “mübde’ât” ve “âlem-i emr”
ve “âlem-i ervâh” tesmiye olunan hakâyıkta, sereyân-ı vücûd ile sârîdir.” (Konuk, 2002,
2/304)
Ruhları da zamanda görmeyen vahdet-i vücûd zamanda olanın maddi varlıklar
olduğunu belirtir.
“Bayezid Bistâmi hazretlerine: “Elestü bi-Rabbiküm hitâbı yâdında mıdır?”
denildikde, “Üzerinden hiç gün geçmedi.” buyurmuştur. Zira ervâh-ı külliye-i müdrike
üzerinden zaman geçmez; zamana tabi olan ecsâddır.” (Konuk, 2002, 4/219)
Vahdet-i vücûdun gelecek tasavvurunda da bir farklılık yarattığını söyleyebiliriz. Ahiret
inancı olan dinler gelecek perspektifli dinlerdir. Bu inanç kişiyi içinde bulunduğu
zamandan kurtarır ve gelecekteki bir duruma hazırlanmaya iter. Vahdet-i vücûd, ahreti
amaç olmaktan çıkarmıştır. Vahdet-i vücûdun ahreti de farklılaşmıştır. Birçok
mutasavvıf cenneti ve cehennemi zahiri anlamıyla anlamaz. Bu durum ileri doğru olan
bakışı yukarı doğru bakışa çevirmiştir. Amaç mutlak varlığa ulaşmak ve onda yok
olmak olunca gelecek yerine şimdi ağırlık kazanmıştır. Ayrıca bu durum ilerleme
bakışını yükselme bakışına çevirmiştir.
Bu durumla bağlantılı olarak mutasavvıflar kendilerine ibnü’l-vakt demişlerdir.
Mutasavvıfların kendilerine ibnü’l-vakt demeleri ile “an” anlayışları arasında da bir
ilişki vardır. Đbnü’l-vakt olmak geçmişi ve geleceği düşünmeden, vaktin gerektirdiği
ameli yapmaktır. (Kelâbâzî, 1992, 198) Vakit sürekli olarak değiştiği için mutasavvıfın
da onunla beraber değişmesi ve yenilenmesi gerekmektedir. Sufi, vaktin oğlu olduğu
için işini yarına da ertelemez. Bu düşünce sufinin bakışını geçmişten ve gelecekten
bugüne çevirir. Mutasavvıf için geçmişi düşünmek de geleceği düşünmek de vakit
kaybıdır. Bazı kaynaklarda sufinin geleceğinin bulunmadığı bu sebeple bir korkusunun
olmayacağı vurgulanır. (Hucviri, 1996, 333) Sufi vaktin oğludur ve vakitle birlikte
sürekli yenilenerek yeni ameller yapmalıdır. Gelecek hesabı onun işi değildir.
Buradaki “an” kavramıyla zevk-perest “an” kavramı arasında bir bakış açısı
ortaklığı varmış gibi görünür. Đki bakış da anı yaşamak gerektiğini ifade eder. Ancak
mutasavvıf, anı tanrı için yaşar. Zevk-perest ise anı kendisi için yaşar. Ancak ikisi de
anı merkeze alır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Đslam düşüncesinde zaman başka problemlerle
bağlantılı olarak tartışılmış ve düşünürün ortaya koyduğu sistemin bünyesine uygun
olarak tanımlanmıştır. Genel olarak zamanla ilgili tanımların “an” (atomcu)
21

çerçevesindeki yaklaşımlarla “zaman” (meşşai) merkezli yaklaşımlar arasında bir yol


izlediği görülür. Buradan da zamanın ezeliliği ve hadisliği meselesine gelinir. Đslam
düşüncesi içinde zamanın ezeliliğini savunan düşünürlere genellikle “dehriyyun”
denilmiştir. Ancak yukarıda da görüldüğü üzere meşşai filozoflar da zamanın ezeliliğini
savunmuşlardır. Dehri filozoflar, materyalisttirler. Varlığın oluşumunu ve yok olmasını
zamana bağlayan bu filozoflar, yaratıcıya da ihtiyaç olmadığını belirtirler. Ayrıca
zamanın kadim ve baki olduğunu da savunurlar. Dehrilerin Đslam öncesi zamanlarda da
var oldukları bilinmektedir. Meşşai filozoflar, saydığımız birçok hususta dehrilerden
ayrılırlar.
Đslam düşüncesinin birkaç meydan okumayla karşı karşıya kaldığını söylemek
mümkün. Bunlardan ilki Yunan düşüncesidir, diğeri ise Đran düşüncesidir. Bu iki
meydan okumaya da cevap üretmeye çalışan Đslam düşüncesi genellikle bu iki
düşünceyi de içselleştirmiş ve cevaplarını yine bu düşüncelerin içinden üretmeye
çalışmıştır. Bu münasebetle anı merkeze alan yaklaşımlar atomculuğu görüşlerine temel
alırken, meşşai filozoflar da Aristo mantığını ve düşünme tarzını merkeze taşımışlardır.
Atomcu yaklaşım zamanın ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Onun için an vardır.
Zaman anların birleşimidir. Böylece gelecek ve geçmiş yok olmuş bunların yerine şimdi
var kabul edilmiştir. Zaman sürekli yenilenen bir şimdi olarak algılanmıştır. Bu bakışta
yok olan geçmiş-şimdi-gelecek arasındaki organik bağdır. Bu bağın kopması geçmişle
şimdiyi, şimdiyle de geleceği birbirinden bağımsız hale getirmiştir. Meşşailerde,
zamanın üç boyutu önemlidir. Onlar anın fiilen olmadığını, anın zihinsel olduğunu,
geçmişle geleceğin birleştiği noktanın an olduğunu vurgularlar. Meşşai filozofların
zamanla ilgili yaklaşımları Aristo’nun tercümesi niteliğindedir. Aristo ise hiçbir şey
değişmiyor diyenlerle, her şey değişiyor diyenlerin arasında yer alır. Ona göre
maddenin cevheri değişmezken arazları değişmektedir. Bu yaklaşım zamanın hükmünü
icra ettiği alanı da işaret etmektedir. Zaman, değişimdir. Bu değişim ise maddenin
cevherinden çok arazlarında gerçekleşir.
Đslam düşüncesi bütün bu tartışmalardan sonra artık değişimin pek makbul
karşılanmadığı bir durgunluğa ulaşmıştır. Birçok meselede son sözün söylendiği
düşünülmeye başlanmış ve Đslam düşüncesinin ilk asırlarındaki canlılık yerini sükunete
bırakmıştır. Đlk asırlarında dünyaya yeni kavramlar ve yeni bir yaşam tarzı sunan dini
düşünce kendini yenileyemez ve üretemez olmuştur. Đşte bu noktadan sonra durağan bir
toplum yapısı kendini gösterecektir. Vahdet-i vücudun varlık düşüncesi, varlığı yok
etmiştir. Tasavvufun oluşturduğu dünya ötesi insan, yalan dünyayı bırakacaktır. Çünkü
22

bu dünya sadece yansımadır. Gerçek bu perdenin ardındadır. Gerçeğe ancak perde


aşılarak ulaşılabilir. Kelamda bu dünya da diğer dünya kadar gerçek kabul edilir. Zaten
vahdet-i vücudun perdenin arkasında olduğunu söylediği gerçek ahret de değildir.
perdenin ardında Allah vardır. Bu yaklaşımın izlerini Fuzûlî’nin değişik şiirlerinde
sürmek mümkündür.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız Đslam düşüncesinin temel unsurları Fuzûlî’nin
şiirlerinin arka planını oluştururlar. Özellikle Eş’âri kelamı ve vahdet-i vücût daha
yoğun bir etkiye sahiptir. Süleyman Uludağ, Taftazani’nin Đslam Akaidi diye tercime
ettiği eserine yazdığı girişte, Osmanlı medreselerinde okutulan kelam kitaplarının
yazarlarının hiçbirinin Maturidi olmadığını belirtir. (Taftazani, 1999, s. 33) Osmanlı,
itikatta Maturidi olmasına rağmen okutulan kitaplar, şerhler, haşiyeler Eş’ari müelliflere
aittir. Hatta maturidi kaynakların çoğaltılmalarına da gerek görülmemiştir.
Bir diğer unsur olan vahdet-i vücûd ise divan şiirinin mayasını oluşturmaktadır.
Divan şiiri geleneği içinde eser veren her şair değişik oranlarda bu gelenekten
fardalanmıştır. Ancak hiçbir şair, tasavvufun kurduğu anlam dünyasından tamamen
uzaklaşmamıştır.
Fuzûlî’nin şiirinde karşılaştığımız anı öne çıkaran yaklaşımları, kader anlayışını,
aşk ve ölümsüzlükle ilgili bakış açılarını yukarıdaki hususları ele almadan
değerlendirmek son derece güçtür.
23

ĐKĐNCĐ BÖLÜM

KOZMĐK ZAMAN

2.1.Fuzûlî Divanı’ndaki Zaman Đfade Eden Kelimeler


2.1.1.Zaman

Zaman kelimesi divanda birçok yerde değişik bağlamlarda kullanılmaktadır.


Ancak bu kullanımların çoğu zaman bakımından doldurmadır. Kelimenin devr-i zaman,
intikam-ı zaman, ahir zaman, her zaman, zamanın …sı, …nın zamanında, gül zamanı,
mihnet zamanı, zaman zaman, ol zaman, böyle zamanlar, birkaç zaman, her zaman, bir
zaman, bunca zaman gibi kullanımları vardır. Ancak belirttiğimiz gibi bu kullanımlar
genellikle doldurmadır. Zamanla ilgili terkiplerin kullanıldığı beyitlerde şairin amacı
zamandan bahsetmek değildir. Şair, ifade etmek istediği anlam dünyasını zamanla
tamamlar.

Tende cânım bir perinindir emânet saklarım


Ol zamandan kim emânet kıldılar insâne arz
(s.197 G.139 B. 3)
(Bedenimdeki canım bir perinindir, emaneti insana arz kıldıkları zamandan beri o canı
emanet olarak saklıyorum.)
Şair, insana ruh verildiği günden beri canı sakladığını, zaten asıl sahibinin de
kendisi olmadığını ifade ediyor. “Ol zaman” kullanımı genellikle geçmiş zaman
vurgularında kullanılır. Özellikle devam eden bir sürecin başlangıcına göndermede
bulunur.

Ol zamandan kim sana verdim inân-i ihtiyâr


Ol zamandan k’eyledim muhkem seninle irtibât
(s. 305 Muk.16 B.5)
(O zaman, sana irademin dizginini verdiğim için seninle irtibatımı sağlamlaştırdım.)
Şairin aşkı, şu an devam eden bir durumdur. Bu aşkın başlangıcı müphem bir
geçmiştedir. Zaten bu geçmişin anılmasına sebep de aşkın başlangıcı olmasıdır.
Zaman hareketten bağımsız değildir. Zaman mutlaka bir değişimle beraber anılır. Hatta
zamandan bahsettiğimizde aslında değişimden bahsediyoruzdur. Genellikle bu hareket
24

dairesel bir harekettir. Kozmik hareketlerin döngüselliği zamanın da döngüsel olarak


anlaşılmasına sebep olmuştur.

Edvâr-ı zamân dâ'ire-i hayret imiş


Esbâb-ı cihân mehâlik-i mihnet imiş
(S. 321 R.35 B.1)
(Zamanın devirleri hayret dairesi imiş. Dünyanın sebepleri mihnet tehlikesi imiş.)
Burada şairimiz zamanın geçişinden bahsediyor. Ancak zamanın geçişi şairimizi
pek mutlu ediyor gibi değildir. Zamanın değişimi karşısında insan şaşkınlık
yaşamaktadır. Zaman bu haliyle ve işleyişiyle insana dert ve tasadan başka bir şey
getirmemektedir. Bunun dairevi olduğunu düşündüğümüzde zamanın dairevi hareketi
gibi durumların da dairevi bir değişim gösterdiği ifade edilebilir.
Hareket ve zaman bir öncelik sonralık ilişkisi içinde kavranmaktadır. Zaman
durumların bir öncelik sonralık sırasına göre gerçekleşmesidir de denilebilir.

Bana zaman ile Mecnûn mukaddem olsa n’ola


Oyunda şâh ber-â-ber değil piyâde ile
(s. 252 G.248 B.3)
(Mecnûn zaman bakımından benden önce olsa ne olur? Satranç oyununda şah ile
piyade beraber değildir.)
Şairimiz, bir uyanıklık yaparak zamanda önceliği mekanda öncelik ile
kıyaslamaktadır. Mecnûn şairden önce yaşamıştır. Zaman bakımından bir öncelik söz
konusudur. Satranç oyununda piyade tahtada diziliş itibarıyla şahın önünde yer alır.
Burada ise mekan itibarıyla bir öncelik vardır. Birinci durum art zamanlı iken ikinci
durum eş zamanlıdır. Şair böylece zaman bakımından önce gelmiş olmayı bir değer
olarak kabul etmemiştir. O, değeri bizzat zatında görür.
Fuzûlî değişimi ve yenilenmeyi önemsemiştir. Zamanın değişmesiyle bazı
durumlar da değişmektedir. Aslında durumların değişmesi zamanı oluşturmaktadır.
Zaman bu değişimdir. Nasıl bir dönem Mecnûn ünlenmişse ve âşıklıkta zamanının en
üstün insanı olmuşsa şimdi de şair kendi zamanının âşıklıkta en üstün insanı olmuştur.
Bu, değişimin doğal bir sonucudur.

Sürdü Mecnûn nevbetin şimdi benim rüsvâ-yi aşk


Doğru derler her zamân bir âşıkın devrânıdır
25

(s. 172 G.86 B.2)


(Mecnûn nöbetini sürdü şimdi aşkı nedeniyle kınanan benim. Her zaman bir aşığın
dönemi olduğunu söylerler ki bu doğrudur.)
Her çağın kendine has bir âşığının olması, her çağın kendine has bir anlayışının
da olmasıdır. O halde devirler itibariyle baktığımızda değişen ve değişmeyen yönlerden
bahsetmek mümkündür. Burada aşk devam eden unsurken âşıklar değişen unsurdur. Bu
devam eden unsurla değişen unsurun beraberliği bir bütün oluşturur. Değişen unsur
tekamülü sağlarken devam eden unsur da kopmayı önlemektedir.

Resm-i vefâ Fuzûlî senden kemâle yetmiş


Hoş kâmil-i zamansın ahsent bu kemâle
(s. 251 G.247 B.6)
(Vefa âdeti Fuzûlî sende kemale yetmiştir. Sen zamanın kamilisin aferin bu kemale.)
Şair, benzer bir karşılaştırmayı bu defa eş zamanlı olarak yapar. Zamanın kamili
kullanımındaki “zaman”dan devir, çağ anlaşılabilir. Şair kendi vefasını överken
kendisini çağdaşlarıyla karşılaştırır. Bu karşılaştırmanın sonucunda da kendisini
yüceltir.

Cihana kaddin ile kâkülünden fitneler düşmüş


Kıyâmet ibtidâsı fitne-i âhir zamandır bu
(s. 246 G.236 B.5)
(Dünyayı boyun ile saçın karıştırmış. Bu karışıklık kıyametin başlangıcı, ahir zamanın
fitnesi olmalıdır.)
Ahir zaman, sonraki zaman anlamına gelen bir kullanım olsa da burada şimdiki
zaman anlamında kullanılır. Kıyamet kopmadan önce bazı alametler ortaya çıkacaktır.
Bunlardan bazıları ahir zaman fitnesi denilen alametlerdir. Şair, kendi devrini ahir
zaman olarak adlandırırken, sevgilinin boyunu ve kakülünü de ahir zamanın fitnesi
olarak düşünür. Böylece kıyamet ve sevgili arasında ilgi kurulmuş olur. Geçmişin
geleceği, bugünün şimdisi olmuştur.
Zaman kelimesinin devir ve çağ anlamında kullanımının yaygın olduğunu
söylemek mümkün. Şair, bir zaman dilimini bazen kendisi için önemli olan kişiye
atfederek anar.

Zamânında zamâne zulmü yok insâfı var etmiş


26

Ana mensubdur zulm ile insâfın yoğu varı


(s. 75 K.18 B.20)
(Senin zamanında zamane zulmü yok, insafı var etmiş. Zulüm ile insafın varlığı ve
yokluğu ona bağlıdır.)
Bir zaman diliminin belli bazı kişiler, kavramlar ve olaylarla anılması o kişinin,
kavramın veya olayın şairin dünyasındaki öneminden kaynaklanabileceği gibi toplum
hayatındaki öneminden de kaynaklanabilir.
Şair, bahar mevsiminden bahsederken de benzer bir yaklaşım sergiler. O, baharı
gül zamanı olarak adlandırır.

Getir sâkî kadeh kim ayş hoştur gül zamânında


Zamân fevt etme dehrin gussa-ı sud-ı ziyanında
(s. 285 Trc.2 B.18)
(Ey sâkî kadeh getir, çünkü gül zamanında yiyip içmek hoştur. Dünyanın kayıp ve
kazancıyla zaman geçirme.)
Bahar mevsiminin gül zamanı olarak anılması gayet doğaldır. Çünkü bahara
damgasını vuran çiçek güldür. Zamanın belli durumlarla ilişkilendirilmesinde zamanın
değişik yönleri kendini göstermektedir. Zamanın ilişkilendirildiği bu durumlar
toplumsal ve doğal olabildiği gibi psikolojik de olabilir. Şairin gülle baharı
ilişkilendirmesi hem doğal hem de psikolojik bir bakışın sonucudur. Şair eğlenceyi ve
zevki bahara yükler.
Genel bir durumu anlatmak için şairin bir başka kullanımdan daha
faydalandığını görürüz. “Böyle zamanlarda” kullanımı genel bir zaman anlamı taşır.

Dâverâ böyle zamanlarda ki adlin eseri


Çâre-i def‛-i gam-i her dil-i şeydâ eyler
(s. 126 K.42 B.50)
(Ey adil hükümdar senin adlinin eseri, böyle zamanlarda her çılgın gönüldeki gamın
def’ine çare eyler.)
Şair, yine psikolojik bir durumu genel bir nitelemeyle geçer. Şaire göre böyle
zamanların en önemli hususiyeti adaletin gamı gidermesidir.
Şairimiz durumların ve olayların varlığından hareketle zamanı işaretlediği gibi
bir varlığın yokluğunun doğurduğu sonuçlar bakımından da zamanı işaretlemektedir.
27

Geldi ol Mehdî ki salmıştı zamân-i gaybeti


Ikd-i nazm-i kişver-i Đslâm’a bîm-i inhilâl
(s.58 K.13 B.3)
(Yokluğu Đslam ülkesinin nazım ipliğine dağılma korkusu salan o Mehdi geldi.)
Şairimiz Ayas Paşa için yazmış olduğu bu kasidede, Ayas Paşa yokken ne gibi
olumsuzlukların ortaya çıktığını vurgulayarak memduhun kıymetini ifade etmektedir.
Zaman kelimesi ikileme olarak kullanıldığında “bazen” anlamı kazanır. Ancak bu
“bazen”de bir süreklilik anlamı da gizlidir. Çünkü bir durum veya eylem bir defa
gerçekleşip bitmemektedir. Ara sıralık burada sürekliliğin sıklık veya seyrekliği ile ilgili
bir durumdur.

Edâ-yi şükr-i hadengidir ol sadâ ki çıkar


Zamân zamân dökülen katre katre kanımdan
(s. 233 G.211 B.5)
(Damla damla dökülen kanımdan zaman zaman çıkan ses, okuna karşı gösterilen
şükrün edasıdır.)
Sevgilinin attığı ok âşığı yaralamış ve okun açtığı yaradan da kan akmaktadır.
Ancak zaman zaman da bir ses duyulur. Şair bu sesin kandan geldiğini söyler. Kan oka
şükranlarını sunmaktadır. Bu ses bir defaya mahsus çıkan bir ses değildir. Zaman zaman
çıkmaktadır. Seyrek aralıklarla da olsa süreklilik arz eden, belli bir devinimi olan bir
eylemdir bu.
Şair zamanı adil bir hüküm koyucu gibi de ele almaktadır.

Zamane içre mücerrebdir intikam-ı zamân


Hemişe yahşıya yahşı verir yamana yaman
(s. 289 Müs.5 B.3)
(Zamane içinde zamanın intikamı tecrübe edilmiştir. Her zaman iyiye iyi verir, kötüye
kötü verir.)
Zamanın geçişiyle durumlar ve haller değişmektedir. Bu değişim herkes için iyi
olmayabilir. Tabi burada zaman, felek ve kader kavramları da işin içine girmektedir.
Felekten sürekli yakınan şairimiz, feleğin iyileri her zaman mükafatlandırmadığını
belirtir. Oysa burada tam tersi bir durum vardır. Zaman iyilerle kötüleri ayırmaktadır.
Aslında insanlar kendi meşreplerine göre bir sonla karşılaşmaktadırlar.
28

Zaman kelimesinin tayy-ı zamân, bast-ı zamân gibi tasavvuf terminolojisindeki


kullanımlarına divanda rastlamadık. Bu durum şairin, tasavvuf felsefesinden
faydalanmış olmakla beraber, dilini tam olarak tasavvuf içinde oluşturmadığını
göstermektedir. Şair, tasavvuf geleneğinin içinden konuşmaz. Onun divan şiirinin
hakim geleneği içinden konuşması, dilini de bu geleneğin içinde oluşturmasındandır.

2.1.2.Rüzgar

Zaman, devir, hengâm, vakit, dünya, âlem, yel (Devellioğlu, 1996) gibi
anlamları olan rüzgâr kelimesi bu anlamlarının yanı sıra bir de kaderle ilgili bir anlam
kazanır. Dehr, zaman ve rüzgâr kelimeleri zaman anlamlarının yanında kader anlamını
da taşırlar. Bu durumun felek-kader münasebetiyle de bağlantısı vardır. Rüzgar, kaderin
insanın başına gelmesine veya gelmemesine aracılık etmektedir. Rüzgarın kullanıldığı
beyitlerin hemen hepsi kaderle ilişkilidir.

Siyâh-bahtlığı yazmış alnına takdîr


N’ola geçirse kara günde rüzgâr kalem
(s. 106 K.33 B.11)
(Takdir alnına kara bahtlılığı yazmış. Kara günde rüzgar kalem geçirse ne olur?)
Şairimiz, alnına kaderin yazdığı kötü yazgının üzerinden zamanın geçmesini
istiyor. Zamanın bu kötü yazgıyı görmemesini veya uygulama alanına koymamasını
istiyor. Ancak bu temennilerde bulunduğu rüzgar, genellikle şairimizin başına kötü
olaylar getirmektedir.

Dağıtır her lâhza berg-i ayşımı âhım yeli


Hansı nâ-hak zulmdür kim rûzgâr etmez bana
(s. 138 G.16 B.3)
(Her an ahım yeli eğlence yaprağımı dağıtır. Rüzgarın bana yapmadığı haksız bir zulüm
var mıdır ki?)
Rüzgar, şaire genellikle zulmetmektedir. Burada yel ve zaman anlamı bir birinin
içine girer. Yel yaprakları dağıtır. Rüzgar da şairin mutlu anlarını dağıtmakta ve onu
mutsuz etmektedir.

Bunca kandili fürûzan eyledi ammâ ne sûd


Dûd-i dilden kıldı bülbül rüzgârın târ gül
29

(s. 46 K.9 B.31)


(Gül bu kadar kandili parlattı ama ne fayda, gönül dumanıla bülbülün rüzgarını
kararttı.)
Rüzgarın zaman anlamıyla kader anlamı iç içe girmiştir. Gül, o kadar kandili
yakmış olmasına rağmen bülbülün ahından çıkan duman yine bülbülün rüzgarını
karartmıştır. Beyitten bu gönül dumanının bülbülün günlerini veya kaderini kararttığı
gibi bir sonuç çıkartabiliriz.

Rûzgârım buldu devrân-ı felekten inkılâb


Kan içer oldum ayağın çekti bezminden şarâb
(s. 144 G.28 B.1)
(Rüzgarım feleğin devrinden inkılap buldu. Şarap bezmden ayağını çekti, kan içer
oldum.)
Felek, zaman ve kader ilişkisi burada rüzgarı da içine almaktadır. Feleğin
değişimi şairin rüzgarını karartmaktadır. Felek hem zamanı hem de kaderi
oluşturmaktadır.

Ne müşkil olsa kılar çerh rüzgâr ile hal


Mürur ile açılır tâb-i târ-i tûl-i emel
(s. 85 K.23 B.1)
(Ne müşkil olsa felek rüzgar ile halleder. Bitmeyen isteklerin karanlık tabiatı zamanın
geçmesi ile açılır.)
Felek zamanı ve kaderi oluşturduğu gibi zamanı araç olarak da kullanmaktadır.
Felek sorunları, dertleri zamanla halletmektedir. Zaman her derde ilaçtır. Felek bu ilacı
kullanarak sorunları çözmektedir. Zamanın geçişi durumları değiştirmekte, dertler
unutulurken belki hedeflere yaklaşılmaktadır. Felek bütün bu gelişmelerde zamanı bir
araç olarak kullanır.

Tâ halka-yı zülf-i yâre düştün ey dil


Dâm-ı gam-ı rüzgâre düştün ey dil

Efsûs ki kutb-i ehl-i cem’iyyet iken


Ol dâ’ireden kenâre düştün ey dil
(s. 326 R.56)
30

(Ey gönül sevgilinin zülfünün halkasına düştün. Böylelikle rüzgarın gam tuzağına
düştün. Yazık ki cemiyet ehlinin kutbu iken o daireden kenara düştün.)
Kaderle bağlantısı rüzgara genellikle olumsuz bir çağrışım yükler. Zaman, şair
için dert ve gam hazırlar. Zaman onu bulunduğu mevkiden indirir.
Şaire göre zamanın dertlerine ilaç aşktır.

Def‛-i gam-ı rüzgaradır bade müfid


Def‛-i elem-i aşka ruh-i sade müfid
(s.319 R.23 B.1)
(Đçki zamanın dertlerini def etmeye faydalıdır. Aşk dertlerini def etmeye de sade bir yüz
faydalıdır.)
Şair rindane bir tavırla zamanın dertlerine çare olarak aşkı ve şarabı önerir. Aşk
bu dertleri etkisiz kılacaktır.
Rüzgarın bağlantılı olduğu bir diğer kavram varlıktır. Varlık zaman arasındaki
ilişkinin, özellikle maddi varlık alanında, doğrudan olduğunu söyleyebiliriz.

Ümîd var ki oldukça rûzgâra vücûd


Müyesser sana irtifâ‛-i şevket ü şân
(s. 99 K.29 B.23)
(Zaman var oldukça, sana haşmet ve şan yüceliğinin nasip olma ümidi var.)
Şair bu duasında rüzgar durdukça, var oldukça memduhun şanının ve haşmetinin
var olmasını, devam etmesini diliyor. Burada duayı rüzgarın varlığıyla sınırlaması
zamandan sonra varlığın devamının olmadığının göstergelerindendir. Şair böylece
zamansız bir varlık düşünmediğini de belirtmiş olur. Zaten zaman bundan dolayı
kıymetlidir. Zamanla birlikte varlık da nihayete yaklaşmaktadır. Bu sebeple bu zamanın
iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.

Tehdid ile geçdi rüzgâr ey vâ'iz


Fevt oldı şarâb-ı vasl-ı yâr ey vâ'iz

Ger kevser u hûr ise garez verme azâb


Ne terk buyur ne intizâr ey vâ'iz
(s.323 R.44)
31

(Ey vaiz, tehdit ile geçti rüzgar, yâra kavuşma şarabını elde etme fırsatı kaçtı. Ey vaiz,
eğer amaç Kevser ve huri ise azap verme. Ne terki emret ne de beklemeyi.)
Vaiz, ahiretteki hurilere ulaşmak ve cennetteki içkilerden içmek için bu dünyada
günah işlememek gerektiğini, bu dünyada içki içmeden, güzel sevmeden yaşamak
gerektiğini salık vermektedir. Ancak şair önündeki nimetlere ertelenmiş nimetleri tercih
etmemektedir. Din her ne kadar gelecek perspektifli olsa da şairin sabretmeye niyeti
yoktur. O, anı geleceğe tercih eder.

Gösteren sa'atte devran-ı felek bir inkılap


Hem özü fani olur hem leşkeri hem kişveri

Pay-mal etmez anı asib-i devr-i rüzgar
Eylemez te'sir ana devran-ı çerh-i çenberi
(s. 313 Muk.42 B.3,7)
(Felek bir değişim gösterdiğinde, hem kendisi yok olur, hem askeri hem de memleketi.
Onu zamanın dönüşünün derdi mahvetmez. Onu feleğin dönüşü etkilemez.)
Zamanla ilgili beyitlerde dairesel bir hareketten de bahsedilir. Doğrusal bir
hareket yerine dairesel bir hareketin söz konusu olması dünyanın hareketiyle ilgilidir.
Yıllık ve günlük zaman dilimleri dairesel olduğu için zaman ilerlemekten çok devreder.

Her ne tezvir etse ehl-i cehl ana olmaz sebat


Mekr-i ehl-i ilmdir asl-ı fesad-ı rüzgar
(s. 302 Muk.7 B.3)
(Cahiller her ne yalan söylerlerse ona sebat olmaz. Đlim ehlinin hilesi zamanın fesadının
aslıdır.)
Zamanın bozulması toplumsal düzenin bozulmasını ifade eder. Burada belli bir
çağdaki sosyal düzenin bozulmasından bahsediliyor diyebiliriz.
Rüzgar kelimesi de felek ve dehr kelimeleri gibi genel bir zaman anlamı taşır.
Felek gibi rüzgarın da kaderle ilişkisi vardır.

2.1.3.Dehr

Dehr de felek gibi kader ve zamanla bağlantılıdır. Dehr dünya anlamına da gelir.
Zaman ifade eden kelimeler bir şekilde kaderle de ilişkilidirler. Dehr özelinde zaman ve
mekanın birleştiğini de belirtmek gerekir. Böylece var olmak bir mekanda ve zamanda
32

olmak anlamına gelmektedir. Var olmak bir kaderi olmaktır. Bu kader her zaman
insanın istediği gibi değildir. Fuzûlî özelinde kader, onun arzusunun hilafına işler
yapmaktadır. Tabi zaman ve kader anlamları genellikle iç içedir. Zaman anlamının öne
çıktığı beyitlerde kader çağrışımı, kader vurgusunun öne çıktığı beyitlerde de zaman
çağrışımı kendini hissettirir.

Gonce bağrı dehr bî-dâdiyle evvel kan olur


Sonra yüz lutf ile gönlü açılır handân olur
(s. 40 K.7 B.1)
(Goncanın bağrı dehrin zulmüyle önce kan olur, sonra gonca yüz lutf ile açılır ve
güler.)
Burada zulmün sahibi zaman mıdır, felek midir, kader midir tam bir çözümleme
yapmak güçtür. Zaten zamanla ilgili kelimelerle kader ve dünya arasındaki bağlantı da
tam bir ayrıştırmanın pek mümkün olmadığını gösteriyor. Ancak burada kader anlamı
daha belirgin gibidir. Çünkü insanın başına gelenler kendi kaderinin ürünüdür. Bu
sebeple de dehr goncaya önce zulm, sonra da lutfediyor. Burada zaman bakımından da
bir akış vardır. Gül, önce gonca olur ve zamanın geçmesiyle güle dönüşür. Bunu
şairimiz şairane bir üslupla zamanın zulmü ve lutfu olarak yansıtır.

Ey Fuzûlî dehr Zâl’inin firîbinden sakın


Olma gâfil er kimi depren işin merdâne tut
(s. 152 G.43 B.7)
(Ey Fuzûlî dehr Zal’inin hilesinden sakın. Gafil olma, hareketlen ve işini yiğitçe tut.)
Yalnız burada dikkati çeken bir husus var. Kadere bu kadar teslim olan bir
anlayış içinde niçin kaderden bu kadar şikayet vardır? Đnsanlar felek üzerinden
kaderleriyle neden bir mücadele içine girerler? Bu belki başka bir çalışmanın
konusudur. Ancak bu kader anlayışının bir kolaylık ve bir de zorluk oluşturduğunu
belirtmek gerek. Kolaylıktır insanı sorumluluktan kurtarır. Zorluktur insanı içine
doğduğu şartlara mahkum eder. Şairimiz dehrin hiçbir işine güvenmemektedir. Çünkü
dehr bir gün iyilik yaparken bir gün kötülük yapmaktadır.

Dehr vakf etmiş beni nev-res cevanlar aşkına


Her yeten meh-veş esîr-i hatt u hâl eyler beni
(s. 275 G.294 B.6)
33

(Dehr, beni yeni fidanların aşkına vakf etmiştir. Bu yüzden her yeni yetişen ay yüzlü
beni benine ve ayva tüylerine esir eder.)
Şair içinde bulunduğu durumu dehrin yardımıyla meşrulaştırır. Onun güzellerin
peşinde koşmasına sebep kaderidir. Kaderi onu bu işe adamıştır.
Dehrin divanda zaman, kader ve dünya olmak üzere farklı anlamlarda
kullanıldığını söylemiştik. Zaman anlamında kullanıldığında da farklılıklar ortaya çıkar.
Devir, geçen zaman, bu çerçevede karşımıza çıkan anlamlardır.

Var ümîdim nice kim resm-i medâr-i dehrdir


Yılda bir kez âleme arz eylemek didâr gül
(s. 48 K.9 B.60)
(Ümidim var çünkü yılda bir kez gülün yüzünü göstermesir dehrin âdetir.)
Burada dehri hem zaman hem de dünya olarak anlayabiliriz. Dünya, yılda bir
defa gülün yüzünü gösterir veya zaman yılda bir defa gülün yüzünü gösterir diyebiliriz.
Mevsim zamanla ilgili bir olgu iken mevsimleri de dünyanın dönüşü oluşturmaktadır.

Meh-i nev câmını devre getire sâki-i dehr


Encüm-i çerhe sala neş’e-i te’sir-i hevâ
(s. 141 G.23 B.4)
(Dehr sâkîsi yeni ayın kadehini döndürsün. Feleğin yıldızlarına isteğin tesirinin neşesini
salsın.)
Burada Dünya’nın dönüşünden çok Ay’ın dönüşünden bahsedilir. Ay’ın da
zamanla doğrudan ilgisi vardır. Günlük dilimler Dünya’nın hareketiyle ölçülürken, aylık
dilimler Ay’ın hareketleriyle oluşur. Devr kelimesiyle de hareket ve zaman arasında
ilişki belirginleşir.
Zamanın bir mekanı vardır. Bu mekan içinde yaşanılan dünyadır. Çünkü bir
başka dünyanın zamanı, bu dünyanın zamanı gibi olmayacaktır. Mekan ve zaman
arasındaki ilişki doğal bir ilişkidir.

Mukarrer eyledi gerdun ki dehr durdukça


Nihâl-i kâmetini bâr-i gamdan etmeye hem
(s. 71 K.16 B.30)
(Felek, dünya durdukça boyunun fidanını gam meyvesinden eksik etmeyeceğini
kararlaştırdı.)
34

Felekle benzer anlamlarda kullanılan dehr burada felekten farklılaşır. Felek


kader belirleyiciliğini üzerine alır. Dehr, dünya ve zaman anlamlarıyla öne çıkar.
Burada dehrin dünya anlamı daha belirgindir. Burada dünyevi anlamda bir sonsuzluktan
çok bir sonluluk dikkati çeker. Beyitten dünya bir gün yok olacaktır, felek de o yok oluş
anına kadar gamı senden eksik etmeyecektir, gibi bir anlam çıkarılabilir. Bu durumda
şairimiz felsefecilerin dünyanın ve zamanın kadimliği ve bekasıyla ilgili düşüncelerinin
uzağında yer alır.

Ziyân u sûdunu dehrin fenâ fehm eyleyen ârif


Hayâtın sûd sevdâsıyla sarf etse ziyân eyler
(s. 112 K.36 B.7)
(Dehrin kâr ve zararının yokluk olduğunu anlayan arif, hayatını kâr elde etmek
sevdasıyla harcarsa zarar eder.)
Bu dünya yokluğa mahkum olduğu için buranın kazancı da yokluğa mahkumdur.
Bu durumda bunun peşinde koşmak bir kayıptır. Gerçek yok olmayandır. Bunun için
asıl kâr kalıcı olanı elde etmekle olacaktır.

Dehr bir sel-abdır mülhak adem deryasına


Biz ki ser-gerdanız o seyl-aba düşmüş har u has
Çizginir har u has ol seyl-ab oldukça revan
Yetmeden deryaye rahat mümkin olmaz bir nefes
(s. 305 Muk.15)
(Dehr yokluğa dökülen bir seldir. Biz o sele düşmüş çer çöpüz ki başı dönmüş haldeyiz.
O sel aktıkça çer çöp döner. Denize ulaşmadan rahat mümkün olmaz.)
Dünyanın yoklukla bağlantısı onun varlığını da inandırıcı olmaktan çıkarır.
Dünya, kalıcı olmadığı için kalıcı da görülmez. Şairin rahatı yoklukta bulması
fenafillahla ilgilidir. Dünyanın derdinden, fenaya ermekle rahata kavuşulur.

2.1.4.Vakt

Zaman, saat, günün muhtelif saatleri, mevsim, uygun zaman, boş zaman, geçim,
çağ, fırsat, belirtilen zaman (Devellioğlu, 1996) gibi anlamlara gelen vakit kelimesi
divanda bu farklı kullanımlarıyla karşımıza çıkar. Dehr ve zaman kavramlarında
dünyevi bir zaman anlamı daha öndedir. Vakit kelimesi dünya zamanıyla pek
sınırlandırılmaz.
35

Kelimenin tasavvuf lisanında çokça kullanılan bir şekline divanda rastlamadık.


Tasavvufta ibnü’l-vakt olmak bir mutasavvıfın en önemli vasıflarındandır. Mutasavvıf
ibnu’l-vakttır. Bu kavramın tecelli nazariyesi ile doğrudan ilişkisi vardır. Tecelli
nazariyesi dinamik bir evren görüşü getirir. Sürekli yaratım ilkesi, tasavvuf
terminolojisiyle söyleyecek olursak sürekli tecelli ilkesi, varlığın aynı an içinde
yokluktan varlığa varlıktan da yokluğa geçişini vurgular. Bu durumda varlık sürekli
yenilenmektedir. Bir andan diğerine varlık aynı kalmamaktadır. Bu dinamik evren
görüşü varlığı sürekli hareket halinde düşünür. Hatta zaman da bu harekete dâhildir.
Zaman da aynı an içinde yokluktan varlığa varlıktan da yokluğa gider. Böylece
varlıktan bağımsız, sadece bu oluşu düzenleyen üst bir zaman anlayışı yerine varlıkla
birlikte oluşan zaman anlayışı kabul edilmiş olur. Ancak divanın geneline baktığımızda
bu hareketliliği pek göremeyiz. Sanki aynı daire içinde dolaşıyormuşuz gibi hissederiz
kendimizi. Bu durumun Sünni düşünin evren tasavvuru ile ilişkisi vardır. Sünni düşünce
sabit evren fikrini Yunan düşüncesinden kendine taşımış böylece zaman da dairesel bir
nitelik kazanmıştır. (Eliaçık, 2007, 38) Đbnü’l-vakt kavramı tasavvufta değişen âlemle
beraber değişmeyi öngörür. Buna göre sufi her anın davranışı ne ise onu yakalamaya
çalışacak, gelecekle ve geçmişle meşgul olmayacaktır. Fuzûlî’de vaktin bu tasavvufi
kullanımından çok sözlük anlamında belirtilen kullanımını buluruz. Bu kullanım
dinamizmden çok bir alışkanlığı ve sıradanlığı ifade eder.
Vakt, aşağıdaki beyitlerde zaman anlamında kullanılmıştır.

Ey Fuzûlî vera’ ü zühd ile mu’tâd oldun


Bilmedin hâlini bî-hûde geçirdin evkât
(s. 149 G.38 B.6)
(Ey Fuzûlî takva ve zühdü âdet haline getirdin. Halini bilmedin, boşa vakit geçirdin.)
Fuzûlî, vera’ ve zühdle vakit geçirdiği halde mesafe kat edememekten yakınıyor.
O bir hal elde edememiştir. Bununla beraber beyitte rindane bir anlam da saklıdır. Hali
yaşamak, zamanı değerlendirmek olarak da düşünülebilir.

Ey Fuzûlî taleb-i rütbe-i irfân eyle


Cehl ile hâsıl-i evkât-i şerîf etme telef
(s. 202 G.149 B.7)
(Ey Fuzûlî irfan rütbesini talep et. Mübarek zamanı cehaletle boşa geçirme.)
36

Fuzûlî’nin genellikle dünya karşısında iki tür tavrı olduğunu görürüz. O, bazen
dünyayı terk eder ve zühde sığınır. Bazen de dünyaya yönelir. Birincisinde abid tavrı
içinde gördüğümüz Fuzûlî, ikincisinde âşık tavrı takınır. Onun ana karakterini de bu
oluşturur. Burada birincisine zahidane tavır, ikincisine ise rindane tavır diyebiliriz.
Zahidane tavır ahiret için yaşamayı salık verirken, rindane tavır aşkta yok olmayı
öğütler. Đkisi de dünyanın dertlerine direnmenin değişik yollarıdır.

Hadengi sâyesinde hoş geçir evkâtını ey dil


Ki gül-zâr-i hayâtın zîneti serv-i revândır bu
(s. 246 G.236 B.3)
(Ey Gönül, sevgilinin oku sayesinde vaktini hoşça geçir. Çünkü bu, hayat gül bahçesinin
süsü olan servidir.)
Şair, zamanı güzel geçirmekten aşk acısı çekmeyi anlamaktadır. Fuzûlî’de aşkın
ilacı daha fazla aşktır. Bir önceki beyti zahidane tavırla, bu beyti de rindane tavırla
ilişkilendirebiliriz. Rindin en önemli vasfı aşktır. Fuzûlî’de aşk acısı çekildikçe aşk
artmaktadır.

Đrişti vakt ki fasl-i hazân-i nâ-hemvâr


Kıla su tek harekâtın müzâhim-i eşcâr
(s. 37 K.6 B.1)
(Sonbahar mevsimi erişti, hareketleri su gibi ağaçlara zahmet veriyor.)
Burada vakit kelimesinin mevsimle bağlantılı olarak kullanıldığını görürüz.
Sonbaharın gelişi vakt oldu, sonbahar vakti oldu gibi bir kullanımla anlatılır. Vakt oldu,
zamanı geldi anlamındadır. “Vakt oldu” tabiri, uygun zaman anlamında da kullanılır.

Gönül vakt oldu ol kutb-i zamân devrinde izhâr et


Ne maksad kim zamânlar bâtın-i pâkinde muzmerdir
(s. 57 K.12 B.26)
(Ey gönül, nice zamandır temiz içinde gizli olan maksadını zamanın kutbu olan zatın
devrinde açıkla. Bunun zamanı geldi.)
Sultan Süleyman’ın methi için söylenmiş olan terci-i bentte şair, gönlünde
gizlediği muradını açıklamanın zamanı geldiğini ifade eder. Gönlünde şimdiye kadar
gizlediği muradını söylemenin en uygun vaktidir.
37

Ey Fuzûlî kadimiz kıldı felek ham ya’ni


Vaktidir çıkmağa dünyâ kapısından eğilin
(s. 207 G.159 B.7)
(Ey Fuzûlî felek boyumuzu eğdi; yani dünya kapısından çıkmanın vaktidir eğilin.)
Felek şairimize birçok eziyet etmiş ve belalarla şairin boyunu bükmüştür. Bu
durum kapıdan çıkmak için eğilen insanın durumuna benzemektedir. Şairimiz bu
durumu dünya kapısından çıkmanın zamanı geldi şeklinde yorumlar. Muayyen bir
zamandan bahsedilmektedir.

Ey Fuzûlî n’ola ger saklar isem cân-i azîz


Vakt olan kim ola bir şûh-i sitem-gâra fidâ
(s. 134 G.7 B.7)
(Ey Fuzûlî canımı saklıyorsam ne olur. Canım vakti geldiğinde o sitemkar sevgiliye feda
olsun.)
Burada yine muayyen bir vakit anlamı vardır. Belirlenmiş, beklenen vakit
geldiğinde söylenen eylem gerçekleşecektir. Şair, canını şimdi saklamaktadır; ancak
zamanı geldiğinde sevgiliye feda edecektir.

Yetmeden vakt murâdını tekâzâ kılmaz


Her muhakkik ki habîrim deyû da’vâ eyler
(s. 123 K.42 B.3)
(Hakikatten haberim var diyen hiçbir muhakkik vakti gelmeden isteğini başa kakmaz.
Ona ulaşamadım diye isyan etmez.)
Şair, oldukça planlı bir kader anlayışına sahiptir. Bu kader anlayışında insanın
başına gelecek her şey önceden belirlenmiştir. Bu belirlenmişlik içinde zaman onları
sırasıyla karşımıza çıkarmaktadır. Her bir isteğimizin belirlenmiş bir zamanı vardır. O
isteğimiz uygun zamanı geldiğinde bizi bulur. Vakti gelmemişse de boş yere yakınmak
anlamsızdır.

Devrden dehrde her maksada bir mev’îd var


Vaktsız gerçi ana tab’ tekâzâ eyler
(s. 123 K.42 B.2)
(Dünyada, devrden her isteğe bir vaat vardır. Gerçi tabiat onu vakitsiz olarak başa
kakar.)
38

Dehr, dönüşüyle her bir istek için bazı vaatlerde bulunmuş olur. Kaderin bu
vaatleri vakti zamanı geldiğinde başa gelecektir. Oysa insan tabiatı vaadin vakti
gelmeden ona ulaşmayı ister. Uygun olmayan zamanda dile gelen bu talep insanda bazı
üzüntüler oluşturur. Vakitsiz, uygun olmayan zaman anlamında kullanılmıştır.

Zamânın cümle-i evkâtını subh eylemiş güyâ


Çerağ ile bulunmaz zulm devrinin şeb-i târı
(s. 75 K.18 B.30)
(Zamanının bütün vakitlerini sabah etmiş. Öyleki devrinin karanlık gecesinde mumla
aransa bile zulm bulunmaz.)
“Cümle-i evkât” kullanımıyla bütün zaman dilimleri ifade edilmek istenmiştir.
Sabah genellikle olumlu çağrışımlar taşır. Ayas Paşa’nın devrinde bütün zaman
dilimlerinin sabah olması, hiç zulm kalmadığı anlamında mecazdır. Sabah, günlük
zaman dilimlerinden biri oluğu için şairin “cümle-i evkât” kullanımının bütün zaman
dilimleri şeklinde anlaşılabileceğini düşünüyoruz.
Vakit, bazen de belirli birtakım olaylara has kullanılır. Burada muayyen bir
vakitten veya bir şeyin vaktinden bahsediyoruzdur. Seyr vakti, kıyamet vakti, miraç
vakti, gazap vakti, sermestlik vakti gibi kullanımlar divanda dikkatimizi çeken
kullanımlardan bazılarıdır. Bu kullanımların bazılarında psikolojik durumlar,
bazılarında ise dini, tarihi ve sosyal olaylar vaktin adlandırılmasına sebep olmaktadır.

Ana kılsın itâ’at buyruk ilen eylesin tâ’at


Kıyâmet vakti her kim meyl-i gül-zâr-i cinân eyler
(s. 113 K.36 B.18)
(Her kim ki Kıyamet zamanı cennet gül bahçesine yönelmek istiyorsa; ona itaat etsin
emirlerine uysun.)
Veysi Beg için yazılmış olan kasidede şair Veysi Bey’e itaati cennetlik bir amel
olarak değerlendirir. Kıyamet günü cennete girmek isteyen, Veysi Bey’in emrine uysun
der. Kıyamet vakti, muayyen bir vakti belirtir. Vakti, kıyamet anlamlandırır.

Cevr olur âdet gazâb vakti ne âdettir bu kim


Cevrin az eyler bana ol mâh çün eyler gazâb
(s. 146 G.33 B.2)
39

(Öfke zamanı eziyet etmek âdettendir. Bu nasıl bir âdettir ki sevgili öfkelendiği için
bana az eziyet ediyor.)
Burada vakti anlamlandıran ve adlandıran, sevgilinin içinde bulunduğu ruhsal
durumdur. Normalde öfkelenildiği zaman öfkelendiren kişiye daha çok azap edilir.
Ancak sevgili bu âdetin tam tersini yapmaktadır. Çünkü Fuzûlî sevgiliden gelen lutfu da
eziyeti de sevmektedir. Sevgili Fuzûlî’ye öfkelendiği için tegafül göstermektedir.
Tegafül ise eziyetten daha büyük bir azaptır.
Vaktin sözlük anlamlarından biri de “çağ ve devir”dir. Aşağıdaki kullanımda
vakit kelimesinin bu anlamı öne çıkmaktadır.

Âşıka şevkınla cân vermek iğen müşkil değil


Çün Mesih-i vaktsin can vermek âsândır sana
(s. 140 G.21 B.4)
(Âşığa aşkınla can vermek çok da güç değildir. Çünkü sen devrin Mesih’isin can vermek
sana kolaydır.)
Âşık, sevgiliye canını büyük bir arzu ile vermektedir. Sevgili devrin, çağın Đsa’sı
olduğu için, onun da can vericilik özelliği vardır. Sevgilinin can verme özelliği
üzerinden can alıcılığı öne çıkmaktadır. Can verme kalıbı sevgili için kullanıldığında
can bağışlamak ve yeniden diriltmek anlamı taşırken, âşık için kullanıldığında sevgili
uğruna canından vazgeçmek anlamı belirginlik kazanmaktadır. Şair aynı kalıbı farklı
muhataplar için kullanarak şaşırtıcı bir kelime oyunu yapar. Vakit burada çağ ve devir
anlamında kullanılmıştır.
Vakit kelimesi “bir vakt” kullanımında belirsiz bir geçmiş zaman anlamı taşır.

Sebkat etmişti ciğer kanı gözüm yaşına bir vakt


Aşk hükm etti yine cârî ola âdet-i sâbık
(s. 203 G.151 B.6)
(Bir zamanlar ciğer kanı gözyaşımı geçmişti. Aşk, eski âdet yeniden yürürlüğe girsin
diye hükmetti.)
Şair, belirsiz bir geçmişte meydana gelen bir olaya atıfta bulunmaktadır. Bu
olayın ne kadar eski olduğu pek önemli değildir. Önemli olan, olayın kendisidir.
Eskiden meydana gelmiş olan bu olayın bugün tekrarı yaşanmaktadır. Şair, olayı bu
yüzden hatırlar. Aşk, eskiden olduğu gibi ciğer kanının gözyaşını geçmesini
istemektedir.
40

Ey vücûd eseri hilkat-i eşyâ sebebi


Nebi ol vakt ki bi’l-fi’l gerekmezdi nebî
(s. 267 G.279 B.1)
(Ey varlığı bütün eşyanın yaratılmasına sebep olan; sen nebi gerekmediği zamanlarda
bile nebi idin.)
“Ol vakt” kullanımı daha eski bir geçmiş zamana göndermede bulunur. Bu
kullanımda bilinen bir geçmiş zamanı hatırlatma anlamı da vardır. Burada şair varlığın
başlangıcından bahseder. Henüz varlık meydana gelmeden önce Hz. Muhammed’in
peygamber olduğunu dile getirir. Bu tasavvuftaki “nur-ı Muhammedi” anlayışıdır. Tüm
kainat onun varlığı münasebetiyle yaratılmıştır.

2.1.5.Saat

Saat, vakit, zaman, muayyen zaman, kıyamet, (Devellioğlu, 1996) şimdi,


vakitten bir cüz, vakti tayin eden, 60 dakika (Sarı, tarihsiz ) gibi anlamlara gelmektedir.
Kelimenin kökü “sâ’a”dır. Davar kendi başına salıvermek, zayi olmak, kaybolmak gibi
anlamlara gelir. Zamanın geri getirilemez şekilde gidişini çağrıştırır.
Kelime divanda en çok “her saat” kalıbıyla kullanılır. Bu kullanım süreklilik
ifade eden bir kullanımdır. Süreklilik ve devamlılık, divanın zamanla ilgili önemli
yaklaşımlarındandır. Bu durumun şairin gerçeklik anlayışıyla da ilgisi vardır. Şair,
kalıcı olan unsurları gerçek olarak değerlendirir. Bu anlayış kültürün hakim anlayışıdır.
Yalan dünya kalıbının da bu anlayışla ilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Dünya geçici
olduğu için yalan olarak nitelenirken ahiret kalıcı olduğundan gerçek kabul edilir.
Süreklilik ve devamlılık fikri ağır basarken değişim fikri biraz daha geri planda kalır.
Değişim benzer durumların art arda gelişinde hissedilir. Şairimiz tecelli nazariyesiyle
karşımıza çıkar.

Bu bahr-i nil-gûn bin mevc her sâ’at ayân eyler


Ulû’l-ebsâra bir bir keşf-i esrâr-i nihân eyler
(s. 112 K.36 B.1)
(Bu mavi deniz her saat bin dalga gösterir. Akıl sahiplerine gizli sırları bir bir keşf
ettirir.)
Tecelli nazariyesine göre Tanrı her bir ismiyle her an tecelli etmektedir. Böylece
kainat sürekli yeniden yaratılmaktadır. Beyitte sürekli tecelli anlayışının izleri vardır.
Ayrıca beyti değişen olaylar olarak da anlamak mümkündür. Zamanın geçmesiyle
41

sürekli olayların değişimi arasında ilgi de kurulmuş olabilir. Ancak tecelli nazariyesi
bize daha yerinde bir yorum olarak gözükmektedir. Burada saat zamandan bir cüz
anlamında kullanılmıştır.

Çeker bî-rahmlar yanında her sâ’at zebân hançer


Günahım sâbit eyler ölmegim hâtır-nişan hançer
(s.33 K.4 B.1)
(Hançer, merhametsizlerin yanında her saat dil çeker. Günahımı sabit eyler, öleceğimi
ise sürekli hatırda tutar.)
Burada her saat kullanımı süreklilik ifade eder. Belirtilen fiil bir defaya mahsus
gerçekleşmiş bir fiil değildir. Sürekliliği olan bir fiildir.

Gamze tîğin çekme her sâ’at gönül yağmasına


Hükme tâbi mülke gâret-ger sipâhî olmagıl
(s.214 G.174 B.2)
(Gönlü yağma etmek için her saat gamze kılıcını çekme. Hükme tabi mülke yağmacı
asker olma.)
Sipahiler akıncılık ve yağmacılık gibi vazifeleri de yerine getiren askerlerdi.
Sevgili yan bakış kılıcını çekmekte ve âşığın gönlünü yağmalamaktadır. Halbuki âşığın
gönlü sevgilinin emrine âmâdedir. Bu eylemin bir süreklilik arz etmesi aşkın ve
ızdırabın devamlı olduğunu da göstermektedir.

Ey tegâfül birle her sâ’at kılan şeydâ beni


Vâkıf ol kim öldürür bir gün bu istiğnâ beni
(s.273 G.290 B.1)
(Ey tegafülle her saat beni deli eden, anla ki bu istiğnan bir gün beni öldürür.)
Sevgili, âşığı sürekli olarak görmezden gelmekte ve onun varlığını
umursamamaktadır. Şair bu durumun bir noktada sona ereceğini ifade eder. Devamlılığı
olan bu eylem ölümle sonlanacaktır. Şairin ölümünün sebebi ise maşukun süreklilik arz
eden nazıdır.

Gamım şerh etmek için isterim her gördüğüm sa’at


Tutam dâmânını değmez elim çâk-i girîbândan
(s.234 G.212 B.3)
42

(Derdimi açmak için her gördüğüm saat eteğini tutmak isterim ancak yaka yırtığımdan
elim değmez.)
Şairimiz sevgiliyi ne zaman görse derdini anlatmak istemektedir. Ancak eli
sürekli olarak yakasında olduğu için sevgilinin eteğini tutup derdini anlatamamaktadır.
O, aşk derdiyle sürekli yakasını yırtmaktadır. Burada zaman zaman anlamıyla süreklilik
anlamı iç içedir. Sevgiliyi görme eylemi zaman zaman meydana gelirken, derdini
anlatamama eylemi süreklilik göstermektedir. Şair, sevgiliyi gördüğü zamanlarda
sürekli olarak derdini anlatamamaktadır.

Irak olsun yaman gözden ne hoş sâ’attır ol sâ’at


Ki uşşâk ile ma’şûk eyleyip nâz ü itâb oynar
(s.164 G.70 B.4)
(Maşuğun nazlanarak ve âşığın azarlanarak oyunlar oynadıkları o güzel saat kötü
gözlerden uzak olsun.)
Sevgili âşığı azarlamakta ve âşığa nazlanmaktadır. Şair bunu güzel bir oyun
olarak görür ve bu oyunun kem gözlerden uzak olmasını ister. Bu oyunun oynandığı
saat şaire göre çok güzel bir saattir.

Sun’ mi’mârı yapan sâ’atte gerdûn mahzenin


Dûd-i âhım çıkmağa açmış kevâkib revzenin
(s.241 G.227 B.1)
(Bu yapının mimarı felek mahzenini yaptığında ahımın ateşinin çıkması için yıldızları
pencere kılmıştır.)
Yaratıcı, feleği yarattığında şairin ahının ateşi çıksın diye yıldızları birer pencere
olarak bırakmıştır. Burada saat kelimesi zaman ve muayyen bir zaman anlamları
kazanmaktadır. Feleklerin yaratıldığı o belirli saatte veya felekler yaratıldığı zaman gibi
anlamlar beyitteki anlamı karşılamaktadır.

Bir vera’ ehli eger kılsa ibâdet yüz yıl


Sâ’at-i adlce vermez eser-i kurb-i Hudâ
(s.79 K.20 B.12)
(Bir vera ehli yüz yıl ibâdet etse de bu ibâdet, adilce bir saat kadar Allah’a yaklaşmaya
sebep olmaz.)
43

Şairimiz saat ve çağı karşılaştırarak zamanda uzunluk ile kavramdaki önemlilik


arasında ters orantı kurar. Yüz yıllık bir amelin, bir saatlik bir amelden üstün olmaması
bir saatlik amelin önemini daha belirgin kılar.
Saat kelimesi divanda daha çok süreklilik ifade eden kalıplarda kullanılmaktadır.
Ancak kelimenin diğer kullanımlarını da divanda bulmak mümkündür.

2.1.6.Müddet ve Mühlet

Zaman, vakit, bir şeyin uzayıp sürdüğü vakit, muayyen vakit (Devellioğlu, 1996)
gibi anlamları olan müddet kelimesi divanda pek fazla kullanılmamaktadır. Kelime
genellikle “süre” kavramıyla ilişkili olarak işlenir.

Katre-i bârân ki bir müddet sadef habsin çeker


Yok iken kadri tapar kıymet dür-i galtân olur
(s.40 K.7 B.2)
(Yağmur damlası bir müddet inci kabuğunun hapsini çeker ve kıymeti yokken kıymet
bulup inci olur.)
Yağmur damlası sadefin içine düşmüş ve bir müddet orada kaldıktan sonra
inciye dönüşmüştür. Yağmur damlası eğer bu hapse dayanmasa idi inciye
dönüşemeyecekti. Yağmur damlasının sabrı onu yüceltmiştir. Müddet kelimesi belirli
bir süreyi ifade etmektedir.

Zülfün kimi kim müddet ile kâfir eder


Lâ’lin anı bir demde müselmân eyler
(s.320 R.27 B.2)
(Zülfün kimi müddet ile kafir eylerse, dudağın onu bir anda Müslüman eyler.)
Sevgilinin saçı, siyahlığı ile küfrü hatırlatır. Sevgilinin saçı tuzaktır. Genellikle
sevgilinin saçı olumsuz kavramları çağrıştırır. Çünkü o kesrettir. Sevgilinin saçı bu
münasebetle âşığı küfre çağırmaktadır. Âşık zaman içinde sürenin geçmesiyle yavaş
yavaş kafir olmaktadır. Oysa sevgilinin dudağı, saçın süre içinde yaptığını bir anda tam
tersine çevirmektedir. O, uzunca bir zaman içinde zülfün kafir ettiklerini bir anda
Müslüman etmektedir. Müddet burada süre anlamı taşır. Burada uzunca bir süreçten
bahsedilmektedir.

Gözyaşına rahm eyle ki çok müddettir


44

Bî-dâdına sabr edip basar bağrına taş


(s.322 R.36 B.2)
(Gözyaşına acı ki çok zamandır adaletsizliğine sabr edip bağrına taş basmaktadır.)
Gözyaşı uzunca bir zamandır sevgilinin yaptığı eziyetlere dayanmaktadır. Bu
yüzden şair, sevgiliden gözyaşına merhamet göstermesini ister. Burada müddet uzunca
bir zamanı ifade etmek için kullanılmıştır.

Artırır eyyâm-i hicrânın sirişkim hiddetin


Müddet-i eyyâm mey keyfiyyetin eyler füzûn
(s.242 G.229 B.3)
(Ayrılık günleri gözyaşımın şiddetini (keskinliğini) arttırır. Nitekim zamanın geçişi ile
şarabın kalitesi artar.)
Şairin gözyaşı özellikle ayrılık günlerinde gittikçe artmakta ve
keskinleşmektedir. Ayrılık ona daha fazla acı getirmektedir. Şair bu durum ile şarabın
gün geçtikçe kalitesinin artması arasında paralellik kurar. Şarap zaman geçtikçe daha
nitelikli hale gelmektedir. Şairimiz bir süreçten bahsetmektedir. Aşama aşama şarabın
niteliği artmaktadır.

Kılıp her nâ-murâdı âkıbet maksûduna vâsıl


Velî bir nice müddet züll-i hırmân ile zâr eyler
(s.83 K.22 B.9)
(Felek her muradına eremeyeni sonunda amacına ulaştırır. Bir nice zaman mahrumiyet
alçaklığıyla ağlattıktan sonra.)
Felek, insanı uzunca bir zaman mahrumiyette bıraktıktan sonra emeline
ulaştırmaktadır. Şair bu geç gelen saâdetten pek de hoşnut değildir. Şair, feleğin
kendisini uzunca bir süre ağlatmasından dertlidir.
Müddet kelimesi, süre ve süreç bildiren bir anlama sahiptir. Burada uzun ama
sınırlı bir zaman diliminden bahsedilmektedir. Benzer bir kullanım mühlet kelimesi için
de geçerlidir. Ancak mühlet daha çok gelecekle ilgili iken müddet geçmişle ilgilidir.
Şair müddeti geçen zaman için kullanmıştır. Ancak mühlet gelecekte tanınan süredir.

Tutarım yarın kıyâmette habîbim dâmenin


Mestsin gaflet şarabından bu gün mühlet sana
(s.141 G.22 B.4)
45

(Sevgilim yarın kıyamette eteğini tutarım. Bugün gaflet şarabından sarhoş olduğun için
sana mühlet veriyorum.)

2.1.7.An, Dem, Lahza

An, vakit, zaman, saat (Devellioğlu, 1996) gibi anlamları olan dem kelimesi
divanda oldukça fazla kullanılmıştır. Kelimenin kullanımı genellikle doldurmadır. Şair,
kelimeyi belli kalıplar şeklinde kullanır. Bu kalıpların kullanımında da genellikle
süreklilik anlamı göze çarpar. Kelime divanda çokça kullanılmasına rağmen kelimenin
tasavvufi ve felsefi anlamları pek ön plana çıkmaz. Fuzûlî divanda tasavvuftaki an
kavramının dikkat çekici kullanımlarına pek yer vermez. Dem yalnız kullanıldığında
genellikle sözlük anlamında kullanılır.

Berg-i gül sanma ki hûn-âbe döken demde gözüm


Nice yaprağa ciğer kanı salıp kan ettim
(s.227 G.199 B.5)
(Gül yaprağı zannetme çünkü gözüm kanlı yaş döktüğü zamanda nice yaprağa ciğer
kanı salıp yaprakları kan etti.)
Yaprakları şairin gözyaşı kırmızıya boyamıştır. Gül yaprağının renginin kırmızı
olmasının sebebi, şairin kanlı gözyaşlarıdır. Şair, kanlı gözyaşı döktüğü zaman
yaprakları ciğer kanıyla kırmızıya boyamıştır. Dem kelimesi an anlamında
kullanılmıştır.
Kelimenin her dem, bir dem, bu dem, ol dem, dem-â-dem, dem-be-dem, lahza
lahza gibi kalıplarla kullanımı dikkati çekmektedir. Bunlardan her dem, dem-â-dem,
dem-be-dem kalıpları süreklilik bildirmektedir. Bir dem kullanımı süreç içindeki ufak
bir zaman dilimini ifade eder.

Dehenin şevkini can-sûz gümân etmez idim


Yoksa bir dem anı ben mûnis-i cân etmez idim
(s.226 G.196 B.1)
(Ben, ağzına karşı duyulan arzuyu can yakıcı bilmezdim. Ben, bilseydim onu bir an bile
cana yakın kılmazdım.)
Dem, akan zamanın en küçük birimidir. Bir diğer deyişle dem, zamanın
atomudur. Zamanın bu en küçük parçası Fuzûlî’de kutsal ve felsefi bir anlamdan çok
pratik bir anlam taşır. Onun için asıl önemli olan belirtilen eylemle ilgili anlatımdır.
46

Dem, sadece bu anlatımı kuvvetlendirmeye yarar. O, çektiği acının büyüklüğünü


anlatmaya çalışmaktadır.

Sana ger durmasa bir lâhza mukâbil mihrâb


Taşlara başın urup çâk-i girîbân eyler
(s.105 K.32 B.38)
(Mihrab eğer sana karşı bir an durmasa, başını taşlara vurup yakasını yırtar.)
Dem kelimesi, akışın içinden bir birimi karşılamaktan çok bu akışı ifade
etmektedir. Bu akışın kesilmesi durumunda yaşanacaklar beyitte ifade edilmeye
çalışılırken aslında eylemin sürekliliği de vurgulanmıştır. Şairimiz dem kelimesini
süreklilik bağlamında daha yoğun olarak kullanmış olsa da bazı anlara özel vurgular da
yapmaktadır.

Verdi bâd-i subh bir hur-şîd-tal’at müjdesin


Şem’-veş veh kim bu dem ölmek mukarrerdir bana
(s.138 G.15 B.5)
(Sabah rüzgarı bir parlak güneşin müjdesini verdi. Mum gibi bu an ölmek takdir
edilmiştir bana.)
Sabah vakti, güneşin doğuşuyla birlikte mumlar da söner. Şair bu doğa olayını
bir soyutlamayla başka bir boyuta taşır. Güneş sevgilidir, mum ise âşıktır. Şair sevgili
müjdesini aldığında bu durumun kendisini öldüreceğini de ifade etmektedir. Çünkü
sevgili varken kendisi yok olmalıdır. Onun varlığı karşısında kendi varlığı erir. Şairimiz
bu müjdenin verildiği anı işaretlemektedir. Bu an kendisi için büyük önem arz
etmektedir. Bu bir nevi anların içinden bir anı çekip çıkarmaktır.

Dil düştü dâm-i silsile-i müşg-bûyuna


Ol lâhza kim sataştı gözüm zülf ü rûyuna
(s.287 Müs.6 B.2)
(Gönlüm misk kokulu zincirinin tuzağına düştü. Đşte o an gözüm saçına ve yüzüne
sataştı.)
Benzer bir durum bu beyit için de geçerlidir. Şair, sevgilinin saçını ve yüzünü
tuzağa düştükten sonra fark etmektedir. Vurgulanan an olayın meydana geliş anıdır.
Burada anı zamanın en küçük birimi olarak anlamak mümkün olduğu gibi zaman olarak
anlamak da mümkündür.
47

Anla ilgili kavramın ikileme şeklinde kullanıldığı beyitlerde kademeli geçiş,


aşamalı meydana geliş anlamı belirginlik kazanır. Bir durumun andan ana gelişim
kaydederek oluştuğu ifade edilir.

Lâhza lâhza lebin anıp edicek efgânlar


Katre katre saçılır dîdelerimden kanlar
(s.163 G.67 B.1)
(Dudağını lahza lahza anıp feryad ettiğimde, gözlerimden damla damla kanlar saçılır.)
An-be-an sevgilinin dudağını andıkça âşık feryatlar etmekte, bu anmanın ve
feryatların tesiriyle âşığın gözlerinden kanlı yaşlar akmaktadır. Âşık, sevgilinin
dudağını sürekli olarak anmakta ve gözlerinden kanlar da sürekli olarak akmaktadır.
Lahza, göz ucuyla bir kere bakıncaya kadar geçen zaman (Devellioğlu, 1996) anlamına
gelmektedir. Bu münasebetle de lahza, dide ve gözyaşı arasında anlam ilişkisi vardır.

Lâhza lâhza sûretin görseydim ol şîrin-lebin


Sen kimi ey Bîsütun ben hem karâr etmez m’idim
(s.225 G.195 B.2)
(Ey Bîsütun ben de lahza lahza o tatlı dudaklının suretini görseydim senin gibi karar
etmez miydim?)
Bisütun dağı, Şirin’in resmini gördüğü için karar bulmuş ve huzura
kavuşmuştur. Şair, kendisinin de -sevgilinin yüzünü sürekli görebilseydi- karar
edeceğini, huzur bulacağını ifade ediyor. Sevgilinin sureti bir an dahi şairin gözünden
uzak olmamalıdır. Aksi takdirde şairin huzura kavuşması pek mümkün değildir.
Lahzanın görme ile ilgili anlamı ve sevgilinin suretinin görülmesi bir kompozisyon
oluşturmaktadır. Şair sevgiliyi her göz açıp kapadığında görmek istemektedir. Lahza
lahza kullanımında andan ana geçişlerde eylemin devamlılığı vurgulanmaktadır. Şair,
bir sonraki anda da devam edecek şekilde bu eylemin meydana gelmesini istemektedir.
Arzu edilen durumların sürekliliği istenmektedir.

Ne hayf ettim ana kim döne döne hayf alır benden


Nesin öldürmüşüm kim lâhza lâhza kasd-i cân eyler
(s.114 K.36 B.30)
(Ona ne zulmettim ki döne döne bana cevr eder. Nesini öldürmüşüm ki lahza lahza cana
kasd ediyor?)
48

Sevgili, şaire sürekli olarak eziyet etmektedir. Şair yapılan bu eziyetler,


çektirilen acılar sebebiyle sitem eder. Bu eziyetler süreklilik de arz etmektedir. Sevgili
sürekli olarak âşığın canına kastetmekte ve sürekli âşığa acı çektirmektedir. Lahza
kelimesinin kullanılması sevgilinin yan bakışı ile âşığın canına kastettiğini
düşündürmektedir.
Dem kelimesinin süreklilik anlamı taşıyan bir diğer kullanımı da “her dem”dir.
Burada da andan ana geçen ve devamlılığı olan durumlar ifade edilir.

Ravza-i kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr


Âşık olmuş galibâ ol serv-i hoş-reftâre su
(s.31 K.3 B.10)
(Su senin mahallene her zaman geliyor. Galiba su o güzel yürüyüşlü serviye âşık
olmuş.)
Suyun eylemi bütün anları kuşatmaktadır. Su hiç durmadan her an sevgilinin
diyarına gitmektedir. Bu eylem bütün anlarda devam eden bir eylem olduğu için
süreklilik bildiren bir eylemdir.

Mürde cismim iltifatından bulur her dem hayât


Ölürüm ger kılmasan her dem bana iltifât
(s.150 G.40 B.1)
(Ölü bedenim senin iltifatından hayat bulur. Eğer her an bana iltifat etmezsen ölürüm.)
Âşık, sevgiliden sürekli olarak ilgi ister. Bu ilgi onun için umut kaynağıdır.
Şairimiz sevgilinin bu ilgisinin bütün anlarda devam etmemesi durumunda öleceğini
ifade ediyor. Bu ilginin hiç kesilmeden devam etmesi şairin en büyük isteğidir.

Hâk-i kûyun Ka’be’ye nisbet kılan bilmez mi kim


Bunda her dem anda bir nevbet olur vâcib tavâf
(s.202 G.148 B.5)
(Senin bulunduğun yerin toprağını Kabe ile kıyaslayan bilmez mi ki orada bir tavaf
vacipken burada her an tavaf vacip olur.)
Âşık, sürekli sevgilinin bulunduğu yerde dolaşmaktadır. Bu durum Kabe’nin
tavafıyla kıyaslandığında ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Kabe’yi bir defa tavaf
etmek yeterken sevgilinin bulunduğu yeri sürekli olarak tavaf etmek gerekmektedir.
Kabe’nin tavafı bir defaya mahsusken sevgilinin diyarının tavafı süreklidir.
49

Halka ağzın sırrını her dem kılar izhâr söz


Bu ne sırdır kim olur her lâhza yoktan var söz
(s.188 G.119 B.1)
(Söz halka her dem ağzının sırrını açıklar. Bu ne sırdır ki her an söz yoktan var
olmaktadır.)
Sevgilinin ağzı yok mesabesindedir. Söz ise yoklukla vasıflanan sevgilinin
ağzının sırrını insanlara açıklamaktadır. Bu sır öyle bir sırdır ki her an yok olan ağızdan
söz meydana gelmektedir. Sevgilinin ağzının sırrı budur. Burada tasavvuftaki tecelli
anlayışının yansımalarını görmek mümkündür. Söz sürekli olarak meydana gelmekte ve
sevgilinin ağzının sırrını açıklamaktadır. Sözün meydana gelmesi ise an içinde
olmaktadır. Bu durum süreklilik arz etmektedir.
Dem kelimesinin “dem-be-dem” şeklinde kullanımında da bir süreklilik anlamı
vardır. Bunun dışında kelime genel olarak doldurma olarak kullanılmıştır.

Halk küfr ehline îmân arz eder ben dem-be-dem


Küfr-i zülfün eylerim göğsümdeki îmâne arz
(s.197 G.139 B.4)
(Halk küfr ehline iman arz eder. Ben sürekli olarak saçının küfrünü göğsümdeki imana
arz ediyorum.)
Halk, Müslüman olmayanları imana çağırmaktadır. Oysa Fuzûlî’nin durumunda
bir terslik vardır. O, kalbindeki imanı sürekli sevgilinin saçının siyahlığına veya küfrüne
çağırmaktadır. Saç, siyahlığı ile küfr olduğu gibi, âşığı kendisine esir edip imandan
ayırdığı için de küfrdür. Ayrıca saç kesrettir. Şairin gönlündeki imanı sevgilinin saçının
küfrüne çağırması süreklilik bildirmektedir.

Görmesem ruhsâr ü kadd ü çeşm ü lâ’lin dem-be-dem


Ömr bir an bir zaman bir lâhza bir dem olmasın
(s.244 G.134 B.2)
(Yüzünü, boyunu, gözünü ve dudağını sürekli görmezsem bir anlık ömrüm olmasın.)
Şair, şiiri bir zıtlık üzerine kurar. Arzusunun sürekliliğini isterken bu arzu
gerçekleşmezse hayatının da sonunu istemektedir. O, arzusu gerçekleştiği sürece
yaşamayı ister. Arzusu gerçekleşmediğinde bir an dahi yaşamak istemez. Süreklilikle,
sonluluk veya devamlılıkla nihayet burada birbirine bağlanmıştır. Bunlar da aşka
bağlanmıştır. Sevgiliyi görebiliyorsa ve bu durum süreklilik gösteriyorsa şairimiz de bu
50

durumda sürekliliği arzu etmektedir. Eğer sevgiliyi göremiyorsa sonu istemektedir.


Süreklilik ve son kendiliklerinden bir değer değildirler. Onların değerleri sevgiliye
endekslidir.
Bir diğer süreklilik anlamı taşıyan kullanım da “dem-â-dem” kullanımıdır. Dem-
â-dem kulamı da dem-be dem gibi genel olarak doldurma olarak kullanılmıştır.

Dem-â-dem cevrlerdir çektiğim bi-rahm bütlerden


Bu kâfirler esîri bir müselmân olmasın yâ Rab
(s.145 G.30 B.2)
(Rahmeti olmayan put gibi güzellerin elinden sürekli eziyet çekiyorum. Ya Rabbi, bu
kafirlerin esiri bir Müslüman olmasın.)
Güzeller şaire sürekli eziyet etmektedirler. Bu eziyetleri putperestlerin
zulümlerini andırmaktadır. Hem bu eziyetleri hem de put gibi güzel olmaları onlarla
kafirlik arasında bir benzetme ilişkisinin kurulmasına sebep olur. Güzellerden gelen bu
eziyet sürekli devam eden bir eziyettir. Şair, her vakit bu eziyete uğramaktadır.

Dem-â-dem hûblar cevriyle artar lezzeti aşkın


Yamandır bu ki tahkik etmedin derler yamandır bu
(s.245 G.236 B.2)
(Aşkın lezzeti güzellerin eziyeti ile sürekli artıyor. Şurası kötüdür ki bunu hakkıyla
anlamadan bu kötüdür derler.)
Şair, güzellerin eziyeti ile aşkın lezzeti arasında doğrudan bir ilişki kurmuştur.
Güzeller eziyet ettikçe aşkın lezzeti de artmaktadır. Güzeller sürekli eziyet etmektedir
ve aşkın lezzeti de sürekli artmaktadır. Ancak bazıları bu durumu hakkıyla anlamadan
güzellerin eziyetine kötüdür demektedir. Şairimiz bu durumu anlamadan güzellerin
cefasını kötü görmeyi eleştirir.
Dem, zamanla ilgili kelimeler içinde şairin en çok kullandığı kelimelerdendir.
Kelime genelde doldurma olarak kullanılmıştır. Bu doldurma kullanımlarda süreklilik
anlamı belirgindir. Dem kelimesi tasavvufî çağrışımlar da taşımaktadır. Ancak
doğrudan ve ağırlıklı olarak bu yönde bir kullanımla divanda karşılaşmadık. Bununla
beraber kelimenin derinde bu anlamları muhafaza ettiğini söylemek mümkündür.
51

2.2.Kozmik Hareketler ve Zaman


2.2.1.Felek, Kader ve Zaman Đlişkisi

Felek kavramı iç içe geçmiş birçok anlam katmanını içinde barındırır. Felek
kelimesinin sözlüklerde “gökyüzü, dünya, âlem, talih, baht, kader, her gezegene mahsus
bir gök tabakası, askeri müzikte bir zilli alet, yuvarlak kütük” (Devellioğlu, 1996) gibi
anlam karşılıkları vardır. Aşağı yukarı felekle aynı anlamda kullanılan “çarh” kelimesi
ise sözlükte “çark, tekerlek, felek, gök, elbise yakası, ok yayı, çakırdoğan, tef, devreden,
dönen” (Devellioğlu, 1996) şeklinde anlamlandırılmıştır. Feleğin devrediciliği
münasebetiyle bu anlam katmanları arasına zamanı da ilave etmek gerekecektir.
Ahmet Talat ONAY felekle ilgili olarak :
Gök demektir. Cem’i eflâktir. Eskilere göre gök tabakası, felekler dokuzdur.
Her semada bir yıldız tasavvur edilmiştir. Bu yedi seyyar yıldızdan her
birinin dünyaya ve üzerindeki canlı cansız her şeye hakim ve müessir
olduğu farz olunmuş, her yıldız az çok uğurlu, uğursuz sayılmış, işte bu
sebeple dünyada olup biten her şey feleğe isnad olunmuştur. Çarh da bu
manayadır. Kaza ve kadere itiraz edemeyen şairler dünyada olup biteni
feleğe ve yıldızlara isnad, ruhi tezahürlerini böylelikle izhar etmişlerdir.
der.(Onay, 1996, 230)
Felekiyat ilminden hareketle ortaya konan bu görüşlere Đslam felsefesinde
feleğin nasıl algılandığını da eklemek konuyu biraz daha berraklaştıracaktır. Özelikle
meşşai filozofların âlem tasavvurlarında felek önemli bir yer işgal eder. Bu tasavvurda
Batlamyus’un feleklerle ilgili teorisinin büyük payı vardır. Batlamyus’un ortaya
koyduğu teori uzun yıllar astronomi ile ilgili bakışın bilimsel zeminini oluşturmuştur.
Farabi ay-altı âlemin, dört unsurun karışımından oluştuğunu ifade eder. Ay-altı
âlemdeki bütün varlıklar dört unsurun karışımındaki farklılığa ve karmâşıklığa göre
oluşmaktadırlar. Dört unsurun karışımıyla belirli bir sureti kazanma yetkinliğine ulaşan
maddeye faal akıl (vahibü’s-süver) suret vermektedir. Faal akıl göksel cisimlerin
sonuncusudur. Tanrısal olandan dünyevi olana geçiş noktasında bulunur. “Faal akıl ay-
altı dünyasındaki her tür oluşun mütemmimi olarak iş görür ve gök cisminin etkisiyle
bil fiil varlık kazanma kıvamına gelmiş olan maddi karışıma gerçeklik verir.” (Aydınlı,
2000, 67)
52

Yine Farabi zamanın feleklerin dönmesi sonucu meydana geldiğini ifade eder.
Ona göre önce felekler yaratılmış daha sonra feleklerin dönüşüyle zaman oluşmuştur.
(Kılavuz, 1995, 50)
Gazali filozofların görüşleri hakkında bilgi verirken feleğin işlevinden de
bahseder:
Göğün hareketi iki yönden eşyanın meydana gelmesinin sebebi olmaktadır.
Birincisi: Güneşle birlikte bulunan ışık gibi, nedenin döngüsel hareketle
birlikte bulunmasıdır. Nitekim ışık güneşle döner ve yerin her bir parçasında
yavaş yavaş ortaya çıkar, gündüz de her bir şeyde peyderpey oluşur. Gündüz
sebebiyle görme meydana gelir, karanlık olur. Görme sebebiyle insanlar
amaçları için dağılırlar, dağılma sebebiyle de çeşit çeşit hareketler ve bu
hareketlerden de dünyada gizlenmeyen olaylar meydana gelir.
Đkincisi: Döngüsel hareketin, yetinin sebeplere ulaşması için bir neden
oluşturmasıdır. Nitekim şartların oluşmaması dolayısıyla nedenliler gecikir.
(Gazali, 2002, 209)
Đslam felsefesinde feleğe biçilen bu rol, kader ve felek arasındaki ilişkiyi de
açıklamaktadır. Felek divan şiirinde en çok kaderle ilişkili olarak kullanır. Şairler
genellikle felekten yakınırlar. Şairlerin felekten yakınmalarının asıl sebebinin, Đslam
dininde kaderden şikayetin yasaklanması, olduğu söylenir. Bunun asıl sebebi kaderden
şikayetin yasaklanmış olması olamaz. Çünkü felekten şikayet de yasaklanmıştır.
Felekten şikayet islamla birlikte gelişmiş bir durum da değildir. Đslam öncesi
toplumlarda da felek insan filleri üzerinde etkili ve belirleyici olarak kabul edilmektedir.
Bu felek anlayışının Đslamdan sonra da devam etmesinde bazı yeni unsurların etkisi
olmuştur. Farsların Müslüman olmalarıyla beraber Sabiilerin felek anlayışı da Đslam
dünyasını ekilemiştir. Aristo’nun evren modeli üzerine oturan Barlamyus astronomisi
feleğin fail unsur konumunu korumasını sağlamıştır. Böylece feleğin insanın kaderi
üzerinde etkili olduğu varsayılmış ve felek bu özelliği sebebi ile eleştiri konusu
olmuştur.
Fuzûlî’nin şiirlerinde genellikle felek olumsuz özelliklere sahip bir unsurdur.
Fuzûlî yaşadığı acıların sorumlusu olarak feleği görür. Şairimiz zaman zaman feleğe
olumlu bir anlam da yükler. Ancak bu nitelikteki beyitlerin sayısı oldukça azdır. Felek
acımasızdır, gaddardır, haindir. Felek şairin düşmanıdır, hiç onun dileğini yerine
getirmez.
53

Ser-efrâzâ Fuzûlî hasteye bu mülk-i gurbette


Sipihr-i nâ-muvâfık devri cevr-i bî-şümâr eyler
(s.84 K.22 B.24)
(Ey benzerlerinden üstün olan, bu gurbet mülkünde hasta olan Fuzûlî’ye, felek uygun
olmayan dönüşü ile sayısız eziyet eyler.)
Feleğin dönüşü, talihi meydana getirmektedir. Şair, başına gelen belalardan
dolayı feleği suçlayacaktır. Şairin derde uğramasının sebebi feleğin, şairin arzularının
hilafına olan, dönüşüdür.

Yandırıp cânım cihan-sûz etme berk-i âhımı


Âs-man hur-şîd-i rahşânın gerekmez mi sana
(s.139 G.19 B.5)
(Ey gökyüzü canımı yandırarak ahımın şimşeğini kainatı yakıcı etme. Parlak güneşin
sana gerekmez mi?)
Felek şaire eziyet etmektedir. Bu eziyet onun inlemesini arttırmaktadır. Şair,
feleğin verdiği derdi, ateş olarak ona geri döndürmekle feleği tehdit etmektedir. Şair,
kaderine teslim olmuştur. Talihiyle savaşmaz o. Onunkisi bir nevi pasif direniştir. Talihi
ona ne getirirse getirsin tahammül gösterir. Tek tepkisi ağlamak ve inlemektir. O sadece
derdi değil ağlayıp inlemeyi de kader olarak görür. Bazen ağlayıp inlemesi silaha
dönüşür bazen de övünce.

Rûzgârım buldu devrân-ı felekten inkilâb


Kan içer oldum ayağın çekti bezmimden şarâb
(s.144 G.28 B.1)
(Zamanım feleğin dönüşünden dolayı değişti, şarap meclisimden ayağını (kadehini)
çekti, (ben de) kan içer oldum.)
Feleğin müdahalesi şarabı kana, eğlenceyi acıya çevirmiştir; ama o her zaman
zulüm etmez. Muhatabına göre davranışları farklıdır.

Doğruluk ile iste ulüvv-i makam kim


Geldikçe haline vere devr-i felek revac
(s.302 Muk.5 B.1)
(Yüksek makamları doğruluk ile iste ki felek devrettikçe haline kıymet versin.)
Felek sade kötülük yapmamaktadır. Doğru insanların kıymetini de
54

arttırmaktadır. Felek vahibü’s-süverdir. Madde neye kabiliyetliyse onu bahşetmektedir.


Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz konu felekle zaman arasındaki
münasebettir. Feleklerden her birinin kendine özgü bir hareketi vardır. Felekler
hareketlerin en mükemmeli olan dairevi hareketle hareket halindedirler. Dairevi hareket
mükemmeldir; çünkü artma ve eksilme kabul etmez. Artan veya eksilen herhangi bir
şey mükemmel olamaz. Dairevi hareket ölçü oluşturabilecek niteliğe sahip bir
harekettir. Biz bu hareket sayesinde diğer hareketlerin miktarını belirleriz ve bir
hareketin ne kadarlık bir sürede gerçekleştiğini anlarız. Zamanı hareketten bağımsız
düşünemeyiz ve biz zamanı ölçtüğümüzü söylerken doğrusal hareketi dairevi hareketle
ölçmüş olduğumuzu ifade ederiz. Bir diğer ifade ile bu hareket zamanı oluşturmaktadır.
Fuzûlî aşağıda zikredeceğimiz beyitlerde feleği hareketle bağlantılı olarak kullanır.
Feleğin hareketi daireseldir. Fuzûlî, bu sebeple feleği devr, devvar, dâ’ir gibi
hareketlerle beraber ele alır. Fuzûlî’nin dilinde felek bazen gezintiye çıkar. Fuzûlî
feleğin hareketiyle zaman arasındaki münasebete de gönderme yapar. Feleğin
hareketiyle gündüzün ve gecenin oluştuğundan söz eder.

Müdâm tâ felek-i tîz-gerd dâ’irdir


Hemîşe tâ ki emr-i âlem istimrâr
(s.40 K.6 B.48)
(Çabuk dönen felek, âlemdeki işler devam etikçe sürekli dönücüdür.)
Feleğin temel niteliği devr ediciliğidir. Feleğin devri âlemdeki işlerin devamı
için olduğu kadar talih ve baht için de gereklidir. Böylece zamanı da oluşturmuş
olacaktır. Zaman ise sürekli değişimdir. Her adımı yeni bir dünya oluşturacaktır.

Felek her devrde bir feyz-i hikmet âşkâr eyler


Tekâlîb-i zamân izhâr-i sun’-i Kirdigâr eyler
(s.83 K.22 B.1)
(Felek her devirde bir hikmet ortaya çıkarır. Zamanın dönmesi Allah’ın sanatını açığa
çıkarır.)
Allah’ın yaratmasında hikmet ve sanat vardır. Zaman bu hikmetin ve sanatın
ortaya çıkmasını sağlar. Şairin de bu sanatı ve hikmeti aradığını belirtmek gerekir.

Karadan ağı fark etmez bu remzin bilmeyen dehrin


Ki niçin geh nehârı leyl ü geh leyli nehâr eyler
55

(s.83 K.22 B.2)


(Bu sırrı bilmeyen siyahla beyazı ayıramaz; ki (felek ) niçin bazen gündüzü gece bazen
de geceyi gündüz eylemektedir.)
Şair, bu hikmetlerden birini çözmeye çalışmaktadır. Bu hikmet gecenin gündüze
gündüzün de geceye dönmesidir. Feleğin dönüşü bu dönüşümü sağlamaktadır.
Felek, sadece geceyi gündüzü değil, iyi ve kötü halleri de dönüşümlü olarak
ortaya çıkarmaktadır. Zaman insanın kapısına birtakım olayları bırakmaktadır. Şairin,
zamanın bizim başımıza açtığı dertlerle ilgili, tavsiyeleri de vardır.

Esîr-i derd olanlar rüzgârın inkılabından


Eger sabr etseler dermânların hem rûzgâr eyler
(s.83 K.22 B.4)
(Zamanın değişmesinden dolayı dert esiri olanlar; eğer sabrederlerse zaman dertlerine
derman eyler.)
Şair, zamanın değişimi karşısında bir tavır takınmaktadır. Bunu tarihle ilgili bir
bakış olarak da yorumlayabiliriz. Tarih içerisinde birtakım olaylar vardır ki insanlar
arasında döndürülür. Bugün iyi olan yarın kötü olur. Bugün zengin olan yarın fakir olur.
Bugün yükselen yarın düşer. Onun için zamanın bugününe aldanmamak gerekir. Şair
bunu tarihin yasası gibi görür. Bu sebeple sabretmek gerekir. Çünkü zaman derdi
verdiyse ilacı da verecektir. Tek yapılması gereken sabretmektir. Zamanın bu işleyişine
müdahale edilemez. Oldukça kaderci bir tarih yorumudur bu aslında. Şair zamanın
dertle dermanı nasıl ve niye değiştirdiğine değinmez. O, bu değişimi görür ve bu
değişimin karşısında nasıl bir tavır takınmak gerektiğini ortaya koyar.

Felek devr etmeği ahvâline vâkıf olan ârif


Tarik-i sabr ü teslim ü tevekkül ihtiyâr eyler
(s.83 K.22 B.5)
(Feleğin devr etme hallerini bilen arif; sabr, teslim ve tevekkül yolunu seçer.)
Bu zamanın esiri olmuş insandır. Zamanın zincirini kıramayan, ona mahkum
olmuş insan. Bu bakışın sosyal ve siyasal sebepleri vardır mutlaka. Bu sosyal ve siyasal
sebepler Fuzûlî’ye zamana teslim olmayı telkin etmiştir.
56

2.2.2.Kozmik Hareketlerle Belirlenen Zaman Birimleri


2.2.2.1.Yıl

Fuzûlî’nin dilinde yıl, zaman bakımından uzunluk bildirmek için kullanılır. Şair
genellikle yılı kısa zaman ifade eden kelimelerle tezat ilişkisi içinde kullanır. Yıl
dünyanın güneş etrafında dönmesiyle oluşan kozmik zaman dilimi olarak ele alınmaz.
Yıl, şairin üzerindeki psikolojik etkisiyle anılır.

Leşkerin azm etse bir sâ’atte eyler târ-mâr


Her ne tedbir ü te’emmül kılsa hasmın mâh ü sâl
(s.60 K.13 B.27)
(Askerin niyetlense (hasmını) bir saatte perişan eder; hasmın aylar yıllar boyunca
düşünüp tedbir alsa da.)
Düşmanın tedbir almak için uğraştığı süre ile askerin düşmanı perişan etme
süresi arasında tezat vardır. Düşmanın uzun uğraşlarla aldığı tedbiri memduhun
askerleri kısa bir sürede dağıtacaktır. Ay ve yıl, zamanda uzunluk ifade ederken saat,
kısalık bildirmektedir.

Her ne tedrîc ile bin yılda vere bahr ile kân


Her ne yüz yılda mürûr ile kılar hâsıl yem

Bezl bir demde eder meclisine hâzin-i cûd


Sarf bir günde kılar bezmine kassâm-i kerem
(s.89 K.24 B.35-36)
(Deniz ve madenin bin yılda aşama aşama oluşturduğunu ve okyanusun yüzyılda ortaya
çıkardığını, o cömertlik hazinesinin bekçisi, meclisine bir anda dağıtır; o cömertlik
taksim edicisi bir günde meclisine sarf eder.)
Aynı karşıtlık dem-gün ikilisi ile bin yıl-yüz yıl ikilisi arasında da vardır. Bin
yılda oluşan yeryüzü zenginliklerini bir an içinde dağıtan memduh, yüz yılda oluşanları
da bir günde dağıtmaktadır. Oluşma ve dağıtma arasındaki tezat ne kadar kuvvetli
olursa memduhun cömertliği o kadar çok olacaktır. Rüstem Paşa, uzun bir zaman
diliminde oluşan madenleri ve incileri kısa bir zaman diliminde dağıtmaktadır. Bu
durum da onun zenginliğinin ve cömertliğinin nişanesi olmaktadır.

Ravzâ-i kûyunda tapmıştır Fuzûlî bir makâm


57

Kim ana cennet kuşu yetmez bin ıl uçmağ ilen


(s.238 G.220 B.5)
(Fuzûlî senin mahallende öyle bir makama erişmiştir ki; cennet kuşu bin yıl uçsa o
makama ulaşamaz.)
Şairimiz, mesafeyi zamanla ölçmektedir. Elde edilen makamın yüceliği bin yıllık
cennet kuşu uçuşundan fazladır. Makamın yüksekliği ona ulaşmak için geçilen süreyle
ölçülmektedir. Zaman ve mekan ya da süre ve mesafe arasında bir irtibat kurulmaktadır.
Şairin asıl maksadı yıldan bahsetmek değildir. Yılın üzerinden durumunu anlatmaktır.

Her gün açar gönlümü zevk-i visâlin yenleden


Gerçi güller açmağa her yılda bir nev-rûz olur
(s.177 G.97 B.3)
(Sana kavuşmanın zevki her gün gönlümü yeniden açar; gerçi güllerin açması için her
yıl bir ilkbahar olmaktadır.)
Şair, vuslat zevkinin büyüklüğünü ifade edebilmek için yaşadığı halin
olağanüstülüğünü bir teşbihle ifade eder. Âdeta şair, “Gül, yılda bir gelen bahar
mevsiminde açılır. Benim gönlüm ise her gün açılmaktadır. Senin vuslatın benim
gönlüm için bahardır.” Demektedir. Yılla gün ve yılla mevsim arasındaki ilişkiden de
yararlanmaktadır. Yıl, mevsimi mevsim de günü kapsar. Ancak şairin durumunda ikisini
de gün kapsamaktadır. Daha uzun zaman dilimleri olan mevsim ve yıl bir güne
sığmaktadır. Şair, zamana subjektif yaklaşmaktadır.
Şair, yılı kozmik zaman birimi olarak ele almamıştır. Yıl belirsiz bir uzun zaman
anlamı taşır.

2.2.2.2.Mevsim

Mevsimler zamanın değiştiğini bildiren yıllık dönüşümlerdir. Yıllık dönüşümleri


bariz olarak hissettiren mevsimlerin tespiti özellikle pratik amaçlar için çok faydalı
olmuş olmalıdır. Ekin zamanından hasad zamanına kadar toplum hayatı için önemli bir
dizi faaliyetin sürdürülmesi zamanın tespitini ihtiyaç haline getirmiştir. Đlk insanlar için
zamanı tespit etmek ciddi bir problem olsa gerek. Đnsanların elinde bu amaçla
kullanabilecekleri fazla imkânlar yoktu. Tek yapabilecekleri belli bir düzenle
tekrarlanan tabiat olaylarını gözlemekti. Bu gözlemler neticesinde güneşin, ayın ve
yıldızların hareketleri hakkında sonuçlara vardılar. Ancak Ay’ın hareketleriyle Güneş’in
hareketleri arasında tam bir orantı olmaması çözülmesi gereken bir sorun olarak
58

duruyordu kapıda. Aslında bu sorunun çözülmesi Hiristiyan dünyası için daha


önemliydi. Dini bayramların, özellikle de Paskalya bayramının tarihlerinin yıldan yıla
kayması (Elias, 2000, 81) takvimlerin sürekli gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Oysa
Đslamiyet bayramların tespitini tamamen gözlemlenebilir süreçlere (Ay’ın hareketlerine)
bağlamış, bu münasebetle dini bayramların günlerinin kayması bir problem
yaratmamıştır. Sorunlar ihtiyaçları doğurur, ihtiyaçlar da üretimleri. Böylece Batı’da
miladi takvim gelişirken bizde Hicri takvim kullanılmaya devam edildi. Đçinde
bulunduğumuz kültür ortamı da bizimle hemen hemen aynı ihtiyaç profiline sahipti.
Dini alanın doğurmadığı ihtiyacı başka alanlar doğuracak ve Osmanlıda farklı takvimler
kullanılacaktır.
Halk arasında zamanın tespitinde, muhtemelen pratik ihtiyaçlardan kaynaklanan
isimlerden faydalanılmıştır. Ekin zamanı, hasad zamanı, bağbozumu gibi tanımlar,
yöreden yöreye o yörenin üretim ilişkileri ve önemli vakitlerine göre farklılık
göstermektedir. Bu pratik adlandırmaların kullanılması bu dönemlerin tekrar ediyor
olmalarıyla bağlantılı olduğu gibi, topluluğun büyük bir kesimi tarafından bilinmesi ve
topluluk için önemli olmasıyla da bağlantılıdır. Bu münasebetle kırsal alanda özelikle
tarımsal üretimle bağlantılı dönemlik zaman adlandırmaları daha yoğun olarak
kullanılacaktır. Oysa medeniyetin inceltici etkisini bütün boyutlarıyla hisseden alanlar
bununla bağlantılı olarak üretim ilişkilerinin dışında birtakım adlandırmalar
bulacaklardır.
Đşte bu münasebetle bahar mevsimi divan şairi için ekin zamanı değil gül
devridir. Gülün o dönem için yüklenmiş olduğu anlam katmanlarını hatırladığımızda,
gülün çağrışım gücüyle beraber bahara hangi anlamların yüklendiğini çıkarmak güç
olmayacaktır.
Divanda en geniş yeri bahar alır. Đlkbahar, Osmanlının rüyası gibidir. Divandaki
metinler dikkate alındığında ilkbahar, sonbahar ve kış sıralamasını yapmak mümkündür.
Divanın ana mevsimi bahardır.

2.2.2.2.1.Đlkbahar

Bahar mevsimi birçok uygarlık tarafından önemsenmiştir. Orta Asya ve


Ortadoğu uygarlıklarının çoğu bahar mevsimini yeni yılın başlangıcı olarak kabul
etmişlerdir.
Sümerlerde yeni yıl günlerce süren özel bayramlar ve törenlerle kutlanırdı.
“Yeni yılın en önemli ayini, hieros-gamos, yani Sümer ülkesinin ve halkının gönencini
59

ve bolluğunu etkili bir şekilde güvence altına almak amacıyla Tanrı Dumuzi’yi temsil
eden kralla Tanrıça Đnanna’yı temsil eden rahibelerden biri arasında gerçekleştirilen
kutsal evlilik ayini idi.” (Kramer, 2002, 187) Sümerlerde ilâhların birleşmesi sonucu
doğurganlığın ve bereketin artacağına inanılır. (Önal, 2006) Bahar, bereketin ve
bolluğun sembolüdür. Kutlamalar da bu bereketin temini ve devamını sağlamak için
yapılır.
Hititlerde de bahar başlangıcında kutlamalar yapılırdı. Baharda kutlanan bayram
otuz sekiz gün sürerdi. “Bayram, ülkenin belli başlı kült merkezleri boyunca olan bir
kült yolculuğu öngörüyordu.” Bayramın tarımsal üretimle sıkı bir bağlantısı vardı
(Martino, 2003, 93-94).
Antik Yunan’da da “sonbaharda ve ilkbahar başlarında doğurganlık ve bereket
sağlayan Tanrılara bir dizi ayin ithaf edilirdi.” (Estin, 2005, 64)
Bahar, Türkler arasında da önemsenmiş ve baharın gelişi bayramlarla
kutlanmıştır. Baharın önemi Đslamiyet’ten sonra da devam etmiştir. Đslami motifler eski
inançlarla kaynaşmış ve yeni bir bahar algısı oluşmuştur.
Baharın toplumun hafızasında ve pratik hayatında sahip olduğu derin anlamlar,
Fuzûlî’nin şiirlerinde uzak bir çağrışımla yer alsa da aslen bahar Fuzûlî’de estetik bir
unsurdur. Baharın işlevselliğinden önce güzelliği gelir. Bununla bağlantılı olarak estetik
zevk, aşk ve neş’e baharın anlam çerçevesini oluşturacaktır. Ortadoğu toplumlarındaki
baharla ilgili inançlar da fonda yerini alır. Burada o günün koşullarında kış mevsiminin
zorlu şartlarının insanların psikolojileri üzerindeki etkisi de unutulmamalıdır. Ağır kış
şartları altında kapalı mekanlara hapsolan insanlar baharla birlikte bir özgürlüğe ve
genişliğe kavuşacakladır.
Fuzûlî’nin divanında bahariyeler, kış ve sonbahar şiirlerine oranla daha fazla yer
kaplar. Fuzûlî’de ana tema aşk, ana mekan gülşen, ana zaman ise bahardır. O, baharın
şiirini yazar. Baharla ilgili her unsuru değerli bir taşa dönüştürür ve şiirinin ipliğine
dizer. Bahariyelerde karşımıza çıkan bir gül, sanat harikası bir takının eşsiz bir
parçasıdır. Kendinizi bir gül bahçesinden çok mükemmelleştirilmiş bir sanat harikası
karşısında hissedersiniz. Kaba gerçeklik estetikte erimiştir. Bu mükemmelin estetiğidir.
Divan şiirinde baharın diğer adı da gül mevsimidir. Bahar güllerin açtığı
mevsimdir. Ancak bu adlandırmada gülün baharda açılmasından öte bir anlam daha
gizlidir ki o da gülün estetiği ile baharın estetiğinin birleşmesine göndermede
bulunmasıdır. Gül birçok çağrışımının yanında asıl olarak estetik bir unsurdur. Gül
mevsimi adlandırması baharın da estetikleştirildiğinin önemli bir göstergesidir.
60

Bahariyelerin unsurları bu özelliklerin yanında canlıdırlar da. Şair onları idealize


ederken canlandırır ve anlamlandırır. Bahçe halkı, bazen bir eğlence meclisinin
unsurlarına dönüşürken; bazen de savaş sahnesinin kahramanları oluverirler.
Şairin hayal gücü ve psikolojik durumu bahçedeki unsurları değişik suretlere
sokar. Şair zaman zaman görmek istediğini söylerken zaman zaman da içinde
bulunduğu ruh halinin ona gösterdiğini ifade eder.
Divanda nesip bölümleri bahardan bahseden on bir civarında kaside vardır.
Bunun dışındaki kasidelerde de baharın unsurları yer alır.
Fuzûlî’nin bahariyelerinde baharla ilgili kelime kadrosunu şöyle sıralayabiliriz:
Ab, Âb-nûs, Anadil, Andelib, Arak, Bad, Bağ, Bahar, Baran, Bekkem (kırmızı boya
ağacı), Benefşe, Berg, Berg-i semen, Berk, Bû-stan, Bülbül, Cam, Cûy-bar, Cüllab,
Çemen, Çenar, Çerağ, Dıraht, Dinar, Direm, Ebr, Enhar, Erguvan, Eşcar, Ezhar, Gonce,
Gül, Gülbün, Gülistan, Gülşen, Gülzar, Hadika, Hâk, Hâr, Hüma, Jale, Kamer, Kumari,
Lale, Mehr, Murg, Nebatat, Nergis, Nesim, Nesrin, Nesteren, Nevruz, Nihal, Peri, Ra’d,
Reyahin, Reyhan, Saba, Sebze, Sehab, Serv, Seyl, Susen, Sünbül, Şâh (dal), Şebnem,
Şekayık, Şems, Şikufe, Yasemin
Yukarıda sıralanan kavramlar, baharın estetik manzarasını oluşturur. Bunların
her birisi bahçenin mensubudur. Estetik manzaranın oluşmasında her birinin özel bir
yeri vardır. Bu kavramların kullanımı ve bu kavramlara yüklenen anlamda genellikle
pek değişiklik olmazken bahçede baharın yansımasında kullanılan fona göre bu
varlıklar da rol değiştirirler. Eğlence meclisindeki görünümleri ile savaş sahnesindeki
duruşları aynı değildir.
Şair, baharı anlatırken değişik aktiviteler ve istiarelerden faydalanır.
Bazen gül bahçesi bir ülke olur ve bahçenin unsurları da kendi özelliklerine göre
değişik rollere bürünürler. Genellikle gül sultandır.

Çemen eyâletine oldu nasb husrev gül


Hevâya ebr sıfat hükmün etmeğe icrâ

Yazıldı sebze-i nev-hizden hat-ı ahkâm


Çekildi sâye-i mutbû-i servden tuğrâ

Sarir-i âb-ı revân ü safîr-i murg-i çemen


Nikât-i tehniye-i makdem ettiler inşâ
61

Zebân-ı süsen-i âzâd ü sebze-i nev-hiz


Senâ-yi rif’at ü iclâle oldular gûyâ

Şekâyik alnı zemin-bûsdan olup mecrüh


Benefşe kâmeti oldu tevâzu ile dü-tâ
(s.23 K.1 B.2–6)
Baharın anlatımında kullanılan bir diğer sahne ise eğlence meclisidir. Bahar ve
bu meclisin neşesi arasında bağlantı vardır. Neşenin kaynağı bahardır. Baharın
tertiplediği eğlence meclisinin katılımcıları bahçenin sakinleridir. Bahar eğlence
meclisini bahçede düzenlemiştir. Bu meclisin seyri izleyenlerde içki neşesi meydana
getirmektedir. Bülbüller şarkılar söylemekte, kumari de türküler okumaktadır. Kuş
sesleri ile küçükler ve büyükler neşelenmiş, neyin nağmeleri âşıklarda ahenk hasıl
etmiştir. Büzürg, küçeg ve nevanın birer makam olduğunu da hatırladığımızda meclis
tasviri tamamlanır.

Müretteb eyledi bir bezm gül-şen içre bahâr


Ki verdi zevk-i temâşâsı neş’e-i sahbâ

Anâdil etdi beyân-i merâtib-i nağamât


Kumâri oldu terâne-keş ü sürûd-serâ

Sadâ-yi murg bıraktı büzürg ü küçege şevk


Surûd-i nây ile uşşâka hâsıl oldu nevâ
(s.23 K.1 B.7–9)
Fuzûlî, genellikle bahçe sakinlerini cansız varlıklar gibi düşünmez. Bahar
mevsiminde meydana gelen değişimler bahçe sakinlerinin bazı faaliyetlerinin
sonucudur. Bu tür sahnelerde tahkiye üslubu ön plana çıkar. Kamerasını bahçenin
değişik köşelerinde gezdiren şair baharın olabildiğince çok güzelliğini bize aktarmaya
çalışır. Birbirine direk bağlı olmayan gözlemleri birleştiren unsur bahardır. Goncada gül
yaprağının çıkmasıyla anlaşılmıştır ki çiğ, goncanın başına eziyet taşları yağdırmıştır.

Bilindi goncede gül bergi zâhir olmak ile


Ki gonce başına yağdırdı jâle seng-i cefâ
(s.23 K.1 B.10)
62

Yasemin yaprağı Hüma gibi havaya uçmuş, gül bahçesine Hüma’nın gölgesi
düşmüştür. Böylece gül bahçesine devlet ve talih kuşu konmuş oldu.

Hümây-veş varak-i yâsemín ü berg-i semen


Uçup hevâya gül-istâna düştü zıll-i hümâ
(s.23 K.1 B.12)
Bahar tüccarı çimen Mısır’ının zenginlerine Yusuf yüzlü gülü arz eder. Böylece
bu ülkenin zenginleri arasına kavga bırakmış olur. Gül, bahçenin güzellik sembolüdür.

Bahâr tâciri Mısr-ı çemen ganîlerine


Bıraktı Yûsuf-i gül arz eyleyip gavgâ
(s.23 K.1 B.13)
Bu durum lale Züleyha’sında bir zevk meydana getirir ve o zevk de laleye şevk
verir. Lale bu şevkle güle ulaşmak için la’l ve misk dökerek gül Yusuf’unun ağırlığınca
bedel öder.

Bu zevk saldı Züleyhâ-yi lâleye bir şevk


Ki lâ’l ü müşg döküp verdi ağırınca bahâ
(s.23 K.1 B.14)
Şairimiz baharı anlatırken bir başka istiareye daha başvurur. Baharı yazı ve okul
üzerinden anlatacaktır. Bahçe, reyhanlardan bir talim tahtası olur. Alfabe harfleri ona
noktalı ve noktasız olarak yazılır. Bu, sahnenin başlangıcıdır. Çiğ, lale yaprağını süsler
ve oraya konar; ancak lalede noktalı harf yoktur. Oysa şebnem noktadır. Bu durumu
birinin düzeltmesi gerekecektir. Güneşin sıcaklığı çiçeklerdeki çiği giderecektir; ancak
çiçekteki noktaları kim imla edecektir? Rüzgar katibi, bülbül çocuğuna ders vererek
çiçeklerin yüzünden korku örtüsünü kaldırdı. Böylece çiçekler daha rahat açıldı. Bütün
ağaçlar, uzamaya yol bulmuş ancak çiçeklerin yükü ile kırılmışlardır. Ref’ kelimenin
sonunu ötreli okuma, kesr ise esreli okumadır. Böylece manzaranın tasvirine yazı
ilminin katılımı devam eder. Eşsiz servi fidanı dikili kalarak halinde kararlılığını
sürdürmüş böylece diğerlerinden ayrılmıştır. Yine burada mansub kelimesinin
kelimenin sonunun üstün okunması anlamına geldiğini de belirtmek gerek. Selin sesi
medd-i muttasıl çekmektedir. Zaten mâ (su) kelimesinin okunuşu medd-i muttasılla
olmaktadır.
63

Hadika tahta-i ta’lim olup reyâhinden


Yazıldı mühmel ü mu’cem ana hurûf-i hecâ

Müzeyyen eyledi evrâk-ı lâleye şeb-nem


Hurûf-i lâlede olmaz egerçi nokta revâ

Götürdü şeb-nemi ezhârdan harâret-i mihr


Şikûfe noktaların gerçi kim eder imlâ

Debîr-i bâd verip tıfl-i andelibe sabak


Götürdü çihre-i ezhârdan nikâb-ı hafâ

Kamu dıraht bulup ref’-i istikâmete yol


Şikûfe hamli ile kesr buldular illâ

Nihâl-i bi-bedel-i serv kim kalıp mansûb


Sebât-i hâl ile anlardan oldu müstesnâ

Sadâ-yi seyl çeker medd-i muttasıl ya’ni


Ki medd-i muttasıl ile olur kırâ’et-i mâ’

Göründü hey’et-i âb-i revanda şekl-i habâb


Sübûta yetti sebât-i nücûm ü seyr-i semâ

Hutût-i muhtelif ü müstakimi enhârın


Çemende saldı zevâyâ-yi güne güne binâ
(s.24 K.1 B.15–23)
Okul, yazı ve harflerden oluşan bu tasvirden sonra şairimiz yine tahkiyeye
başvurur. Şairimizin, sahneleri tam bir hikaye planı içinde sunduğunu söylemek son
derece güçtür. Şiirin uyması gereken birtakım sert kuralların yanında anlatımda oldukça
serbestlik vardır. Şairimiz imajları her zaman birbirine bağlamaz. Bu yüzden bir beytin
ortaya koyduğu bahar manzarası ile diğer beytinki arasında devamlılık yoktur. Her beyit
kendi hikayesini anlatır.
Şair, bahar manzarasından hikmetli buluşlara da ulaşır. Bu manzara onu tabiat,
varlık ve dünyanın sonu üzerinde düşünmeye sevk eder. Buradan felsefi çıkarımlarda
bulunur. Doğru yola uyarak cennet makamına ulaşılır. Şair, bu hikmeti bahçenin
havasından edinmiştir. Çünkü yüksek zümrenin delili itidaldir (orta yol). Bahar gül
64

bahçesini çiçeklerle doldurur. Böylece şair boşluğun varlığının mümkün olmadığını


anlar.

Ri’âyet-i turuk-i müstakîmden nice kim


Olur husûl-i makâmât-i cennetü’l-me’vâ

Hevâ-yi bağdan ettim bu hikmeti ma’lûm


Ki i’tidaldedir hüccet-i havâss ü kuvâ

Bahâr gül-şeni ezhâr ile kılıp memlû


Yakinim oldu ki mümkün değil vücûd-i halâ
(s.24 K.1 B.24–26)
Bahar mevsiminin asıl niteliği Tanrının sanat eseri olmasıdır. Şair, bahar
mevsimine Tanrının sanat harikası olarak bakar. Belki bu münasebetle şair Tanrının
sanatına öykünerek onun benzeri bir güzelliği kendisi de ortaya koymaya çalışacaktır.

Bisât-i gül-şene dün eyledim güzer ki demî


Kılam nezâre-i âsâr-i san’at-i Mevlâ
(s. 25 K.1 B. 38)
Bahar mevsiminin yeniden dirilişle ilgisini şairimiz sürekli vurgular. Bu noktaya
dikkat çekmek isteyen şairimiz farklı telmih unsurları kullanır.

Ser-â-ser kıldı eczâ-yi zemîn emvâtını ihyâ


Meger her katre âb- Hızr idi bir katre bârândan
(s. 90 K. 25 B. 13)
Yağmurun her damlası sanki Hızır’ın suyundan bir damladır. Yeryüzündeki
bütün ölüleri baştanbaşa diriltmiştir. Ölmüş olan tabiat yağmur damlalarının diriltici
etkisiyle tekrar canlanır. Burada bu etkiyi sağlamlaştırmak için Hızır ve ölümsüzlük
suyundan faydalanılır.
Diğer bir telmih unsuru da Đsa peygamberdir. Đsa peygamberin ölüleri yeniden
diriltmesi baharın tabiatı canlandırmasıyla irtibatlandırılır.

Sahîfe-i çemen üzre tereddüd ede nesîm


Mesîh cilve-gehi ola dâmen-i Meryem
(s. 69 K. 16 B. 5)
65

(Sabah rüzgarı çimen sayfasının üzerinde kararsız kalsın. Meryem’in eteği Mesh’in
tecelli yeri olsun.)

Bâddan goncelere hâmile oldu gül-bün


Öyle kim Îsî’ye Cibrîl deminden Meryem
(s.87 K.24 B.5)
(Meryem’in Cebrail nefesinden Đsa’ya hamile olması gibi, gül fidanı rüzgardan,
goncalara hamile oldu..)
Mesih yeniden diriliş çağrışımını yaratırken Meryem çiçeği ve Hz. Meryem
arasında da ilişki kurulur. Rüzgar ise Cebrail’dir. Böylece Meryem ve Mesih bahara
taşınır.
Şairin baharla ilgili yaklaşımında, anı yaşamak gibi bir anlayış da buluruz. Onun
için mevsimlerin en güzeli bahardır ve bahar da çabuk geçmektedir. Onun için başka
meselelerle uğraşmayı bırakıp bu mevsimde yaşamaya bakılmalıdır.

Dem bu demdir bu demi hoş göregör ey ârif


Anma Îsî demini urma geçen demden dem
(s.87 K.24 B.8)
(Zaman bu zamandır, bu günleri güzel değerlendir ey arif! Đsa’nın nefesini anma, geçen
zamandan bahsetme. Çünkü bugün, yaşanacak en güzel zaman dilimidir.)
Yukarıda bahar mevsimini zevk ve eğlenceyle beraber düşünen şairimiz bir
başka bahariyede ise bahara başka bir gözle bakar. Bahar zannedildiği kadar mutluluk
kaynağı değildir. Bahar mevsiminde birçok olumsuz durum yaşanmaktadır. Gök
gürültüsü inleyerek gözyaşı dökmektedir. Bahar mevsiminde güvenlik olmadığı için lale
bahçesi kana batmaktadır. Yine kırlarda sel kılıcı çatlaklar oluşturmakta, goncanın
eteğini ise diken tutmaktadır. Gül fidanlarının gövdesi çiğ taşıyla göğerirken, nehir de
gül bahçesini zincire vurmuştur. Şair bu gözlemlerinden bahar mevsiminin yeme içme
mevsimi olmadığı sonucuna ulaşır. Baharın geliş sebebi Allah’ın kudretinin
üstünlüğünü göstermek içindir. Yine bahar, bir hikmeti daha açıklamaktadır: Bu
dünyada her ne kadar bir müddet kalsak da vaat edilen yere gideceğiz. Dünyadan
ayrılacağız. Zaten dünya nazeninlere uygun bir yer de değildir. Fuzûlî, baharı
güzelliklerinin yanında çirkinlikleriyle de gösterir. Bunda psikolojik durumunun etkisi
vardır. Son beyit bu nükteyi bize işaret eder. Dünya, ne kadar güzelliklere sahip olursa
olsun nazeninlerin mekanı değildir. Dünyanın havası da suyu da onlara uygun değildir.
66

Dostlar eyyâm-i gül olsaydı eyyâm-i sürûr


Ra’d-i nâlân dem-be-dem kılmazdı ebr-i eşk-bâr

Fasl-i gül tab’ında emniyetten olsaydı eser


Gark-i hûn-i lâle-zâr olmazdı tiğ-i kûh-sâr

Sîne-i sahrâya tîğ-i seylden düşmezdi çâk


Nev-‘arûs-i goncenin dâmânını tutmazdı hâr

Jâle taşından göğermezdi teni gül-bünlerin


Gül-şeni zencîre etmezdi mukayyed cûy-bâr

Bu alâmetlerden âgâh olmayandır bî-haber


Bî-haberdir ol ki ayş eyler bu mevsim ihtiyâr

Ey dil-i gâfil değil bî-hûde teşrîf-i rebi’
Andadır muzmer kemâl-i kudret-i Perverdigâr

Cümle-i ezhâr halvette giyip rengîn libâs
Eyleyip her yılda bu dünyâya bir nevbet güzâr

Tutalar bir dem karar ammâ yine dil-gîr olup
Edeler ser-menzil-i ma’hûda dünyâdan firâr

Dâr-i dünyâ öyle ser-menzil değildir kim ola


Nâzeninler tab’ına âb ü hevâsı sâz-kâr
(s.96 K.28 B.6-10, 12,14, 16-17)

Şairimiz bahariyelerin dışında divanın değişik yerlerinde de bahar mevsiminden


bahseder. Şair bu kullanımlarında bahar mevsiminin çağrışımlarından faydalanır. Bahar,
buralarda da estetik amaçlı kullanılır.

Vaslından ayrı n’ola kanım dökülse gül gül


Ben gül-bün-i firâkım bu fasldır bahârım
(s. 224 G.192 B.4)
67

(Sana kavuşmaktan ayrı kanım gül gül dökülse ne olur? Ben ayrılığın gül fidanıyım bu
mevsimdir baharım.)
Âşık sevgiliden ayrı olduğu için üzüntüden gül gül kan dökmektedir. Gül ve yara
arasındaki şekil benzerliği de anlam çerçevesinin oluşmasında yardımcı olur. Şair, böyle
gül renginde kanlar dökmesini baharla ilişkilendirir. Âşık, ayrılığın gül fidanıdır ve gül
fidanı da baharda gül açar. Âşığın da gül açma mevsimi gelmiştir.
Şairimiz bahariyelerde bahar mevsimini değişik unsurlardan faydalanarak tasvir etmeye
çalışırken, gazellerde bahar mevsiminden faydalanarak kendi hayallerini ve imajlarını
somutlaştırır.

Gül-i ruhsârına karşu gözümden kanlı akar su


Habibim fasl-i güldür bu akar sular bulanmaz mı
(s. 260 G.264 B.5)
(Senin gül yüzüne karşı gözümden su kanlı akar. Sevgilim bu gül mevsimidir, gül
mevsiminde akarsular bulanmaz mı?)
Baharın manzarasını tamamlayan unsurlardan biri de seldir. Hem yağmur suları
hem de kar suları nehirlere karışır ve nehirler bulanık akar. Böylece şairimiz sevgilinin
gül yüzüne karşı kanlı yaş dökülmesi imajını doğallaştırır, olağanlaştırır.
Şairimiz hayallerini dile getirirken zıtlıklardan faydalanır. Aslında bu birçok
meseleye bakışında böyledir. Zıtlıklardan bütüne ulaşmaya çalışır. Dünya-ahiret,
yokluk-varlık, ölüm-sonsuzluk, bahar-sonbahar, rind-zahid, cennet-cehennem, gece-
gündüz vb. baharın zıddı güzdür. Bu iki mevsim arasında bir mücadele vardır. Zafer
ikisi arasında döner. Ancak bahar her gidişinden sonra daha güçlü gelir.

Egerçi gül-büne gahi hazandan afet var


Tedarik eyler ana akibet nesim-i bahar
(s. 290 Müs.2 B.20)
(Gül fidanına bazen gerçi hazandan bir müsibet vardır. Ancak bahar rüzgarı onun
sonunu hazırlar.)
Bahar ve hazan arasındaki mücadeleyi sonunda bahar kazanacaktır. Bahar,
hazanın sonunu getirirken gül fidanına ulaşan afeti de giderecektir.

Fuzuli ger hazan vaktinde oldun muttaki hala


Mey iç kim mevsim-i gül geldi eyyam-ı bahr oldu
68

(s. 286 Trc.2 B.28)


(Fuzûlî, hazan vaktinde muttaki oldun ancak gel şarap iç çünkü gül mevsimi geldi,
bahar oldu.)
Sonbahar ibâdet mevsimi iken bahar eğlence ve zevk mevsimidir. Sonbahar içe
kapanma, bahar ise dışa açılma mevsimidir.

2.2.2.2.2.Sonbahar

Bahar nasıl estetik, neşe, yeniden diriliş gibi kavramlarla beraber anılırsa
sonbahar da tam tersi bir çağrışım dairesine sahiptir. Gerçi divanın değişik bölümlerinde
sonbaharın renginden estetik bir unsur olarak faydalanılsa da bu durum yoğunluk arz
etmez. Şairimiz sonbaharı pek sevmez. Sonbahar tabiatın içine kapandığı bir mevsimdir.
Đnsanlar da bu mevsimde içlerine kapanırlar. Sonbahar şairin dilinde bahar olan her ne
varsa artık onun olmamasıdır. Baharda şairin anlatımına coşku eşlik ederken burada
mutsuzluk ve hüzün anlatıma katılır.

Đrişti vakt ki fasl-i hazân-i nâ-hemvâr


Kıla su tek harekâtın müzâhim-i eşcâr
(s.37 K.6 B.1)
(Sonbahar mevsiminin vakti erişti. Sonbahar, suyun akışı gibi ağaçların görünümünü de
değiştirdi.)
Sonbaharın mekanı da bahçedir. Bahar nasıl getirdikleriyle görünür oluyorsa,
sonbahar da götürdükleriyle belirginlik kazanır. Ayrıca tabiat da sonbaharın gelişinden
pek mutluluk duymaz.

Sipâh-i behmen ü dey lâle vü esbâbın


Hücûm eyleyüben gâret eyleye ne ki vâr
(s.37 K.6 B.2)
(Behmen ve kış askerleri hücum eyleyerek lale ve varlıkla ilgili ne varsa yağma eder.)
Şair, Đran hükümdarlarından Behmen ile savaş sahnesinin canlılığını ve
inandırıcılığını sağlar. Bahar mevsiminin tasvirinde de savaş unsurlarından
faydalanıldığını belirtmiştik. Sonbahar mevsiminde yıkıcı bir savaş görürüz. Bu bütün
güzelliklerin yağma edildiği bir savaştır.
Şairimiz sonbaharla gelen değişikliklerden bahseder:
69

Çemen zariflerin rence-hâtır eylemeğe


Nesîmden ola zâhir sülûk-i na-hemvâr

Hevâ muhalefetinden tapılmaya mutlak


Mizâc-i nâmiyede i’tidalden âsâr

Sabâ letâfet ile gül-şen içre sâyir iken


Bula zamâne sabâ tek tagayyür-i etvâr
(s.37 K.6 B.3–5)
(Nesim çimen zariflerini üzmek için uygun olmayan eğri bir yola girmiştir. Hava
muhalefetinden dolayı yerden bitenlerin mizacında ölçülülükten eser kalmamıştır.
Sabah rüzgarı gül bahçesi içinde yumuşakça geziyorken, zamane de tavırlarında sabah
rüzgarı gibi değişiklik bulsun.)
Rüzgarın esişi ve havanın durumu farklılaşmıştır. Rüzgar güzel çağrışımlarından
uzaklaşır. O artık yapıcı değil bozucudur. Bahar mevsiminde nesim güllerin açmasına
sebeb olan bir unsurken burada çemen zariflerini yani sakinlerini kırıcı bir özellik
gösterir.

Açıp ta’arruz elin zemherîr eşcâra


Ne berg kala bu gârette bû-sitandan ne bâr
(s.37 K.6 B.6)
(Şiddetli kış ağaçlara taarruz elini aça ve böylece bu yağmada ağaçlarda ne yaprak
bıraka ne de meyve.)
Bahçedeki değişim devam etmektedir. Şiddetli kış bahçenin çehresini iyice
tanınmaz hale getirir. Ağaçlardaki bütün yapraklar dökülür ve geriye hiçbir şey kalmaz.
Şair mevsimle ilgili değişimleri ortaya koyduktan sonra bu mevsime yakışan
yaşama şeklini de belirtir. Nasıl ki bahar mevsiminde günleri neşe ve eğlenceyle
geçirmek gerekirse sonbaharda da uzlet köşesini seçmek gerekmektedir.

Hoş ol ki tuta bu mevsimde gûşe-i uzlet


Tereddüt etmeye mutlak karârâ vere karâr

Huzûr ilen gire bir künce ibtidâ-yi hazân


Sürûr ilen çıka bir bağa ibtidâ-yi bahâr

Arada bilmeye bârân ü berf ü bâd nedir


70

Yetirmeye eser-i devr hâtırına gubâr


(s.37 K.6 B.7–9)
(Bu mevsimde uzlet köşesini seçen kişi mutludur ki tereddüt etmeden kararda karar
kılsın. Sonbaharın başında bir köşeye huzurla girsin, baharın başında da sevinçle bir
bahçeye çıksın. Arada yağmur, kar, rüzgar nedir bilmesin, dönüşün sonuçları onun
hatırına toz ulaştırmasın.)
Sonbahar, insanın bir köşeye çekilip ibâdetle uğraşması gereken bir mevsimdir.
Mutlu olmak için bu mevsimde bu yapılmalıdır. Sonbahar huzurla ilişkilendirilirken
ilkbahar neşe ile irtibatlandırılır. Çünkü bahar aşkın, sonbahar ise ibâdetin mevsimidir.
Đnsan, nerede ne yapacağını bilince şaire göre mutluluğa ulaşacaktır. Đnsan bunu
yapmalı ve mevsim değişiminden etkilenmemelidir.

Bâğ levhini hazan bergi zer-efşân eyler


Âb ol levhde meşk-i hat-i reyhân eyler
(s. 102 K.32 B.1)
(Bahçenin levhasını sonbahar yaprağı altın saçıcı eyler; su o manzarada reyhan hattını
meşk eder.)
Şair, bahar mevsiminden estetik bir unsur olarak faydalandığı gibi sonbahardan
da estetik bir unsur olarak faydalanır. Sonbaharın rengi sarıdır. Şair sarı renkle ilgili
estetik bir manzara oluşturur.

2.2.2.2.3.Kış

Bahar ve sonbahar gibi kış mevsimi de bir manzaradan ibarettir. Şair kış
mevsimini de bir bahçenin kışın aldığı görüntüden hareketle tasvir eder. Zaman zaman
bu tasvirlere kişisel çağrışımlar eşlik eder ama genellikle bu form klişedir. Klasik şiirin
genelinde benzer bir form ve kelime kadrosuyla karşılaşırız.
Mevsimle ilgili yaklaşımlarda şairin esasen meseleye estetik bir mesele olarak
baktığını unutmamak gerekir. Bu münasebetle mevsim ve zaman arasındaki ilgi
zayıflamıştır. Mevsimin zamanın geçişiyle olan bağlantısını kaybederiz bazen. Ancak
mevsimlerin estetik değerlerinin yanında bir de genel çağrışım değeri vardır. Bahar
nasıl yeniden diriliş, bereket ve aşkla ilişkili ise kış da ölüm ve sonla ilgilidir. Sonbahar
ve kış tasvirleri arasında pek bir ayırım yoktur. Đkisi aynı mevsim gibidir. Bu durumda
divanda iki mevsimden bahsedildiğini söylemek mümkün olur: ilkbahar ve sonbahar.
71

Fuzûlî Divanı’nda kışla ilgili beyitler, kasideler bölümünde karşımıza çıkar.


Diğer bölümlerde kışa pek rastlamayız. Kasideler bölümünde de iki kasidenin nesip
bölümünde kışla karşılaşırız.
Kışın ilk fark edilen husus havanın soğumasıdır. Hava soğur ve rüzgar sertleşir.
Rüzgar böylece baharın alametlerini tabiattan siler. Artık tabiat değişmiştir. Güzellikler
silinmeye yüz tutmuştur.

Bir gün ki dey âlametin etmişti âşkâr


Tutmuştu yüz füsürdeliğe tab’-i rüzgâr

Bâd-i hazan yetip harekât-i şenî’ ile


Her yan dıraht-i rahtını etmişti târ-mâr

Sarsar hücûm-i gâret-i bu-stâna azm edip


Asliyle koymamışdı ağaçlarda berg ü bâr

Bergini şâh-i gül yele vermişti ser-te-ser


Ya’ni tecemmülüne cihânın ne i’tibâr

Tayy kılmış idi sebze bisâtını bû-sitân


Ya’ni ki mu’teber değil esbâb-i müste’ar

El böyle fasllarda temennâ-yi künc eder


Ben eyledim sabâ kimi gül-şen yana güzâr
(s. 115 K.37 B.1–6)
Hava iyice soğumuştur artık. Öyle ki güneş bile ısınmak için gördüğü yerde
ateşe düşmektedir.

Fasl hem bir fasl kim serd olmağın âb ü hevâ


Halktan kat’-i hayât eylerdi Đsâ usa dem

Öyle mühlik şiddet-i dey kim harâret bulmağa


Gördüğü yerde düşerdi odlara hur-şîd hem
(s. 66 K.15 B. 44–45)
Şairimiz bu değişimin tasvirinden sonra bahçeye doğru bir gezintiye çıkar.
Bahçedeki gözlemlerini bize aktarmaya başlar. Bahçede o eski meclislerden ve bu
72

meclisin doğal üyelerinden herhangi bir iz kalmamıştır. Ancak şairimiz bu manzaradan


da kendine bir pay çıkarır. Lale gitmiştir. Şair, lalezarın mumu olmuştur. Goncanın
ömrü bitmiştir, şairin ömrü kalıcıdır.

Bir bağa düştü reh-güzerim gördüm anda cem


Tertîb-i ayş kılmağa esbâb her ne var

Dolmuş kadeh şarâb ile gelmiş ayağa kim


Ger lâle bitti ise benim şem’-i lâle-zâr

Minâ-yi sebz lutf ile durmuş ayağa kim


Ger gonce fâni oldu benim ömr-i pây-dâr
(s.114 K.37 B.7–9)
Ağaçlarda da aynı değişimin izlerini görmek mümkündür. Ağaçların yaprakları
sararmış, sonbahar bahçeye yapraklar yığmıştır.

Her turfa nahl berg-i hazân ile bağlamış


Meyl-i imâret eyleyüben tâk-i zer-nigâr

Yığmış fezâ-yi bağa hazan berg-i hıştler


Gûyâ hevâ hücûmuna tutmak diler hisâr
(s.115 K.37 B.11–12)
Bahçede gördüğü manzara, şairi düşünmeye iter ve ona dünyanın geçiciliğini
hatırlatır. Durumların değişmesi onda geçicilik duygusunu pekiştirir.

Bir lâhzaî ki saykal-i idrâk-i müstakîm


Nâ-geh götürdü âyine-i tab’dan gubâr

Açtım gözümü görmedim ol bezmden eser


Hakka budur tabî’at-i dünyâ-yi bî-medâr

Kılmaz kamu kaziyede emrini müstedâm


Olmaz cemî’i emrde bünyâdı üstüvâr
(s.115 K.37 B.20–22)
73

Şair, geçen güzel günlerin ardından üzülmektedir. Ancak üzülmemelidir. Çünkü


bahar yeniden gelecektir. Zaten âdet de budur. Ağaçlar kışın yapraklarını dökerler.
Böylece baharda elbiselerini yenilemiş olurlar.

V’er gitti vakt hem gam ilen kılma ıztırab


Sabr et kim ol küdûrete hem yoktur i’tibâr

Bu resmdir bürehne olup kışda her dıraht


Tecdîd-i kisvet eylemek eyyâm-i nev-bahâr
(s.117 K.37 B.41–42)
Mevsimler zamanla çok bağlantılı olarak işlenmese de mevsimlerin anlatımında
geçicilik vurgusu dikkati çeker. Mevsimler zamanın geçişinin en belirgin
göstergeleridir. Bu durum zaman zaman şairde bir tedirginlik ve hüzün oluşturur. Bahar
mevsiminde fırsatın kaçmasından endişe ederken, kışın da fanilik üzerine düşünür.

2.2.2.3.Ay

Ay hem bir gök cismi olarak hem de zaman birimi olarak kullanılır. Bu iki
kullanımı bir birinden kesin çizgilerle ayırmak zaman zaman zorlaşmaktadır. Ay, zaman
birimi olarak, gök cismi olan Ay’ın hareketlerinin ölçülmesiyle elde edilir. Bu yüzden
Ay’ın evrelerinden bahsedildiği yerlerde, zımnen de olsa, bir zaman kavramı da
oluşmaktadır. Çünkü Ay’ın her bir evresi bir aylık zaman diliminin değişik safhalarına
işaret etmektedir. Ancak şairimiz Ay’ın evrelerini genellikle teşbih unsuru olarak
kullanır. Onlardan asıl muradı ayın şeklini kullanarak sanat yapmaktır.

Adû-yi câhının kat’-i hayâtiyçin çeker her ay


Gılâf-i lâciverdîden hilâl-i âs-man hançer
(s.34 K.4 B.19)
(Gökyüzünün hilali, (senin) makamının düşmanının hayatını bitirmek için her ay
lacivert kılıftan hançer çeker.)
Hilal, ayın başlangıcını ifade eder. Kameri aylar hilalle başlar ve hilalle sona
ererler. Şair, hem bunu hatırlatmakta hem de hilalin hançerle olan şekil benzerliğine
işaret etmektedir. Her aybaşında Ay’ın hilale dönmesini de hüsn-i talil yaparak düşmanı
katletme amacıyla bağlantılandırmaktadır.

Bes ki za’f-i rûzeden her gün tapar tağyir-i hâl


74

Olacaktır ıyd için mâh-i tamâmım bir hilâl


(s.213 G.171 B.1)
(Orucun verdiği zayıflıktan dolayı gün geçtikçe hali değişir. Bu kadar yeter yoksa
dolunayım bayram için bir hilal olacaktır.)
Şair, Ay’ın değişimini, Hicri takvim ayını ve teşbih unsuru olarak gök cismi olan
Ayı bir sarmal içinde birlikte kullanır. Ay, dolunay olduktan sonra gün geçtikçe azalır,
tekrar hilale döner. Şair bu olay ile oruç tutmaktan zayıflayan sevgili arasında benzetme
ilgisi kurar. Hicri takvimde ayların başlangıcı ve bitimi hilalle tespit edildiği için
Ramazan ayının bitimi ve bayramın tespiti de hilalle olacaktır. Şiirde mah-i tamamdan
bahsedildiğine göre henüz Ramazanın ortalarıdır. Şairin asıl üzüntüsü oruç yüzünden
zayıflayan sevgilinin Ramazan Bayramı hilaline dönmesidir. Aybaşlarındaki hilal
oldukça ince olur ve çok kısa bir süre görünür. Görülmesi oldukça zordur. Yüksek bir
yerden gözlenmesi gerekir. Şair sevgiliyi gözden kaybetmekten endişelenir.

Kıldı mâh-i rûze ol hur-şîdi gün günden za’if


Zerre zerre aya san gün nûru eyler intikâl
(s.213 G.171 B.2)
(Oruç ayı o güneşi günden güne zayıflattı. Sanki güneşin ışığı zerre zerre aya sirayet
ediyor.)
Yukarıdaki beyitle aynı gazelden alınan bu bölümde şair, aynı mesajı başka
unsurları kullanarak verir. Yukarıda mah-ı tamam olan sevgili Ay’la birlikte şekil
değiştiriyor ve zayıflıyordu. Bu zayıflamanın sebebi ise oruçtu. Burada sevgili güneştir.
Güneş olan sevgiliyi de oruç ayı (Ramazan) zayıflatmaktadır. Ramazan ayı güneş olan
sevgilinin ışığını yavaş yavaş alarak onu zayıflatır. Şair hem Ramazana hem aya hem de
ayın ışığını güneşten aldığı gerçeğine göndermede bulunur.

Ay tutulsun rûze eyyâmında gün düşsün yere


Kim bu ay günden buluptur mihr-bân mâhım melâl
(s.213 G.171 B.5)
(Oruç günlerinde ay tutulsun, güneş de yere düşsün. Çünkü bu ay ve gün (gün, güneş)
yüzünden sevgili ayım sıkıntıya uğradı.)
Şair, sevgiliyi sıkıntıya uğratan zamandan kurtulmak ister. Sevgilinin bu halinin
tek sebebi zamanın geçmesidir. Bu sebeple zamanı durdurmak gerekmektedir. Zaman
nasıl durdurulacaktır? Zamanın geçişini ifade eden unsurlar yok edilerek. Zaman Ay’ın
75

ve Güneş’in (Dünya’nın) hareketleriyle görünürlük kazandığı için Ay ve Güneş yoksa


zaman da yoktur. Biri günü ortaya çıkarırken, diğeri aylık dilimleri meydana
getirmektedir. Ay ve Güneş olmazsa bu zaman birimleri de olmaz diye düşünmektedir
şair. Bunu yaparken de mihr (Güneş) ve mah kelimelerini de sevgilisi için kullanarak
ilginç bir kelime oyunu yapar.
Şair, kainata aşk penceresinden bakar. Özellikle gazellerde şair için zaman, Ay
ve Güneş aşk perdesinin ardından algılanırlar. O, dünyayı aşkla yeniden boyar ve öylece
şiirleştirir. Başka bir ülkedeyizdir artık. Ay’ın, Güneş’in, kainatın varlık sebebi
bambaşka hakikatlere dayandırılır. Her olayın bizim bildiklerimiz dışında birtakım
sebepleri vardır. Burası bir aşk ülkesidir ya da gönül ülkesidir. Burayı aşk yaratır. Onun
için burada her şey âşığın baktığı gibidir. O, nasıl görmek istiyorsa öyle de gösterir.

Çerh her ay başına salmış kaşından bir hayâl


Bu cihettendir her ay başında olmak bir hilâl
(s.213 G.172 B.1)
(Felek, her ay başına senin kaşından bir hayal salmıştır. Bu yüzden her aybaşında bir
hilal bulunmaktadır.)
Her ay hilalle başlar. Peki ama neden? Şairin cevabı gayet âşıkane ve şairanedir.
Hilal sevgilinin kaşını andırdığı için vardır. Onun varlık sebebi budur. Fuzûlî gerçeği
aşk penceresinden görür.

Mâh-i nev olmuş kaşın sevdâsının ser-geştesi


Şehrden şehre gezer âvâreler tek mâh ü sâl
(s.213 G.172 B.2)
(Yeni ay kaşının sevdası ile avare olmuştur. Yeni ay, aylar ve senelerden beri avareler
gibi şehirden şehre gezer.)
Ay, kendi hareketinin ve Dünya’nın hareketinin doğal bir sonucu olarak şekilden
şekle girer. Dünya’nın şeklinin bir sonucu olarak da girdiği bu şekiller önce doğuda
görünür ve batıya doğru kayar. Bu hareket ise aylar ve seneleri oluşturur. Şaire göre bu
hareketin kaynağı aşktır. Yeni Ay, sevgilinin kaşına âşık olduğu için bu kadar zamandır
dünyanın etrafında dönmektedir.

Olmayıp makbûl-i hâk-i der-gehin mâh-i tamâm


Zâ’f-i tâli verdi gün günden ana tağyîr-i hâl
76

(s.214 G.172 B.6)


(Dolunay senin dergahının toprağı tarafından beğenilmedi. Dolunayın talihinin zayıflığı
ona günden güne hal değişikliği verdi.)
Dolunayın zamanla hilale dönmesi şairin bakışıyla başka sebeplere
dayanmaktadır. Dolunay, sevgilinin dergahına uğramış; fakat bu dergahın toprağı onu
kabul etmemiştir. Bu yüzden zayıf ve güçsüz talihi onu böyle yavaş yavaş zayıflatmış
ve şekilden şekle sokmuştur.

Ey Fuzûlî mâh-nisbet mahv kıl varın tamâm


Ger dilersen bulmak ol hur-şîd ile bir ittisâl
(s.214 G.172 B.7)
(Ey Fuzulî, eğer o güneşe kavuşmak istiyorsan ay gibi sen de neyin varsa hepsini mahv
et.)
Ay, gün geçtikçe küçülür ve görünmez olur. Şaire göre bu yok oluşun amacı
Güneş’e duyulan aşktır. Ay, Güneş’e kavuşmak için varlığını aşama aşama yok eder.
Böylece o yok olur ve sadece güneş kalır.

Sipihrin fâriğim vaslında mâh ü âf-tâbından


Garaz ıyd-i visâlindir bu ay ü gün hisâbından
(s.234 G.213 B.1)
(Sana kavuştuğum için feleğin ay ve güneşinden geçtim. Bu ay ve gün hesabından amaç
zaten sana kavuşmanın bayramı idi.)
Zaman Ay’ın ve Dünya’nın hareketiyle ölçülmektedir. Beyitten de
anlayacağımız üzere o dönemde gündüzlerin Güneş’in hareketi sonucu oluştuğuna
inanılmaktadır. Bu yüzden Ay ve Güneş zamanı ölçme araçlarıdır. O gün içinse zamanı
oluşturan göksel cisimlerdir. Bayramlar hilalin görünmesiyle tespit edilir. Şair, sevgiliye
kavuşmuştur. Bu, onun için bayramdır. Zaten zamanın ölçülmesinin ve hesaplanmasının
amacı da bu bayramın ne zamana denk geldiğini bulmaktır. Bayramı yaşadığı için artık
Ay’a da Güneş’e de zamanın ölçülmesine de şairin ihtiyacı kalmamıştır.
Fuzûlî ay isimlerini pek kullanmamaktadır. Bir iki yerde ay isimlerine dokunup
geçmektedir.

Yümn-i na’tinden güher olmuş Fuzûlî sözleri


Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü-i şeh-vâre su
77

(s.32 K.3 B.27)


(Nisan yağmurundan iri inciye dönen su gibi, na’tinin bereketiyle Fuzûlî’nin sözleri de
inci olmuştur.)
Şair, nisan ayını incinin oluşumuyla ilgili mazmuna işaret için kullanır. Nisan
ayında yağan yağmurun tanesinin sadefin karnına düşmesi sonucu inci meydana
gelmektedir. Şair, bu olayı peygamberin övgüsünü yapan Fuzûlî’nin sözlerinin, o na’tin
tesiriyle değerlenmesine benzetmektedir.

Âf-tâb-i kadeh etmez ramazân ayı tulû


Ne belâdır bize yâ Rab ne kara gündür bu
(s.247 G.239 B.6)
(Ramazan ayında kadeh güneşi doğmaz. Ya Rabbi bize bu ne beladır, ne kara gündür.)
Ramazan, şaire başka yansır. O, rinddir ve şarap onun için vazgeçilmezdir. Şarap
elinden alındığında dünyası kararmaktadır.

Đntizâr-i mey-i gül-reng ile bayram ayına


Baka baka inecektir gözümüze kara su
(s.247 G.239 B.7)
(Gül renkli şarabın özlemiyle bayram hilaline baka baka gözümüze kara su inecektir.)
Şair için Ramazan nasıl şaraptan ayrılık ise, bayram da şaraba kavuşma
demektir. Bu sebeple sabırsızlıkla bayram hilalini gözler.
Fuzûlî, aylar konusunda subjektif bir bakışa sahiptir.

2.2.2.4.Gün

Divanda gün kelimesinin bazı kelimelerle grup oluşturduğu görülür. Bu


kullanımlardan bazılarında benzetme ilişkisi öne çıkar. Bazı kullanımlarda gün
doğrudan zaman kelimesinin yerini tutar. Günle ilgili kullanımlarda bir süreklilik ve
belirsizlik dikkati çekmektedir. Şair, günler içinden bir güne işaret ediyor gibi değildir.
Günün salı ya da pazartesi olmasının onun dünyasında bir anlamı yok gibidir. O,
birbirine benzeyen günlerden birine göndermede bulunur.

Günde yüz kez hecr tiğiylen olurdum ben helak


Gerdiş-i devvar cevrinden men-i dil-haste nak
(s.292 Muh.2 Bnd.5)
78

(Gönlü hasta olan ben, feleğin dönüşünün cevrinden günde yüz kez ayrılık okuyla helak
olurdum.)
Âşık, feleğin dönüşü yüzünden hasta gönüllüdür. Çünkü felek arzusu hilafına
döner ve böylece ona vuslat değil ayrılık getirir. Ayrılık âşığa isabet ettikçe de âşık daha
beter hasta gönüllü olur. Âşığın çektiği bu eziyet bir günlük değildir. O, her gün yüz
defa bu eziyete katlanmak zorundadır.
Günün zaman anlamı kazandığı yerlerde şair, günü anlamlandıran durumlara
işaret eder. Günü adlandırırken de içinde bulunduğu durumdan faydalanır. Günü
anlamlı kılan onun şaire getirdikleridir.
Fuzûlî, özellikle kasidelerinde günlerin sayfalarından bahseder. Sanki günler
hayat kitabının sayfalarıdır. Biz her gün o kitaptan bir sayfa çeviririz. Her kitap gibi bir
gün son sayfa da çevrilir. Bu tamlama bütün bu durumları çağrıştırmaktadır.
O kitap, biz sayfayı çevirmeden önce mi yazılmıştır, yoksa sayfaları biz yazarak
mı çeviriyoruz? Bu kullanım ikisini de çağrıştırmakla beraber şairimiz esasen yazılmış
bir kitaptan bahsetmektedir.

Münşi-i kudret ki çekmiş hâme-i hikmet-nigâr


Safha-i eyyâma kılmış sebt-i vasf-i her diyâr
(s.50 K.11 B.1)
(Kudret münşii hikmet yüzlü kalemi çekmiş. Bütün şehirlerin özelliklerini günün
sayfasına kaydetmiş.)
O mucizevi güzellikleri yaratan Tanrı her ülkenin vasfını günlerin sayfalarına
yazmıştır. Şairimiz Bağdat Kasidesinin matlaı olan bu beyitle Bağdat’ın güzelliklerini
ve özelliklerini anlatmaya bir giriş yapar. Allah her şehre bir vasıf yüklerken Bağdat’ın
vasfını da cennet kılmıştır. Böylece şair Bağdat’ı zamanın dışına çıkarır. Onun
güzelliğini zamanın bozucu tesirinden kurtarır. O cennettir. Hem güzelliğiyle hem de bu
güzelliğin ebediliğiyle. Her şehrin vasfını gün sayfasına yazan Tanrı, Bağdat’ı cennet
kılmakla, onu günler kitabının ötesine taşır.

Ulûvv-i iktidarından pey-â-pey bulmasa revnak


Olur nakş-i sa’âdet safha-i eyyâmdan zâ’il
(s.56 K.12 B.12)
(Đktidarının yüceliğinden aşama aşama parlaklık bulmasa, saâdet nakşı günlerin
sayfasından silinir.)
79

Şairimiz, Sultan Süleyman’a hitabediyor: Senin iktidarın olmasa idi saâdet


(mutluluk) de olmaz idi. Mutluluk devirden, zamandan, günlerin sayfasından silinir idi.
Şair saâdetin varlığını, memduhun iktidarının varlığına bağlar. O, olduğu için bu vardır.
Şair bu kullanımıyla varlık ve zaman ilişkisine de göndermede bulunur. Varlık zamanda
ve zamanla mümkündür. Günlerin sayfasından silinmek, yok olmak demektir.
Fuzûlî’nin şiirlerinde günle ilgili kalıp ifadelerden biri de “gün günden”dir. Belli
bir durumun zaman içinde aşama aşama arttığını belirtmek için kullanılan kalıp,
kasidelerde övgü ve dua makamında kullanılır. Gazellerde ızdırap ve acı ile beraber ele
alınır. Şairimizin derdi günden güne artmaktadır.

Senin vasfınla gün günden bulupdur revnakın nazmım


Benim nazmımla vasfın vird-i ehl-i rüzgâr olsun
(s.58 K.12 B.43)
(Senin özelliklerini anmakla şiirim günden güne parlaklık kazanmaktadır. Benim
şiirimle de senin vasfın zaman ehlinin zikri olsun.)
Şair, muhatabını överken aynı zamanda şiirin gücüne de vurgu yapar. Şair,
şiirinin memduhu övmekle güç kazandığını belirtirken, şiiri de memduha güç
kazandırmaktadır. Onu kendi zamanındaki insanlara meşhur etmektedir. Çünkü
memduhtan gücünü alan şiiri o kadar güzeldir ki insanların dilinden düşmemektedir.
Gün günden kelimesi zamanda bir aşamalılık bildirmek için kullanılır.

Riyâz-i kadrine gün günden efzûn ola cem’iyyet


Ümîdin gül-şeni mahrûs ola seyl-âb-i hırmândan
(s.91 K.25 B.28)
(Senin itibarının bahçesindeki topluluk günden güne artsın. Ümidin gül bahçesi
ümitsizlik selinden korunsun.)
Şairimiz memduhun itibarının aşama aşama artmasını arzu eder. Günden güne
kelimesi aşamalılık ifade etmektedir.

Ben andan isterim ta’zîm ü tekrîm ü tüvânâlık


Beni gün günden ol zâr ü zâ’if ü nâ-tüvân eyler
(s.112 K.36 B.10)
(Ben ondan hürmet, saygı ve güç isterim, o beni günden güne ağlatır, güçsüz ve halsiz
kılar.)
80

Fuzûlî, felekten sürekli hürmet, saygı ve güç isterken felek onu daha güçsüz
kılmakta ve ağlatmaktadır. Felek, hürmet yerine ağlama, saygı yerine acizlik ve güç
yerine de halsizlik vermektedir. Şair, geleceğe umut beslemiş ve feleğin muradını
gerçekleştireceğine inanmıştır. Oysa zaman geçtikçe işler iyiye gideceğine
kötüleşmektedir. Şairin durumu bulunduğu halden daha kötüye doğru evrilmektedir.
Feleğin günlerin geçmesindeki payını da düşündüğümüzde, felek şairin hayatının
programlayıcısı olmaktadır.
Aşağıdaki beyitler gazellerden alınmıştır. Bu beyitlerin asıl fonunu, Fuzûlî’nin
aşk telakkisine uygun olarak, günden güne artan aşk, dert ve acı verir. Şairimiz her
geçen gün aşkta irtifa kaydetmekte buna mukabil derdi de artmaktadır.

Koyma nâkıs ehl-i derd içre Fuzûlî’ni tabîb


Eyle bir derman ki derdin ede gün günden ziyâd
(s.161 G.62 B.8)
(Fuzûlî’ni dert ehli içinde noksan bırakma tabip. Ona bir derman eyle ki derdi günden
güne artsın.)
Dert ehlinin asıl niteliği dert çekmesidir. Dert ehlinin rütbesi çektiği dertle
orantılıdır. Şair doktordan bir derman ister. Dert ehli içinde dert bakımından noksan
kalmak istemez. Doktor, öyle bir yöntem bulmalıdır ki şairin derdi her geçen gün
artmalıdır. Fuzûlî’nin dermanı derdindedir.

Dâğ-i dil-sûzu firâkın kıldı gün günden füzûn


Nûr-i mâh efzûn olur hur-şîdden oldukça dûr
(s.176 G.94 B.4)
(Gönül yakan yarayı, senden ayrılmak günden güne arttırdı. Ayın ışığı güneşten uzak
kaldıkça artar.)
Sevgiliden ayrılmak aşk acısını, dolayısıyla aşkı arttırmaktadır. Ayın ışığı
gündüz güneş varken belli olmaz. Güneşten ışığını alan ay, güneşten ayrıldıktan sonra
belirginleşecektir. Âşığın aşkı kaynağını sevgiliden alsa da gücünü ayrılıktan
almaktadır. Ayrılık aşama aşama aşkı büyütecektir.

Ten-i zârımda derd-i aşk gün günden füzûn olmak


Yeten bî-derde tedbîr ile dermân ettiğimdendir
(s.180 G.103 B.2)
81

(Đnleyen bedenimde aşk derdinin günden güne artmasının sebebi, gelen dertsizi uygun
yolla dermana ulaştırmamdır.)
Şair, dertsizlerin tabibi olmuştur. Şairin yanına dertsiz gelenler dertli
gitmektedirler. O, dertlilere dert ile şifa vermektedir. O, derdi deva olarak görür. Bu
yüzden de dert yatağıdır ve derdi her geçen gün artar.

Bana maksûd terk-i aşk idi veh kim beni hüsnün


Olup gün günden efzun kıldı gün günden beter âşık
(s.203 G.152 B.2)
(Benim amacım aşkını terk etmekti, vah ki güzelliğin günden güne artarak beni günden
güne daha beter âşık kıldı.)
Güzellikle aşk paralel bir gelişme göstermiştir. Şair, aşkı terk etmeyi düşünürken
sevgilinin güzelliği aşama aşama artarak onun aşkının da aşama aşama artmasına neden
olmuştur.

Geldi ol menzilde rûz-i ıyd hâk-i pâyine


Fethden verdi beşâretler kim ola şâd-kâm
(s.65 K.15 B.30)
(O yerde bayram günü ayağının tozuna gelerek, mutlu olsun diye fetihten müjdeler
verdi.)
Eyyam kelimesi, baharla beraber kullanıldığı yerlerde devir, zaman gibi
anlamlar kazanır. Bu kullanımda da bizim aradığımız gün yoktur. Belirsiz, genel bir
zaman dilimidir bahsedilen. Şair, gün üzerinde durmaz. Onun dikkati bahar mevsimi
üzerinde toplanmıştır.

Bahâr eyyâmına ger feyz-i ahlâkın eser kılsa


Hevâsını kılar can-bahş ebrin dür-feşân eyler
(s.113 K.36 B.22)
(Ahlakının bereketi bahar gününe tesir etse, havasını can bağışlayıcı kılar, yağmurunu
da inci saçıcı eyler.)
Bahar mevsimi, hem can vericidir hem de inci saçıcıdır. Kışın ölen tabiat baharla
dirilir. O, dirilişin sembolüdür. Nisan yağmurunun sedefin ağzına düşmesiyle de inci
oluşur. Şair, memduhun ahlakının tesiriyle bu durumun şiddetini arttıracağını ifade
ediyor.
82

Terk-i mey ettin ey gönül eyyâm-i gül gelir


Elbette bu işin çekilir bir nedâmeti
(s.279 G.301 B.2)
(Ey gönül, içkiyi terk ettin ancak gül devri gelir ve bu işin pişmanlığı çekilir.)
Fuzûlî’nin bir tarafı rinddir. Bahar eğlence ve zevk demektir. Fuzûlî için zevkin
iki kaynağı şarap ve sevgilidir. Şarap da sevgili de aşktır. O, kış aylarında şarabı terk
etmiştir. Bahar gelince bu eylem pişmanlığa dönüşecektir. Bahar aşk mevsimidir.

Açıldı lâle güldü gonca geldi işret eyyâmı


Zebân-i hâl-i sebze işret îmâsına gûyâdır
(s.284 Trc.2 B.3)
(Lale açıldı, gonca güldü eğlence devri geldi. Bitkilerin hal dili sanki eğlenceyi işaret
etmektedir.)
Fuzûlî tabiatın diliyle konuşur. Bahar mevsiminin unsurları ona eğlenceyi işaret
ederler.
Eyyam kelimesi, bir şahıs isminin veya bir zamirin tamlananı olarak kullanıldığı
yerlerde, zaman, çağ, devir, dönem gibi anlamlar kazanır. Belli bir zamanı işaret
etmekten çok uzaktan gösterir. Genel ve müphem bir zaman algısı dikkati çeker.

Umûr-i hayr ü ihsân buldu eyyâmında bin revnak


Adâlet multezemdir ol umûra merhâmet kâfil
(s.100 K.30 B.15)
(Đyi ve faydalı işler senin zamanında arttı. O işlerin gereği adalet, kefili ise
merhamettir.)
Memduhun adalet ve merhametini öven şair, onun iktidarı dönemindeki
durumdan bahseder. Onun zamanında hayırlı işlerde bir artış olmuştur.

Öyle emniyettir eyyâmında kim mün’imlerin


Đşret isrâfından özge mâline yoktur hater
(s.109 K.34 B.18)
(Senin zamanında, senin nimetlendirdiklerin öyle emniyet içindedirler ki, eğlenceye
harcamanın dışında mallarına bir tehlike yoktur.)
83

Şair, memduhun devrindeki güvenlik ve refaha işaret eder. Onun döneminde


insanlar öyle emniyet içindedirler ki mallarına bir zarar dokunması ihtimalinden
güvendedirler. Mallarına, onu eğlenceye harcamaları, eksiklik vermektedir.

Geçmesin hiç kimsenin miskin Fuzûlî tek günü


Hep geçen gamla fenâ dünyada eyyamım benim
(s.230 G.205 B.5)
(Hiç kimsenin günü miskin Fuzûlî’ninki gibi geçmesin. Fani dünyada benim günlerim
hep gamla geçiyor.)
Fuzûlî halinden şikayetçi gibidir. Bu dünyadaki hayatı hep dert ve sıkıntı içinde
geçmiştir. Onun asıl dileği aynı duruma kimsenin düşmemesidir. Gün, zaman ve hayatı
çağrıştıracak bir kullanıma sahiptir. Fena kelimesini dünyanın sıfatı olarak
almadığımızda mısraı “dünyada benim günlerim gam ve yoklukla geçiyor.” şeklinde
anlamlandırmak da mümkündür.
Gün kelimesi aşağıdaki beyitlerde “bir” belgisiz sıfatıyla birlikte kullanılır. Bu
kullanımda gün kelimesi belirsizlik anlamı kazanır. Gün kelimesinin diğer
kullanımlarında da bir belirsizlik anlamı vardır. Aşağıdaki kullanımlarda belirsizlik
artar. Gün kelimesinin belirsizlik bildiren kullanımı oldukça sıktır.

Kıldı zülfün tek perişân hâlimi hâlin senin


Bir gün ey bî-derd sormazsın nedir hâlin senin
(s.211 G.168 B.1)
(Senin benin, benim halimi zülfün gibi perişan kıldı, ey dertsiz bir gün halin nedir diye
sormazsın.)
Sevgilinin beni, âşığın halini, sevgilinin saçı nasıl perişan ise, öylece perişan
etmiştir. Âşık, aşk derdiyle yanarken sevgili dertsizdir. Dertsiz olan sevgili âşığın halini
bir gün sormaz. “Bir gün” kalıbı dilek, sitem karışımı duygular içinde belirsiz bir zaman
dilimini işaret eder. Aslında zamanın önemi de yoktur. Âşık, beklediği eylemin hiç
gerçekleşmediğini ifade için “bir gün” kalıbından faydalanır.

Sâye veş çoktan Fuzûlî hâk-i kûyun yasdanır


Ol ümîd ile ki bir gün ola pâ-mâlin senin
(s.212 G.168 B.7)
84

(Fuzûlî, çoktan beri gölge gibi sokağının toprağına yaslanır. O umut ile ki (belki) bir
gün senin ayağının altında ezilir.)
Fuzûlî, uzun zamandan beri sevgilinin semtinin toprağına gölge gibi uzanmıştır.
Bir gün sevgilinin ayağının altında ezilmeyi umut etmektedir. Bir gün kalıbı belirsiz bir
geleceği işaret eder.

Lâht lâht olmuş iken gamze direfşini çekip


Çâre-sâz olmadı bir gün ten-i gam-fersâya
(s.250 G.244 B.6)
(Parça parça olmuş iken gamze sancağını çekip, gam tarafından mahvedilmiş olan
bedene bir gün çare bulucu olmadı.)
Âşığın bedeni dert ve gam altında tükenmiş mahvolmuştur. Âşık parça parça
olmuş olan bedenin kurtuluşunun gamzenin elinden olacağını düşünür. Ancak gamze
sancağını çekip bir gün olsun yardıma koşmaz. Âşığın gamı oldukça dayanılmaz
olmalıdır ki gamzeyi yardıma çağırmıştır. Çünkü gamze de yara açıcıdır. Cellattır,
katildir.
Gün kelimesi belgisizlik ve süreklilik anlamı taşıyan “her” belgisiz sıfatıyla
birlikte bir grup oluşturur. Bu kullanım da belirsizlik ve devamlılık fikri taşır.

Gün değil her gün bir ay mihriyle göğsün çâk edip


Tâze tâze dağlardır kim kılar izhâr subh
(s.157 G.54 B.2)
(Güneş değil, sabah bir ayın aşkıyla her gün göğsünü yarıp taze taze yaralar açığa
çıkarıyor.)
Doğmakta olan Güneş değildir şaire göre. Şair güneşi yaraya benzetir. Sabah
Ay’a âşıktır ve bu aşk münasebetiyle göğsünü yarar ve yeni yeni yaralar açılır
göğsünde. Güneş doğduğunda Ay kaybolur. Sabah da sevgiliden ayrılmak zorunda
kalır. Bu sebeple her Güneş sabahın Ay’a karşı duyduğu aşk acısının doğurduğu
yaralardır. Bu durum devamlılık arz etmektedir.

Ebr-i nisansın değil bî-hûde tahrikin senin


Her gün eyler kesb senden bahr dürr-i şâh-vâr
(s.118 K.39 B.8)
85

(Sen nisan yağmurusun, senin hareketin faydasız değildir. Okyanus, senden her gün iri
inci kazanır.)
Nisan yağmurunun sadefin karnına düşmesiyle inci oluşur. Nisan yağmuru
bereketin ve cömertliğin nişanesidir. Memduhun hareketiyle her gün okyanus iri inci
kazanmaktadır. Bu durum devamlılığa sahiptir.

Muharrirler yazanda her kime âlemde bir rûzî


Bana her gün dil-i sâd-pârenden bir pâre yazmışlar
(s.164 G.68 B.6)
(Yazıcılar herkesin âlemdeki rızkını yazdıklarında, bana rızık olarak her gün için yüz
parça olmuş gönülden bir paça yazmışlar.)
Herkesin rızkının taksim edildiği zamanlarda şairin nasibine her gün için yüz
parça olan gönülden bir parça düşmüştür. Bu parça parça olmuş gönül şairin kaderi.
“Her gün” kalıbı her bir gün anlamıyla kapsayıcı bir ifadeye sahiptir.
Gün kelimesi bazı kullanımlarda “nice” belgisiz sıfatıyla birlikte karşımıza
çıkar. Zaman bakımından çokluk ve belirsizlik anlamı taşır.

Dâne toprak içre şiddet çektiğiyçin nice gün


Baş çekip hırmenlenir ârâyiş-i bu-stân olur
(s.40 K.7 B.3)
(Tohum toprak içinde birçok gün eziyet çektiği için, baş kaldırıp harmanlanır ve
bostanın süsü olur.)
Tohum, toprağın içinde uzunca zaman bekler. Toprağın verdiği sıkıntıya
dayanır. Bunun sonucunda da yeşillenerek bostanın süsü olur. Şair böylece çileye
katlanan insanın bu çileyle olgunlaşacağını ifade eder. Zamanla ilgili genel ve belirsiz
bir tanımlama yapılır. “Nice gün” kullanımı uzun, belirsiz bir zaman dilimi ifade eder.

Egerçi bir nice gün iktiza-yı âlem-i dûn


Cihânda eyledi ikbâl râyetini nigûn

Zamâne sûret-i ahvâlim etti diğer-gûn


Vefâ hatına kalem çekti çerh-i bûkalemun

Künun zamâne ol ahvâlden peşîmândır


Egerçi kâfir idi hâliyâ müselmandır
86

(s.290 Müs.2 Bnd.8)


(Her ne kadar birçok gün aşağılık dünyanın gerekleri talih bayrağını baş aşağı etmiş
olsa da,
Zamane halimin görünüşünü diğer bir renge çevirse de ve bukalemun felek vefa
yazısına kalem çekse de,
Şimdi zamane o yaptıklarından pişmandır, her ne kadar kafir idiyse de şimdi
Müslümandır.)
Şaire birçok gün kötü muameleyi reva gören felek, bu tavrından vazgeçer ve
daha önce şaire yaptıklarından pişman olur. Felek önce şaire kafir zulmü yaparken
şimdi Müslüman olmuş ve şimdiye kadar yaptıklarından caymıştır. “Nice gün”
kullanımı bu beyitte de çokluk ve belirsizlik ifade eder.
Gün ve eyyam kelimeleri şairin içinde bulunduğu ruhsal ve fiziksel durumla
bağlantılı olarak bazı kelimelerle tamlama meydana getirirler. Bu kullanımlarda gün ve
eyyam kelimeleri devir, dönem, zaman gibi anlamlar kazanır. Belirli bir durumun
yaşandığı blok bir zaman aralığına gönderme bulunur.

Rûz-i hicrândır sevin ey murg-i rûhum kim bu gün


Bu kafesten ben seni elbette âzâd eylerim
(s.220 G.185 B.2)
(Hicran günüdür sevin ey ruhum kuşu ki bugün ben seni bu kafesten elbette azad
eylerim.)
Ruh, bedende tutsaktır. Ruh, beden zindanında esirdir. Beden öldüğünde ruh da
hürriyetine kavuşur. Fuzûlî’nin şiirinde ve o dönem hakim düşünce sisteminde ruh
bedenin ölümünden sonra da varlığını devam ettirmektedir. Bedenden ayrı ruh telakkisi
daha çok Eflatun’un sisteminden izler taşır. Şair bu inanca göndermede bulunarak
ruhuna seslenir. Ayrılık günü üzüntüden bedeni ölecektir ve ruh özgürlüğüne
kavuşacaktır. Şair üçlü bir tecrit uygular. Kendisini ruhundan ve bedeninden tecrit eder.
Daha sonra bedenle ruhu da birbirinden tecrit eder. Beden kafes, ruh kuştur. Kendisi ise
bunların üzerinde bir yer tutar. Đşte ayrılık günü bu parçalanışın gerçekleşeceği zaman
dilimidir. Burada kategorik bir bakışla süresi belirsiz bir zaman bölümlemesi yapılır. O,
mücerret olarak zamana dikkat ederken onun somutlaşması demek olan ölçülmüş
zamana pek eğilmez. O, zamanı büyük dilimler halinde okur. “Hicran günü” kullanımı
burada süresi belirsiz bir zaman dilimidir ki anlamını şairin subjektif duruşundan alır.
87

Gör ten-i uryân ile ahvâlimi hicran günü


Var imiş rûz-i kıyâmet kılma inkâr ey hakîm
(s.223 G.189 B.5)
(Çıplak bedenim ile halimi hicran günü gör. Ey hakim kıyamet günü varmış inkar
eyleme.)
Şair “hicran günü” ve “kıyamet günü” arasında benzerlik ilişkisi kurar. Hicran
günü şaire yaptıkları ve yaşattıklarıyla kıyamet gününe benzemektedir. Ayrılık, şairin
kıyametidir. Burada da gün kelimesi belirsiz bir zaman dilimini genel olarak ifade eder.

Budur farkı gönül mahşer gününün rûz-i hicrândan


Ki ol can dönderir cisme bu cismi ayırır cândan
(s.233 G.212 B.1)
(Ey gönül mahşer gününün ayrılık gününden farkı budur ki, mahşer günü canı cisme
dönderirken, ayrılık günü cismi candan ayırır.)
Şair, “mahşer günü” ve “hicran günü” arasında bir zıtlık ilişkisi kurar. Mahşer
gününde canlar bedenlere dönmekte ve insanlar yeniden diriltilmektedir. Hicran
gününde ise can cisimden ayrılmaktadır. Mahşer gününde ruhtan bahsedilirken, hicran
gününde sevgiliden bahsedilir. Sevgili ile ruh arasında benzerlik vardır. Ruh nasıl
bedene hayat verirse sevgili de âşığa hayat verir. Gün kelimesi bu kullanımında da
dönemi ifade eder.

Gönül gam günlerin tenhâ geçirme iste bir hem-dem


Ecel hâbından efgânlar çekip Mecnûn’ı bîdâr et
(s. 151 G.42 B.3)
(Gönül gam günlerini yalnız geçirme bir dost iste. Feryat ederek Mecnûn’u ölüm
uykusundan uyandır.)
Mecnûn aşkın ve derdin büyük kahramanıdır. Şairin gönlü de benzer bir dert ile
yanmaktadır. Şair, bu derdi yalnız başına çekmektedir. Bunun için şair gönlüne bir
görev yükler. Gam günlerini yalnız geçirmemek için gönül daha fazla inleyecek ve
Mecnûn’u ölüm uykusundan uyandıracaktır. Gönül gamdan inlemektedir; ama şair, bu
doğal durumu bir vazifeye bağlar. Gam günleri kullanımı, sıkıntı içinde geçen zaman
dilimini ifade eder.

Gam günü hem-demlerim gark oldular gözyaşıma


88

Silmeğe gözyaşımı bir gam-güsârım kalmadı


(s.258 G.260 B.4)
(Dostlarım gam günü gözyaşlarıma battılar. Gözyaşımı silecek bir teselli edenim
kalmadı.)
Şair, gamın tesiri ile sürekli ve coşkun bir şekilde gözyaşı dökmektedir. Bu
gözyaşı şairin dostlarını yok eder. Çünkü dostları gözyaşına kapılır gider. Bu sebeple
gözyaşını silecek kimsesi de kalmaz. Sıkıntısını paylaşıp gözyaşını silecek bir dostu
kalmadığı için şair daha fazla ağlar.

Gam günü üstümde senden özge yok ey dûd-i âh


Lûtf edip benden götürme sâye-i ikbâlini
(s.276 G.296 B.7)
(Ey ah bulutu gam günü senden başka kimse üstümde yok. Bir güzellik yapıp benim
üzerimden gölgeni giderme.)
Şair, sıkıntı çektiği günleri yalnız geçirmektedir. O günlerde yalnızlığını
paylaşacağı tek bir varlık vardır. Bulut, gölgesi ile şairin kendisini bir nebze iyi
hissetmesine sebep olmaktadır. Ancak onun da gölgesini şairin başının üzerinden
giderme ihtimali vardır. Şair, onun gitmesiyle tam anlamıyla yalnız kalacaktır. Bu
yüzden onun gitmesini istemez. Şair bu kullanımla da yalnızlığının yoğunluğunu dile
getirir.

Yaktım tenimi vasl günü şem’ tek ammâ


Bil kim bu tedârük şeb-i hicrânın içindir
(s.181 G.105 B.4)
(Vuslat günü bedenimi mum gibi yaktım ama, bil ki bu hazırlık ayrılık gecesi içindir.)
Bedenini kavuşma gününde yakan şair, bunun kavuşma gününe özel bir durum
olmadığını, asıl amacın ayrılık gününe hazırlık olduğunu dile getirir. O, vuslattan sonra
hicranı kader gibi görür. Bu sebeple de bedenini kavuşma gününde bile istikbaldeki
hicran için yakar. Gün kelimesinin kullanımı yukarıdaki kullanımlardan farklılık
göstermez.

Vasl eyyâmı revan yâre fidâ eylemedin


Ey Fuzûlî gam-i hicrân ile çıksın cânın
(s.208 G.160 B.7)
89

(Ey Fuzûlî, kavuşma günlerinde canı sevgiliye feda eylemedin. (O halde) ayrılık
gününde çıksın canın.)
Şair, kavuşma gününde canını sevgiliye kendi isteğiyle feda etmemiştir.
Fuzûlî’de vuslat neş’esi hep bir hicran endişesiyle gölgelenir. Sanki hicran kalıcı, vuslat
geçici bir durumdur. Đşte şairin canı bu geleceği kesin hicran ile çıkacaktır. Kendi
isteğiyle vermediği canı hicran gününde kendi dahli olmadan bedeninden ayrılacaktır.

Ey Fuzûlî şevkden yakdın tenin rûz-i visâl


N’ettin ey gâfil gerekmez mi şeb-i hicrâne şem
(s.200 G.144 B.7)
(Ey Fuzûlî, kavuşma günlerinde bedenini arzu ile yaktın. Ne yaptın ey gafil sana ayrılık
gecesinde mum gerekmez mi?)
Kavuşma ve ayrılık birbirinin zıddı olmalarına rağmen Fuzûlî bu iki durumu
birbirinin doğal devamı olarak kullanır. Vuslat zamanında bedenini arzu ateşiyle yakan
şairin hicran gecesinde gam ateşiyle yakacak varlığı kalmamıştır. Oysa mum, en çok
karanlık ayrılık gecesinde gereklidir.

Ne yakarsın okun ey âteş-i dil vasl günü


Bize hicrân gecesi şem’-i şeb-istândır bu
(s.246 G.237 B.5)
(Ey gönül ateşi kavuşma gününde okunu niçin yakarsın? Bu ok ayrılık gecesi
gecelediğimiz yerin mumudur.)
Şair, sevgiliden gelen ızdırap oklarına muhtaçtır. Gönül ateşi bir tedbirsizlik edip
sevgilinin gönderdiği oku kavuşma günlerinde yakmaktadır. O ok, asıl ayrılık
zamanlarında önem kazanacaktır. Şairin gecesini ve gecelediği yeri aydınlatacak başka
ışığı yoktur. O, gönül ateşiyle yanan okun ışığında aydınlanacaktır.
Şair “haşr günü” kullanımıyla adı konulmuş bir geleceğe işaret eder. Ancak bu
geleceğin tarihi olarak zaman çizgisinin neresinde yer aldığı belli değildir. Kaç zaman
sonra bu günün geleceği belirsizdir. Bu yüzden gün kelimesinin bu kullanımı da az çok
belirsizlik taşır. Bu kullanım dünyanın sonuyla ilgili bir kullanımdır. Kendine özgü bir
zamanı olacak olan ölüm sonrası hayatla ilgili kullanım herhangi bir farklılık göstermez.
Ölüm sonrası, ölüm öncesinin doğal bir devamıdır.

Dâd-hâhım sana dâmen ne çekersin benden


90

Yok mu vehmin ki tutam haşr günü dâmânın


(s.208 G.160 B.5)
(Senden yardım istiyorum neden benden eteğini çekiyorsun? Haşr günü eteğini
tutmamdan korkmuyor musun?)
Âşık, sevgilinin eteğinden ayrılmaz. Ancak sevgilinin eteğini tutan tek kişi de
kendisi değildir. Birçok âşığı olan sevgilinin icraatı cefa ve tegafüldür. Eteğini âşıktan
çeken sevgili, âşığın niyazını da görmez. Âşık sevgiliye yakın olmak ister. Dert ve cefa
çekmesinin bir önemi yoktur. Âşık sevgilinin eteğini çekmesinden şikayetçidir ve
yardım istemektedir. Sevgili talebine cevap vermediğinde ise âşık bu şikayeti ahirete
taşıyacağını bildirerek sevgiliyi uyarır.

Mahşer günü görem derim ol serv-kameti


Ger anda hem görünmese gel gör kıyâmeti
(s.278 G.301 B.1)
(O servi boyluyu mahşer gününde göreceğimi umarım. Eğer orada görünmezse gel o
zaman gör kıyameti.)
Âşık, sevgiliye bu dünyada kavuşmaktan ümidini kesmiştir. Ancak umudunu
bütün insanlığın toplanacağı mahşer gününe ertelemiştir. Bu sebeple kıyametin kopması
şair için bir nevi müjdedir. Onun asıl kıyameti sevgiliyi orada da göremediğinde
kopacaktır.
Gün kelimesi “ol günler” kalıbı içinde kullanıldığında geçmiş zamana işaret
eder. Şair geçmişte yaşanan bir olayı hatırlar ve geçmişi arar. Genellikle onun geçmişi
şu anından daha iyidir. Bu kullanımla şair, olayla anlam kazanan müphem bir geçmişe
göndermede bulunur.

Ziyâde gam-zedeyim hecr ile hoş ol günler


Ki ben bu gam-zedelikten ziyâde hurrem idim
(s.225 G.194 B.6)
(Ayrılık yüzünden fazlasıyla gamlıyım, o günler ne güzeldi ki ben gamlı olmaktan çok
sevinçli idim.)
Şairimizin yaşadığı her gün onu iyiye değil kötüye götürür. Bu durum ona
geçmişi hatırlatır. Geçmiş onun için hayırla yad edilecek bir hal alır. Geçmişi ile bugünü
arasındaki fark onda bir gerilim oluşturur ve onu geçmişe yöneltir.
91

Ey hoş ol günler ki ruhsârın bana manzûr idi


Çeşm-i ümmîdim çerâğ-i vasldan pür nûr idi
(s.268 G.281 B.1)
(O günler ne güzeldi ki yüzün bana seyirlik idi. Ümit çeşmem kavuşma kandilinden nur
doluydu.)
Günleri vuslattan hicrana inkılap eden şair, vuslat günlerine özlem duyar. Şairin
geçmişi ile hali arasında bir tezat vardır. Burada bir nevi geçmişe sığınmaktan çok bir
yazıklanma var gibidir. Geçmişi anmak onun yarasını derinleştirir.

Va’de-i vaslına ol günden ki verdim gönlümü


Ben anun bilmez midim âhir peşîmân olduğun
(s.239 G.222 B.5)
(Kavuşma vadine o zaman gönlümü verdim ki, ben onun sonunun pişmanlık olduğunu
bilmez miydim?)
Geçmişte yapılan bir işin neticesini bugün gören şair bir pişmanlık yaşıyor
gibidir. O sevgilinin kavuşma vadine uyarak ona âşık olmuş fakat sevgili bu vadini
yerine getirmemiştir. Geçmiş onda pişmanlık olur.

2.2.2.4.1.Günün Bölümleri

Osmanlı insanı, günü güneşin hareketine ve konumuna paralel olarak birkaç


dilime ayırır. O, saatler ve saniyelerle düşünmez. Bunda saatin pek kullanılmıyor
olmasının da etkisi vardır. Saat, Osmanlı tarafından elzem bir ihtiyaç olarak
görülmemiştir. Avrupa’nın büyük meydanlarında saat kuleleri yapılırken bizde saat,
rasathanelerin ve muvakkıthanelerin dışına pek taşmamıştır. Bu durum sadece Osmanlı
için geçerli değildir. Hemen hemen bütün Doğu için bu tespiti yapmak doğrudur. Batı,
tabiatı hakimiyeti altına almak ister. Amacı onun tehlikelerinden korunmak değildir
sadece. Batılı zihin tabiatı yönetmek ister. Oysa Doğu, tabiatı kendisine rakip görmez.
Onun savaşı tabiatla değil kendisiyledir. Doğu, tabiatı kendi kuralları içinde anlamaya
ve yakalamaya çalışır. Günü insana göre bölmek Doğunun yaklaşımı değildir. Tabiat
kendini nasıl bölmüşse, tabiatı öylece kabul eder.
Osmanlının günü güneşle başlar ve yatsı ile biter. Namaz vakitleri günün doğal
bölümleri haline gelirler. Osmanlının zamanı algılayışında dinin belirli zamanlara bağlı
ibâdetleri etkili olmuştur. Gün kabaca beş bölümden oluşur: sabah, öğle, akşam, ikindi
92

ve yatsı. Osmanlı insanının hayatını bu bölümler idare eder. Bu temel beş bölümün
dışında güneşin konumuna göre adlandırılan ara bölümler de vardır.
Fuzûlî, günün bölümlerinin hepsini şiirine yansıtmaz. Şiirde kullandığı zaman
dilimleri ise genellikle zamanla ilgili bir anlam taşımazlar. Kullanılan kelimelerin
zamanla bağlantıları vardır şüphesiz ancak Fuzûlî’nin amacı sanat yapmaktır. O, bir
durumu belirtmek veya atmosferi tamamlamak için gün anlamı taşıyan kelimelerden
faydalanır. Genellikle bu zaman dilimleriyle Fuzûlî’nin ruh halleri arasında paralellikler
de vardır.

2.2.2.4.1.1.Şafak

Çerh kalkanını zerrin kubbe etmiş mihrden


Mâh-i nev tîğin şafaktan eylemiş gül-gün niyâm
(s.61 K.14 B.10)
(Felek kalkanını güneşten altın kubbe etmiş. Yeni ay kılıcını şafaktan gül renkli kılıf
eylemiş.)
Şair, şafağın renginden yararlanır. Gün doğumundaki kızıllık şaire ilham
kaynağı olur. Savaş atmosferindeki kan kızıllığı ile gün doğumundaki kızıllık iç içe
girer. Şair savaş ve kahramanlık tasviriyle şafak tasvirini iç içe geçirir. Bir zaman
diliminden çok bir tabiat manzarası vardır.

Lâle-reng ola şafaktan felek-i minâ-fâm


Taşra salmış kimi aks-i mey-i gül-gûn minâ
(s.141 G.23 B.3)
(Sanki kadeh gül renkli şarabın aksini dışarıya salmış gibi, sırça renkli felek şafağın
etkisiyle lale renkli olsun.)
Şairimiz şarabın kızıllığı ile şafak vakti ufkun kızıllığı arasındaki benzerlikten
faydalanır. Şair, şafağın zaman dilimi olarak vaktinden çok rengiyle ilgilidir.

2.2.2.4.1.2.Seher

Seher kelimesini şairimiz zamanla ilişkili olarak kullanır. Aşağıdaki beyitlerde


şairin seher vaktinde olan bazı durumları şiirleştirdiği görülür. Seher sabahın ilk
vaktidir. Etraf yeni aydınlanmaya başlamıştır. O, sabahın başlangıcıdır. Günün
başlangıcıdır.
93

Bir seher kim tiğ-i zerrin çekti şâh-i bâhter


Gök yüzünde koymadı encüm sipâhından eser
(s.67 K.15 B.65)
(Doğunun şahı bir seher vakti altın kılıcını çekti. Gökyüzünde yıldızların askerlerinden
eser koymadı.)
Fuzûlî, güneşin doğuşunu savaş sahneleriyle anlatır. Geceyle gündüzün savaşıdır
bu. Doğunun şahı olan güneş ışıktan altın kılıcını çeker ve yıldız askerlerini yok eder.
Böylece kainata o hakim olur.

Âşık-i sâdıktır izhâr-i gam eyler her seher


Âh ile halkı yuhusundan kılar bîdâr subh
(s.157 G.55 B.5)
(Sabah, gerçek bir âşıktır ki her seher derdini açığa vurur ve ah ile halkı uykusundan
uyandırır.)
Osmanlı insanı, güneşe göre yaşar demiştik. Sabah vakti güneşin doğmasıyla
beraber hayat başlar. Şair, insanların güneşle beraber uyanmalarını hüsn-i talil yaparak
sabahın ah çekmesine dayandırır. Sabah vakti aşk acısı çekmektedir ve bu yüzden ah
çeker seher vaktinde. Bu ah da insanları uyandırır.

Dedi ol yâr seher vakti gelem lîk ne sûd


Vakt ma’lûm değil şâm ile birdir seherim
(s.232 G.209 B.3)
(O sevgili seher vakti geleyim dedi fakat ne fayda, vakit belli değil akşamla seherim bir
oldu.)
Sevgili âşığa bir vaatte bulunur ve seher vakti yanına geleceğim der. Fakat âşık,
akşamla seheri ayırt edemediği için bu vaat ona bir fayda sağlamaz. Zaman
belirsizleşmiştir. Zamanın normal akışının âşık için bir anlamı yoktur.

Seher gül-zâre gir bi’llâh bu mevsimlerde vü her dem


Temâşâ kıl ki dîvânında gülün hoş temâşâdır
(s.284 Trc.2 B.5)
(Seher vakti gül bahçesine gir, billahi bu mevsimlerde ve her zaman seyret ki gülün
divanında güzel bir seyirliktir.)
94

Şairimiz seher vaktinin güzelliklerini sıralamaya devam eder. Gül bahçesi seher
vakti seyredilmelidir. Çünkü gül bahçesinin gezilmesi için en hoş vakit seher vaktidir.
Güller seher vaktinde açılırlar. Güllerin en taze olduğu zamandır seher vakti.

Bâğa servim geldiğin bilmiş seherden şâh-i gül


Rûşen etmiş reh-güzârı üzre her yan bin çerâğ
(s.200 G.145 B.4)
(Gül dalı, seher vakti servimin (sevgilimin) bağa geldiğini bilmiş olacak ki yolu üzerini
her yanda yanan bin kandil aydınlatmış.)
Seher vaktinde yeryüzü aydınlanmaya başlar ve güller açılır. Şair, bu doğal
durumu sevgilinin bahçeye gelişine bağlar. Güllerin açılmasının ve yeryüzünün
aydınlanmasının ardındaki sır gül dalının sevgiliye gösterdiği hürmettir.

Seher bülbüller efgânı değil bî-hûde gül-şende


Fuzûlî nâle-i dil-sûzuna âheng tutmuşlar
(s.164 G.69 B.7)
(Seher vakti gül bahçesindeki bülbüllerin inlemeleri boş yere değil. Bülbüller ey Fuzûlî
senin gönül yakan feryadına ahenk tutmuşlar.)
Bahçenin mensupları arasına bülbül de katılır. O, zaten bahçenin ayrılmaz
motiflerindendir. Şair, için gül bahçesi hem sevinç hem de elem mekanıdır. Neş’e
anlarında bahçenin her unsuru haz kaynağı olur. Ancak ızdırap zamanlarında bahçenin
unsurları şairin ızdırabına paralel şekil alır. Bülbülün ötüşü yerine göre amacına ulaşmış
bir âşığın neş’e çığlıkları olurken bazen de aşk acısının iniltisi olur. Fuzûlî’nin ızdırabı o
kadar yoğundur ki bülbül bu ızdırabı şakır. Bu feryat sabaha kadar sürmüş gibidir.

Kıldı ol serv seher nâz ile hammâma hırâm


Şem’-i ruhsârı ile oldu münevver hammâm
(s.219 G.182 B.1)
(O servi (sevgili) seher vakti nazlı nazlı hamama salına salına yürüdü, yüzünün
mumuyla hamam aydınlandı.)
Servi boylu sevgili seher vakti hamama gider ve onun gidişiyle hamam
aydınlanır. Bu psikolojik bir aydınlanma da olabilir. Yine seherle birlikte yeryüzü
aydınlanır. Sevgilinin gelişi bu aydınlanmanın sebebi olarak gösterilmiş de olabilir. Her
95

iki durumda da Osmanlı toplumundaki bir sabah manzarasını görürüz. Şairin niyeti
günlük bir vakıadan yararlanarak şiiriyeti yakalamaktır.

2.2.2.4.1.3.Sabah-Akşam

Sabah ve akşam kelimeleri, teker teker kullanıldıkları gibi birlikte de


kullanılırlar. Birlikte kullanıldıklarında bir zıtlık ilişkisi söz konusudur.
Sabah genellikle aydınlık, ferahlık ve iyi duygularla beraber ele alınır. Onun
olumlu bir çağrışımı vardır. Akşam ise karanlık, dert ve kötü durumlarla beraber
zikredilir. Olumsuz çağrışımları vardır. Şair, tabiata ve zamana kendi ruhu ve duyguları
katarak onları dönüştürür. Zaman zaman sabahın menfi, akşamın müsbet çağrışımlara
sahip olduğu görülse de aydınlığın sevinçle birlikteliği ,karanlığın ise kederle
beraberliği şiirlerde dikkati çeker.
Sabah günün başlangıcı, akşam ise sonudur. Bu yönleriyle sabah başlangıç
anlamını üzerine alırken, akşam da son ve bitiş anlamlarını üzerinde taşır. Bu iki kelime
zaman zaman bu çağrışımlarıyla da kullanılırlar.

Subh-dem Pâşâ-yi âdilden münevver oldu mülk


Oldu zâ’il zulmet-i şeb saldı pertev âf-tâb
(s.68 K.15 B.77)
(Sabah vakti adil Paşanın adaletiyle ülke aydınlandı, gecenin karanlığı gitti ve güneş
ışık saldı.)
Güneşin doğuşunu paşanın adaletine bağlayan şair, aydınlığa ne denli olumlu bir
anlam yüklediğini de ifade etmiş olmaktadır. Adaletin büyüklüğü ancak karanlığı
aydınlığa çevirebilecek güçtedir. Karanlık ve gece zulümle özdeşleşirken, adalet
aydınlık ve sabahla özdeşleşir. Şair adalet ve zulüm karşılaştırması yaptığı başka
beyitlerde de aydınlık (sabah, gündüz) ve karanlık (gece) karşıtlığından faydalanır.

Şam-i bezmin öyle rûşendir ki her kim şem’ tek


Tapsa anun zevkini kılmaz temennâ-yi seher
(s.109 K.34 B.24)
(Gece meclisin öyle aydınlıktır ki mum gibi her kim onun zevkine varırsa sabahı arzu
etmez.)
96

Şair, sabahın olumlu imajını gece meclisinin methi için kullanır. Mum, sabahı
istemez; çünkü sabah onun sonudur. Şaire göre mum, bu meclisin zevkine vardığı için
sabahı arzu etmez. Meclisin aydınlığının sebebi ise memduhtur.

Kılsa vaslın şâmımı subha ber-â-ber yok aceb


Resmdir fasl-i bahâr olmak ber-â-ber rûz ü şeb
(s.146 G.32 B.1)
(Sana kavuşmak gecemi gündüzümle beraber kılsa buna şaşılmaz çünkü bahar
mevsiminde gece ile gündüzün eşit olması âdettendir.)
Âşık, sevgilisine kavuşmuş ve gece ile gündüzü birleştirmiştir. Sabah ve akşam
birbirinden ayrılamayacak haldedir. Şair bu durumdan faydalanarak bir benzetme yapar.
Vuslat bahardır. Bahar mevsiminde de gece ile gündüz eşit hale gelir. Âşığın gecesiyle
gündüzünün eşit olmasının sebebi işte bu kavuşmanın aşırı zevkidir.

Subhu şâm ü şâmı subh olmuş benim âlemde kim


Şâm şem’-i bezm olup ayrıldı benden yâr subh
(s.157 G.54 B.4)
(Âlemde benim akşamım sabah, sabahım da akşam olmuştur. Çünkü sevgili akşam
meclisin mumu olup sabah da benden ayrıldı.)
Bu beyit şairin tabiatı kendi durumu çerçevesinde algıladığının en güzel
örneklerinden biridir. Mum sabah vakti erir ve yok olur. Ayrıca erimese bile güneş
doğduğu için mum ortadan kalkar. Şair, sevgiliyi arzu ettiği için ve onunla geceleri
buluşabildiği için gece ona gündüzün ferahlığını verir. O, geceyi gece olarak sevmez,
geceyi gündüzleştirerek sever. Çünkü gece olumsuz anlamlar taşırken şairin ruh halini
ifade eden mana, sabahın çağrışımında gizlidir.

Hecr şâmında gam etmişti Fuzûlî kasd-i cân


Olmasaydı merhametten dem urup gam-hâr subh
(s.157 G.54 B.7)
(Ey Fuzûlî ayrılık akşamında gam cana kasd etmişti. Eğer sabah merhametten
bahsederek gam ortağı olmasaydı.)
Sabahın olumlu imajına, gamlı günde âşığa teselli vermesi de eklenir. Dert ve
ızdırap, geceleyin ağırlığını iyice arttırır. Şair, sabahı bir müjdeci ve gam dostu gibi
97

görür. Sabah, onun derdini paylaşıyor ve canını gamın elinden kurtarıyor. Gece, ızdırap
ve gamla geçtiğinde hem daha uzun hem de daha acı verici oluyor.

Gözü yaşlıların hâlin ne bilsin merdüm-i gâfil


Kevâkib seyrini şeb tâ seher bîdâr olandan sor
(s.171 G.84 B.3)
(Gafil göz (adam) gözü yaşlıların halini nereden bilsin. Yıldız seyrini akşamdan sabaha
kadar uyanık olandan sor.)
Gafil insanlarla uyuyan insanlar, dertten inleyen ve ağlayan insanların halini
anlamazlar. Âşık akşamdan sabaha kadar dert yüzünden uyuyamaz. Bu sebeple
yıldızların hallerini ondan iyi kimse bilemez. Akşam ızdırabın zamanıdır.

Fuzûlî rûzgârın tîre gördün şâm-i hicrânda


Nesim-i subh tek hur-şîd-i rahşândan haber verdin
(s.210 G.165 B.6)
(Fuzûlî ayrılık akşamında zamanını karanlık gördün. Sabah rüzgarı gibi parlak
güneşten haber verdin.)
Karanlık, gece ve ayrılığın acısı aynı anlam dünyasını oluşturur. Ayrılık gecenin
karanlığını koyulaştırır. Sabah rüzgarı ve güneş olumlu anlam dünyasıyla sevgiliyi,
kavuşmayı ve acıdan kurtuluşu çağrıştırır. Şair, sevgiliyi koyu karanlığın içinde bulur.
Karanlığın bu durumu güneşin doğuşuna işarettir.

Şem-i şâm-i firkatım subh-i visâli n’eylerim


Tapmışım yanmakta bir hâl özge hâli n’eylerim
(s. 221 G.186 B.1)
(Ayrılık gecesinin mumuyum kavuşma sabahını ne yapayım? Yanmakta bir hal
bulmuşum başka hali neylerem.)
Fuzûlî, aşkın hallerinden hicranı vuslata tercih eder. Çünkü hicranda vuslat
ihtimali, vuslatta ise hicran ihtimali görür. Hicran gününde vuslatın hayali onu teselli
ederken, vuslatta hicran endişesi daha çekilmez bir ızdıraba dönüşecektir. Ayrıca şair,
ayrılığa o kadar alışmıştır ki ayrılıkta bir mertebeye erişmiştir. O, ayrılığın ustası
olmuştur. Şair hicran kelimesini akşam ve geceyle beraber kullanırken, vuslatı sabah ve
aydınlık kaynağı nesnelerle birlikte kullanır.
98

Mübeddel kılmağa subh-i visâle şâm-i hicrânı


Benim âhım alıptır subh ü şâm çerh dâmânı
(s.261 G.266 B.1)
(Ayrılık akşamını kavuşma sabahına dönüştürmek için benim ahım sabah akşam feleğin
eteğini almıştır.)
Yukarıda da ifade edildiği gibi şair sabahı ve akşamı psikolojik amillerle beraber
ele alır. Sabahın sabah olarak, akşamın da akşam olarak bir kıymeti yoktur. Onlar
çağrışımlarıyla vardırlar. Gece, akşam acının ve ayrılığın zaman dilimidir.
Ayrılık gecesinde şair, ayrı olduğu sevgilinin kimlerle beraber olduğunu
düşünerek kıskançlıktan kaynaklanan acılar çeker.

Her şam yeter visal-i canane çerağ


Ta subh kalır hem-dem ü hem-hane çerağ

Reşk oduna yandırır beni her saat


Vehm eylemez ahım oduna yane çerağ
(s.324 R.47 B.1-2)
(Mum her gece sevgiliye kavuşur, onunla beraber sabaha kadar aynı mekanı ve aynı
zamanı paylaşır,
Beni kıskançlık ateşiyle yakar, ahımın ateşiyle yanacağını hiç düşünmez.)
Sabahın başlangıç anlamında kullanıldığı yerler de vardır. Şair, ezel sabahı
kullanımında varlığın başlangıcına göndermede bulunurken, ebed akşamı kullanımıyla
sona vurgu yapar.

Candadır subh-ı ezelden mihr-i ruhsarın senin


N'ola ta şam-ı ebed olsam taleb-karın senin
Şimdi cana bolmamış ben âşık u zarın senin
Ey ezelden ta ebed gönlüm giriftarın senin
Çare kıl kim boldu canım esr ü efgarın senin
(s.294 Tah.1 Bnd.:1)
Şair, sabah ve akşam kelimelerini beraber kullandığı gibi ayrı ayrı da kullanır.
Şair, sabah manzarasını oluşturan olay, durum ve varlıklardan şiirini kurmak için
faydalanır. Sabah günün başlangıcıdır. Sabah, yıldızların kaybolduğu, güneşin doğduğu
99

vakittir. Sabah, uykunun sonu, uyanma vaktidir. Sabah, güllerin açtığı zaman dilimidir.
Sabah, Fuzûlî’de bütün intiba ve çağrışımlarıyla vardır.

Verdi bâd-i subh bir hur-şîd-tal’at müjdesin


Şem’ veş veh kim bu dem ölmek mukarrerdir bana
(s.138 G.15 B.5)
(Sabah rüzgarı bir güneş yüzlünün müjdesini verdi. Bu an mum gibi ölmek bana takdir
edilmiştir.)
Şair, sabah vakti güneşin doğuşunu anlatır. Ancak güneşin doğuşunu doğrudan
anlatmaz. Bu manzaraya sevgiliyi de dahil eder. Fuzûlî’de sevgilisiz ve aşksız tabiat
tasviri yok gibidir. Bu unsurlar sevgiliyi ve aşkı anlatmak için araçtır. Birinci tabakada
güneş doğar ve mum söner. Bu günlük yaşam manzarasına şair, kendi ruhunu katar.
Muma ve güneşe hayat verir. Onlara kendi ruhundan hayat kazandırır. Mum kendisidir,
güneş ise sevgilidir. O sevgilinin geleceğini haber alınca sevincinden ölecektir. Bir
sarmal içinde tabiat ve sabah manzarası şairin ruhuyla kaynaşır.

Hur-şîd-i cemâlinden ol ay saldı nikâbın


Subh oldu dur ey baht nedir bunca şeker hâb
(s.142 G.24 B.4)
(Yüzünün güneşinden o ay perdeyi kaldırdı. Sabah oldu ey baht bunca şeker uykusu
nedir?)
Şair, beyitlerde birkaç anlam katmanı yaratır. Güneş doğar, ay ve yıldızlar
kaybolur, insanlar uyanır. Bu her gün tekrarlanan alışıldık olay dizisidir. Her sabah bu
durumlar yaşanır. Şair, ikinci tabakada doğal süreci bir başka durumun ifadesi için
kullanır. Güneş sevgilinin yüzüdür, ay sevgilidir, uyuyan ise bahttır. Şairin anlattığı
artık doğal bir olay değildir. Sevgiliden ayrı olan âşığın sevgiliyi görmesi, sabahın
kendisidir. Oysa bahtsızlığı münasebetiyle bu arzusuna ulaşamama ihtimali vardır.
Bahtı uykudadır. Oysa sevgili yüzündeki perdeyi kaldırmıştır, onun için sabah olmuştur.
Artık bahtının uyanma zamanıdır.

Subh salıp mihr-i ruhundan nikâb


Çık ki temâşâya çıka âf-tâb
(s.143 G.26 B.1)
100

(Sabahleyin yüzünün güneşinden perdeyi kaldırıp çık ki güneş de seni seyretmek için
çıksın.)
Güneşin doğuşu kök olaydır. Şair, bu doğal olayın gerçekleşmesini şairane bir
sebebe bağlar. Güneş sevgilinin yüzünü seyretmek için doğmaktadır. Sevgili yüzünü
göstermese güneşin doğmama ihtimali vardır. Fuzûlî’de tabiat canlıdır. Tabiatın her
unsuru hayat ve ruh sahibidir.

Battı encüm çıktı gün yâ bir esîr-i aşktır


Dökdü dürr-i eşk çekti âh-i âteş-bâr subh
(s.157 G.55 B.2)
(Yıldızlar battı, güneş çıktı, sanki sabah bir aşk esiridir, ki gözyaşı incisi döktü, ateş
yağdıran bir ah çekti.)
Sabah vakti yıldızlar kaybolur ve güneş doğar. Her sabah tekrarlanan olay düz
bakışla baktığımızda bundan başka bir şey değildir. Fakat bu olay, şaire başka mesajlar
iletir. Şair, bu olayla kendi durumu arasında paralellik kurar. Sabah, bir aşk esiri olduğu
için gözyaşının incileri olan yıldızları dökmüş ve ateş yağdıran bir ah olan güneşi
çıkarmıştır.

Gör ne âşıktır ki bir hur-şîd vaslın bulmağa


Sarf eder her lâhza bin bin lü’lü’-i şeh-vâr subh
(s.157 G.54 B.5)
(Sabah nasıl bir âşıktır ki güneşin vaslına ermek için her an binlerce inci sarf eder.)
Yukarıdaki beytin anlam dünyasını şair başka ifadeyle yeniden ele alır. Sabah
vakti yıldızlar kaybolur ve güneş çıkar. Şair, sevgiliyi güneşe yıldızları da inci gibi olan
göz yaşlarına benzetir. Güya sabah güneşe âşıktır ve güneşe ulaşmak için gözyaşı gibi
olan yıldızları dökmüştür.

Hâk-i der-gâhına her subh sürer gün yüzünü


Gâlibâ andan ana hâsıl oluptur bu şeref
(s.202 G.149 B.2)
(Güneş dergahının toprağına her sabah yüz sürer, galiba ona bu şeref bundan hasıl
olmuştur.)
Güneş doğar ve ışıklar yeryüzüne ulaşır. Bu kaba gerçeklik bambaşka bir hal alır
şairin dilinde. Güneş her sabah doğar ve sevgilinin dergahına yansır. Bu onun dergahın
101

toprağına yüz sürmesidir. Güneşin kıymeti de bu yüz sürme işinden gelir. Aynı
kullanımı başka beyitlerde de görmek mümkündür.

Aşkta sâdıklık izhâr etti dâğın gösterip


Gâlibâ derlerdi kâzib kıldı andan âr subh
(s.157 G.54 B.6)
(Galiba sabaha yalancı diyorlardı ki o, yarasını gösterip aşkta doğruluğunu ispat etti.)
Sabah vakti güneşin doğuşuna bir başka sebep daha ilave eder şair. Güneş
sabahın aşk acısından oluşan yarasıdır. Sabah, aşktaki sadakatini ispat için güneşi
göstermektedir.

Hur-şid ki kıldı subh-dem arz-i cemâl


Der-gâhına yüz sürmek ile buldu kemâl

Çün yetti kemâle etti sen mâh ile bahs


Ol terk-i edeb verdi kemâline zevâl
(s.326 R.57 B.1-2)
(Güneş her sabah yüzünü gösterdi. Dergahına yüz sürmekle olgunluk kazandı. Ne
zaman ki tam olgunlaştı ve sen ay ile iddialaştı o zaman o edebi terki onun olgunluğuna
zeval verdi.)
Güneşin doğuşu ve batışı şairce böyle görülür. Güneş doğar ve sevgilinin
kapısına yüz sürer, o kapıyı aydınlatır. Bu edepli davranışı onun kemal bulmasına sebep
olur. Ancak güneş tam kemale ulaşınca edebi terk eder ve o ay olan sevgili ile güzellik
bahsinde iddialaşır. Bu yüzden de zevale uğrar. Sabah doğan güneş, öğleye kadar
sevgilinin kapısına yüz sürer. Böylece öğle vakti kemale erer. O, kemale güvenir
öğleden sonra zevale uğrar.

Bu mesned içre nice mest-i hâb-i nâz olasın


Erişti subh gel aç imdi nergis-i mahmûr
(s.30 K.2 B.22)
(Bu makam içinde nice naz uykusunun mestisin. Sabah erişti, gel şimdi mahmur nergis
gözlerini aç.)
Artık güneş doğdu. Đkinci manzara insanların uyanmasıdır. Şairi ilgilendiren,
insanların genelinden çok sevgilidir. Sevgili sabah olduğu halde uyumaktadır. Ancak bu
102

uyku sıradan bir uyku değildir. O, naz uykusunun mestidir. Sevgili, âşığa naz etmekte
bu ise ayrılığı getirmektedir. Peki şair ne ister? Gözlerin aralanmasını. Gözlerin
aralanması maşuğun âşığa iltifatıdır. Bu makamın da gereği budur. Çünkü sabah,
uyanma vaktidir.
Sabahın mekanı genellikle bahçedir. Bahçenin unsurları sabahın manzarasını
süslerler. Neden sabah vakti şair bahçe seyrine çıkar? Bu sorunun cevabı da her sorunun
cevabı gibi aşka çıkar.

Galib oldu subh-dem şevk-i gül-i ruyun bana


Seyr-i bağ ettim ki buy-ı gül vere teskin ana
Gül görüp yâdınla dürr-i eşk saçtım her yana
Düştü şeb-nem bâğa gir tâ gül nisâr etsin sana
Sebzenin her bergine bir dür ki tapşırmış çemen
(s.296 Tah.2 Bnd.3)
(Sabah vakti bana gül yüzünün şevki hakim oldu. Gül kokusu beni teskin etsin diye bağ
seyrine gittim. Gülü görüp seni andım ve her yana gözyaşı incisi saçtım. Şebnem düştü,
bağa gir ki gül sana inci saçsın.)
Şair, sabah vakti gül bahçesi seyrine, sevgilinin yüzünü hatırladığı için, gider.
Ancak orada gül bahçesi acısını hafifletmez. Sevgiliyi anıp gözyaşı döker. Böylece
sabah vaktinin gül bahçesindeki dekoruna çiğ de eklenir.

Şerh edip sûsenlere evsâf-i hulkun gezdirir


Gonceden her subh açıp gül-şende bir tûmâr gül
(s.47 K.9 B.49)
(Gül, susenlere ahlakının vasfını açıklayarak, goncadan her sabah bir tomar açıp gül
bahçesinde gezdirir.)
Na’t ve methiyenin iç içe olduğu gül kasidesinden alınan bu beyitte şair,
peygamberin ahlakını dile getirir. Gül eline bir tomar almıştır. Bu tomar goncadandır.
Bu tomardan peygamberin ahlakının özelliklerini susenlere anlatır. Goncalar sabah
vakti açılırlar.

Tutiyâ-yi çeşm için her subh-dem yollar tutup


Hâk-i der-gâhın sabâdan eyler istifsâr gül
(s.45 K.9 B.25)
103

(Gül, göz sürmesi için her sabah yolları tutup, dergahının toprağını sabah rüzgarından
sorar.)
Gül, genellikle sevgilinin remzidir. Bu beyitte ise gül âşıktır. Maşuk ise
peygamberdir. Sevgilinin dergahının toprağından gözüne sürme çekmek için sabah
rüzgarının yolunu gözler ve ona sevgilinin dergahının toprağını sorar. Neden sabah
manzarası seçilmiştir? Çünkü gül bahçesi ya akşam meclislerinin ya da sabah
temaşasının mekanıdır. Akşamları mecliste eğlence ve şarap sarhoşluğu olduğu için bu
durumun ifadesine uygun zaman akşam olamaz. Ayrıca sabah rüzgarının haberci olmak
gibi bir misyonu vardır. Günün başka saatinde ise böyle bir ulak yoktur.

Dün subh-dem ki lale vü nesrin salıp nikab


Gül çehresinden aldı saba perde-i hicab
(s.288 Müs.1 Bnd.7)
(Dün sabah lale ve nesrin perdeyi kaldırdı. Sabah rüzgarı gülün yüzünden utanma
perdesini kaldırdı.)
Sabah vakti, bahçe ve sabah rüzgarı uyumlu bir beraberlik oluştururlar. Sabah
rüzgarının bahçenin oluşumunda genellikle olumlu bir etkisi vardır. Sabah rüzgarı
güllerin ve çiçeklerin açılmasını sağlar.

N’ola ger emvâta ihyâ verse subhun demleri


Zikr-i lâ’lindir kim eyler dem-be-dem tekrâr subh
(s.158 G.55 B.3)
(Sabahın nefesi ölülere hayat verirse ne olur. Ki sabah dudağının zikrini sürekli
tekrarlamaktadır.)
Sabah vakti gecenin mahmurluğunu üzerinden atan kainat, yeni bir günle dirilir.
Sabah ve bahar bu yönleriyle bir benzerlik gösterirler. Bahar mevsimi, kışın ardından
gelen bir diriliş vakti iken sabah, gecenin ardından gelen uyanıştır ki bu da bir nevi
diriliştir. Ancak sabahın ölüleri diriltmesinin sırrı bir duada, bir tılsımda yatar. Sabah
sevgilinin dudağını anmaktadır. Bu anış da ölülere hayat bağışlamaktadır. Dem
kelimesinin kan, vakit, soluk anlamlarının hepsi beyitte çağrıştırılmıştır.

Çek sabûhu subh nakkâşına arz-i ârız et


Böyle çeksin ger felek levhine bir sûret çeker
(s.169 G.78 B.5)
104

(Sabah kadehinden iç, nakkaşa yüzünü göster. Ki nakkaş felek levhasına suret çekecekse
böyle çeksin.)
Sabahla beraber anılan bir diğer unsur da sabah içilen içkidir. Genellikle içki,
gece meclislerinin süsüdür. Ancak zaman zaman sabuh-u subhdan da bahsedilir. Sabah
mahmurluğuyla da bağlantılı bir çağrışımdır bu.

Su verir her subh-dem gözyaşı tîğ-i âhıma


Çok beni incitme tîğ-i âb-dârımdan sakın
(s.239 G.223 B.2)
(Her sabah gözyaşı ahımın kılıcına su verir. Beni çok incitme parlak kılıcımdan sakın.)
Sabah manzarasına eklememiz gereken unsurlardan biri de ağlayan âşık
resmidir. Âşık her sabah gözyaşı dökmekte böylece ahının kılıcı daha
kuvvetlenmektedir. Şair o kılıcıyla sevgiliyi tehdit eder. O kılıç, ahtan oluşmaktadır.

Leşker-i Đslâm’a nusret verdi lutf-i Kirdigâr


Şam olunca kalmadı ol şu’lelerden bir serer
(s.68 K.15 B.71)
(Allah’ın lutfu Đslam askerlerine yardım etti. Akşam olunca o alevden bir eser kalmadı.)
Şair, bir savaş sahnesi tasviri yapar. Đslam askerleri savaşı akşam olmadan
kazanmıştır. Đslam askerlerinin çok kısa bir sürede zafer kazandıklarını ifade etmektedir.

Şâm kim ruhsâre çekti Husrev-i encüm nikâb


Kıldı Şeyh-i Basra bahtı saltanat tahtında hâb
(s.68 K.15 B.73)
(Yıldız Hüsrev’i akşam vakti yüze perde çekti. Basra şeyhinin bahtını saltanat tahtında
uyuttu.)
Şair, akşam vakti gökyüzüne yıldızlardan bir perde çekildiğini ifade ederken
akşamın çağrışımlarından da faydalanır. Akşam havanın karardığı, insanların uykuya
vardığı bir vakittir. Uykuya yatan Basra Şeyhinin bahtıdır. Onun talihi kapanmıştır.
Şair, akşam kelimesinin çağrışımıyla ikinci beyitteki durumu dile getirmek ister.

Cilve eyler mâh-i nev il karşısında şâm-i iyd


Sen girip ortaya kaşın göster ol tutsun kenâr
(s.122 K.41 B.4)
105

(Yeni ay, bayram akşamı el karşısında cilve ediyor, sen ortaya girip kaşını göster o
kenar tutsun.)
Akşam vakti, doğanın görünümü şaire ilham kaynağı olur. O, sevgilinin kaşının
güzelliğini anlatabilmek için hilalin görüntüsünden faydalanır.

Şâmlar kanlı yaşım mevcine elbette değer


Her nice kim götürür çerh-i mu’allâ eteğin
(s.241 G.226 B.4)
(Akşamları kanlı yaşımın dalgalanmasına elbette değer, ki yüce felek eteğini götürür.)
Akşamleyin güneş batar ve karanlık bastırır. Şairin gözyaşı ise bu vakitte
dalgalanmakta, artmaktadır. Feleğin sürüdüğü etek, güneşin batışının oluşturduğu ufuk
manzarasıdır. Kanlı yaş ve ufkun kızıllığı arasında paralellikler kuran şair, kendi ruhsal
durumuyla doğayı ilişkilendirir.

Ey diyen kim şâm-i ikbâlin ne yüzden tîredir


Sâye salmış aya ol gisû-yi anber-sâya bah
(s.159 G.58 B.6)
(Ey ikbal akşamın niçin karanlık diyen, gölge salmış ay ile o anber kokulu saça bak.)
Şairin ikbalinin kararmasının sebebi, ay yüzlü sevgilinin yüzüne sevgilinin uzun
saçlarının gölge salmasıdır. Böylece o ay yüzlü sevgilinin ışığı şaire ulaşmamaktadır.
Bu durum ise onun ikbalinin kararması için yeterlidir. Çünkü sevgilinin yüzünden
mahrum kalmaktadır.

Gamından şem’ tek yandım sabâdan sorma ahvâlim


Bu ahvâli şeb-i hicrân benimle yâr olandan sor
(s.171 G.84 B.5)
(Gamından mum gibi yandım, halimi sabah rüzgarından sorma, bu hali ayrılık gecesi
benimle yar olandan sor.)
Akşam vaktinin en önemli özelliklerinden biri de acı ve hastalıktır. Gündüzün
hastalığı ve acısı geceninki kadar ağır olmaz. Gece çekilen sıkıntılar acı çekenlerin
uykusuz kalmasına da sebep olur.

Ger dilersen şem tek gayret oduna yanmayam


Şâmlar ağyâr şem’-i bezm-gâhı olmagıl
106

(s.215 G.174 B.4)


(Eğer mum gibi gayret ateşiyle yanmamı istemiyorsan, akşamları ağyarın meclisinin
mumu olma.)
Akşam manzarasının unsurlarından biri de gece kurulan meclislerdir. Bu
meclislerde eğlence vardır. Bu meclislerde dostlar ile dertleşilir. Şairin akşamları eziyet
çekmesinin nedenlerinden biri de sevgilinin ağyar ile birlikte bulunduğunu
düşünmesidir. Sevgili kendisine acıyorsa ağyarla aynı meclisi paylaşmaz. Sevgili
ağyarın meclisinin mumu olursa şair de mum gibi kıskançlık ateşiyle yanacaktır.
Sevgilinin mumu aydınlatıcıyken, şairin mumu yakıcıdır.

2.2.2.4.1.4.Gece-Gündüz

Gece ve gündüz karşıtlığı, akşam ve sabah karşıtlığına benziyor. Ancak akşam


ve sabah kullanımında şeb ve şam kelimelerini gece olarak anlamlandırıp yorum
yapmak mümkün olsa da subh kelimesiyle şair sabah manzarasının çağrışımlarından
faydalanır. Gece-gündüz karşıtlığını şair “leyl ü nehar”, “şeb u ruz” kelimeleriyle kurar.
Bu karşıtlık, çoğu zaman ikileme olarak kullanılır. Đkileme olarak kullanıldığı yerlerin
dışında gece dert, sıkıntı, hastalık gibi olumsuz ruhi hallerin yoğunlaştığı bir zaman
dilimini işaret ederken, gündüz daha olumlu çağrışımlara sahiptir. Yine bu beyitlerde
gece yaşanan hallerden ve gecenin tabii görünümlerinden bahsedilir. Amaç bir tabiat
tasviri yapmak değildir. Şair bu görünümlerden ve durumlardan faydalanarak kendi
gerçekliğini ifade eder. Diğer zaman birimleri gibi gece ve gündüz de şairin benliğinin
içinde yeniden şekillenir. Burada şairin zamanından bahsediyoruzdur.
Şair “ruz u şeb” ve “leyl ü nehar” gruplarını sözün gidişine uygun olarak
kullanır. Genellikle beyti doldurmak amaçtır. Bununla beraber divanın genel
atmosferine uygun olarak süreklilik ve devamlılık fikri bu kullanımda da ortaya çıkar.

Büt-i nev-resim namâza şeb ü rûz râgıb olmuş


Bu ne dindir Allah Allah büte secde vâcib olmuş
(s.196 G.135 B.1)
(Genç (put gibi güzel) sevgilim gece gündüz namaza rağbet etmiş. Allah Allah bu ne
dindir ki puta secde vacip olmuş.)
Şair, sevgilinin bir durumundan hareketle şaşkınlık oluşturacak bir hayal kurar.
Sevgili namaz kılmaya başlamıştır. Gece-gündüz kullanımı süreklilik vurgusu yapar.
Şair, sevgiliyi puta benzettiği için hayal, şaşırtıcı bir hal alır. Hiçbir dinin ilahı secde
107

etmez. Dinlerde ilaha secde edilir. Aşk dininin ilahı sevgilidir. Sevgilinin secdeye
yönelmesi ilahın secde etmesidir ki bu şaşılacak bir durumdur.

Hak bilir kim gül-şen-i vaslından ayrı murg-i dil


Pây-bend-i rişte-i teşvîşdir leyl ü nehâr
(s.97 K.28 B.28)
(Allah biliyor ki gönül kuşu kavuşma bahçenden ayrı, gece gündüz karışıklık ipinin ayak
bağına tutulmuştur.)
Şair, sevgiliden ayrı olduğu için gönlü karmaşa ve karışıklığa uğramıştır. Hali
perişandır. Bu durumu süreklilik arz eder. Ayrılığın başladığı andan o zamana kadar bu
karmaşa durumu devam etmiştir.
Gece-gündüz kullanımı zıtlık ilişkisi içinde de kullanılır. Şair, bu zıtlıktan
faydalanarak farklı durumları dile getirir.

Tâ şeb ü rûz ihtilâfiyle mukarrerdir medâr


Tâ meh ü hur-şîd devrânında mümkindir devâm
(s.63 K.14 B.35)
(Dönüş gece ve gündüzün farklılığı ile takdir edilmiştir, devam ay ve güneşin
dönüşünyle mümkündür.)
Şair, kainatın yaratılışı ve devamıyla ilgili bakışını ortaya koyar. Gece ve
gündüzün birbirini takip etmesi ile dönüş gerçekleşmektedir. Dönüş ve gece-gündüzün
birbirini takip etmesi birbirinin sonucu ve sebebi olur. Varlığın devamı, Ay ve Güneş’in
devamlı dönüşüyledir. Zaman ve varlık ancak bu hareketle mümkündür. Şair, yaşamın
varlığını ve devamını dönüşe bağlar. Bu anlayış, dönemin astronomi ilmiyle uyum arz
eder.

Zülf ü ruhsârı hayâliyle nedir hâlin dimen


Öyleyim kim gece vü gündüz ber-â-berdir bana
(s.137 G.15 B.2)
(Saçının ve yüzünün hayaliyle halin nedir demeyin. Öyle bir haldeyim ki gece ve gündüz
bana birdir.)
Beyitte kendini kaybeden bir âşığın ruh hali tasvir edilir. Âşık, sevgilinin
yüzünün ve saçlarının hayaliyle kendinden o kadar geçmiştir ki gece ve gündüzü fark
edemeyecek durumdadır. Gece ve gündüzün fark edilmemesi, âşığın dış dünya ile
108

bağının kesildiğinin, kendi içinde yarattığı bir dünyada yaşadığının göstergesidir. Divan
şiirinde bu iç dünyanın genellikle dış dünyanın karşısında yer aldığını söyleyebiliriz.
Dış dünya çoğu zaman bu iç dünya tarafından şekillendirilir.
Gece kelimesinin yalnız kullanıldığı beyitlerde gece ile şam ve şeb kullanımları
yakınlık arz eder. Şair, geceyi olumsuz çağrışımlarıyla ele aldığı gibi gece yaşanan
durumlardan ve gece tabiatın görünüşünden de bahseder.

Aradan ey şem’ çık bir gûşe tut kim bu gece


Bezm bir hurşîd-tal’attan münevverdir bana
(s. 138 G.15 B.4)
(Ey mum, bu gece sen aradan çık ve bir köşe tut. Meclis bir parlak güneşten
aydınlanmıştır bana.)
Geceleri meclis kurulmaktadır. Meclisin ayrılmaz unsurlarından sevgili ve mum,
beyitte birbirinin alternatifi olarak işlenmiştir. Meclisi mum aydınlatır. Ancak şaire
meclis sevgiliyle aydınlanmıştır. Gecenin karanlık yüzü sevgili sayesinde aydınlanmış,
böylece gece şair için mutluluk kaynağı olmuştur.

Fursat durur bu gece gelin içelim meyi


Şem ile mutrib ü ben (ü) sâki-i müşg-nâb
(s.142 G.25 B.2)
(Fırsattır gelin bu gece şarabı içelim, mum, çalgıcı, ben ve misk kokulu sâkî.)
Beyitte meclisin unsurlarının hepsi toplanmıştır. Bir eğlence meclisinde içki,
mum, sâkî ve çalgıcılar bulunur. Bu kavramlardan sâkî ve mumun sevgiliyle yakınlığı
da düşünülürse sevgilinin de meclisin unsurlarından olduğu görülecektir. Gece, bu
unsurlar bir arada bulunduğunda eğlence ve zevkle birlikte anılır.

Çıkma yârim geceler ağyâr ta’nından sakın


Sen meh-i evc-i melâhatsin bu noksandır sana
(s.141 G.21 B.5)
(Yarim, geceleri çıkma, ellerin kınamalarından sakın. Sen güzellik zirvesinin ayısın bu
durum sana noksanlık verir.)
Şair, sosyal bir kuralla gece manzarası arasında bir ilişki kurar. Ay geceleri
çıkar. Sevgili ise güzellik zirvesinin ayıdır. Sevgilinin geceleri çıkmaması gerekir;
109

çünkü bu kınanmaya sebep olur. Kınanma sevgilide bir noksanlık yaratır. Sevgilinin
geceleri görünmeyen bir ay olması gerekmektedir.

Geceler encüm sayarım subha dek


Ey şeb-i hecrin bana yevmü’l-hisâb
(s.143 G.26 B.5)
(Geceleri sabaha kadar yıldız sayarım. Ey sevgili senin ayrılık gecen bana hesap
günüdür.)
Şair, ayrılığın kendisinde oluşturduğu durumu gece yaşadığı acıyla dile getirir.
O, sevgiliden ayrı olduğu için geceleri uyumaz ve yıldızları sayar. Bu durum ile kıyamet
günü arasında bir paralellik vardır. Şair, başka beyitlerde de ayrılık günü ile kıyamet
günü arasında ilişki kurar. Acının ve sıkıntının büyüklüğünü böyle vurgular. Hesap ve
saymak kelimeleri de bu paralelliğin kurulmasına yardım eder.

Ser-i kûyunda gönlüm berk-i âhın sanma bî-hûde


Karangu gece azm-i kûyun etsem reh-nümûnumdur
(s.173 G.87 B.5)
(Senin mahallende gönlümün ah yıldırımını boşuna sanma. O, karanlık gecede senin
mahallene gitmeye niyetlendiğimde benim yol göstericim olur.)
Acı ve gece ilişkisi bu beyitte de şairane bir üslupla ifade edilir. O, aşk acısıyla
feryad etmektedir. Feryadının tek sebebi aşk acısı değildir. Gönlünden çıkan ahın
yıldırımı âşığın yolunu aydınlatmaktadır. Âşığın yönü sevgilinin diyarına doğrudur.
Âşık ancak ahla yolunu bulabilecektir. Aşk yolunda çektiği acılar onun yolunu
aydınlatacaktır.

Ol mâh visâliyle hoş et bir gece hâlim


Ey ahter-i tâli’ koma boynunda vebâlim
(s.229 G.202 B.1)
(Ey talih yıldızım, o aya beni kavuşturarak bir gece benim halimi hoş et, vebalimi
boynunda koma.)
Şairin geceye yaklaşımı içinde bulunduğu ruhi durum çerçevesindedir. Şair,
sevgiliye kavuştuğu zaman halinin hoş olacağını söyler. Onun talih yıldızından istediği,
bu dileğini bir gece olsun gerçekleştirmesidir. Yıldız, mah ve gece kavuşmanın
110

elemanlarıdır. Mah, kavuşulacak sevgili; yıldız, kavuşturacak varlık; gece, ise


kavuşmanın zamanıdır. Bu üç unsur aynı zamanda gecenin de unsurlarıdır.
Şair, gece redifli gazelinde gecenin bütün hallerine değinir. Gazelin redifi gece
olduğu için şair dikkatimizi gece üzerinde yoğunlaştırır. Geceyi “bu” sıfatıyla belirtmesi
vurguyu yoğunlaştırır. Gece, gazelde anlatılan duyguların fonunu oluşturur:

Yine ol mâh benim aldı karârım bu gece


Çıkacaktır feleğe nâle vü zârım bu gece

Şem’ veş mahrem-i bezm eyledi ol mâh beni


Yanacaktır yine hecr oduna varım bu gece

Hem visâli urar od cânıma hem hicrânı


Bir aceb şem’ ile düştü ser ü kârım bu gece

Ne tütündür ki çıkar çerhe dil-i zâre meger


Hecr dâğını urar lâle’izârım bu gece

Subha saldı bu gece şem kimi katlimi hecr


Ola kim subh gelince gele yârım bu gece

Pâre pâre ciğerim itlerine nezr olsun


Ol ser-i kûya eger düşse güzârım bu gece

Var idi subh visâline Fuzûlî ümmîd


Çıkmasa hasret ile cân-i figârım bu gece
(s.250 G.24 B.1-7)
(Yine o ay, benim kararımı aldı bu gece. Đnleme ve feryadım feleğe çıkacaktır bu gece.
O ay, beni mum gibi meclisin mahremi eyledi, varım yine ayrılık ateşine yanacaktır bu
gece.
Hem kavuşması hem ayrılığı canıma ateş vurur, işim bir acayip muma düştü.
Ne dumandır ki göğe yükseliyor, meğer lale yüzlüm ağlayan gönlüme ayrılık dağı
vuruyor bu gece.
Ayrılık bu gece benim mum gibi öldürülmemi sabaha bıraktı, belki sabah gelince yarim
de gelir bu gece.
111

Bu gece yolum sevgilinin mahallesine düşerse, parça parça ciğerim köpeklerine nezr
olsun.
Ey Fuzûlî, yaralı canım bu gece hasret ile çıkmazsa, sabaha kavuşmaya ümit var idi.)

2.3.Zamanın Üç Boyutu

Zamanın üç boyutu dün-bugün-yarın üçleminde karşımıza çıkar. Bu kavramları


geçmiş-şimdi-gelecek karşılar. Zamanın bu bölümleri değişik dönemleri biçimlendiren
bakış açılarının ve zaman yaklaşımlarının çıkış noktasını da oluşturur. Bu zaman
dilimlerinin ideolojik ve felsefi bakış açılarıyla yorumlandığı dönem, aydınlanma
sonrasıdır. Bu dönemden sonra tarih kimi sanatçılara sığınak olur. Kimi akımlar da
tarihi bir dönemi kendilerine ideal dönem olarak alıp ona ulaşmaya çalışırlar.
Modernizm yarına odaklanan bakışıyla ilerleme mitini hayatın temel bakışı haline
getirir. Zamanın bu üç boyutu özellikle aydınlanma sonrasında irdelenmeye ve fikir
akımlarının ve sanat anlayışlarının temelini oluşturmaya başlar.
Oysa Fuzûlî’nin şiirlerinde zamanın böylesi yorumlarıyla karşılaşmayız.
Mutluluğun formülünü arayan şair, hikemi bir tarzda geçmişi de geleceği de düşünüp
üzülme, bugünü yaşa der. Geçmişin ve geleceğin kullanımında ne geçmişe sığınma ne
de geleceğe tapınma göze çarpar.
Divandan yaptığımız fişlemelerde yarınla ilgili beyitlere pek rastlamadığımızı
söylemek gerek. “Yarın”, divanın değişik bölümlerindeki beyitler dikkate alındığında,
ahiretle ilgilidir. Şair, dünyaya yatırım yapmaktansa ahirete yatırım yapmayı yeğler.
Çünkü kalıcı olan ahiret yaşamıdır. Şairin bugüne bakışı ahiret merkezlidir. Đçinde
bulunduğu anı yaşayan şair, bugünü baki hayat için geçiş olarak görür.
Đslam dininin de bu anlamda gelecek perspektifli olduğunu söylemek
mümkündür. Ancak tasavvufun vahdet-i vücûd felsefesi çerçevesindeki bakışı varlığa
yeni bir yorum getirir. Ahireti amaç olmaktan çıkaran vahdet-i vücûd, anı öne çıkarır.
An varlığın oluşumunda kilit öneme sahiptir. Bütün varlık tecelli nazariyesi
çerçevesinde anın içinde varlıktan yokluğa, yokluktan da varlığa geçmektedir. Anın
önemi kendi içinde ve kendi için değildir. An, mutlak varlıkla ve mutlak varlık için
olursa değerli olur. Zamanın üç boyutu da an içinde mündemiçtir. An üçü kendi içinde
teke indirir.
Beyitlerde geçmişle ilgili analiz edici değerlendirmelere pek yer verilmez.
Geçmiş, bir pişmanlık duygusu içinde sunulurken bir yandan da bugünle karşılaştırılır.
Geçmiş genellikle şair için üzüntü kaynağıdır. Şair düne bugün penceresinden bakar.
112

Dünle ilgili kullanımlarda “dün”, her zaman bugünden önceki gün anlamına
gelmez. Dün kabaca “geçmiş”i belirtir. O, belirsiz ve genel bir geçmiş zaman ifade eder.

2.3.1.Geçmiş

Dün kelimesi hem geçmiş zaman anlamı hem de akşam anlamı taşımaktadır.
Divan kelime genel olarak akşam anlamında kullanılmıştır. Aşağıdaki kullanımlardan
bazıları da bu şekilde anlaşılabilir. Burada önemli olan şairin kendi geçmişine çok fazla
göndermede bulunmamasıdır. Divanda mitolojik unsurlar ile tarihi kahramanlardan
faydalanılır. Ancak tarihi şahsiyetler geçmişin parçası olmaktan çok şairin dünyasının
ayrılmaz unsurlarıdırlar. Bu unsurlar yaşıyor gibidir. Onlar geçmişten çok şairin
dönemine aittirler.
Şairimiz dün-bugün-gelecek arasında doğrudan ilgiler kurmaz. Bu ilgiler ancak
satır aralarından çıkarılabilir. Bu durum zamanın üç boyutunun tam bir bütünlük arz
etmediğini göstermektedir.
Bizim geçmiş zaman anlamı bulunduğunu düşündüğümüz “dün” kullanımlarında
zaman anlamı olduğu da söylenebilir. Ancak aşağıdaki kullanımlarda geçmiş zaman
anlamının belirgin olduğunu düşünüyoruz.

Sende dün gördüm Fuzûlî meyl-i mihrâb-i namâz


Terk-i aşk etmek mi istersin nedir niyyet sana
(s.141 G.22 B.7)
(Ey Fuzûlî dün sende namaz mihrabına meyl gördüm. Aşkı terk etmek mi istiyorsun,
nedir niyetin?)
Dün çerçevesinde ifade edilen düşünce zaman belirtilmeden de ifade edilebilirdi
ve bu durum anlatımda ciddi bir değişiklik de yaratmazdı. Dünün kullanılması olayı
belli bir zaman akışına oturtur. Fuzûlî’nin namaza meyletmesi “dün” kullanımıyla
gerçeklik kazanırken, ikinci beyitte bu durum karşısındaki şaşkınlık dile getirilir.

Dün subh yetirdim feleğe mevc-i sirişkim


Gark etti felek üzre olan encümü gird-âb
(s.142 G.24 B.6)
(Dün sabah gözyaşımın dalgasını feleğe ulaştırdım. Gözyaşımın dalgası felek üzerindeki
yıldızları girdaba gark etti.)
113

Dün şiirde anlatılan durumun zamana bağlanmasını sağlar. Bu şairin


yaşadıklarına zaman içinde gerçeklik kazandırır. Tasvirin gerçekliğinden çok acının
gerçekliği zaman düzleminde netleşir. Çünkü acı yakın geçmişte yaşanmıştır. Acı bu
yönüyle oldukça canlıdır.

Vâ’iz bize dün dûzahı vasf etti Fuzûlî


Ol vasf senin külbe-i ahzânın içindir
(s.181 G.105 B.7)
(Ey Fuzûlî, vaiz bize dün cehennemi tasvir etti. O tasvir senin keder kulüben içindir.)
Vaiz, birilerine cehennemi tasvir eder. “Biz”in kim olduğu belirsizdir.
Cehennem ve Fuzûlî’nin dert dolu evi arasında paralellik vardır. Bu paralellik
kurulurken yakın geçmişte edinilen bir bilgiden faydalanılır. Bu bilgi dün edinilmiştir.

Dün ki fırsat düştü hâk-i der-gehinden kâm alam


N’oldu ey gözyaşı göz açmağa fırsat vermedin
(s.210 G.164 B.3)
(Dün kapının toprağından kam almak için fırsat düştü. Ne oldu ey gözyaşı göz açmağa
fırsat vermedin.)
Đlk beyitte sevgiliye seslenen şair, ikinci beyitte muhatap değiştirir. Đkinci beyitte
muhatap gözyaşıdır. Şaire, sevgilinin kapısının eşiğinden kâm alma fırsatı düşmüş;
ancak gözyaşı sürekli aktığı için şair bu fırsatı değerlendirememiştir. Bu olay dün
yaşanır. Şair, durumun muhasebesini gözyaşını karşısına alarak bugün yapar.

Yâr dün çekmişti katlim kasdine tîğ-i cefâ


Yetmesin maksûduna yâ Rab peşîman eyleyen
(s.238 G.221 B.6)
(Sevgili dün beni katletmek için cefa kılıcını çekmişti. Ya Rabbi onu bu niyetinden
dolayı pişman eyleyen amacına ulaşmasın.)
Sevgili âşığı cefa kılıcıyla öldürmeye niyetlenir. Ancak sevgili bugün bu
niyetinden vazgeçmiştir. Dün ile bugünü şair karşılaştırır. Şair, sevgilinin dünkü niyetini
bugünküne yeğler. Bu yüzden şair, sevgiliyi düşüncesinden vazgeçirene beddua eder.

Dün demişsin ki Fuzûlî bana kurbân olsun


Sana kurbân olayım yine ne ihsandır bu
114

(s.246 G.237 B.7)


(Dün Fuzûlî bana kurban olsun demişsin, sana kurban olayım yine bu ne ihsandır.)
Sevgilinin Fuzûlî ile ilgili yorumu şairin kulağına bugün ulaşır. Şair de bunun
üzerine bir değerlendirme yapar. Sevgili, Fuzûlî bana kurban olsun, o da kim oluyor ki,
gibi bir tavır takınır. Şair bunu büyük bir ihsan olarak değerlendirir. Sevgilinin mecazi
anlamında kullandığı kelime grubunu o gerçek anlamda alır.

Dün sâye saldı başıma bir serv-i ser-bülend


Kim kaddi dil-rübâ idi reftârı dil-pesend
(s.286 Müs.1 B.1)
(Dün yüce bir servi başıma gölge saldı, ki boyu gönül alıcı idi, yürüyüşü de gönle hoş
geliyordu.)
Sevgilisinin gölgesi üzerine düşer. Sevgilisinin boyu gönül alıcıdır, yürüyüşü de
gönle hoş gelir. Şair “dün”den tahkiye için faydalanır.

2.3.2.Şimdi

Çâr-sû-yi bağ seyrânı bu gün mergûbdur


Kim şikûfe anda sarrâf oldu vü ‘attâr gül
(s.44 K.9 B.6)
(Bağ çarşısını seyretmek bugün güzel olur, ki çiçek orda sarraftır, gül de attardır.)
Şair, bahar mevsiminden bahseder. Bahçe bütün güzelliği ile ortaya çıkmıştır.
Çiçekler altın sarısı polenleriyle sarraf olurken gül de güzel kokusuyla attar olmuştur.
Böyle bir çarşı ise seyre değer. Đşte bu özellikleri yüzünden bahçe çarşısının seyri bugün
güzel olacaktır.

Bu gün Bağdad’da bir kimse yok kim ana re’fet yok


Cemî’-i merdüm-i Bağdad’a olmuş re’fetin sârî
(s.76 K.18 B.36)
(Bugün Bağdad’da kendisine merhamet edilmeyen bir kimse yoktur, Bağdad’da
yaşayanların hepsine merhametin bulaşmıştır.)
Şair kendi devrinin durumunu tasvir eder. Bu tasvirler gerçekçi olmaktan çok
klişedir. Bugün zaman dilimi memduhun yaşadığı zaman dilimiyle örtüşür. Böylece
daha önce olmayan bir durum memduhla beraber Bağdad’a gelmiştir. Merhametin
kaynağı memduh olur. Bugün övgünün gücünü arttırır.
115

Hüsn-i re’yiyle bu gün hükme girer dîv ü peri


Darb-i tîğiyle bu gün feth olur iklîm-i Acem
(s.88 K.24 B.21)
(Görüşünün güzelliği ile dev ve peri bugün hükme girer. Kılıcının vurmasıyla bugün
Acem ülkesi feth olur.)
Bugün meydana gelen durum bir sonuçtan ibarettir. Devin ve perinin hüküm
altına girmesi, doğru akıl yürütmenin bir sonucudur. Acem ülkesinin fethedilmesi kılıç
darbelerinin bir sonucudur. Bugün kelimesinden önceki kelime grubu sebebi, sonraki
kelime grubu ise sonucu belirtir.

Bu gün ser-menzil-i maksûda yettin râh-i vahdette


Refîk oldu sana tevfîk tapdın vasl-i cânânı
(s.92 K.26 B.22)
(Vahdet yolunda bugün arzunun durağına eriştin. Sana Allah’ın yardımı yoldaş oldu
sevgiliye kavuştun.)
Çok uzun bir çabanın sonunda durağa ulaşılmıştır. Bugün o çabanın sonucu
görülmektedir. Amaç Hakk’a ulaşmaktır. Vahdet yolunun durağında fenaya ulaşılmıştır.
Mutlak varlığa ulaşan salik için bu durum saâdetin en yücesidir. Tasavvuf ilah-kul
ilişkisini maşuk-âşık ilişkisine dönüştürür. Âşığın amacı ise maşuktur.

Gamze tîğin çekti ol mâh olma gâfil ey gönül


Kim mukarrerdir bu gün ölmek sana şîven bana
(s.136 G.12 B.6)
(O ay, gamze kılıcını çekti ey gönül gafil olma. Ki bu gün ölmek sana, matem de bana
takdir olunmuştur.)
Sevgili kılıcını çeker ve gönlü öldürmeye niyetlenir. Gönül öldüğünde ise şaire
matem tutmak düşecektir. “Bugün” gönlün ölme zamanının geldiğini ifade eder.
“Bugün” anlamın oluşmasına zaman düzleminde katkıda bulunur.

Fuzûlî başına ol serv sâye saldı bu gün


Ulüvv-i rif’at ile yetmez âf-tâb sana
(s.139 G.18 B.7)
(Ey Fuzûlî o servi başına gölge saldı bugün. Makamının yüceliği ile güneş sana
ulaşamaz.)
116

Sevgilinin gölgesi âşığın üzerine düşer. Bu âşık için büyük bir ihsandır. Bu ihsan
âşığın makamını yüceltmiştir. Bu yüzden de güneş âşığın makamına ulaşamaz. Zaten
gölge güneş görmeyen yerde olur. Güneş ulaşamadığı için gölge olur. Bugün kelimesi
anlamın oluşmasında ciddi bir ağırlığa sahip değildir.

Sen yüzünden âlemi rûşen kılıp saldın nikâb


Yazıya salsın bu günden böyle nûrun âf-tâb
(s.143 G.27 B.1)
(Sen yüzünden perdeyi kaldırıp âlemi aydınlattın, güneş bugünden sonra ışığını sahraya
salsın.)
Sevgilinin ışığı güneşten daha fazladır. O, yüzündeki perdeyi kaldırınca güneşe
gerek kalmayacaktır. Sevgilinin aydınlığı cihanı aydınlatmaya yetecektir. Güneşin ise
bugünden sonra yapacağı tek şey, ışığını çöllere salmak olacaktır.

Derdim oldur kim müselmân olmuş ol tersâ-beçe


Küfre olan zulmler ta’nı bu gün islâmedir
(s.178 G.98 B.4)
(Derdim odur ki o Hıristiyan çocuğu Müslüman olmuş. Eskiden küfre yapılan zulüm
kınaması bugün Đslama yapılacaktır.)
Sevgilinin yaptığı zulümler münasebetiyle o genellikle kafir olarak
nitelendirilmiştir. Oysa onun durumunda bir değişiklik vardır. O, Müslüman olmuştur.
O, Müslüman olduğu için eskiden, sevgili zulüm yaptığı için, küfür kınanırken bu
kınamalar Đslama yönelecektir. “Bugün” kelimesi milat gibi kullanılır. Geçmişten beri
gelen durumla sonrası arasındaki çizgi bugündür.

Fuzûlî’den mizâcın münharif gördüm bu gün yârın


Meger fursat bulup bir şemme hâl-i dil beyân etmiş
(s.195 G.133 B.7)
(Sevgiliyi bugün Fuzûlî’ye kırılmış gördüm. Meğer fırsatını bulup, gönlünün halini ona
birazcık açıklamış.)
Fuzûlî, bir fırsatını bulup halini sevgiliye birazcık açmıştır. Ancak bu durumdan
sevgili memnun olmamış ve Fuzûlî’ye kırılmıştır. Sevgilinin istediği halinden şikayet
eden âşık değildir. O, aşka dayanan âşık ister. Şair bugünü içinde bulunulan gün
anlamında kullanır. Bugünkü durum Fuzûlî’nin önceden yaptığı bir işin sonucudur.
117

Bu gün tiğin çekip çıkmıştır ol nâ-mihr-ban ser-hoş


Sakın ey rahm eden cânına kim bilmez aman ser-hoş
(s.195 G.134 B.1)
(Bugün o merhametsiz kılıcını çekip sarhoş olarak çıkmıştır. Canına acıyan sakınsın ki
sarhoş aman bilmez.)
Sevgilinin gözleri mahmur haliyle sarhoşa benzer. Onun kılıcı ise yan
bakışlarıdır. Sevgilinin merhametsiz ve sarhoş gözleri bugün kılıcını çeker. Canına
acıyanın ondan kaçınması gerekir. Bugün beytin anlam yükünü üzerinde taşıyan
kelimelerden değildir. Bugün, beyitte anlatılan durumun zaman bakımından fonunu
oluşturur.

Fuzûlî gayr ile halvet meger bezm etmiş ol gül-ruh


Rakîb-i kec-revi gördüm bu gün bârî yaman ser-hoş
(s.196 G.134 B.7)
(Ey Fuzûlî o gül yüzlü meğer gizlice başkası ile meclis kurmuş. Hiç değilse bugün eğri
yürüyüşlü rakibi kötü sarhoş olmuş gördüm.)
Rakibin eğri gidişli olması onun kötülüğünden kaynaklanır. O, doğru
yürüyemez. Sarhoş da doğru yürüyemez. Rakibin tabii hali olan eğri yürüyüşle
sarhoşluk arasında ilgi kurulur. Peki rakibin bu kadar kötü sarhoş olmasının sebebi
nedir? Şair burada bir tahmin yürütür. Rakip ancak üzüntüsünden dolayı bu kadar içmiş
olabilir. Onu bu kadar üzen olay ise ancak sevgiliyle ilgili olabilir. Sevgilinin bir
başkasıyla beraber olmasından başka bir şey rakibi bu kadar üzemez. Şair, rakibin
bugünkü halinden bu halin geçmişteki sebebi ile ilgili bir çıkarımda bulunur. Şair, bir
taraftan da rakibi böyle gördüğü için sevinir. Çünkü rakibi böyle sarhoş görmek her
zaman mümkün olmamaktadır.

Şâhdır hüsn bisâtında bu gün ol gül-ruh


Ey Fuzûlî men-i âvâre sürülmüş beydak
(s.203 G.150 B.7)
(O gül yüzlü, bugün güzelliğin satranç tahtasında şahtır. Ey Fuzûlî başıboş ben ise
sürülmüş piyadeyim.)
Güzellik bir satranç tahtasıdır. Bu tahtanın şahı sevgilidir. Âşık ise en değersiz
taş olan piyondur. Hem de sürülmüş bir piyondur. “Bugün” kullanımının anlama direk
bir katkısı yoktur. “Bugün” genel bir şimdiki zaman ifade eder.
118

Sensin ol gevher ki dürc-i mümkinât içre bu gün


Mümkin olan aybdan zâtın müberrâdır senin
(s.212 G.170 B.2)
(Sen öyle bir gevhersin ki mümkünat kutusu içindekiler için bugün geçerli olan ayıptan
sen berisin.)
Dürc, mücevher kutusudur. Mümkünat varlığı da yokluğu da düşünülebilen
varlıklardır. Bir diğer deyişle ay altı âlemdeki varlıklar için bu kavram kullanılır. Şair
dünyayı mücevher kutusuna, varlıkları da kutunun içindeki mücevherlere benzetir.
Dünya içindeki varlıkların her birine bir eksiklik bulaşmıştır, hiçbiri mükemmel
değildir. Ancak sevgili bu yönüyle diğerlerinden farklıdır. O mükemmeldir. Diğer
varlıklara bulaşmış olan eksiklik onda yoktur. Bugün geniş bir şimdiki zaman anlamı
taşır.

Dehenin isterim ey aşk yok et varlığım


Ki yok olmakda bu gün bir garazım var benim
(s.231 G.207 B.2)
(Ey aşk, ben sevgilinin dudağını istiyorum, varlığımı yok et. Ki yok olmakta bu gün
benim bir amacım var.)
Beyit tasavvufi bir anlam taşır. Fenafillah düşüncesinin işlendiği beyitlerdendir.
Şair, aşkı muhatap alır ve ona seslenir. Sevgilinin dudağını arzu etmektedir. Bu yok
olmak demektir. Şair, aşktan bu yokluğa ulaşmayı ister. Çünkü onun bugün yok
olmasında bir amaç gizlidir. Onun amacı varlığını fenaya erdirmek böylece bekayı
yakalamaktır. Şair, yokla var arasındaki tezattan, bu anlamı tamamlamak için,
faydalanır. Bugün bu fenanın zamanının geldiğini ifade eder.

Çıkmış ol şûh bu gün dökmeğe kanın görenin


Girme ey göz kerem et kanıma zinhâr benim
(s.231 G.207 B.6)
(O şuh, bugün kendisini görenin kanını dökmeğe çıkmış. Ey göz kerem et de benim
kanıma girme.)
Sevgili kendisini her görenin kanını dökmeye niyetlenmiş ve bu amaçla
çıkmıştır. Şair, gözünden bir iyilik ister. Göz sevgiliyi görmeyecek ve böylece şairin
canı kurtulacaktır. Göz de şairin kanının dökülmesine sebep olmadığı için şairin kanına
119

girmeyecektir. Bugün içinde bulunulan gün anlamında kullanılır. Anlatılan olayın


zamanını belirtir.

2.3.3.Gelecek

Yukarıda da belirttiğimiz gibi yarınla ilgili kelimeler divanda ağırlıklı olarak


kullanılmaz. Divanda zaman zaman dünya ve ahiret kıyaslaması yapılırken ahiretten
yana tavır konulur. Dünya hayatı geçici olduğu için şair ahirete hazırlık yapmayı tavsiye
eder. Böyle bir bakış dünya ötesi gelecekle ilgili bir bakıştır. O, ahireti önemsediği için
bütün hayatı ahiret hedefi doğrultusunda yaşamayı da önemser. Zaman zaman da şairin
anı öne çıkardığını görürüz. O, yaşamdan azami düzeyde faydalanmayı hayatın amacı
haline getirir. Birinci bakışta bir kul olan şair ikinci bakışta bir âşıktır. Kul kimliği
ahireti gerçek hedef olarak görür. Âşığın hedefi ise maşuktur. Ahiret yatay bir hedefken,
maşuk dikey hedeftir. Birincisi zaman bakımından ileride durur. Đkincisi ise zaman dışı
bir hedeftir. Maşuğa yücelerek ulaşılır. Fuzûlî’de âşık bakışı yoğunluk arz eder. Bu
yüzden onda gelecek merkezli bakıştan çok şimdi merkezli bakış hakimdir.

Tutarım yarın kıyâmette habîbim dâmenin


Mestsin gaflet şarabından bu gün mühlet sana
(s.141 G.22 B.4)
(Sevgilim, bugün gaflet şarabından sarhoş olduğun için sana mühlet veriyorum, yarın
kıyamette eteğini tutarım.)
Maşuk, âşığa eziyet eder. Âşık bu eziyetlerin hesabını kıyamette soracaktır.
Gaflet dünya ile ilgilidir. Kıyamet gaflet perdesini kaldıracaktır. Şair, bugün ertelediği
eylemi ahirette gerçekleştirecektir. Ertelenmiş bir talep vardır. Burada ahiret odaklı
bakışı görürüz.

Gör öz halini vü çekme gam-ı mazi vü mustakbel


Ki hala mevsim-i gül-geşt u devr-i cam-ı sahbadır
(s.284 Trc.2 B.4)
(Öz halini gör ve geçmiş ve gelecek sıkıntısı çekme. Ki hala içki kadehi devri ve gül
gezintisi mevsimidir.)
Gelecek endişe, geçmiş ise sıkıntı kaynağıdır. Đnsan geleceğinin nasıl olacağına
yönelik endişeler taşır. Geçmiş, güzel günler geride kaldıkları için üzüntüye sebep olur.
Geçmiş pişmanlıkların, kaçan fırsatların hatıraları ile doludur. Şair zamanın bu iki
120

boyutuna karşılık bugünü tercih eder. Çünkü bugün fırsat henüz elden gitmemiştir. Đçki
kadehi dönmektedir. Bahar mevsimi gelmiştir. Gül bahçelerini gezmenin tam
zamanıdır.
Bugün merkezli bakış iki zıt ahlak felsefesinin hayata bakışını şekillendirir.
Epikür insanın mutluluğunu hazların tatmininde bulur. Bu yüzden anın zevklerini
yaşamak geçmişi ve geleceği düşünmekten daha önemlidir.
Tasavvuf da geleceği ve geçmişi düşünmeyi pek doğru bulmaz. Sufi ibnu’l-vakttır.
O vaktin gereği her ne ise onu yapar. Onun kaybedecek zamanı yoktur. Geçmişi ve
geleceği düşünerek zaman kaybetmemeli, kendisini Hakk’a yaklaştıracak amellerde
bulunmalıdır. Tasavvuf manevi neşeyi önemser. Maddi zevki önemseyen Epiküryen
felsefe ile manevi neşeyi önemseyen tasavvuf nitelikleri farklı haz duygusunda
birleşirler. Rindlik bazen bir zevkperestlik gibi görünürken tasavvuf çatısı altında
samimiyeti ve ihlası ifade eder. Kuru kuralları sevgi ve aşkla yumuşatır. Sonuç olarak
iki bakış da mutluluğu anda arar.
121

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

DÜNYA ÖTESĐ ZAMAN

3.1.Yaratılış ve Ahiret
3.1.1.Yaratılış

Şairin yaradılışla ilgili meseleye bakışı oldukça felsefidir. O, yokluğu var olan
bir “şey”miş gibi anlatır. Sanki varlık yoklukta bulunuyorken, bir alan değiştirmiş ve
varlık sahasına çıkmıştır. Fuzûlî, her zaman tam yokluktan bahsediyor değildir. Onun
dilinde yokluk, ölüm anlamı da taşır. Đslami metinlerin genelinde yokluk, karanlık ve
kötülükle; varlık ise aydınlık ve iyilikle bağdaştırılır. Fuzûlî’ye göre varlık, yokluktan
gelmektedir; ama yokluğa gitmemektedir. Her ne kadar o yokluğu var olan bir “şey”miş
gibi ortaya koysa da yokluk yoktur. Varlığın yine ademe gittiğini söylediğinde de
ölümden bahsetmektedir. Varlığın sonradan bir yaratımla ortaya çıktığını söylemek,
zamanın da bu yaratımla ortaya çıktığını kabul etmektir. Zamanın sonradan ortaya
çıktığını kabul eden şair onun yok olmasını ise kabul etmemektedir. Bir diğer deyişle
zaman kadim değildir ama bakidir.

Bülbülün zâr ettiği feryatlar te’siridir


Bî-sebeb hâb-i ademden olmamış bîdâr gül
(s.46 K.9 B.34)
(Gülün yokluk uykusundan uyanmasının sebebi bülbülün feryatlarıdır. Yoksa gül
sebepsiz yere yokluk uykusundan uyanmamıştır.)
Gülün var olmadığı dönem, yok olduğu dönemdir. Ancak şair gülü yokluğun
içinde varmış gibi hayal eder. Yoklukta vardır ki uyuyordur. Onu yokluk uykusundan
bülbülün aşk dolu inlemeleri uyandırmıştır. Şairin yokluktan varmış gibi bahsetmesi
şairane bir tasavvurdur. Şair benzetme yoluyla yokluğu sanatlaştırmaya çalışır.
Fuzûlî’nin dilinde yokluğa meyil dikkati çeker. Özellikle aşk onu yokluğa
çekmektedir. Burada mutlak yokluktan değil ölümden bahsedilmektedir. Fuzûlî’de aşk
ve ölüm birçok kez aynı kare içinde yer alır. Ölüm aşkın en yüksek noktasıdır. Aşk
vuslattan çok ölüme açılırsa yücelir. Ölüm aşkın ulaşacağı hedeftir.

Çıkmak diler sefîne-i ten cünbişiyle cân


Deryâ-yi aşktan ki ademdir kenâresi
122

(s.278 G.299 B.4)


(Can, sahili olmayan aşk denizinden beden gemisiyle çıkmak ister. Bu mümkün
değildir.)
Aşkın sonunda ulaşılacak menzil ölümden başkası değildir. Aşktan ölümün
dışında bir çıkış yoktur. Bu yokluğu aşkta yok olmak şeklinde de anlamak mümkündür.
Çünkü aşkta varlığın yok edilmesi Fuzûlî’nin aşk anlayışının önemli bir yanıdır.

Tutup râh-i adem bulmuş dehânından gönül kâmın


Bana hem cezmdir ol azm ben hem kalmazam andan
(s.234 G.212 B.2)
(Gönül isteğini yokluk yolunu tutarak senin ağzından elde etmiştir. Bu niyetimde
ben kesin kararlıyım, bundan geri kalmam.)
Sevgilinin ağzı yoktur. Onun konuştuğu da duyulmaz. Zaten ağız vahdettir.
Şairimiz de sevgiliden murat almanın yolunu bulmuştur. O, yok olmayı amaç
edinmiştir. Böylece de vahdete erecektir.

Dâme düşmüş bir şikârım ki adem sahrâsına


Menzilimden her taraf açmış ecel bin pencere
(s.255 G.255 B.2)
(Tuzağa düşmüş bir avım ki yokluk çölüne ineceğim her yerde ecel bin pencere
açmıştır.)
Yokluk, çöl ve ecel kavramları genellikle birbirini çağrıştıran kavramlardır. Çöl
yokluğun mekanı, ecel ise anlamıdır. Tuzak ve av ise çaresizlik duygusunu
somutlaştırır. Aşk tuzağı, yokluk çölüdür. Buradan gidilecek tek yer ise ölümdür.
Yokluğun varlığını benzetme yoluyla dile getiren şair, Tanrı için yokluk
düşünmez. Bütün varlık hiçten var kılınmıştır. Yalnız Allah kadimdir. Onun dışındaki
her şeyin varlığı da ondan gelmektedir.

Mükevvenâta hudûs ol kadîmdendir kim


Kemâl-i zâtına mümkün değil kabûl-i fenâ
(s.26 K.1 B.48)
(Bütün varlığı sonradan yaratan o kadimdir. Onun mükemmel zatına yokluğun isabet
etmesi düşünülemez. O, yok olmaz.)
123

Şair Đslam dininin yaradılışla ilgili anlayışını ifade etmektedir. Bütün varlık
sonradan meydana gelmiştir. Varlığın meydana geliş sebebi Allah’tır. Allah ise
sonradan meydana gelmemiştir, öncesizdir. Onun varlığı için yokluk düşünülemez.
Zamanın varlıkla başladığını daha önce ifade etmiştik. Zamanın başladığı varlık
sonradan meydana gelen varlıktır. Şair felsefeciler gibi zamanı ve varlığı kadim görmez.
Nasıl varlık sonradan yaratılmışsa zaman da sonradan yaratılmıştır. Allah’ın varlığı
zamanın içinde değildir.
Şairin varlık anlayışında vahdet-i vücudun tesiri de dikkati çeker. O, vahdet-i
vücudun ortaya koyduğu varlık basamaklarını benimser görünür.

Hisâb-i rızkını kılmış temâmi-i beşerin


Henüz Âdem’e peyvend kılmadın Havvâ

Beyân-i hâline yetmiş cemi’-i mahlûkun


Henüz perdeye a’yânı çekmeden esmâ
(s.26 K.1 B.61-62)
(Henüz Havva Âdem’e kavuşmadan tüm insanlığın rızkını hesaplamıştır. Henüz
Allah’ın isimleri perdeye suretleri çekmeden bütün varlığın durumunu bilmiştir.)
Şair, burada Allah’ın iki sıfatından bahisle varlıkla ilgili düşüncelerini ortaya
koyar. Vahdet-i vücûd varlığın Allah’ın isimlerinin tecellisi sonucu oluştuğunu ileri
sürer. Bu tecellinin de birtakım aşamaları vardır. A’yan-ı sabite varlığın maddesiz
suretlerinin yansıdığı yerdir. Tanrı varlığın ortaya çıkışından önce, varlığı bilmektedir.
Şair, insanın kaderinin insan yokken belli olduğunu da ifade etmektedir. Zaten kaza da
bu kaderin varlık sahasına çıkmasıdır. Takdirin meydana gelmesidir.
Şair, Tanrının tecellisini sanatkârane bulur. Bütün kainat sanatlı bir şekilde
yaratılmıştır. Đslam sanatkârı için en büyük sanatçı Tanrıdır.

Sun’-i Hak kim yok iken âlemi etmiş peydâ


Andan almış eser-i nazm nizâmın eşyâ
(s.78 K.20 B.1)
(Hakk’ın sanatı âlemi yoktan var etmiştir. Eşya onunla düzen bulmuştur.)

Bülend ü pest-i âlem şâhid-i feyz-i vücûdundur


Değil bî-hûde olmak yok iken arz ü semâ peydâ
124

(s.132 G.4 B.2)


(Âlemin alçak ve yüceliği varlığının lutfunun şahididir. Yer ve göğün yokken var olması
boş yere değildir.)
Şair, varlığın var oluş sebebini de varlıkların Tanrının varlığını göstermesine
bağlar. Varlık, o var olduğu için vardır. Bütün varlık, onun varlığına işaret olduğu için
vardır.
Özetle Fuzûlî varlığın sonradan yaratıldığını ve varlığın kadim olmadığını ifade
eder. Bu zamanın da sonradan yaratıldığı anlamına gelmektedir.

3.1.2.Ahiret

Đslam inancında insan yaşamının iki aşamalı olarak ele alındığı görülür. Đnsan
yaşamı, kabaca dünya hayatı ve ahiret hayatı olarak iki bölüme ayrılır. Dünya hayatı,
maddi bir hayattır. Burada maddenin sınırları ve imkânları insanın yaşamını
şekillendirir. Ahiret hayatı ise ruhani bir hayat olarak anlaşılır. Ancak ahiretin de tam
anlamıyla maddeden bağımsız olduğunu söylemek güçtür. Çünkü diriliş bedenle
olmaktadır. Bu beden çekilen maddi eziyetleri hissetmekte, tadılan maddi zevkleri
algılamaktadır. Bu münasebetle ahiret hayatının tamamen maddeden bağımsız bir hayat
olduğunu söyleyemeyiz. Ahiret yaşamı tam anlamıyla dünyevi yaşamla da örtüşmez.
Orada başka yaşam şartları vardır. Ahiret zamanı ile dünya zamanı arasında büyük
farklılıklar vardır. Dünyaya göre değişik nispetler ve ölçüler kullanılır ahiret hayatında.
Özellikle hadislerde dünya yılı ile ahiret yılı karşılaştırılır. Ahiret yılı yüzlerce dünya
yılına denktir.
Ölüm, insanın dünya yaşamından ahiret yaşamına geçişini simgeler. Ölümle
beraber insanın dünyevi hayatla olan bağı kopmuştur ve onun için yeni bir hayat
başlamıştır. Fuzûlî, ölümü çok rahat kullanır. Fuzûlî, ölümü öyle ürküntü verecek bir
şey gibi ele almaz. Ölüm sıra dışı ve şaşkınlık verici bir durum değildir. Çoğu zaman
tercih edilir. Âşığın yüceliğinin alametlerinden biri de ölümdür. Maşuk sürekli olarak
âşığın canına kast eder. Âşık ise maşuk için canını seve seve vermeye hazırdır. Aşk
çoğu zaman ölümü de doğurmaktadır. Aşk ölümle tamamlanmaktadır. Âşık için
maşuktan ayrılmanın ölümden başka yolu yoktur.

Öyle müstesnâ güzelsin kim sana yoktur bedel


Senden ey can münkati kılmaz beni illâ ecel
(s.214 G.173 B.1)
125

(Öyle eşsiz güzelsin ki sana benzer güzel yoktur. Ey can beni senden ancak ecel ayırır.)

Ey Fuzûlî öyle kim bîmâr-i derd-i aşksan


Yok durur ölmekten özge hiç dermânın senin
(s.212 G.169 B.7)
(Ey Fuzûlî eğer aşk derdinin hastası isen, sana ölmekten başka derman yoktur.)
Şair için aşktan kurtulmak imkânsızdır. Aşktan kurtulamayınca da hastalık
iyileşmemektedir. Bu durumda şairin karşısında ölümden başka alternatif yoktur.
Burada şair ölüme hikemi ve dini bir bakış geliştirmez. Şairimizin bakışı şairanedir. Aşk
hayattır. Ondan kurtulmak ise ölüm.

Vaslın bana hayat verir firkatin memât


Subhâne hâliki halaka’l-mevti ve’l-hayat
(s.149 G.39 B.1)
(Sana kavuşmak bana hayat verir, senden ayrılmak ise ölümdür. Ölümü ve hayatı
yaratan her türlü noksandan münezzehtir.)
Şair, mutluluğu hayatla, mutsuzluğu ise ölümle irtibatlandırır. Bu münasebetle
vuslat onda hayatı ve neşeyi meydana getirirken, ayrılık ve gam ona ölümü
düşündürmektedir. O, ölüme aşk penceresinden yaklaşır. Hatta vuslat eğer sevgilinin
elinde ölmekse o buna da razı görünür.

Tîz çekmezsen cefâ tiğin beni öldürmeğe


Öldürür âhir beni bir gün bu ihmâlin senin
(s.212 G.168 B.4)
(Beni öldürmek için cefa kılıcını bir an önce çekmezsen sonunda bu ihmalin beni
öldürecek.)
Şair, sevgiliden geleni sevmektedir. Ölümü de onun elinden istemektedir. Çünkü
ondan gelen ölümün içinde de vuslat gizlidir. Ölüm sevgiliden gelince yücelmektedir.
Đnsanın dünya zamanının sonu olan ölüm, onun için bir başka zamanın başladığını da
işaret eder. Kıyamet de dünya zamanının sonudur. Kıyametle dünya ve dünya hayatı
sona ermekte yeni bir süreç başlamaktadır ki bu bir başka boyuttur. Burada zaman ve
mekan başka bir görüntü arz eder.

Gelin ey ehl-i hakîkat çıkalım dünyâdan


126

Gayrı yerler gezelim özge safâlar görelim

Seyr-i germiyyet-i gavga-yi kıyâmet kılalım


Vaz’-i cem’iyyet-i hangâme-i mahşer görelim

Reviş-i silsile-i dehr melûl etti bizi


Nice bir dehrde evzâ’i mükerrer görelim
(s.309 Muk.30 B.1-3)
(Ey hakikat ehli gelin dünyadan çıkalım, başka yerler gezelim, başka safalar görelim.
Kıyamet kavgasının şiddetini seyredelim, mahşer gürültüsünün topluluğunu görelim.
Dünya silsilesinin gidişi bizi melul etti. Daha ne kadar dünyada durumların tekrar
ettiğini görelim.)
Şair, fenafillahı da hatırlatan bir kıyamet ve mahşer tablosu sunar. Özge safalar
ancak Vacibu’l-Vücutla bulunur. Beyitte dünyadan kaçış ve ahirete sığınma da
hissedilir.
Şair, kasidelerinde ahirete samimi bir mümin gibi yaklaşır. Ceza gününün
azabından korkar. O, ahireti dünyadaki işlerin hesaba çekildiği yer olarak değerlendirir.
Korkusunun kaynağı da budur. Dünya yaşamı bitmiş yeni bir hayat başlamıştır. Ölüm
insanın sonu değildir. Ahiret dünya hayatıyla karşılaştırıldığında bambaşka hususiyetler
gösterir. Orada bizim bildiğimiz bir zaman algısı ve işleyişi yoktur.

Azâb-i Rûz-i Cezâ vehmi ile şâm ü seher


Bir ıztırâb u azâb içreyim men-i rüsvâ
(s.28 K.1 B.84)
(Ceza gününün azabının düşüncesi ile gece gündüz bir ızdırap içindeyim.)
Şair, ahiret düşüncesiyle şimdiden azap çekmeye başlamıştır. Şair, özellikle
kasidelerinde ahirete ceza-mükafat penceresinden yaklaşır. Mükafat ve ceza bu
dünyanın uzantısıdır. Bu durum ahireti bu dünyanın devamı kılmaktadır. Bir yerde
ahireti bu dünya yapılandırmaktadır. Bu sebeple her ne kadar ahiret bu dünyadan farklı
hususiyetler gösterse de bu dünyaya büyük oranda benzer. Zaten mükafatlar insanın
hoşuna giden tekliflerden oluşurken, mükafatlar da kaçındığı ve hoşlanmadığı birtakım
durumlardır.

Bîm-i dûzah nâr-i gam salmış dil-i sûzânıma


Var ümidim ebr-i ihsânın sepe ol nâre su
127

(s.32 K.3 B.26)


(Cehennem korkusu yanan gönlüme gam ateşi salmıştır. Đhsan yağmurunun o ateşe su
serpeceğinden umudum var.)
Ahiret hayatı tamamen maddeden ayrı bir yaşam değildir. Çünkü maddi olmayan
bir yaşamda maddi bir eziyet çekilemez, maddi bir mükafat görülemez. Maddenin ise
zamandan bağımsız olduğu düşünülemez. Şairimiz, tüm kainatın ve dolayısı ile zamanın
sonradan yaratıldığına inanırken, aynı zamanda zamanın ve maddenin yok olmadığına
da inanıyor. Madde ve zaman yoktan var olmaktadır; ama yok olmamaktadır. Yeni bir
boyutta varlığı devam etmektedir.

Ehl-i dünyânın olmaz âhireti


Ger bunu ister isen andan geç
(s.155 G.50 B.6)
(Dünya ehlinin ahireti olmaz, eğer bunu istiyorsan ondan vazgeç.)
Dünya ve ahireti birbirinin alternatifi olarak verir. Ahiret ve dünya birbirine zıt
bir yerlerde konumlanmıştır. Bunun doğal sonucu olarak insanın bunlardan birini
seçmesi gerekmektedir.
Şairimiz ceza ve mukafat eksenli bakışın dışında tasavvufi bir bakışa da sahiptir.

Ey hoş ol ser-mest kim gönlünde zevk u şevkten


Âhiret endîşesi dünyâ hayâli kalmadı
(s.257 G.259 B.6)
(O sarhoşun hali ne kadar güzeldir ki gönlünde zevk ve şevkten dolayı ahiret düşüncesi
ve dünya hayali kalmamıştır.)
Şair, ahiretten ve dünyadan vazgeçer ve yerine zevk ve şevki koyar. Aşkı her iki
dünyadan da üstün tutar. Böylece cenneti ve cehennemi aşan bu bakış her şeyi aşk
içinde eritir.
Şair, genellikle gazellerinde ahiretle ilgili unsurları birer benzetme unsuru olarak
kullanır. Cehennem çekilen azabı, cennet yaşanan mutluluğu ifade için kullanılır.
Gazellerin genel atmosferi aşk olduğu için şairin rindane tavrı bu bölümde daha
belirgindir.
128

3.2.Sonsuzluk ve Sonsuz Hayat Özlemi


3.2.1.Ölümsüzlük ve Ebed-Ezel Đlişkisi

Devellioğlu, ezel kelimesini “başlangıcı olmayan geçmiş zaman, öncesizlik”


şeklinde anlamlandırmış. Aynı sözlükte ebedin karşılığı “sonu olmayan gelecek zaman”
olarak verilmiş. Sözlükteki anlamlarıyla iki kelime de bir sonsuzluk ifade eder. Ebed
kelimesi “sonsuz zaman, dehr, mutlak zaman” (Kılavuz, 1994, 72) gibi anlamlara da
gelmektedir. Zamanın parçalanabilir olmasına karşılık ebed bölünemez bir süreklilik
anlamı taşır. (Kılavuz, 1994, 72) Ezel sonsuzluğun öncesine, ebed ise sonrasına
gönderme yapar.
Đslam düşüncesinde, dehriler ve Aristo geleneğinden beslenen Đslam düşünürleri
zamanın sonsuz olduğunu savunmuşlardır. Đslam mütekellimleri ise maddenin ve
zamanın sonsuz olmadığını, bir başlangıcı olduğunu ısrarla vurgulamışlardır. Bu
sebeple ezel ve ebed kavramları kullanıldıkları bağlam içinde anlam kazanırlar. Ezel
nedir? Ezel başlangıcı olmayandır, bu sebeple de zaman dışıdır. Bu anlamıyla sadece
Tanrı ezelidir. Ezel sonradan meydana gelen varlıklar için kullanıldığında varlık
kazandıkları ana işaret eder. Bu anlamlandırmalar daha çok âlemin bir başlangıcı ve
sonu olduğunu kabullenenlere göredir. Âlemi kadim sayan görüşe göre ezel ve ebed
zamani kavramlardır. Varlık var olma bakımından ezeli olunca zaman da
sonsuzlaşmaktadır. Sonsuz zamanın geçmişteki ucuna ezel, gelecekteki ucuna ise ebed
denmiştir.
Fuzûlî’de gerçek anlamda sonsuz olan Allah’tır. Diğer varlıkların sonsuzluğu
itibaridir. Diğer varlıklar sonsuzluklarını Allah’tan alırlar.

Ey mihr-i ruhun kadîm ü âlem hadis


Đzhâr-i vücûda keşf-i râzın bâ’is

Geçtim ser-i kûyunda iki âlemden


Libeyne makâmeyni makâmun sâlis
(s.316 R.9)
(Senin yüzünün sevgisi kadîm ve âlem hadistir. Varlığın ortaya çıkmasına sırrı
açıklaman sebep olmuştur.
Senin mahallende iki âlemden de geçtim. Bu ikisinin arasında üçüncü bir makam
edindim.)
129

Ebed kelimesi bazen de ahiret hayatının sonsuzluğunu ifade etmek için


kullanılır. Ebedi saâdet, ebedi hayat, ebedi azap gibi tanımlamalar ahiretin asıl gerçek
olduğuna, dünyanın geçiciliğine vurgu yapar. Nitekim dünya yalandır. Kalıcı olan
ahirettir.

Ey zatına mümkinat bürhan-ı vücub


Sabit sana imtina'-ı imkân-ı uyub

Şayeste-i ni'met-i hayat-ı ebedi


Ervah-ı ma'rifinle ebdan-ı kulub
(s.315 R.2)
(Ey zatının (varlığına) varlıkların kesin delil olduğu (zat), senin için ayıbın mümkün
olmadığı sabittir.
Ebedi hayatın nimetlerinin layığı, senin arif ruhlarınla kalp kavimleridir.)
Ahiret hem nimetleriyle hem de azabıyla kalıcıdır. Bu sebeple oradaki azap
sonsuz bir azaptır. Nasıl ki cenneti sonsuzsa cehennemi de sonsuzdur.

Nâim-i lem-yezeli anda kim sana vâsıl


Mu’azzeb-i ebedî ol ki senden ola cüdâ
(s.27 K.1 B.78)
(Baki olan nimetlendirici orada sana kavuşursa, o sonsuz azap senden ayrılır.)
Bir insan Allah’a kavuşursa azap ondan uzaklaşacaktır. Bu yüzden insanın
Allah’a yaklaşması gerekir ki cehennem azabından korunabilsin.
Ebed bazen zamani sonsuzluğu ifade eder. Dünya zamanıyla bir sonsuzluk
anlamı taşır.

Ne söz ki anda senin yok rızâ-yi huddâmın


Kalır serây-i tabî’atta tâ ebed mahsûr
(s.30 K.2 B.20)
(Senin hizmetçinin rızasının olmadığı söz tabiat sarayında sonsuza kadar mahsur kalır.)
Tabiat sarayında ebediyen mahsur kalmayı kıyamete kadar şeklinde anlamamız
da mümkündür.
Fuzûlî’nin gazellerinde ezel kelimesi elest bezmini ifade etmek için de
kullanılmıştır. Varlığın başlangıcına göndermede bulunarak aşkının derecesini dile
130

getiren şair, aşkla varlık kazandığını da dile getirmiş olmaktadır. Daha hiçbir şey
yaratılmamışken o aşkla tanışmıştır.

Ey Fuzûlî ben dem urmuştum safâ-yi aşktan


Matla’-i hur-şîd icâd olmadan subh-i ezel
(s.214 G.173 B.7)
(Ey Fuzûlî, ben güneşin doğuşu daha icat edilmemişken ezel (elest bezmi) sabahında
aşkın zevkinden bahsetmiştim.)
Aşk şairin kaderidir. Ondan kaçamaz, onunla savaşamaz. Ondan kurtulamaz.
Zaten böyle bir talebi de yoktur. Çünkü o, aşkla yaratılmıştır. Onu yaratan, âşık olsun
diye yaratmıştır.

Ezel kâtipleri uşşâk bahtın kare yazmışlar


Bu mazmûn ile hat ol safha-i ruhsâre yazmışlar
(s.163 G.68 B.1)
(Ezel katipleri (kader yazıcıları) âşıkların talihini kara yazmışlar. Bu mana ile o yüz
sayfasına hat (ayva tüyleri) yazmışlar.)

Düşmesin hiç kimse yâ Rab ben kimi candan cüdâ


Tâ ezelden böyle yazılmış ser-encâmım benim
(s.230 G.205 B.3)
(Ya Rab hiç kimse benim gibi candan ayrı düşmesin. Benim başımdan geçecekler ta
ezelden (elest bezmi) böyle yazılmış.)
Şair aşktan şikayetçi gibi görünüyor. Çünkü kendisi aşk münasebetiyle candan
ayrı düşmüştür. Şair aşka düştüğü için canından mı ayrı düşmüştür yoksa can dediği
canan mıdır? Aşk âşığın canını talep eder. Aşkta kemale ulaşmanın anahtarı canan için
can feda etmektir. Ancak sevgili de can içinde candır. Âşığın hayat kaynağı odur. Şair
her iki manayı da gözetmiştir. O hem kimsenin aşka düşmesini istememektedir hem de
aşka düşenlerin sevgiliden ayrı kalmasını istememektedir. O böyle söylerken kendisi
neden aşka düşmüştür? Candan ve canandan ayrı kalmıştır? O mazurdur çünkü kaderi
böyle yazılmıştır. O kader karşısında son derece teslimiyetçidir. Kadere isyan etmez,
boyun büker ve ağlayıp inler. Yaratılışına itiraz etmez.
131

3.2.2.Fena-Beka

Fena, sözlükte “yok olma, yokluk, geçip gitme” (Devellioğlu, 1996) gibi
anlamlara gelmektedir. Genellikle beka ile (zıtlık ilişkisi içinde) beraber kullanılır. Şair
fena kavramıyla ilgili olarak, kullandığı bağlama göre, olumlu veya olumsuz bir bakışa
sahip olur. Şair geçici olanı istemez, o kalıcı olanın peşindedir. Çünkü gerçek kalıcı
olandır. Geçici olan sahtedir, görüntüden ibarettir. Bu sebeple şair fena kavramını mal,
mülk, para, makam, dünya hayatı gibi maddi unsurların sıfatı olarak kullandığında
kavramın geçicilikle ilgisi ortaya çıkar. Kavram kendi varını yok etmek anlamında
tasavvufi anlamda kullanılıyorsa şairimiz fena ehlidir. Birinci anlamıyla maddenin bir
özelliği olan fena, ikinci anlamıyla maddenin karşısında yer alır. Madde yok edilmelidir
ki mana ortaya çıksın. Divan şiiri mananın (derunun, için) şiiridir dersek herhalde hata
etmeyiz. Bu durum gerçeklik algısıyla uyumludur. Çünkü gerçek (hakikat) kalıcı
olandır, yok olmaya mahkum olan değil.
Beka, bütün kullanılışlarında olumlu mana taşır. Beka kalıcı olanın niteliğidir.
Beka maddenin yok edilmesiyle kazanılan mertebedir. Beka bazen de ahiret hayatının
bir özelliği olarak kullanılır.
Fena, yok olmaktır. Yoklukla ilişkilenmektir. Beka ise kalıcılıktır. Dünyanın
sonuna kadar var olmak, içinde bulunduğumuz zaman dilimi içinde yokluktan
kurtulmaktır.

Bâki-i mu’ciz ne hâcet din-i hak isbâtına


Âlem içre mu’ciz-i bâki yeter Kur’an sana
(s.133 G.6 B.4)
(Hak dinin ispatı için kalıcı bir mucizeye ne gerek var? Kainat içinde sonsuz mucize
olarak Kur’an sana yeter.)
Burada dini anlamda bir kalıcılıktan söz edilmektedir. Kur’an kıyamete kadar
caridir. Đçeriği değiştirilmeden, bütün meydan okumalarına rağmen, benzeri
yazılamadan dünyanın sonuna kadar kalacaktır. Ayrıca metnin bizatihi kendisi birçok
yönden icaz hüviyetine sahiptir. Bunları çağrışım yoluyla bize hatırlatan şair, Kur’an’ın
mucize olarak kalıcılığına vurgu yapmıştır.
Fena ve beka kelimeleri dünya ile ilişkili kullanıldıklarında fena ölüm, beka ise
kıyamete kadar yaşamak anlamlarına gelir. Bir diğer deyişle beka bu dünya zamanının
sonuna kadar kalmak anlamındadır. Fenaya ölüm, bekaya ise ölümsüzlük diyebiliriz.
132

N’ola ger sâbıklar olduysa fenâ oldur garaz


Meyve gösterdükde dökmek resmdir eşcâr gül
(s.47 K.9 B.57)
(Öncekiler öldüyse ne olur, zaten amaç meyve verdiğinde ağacın yaprağını dökmesidir.)
Önceki sultanların ölmesi çok doğaldır, çünkü onlar memduhun yanında yaprak
mesabesindedirler. Asıl amaç meyvedir. Meyve de şimdi olgunlaşmıştır.

Her şu’â-i hançerin berk-i fenâdan bir şerer


Her sadâ-yi nâvekin mülk-i ademden bir peyâm
(s.62 K.14 B.21)
(Hançerinin her parıltısı yokluk şimşeğinden bir kıvılcım, okunun her sedası yokluk
mülkünden bir haberdir.)
Şair memduhun savaştaki üstünlüğünü anlatırken fena kelimesini ölüm
anlamında kullanıyor. Beyitte ademle fena benzer anlamları taşımaktadır.

Zihî kerem ki nazar kılmayıp adâvetine


Müyesser eylemiş Đblis’e i’tibâr-i bekâ
(s.27 K.1 B.73)
(Ne güzel kerem ki düşmanlığına bakmayıp şeytana ölümsüzlük şerefi vermiş.)
Allah, iblisin kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesiyle ilgili talebine
olumlu karşılık vermiştir. Şeytan da bu süre içerisinde insanları yoldan çıkaracağını
ifade etmiştir. Fuzûlî bu olaya dikkat çekmekte ve Allah’ın keremini övmektedir.
Şeytana verilen süre kıyamete kadar geçerlidir. Bekadan maksat da kıyamete kadar
geçerli olan süredir ki dünyevi anlamdaki sonsuzluk bu süreyi kapsamaktadır.

Bakâsı mümkin olmaz olsa ger divâr-i ömründe


Meh ü hur-şîdden hışt-i binâ eflâkten kâşî
(s.266 G.276 B.5)
(Eğer ömrünün duvarında ay ve güneşten bina kerpici, göklerden de çînî bulunsa
ömrünün sonsuzluğu mümkün olamaz.)
Şair, kainatın en azametli nesnelerini, en çok kalıcı olan varlıklarını zikrederek
ölümsüzlüğün imkânsızlığına vurgu yapıyor. Ömrün eninde sonunda sona ereceğini
belirtiyor.
133

Şarâb-i nâb zevkinden ne hâsıl çin değil bâki


Nihâl-i ömre bin kez su verip âhir kuruttun tut
(s.152 G.44 B.3)
(Saf şarabın zevkinden bir fayda yok çünkü bu zevk kalıcı değil. Ömür fidanına bin defa
su verip sonunda kuruttun say.)
Şair, kalıcılığa değer vermektedir. Kalıcılığı olmayan varlığın, devamı mümkün
olmadığı için, varlığını yokluk takip etmektedir. O iki yokluk arasına sıkışmıştır.
Yokluk ise bir değer değildir. Şair bu sebeple kalıcı olana gerçeklik ve değer
atfetmektedir. Mademki ilk hali ve son hali yokluktur o halde onun varlığının asıl
niteliği yokluktur. Şairin istediği ise bekadır, baki olmaktır. Zevk de ancak baki olursa
bir anlam taşır.

Bakâ-yi sûret-i Şirin için tevfîk mi’mârı


Binâ-yi aşk-i Ferhâd’ın esâsın Bi-sütûn etti
(s.269 G.283 B.6)
(Şirin’in suretinin kalıcı olması için, Allah’ın yardım mimarı Ferhad’ın aşk binasının
temelini Bi-sütun yaptı.)
Amaç Şirin’in şeklinin, adının, formunun, kabuğunun kalıcı olmasıdır.
Sevgilinin sonsuzlaşmasıdır. Güzelin ve güzelliğin sonsuzlaşmasıdır. Tevfîk mimarı,
bunun yolunu bulmuştur. Ferhad’ın aşkını sonsuzlaştırmak. Onun aşkını Bi-Sutun’un
üzerine inşa etmek. Onun aşkını en sağlam temel üzerine inşa etmek. Ferhad Bi-
sütun’da aşkını ve kendini sonsuzlaştırdı. Ölüm onu ebede taşırken adını geride bıraktı.
Adını ölümsüz âşıklar arasına yazdı. Ferhad’ın ölümü Şirin içindi. Şirin de Ferhat’la
sonsuzlaştı. Sureti, mana (aşk) bekaya ulaştırdı.

Bi- bakâdır neş’e-i mey zevkin ettim imtihân


Hiç zevk-i bâki olmaz neş’e-i didâr tek
(s.206 G.157 B.8)
(Đçki neşesinin zevkini denedim, sonsuz değilmiş. Sevgilinin yüzünün neşesi gibi sonsuz
bir zevk olmaz.)
Ab-ı Hayatla ilgili beyitleri incelerken de belirttiğimiz gibi şair ölümsüzlüğü
aşkla bağlantılı düşünmektedir. Sonsuzluğu sadece aşk mümkün kılmaktadır. Kalıcılığı
sağlayan aşk olduğu için de şair için en büyük gerçeklik aşktır. Ya da gerçekliğe ancak
aşkla erişilir:
134

Zevk-i didâriyle dil-dârın yok ettim varımı


Devlet-i bâki ki derler devlet-i didâr imiş
(s.194 G.132 B.6)
(Sevgilinin yüzünün zevkiyle varımı yok ettim. Sonsuz saâdet dedikleri sevgilinin
yüzünün saâdetiymiş.)
Bir yukarıdaki beyitle ilgili değerlendirmeye şunu da eklemek gerekir ki;
Müslüman şarkta ölümle hayat ayrı kulvarlarda koşmazlar. Hayat ve ölüm kesin
çizgilerle birbirinden ayrılmamıştır. Bu iki kavram birbirinin rakibi veya zıddı değildir.
Ölüm hayatı yok etmez, hayat da ölümü. Biri diğerini bünyesinde barındırır, biri
diğerini doğurur. Hayat ölümü, ölüm hayatı inşa eder. Ölüm yokluk değildir. Ölüm yeni
bir diriliş imkânıdır. Ölüm bir başka nitelikte hayattır. Böylece şair sevgili yolunda
yokluğa mahkum varlığı soyunarak gerçek mutluluğa ulaşır. Gerçek mutluluk kalıcı
olan mutluluktur. Bu ise ancak geçici olanı öldürmekle elde edilir. Bu tenden kurtulup
mana olmaktır. Fuzûlî’nin manasını aşk imar eder.
Fena ve beka kavramları, Fuzûlî’de ağırlıklı olarak tasavvufi anlamda
kullanılmaktadır. Şair genellikle fenanın yanında yer alır. Amaç bekaya ulaşmaktır.
Dünya hayatının geçiciliğine karşı ebedi ahiret hayatına yönelir. Bazen tam bir rind olur
dünya hayatının, şarabın ve aşkın peşinde koşar. Gerçek varlık bunların sağladığı
neş’ededir. Bazen de ne dünya hayatının zevki ne ahiret hayatının sonsuz ve sınırsız
lezzetleri şairimizi celbeder. Şairimiz ikisinden de uzaklaşır kendisine başka bir yol
bulur. Bu yüzden, fena ve beka kavramlarının işlenişinde vahdet-i vücudun kokusu
gelir. Dünyaya ve ahirete karşı sergilenen bu farklı yaklaşımların temelinde sanki bir
müridin farklı makam ve hallerdeki bakışını buluruz.

Habs-i hevâda koyma Fuzûlî-sıfat esîr


Yâ Rab hidâyet eyle tarîk-i fenâ bana
(s.132 G.3 B.7)
(Ya Rabbi hevanın çirkinlikleri içinde beni Fuzûlî gibi esir koyma, beni fena yoluna
eriştir.)
Yukarıda şairin ölümsüzlüğü arzuladığını belirtmiştik. Burada ise fenayı
arzulamaktadır. Şair ölümsüzlüğü arzularken de maddenin uzağında düşünür, yokluğu
arzularken de. Đnsan çamurdan yaratılan bir suretle bu surete üflenen Tanrısal bir özden
varlık kazanmıştır. Çamur insanın bedenidir, benliğidir. Çirkinliklerin, günahların
hataların ve kötülüklerin kaynağı bu benliktir. Đnsan olmak çamurdan ilahi öze
135

yükselmekle mümkündür. Bunun yolu çamuru aşmak, çamuru yok etmektir. Ancak o
zaman yokluğa mahkum bedenden asıl varlık olan ilahi öze kavuşulmuş olur. Çamuru
yok ederek kendini var kılar. Bu sebeple şair bir ızdırap çekmektedir. Bedeni ve
arzularını aşamamanın ızdırabını. Bu bir nevi varlık bunalımıdır ki şair bundan ancak
varını yok ederek kurtulacağını düşünmekte fakat bunu yapmaya da gücü
yetmemektedir. Bu yolda Allah’tan yardım istemektedir. Çünkü varlıktan kurtulamazsa
gamdan da kurtulamayacaktır.

Ser-be-ser vâdi-i mihnettir ü gam mülk-i vücûd


Bir ferâgat yeri yok şehr-i fenâdan gayrı
(s.264 G.272 B.4)
(Varlık mülkü baştanbaşa gam ve bela vadisidir. Fena şehrinden başka bir kurtuluş yeri
de yoktur.)
Fuzûlî, varlıktan rahatsızdır. Burada varlığı çift yönlü düşünmek gerekmektedir.
Çünkü onun için adem karanlık varlık aydınlıktır. Peki neden varlıktan rahatsızdır?
Soruyu şöyle sormak daha doğru olur: hangi varlıktan rahatsızdır? O maddeden
rahatsızdır. Madde onu sınırlar, madde geçicidir, madde tüm kötülüklerin kaynağıdır.
Maddedir onun hayatta çektiği sıkıntılara sebep. Ancak maddeyi öldürmekle maddeden
kurtulmak mümkündür. Hakiki varlık o zaman kazanılır. O varlık neş’esini o zaman
kazanır. Fenaya nasıl ulaşılır? Onun kılavuzu kimdir? O yolun azığı nedir? Fuzûlî’de bu
soruların cevabı aynı zamanda birçok sorunun da ortak cevabıdır: Aşk.

Hâsılım yok ser-i kûyunda belâdan gayrı


Garazım yok reh-i aşkında fenâdan gayrı
(s.264 G.273 B.1)
(Senin mahallende beladan başka kazancım yok. Senin aşkının yolunda fenadan başka
amacım yok.)
Aşk yolu, hem fenaya erdiricidir hem de fenayı gerekli kılar. Aşk denilen şey
Fuzûlî’de basit bir hislenme veya maddi bir duygu olmaktan çok felsefi ve tasavvufi bir
muhteva taşır. Cinsi bir şey değildir. Çünkü cinsi aşkın karakteri vuslat tutkusudur.
Madde, maddeyi çeker. Maddi aşk bir başkasının maddesinde erimeyi özler ve bunun
için çaba harcar. Oysa Fuzûlî’de aşk varlığın mevcudiyet sebebidir. Aşk Fuzûlî’de
kendini var kılma yoludur. Fuzûlî düşünmeyi, duymayı, başkaldırmayı varlığının ve
varlığın sebebi olarak görmez. O, âşığım o halde varım, der. Aşk onun “beşer” olarak
136

bağlarından kurtulup “insan” olarak var olmasının yoludur. Onun için aşk yolundaki tek
arzusu bu yolda fenaya ermektir, vuslat değil.

Terk ü tecrîd ihtiyâr et kim diyâr-i aşkta


Fakr bâzârına esbâb-i fenâdandır revâc
(s.154 G.49 B.5)
(Dünyayı terk et ve bütün maddi alakalardan soyun çünkü aşk ülkesinde, fakr pazarı
fena sebebiyle değer kazanır.)
Aşk ülkesinde işler buranın tersinedir. Burada aşkı mantığın karşısındaki yerine
oturtarak değerlendirmek gerekir. (Görece) Aklın ve mantığın hüküm sürdüğü dünya
mülkünde insanlar mevki, makam, nam ve mallarına göre kıymetlendirilirler. Aşk
ülkesinde de aynı kıymet ölçüleri geçerlidir. Burada da insanlar makamlarına göre
değerlendirilirler. Manevi mertebe ve makamları onların kıymetini tayin eder. Burada
da insanlar nama önem verirler. Aşk yolunda çekilen çile ve aşk yolunda feda edilen
canla kazanılan nama. Burada da malla kıymet kazanılır. Malın varlığıyla değil
yokluğuyla. Aslında bir mertebe ilerisinde bunlar da anlamsızlaşır. Hiçbir değer ölçüsü
kalmaz. Ancak şairimiz bu mertebeden konuşmamaktadır. Çünkü henüz fenaya ulaşma
çabasındadır.

Ey ruhun kıble-i can hâk-i derin Ka’be-i dil


Reh-i aşkında fenâ ser-hadi evvel menzil
(s.215 G.175 B.1)
(Ey yüzü canın kıblesi, kapısının toprağı gönlün Kabe’si olan, aşkının yolunda fena
sınırı ilk konaktır.)
Sevgili ilahi bir varlıktır. Şair sevgiliye tapar. Aşk, şair için dindir. O, dini de
böyle anlar.

Gönül verdim fenâ vü fakra terk-i i’tibâr ettim


Bi-hamdi’llâh ki âhir küfrüm imâna değşirdim
(s.226 G.197 B.4)
(Fena ve fakra gönül verdim, şerefi terk ettim. Allah’a hamdolsun ki küfrümü imana
değiştirdim.)

Râh-i aşk içre bana ancak fenâ maksûd idi


137

Şükr kim maksûda yettim intizârım kalmadı


(s.258 G.260 B.6)
(Aşk yolunda bana sadece fena amaç idi. Şükürler olsun ki amacıma ulaştım, artık
özlemim kalmadı.)
Fenayı iki manasıyla da düşünmek mümkündür beyitte. Aşk yolunda benim
amacım ölmek idi. Öldüm ve başka isteğim kalmadı. Ya da aşk yolunda arzum bütün
maddi bağlardan kurtulmaktı, kurtuldum ve başka isteğim kalmadı. Âşığın hedefi
sevgilidir. Aşk onu sevgiliye çağırır ve o da sevgiliye kavuşmak için mücadele eder.
Beyti daha çok tasavvufi manada anlamak gerekir. Aşk yolunda (seyr ü sülükte)
amacım fena idi, masivadan azade olmak idi. Bu mertebeye ulaştım. Özlem, emel ve
arzudan kurtuldum. Yukarıda fena yoluna giren, fenayı arzulayan, bu yoldaki
mücadeleden bahseden şairimiz fena makamına ulaşmıştır. Şimdi o perdeden
konuşacaktır.

Fâni-i mutlakım kabûl etmen


Minnet-i Hızr ile Zülâl-i Bekâ
(s.81 K.21 B.12)
(Mutlak faniyim Hızır’dan gelecek iyiliği de sonsuzluk suyunu da kabul etmem.)
Şair, tasavvufta bir makam olan fena makamında bulunduğunu bu münasebetle
ne Hızır’ın lutfunu ne de Ab-ı Hayatı istediğini söylüyor. Fena makamı dünya ile ilgili
bütün bağların koparıldığı makamdır. Fena makamı ölmeden önce ölme makamıdır.
Fena makamı varlıktan soyunma makamıdır. Fena makamı varlıkta yokluğa karışma
makamıdır. Fena makamı benin hiçe tebdil edildiği makamdır. Şair bütün varını yok
ettiği için sonsuz hayatın remzi olan Hızır ve Ab-ı Hayatla da bağını koparmıştır.
Fena, bu yolda varılacak son makam mıdır? Buradan sonra beka vardır. Yeni
menzil bekadır. Fenaya ermeyen bekaya ulaşamaz. Fenada kalan da bekaya eremez.
Ölümsüzleşmek için önce ölmek lazımdır. Ancak ölü kalmamak gerek. Bu ölüm diriliş
için olmalı. Bu ölüm ölümsüzlüğe diriliş olmalı. Vuslat ölümdür. Vuslat durmaktır.
Vuslat bitiştir. Fuzûlî’de durmak yoktur. Onun için aşk yolunda konaklar vardır ancak
hiçbir konak son durak değildir. Onun yönü hep sevgiliye doğrudur. Fenaya erdi diye işi
bitmemiştir. Bu menzilin ardında yeni menzil vardır : Beka.

Arif isen tutagör ser-rişte-i feyz-i beka


Terk kıl bu suret-i fani vü nakş-ı za'ili
138

(s.311 Muk.37 B.3)


(Arifsen bekanın kereminin ipucunu tut. Bu yok olucu nakşı ve fani sureti terk et.)
Artık o fenayı aşmış bekayı arzulamaktadır. Ona göre gerçek irfan budur. Fena
mertebesinde maddeyle mücadele vardır. Bekada ise ma’şuktan başkası olmadığı için
madde zaten yoktur. Olmayan şeyle mücadele de olmaz. Şairin beka arzusunda
maddeyle mücadele de vardır. O, maddeyle mücadelesini tamamlamamış ancak bekaya
gözünü dikmiştir. Onun yeni hedefi bekadır.

Bekâ mülkün dilersen varını yok eyle dünyâ tek


Etek çek gördüğünden âf-tâb-i âlem-ârâ tek
(s.205 K.21 B.12)
(Beka ülkesini istiyorsan dünya gibi varını yok et. Kainatı süsleyen güneş gibi
gördüğünden eteğini çek.)
Bekaya ermek için fenaya ermek gerekmektedir. Varını yok etmek fenaya
ermenin yoludur. Fena varı yok etmektir. Ancak bundan sonra bekanın yolu açılır.
Şairimiz hala maddeyle savaştadır.

Şehîd-i aşk olup feyz-i bakâ kesb eylemek hoştur


Ne hâsıl bî-vefâ dehrin hayât-i müste’ârından
(s.235 G.214 B.2)
(Aşk şehidi olup beka ihsanı kazanmak hoştur. Vefasız dünyanın iğreti hayatından ne
fayda.)
Şairin beka ile ilgili yaklaşımlarında genellikle beka yurdu ile dünya arasında
zıtlık ilişkisi kurulur. Dünya geçicidir, orası kalıcıdır. Dünya yalandır, orası gerçektir.
Dünya elem yurdudur, orası mükafattır. Ancak tasavvufi anlamda bekaya ulaşanın
dünya ile işi kalmamıştır. O fenada dünya ile hesabını görmüştür. Fuzûlî fenadan
bekaya bakıyor gibidir. Henüz dünya ile işi bitmemiştir. Ancak o beka ehli olduğunu
ısrarla söyler:

Her cihetten fariğim âlemde haşa kim ola


Rızk için ehl-i beka ehl-i fena çakeri
(s.313 Muk.42 B.9)
(Bütün yönlerden alakamı kestim, kainatta, haşa, rızk için beka ehli fena ehline köle
olsun.)
139

Fuzûlî, bütün her şeyden alakasını kesmiştir. Maddeyi aşmış, tamahtan


kurtulmuştur. Rızk, kazanç, mal gibi kavramlar maddeye ait değerlerdir. Maddeyle işi
kalmayan için bunlar birer değer değildir. Bu sebeple mana ehli, dünya ehline mal ve
madde için köle olmaz, uşaklık yapmaz. Fuzûlî hala maddeyle savaştadır. Her ne kadar
maddeden soyundum dese de bu sözünde kendisini muhtaç bırakanlara bir sitem var
gibidir. Ancak o gerçeği, kalıcı olanı, arar. Onun hedefi ne dünyadır ne de ahiret.
Maddeden soyunurken dünyayı ve ahireti beraber soyunmuştur. Çünkü ikisinde de
maddi bir zevk vardır. O ise rızayı arar.

Nedir dünyâ vü ukbâ bî-rızâ-yi Murtazâ bi’llâh


Ne ol bâki gerek sıdk ehline mutlak ne bu fâni
(s.93 K.26 B.29)
(Hz. Ali’nin rızasının olmadığı dünya ve ahiret nedir? Billahi doğruluk ehline ne o baki
gerek ne de bu fani.)

3.2.3.Ölümsüzlük ve Âb-ı Hayat

Đslam, insanın dünya serüveninin geçiciliğine vurgu yapmaktadır. Đslam


inancının ahiret hayatıyla ilgili bakışı insanın ölümsüz bir varlık olarak kabul edildiğini
gösterir. Đslam düşünürleri arasındaki fark bu ölümsüzlüğün keyfiyeti meselesindedir.
Ferdi bir ölümsüzlük anlayışını savunanlar öte dünyada insanın ferdiyetini muhafaza
ederek hayatiyetini sürdüreceğini dile getirir. Tanrıda ferdiyetin yok edilmesiyle
ölümsüzlüğe erilebileceğini iddia edenler (fenafillah), tek mümkün ölümsüzlüğün
Tanrıda son bulmakla kazanılacağını ifade etmişlerdir. Ferdi ölümsüzlüğü kabul edenler
arasında da görüş ayrılıkları vardır. Ferdi ölümsüzlük mümkünse bu bedenle mi yoksa
ruhla mı gerçekleşecektir? Bedenle gerçekleşecekse bu beden bu dünyada sahip
olduğumuz bedenin aynısı mı olacaktır yoksa öte dünyaya özgü yeni bir beden mi
olacaktır? Bu dünyada sahip olduğumuz bedenle mümkün olacaksa bu beden benim
hangi devremdeki beden olacaktır? Ruhla mümkünse bedenin benim ferdiyetimin
oluşmasında hiç etkisi yok mudur? Varsa bedensiz ruh ne kadar “ben”im? Gibi sorular
Đslam düşünürlerinin cevap aradığı sorular olmuştur.
Divan şiirinin dünyası, zıtların terkibinden doğan ideal bir dünyadır. Bu dünyada
kavramların birbirleriyle ilişkileri mantıki açıdan oldukça karmâşık görünür. Mantıken
bir arada bulunmaları imkânsız olan zıtlar bu dünyanın unsurlarını oluştururlar. Fena ve
140

beka birbirinin içine geçmiş artık bir olmuş mefhumlardır. Đnsan fenanın kapısından
geçerek bekaya ulaşır. Sonsuzluk karanlıkların içine gizlenmiş bir aydınlıktadır.

Ey Fuzûlî hâk-i kûy-i yâre yettim hanı Hızr


Kim verem kâmın olam Âb-i Hayat’a reh-nümün
(s.243 G.230 B.7)
(Ey Fuzûlî yarin bulunduğu yerin toprağına ulaştım Hızır nerede? Arzu ettiğini vereyim
de ölümsüzlük suyuna yol gösterici olayım.)
Fuzûlî, sevgilinin muhitinde can vererek ölümsüzlüğe ulaşacaktır. Ona
ulaşmakla da kalmayacak onun yol göstericisi olacaktır. Ölümsüzlük suyuna kılavuz
olabilmek için candan geçmek gerekmektedir. Ölerek ölümsüzlüğe erilir.

Zehr-i kahrın içmeden var ise kastın katlim et


Âb-i Hayvân içsem öldürmek olur müşkil beni
(s.273 G.291 B.2)
(Senin derdinin zehrini içmeden (beni öldürmek gibi bir) niyetin varsa beni öldür.
Çünkü ölümsüzlük suyunu içtikten sonra beni öldürmek zor olur.)
Ab-ı Hayat, aşk ızdırabına benzetiliyor. Âşığın çektiği her türlü elem de onun
ölümsüzleşmesine katkıda bulunmaktadır. Şair paradoksal bir yaklaşım geliştiriyor.
Sevgiliye beni öldürmek istiyorsan şimdi öldür ölümsüzlük suyunu içtikten sonra beni
öldürmek zor olur diye sesleniyor. Ancak ölümsüzlük suyu aslında aşk derdinin
zehridir. Zehir zaten öldürücüdür. Şair bu zehre ölümsüzlük bağışlama niteliği
vermiştir. Her halükarda âşık ölümsüzdür.
Fuzûlî, ölümsüzlüğün peşinden koşmuştur. O da ölümsüzlüğü arzulamıştır.
Mahlas alışında dahi zamana iz bırakma arzusunu görürüz. O aynı mahlası paylaştığı
şairlerin içinde kaybolmak istemez. Bunun için kimsenin seçmeyi istemeyeceği bir
mahlas seçer.
Fuzûlî için iki ölümsüzlük seçeneği vardır. Bunlardan birincisi adını
ölümsüzleştirmektir. Đkincisi ise, insanlığın bilinçaltında yatan etiyle kanıyla ebedi
olarak yaşamaktır. Birinci tarz ölümsüzlükte Fuzûlî ya bir âşık olarak adını yaşatacaktır
ya da şair olarak. Ki bu iki ölümsüzlük tarzı birbirinin içinden geçen, birbiriyle kesişen
yollardır. Onun Mecnûn’la olan rekabetinde bir âşık olarak adını ölümsüzleştirme
gayretini görürüz. Bütün aşk kahramanları kusurludur, gerçek âşık odur.
141

Şair olarak da ölümsüzleşmek isteyecektir çünkü o bir şairdir şiirinin adını


yaşatmasını arzu etmektedir. Şiirinin, ona dünya menfaatlerinin kapısını yeteri kadar
açmasa da, onu diğerlerinden ayırdığının farkındadır. Şiir ona ölümsüzler arasında bir
yer açacaktır. Adı ölümsüz şairlerin arasında yer alacaktır.

Huceste Hızr’dır Âb-i Hayât içmek için


Zaman zaman zulemâta kılar güzâr kalem
(s.106 K.33 B.7)
(Kalem kutlu bir Hızır’dır ki ölümsüzlük suyunu içmek için zaman zaman karanlıklara
girer.)
Beyitte kalem ve mürekkeple ilgili hayal Hızr ve Ab-i Hayat telmihlerinden
faydalanılarak tamamlanmıştır. Kalem mürekkep almak amacıyla hokkanın içine girer
çıkar. Mürekkep siyahtır, hokkanın içi karanlıktır. Peki mürekkep almakla kalem nasıl
ölümsüzlük suyunu içmiştir. Yazdıkları kalemi ölümsüzleştirecektir. Kalemin seyahati
şairin ölümsüzlüğünü getirecektir. Şair kalemin ölümsüzleştirmek gibi bir fonksiyonu
olduğunu da dile getirmiş oluyor.
Fuzûlî’nin ölümsüzlükle ilgili düşünceleri insanı tanımlama ve anlamlandırma
ile ilgili düşünceleriyle ilişkilidir. Fuzûlî’de insan seven insandır. Âşıktır. Đnsan bir
gönülle bir bedenden oluşmuştur. Gönül öz, beden kabuktur. Hayata ve insana aşk
penceresinden bakıldığında gönül insanın hayatiyetini sağlayan cevhere dönüşmektedir.
Ruhun yerini gönül almıştır. Şair ruh ile bedenden değil de gönül ile bedenden
yaratılmış gibidir.

Her kimin âlemde mikdârıncadır tab’ında meyl


Ben leb-i cânânımı Hızr Âb-i Hayvân’ın sever
(s.171 G.83 B.2)
(Âlemdeki herkesin tabiatındaki meyl değeri kadardır. Ben sevgilinin dudağını isterim,
Hızır ise sonsuzluk suyunu sever.)
Şair beyitte ölümsüzlük suyunu sevgilinin dudağına rakip olarak çıkarır. Bu
kıyaslamada sevgilinin dudağıyla ölümsüzlük suyu karşılaştırılmaz. Onların üzeriden
taliplerinin değeri vurgulanır. Şair ölümsüzlük suyunu istemez çünkü gönlü (yaradılışı)
onu başka yöne çekmektedir. O sevgiliyi ister. Sevgili sudan değerlidir.

Dedin ey Hızr benzer yâr lâ’li Âb-i Hayvân’a


142

Bu ta’zîm ile toprakdan götürdün Âb-i Hayvân’ı


(s.261 G.266 B.5)
(Ey Hızır, yârin dudağı ölümsüzlük suyuna benziyor dedin. Bu övgü ve yüceltme ile
ölümsüzlük suyunu topraktan çıkardın.)
Hızr, sevgilinin dudağını ölümsüzlük suyuna benzetmiştir. Bu benzetme öyle
yücedir ki sonuçta Âb-i Hayat topraktan çıkmıştır. Su hayat, toprak ölümdür. La’l
topraktan çıkar. Hayat suyu sevgilinin la’l dudaklarına benzediği için topraktan
çıkmıştır. Sevgilinin dudağı asıl ölümsüzlük bağışlayıcısıdır. Âb-i Hayat ise ona
telmihen hayat kazanmıştır. Sevgiliden bağımsız bir ölümsüzlük mümkün değildir.
Đnsana böyle bir noktadan baktığımızda, ölümsüzlüğü sadece aşkın mümkün
kıldığını görürüz. Ab-i Hayat sevgilinin dudağıdır. Fuzûlî aşkla sonsuzluğu
yakalamaktadır. Bu noktada aşkın muhatabı önemini yitirmekte aşkın kendisi önem
kazanmaktadır. Muhatap muhakkak ki aşkın niteliğini belirler ancak siz mutlak anlamda
aşkı hayatı anlamlandırma şekliniz olarak kabul etmişseniz muhatabın önemi yoktur.
Aşk Fuzûlî’nin varlığının anlamı olduğu gibi bekasının da imkânıdır.

Yazabilmez leblerin vasfın tamâm-i ömrde


Âb-i Hayvan verse kilk-i Hızr’a zulmetten devât
(s.150 G.40 B.2)
(Ölümsüzlük suyu Hızır’ın kalemine karanlıktan divitler verse, Hızır ömrünün
tamamında dudaklarının vasfını yazamaz.)
Ab-ı Hayat telmihinin ayrılmaz parçaları Hızr ve karanlıklar bu beyitte
kompozisyonu tamamlamak amacıyla bir araya gelirler. Bu beyitte şairin ölümsüzlüğe
duyduğu iştiyakla ilgili açık bir gönderme yoktur. Ancak şair, sevgilinin dudağının
vasfını Hızır’ın ömrünün sonuna kadar anlatamayacağını belirtiyor. Hızır Ab-i Hayatı
bulmuş ve ölümsüzleşmiştir. Onun ömrünün bir sonu yoktur. Şairimiz sevgilinin
dudağını anlatma işinin imkânsızlığına vurgu yapmakla beraber sevgilinin dudağının
vasfının sonsuzluğuna da vurgu yapmaktadır. Yalnız dudağı bu kadar sonsuz niteliklere
sahip olan bir sevgilinin bizatihi kendisi nasıl bir hususiyet arz eder? Sevgili sonludur
ve bir sona mahkumdur. Onu âşık sonsuzlaştırır. Ancak sonsuz niteliklere sahip
maşukun aşkı sonsuz olabilir. Âşık sonsuz bir aşka sahipse ebedidir.
Aşkın dışındaki hiçbir şey, onu mutlu kılmayacaktır. Aşk ise onu bütün madde
bağlarından kurtaracaktır.
143

Teşne-i câm-i visâlin Âb-i Hayvân istemez


Mâ’il-i mûr-i hatın mülk-i Süleymân istemez
(s.186 G.115 B.1)
(Sana kavuşma kadehine susamış olanlar ölümsüzlük suyunu istemezler, ayva tüylerinin
yoksulluğuna meyleden Süleyman’ın mülkünü istemez.)
Ölümsüzlük suyu, sevgiliye kavuşmaya susamışların susuzluğunu gideremiyor.
Şair benzer kıyaslamayı yaptığı beyitlerdeki gibi burada da Ab-ı Hayatı pek
önemsemez. Ab-i Hayatın karşısına aşkı çıkarır ve tercihini ondan yana kullanır. Ab-i
Hayat Süleyman’ın mülkü, sevgiliye kavuşma ise bir nevi fakrdır. Ab-i Hayat sureten
daha tercihe şayandır. Ancak şair görünenin arkasındaki görünmeyeni keşfetmiştir.
Böylece asıl tercihe şayan olanı yüceltmiştir.

Can verir lâ’lin temennâsında bin Âb-i Hayât


Feyzine leb-teşne yüz Hızr ü Mesîha’ dır senin
(s.212 G.170 B.3)
(Dudağının arzusuyla bin ölümsüzlük suyu can verir, senin feyzine yüz Hızır ve Mesih
susamıştır.)
Ölümsüzlük suyunun kendisi nasıl can verir? Çünkü ölümsüzlüğü asıl
bağışlayan sevgilidir. Onun için ölümü tatmamış olan iki telmih unsuru sevgilinin
feyzine susamıştır.
O, şiirlerinde sonsuzluğu bir tür sonun içinde arar. Bireysel varlığını sona
erdirerek vuslata ulaşmak. Âşık için ben ve benlik yoktur. Can ancak canan için
sevilirse kişi gerçek âşıktır. Aşkın kemali canan için can vermektir. Böylece âşık
ölümsüz âşıklar arasında kendisine bir yer bulabilir. Yerleşik aşk geleneği, çeşitli
imtihanlardan geçirdiği âşıklara ölümsüzlüğü bir ödül olarak bağışlar.

Vermeyen cânın sana bulmaz hayât-i câvidan


Zinde-i câvid ana derler ki kurbandır sana
(s.140 G.21 B.2)
(Sana canını vermeyen sonsuz hayatı bulamaz, sonsuz hayat sahibi sana kurban
olandır.)
Fuzûlî’nin aşk tasavvurundaki tercih edilmiş ayrılık bir tür aşkı sonsuzlaştırma
gayretidir. Aşk, hayatın anlamıdır, onun sonu, ölümsüzlük hayalinin hüsranıdır. Bunun
için Fuzûlî’de vuslat görünür ama yakalanamaz. Ne zaman maşuka yaklaşılsa, ona
144

ulaşıldığı zannedilse, o birden bire uzaklaşır. Vuslatın sürekli kovalanması ama bir türlü
gerçekleşmemesi sonsuz aşkın kapısını aralar. Böylece şairimiz de ölümsüzleşmektedir.
Nasıl ki varlığı, anlamını ezelde aşkla kazandıysa onu ebedileştirecek hayat pınarı da
aşk olacaktır. Bu sebeple Fuzûlî’nin arzusu sevgiliyedir. O bitmek tükenmek bilmeyen
bir aşk arar.
“Zira arzu, baki kalmanın sebebi olan şeyi, istemekten ibarettir. Eksileceğinden
ve helak olacağından korkmayanın, arzu sahibi olması imkânsızdır. Zira öfke; eksiklik
ve helak gerektiren zararlı şeyleri savma gücünden ibarettir. Arzu, uygun şeyleri
istemek, öfke ise, olumsuz şeyleri savmak içindir.” (Gazali, 2002, 213)

Ey Fûzûlî intihâsız zevk buldun aşktan


Böyledir her iş ki Hak adiyle kılsan ibtidâ
(s.131 G.1 B.7)
(Ey Fuzûlî aşktan bitimsiz zevk buldun. Allah adıyla başladığın her iş böyledir.)
Şairimiz aşka bir başlangıç noktası belirler ancak son belirlemez. Aşkın
başladığı bir yer vardır, ama aşk sonsuzdur. Bitimsizliğin aşkın sağladığı zevkle
ilişkilendirilmesi aşkın bitimsizliğine de göndermede bulunur. Şair sonu olmayan bir
aşk neşesi ister.
Aşk, bir tür aşkınlıktır ki âşığı içinde bulunduğu tüm durumların üzerine çıkarır.
Âşığı mekanın ve “ben”in dışına çıkaran aşk, zamanın üzerine de çıkaracaktır. O, ezelde
âşık olmuştur, bekası da sevgili sayesindedir. Abı hayat sevgilinin dudaklarıdır.

Bakâ-yi rûhumu bildim zülâl-i lâ’l-i nâbından


Hayâtımdır dedim bağrıma basdım kana benzettim
(s. 227 G.198 B.2)
(Ruhumun devamlılığı (sonsuzluğu) saf dudağının tatlılığındandır bildim; hayatımın özü
(bana hayat veren) diyerek bağrıma bastım.)
Ölümsüzlüğü şair bu dünyada mı istemektedir yoksa ölümsüzlük ölümden sonra
kazanılan bir aşama mıdır? Ab-i Hayatla ilgili beyitlerde mekan dünyadır. Ab-i Hayatla
beraber ele alınan telmih unsurları da dünyalıdır. Ancak ebed ve ezel kavramlarında
durum değişir. Bu kavramlar daha çok tasavvufi felsefi bir içerik taşırlar. Dünya zamanı
dışında bir var oluş ifade ederler. Ezel ve ebed kavramları Tanrı için kullanıldığında
zaman dışılığa gönderme yaparlar. Oysa insan için ezeli ya da ebedi olmak demek
145

zamanda bulunmak demektir. Ölümsüzlüğü isteyen şairimiz ister bu dünya için istemiş
olsun, isterse diğer dünya için istemiş olsun ölümsüzlükle zamanda olmayı istemektedir.
Fuzûlî’nin kasidelerinde kullanılan Âb-i Hayat telmihi daha çok memduhun
övgüsünü yapmakta araç olarak kullanılır. Bu sebeple kasidelerde Fuzûlî’nin
ölümsüzlükle ilgili anlayışını bulmak daha zordur. Ölümsüzlükle ilgili asıl düşünceleri
gazeller ve kıt’alar bölümlerinde karşımıza çıkar.
146

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

SONUÇ

Tez çalışmamız “Divan şiirinde zaman var mıdır?” gibi bir soru ile başlamıştı. Bu
soruyu sadece divan şiirine yöneltmenin yeterince açıklayıcı olmayacağına inandığımız
için önce dönemin fikri alt yapısını oluşturduğunu düşündüğümüz Đslam felsefesi,
kelamı ve tasavvufta da zaman kavramını araştırmaya çalıştık. Bu bağlamda özellikle
Eş’âri kelamı ve vahdet-i vücûd felsefesinin an merkezli zaman anlayışlarının
Fuzûlî’nin şiirine de yansıdığını belirtmek gerekir. Bundan çok farklı bir sonucun
olması da beklenemezdi. Çünkü bu iki akım Sünni Đslam paradigmasının oluşumunda
ciddi bir ağırlığa sahiptirler. Bir dönemin paradigması insanların varlığı yorumlama ve
hayatı anlama şekilleri ile ilgili olarak temel zihinsel kodları ihtiva eder. Toplum
hayatına giren ve onun şekillenmesinde rol sahibi olan her unsur, paradigmanın
oluşumunda da etkilidir.
Divan şiirinde zamana bakarken dönemin şartlarını ve evren tasavvurunu da
unutmamak gerekir. Henüz astronomide, Batlamyus’un evren modelinin hakim olduğu
bir dönemde Fuzûlî’nin şiirinde, günümüz zaman anlayışına benzer bir zaman algısı
bulmamız imkânsızdır. Ayrıca bambaşka tarihi tecrübeler yaşamış olan iki toplumun
zaman algısı da farklı olacaktır. Tabiatı kaos olarak gören ve ona hakim olmak için çaba
harcayan bir anlayışla tabiatı da kendi kadar canlı bir varlık olarak düşünen yaklaşım
farklı olacaktır. Fuzûlî’nin böyle bir atmosferde sıradışı bir zaman algısı geliştirmesini
beklemek pek gerçekçi olmayacaktır. Çünkü sahip olunan zaman algısı dönemin
biliminin, dininin, felsefesinin, kelamının, tasavvufunun, toplum yapısının ve tarihsel
tecrübenin toplamı olarak şekillenmiş dolayısıyla çağının insanını da şekillendirmiştir.
Kopernik olmadan Einstein, Einstein olmadan da izafiyet teorisi olmazdı. Đzafiyet
teorisi olmadan da günümüz zaman algısı şekillenmezdi. Bunların hiçbiri olmadığı için
Fuzûlî, çağının anlayışını estetik süzgeçten geçirerek şiirine yansıtmıştır. Fuzûlî’de
modern bir zaman anlayışı aradığımızda zamanın yokluğuna hükmedebiliriz. Ancak
biraz daha üst bir pencereden baktığımızda dönemin kendine has bir zaman anlayışı
olduğunu görürüz. Bu zaman algısı şimdi merkezli bir yapıya sahiptir. Bu zaman algısı
dünya zamanı ile sınırlı değildir. Dünya öncesi yaratılışla başlar ve dünya sonrasında da
devam eder. Bu zaman algısında zaman daha yavaş akar. Teknolojinin hayatı henüz
147

hızlandırmamış olması ve tarıma dayalı bir yapının hakim olması bu durumun


oluşmasında etkili gibidir. Bu zaman algısında tarih insanla başlar. Geçmiş ibret almak
içindir. Bu zaman algısında varlık gibi zaman da yaratılmıştır. Bu zaman algısında
zamanın bir başlangıcı bir de sonu vardır. Bu zaman algısında günün bölümlenmesinde
ve zamanın düzenlenmesinde din önemli bir faktördür. Gün, namaz vakitleriyle
paralellik oluşturacak şekilde bölümlenmiştir. Yılın ölçülmesi ise ay merkezli bir
takvimle yapılmaktadır. Böylece kutsal günlerin dönmesi sorun oluşturmamıştır.
Kandiller, bayramlar, ramazan ayı, cuma namazı gibi kutsal zamanlar, zamanın
şekillenmesinde ve düzenlenmesinde etkilidirler. Özetlemeye çalıştığımız dönemin
zaman algısı ile ilgili birçok hususu Fuzûlî’nin şiirlerinde de bulmaktayız. Bunları
maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:
1. Zaman açısından Đslamın ahiret merkezli yaklaşımı “gelecek” bakışının da
kaynağıdır. Đslam, dairesel zaman anlayışı yerine başlangıcı ve sonu bulunan bir
zaman anlayışı geliştirir. Ancak vahdet-i vücûd, ahireti hedef olmaktan
çıkarmıştır. Bu durum doğrusal akışı dikey bakışa çevirmiştir. Hedef gelecekteki
saadet yurdu değildir artık. Hedef Allah’a yükselmektir. Bu çerçevede Fuzûlî,
ikili bir dil kullanmıştır. Fuzûlî’nin geliştirdiği bu ikili dil, Đslam düşünce
tarihinin iki temel akımını kendinde birleştirmiştir. Beyan ve irfan şeklinde
formüle edilen bu temel akımlar Fuzûlî’nin şiirine de yansımıştır. Şairliğin irfan,
ilham ve keşfe yakın olması ayrıca Fuzûlî’nin âlimlik tarafının bulunması,
divanda ikili bir dil kullanımına sebep olmaktadır. Genellikle zâhidi eleştiren
şair, zaman zaman da ahreti hatırlatır ve dünyadan el etek çekilmesi gerektiğini
savunur. Bazen fenayı hedef alan şair, bazen de ahret yurdunu hedefler. Ancak
hakim olan dil irfanın dilidir. Çünkü o aşıktır, şairdir. Ayrıca şiir geleneğinin
genel olarak tasavvufla iç içe olması geri planda böyle bir birikim
oluşturmaktadır.
2. Zamanla bağlantılı olarak fena kelimesi hem tasavvufi anlamıyla hem de kelime
anlamıyla kullanılmıştır. Divan’da fena ve beka tasavvufi birer makamdır.
Fuzûlî, bu anlamlarıyla fena ve bekayı arzu etmektedir. Fena maddi unsurların
sıfatı olarak kullanıldığında ise şair bu fenadan ve fani olandan sakınmaktadır.
Fena onun için varlığın yok edilmesi anlamına gelmektedir. Fani varlığa
bağlanmak ise onu da fanileştirmektedir. Bekanın yolunu fani olmakta arayan
şair, vahdet-i vücudun varlık anlayışını dillendirmektedir.
148

3. Felek, kader ve zaman arasında bazen dolaylı bazen de doğrudan ilgiler


kurulmuştur. Bilindiği gibi Batlamyus’un evren modelinde feleklerin hareketleri
zamanı oluşturmaktadır. Zamanın geçmesiyle de insanların başına türlü türlü
işler gelmektedir. Đnsanlar başlarına gelen olayların sebeplerini bilmediklerinde
zamanı durumdan sorumlu tutmaktadırlar. Zamanı da felek oluşturduğu için
feleğin insanların kaderi üzerinde etkili olduğunu var saymaktadırlar. Yoksa
felekten şikayetin sebebi, kaderden şikayetin dinen yasaklanmış olması değildir.
Felekten şikayet Allah’ın karşısına ikinci bir fail çıkarmaktır. Bu Đslamın en
temel ilkesi olan tevhidi yıkmak demektir. Diğer divan şairlerinde olduğu gibi
Fuzûlî’de de felekten şikayet oldukça geniş bir kullanıma sahiptir. Felekten
şikayet şairin en çok kullandığı temalardandır.
4. Fuzûlî Divanı’nda tasavvufun varlık anlayışının etkileri görülmektedir. Şaire
göre gerçek, kalıcı olandır. Kalıcılığı olmayan hiçbir şey gerçek değildir. Gerçek
varlık baki olandır. Yaşadığımız dünya ise, gelenekte olduğu gibi, gölge
varlıktır. Şairin aşk anlayışının da kalıcılıkla ilgisi vardır. Şair, için önemli olan
sevgiliye ermek değildir. O, hiç bitmeyen bir aşk istemektedir. Kavuşmak ise
aşkın bitmesidir. O, böylece aşkını sürekli kılmanın yolunu bulmuş olur.
Sevgiliye yaklaşacaktır, elini uzatacak ve neredeyse tutacaktır ancak elinden
kaçıracak ve tekrar arayışa çıkacaktır. Şair, sadece ebedi aşkı, gerçek aşk olarak
görür. Şair, aşkını ölümsüzleştirmeyi vuslatın yokluğu ile sağlamaya
çalışmaktadır.
5. Fuzûlî Divanı’nda zamanın bölümlenmesinde gözlenebilir tabiat olaylarından
faydalanılmıştır. Buna göre sabah, seher, gündüz, akşam, gece gibi gün
bölümleri kullanılmıştır. Zamanın bu dilimlerinin kullanılmasında tek düzelik
göze çarpar. Zaman, çok ağır işliyor gibidir. Hatta zamanın durduğunu bile iddia
edebiliriz. Bunda dönemin sanat anlayışının da etkisi vardır.
6. Akşam-sabah ve gece-gündüz zaman dilimlerinin kullanılmasında şairin
subjektif bir yaklaşıma sahip olduğunu söyleyebiliriz. Şair, gece ve akşamı
olumsuz bir takım çağrışımlarla kullanır. Akşam ve gece ızdırap, acı, keder ve
yoklukla dolu çağrışımlara sahiptir. Şairin dertleri geceleyin daha bir
yoğunlaşmaktadır. Sabah ve gündüz ise bu dertlerin daha az hissedildiği zaman
dilimleridir. Bu kullanımlarda aydınlık ve karanlık karşıtlığından da faydalanılır.
7. Fuzûlî Divanı’nda üç mevsim işlenmiştir. Yaz mevsimi hemen hemen yok
gibidir. Ağırlık baharın üzerindedir. Bahar, mutluluk ve zevkin zamanıdır.
149

Bahar, şairin rüyasıdır. Diğer divan şairlerinde olduğu gibi Fuzûlî Divanı’nda da
bahar, estetik bir unsur olarak kullanılır. Sonbahar ve kış benzer motiflerle
işlenirler. Sonbahar için kullanılan tanımlamaların çoğu kış için de kullanılır.
Kış mevsimi ile sonbahar arasında özdeşlik kurulmuştur. Kış ve sonbahar zorluk
ve ızdırap zamanlarıdır.
8. Baharın ve diğer mevsimlerin tasvirlerinde durağan toplum yapısının izlerini
sürmek mümkündür. Bahçenin unsurları sabit gibidir. Hemen hemen kullanılan
sahneler de sabittir. Böylece üzerinden zaman geçmeyen bir mükemmel bahar
tablosu yaratılmıştır. Bahar tasvirlerinde hem dinamizmi hem de durağanlığı
görebildiğimizi düşünürüz. Bahar tasvirleri dinamik gibidir çünkü bahçenin
bütün unsurları canlıdır ve bahçeyi de canlandırırlar. Ancak bütün bu canlılık
kullanımı aslında klişedir. Klişe ise edebiyatın kendi mükemmellik sınırlarına
ulaşması demektir. Bu noktadan itibaren dinamizm gitmiş yerine söz ustalıkları
geçmiştir. Bu durumun birçok sebebi olabilir. Ancak arabesk yaklaşımın varlığı
paranteze alan anlayışı, kültürün ideal sınırlarına ulaşmış olması ve divan
edebiyatının katı kuralcı yapısı bu durumun ortaya çıkış sebeplerinden
bazılarıdır.
9. Divan’da olaylarla bağlantılı bir zaman ile daha felsefi bir zaman iç içe
kullanılmıştır. Belirli bir olaya bağlanan ve o olayın gerçekleşme vakti olan
zaman sürekli değişimi bünyesinde taşır. Bu biraz daha somut bir zamandır. Bu
zaman ölçülen zamandır. Bunun dışında bir de üst zaman vardır. Bu üst zaman
ölçülen zamanı da şekillendirmektedir. Buna mutlak zaman demek de
mümkündür. Şairin şikayetçi olduğu “zaman” daha çok mutlak zamandır. Ayrıca
ölçülen zaman bu dünya ile sınırlı iken mutlak zaman yaratılışla dünya
öncesinde başlar ve ölümden sonra da devam eder.
10. Fuzûlî Divanı’nda gelecek düşüncesi genellikle dilek olarak bulunmaktadır.
Zaman zaman ahretle bağlantılı bir gelecek de dikkat çeker. Ancak divanın
geneli göz önünde bulundurulduğunda yarın düşüncesinin olduğunu söylemek
güçtür. Hem kelamcıların hem de vahdet-i vücudun an temelli zaman anlayışları
geçmişi ve geleceği var kabul etmezler. Bu iki anlayış da şimdi üzerinde
yoğunlaşır. Bu durumun doğal neticesi olarak geçmiş-şimdi-gelecek arasındaki
bağ kopmuş, bunun sonucu olarak “şimdi” iki yok arasında varlık kazanmıştır.
Divandaki kullanımların çoğunda “dün” kelimesi gece anlamındadır.
150

Dün ve yarının kullanımındaki bu seyrekliğin sebeplerinden biri de ikisinin de


üzüntü kaynağı olmasıdır. Gelecek kaygı uyandırdığı, geçmiş de pişmanlıklar
taşıdığı için ikisinden de uzak durulmuştur. Çünkü tasavvuf, gelecek endişesi
taşımayı tevekküle aykırı bulurken, geçmişe üzülmeyi de zaman kaybı olarak
değerlendirir. Tasavvufa göre yapılması gereken geçmişle ve gelecekle vakit
kaybetmeden vaktin amelini yapmaktır. Bu anlayış yarın ve dün kavramlarının
şairin dünyasında ağırlıklı olarak yer almasını engellemiş olmalıdır.
11. En başta sorduğumuz soruyu tekrar hatırladığımızda divan şiirinde kendine özgü
bir zaman vardır diyebiliriz. Bu zaman algısı, günümüzün zaman anlayışından
oldukça farklıdır. Bu noktadan baktığımızda divan şiirinde zaman yoktur deriz.
Ancak dönemi kendi şartları içinde değerlendirdiğimizde, günümüzün zaman
anlayışından farklı hususiyetler gösteren bir zaman anlayışının divan şiirinde
bulunduğunu görürüz.
151

KAYNAKÇA

AFĐFÎ, Ebu’l-Ala (1996), Tasavvuf Đslam’da Manevi Hayat, Đstanbul: Đz Yayınları.


AHMET HAŞĐM (1997), “Müslüman saati”, Cogito, S. 11, s. 223.
ANDREWS, Walter G. (2003), Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı, Đstanbul: Đletişim
Yayınları.
ARĐSTOTALES-AUGUSTINUS-HEIDEGGER (1996), Zaman Kavramı, Ankara:
Đmge Kitabevi.
ARPA, Serbülend (2001), “Kelam’da Zaman Sorunu”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel Đslam Bilimleri Anabilim
Dalı, Ankara.
AYDINLI, Yaşar (2000), Fârâbî’de Tanrı-Đnsan Đlişkisi, Đstanbul: Đz Yayıncılık.
AYVAZOĞLU, Beşir (2000), Aşk Estetiği, Đstanbul: Ötüken Neşriyat.
______, (2001), Güller Kitabı, Đstanbul: Ötüken Neşriyat.
BOLAY, Süleyman Hayri (1993), Aristo Metafiziği Đle Gazzalî Metafiziğinin Karşılaştırılması,
Đstanbul: Milli Eğitim Basım Evi.
BOZKURT, Güvenç (2000), “Takvim’de zaman geçmiş ve gelecek”, Cogito, S. 22, s.
85.
CARLO, M. Cipolla (2002), Zaman Makinesi, Đstanbul: Kitap Yayınevi.
ÇÜÇEN, A. Kadir (2003), Heidegger’de Varlık ve Zaman, Bursa: Asa Kitabevi.
DEMĐR, Đlknur (2006), “Đslam Kelamı’nda Zaman Kavramı” Basılmamış Yüksel Lisans
Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel Đslam Bilimleri
Anabilim Dalı, Adana.
DEVELLĐOĞLU, Ferit (1996), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara: Aydın
Kitabevi Yayınları.
DOĞAN, M. Nur (1997), Fuzûlî’nin Poetikası, Đstanbul: Kitabevi.
EBÛ MANSÛR EL-MÂTÜRÎDÎ (2003), Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, Ankara: Đsam
Yayınları.
ELIAS, Norbert (2000), Zaman Üzerine, Đstanbul: Ayrıntı Yayınları.
ELĐAÇIK, Đhsan (2007), “Klasik ve modern çağlarla yüzleşmek –temellerin krizi ve
kriz temellendirmesi-“, Bilge Adam, S. 15-16, s. 38.
ESTIN,Colette-LAPORTE, Héléne (2005), Yunan ve Roma Mitolojisi, Ankara:
TÜBĐTAK, s. 64.
FUZÛLÎ (1962), Matla¡u’l-Đ¡tikâd Fµ Ma¡rifati’l-Mabda’i Va’l-Ma¡âd, (Neşre
152

hazırlayan: Muhammad B. Tâvµt At-Tanci, Çevirenler: Esat Coşan, Kemal


Işık), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
_______ (1990), Fuzûlî Divanı, (Hazırlayanlar: Prof. Kenan Akyüz, Süheyl Beken,
Doç.Dr. Sedit Yüksel, Dr. Müjgan Cunbur), Ankara: Akçağ Yayınları.
GAZZALĐ (1981), Tehâfüt El Felâsife, (Çev.: Bekir Karlığa), Đstanbul: Çağrı Yayınları.
_______ (2002), Felsefenin Temel Đlkeleri, (Çev.: Cemaleddin Erdemci) Ankara: Vadi
Yayınları.
GÖKALP, Halûk (2006), “Đslam felsefesinin ve kelâmının divan şiirine yansımaları:
tevhid kasidelerinde isbât-ı vâcib”, Osmanlı Araştırmaları XXVII, s. 47-81.
GÖLPINARLI, Abdülbaki (1961), Fuzûlî Divanı, Istanbul: Đnkılap Kitabevi.
GÖVSA, Đbrahim Alaattin (1932), Fuzulî, Đstanbul: Kanaat Kitabevi.
GÜVEN, Feridun (1988), “Hayretî Divanı’nda Kozmik Âlem ve Zaman”, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü, Ankara.
HAWKĐNG, Stephen W. (Tarihsiz), Zamanın Kısa Tarihi, Đstanbul: Doğan Kitap.
HUCVĐRĐ (1996), Keşfu’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi (Hazırlayan: Süleyman Uludağ),
Đstanbul: Dergah Yayınları.
ĐBN-Đ RÜŞD (1998), Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Çev. Prof. Kemal Işık-Prof. Mehmet
Dağ), Đstanbul: Kırk Ambar Yayınları, C.1.
ĐBN-Đ SĐNA (2004)a, Fizik (Çev. Muhittin Macit-Ferruh Özpilavcı), Đstanbul: Lıtera
Yayıncılık, C.1.
_______b, Risaleler (Çev. Alparslan Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu), Ankara:
Kitabiyat.
ĐPEKTEN, Halûk (1999), Fuzûlî Hayatı-Sanatı-Eserleri, Ankara: Akçağ Yayınları.
KARAHAN, Abdülkadir (1996), “Fuzûlî” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı Đslam
Ansiklopedisi, Đstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. 13, s. 240-246.
_______( 1989), Fuzuli-Muhiti Hayatı ve Şahsiyeti, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları.
KARA, Mustafa (1995), “Fena”, Đstanbul: TDVĐA, C.12, s. 333.
KELÂBÂZÎ (1992), Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf (Hazırlayan Süleyman
Uludağ), Đstanbul: Dergah Yayınları.
KILAVUZ, Ahmet Saim (1994), “Ebed”, Đstanbul: TDVĐA, C. 10, s. 72.
_______ (1995), “Ezel”, Đstanbul: TDVĐA, C. 12, s. 50.
KING, David A. (2006), “Astronomi ve Đslam toplumu kıble güneş saati kuramı ve
153

vakit hesaplama”, Đslam Bilim Tarihi (Editör: Rüşdi Raşid), Đstanbul: Litera
Yayıncılık, C. 1, s. 161-226.
KOÇAR, Musa (2004), Mâtürîdî’de Allah-Âlem Đlişkisi, Đstanbul: Ötüken Neşriyat.
KOLCU, Ali Đhsan (2002), Zamana Düşen Çığlık, Ankara: Akçağ Yayınları.
KONUK, Ahmet Avni (2002), Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi (Hazırlayanlar:
Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın), Đstanbul: Marmara Üniversitesi Đlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları.
KÖPRÜLÜ, Fuat (1946), Fuzulî, Đstanbul: A Halit Kitabevi.
KRAMER, Samuel Noah (2002), Sümerler, Đstanbul: Kabalcı Yayın Evi, s. 187.
KÜKEN, Gülnihâl (1997), “Doğu ortaçağında zaman kavramı”, Cogito, S. 11, s. 181.
MARTINO, Stefano De (2003), Hititler, Ankara: Dost Kitap Evi, s. 93.
MAZIOĞLU, Hasibe (1997), Fuzûlî Üzerine Makaleler, Ankara: Atatürk Kültür Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları.
______ (1956), Fuzuli-Hafız (Đki Şair Arasında Bir Karşılaştırma, Ankara: Türkiye Đş
Bankası Kültür Yayınları.
MENGĐ, Mine (2000), Divan Şiiri Yazıları, Ankara: Akçağ Yayınları.
MEVLANA (1999), Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi (Hazırlayan:
Şefik Can), Đstanbul: Ötüken Yayınları.
NECMÜDDĐN Kübra (1996), Tasavvufî Hayat (Hazırlayan Mustafa Kara), Đstanbul:
Dergah Yayınları.
O’EIL, W. M. (2001), Zaman ve Takvimler, Đstanbul: Đzdüşüm Yayınları.
OLGUN, Tahir (1936), Fuzulî`ye Dair, Đstanbul: Selamet Basımevi.
ONAY, Ahmet Talat (1996), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, Đstanbul: Milli Eğitim
Basımevi.
ÖNAL, Mehmet Naci (2006), “Nevruz geleneği”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim,
S. 72.
ÖZDEMĐR, Metin, “Fahruddin Er-Râzî’de zaman kavramı ve Allah’ın ezelîliği ile
ilişkisi”, Cumhuriyet Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: VII/1,
Haziran-2003, s. 281-298.
ÖZLEM, Doğan (2001), Tarih Felsefesi, Đstanbul: Đnkılâp Kitabevi.
PALA, Đskender (1998), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Đstanbul: Ötüken Neşriyat.
SARI, Mevlüt (Tarihsiz), El- Mevarid Arapça-Türkçe Lûgat, Đstanbul: Bahar Yayınları.
SARIKAVAK, Kazım (2000), “Mutezile'de zaman”, Felsefe Dünyası, 2000/2, S. 32, s.
5-22.
154

_______(1997), “Đhvanı Safa, Đbn-i Sina Ve Gazali'de zaman anlayışı”, Felsefe


Dünyası, S. 25 Yaz, s. 52-71.
SEYYĐD ŞERĐF CÜRCANĐ (1997), Terimler Sözlüğü “Kitabü’t- Ta’rifat”, Đstanbul:
Bahar Yayınları.
SOLOK, Cevdet Kudret (1985), Fuzulî, Đstanbul: Đnkılap Basımevi.
TAFTAZÂNÎ (1999), Kelâm Đlmi ve Đslâm Akâidi, Đstanbul: Dergah Yayınları.
TARLAN, Ali Nihat (1998), Fuzûlî Divanı Şerhi, Ankara: Akçağ Yayınları.
TEKELĐ, Sevim (2002), 16’ncı Yüzyılda Osmanlılarda Saat ve Takiyüddin’in “Mekanik
Saat Konstrüksüyonuna Dair En Parlak Yıldızlar” Adlı Eseri, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları.
YENER, Cemil (1966), Fuzulî`nin Dünyası, Đstanbul: Toker Matbaası.
155

ÖZGEÇMĐŞ

KĐŞĐSEL BĐLGĐLER
Adı-Soyadı: Abdulhakim KILINÇ
Doğum Yeri-Yılı: Çardak-1977
Medeni Durumu: Evli
E Posta: denizberat07@hotmail.com

EĞĐTĐM DURUMU
Yüksek Lisans: Çukurova Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı
Lisans: Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğret.
Lise: Elbistan Mükrimin Halil Lisesi
Ortaokul: Mardin Anadolu Lisesi
Đlkokul: Elbistan Esentepe Đlköğretim Okulu

ĐŞ DURUMU
2000-2004 Elbistan Esentepe Đlköğretim Okulu
2004-2006 Adana 80. Yıl Đlköğretim Okulu
2006- Adana Fatih Ticaret ve Anadolu Ticaret Meslek Lisesi

You might also like