Professional Documents
Culture Documents
FEIST
Bu eserin tüm haklan Akçalı Telif Haklan Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.
Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
\
\
İthaki™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.'nin yan kuruluşudur.
Mühürdar Cad. liter Ertüzün Sok. 4/6 3 4 7 1 0 Kadıköy İstanbul
Tel: (0216) 3 3 0 93 08 - 3 4 8 36 97 Faks: ( 0 2 1 6 ) 4 4 9 98 34
ithaki@ithaki.com.tr - www.ithaki.com.tr - www.ilknokta.com
GEDİKSAVAŞLARI EFSANESİ
1. CİLT
BUYUCU
-Çırak-
RAYMOND E. FEIST
53
* | Büyük K i ^ e y D a g W i ^ V KUZEY ELLERİ '
fiiksekşato 4 ı
Dağı"
1
Kor-joı-ni'in .
ı ' l I jGökyüzünüıj
.Gökvüzü
i t * »olth Rodez
ft * i EuperA.
^Romney *S
Tibum
Bas-Tyra9
brma , Sadara
Direkleri jjf*i
YÜCE KESH İMPARATORLUĞU
MIDKEMİA
Birinci kitap:
ÇIRAK
FIRTINA
Fırtına dinmişti.
Pug kayaların kenarında sekiyor, gelgit birikintileri arasında
dolaşırken zorlukla basacak yer bulabiliyordu. Gözleri fıldır fıl
dır dönerek yamacın altındaki her birikintiyi inceliyor, henüz
sona ermiş fırtınanın etkisiyle bu göletlere sürüklenmiş kılçıklı
yaratıkları arıyordu. Bu su b a h ç e s i n d e n topladığı kum b ö c e k
leri, kaya sürüngenleri ve yengeçlerle dolu çuvalını taşırken
genç kasları ince gömleğinin altında şişiyordu.
Öğlen güneşi, çevresinde kıpırdaşan denizi pırıl pırıl aydın
latırken, batı rüzgarı güneşten yol yol açılmış kestane rengi
saçlarını dalgalandırıyordu. Pug çuvalını yere bıraktı, ağzının
sıkıca bağlı olup olmadığını kontrol etti ve açık bir kumluğa
oturdu. Çuvalı dolu sayılmazdı, ama Pug önündeki fazladan bir
saatlik zamanı dinlenmeye ayıracaktı. Aşçı Megar, çuval dolu
ya yakın olduğu sürece başını ağrıtmazdı. Sırtını büyük bir ka
yaya dayadı, az sonra sıcak güneşin altında uykuya dalmıştı.
Saatler sonra, serin bir su serpintisiyle uyandı. İrkilerek göz
lerini açtı, gereğinden fazla kaldığını anlamıştı. Batıda, denizin
üzerinde, ufuktaki altı küçük ada olan Altı Kız Kardeş'in karan
lık siluetinin üzerinde kara fırtına bulutları toplanmaya başla
mıştı. Y a ğ m u a ı n isli bir tül gibi peşinden sürüklendiği bulanık,
dalgalanarak yaklaşan bulutlar, yazın başlarında sahilin bu ta
rafında olağan sayılan ani fırtınalardan birini haber veriyordu.
Güneyde, Denizcinin Kederi'nin sarp yamaçları gökyüzüne
d o ğ a ı uzanıyor, dalgalar o kayalık kulenin dibini dövüyordu.
Şiddetli dalgaların ardında köpükler kabarmaya başladı, fırtına
nın az sonra vuracağının kesin bir işaretiydi bu. Pug tehlikede
olduğunu biliyordu, yaz fırtınaları kumsallardaki, hattâ ç o k şid
detliyse ilerideki alçak bölgelerdeki herkesi boğabilirdi.
Çuvalını kapıp kuzeye, kaleye doğru ilerlemeye başladı. B i
rikintilerin arasından g e ç e r k e n rüzgarın serinliğinin daha derin
ve nemli bir soğuğa döndüğünü hissetti. İlk bulutlar güneşin
önünden geçip parlak renkleri gri tonlarına dönüştürürken, ya
malı bir bohçayı andıran gölgeler günü b ö l m e y e başlıyorlardı.
Açıklarda, bulutların karanlığını delen yıldırımlar düşüyor, şim
şeklerin boğuk gümbürtüsü dalgaların sesini bastırıyordu.
Pug kumsaldaki ilk açıklığa gelince hızını arttırdı. Fırtına um
duğundan daha hızlı yaklaşıyor, önünde yükselen gelgiti de hız
landırıyordu. İkinci gelgit birikintisi bölgesine ulaştığında, suyun
kıyısıyla yamaçlar arasında ancak on adımlık kuru kum kalmıştı.
Pug kayaların arasında hızla, bir o kadar da dikkatle ilerle
di, iki kez neredeyse tökezliyordu. Bir sonraki kumluğa vardı
ğında, son taşın üzerinden atlayışını ayarlayamayıp yere, kötü
bir şekilde indi. Ayak bileğini tutarak kumların içine atladı.
Gelgit de, sanki bunu bekliyormuşcasına kabarıp, bir an üze
rini tamamen kapladı. G ö r m e d e n elini uzatınca, çuvalının sü
rüklenip gittiğini hissetti. Çılgınca ileri atılarak onu tutmaya ça
lıştı, ama ayak bileğini kullanamıyordu. Yuvarlandı, su da yut
muştu. Öksürüp tükürükler saçarak başını kaldırdı. Doğrulma
ya başlamıştı ki, ilkinden de büyük ikinci bir dalga göğsüne
çarpıp onu sırtüstü devirdi.
Pug dalgalar arasında oynayarak yetişmişti ve tecrübeli bir
yüzücüydü, ama bileğinin acısı ve dalgaların çarpışları onu gi
derek paniğe doğru sürüklüyordu. B u n u üzerinden atıp, dalga
çekilirken hava almak için yüzeye çıktı. Yarı yüzerek, yarı çır
pınarak yamaca doğru ilerledi, suyun orada sadece birkaç san
tim derinliğinde olacağını biliyordu. Pug yamaçlara ulaşıp yas
landı, ağırlığını elinden geldiğince yaralı bileğine v e r m e m e y e
çalışıyordu. Kayalık duvar b o y u n c a ağır ağır ilerledi, sular da
her dalga ile birlikte yükseliyordu. Nihayet yukarıya çıkabile
ceği bir yere ulaştığında, sular beline kadar yükselmişti. K e n
dini yola kadar ç e k m e k için tüm gücünü kullanması gerekti.
Bir an d u m p soluklandı, sonra tırmanmaya başladı, taşlı ze
minde yürümeye direnen bileğine yüklenmek de istemiyordu.
Saatler gibi gelen bir süre sonra, adam bir grup sık ağacın
arasına daldı. Güneş battığı ve fırtınanın izin verdiği o azıcık
aydınlığı da götürdüğü için, Pug karanlıkta neredeyse onu göz
den yitirecekti. Adamı görmekten ziyade, ayak seslerini dinle
yerek ve varlığını hissederek takip edebiliyordu. Pug ağaçların
arasında bir patika üzerinde olduklarını sezmişti, ayaklarına di
renen sürtünmeler ya da taşlar yoktu. Yeri ö n c e d e n bilinmiyor
sa, az ö n c e bulundukları yerden bu patikayı bulmak gün ışı
ğında bile ç o k zor, g e c e ise imkansız olurdu. Bir süre sonra,
ortasında küçük, taştan bir kulübenin bulunduğu bir açıklığa
geldiler. T e k p e n c e r e d e n ışık sızıyor, b a c a d a n da duman tütü
yordu. Açıklığı geçerlerken Pug, fırtınanın ormanın bu kesi
minde nasıl olup da daha hafif olduğuna hayret etti.
Kapının ö n ü n e geldiklerinde adam kenara çekilip, "Sen gir,
evlat. B e n i m domuzu temizlemem gerek," dedi.
Pug b o ş b o ş başını sallayarak ahşap kapıyı açtı ve içeri gir
di.
"Kapat şu kapıyı, evlat. Üşütüp ö l m e m e neden olacaksın."
Pug söyleneni yapmak için atıldı ve kapıyı düşündüğünden
biraz daha sertçe çarparak kapattı.
D ö n ü p karşısındaki sahneyi inceledi. Kulübenin içi tek bir
küçük odadan ibaretti. Bir duvarda, hayli büyük bir ocağı olan
bir şömine vardı. Parlak, canlı ateş sıcak bir ışık veriyordu. Ş ö
minenin yanında bir masa, onun arkasında da bir sedire uzan
mış iri yarı, sarı cüppeli biri duruyordu. Kır saçları ve sakalı,
ateş ışığında kırpışan bir çift parlak mavi göz dışında neredey
se tüm yüzünü kaplıyordu. Sakalın içinden çıkan uzun bir pi
po donuk, görkemli bir duman çıkarıyordu. Pug adamı tanı
mıştı. "Efendi Kulgan..." Dük'ün büyücüsü ve danışmanı, şato
nun kalesi çevresinde tanıdık bir simaydı. Kulgan gözlerini kal
dırıp Pug'a bir baktı ve derin, yankılanan ve güçlü bir tondaki
sesiyle, " D e m e k beni tanıyorsun?" dedi.
"Evet, efendim. Kaleden."
"Adın nedir, kaleden gelen çocuk?"
"Pug, Efendi Kulgan."
"Şimdi hatırladım seni." Büyücü umursamazca elini salladı.
Gözlerini keyifle kısarak, "Sanatımda ustayım, ama yine de ba
na 'Efendi' d e m e , Pug," dedi. "Doğuştan senden asalet yönün
den üstün olduğum doğnı, ama ç o k da farklı değiliz. Gel, ate
şin yanında bir battaniye var, sen de sırılsıklam olmuşsun. El
biselerini as da kurusunlar, sonra otur oraya." Karşısındaki s e
diri gösterdi.
Pug söyleneni yaptı, bu arada gözlerini de bir an olsun bü
yücüden ayırmıyordu. Dük'ün sarayının bir üyesi olsa da, o bir
büyücüydü, sıradan insanların hor gördüğü, kuşkulanılacak bi-
risiydi. Bir çiftçinin ineği bir canavar doğuracak olsa ya da
ekinler harap olsa, köylüler bunu yakındaki gölgelerde gizle
n e n bir büyücüye mâl e t m e y e hazırdılar. D a h a kısa bir süre
öncesine kadar, Kulgan'ı Crydee'den taşlayarak kovdukları da
olurdu. Dük'ün yanındaki k o n u m u sayesinde artık kasaba hal
kının hoşgörüsünü kazanmıştı, ama eski korkular k o l a y kolay
ölmezdi. Pug giysilerini astıktan sonra oturdu. B ü y ü c ü n ü n ma
sasının h e m e n yanından kendisini süzen bir çift kızıl gözü g ö
rünce irkildi. Pullu bir kafa masanın üzerine doğru yükselip
çocuğu inceledi.
Kulgan ç o c u ğ u n huzursuzluğu karşısında güldü. "Gel evlat.
Fantus seni yemez." Elini sedirinin yanına ç ö k e n yaratığın ba
şına koyup, gözlerinin üzerindeki çıkıntıları okşadı. Gözlerini
kapatıp yumuşak bir hırıltı çıkardı; bir kedinin mırıldanmasına
benziyordu. Pug şaşkınlıktan açılmış ağzını kapatıp, "O ger
çekten bir ejderha mı, efendim?" diye sordu.
Büyücü güldü, tok, candan bir sesi vardı. "Kendisi de öyle
sanıyor, evlat. Fantus bir ateş ejderi, ejderhanın kuzeni sayılır,
ama boyutları daha küçük." Yaratık bir gözünü açıp büyücüye
dikti. "Ama onlar kadar gözüpek," diye h e m e n ekledi Kulgan
ve ejder gözünü yine kapadı. Kulgan yumuşak, ölçülü bir ton
la konuşuyordu. "Çok zekidir, o n a söylediklerine dikkat et.
Hayli hassas bir yaratıktır o."
Pug başıyla onayladı. Merakla büyümüş gözleriyle, "Ağzın
dan ateş saçabilir mi?" diye sordu. On üç yaşında bir ç o c u k
için, ejderhanın kuzeni bile müthiş bir şeydi.
"Havasında olduğu zaman geğirdiğinde bir iki alev çıkarır,
ama nadiren havasındadır. B e n c e n e d e n i de o n a uyguladığım
zengin perhiz. Yıllardır avlanmadı bile, yani bir ateş ejderi için
biraz formsuz. Doğrusu onu fena halde şımartıyorum."
Pug bu fikir karşısında rahatladı. Büyücü bu yaratığı şımar
tacak kadar seviyorsa, ne kadar yabancı da olsa, artık gözüne
daha insancıl, daha az esrarengiz görünüyordu. Fantus'u ince
ledi, ateşin zümrüt rengi pullarını altın gibi parlatışına hayran
olmuştu. Ufak bir tazı boyundaki ejderin uzun, kıvrımlı bir
boynu ve timsahı andıran bir başı vardı. Kanatları sırtında top
lanmıştı ve ö n ü n d e uzanan iki pençeli ayağı amaçsızca boşluk
ta esniyor, bu arada Kulgan da kemikli göz çıkıntılarının arka
sını kaşıyordu. Uzun kuyruğu yerden birkaç santim yukarıda
ileri geri savrulup duruyordu.
Kapı açıldı ve iri yarı okçu, elinde temizlenmiş ve parçalan
mış bir domuz filetosu taşıyarak içeri girdi. Bir şey söylemeden
şömineye geçip eti pişirmeye başladı. Fantus başını kaldırıp,
uzun boynunun verdiği avantajı kullanarak masanın üzerinden
bir göz attı. Ejder çatal dilini şapırdatarak aşağı atladı ve ağır
ağır, soylu bir havayla o c a ğ a d o ğ m ilerledi. Ateşin önünde sı
cak bir yer b e ğ e n i p , akşam y e m e ğ i n e kadar kestirmeye koyul
du. Toprak ağası pelerinini çıkarıp kapıdaki bir kancaya astı.
"Bana kalırsa fırtına şafağa kalmadan dinecek." Ateşe dönüp,
domuz için şarap ve otlardan bir karışım hazırladı. Pug adamın
yüzünün sol tarafından aşağı d o ğ m inen, ateş ışığında kızıl ve
korkunç görünen yara izini görünce irkildi. Kulgan piposuyla
toprak beyini işaret etti.
"Ağzı sıkı adamımı tanıyorsam, henüz onunla uygun şekil
de tanışmamışsındır. Meecham, bu delikanlı Pug, Crydee Şato
su kalesinden." M e e c h a m bir an başıyla selamlayıp, tekrar kı
zaran butla ilgilenmeye koyuldu. Pug selamına karşılık verdi,
ama M e e c h a m onu görmedi bile. "Beni domuzdan kurtardığı
nız için size teşekkür edemedim."
Meecham, "Teşekküre gerek yok, evlat," diye cevap verdi.
"Ben hayvanı ürkütmesem, m u h t e m e l e n sana saldırmazdı."
Ocağın başından kalkıp odanın başka bir k ö ş e s i n e giderek
üzeri örtülü bir kovadan biraz kahverengi hamur aldı ve yo
ğurmaya başladı.
"Şey, efendim," dedi Pug Kulgan'a dönerek, "domuzu öldü
ren onun okuydu. Hayvanı takip ediyor olması gerçekten bü
yük şans."
Kulgan güldü. "Akşam yemeğimizin şeref konuğu olan bu
zavallı yaratık da en az senin kadar şartların kurbanı olmuş."
Pug'ın aklı karışmıştı. "Anlayamadım, efendim."
Kulgan ayağa kalkıp, kitaplığının en üst rafından bir şey
alarak ç o c u ğ u n önündeki masaya koydu. Lacivert kadifeden
bir örtüye sarılmıştı, Pug'a onu sarmak için bile böyle pahalı
bir m a l z e m e kullanılmasından, ç o k değerli bir şey olduğunu
h e m e n anlamıştı. Kulgan kadifeyi açıp, ateş ışığında parlayan,
kristal bir küre çıkardı. Pug kürenin güzelliği karşısında b e ğ e
niyle iç çekti, çünkü görünüşte hiçbir kusuru yoktu ve biçimin
deki yalınlık muhteşemdi.
Kulgan camdan küreye işaret etti. "Bu aygıt Carselı Althafa-
in adında, kendisine geçmişte bir iki iyilik yaptığım için - a m a
bunların p e k ö n e m i y o k - beni böylesine değerli bir armağana
layık gören, son d e r e c e kudretli bir büyü sanatkarı tarafından
bir hediye olarak yapılmıştı. Bugün Althafain Usta'nın yanın
dan dönmüş olduğumdan, andacını sınıyordum. Kürenin de
rinlerine bak, Pug."
Pug gözlerini küreye dikti ve yapısının derinlerinde oynaşır
gibi görünen titrek şömine ışığını izlemeye çalıştı. Gözleri kü
renin içindeki her bir yüze odaklanmaya çalışırken odanın yüz
k e z yinelenen yansımaları, birbirinin içine g e ç i p dans ediyor
du. Akıyor ve birbirine karışıyor, sonra da dumanlı ve belirsiz
bir hal alıyorlardı. T o p u n merkezindeki hafif beyaz ışıltı, ateş
ten gelen kırmızı ışığın yerini aldı ve Pug bakışlarının bu yeni
ışığın hoşnutluk verici sıcaklığına kapıldığını hissetti. Kaledeki
mutfağın sıcaklığı gibi, diye düşündü dalgınlıkla.
Aniden topun içindeki süt beyazı renk kayboldu ve Pug
gözlerinin ö n ü n d e mutfağı gördü. Aşçı Şişko Alfan pasta yapı
yor, bir taraftan da parmaklarındaki tatlı kırıntıları yalıyordu.
B ö y l e yaparak da aşçıbaşı Megar'ın gazabını üzerine çekmiş ol
du, zira Megar bunu tiksinti veren bir alışkanlık olarak görü
yordu. Pug daha ö n c e p e k ç o k kez tanık olduğu bu sahneye
güldü ve görüntü kayboldu. Birden kendini yorgun hissetti.
Kulgan kristali kumaşa sarıp kaldırdı. "İyi iş çıkardın, evlat,"
dedi düşünceli bir şekilde. Bir an ç o c u ğ u bir şey düşünüyor-
muşçasına süzdü, sonra da oturdu. "İlk d e n e m e d e böylesine
berrak bir görüntü oluşturabileceğini tahmin etmezdim, ama
anlaşılan sende en başta görünenden fazlası var."
"Efendim?"
"Boş ver, Pug." Bir an durdu ve sonra, "Bu oyuncağı ilk de
fa kullanıyor, görümü ne kadar uzağa yollayabileceğimi sını
yordum ki, yola ulaşmaya çalıştığını gördüm. Aksak ve yara b e
re içindeki halinden kasabaya asla yetişemeyeceğine karar ver
dim, bu yüzden seni getirsin diye M e e c h a m ' ı yolladım," dedi.
Pug kendisine gösterilen olağanüstü ilgiden m a h c u p görü
nüyor, yanaklarına al basıyordu. On üç yaşındaki birinden
b e k l e n e b i l e c e k bir şekilde kendi yeteneklerini olduğundan
fazla tahmin ederek, "Bunu yapmanıza gerek yoktu, efendim.
Kasabaya zamanında yetişirdim," dedi.
Kulgan gülümsedi. "Belki ama, belki de değil. Fırtına mev
sime aykırı düşen bir şiddete sahip ve yolculuk etmeyi tehlike
li hale getiriyor."
Pug yağmurun kulübenin damını hafiften dövüşünü dinle
di. Fırtına hızını kesmiş gibiydi ve Pug büyücünün sözlerinden
kuşku duydu. Kulgan çocuğun düşüncelerini okumuş gibi,
"Sözlerimden şüphe duyma, Pug. Bu açıklığı koruyan sırf bü
yük ağaç gövdeleri değil. Mülkümün sınırını işaret e d e n m e ş e
lerden çemberi aşarsan, fırtınanın öfkesini hissedersin. M e e c -
ham, bu rüzgarın şiddetini nasıl tahmin ediyorsun?" dedi.
M e e c h a m yoğurmakta olduğu e k m e k hamurunu bıraktı ve
bir an düşündü. "Neredeyse üç yıl kadar ö n c e altı gemiyi par
çalayan fırtına kadar kötü." Bir an tahminini kafasında evirip
çevirir gibi durdu, sonra başını sallayarak teyit etti. "Evet, ne
redeyse onun kadar kötü, ancak onun kadar uzun süre e s
mez."
Pug üç yıl ö n c e s i n d e Crydee'ye gitmekte olan bir Q u e g a ti
caret filosunu Denizcinin Kederi'ne savuran fırtınayı düşündü.
Fırtınanın doruğunda, kale duvarlarındaki muhafızlar, rüzgarla
aşağıya u ç m a m a k için kulelerin içine saklanmak zorunda kal
mışlardı. Bu fırtına da o kadar şiddetliyse, Kulgan'ın büyüsü
muazzam olsa gerekti, zira kulübenin dışındaki bahar yağmu
rundan kötü gelmiyordu kulağa.
Kulgan sıranın üzerinde arkasına yaslandı, sönmüş piposu
nu yakmaya çalışmakla meşguldü. Tatlı, b e y a z dumandan k o
caman bir bulut çıkardığında, Pug'ın dikkati büyücünün arka
sında duran bir sandık dolusu kitaba kaydı. Ciltlerin üzerinde
yazılanları s e ç m e y e çalışırken dudakları sessizce kıpırdandı,
ama bunu başaramadı.
Kulgan kaşlarından birini kaldırıp, " D e m e k okuyabiliyor
sun, öyle mi?" dedi.
Pug, çalışma alanına izinsiz burnunu sokarak büyücüyü gü
cendirdiği düşüncesiyle telaşlanarak irkildi. O n u n mahcubiye-
tini sezen Kulgan, "Soran değil, evlat. O k u m a yazma bilmek
suç değil," dedi.
Pug duyduğu huzursuzluğun dağıldığını hissetti. "Biraz
okuyabiliyorum, efendim. Aşçı Megar bana mahzenlerdeki
mutfak için ayrılmış erzakların fişlerini nasıl okuyacağımı gös
terdi. Bazı sayılan da biliyorum."
"Sayıları da demek," diye imledi büyücü iyi huylulukla. "Eh,
nadir bulunan birisin." Arkasına uzandı ve raftan kızıl-kahve
ciltli bir kitap çekti. Kitabı açtı, gözlerini kısarak sayfaları birbi
ri ardına inceledi ve nihayet istediği gibi bir sayfa buldu. Açık
durumdaki kitabı çevirdi ve masaya, Pug'ın önüne koydu. Kul
gan, sol üst k ö ş e d e k i bir harfin çevresinde yılanlar, çiçekler ve
birbirine dolaşık asmalardan oluşan renkli bir çizimle süslen
miş bir sayfayı işaret etti. "Oku bunu, evlat."
Pug buna uzaktan yakından b e n z e y e n bir şeyi hiç görme
mişti. Derslerini Megar'ın kaba el yazısıyla şekillenmiş harfler
le düz parşömen üzerinde, mangal kömüründen bir çubukla
yapmıştı. Yapıtın ayrıntılarıyla büyülenerek oturmaya devam
etti, sonra büyücünün kendisini izlemekte olduğunu fark etti.
Aklını başına devşirerek okumaya başladı.
"Derken bir çağ... çağrı geldi..." O n u n için yeni olan karma
şık birleşimlerde bocalayarak sözcüğe baktı. "Zacara'dan."
Durdu ve d o ğ m okuyup okumadığını görmek üzere Kulgan'a
baktı. B ü y ü c ü devam etmesi için başını salladı. "Çünkü Kuzey
un... unutulacaktı, olmaya ki, imparatorluğun yüreği çü.. çürü-
sün ve her şey yitirilsin. Ve doğuştan Bosanialı olsalar da, o as
kerler hâlâ Y ü c e K e s h ' e hizmetlerinde sadıktılar. Bu yüzden,
onun büyük müşkülü nedeniyle silahlarını aldılar, zırhlarını
kuşandılar ve Bosania'dan aynlıp gemiyle güneye, her şeyi yı
kılmaktan kurtarmak üzere gemiyle yola çıktılar."
Kulgan, "Bu kadarı yeterli," dedi ve kitabın kapağını usul
ca kapadı. "Bir kale çocuğuna göre harfler konusunda olduk
ça yeteneklisin, oğlum."
"Efendim, bu kitap nedir?" diye sordu Pug, Kulgan kitabı
ondan alırken. "Hiç benzerini görmemiştim."
Kulgan bir an Pug'a o n u yeniden huzursuz eden bir bakış
la baktı ve gülümseyerek gerginliği dağıttı. Kitabı yerine geri
koyarken, "Bu ülkenin tarihidir, evlat," dedi. "Bir Ishapia ma
nastırı baş rahibi tarafından armağan olarak verilmişti. Y ü z yıl
dan eski bir Keshia metninin çevirisidir."
Pug başını salladı ve, "Hepsi ç o k tuhaf geliyordu. Neyi an
latıyor?" dedi.
Kulgan bir kez daha Pug'a içinde bir şey g ö r m e y e çalışıyor-
muşçasına baktı, sonra, "Uzun zaman ö n c e , Pug, Sonu Olma
yan Deniz'den Gri Kule Dağları b o y u n c a Acı Deniz'e uzanan
tüm bu topraklar Y ü c e Kesh İmparatorluğu'nun parçasıydı,"
dedi. "Doğuda, uzakta Rillanon adlı tek bir küçük ada üzerin
de, küçük bir krallık bulunuyordu. Büyüyerek kendisine k o m
şu ada krallıklarını yuttu ve Adalar Krallığı oldu. Daha sonra
ana karaya doğru tekrar genişledi ve hâlâ Adalar Krallığı olma
sına rağmen, ç o ğ u m u z o n a sadece 'Krallık' diyoruz. Crydee'de
yaşayan bizler, Krallığın bir parçasıyız, o n u n sınırları içinde
olup da Rillanon'dan ne kadar uzak olunabiliyorsa, o kadar
uzakta yaşamamıza rağmen.
"Bir defasında, uzun yıllar ö n c e , Y ü c e Kesh İmparatorluğu
bu toprakları terk etti, zira güneydeki komşuları olan Keshia
Konfederasyonu ile uzun süren ve kanlı bir savaşa girdi."
Pug yitik imparatorlukların ihtişamına kapılmıştı, ama M e -
echam'ın fırına birkaç s o m u n kara e k m e k yerleştirmekte oldu
ğunu fark e d e c e k kadar da açtı. Dikkatini yeniden büyücüye
verdi. "Kimdi bu Keshia Kon-..."
"Keshia Konfederasyonu," diye tamamladı Kulgan ç o c u ğ u n
yerine. "Yüzyıllarca Y ü c e K e s h ' e vergi vererek varlığını sürdü
ren bir grup küçük millettir bunlar. Kitabın yazılmasından on
iki yıl ö n c e , kendilerine zulmedene karşı birleştiler. Hiçbiri
kendi başına B ü y ü k Kesh ile çatışacak güçte değildi, a n c a k bir
araya geldiklerinde onun gözüne denk oldular. Fazlasıyla
denk, zira savaş yılları birbirini izledi. İmparatorluk lejyonları
nı kuzey illerinden çekip onları güneye göndermek zorunda
kaldı ve böylelikle kuzeyi yeni, daha g e n ç olan Krallığın saldı
rılarına karşı savunmasız bıraktı.
"Orduyu batıya sürerek Batı Krallığı'nı genişleten, D ü k B o r -
ric'in büyük babası, Kral'ın en küçük oğluydu. O günden b e
ri, bir zamanlar imparatorluğa ait Bosania ili, Özgür Natal Ş e
hirleri dışında, Crydee Dukalığı olarak bilinir."
Pug bir an düşündükten sonra, "Sanırım bir gün bu Y ü c e
Kesh'e yolculuk etmek isterim," dedi.
M e e c h a m burnundan soludu, kahkahayı andıran bir şeydi.
"Ya ne sıfatla yolculuk ederdin, çapulcu olarak mı?"
Pug yüzünün kızardığını hissetti. Çapulcular yurtsuz adam
lar, para karşılığında savaşan paralı askerlerdi ve haydutlardan
ancak bir g ö m l e k üstün kabul edilirlerdi.
Kulgan, "Belki bir gün edersin, Pug," dedi. "Yol uzundur ve
tehlikelerle doludur, ancak gözüpek ve dinç birinin yolculuk
tan sağ çıktığı duyulmamış şey değildir. Bundan daha tuhaf
şeylerin olduğu bilinir."
Masadaki sohbet daha genel konulara döndü, zira büyücü
bir ayı aşkın süredir Carse'taki g ü n e y kalesindeydi ve Crydee
dedikodularını öğrenmek istiyordu. E k m e k piştiğinde M e e c
ham onu sıcak sıcak servis etti, domuz filetosunu dilimledi ve
tabaklar dolusu peynirle yeşillik çıkardı. Pug daha ö n c e hiç bu
kadar iyi bir y e m e k yememişti. Mutfakta çalıştığı zaman bile,
kale çocuğu olarak konumu, anca kıt kanaat geçinmesine yet
mişti. Y e m e k sırasında Pug iki k e z büyücünün kendisini dik
katle izlemekte olduğunu fark etti.
Y e m e k sona erdiğinde, M e e c h a m masayı topladı, sonra da
Kulgan ile Pug oturup konuşurken bulaşıkları temiz kum ve
tatlı suyla yıkamaya koyuldu. Masada tek bir et parçası duru
yordu; Kulgan bunu ateşin ö n ü n d e yatmakta olan Fantus'a at
tı. Ateş ejderi gözlerinden birini açarak y i y e c e k parçasına bak
tı. B i r an rahat dinlenme yeri ile sulu et parçası arasında seçim
yapmaya çalıştı, sonra ödülü midesine indirmek için gereken
on b e ş santimi aştı ve gözlerini yeniden kapadı.
Kulgan piposunu yaktı ve çıkardığı dumandan m e m n u n
olunca, "Yetişkinliğe eriştiğin zaman neler yapmayı planlıyor
sun, oğlum?" dedi.
Pug uykuyu savuşturmaya çalışıyordu, ama Kulgan'ın soru
su üzerine yeniden dikkat kesildi. Kasaba ve kaledeki delikan
lıların çırak olarak alındığı Seçim zamanı yaklaşmıştı ve Pug
heyecanlanarak, "Bu Y a z Ortası Günü Kılıç Ustası Fannon'ın
yanında Dük'ün hizmetine girmek istiyoaım," dedi.
Kulgan narin konuğunu süzdü. "Senin çırak olmana daha
bir iki yıl olduğunu sanıyordum, Pug," dedi.
M e e c h a m kahkaha ile homurtu arasında bir ses çıkardı. "Kı
lıçla kalkanı sağa sola sürüklemek için biraz ufak tefek sayıl
maz mısın, evlat?"
Pug kızardı. Kaledeki yaşıtları arasındaki en ufak tefek erkek
çocuğu oydu. "Aşçı Megar geç serpilebileceğimi söyledi," dedi
belli belirsiz bir asilikle. "Kimse anne babamın kim olduğunu
bilmiyor; bu yüzden de ne bekleyeceklerini hiç bilmiyorlar."
"Öksüz müsün?" diye sordu M e e c h a m o ana kadar yaptığı
en manalı hareketi yapıp tek kaşını kaldırarak.
Pug başını salladı. "Beni yolda bulduğunu iddia e d e n bir
kadın tarafından dağ manastırındaki Dala Rahipleri'ne bırakıl
mışım. B a n a bakmalarının imkanı olmadığından beni kaleye
getirmişler."
"Evet," diye ekledi Kulgan, "Zayıfın Kalkanı'na tapanların
seni kaleye ilk getirdiği zamanı hatırlıyorum. Sütten yeni kesil
miş bir b e b e k t e n büyük değildin. Bugün özgür biri olman sa
d e c e Dük'ün iyiliği sayesindedir. Bir kölenin oğlunu azat etme
nin özgür birinin oğlunu k ö l e yapmaktan daha az kötü oldu
ğunu düşünüyordu. Herhangi bir kanıt olmadığından, seni k ö
le ilan etmek hakkıydı."
M e e c h a m tarafsız bir ses tonuyla, "İyi bir adam, şu Dük,"
dedi.
Pug kendi k ö k e n i n e dair hikayeyi kaledeki mutfakta Mag-
ya'dan yüzlerce k e z dinlemişti. Kendini tamamen bitkin hisse
diyor ve gözlerini güçbela açık tutabiliyordu. Kulgan bunu fark
etti ve M e e c h a m ' a işaret etti. Uzun boylu toprak ağası rafların
birinden birkaç battaniye aldı ve bir yer yatağı yaptı. İşi bitti
ğinde Pug başı masanın üzerinde, uykuya dalmıştı. İri yarı ada
mın elleri onu tabureden nazikçe kaldırıp battaniyelerin üzeri
ne yerleştirdi, sonra da üzerini örttü.
Fantus gözlerini açtı ve uyuyan ç o c u ğ a baktı. Kurdu hatır
latan bir e s n e m e y l e sürünerek Pug'ın yanına geldi ve o n a so
kuldu. Pug uykusunda ağırlığını öteki tarafına verdi ve bir k o
lunu ateş ejderinin boynuna sardı, ateş ejderi, gırtlağının derin
lerinden onaylar bir gürleme çıkardıktan sonra gözlerini yeni
den kapadı.
2
ÇIRAK
SALDIRI
Cüceler n ö b e t tutuyordu.
Pug ile diğer Cıydeeliler ateşin çevresinde oturmuş, Dol-
gan'ın adamlarının hazırladığı y e m e ğ i açlıkla mideye indiri
yorlardı. Ateşin yakınında bir t e n c e r e yahni fokurduyordu.
Koparılmca sert kabuğunun içindeki ballı, kara, tatlı hamuru
ortaya çıkan sıcak yol e k m e ğ i somunları ç a b u c a k mideye in
dirilmekteydi. Cücelerin yük hayvanlarının taşıdığı tütsülen
miş balık s o n birkaç günkü at eti perhizlerinden sonra h o ş bir
değişiklik oluyordu.
Pug ü ç ü n c ü porsiyon e k m e k ve yahnisini tüketmekle m e ş
gul olan T o m a s ' ı n yanında oturduğu yerden baktı. Cücelerin
kampın çevresinde ustalıkla çalışmalarım seyretti. Cücelerin
çoğu mağara ağzının dışındaydı, zira soğuk onları insanlardan
daha az rahatsız ediyor gibiydi. İkisi yaşayacak olan yaralı
adamla ilgilenirken ikisi de D ü k ' ü n adamlarına sıcak y e m e k
servis ediyordu, bir tanesi ise bu kabarcıklı kahverengi sıvıy
la dolu b ü y ü k bir hayvan postundan bira bardaklarım doldu-
ruyordu.
D o l g a n ' m yanında kırk c ü c e vardı. Cüce şefinin iki yanın
da iki oğlu, yaşça daha b ü y ü k o l a n Weylin ile Udell vardı. Her
ikisi de babalarına şaşırtıcı bir şekilde benziyordu, a n c a k saç-
lan kızıl-kara yerine siyah olan Udell esmerliğe meyilliydi. Her
ikisi de bir elinde piposu, diğerinde bir maşrapa birayla
Dük'le konuşurken eliyle geniş hareketler yapan babalarına
kıyasla sessiz görünüyordu.
Cüceler ormanın kıyısında bir nevi devriye gezmekteydi,
ancak Pug köylerinden bu kadar uzakta devriye gezmelerinin
pek alışılmamış bir şey olduğu izlenimine kapılmıştı. İzlerine
rastladıkları goblinler onlara birkaç dakika ö n c e saldırmış ol
masa onları yakından takip e t m e y e c e k ve g e c e k i fırtına Cryde-
eli adamların geçişine ait tüm izleri sildiğinden, Dük'ün kafi
lesini ıskalayacaklardı.
"Seni hatırlıyorum, Lord Borric," dedi Dolgan birasından
bir yudum alarak, "gerçi Crydee'ye en son geldiğimde sen b e
b e k t e n biraz halliceydin. B a b a n l a birlikte y e m e k yemiştim. İyi
bir sofra kurmuştu."
"Crydee'ye yeniden g e l e c e k olursan da, Dolgan, umarım
b e n i m soframı da aynı ö l ç ü d e tatminkar bulursun." Dük'ün
amacından bahsetmişler ve Dolgan yemeğin hazırlanma süre
si b o y u n c a , büyük ö l ç ü d e sessiz kalıp, düşüncelere dalmıştı.
Birden s ö n m ü ş olan piposuna baktı. Onu kaldırarak kederle
içini çekti, ta ki Kulgan'ın kendi piposunu çıkardığını ve tak
dire şayan duman bulutları çıkarmakta olduğunu fark e d e n e
kadar. G ö z l e görülür bir canlanmayla, "Üzerinizde fazladan
bir pipoya y e t e c e k kadar tütün bulunur mu a c a b a , büyücü us
ta?" dedi. Cücelerin Kral Lisanı'nı k o n u ş u r k e n çıkardığı derin,
inişli çıkışlı mırıltılarla konuşuyordu.
Kulgan tütün kesesini çıkardı ve c ü c e y e uzattı. "Bereket
versin ki," dedi, "pipomla tütün k e s e m her zaman üzerimde
taşıdığım iki şeydir. Diğer eşyalarımın kaybolmasına katlana
bilirim - g e r ç i iki kitabımı yitirmiş olmak b e n i derinden üzü-
y o r - a n c a k pipomdan aldığım avuntu olmadan herhangi bir
koşula katlanmayı düşünemiyorum."
"Öyle," dedi c ü c e piposunu yakarken, "hakkın var. Güz bi
rası - y a da elbette sevgi dolu karımın arkadaşlığı veya iyi bir
d ö v ü ş - dışında, su katılmamış haz vermekte pipoyla aşık ata
cak ç o k az şey vardır." Konuyu vurgulamak için uzun bir ne
fes çekti ve büyük bir duman bulutu üfledi. Haşin yüzünden
düşünceli bir ifade geçti ve, "Şimdi, getirdiğiniz haberlere g e
lelim," dedi. ""Bunlar tuhaf haberler, a n c a k bir süredir b o ğ u ş
makta olduğumuz bazı gizemleri açıklamaya yarıyorlar."
Borric, "Hangi gizemleri?" dedi.
Dolgan mağara ağzının dışını işaret etti. "Size söylediğimiz
gibi, bu civarlarda devriye g e z m e k z o n ı n d a kaldık. Bu yeni
bir şey, zira g e ç e n yıllarda madenlerimiz ve çiftliklerimizin ci
varındaki bölgelerde s o m n olmazdı." Gülümsedi. "Ara sıra
fazlasıyla gözü p e k bir eşkıya ya da moredhel - s i z i n deyimi
nizde Karanlık K a r d e ş l e r - çetesinin ya da her zamankinden
daha a k m a k bir goblin kabilesinin bizi bir süre rahatsız ettiği
olur. Ama ç o ğ u zaman asayiş berkemaldir.
"Ama s o n zamanlarda her şey altüst oldu. Yaklaşık bir ay
veya biraz daha uzun bir zaman ö n c e , kendi köylerinden bi
zim köylerimizin kuzeyine doğru büyük m o r e d h e l ve goblin
hareketleri g ö r m e y e başladık. Araştırmak için bazı gençleri
gönderdik. H e m goblin, h e m de m o r e d h e l e ait, bütün bütün
terk edilmiş köyler buldular. Köylerin bazıları yağmalanmıştı,
ama çoğu herhangi bir çatışma izi olmadan boşaltılmıştı.
"Söylemeye g e r e k y o k ki, bu vicdansızlann yerlerini değiş
tirmesi bizim problemlerimizin artmasına n e d e n oldu. Köyle
rimiz nispeten yüksek çayır ve platolarda olduğundan, saldır
maya cesaret edemiyorlar, a n c a k geçerlerken alçaktaki vadi-
lerde otlayan sürülerimizi yağmalıyorlar -artık dağ sırtında
devriye gezmemizin n e d e n i de bu. Kış gelip çattığından, sü
rülerimiz en alçaklardaki çayırlarda ve teyakkuzda olmamız
şart.
"Habercilerinizin köylerimize ulaşamamasının nedeni bü
yük ihtimalle dağlardan aşağı, ormanlara doğru k a ç a n ç o k sa
yıda m o r e d h e l ile goblinin varlığıdır. Şimdi, hiç değilse bu gö
çe neyin n e d e n olduğu konusunda bir fikir sahibiyiz."
D ü k başını salladı. "Tsuraniler."
D o l g a n bir an düşünceli görünürken Arutha, "O zaman
orada kuvvetliler," dedi.
Borric oğluna soran bakışlarla b a k a r k e n D o l g a n kıs kıs
güldü ve, "Şu senin oğlun e p e y akıllı, Lord Borric," dedi. Dü
şünceli bir şekilde kafa salladıktan sonra, "Evet, Prens. Orada
lar ve kuvvetliler. B a ş k a konulardaki tehlikeli kusurlarına rağ
m e n , m o r e d h e l savaş sanatları k o n u s u n d a hünerlidir," dedi.
Sonra piposundaki tütün artığını dökerek, "Cüce ahalisine b o ş
yere Batıdaki en iyi savaşçılar, denilmemiştir, ama sayımız da
ha usandırıcı komşularımızdan kurtulmaya yetmiyor. G e ç m e k
te olan gibi büyük bir orduyu yerinden sürmek için yeterince
silah ve erzakla donanmış adamlardan oluşan, b ü y ü k bir kuv
vet gerekir," dedi.
Kulgan, "Bu dağlara nasıl ulaştıklarını ö ğ r e n m e k için her
şeyimi verirdim," dedi.
Dük, " B e n sayılarının k a ç olduğunu ö ğ r e n m e y i yeğler
dim," dedi.
D o l g a n piposunu y e n i d e n doldurdu ve yaktıktan sonra,
gözlerini düşünceli bir şekilde ateşe dikti. Weylin ile Udell bir
birlerine bakıp başlannı salladılar, sonra Weylin, "Lord Borric,
sayılan b e ş b i n kadar olabilir," dedi.
İrkilen D ü k bir yanıt v e r e m e d e n D o l g a n daldığı düşünce
lerden sıyrıldı. Küfrederek, "Hattâ on b i n e yakın!" dedi. B a ş ı
nı çevirip yüz ifadesinden söylenenleri anlamadığı aşikar olan
D ü k ' e baktı. Dolgan, "Bu göçü işgal dışında her türlü ş e y e
yormuştuk. Salgın hastalık, çeteler arası savaşlar, mahsullerine
dadanıp kıtlık çıkaran zararlılar, a n c a k dış dünyalılardan bir
işgal ordusu bunların arasında yoktu.
" B o ş kasabaların sayısına bakılırsa, birkaç bin goblin ile
moredhelin Yeşil Y ü r e k ' e indiğini tahmin ediyoruz. Bu köy
lerden bazıları iki oğlumun dahi yardım almadan üstesinden
gelebilecekleri bir avuç k u l ü b e d e n oluşuyor. A n c a k diğerleri
kazıklı çitleri k o m y a n yüz iki yüz savaşçının bulunduğu, sur
larla çevrili t e p e kaleleri. Bunlar gibi on iki tanesini bir aydan
biraz fazla zaman içinde silip süpürdüler. B ö y l e s i bir işi başar
m a k için s e n c e k a ç adama ihtiyacın olur, Lord Borric?"
Pug yaşamında ilk defa k o r k u n u n Dük'ün yüzüne açıkça
kazınmış olduğunu gördü. Borric kolunu dizinin üzerine yas
layarak ö n e eğildi ve, "Hudut boyundaki sınır garnizonların-
dakileri de sayarsak, Crydee'ye bağlı bin b e ş yüz adamım var.
Carse ve Tulan'daki garnizonlardan biner kişi daha çağırabili
rim, gerçi b u n u yaparsam onların elinde hiç adam kalmaz.
Köylerle kasabalardan toplayabileceğim askerlerin sayısı en
iyi ihtimalle bin kadardır ve bunların ç o ğ u Carse'taki kuşatma
nın gazileri ya da eğitimsiz g e n ç l e r olur," dedi.
Arutha, "Üçte biri d e n e n m e m i ş , en ç o k dört bin b e ş yüz ki
şi on binlik bir orduya karşı," d e r k e n babası kadar ciddi gö
rünüyordu.
Udell ö n c e babasına sonra da Lord Borric'e baktı. " B a b a m
ne bizim, ne de moredhelin hünerlerini mübalağa etmiyor,
Majesteleri," dedi. "İster b e ş bin, ister on bin kişi olsun, soyu-
muza düşman olanları s ü r e c e k yavuz, deneyimli savaşçılar
olacaktır."
" B e n i m d ü ş ü n c e m e göre," dedi Dolgan, "en iyisi b ü y ü k
oğluna ve tabii baronlarına h a b e r g ö n d e r e r e k onlara kaleleri
nizin surlarının ardında g ü v e n d e kalmalarını söyle ve kendini
Krondor'da gizle. Y e n i g e l e n l e r e bu baharda karşı k o y m a k
için Batının Orduları'nm tamamı gerekli olacak."
T o m a s birden, "Durum g e r ç e k t e n bu kadar kötü mü?" de
di, sonra da konseyi böldüğü için m a h c u p oldu. "Özür dile
rim, lordum."
Borric özrü eliyle savuşturdu. "Belki de tüm korku iplikle
rini alıp var olandan büyük bir halı örüyoruz, ama iyi bir as
ker en kötüsüne hazırlanır, T o m a s . Dolgan hakli; Prens'in yar
dımını almam gerekiyor." D o l g a n ' a baktı. "Ama Batı Ordula-
rı'nı silah altına çağırmak için, Krondor'a u l a ş m a m şart."
Dolgan, "Güney Geçidi kapalı; siz insanların gemilerinde
ki ustalar da kışın Karanlık Boğazlar'ı g e ç m e y e kalkışmayacak
kadar aklı selim sahibi," dedi. "Ama zor da olsa, b a ş k a bir yol
da var. Bu dağların içinden g e ç e n , Gri Kuleler'in altında bulu
nan kadim tüneller vardır. B i r ç o ğ u halkın tarafından demir ve
altın çıkarmaya çalışırken kazılmıştı. Bazıları doğaldır; dağlar
doğduğu zaman oluşmuştur. Y i n e bazıları, halkım bu dağlara
ilk geldiğinde de vardı, kimler tarafından kazıldıklarını a n c a k
tanrılar bilir. Dağların altından boydan boya g e ç e r e k dağ sıra
sının öteki tarafından, B o r d o n ' u n yalnızca bir günlük yürüyüş
uzaklığında bir noktadan çıkan tek bir tünel vardır. G e ç m e s i
iki gün sürer ve tehlikeler olabilir."
C ü c e kardeşler babalarına baktılar ve Weylin, "Baba, Mac
Mordain Cadal mi?" dedi.
D o l g a n başıyla onayladı. "Evet, büyük b a b a m ve onun ba-
basının terk ettikleri madenler." Dük'e, "Dağın altında miller-
ce uzanan tüneller kazdık ve bunlardan bazılan sözünü etti
ğim kadim tünellerle bağlantılı. Bu eski geçitlerle bağlantılı ol
duğu için Mac Mordain Cadal hakkında karanlık ve tuhaf öy
küler vardır. Eski madenlerin derinlerine inerek efsanevi hazi
neleri arayan birçok c ü c e olmuş, bunlardan ç o ğ u da geri dön
müştür. Ama birkaçı ortadan kayboldu. Cüce bir yola ayağını
bastığında, artık kaybolması m ü m k ü n değildir, bu yüzden ara
yışları sırasında yollarını kaybetmiş olamazlar. Başlarına bir
şey gelmiş olmalı. Sana bunu aramızda herhangi bir yanlış an
laşma olmasın diye söylüyomm, zira atalarımca kazılan geçit
lerden ayrılmadığımız sürece, karşılaştığımız risk k ü ç ü k ola
caktır."
"'Biz' mi dedin, dost cüce?" dedi Dük.
D o l g a n sırıttı. "Sizi yolun üzerine bırakmakla yerinirsem,
bir saat içinde umutsuz bir biçimde kaybolmuş olursunuz. Y o ,
Rilannon'a gidip Kral'a iyi Düklerinden birini kaybetmeyi b e
cerdiğimi anlatmak zorunda kalmak istemem. Size seve seve
rehberlik ederim, Lord Borric, küçük bir bedel karşılığında."
S o n sözleri söylerken Pug ile T o m a s ' a g ö z kırpmıştı. "Örneğin,
bir k e s e tütün ve Crydee'de iyi bir yemek."
Dük'ün neşesi biraz yerine geldi. Gülümseyerek, "Oldu bil
ve sağol, Dolgan," dedi.
C ü c e oğullarına döndü. "Udell, sen kafilenin yarısıyla ka
tırları ve D ü k ' ü n yola devam e d e m e y e c e k kadar hasta ya da
yaralı olan adamlarını al. Crydee kalesine d o ğ m yola çık. B a
vullarımızın arasında bir yerde p a r ş ö m e n e sarılı bir m ü r e k k e p
hokkasıyla tüy kalem olacak; onu majesteleri için bul ki,
adamlarına talimatlarını yazabilsin. Weylin, bizimkilerden ge
riye kalanları Caldara'ya geri götür, sonra da kışın tipileri ge-
lip çatmadan diğer köylere h a b e r uçur. İlkyaz geldiğinde, Gri
Kuleler'deki c ü c e l e r savaşa gidecek."
D o l g a n B o r r i c ' e baktı. "Cüce halkının ç o k ö n c e l e r e daya
nan belleğinde, hiç kimse yaylalardaki köylerimizi fethedeme-
miştir. Ama birilerinin b u n u d e n e m e s i sinir b o z u c u olabilir.
Cüceler Krallığın yanında yer alacaktır, Lordum. Uzun zaman
dır dostumuz oldunuz, ticarette adil davranıp, istendiğinde
yardımınızı esirgemediniz. Bizler de çağrıldığımız zaman asla
savaştan kaçmadık."
Arutha, "Ya Taş Dağı?" dedi.
Dolgan güldü. "Majesteleri'ne b a n a hatırlattığı için teşek
kür ederim. İyi bir dövüş çıksa da kendilerine h a b e r verilme-
se, İhtiyar Harthorn ile klanları fena halde gücenirdi. Taş Da-
ğı'na da ulaklar göndereceğim."
Pug ile T o m a s Dük'ün Lyam ve F a n n o n ' a mesajlar yazma
sını izlediler, sonra da çektikleri uzun uykuya r a ğ m e n dolu
mideleri ve yorgunlukları uykularını getirmeye başladı. Cüce
lerin onlara ö d ü n ç verdiği kalın cüppeleri ç a m sürgünlerinin
etrafına sararak rahat şilteler yaptılar. Pug geceleyin birkaç
kez d ö n e r e k derin uykusundan uyandı ve alçak sesle konuş
malar duydu. Mac Mordain Cadal ismini birden fazla kere
duydu.
Pug huzursuzdu.
Oturmuş, Prens'in Krondor'daki sarayının pencerelerinin
birinden dışan bakıyordu. Dışarıda, üç gündür olduğu gibi,
kar yağıyordu. D ü k ile Anıtha, Krondor Prensi'yle her gün gö
rüşüyordu. İlk gün Pug Tsurani gemisini buluşu hakkındaki
öyküsünü anlatmış, sonra salıverilmişti. Bu sıkıntılı görüşmeyi
hatırlıyordu.
Prens'in g e n ç , canlı ve sağlıklı bir adam olmasa da, otuzlu
yaşlarını süren biri olduğunu görerek şaşırmıştı. Krondorlu Er-
land, Pug'ın anlattıklannı sabırla dinleyerek, ç o c u ğ u n Kral'm
tahtının yasal vârisinin huzuruna çıkarkenki huzursuzluğunu
azaltan, düşünceli bir adamdı. Gözleri Pug'a güven vererek,
anlayışla bakıyordu, ç e k i n g e n çocukların huzuruna çıkması
sık sık olan bir şeymiş gibi. Pug'ın anlatısını dinledikten sonra
kısa bir süre Pug'la, dersleri ve tesadüfen asalet mertebesine
yükselişi gibi ufak konular üzerine, bunlar ülkesi için önemli
konularmışçasına s o h b e t etmişti.
Pug Prens Erland'dan hoşlandığına karar verdi. Krallık'taki
ikinci en kudretli, Batı'daki tek ve en güçlü adam olan Prens,
içten ve dost canlısı biriydi ve önemsiz k o n u ğ u n u n rahatıyla
ilgileniyordu.
Sarayın ihtişamına hâlâ alışamamış olan Pug odaya g ö z
gezdirdi. Bu ufak oda bile zengin bir şekilde döşenmişti, uy
ku minderi yerine direkli bir yatak vardı. Pug daha ö n c e hiç
yatakta uyumamıştı ve derin, yumuşak, kuş tüyü şiltede rahat
etmek o n a z o r geldi. Odanın köşesinde, içinde tüm hayatı b o
yunca giyebileceğini sandığından ç o k giysi bulunan bir dolap
vardı; giysilerin tümü de pahalı bir d o k u m a ve iyi terzilik e s e
riydi ve tümü de görünürde o n u n b e d e n i n e uygundu. Kulgan
bunun Prens'ten bir armağan olduğunu söylemişti.
Bu odanın sessizliği Pug'a Kulgan ile diğerlerini ne kadar
az gördüğünü hatırlattı. Gardan ile askerleri o sabah babasının
Prens Lyam'a gönderdiği bir yığın mesajla birlikte yola çıkmış
lar, M e e c h a m ise saray muhafızlannm yanma yerleştirilmişti.
Kulgan çoğu zaman toplantılara dahil olduğundan Pug'ın ken
di başına kalacak bir sürü zamanı oluyordu. Y a n ı n d a kitapla
rı olmasını diliyordu, zira o zaman hiç değilse bu zamanı y e
rinde kullanabilirdi. Krondor'a varışından beri y a p a c a k p e k az
işi olmuştu.
Pug en az bir kez T o m a s ' ı n bu yerin - g ö r ü n ü ş t e taştan ç o k
c a m ve büyüden inşa edilmiş g i b i y d i - ve içindeki insanların
yeniliğine ne kadar bayılacağını düşünmüştü. Kaybettiği arka
daşını düşünüyor, Dolgan'ın her nasılsa o n u bulduğunu ümit
ediyor, ama buna inanmıyordu. O n u yitirmenin acısı artık do
nuk bir sızıydı, ama yine de ağrılıydı. G e ç e n aydan sonra bile
kendisini Tomas'ı yakınlarda görmeyi ümit e d e r e k d ö n e r k e n
yakalıyordu.
Daha fazla b o ş b o ş oturmak istemeyen Pug kapıyı açtı ve
Prens'in sarayının doğu kanadı b o y u n c a uzanan h o l e baktı.
Yeknesaklığı b ö l e c e k tanıdık bir yüz görmek umuduyla a c e
leyle h o l d e ilerledi.
Aksi y ö n e giden bir muhafız yanından geçti ve o n u selam
ladı. Pug hâlâ ne zaman yanından bir muhafız g e ç s e selamlan
ma fikrine alışamamıştı, a n c a k Dük'ün kafilesinin bir üyesi sı
fatıyla ve T o p r a k B e y i unvanı nedeniyle ev personeli tarafın
dan şeref payesinin gerektirdiği saygıyı görüyordu.
D a h a ufak bir h o l e ulaştığında, keşfe çıkmaya karar verdi.
İki yön de diğerinin aynı, diye düşündü. Prens o n a sarayda
dolaşabileceğini bizzat kendisi söylemişti, ama Pug haddini aş
m a k konusunda ç e k i n g e n davranıyordu. Şimdiyse sıkıntı onu
serüvene ya da bu koşullar altında olabildiği kadarıyla serüven
aramaya yöneltmişti.
Pug saray b a h ç e s i n i farklı bir açıdan g ö r e n bir p e n c e r e n i n
yanında ufak bir girinti buldu. Pug p e n c e r e n i n pervazına otur
du. Saray duvarlarının ardında Krondor limanı aşağıda, beyaz
bir örtüye bürünmüş o y u n c a k bir şehir gibi görünüyordu. B i
naların ç o ğ u n u n bacasından tüten duman, şehirdeki y e g a n e
yaşam belirtisiydi. Limandaki gemiler birer minyatüre benzi
yor, demir atmış, y e l k e n açabilecekleri daha elverişli hava k o
şullarını bekliyorlardı.
Arkasından gelen hafif bir ses Pug'ı daldığı düşüncelerden
kopardı. "Sen Prens Arutha mısın?"
Arkasında altı yedi yaşlarında, iri, yeşil gözleri ve gümüş
rengi bir fileye toplanmış koyu, kızıl k a h v e saçları olan bir kız
ç o c u ğ u duruyordu. Elbisesi sade, ama güzeldi, kollarına beyaz
danteller dikilmiş kırmızı kumaştan dikilmişti. Y ü z ü sevimliy
di, ama o n a k o m i k bir ciddiyet katan derin bir konsantrasyon
ifadesi taşıyordu.
Pug bir an durakladı, sonra, "Hayır, b e n i m adım Pug.
P r e n s l e birlikte geldim," dedi.
Kız hayal kırıklığım gizlemeye çalışmadı. Omuzlarını silke-
rek gelip Pug'ın yanına oturdu. Başını kaldırıp Pug'a aynı cid
di ifadeyle baktı ve, "Senin Prens olmanı ümit ediyordum,
çünkü siz Salador'a gitmek üzere buradan aynlmadan ö n c e
onu bir g ö r m e k istiyordum," dedi.
Pug d o n u k bir sesle, "Salador," dedi. Yolculuğun Prens'e
yapılan ziyareüe sona ereceğini ümit etmişti. S o n zamanlarda
Carline'i düşünür olmuştu.
"Evet. B a b a m hepinizin h e m e n Salador'a gitmek üzere y o
la çıkacağınızı, oradan da bir gemiye binip Kral'ı g ö r m e y e gi
deceğinizi söylüyor."
"Senin b a b a n kim?"
"Prens, şapşal. Sen hiçbir şey bilmez misin?"
"Bilmiyorum galiba." Pug kıza baktı ve eli kulağında bir
b a ş k a Carline gördü. "Sen Prenses Anita olmalısın."
"Elbette. Üstelik b e n g e r ç e k bir prensesim. B i r dükün kızı
değil, bir prensin kızıyım. B a b a m istese kral olurdu, ama iste
medi. Olsaydı, b e n de bir gün kraliçe olurdum. Ama olmaya
cağım. S e n ne iş yapıyorsun?"
Herhangi bir girizgah olmadan aniden gelen soru Pug'ı ha
zırlıksız yakaladı. Çocuğun gevezelikleri ç o k usandırıcı değil
di ve p e n c e r e n i n dışındaki manzarayla daha ç o k ilgilendiğin
den o n u p e k dinlemiyordu.
Tereddüt ettikten sonra, "Dük'ün büyücüsünün yanında çı
rağım," dedi.
Prenses'in gözleri yusyuvarlak oldu ve, "Gerçek bir büyü
cü mü?" dedi.
"Yeterince gerçek."
Kızın ufak yüzü keyifle aydınlandı. "İnsanları kurbağaya
çevirebiliyor mu? A n n e m dedi ki, büyücüler kötü davranan in
sanları kurbağaya çevirirmiş."
"Bilmiyorum. O n u gördüğüm zaman sorarım - o n u görür
sem, tabii," diye ekledi alçak sesle.
"Ah, sorar mısın? B u n u öğrenmeyi o kadar ç o k isterim ki."
Bu hikayenin doğru olup olmadığını ö ğ r e n m e ihtimalinden ta
m a m e n büyülenmiş görünüyordu. "Bir de lütfen b a n a Prens
Arutha'yı n e r e d e görebileceğimi söyler misin?"
"Bilmiyorum. B e n kendim de onu iki gündür görmedim.
O n u n e d e n görmek istiyorsun ki?"
"Annem bir gün onunla evlenebileceğimi söylüyor. İyi biri
olup olmadığını g ö r m e k istiyorum."
Bu ç o c u ğ u n D ü k ' ü n küçük oğluyla evlenmesi olasılığı bir
an Pug'ı afallattı. Soyluların çocuklarını reşit olmalarından yıl
lar ö n c e birbirleriyle nişanlamaları görülmemiş bir şey değildi.
On yıl sonra Prenses bir kadın, Prens ise hâlâ g e n ç bir adam,
Krallık'taki ikinci d e r e c e d e n bir kalenin kontu olacaktı. Y i n e
de Pug bu olasılığı ilginç buldu.
Pug, "Bir kontla yaşamayı sever misin, dersin?" diye sordu,
sorar sormaz da b u n u n aptalca bir s o m olduğunu anladı.
Prenses de bu görüşü Rahip Tully'nin takdir e d e c e ğ i bir bakış
la onayladı.
Kız, "Şapşal! A n n e m l e B a b a m ı n b e n i kiminle evlendirece
ğini bilmezken bunu nasıl bilebilirim?" dedi.
Çocuk ayağa sıçradı. "Eh, geri d ö n m e m lazım. Burada ol
m a m a m gerekiyor. B e n i odamın dışında bulurlarsa, cezalandı
rırlar. Umarım Salador ve Rillanon'a iyi bir yolculuk yaparsı
nız."
"Teşekkür ederim."
Kız ani bir endişe ifadesiyle, "Kimseye burada olduğumu
söylemezsin, değil mi?" dedi.
Pug ona suç ortaklığını belirtir bir biçimde gülümsedi. "Ha-
yır. Sırrın güvende." Kız rahatlayarak gülümsedi ve holün iki
y ö n ü n e de bakındı. Gitmeye hazırlanırken Pug, "O iyi bir
adam," dedi.
Prenses durdu. "Kim?"
"Prens. O iyi bir adamdır. B a z e n derin düşünür ve keyifsiz
olur, ama g e n e l d e iyi biridir."
Prenses bu bilgiyi h a z m e d e r k e n bir an kaşlarını çattı. "Bu
iyi. İyi olmayan biriyle e v l e n m e k istemezdim." Kıkırdayarak
köşeyi döndü ve gitti.
Pug biraz daha oturup karın yağışını izledi ve çocukların
devlet meseleleriyle ilgilenmesi ve iri, ciddi, yeşil gözleri olan
bir ç o c u k üzerine derin düşüncelere daldı.
G e m i limana girdi.
Krallık Denizi'nin iklimi, Acı Deniz'den daha ılımandı ve
Salador'dan oraya yaptıkları yolculuk olaysız geçmişti. Y o l u n
büyük b ö l ü m ü n d e sürekli kuzeybatı y ö n ü n d e e s e n bir rüzgar
la b o ğ u ş m a k zorunda kaldıklarından, iki yerine üç hafta g e ç
mişti.
Pug geminin ön güvertesinde durmuş, cüppesine sıkıca sa-
rınmıştı. Kış rüzgannın sertliği yerini daha yumuşak bir serin
liğe bırakmıştı, sanki baharın gelmesine sadece birkaç gün
vardı.
Fdllanon'a Krallığın Mücevheri deniyordu ve Pug b u n u n
hak edilmiş bir isim olduğuna karar verdi. Batı'nın yayvan şe
hirlerinin aksine Rillanon, e n g e b e l i tepelerin üzerine h o ş bir
karmaşa halinde saçılmış uzun kuleler, zarif kemerli köprüler
ve hafifçe bükülen yollardan oluşan bir kütleydi. Görkemli ku
lelerin üzerinde sancak ve flamalar rüzgarda çırpınıyordu, şe
hir, varlığını kutluyormuş gibi. Pug'a, limana demir atmış g e
milere gidip gelen mavnalarda çalışan gemiciler bile Rilla-
non'da olmanın büyüsü yüzünden daha renkli geldi.
Salador Dükü Borric için bir dukalık bayrağı dikilmesini
buyurmuştu ve bu sancak şimdi geminin ana direğinin t e p e -
sinde dalgalanıyor, kraliyet şehrinin memurlarına Crydee Dü-
kü'nün geldiğini h a b e r veriyordu. Borric'in gemisine limanda
ki gemi kılavuzu tarafından iskeleye y a n a ş m a önceliği tanındı
ve gemi ç a b u c a k kraliyet rıhtımına bağlandı. Kafile gemiden
indi ve Kraliyet H a n e Muhafızlan'ndan bir b ö l ü k tarafından
karşılandı. Muhafızların başında ihtiyar, ak saçlı, a n c a k yine de
dimdik duran bir a d a m vardı ve Borric'i sıcak bir şekilde se
lamladı.
İki adam birbiriyle kucaklaştılar ve muhafızlara özgü, kra
liyet renkleri olan m o r ve altın giysiler içinde, a n c a k kalbinin
üzerinde bir dukalık nişanı taşıyan yaşlı adam, "Borric, seni
yeniden g ö r m e k güzel. Ne kadar oldu? On... on bir yıl mı?" de
di.
"Caldric, eski dostum. On üç yıl oldu." Borric ona sevgiyle
baktı. Adamın berrak, mavi gözleri ve kısa, akçıl bir sakalı var
dı.
Adam başını iki yana sallayıp gülümsedi. "Çok uzun zaman
oldu." Diğerlerine baktı. Pug'ı fark ederek, "Bu senin küçük
oğlun mu?" dedi.
Borric güldü. "Hayır, gerçi olsa da beni utandırmazdı."
Uzun, ince Anıtha'ya işaret etti. "Oğlum bu. Amtha, gel de bü
yük dayınla tanış."
A m t h a ö n e çıktı ve ikisi kucaklaştılar. Rillanon Lordu, Kral
H a n e Muhafızları Alayı'mn Şövalye-Generali ve Kraliyet Şan
sölyesi, D ü k Caldric, Amtha'yı itti ve onu bir kol boyu uzaklı
ğından inceledi. "Seni s o n gördüğümde daha ufak bir ç o c u k
tun. Seni tanımam gerekirdi, zira babanın yakışıklılığından pa
yını almış da olsan, sevgili kardeşime - a n n e n i n b a b a s ı n a - da
ç o k benziyorsun. Aileme onur verdin."
Borric, "Eh, ihtiyar savaş atı, şehrin nasıl?" dedi.
Caldric, "Konuşulacak ç o k şey var, ama burada değil. Sizi
Kral'ın sarayına getirip rahat ettireceğiz. Ziyaret için ç o k zama
nımız olacak. Sizi buraya, Rillanon'a getiren nedir?" dedi.
"Majesteleri'yle görüşmem gereken ç o k önemli bir m e s e l e
var, ama sokaklarda konuşulacak türden bir şey değil. Saraya
gidelim."
D ü k ile kafilesine binekler verildi ve şehrin içinden atlarıy
la geçerlerken bir muhafız takımı caddeleri boşalttı. Pug Kron
dor ile Salador ihtişamlanyla etkilenmişse de, Rillanon karşı
sında nutku tutulmuştu.
Ada şehri aralarından denize akan birkaç ufak nehrin aktı
ğı ç o k sayıda tepenin üzerine inşa edilmişti. Kuleler kadar
köprüler ve kanallardan oluşan bir şehre benziyordu. Binalar
dan çoğu yeni görünüyordu ve Pug bunun Kral'ın şehri yeni
den inşa e t m e planının bir parçası olduğunu düşündü. Y o l
üzerinde birkaç noktada işçilerin eski bir binadan taşları çıkar
dıklarını ya da yeni duvarlar ve çatılar diktiklerini gördü. Y e
ni binaların cephesi renkli taşlarla, çoğu onlara beyaz, mavi ya
da p e m b e renk veren mermer ve kuvarsla kaplanmıştı. Cadde
lerdeki kaldırım taşları temiz, h e n d e k l e r Pug'ın diğer şehirler
de gördüğü tıkanıklıklar ve pislikten yoksundu. Başka ne ya
pıyor olursa olsun, diye düşündü çocuk, Kral şehre muhteşem
bir şekilde bakıyor.
Sarayın ö n ü n d e n akan bir nehir olduğundan, giriş, suyun
üzerinden ana avluya g e ç e n kemerli bir köprüyle sağlanıyor
du. Saray, şehrin merkezindeki bir t e p e yamacının üzerine ya
yılmış uzun koridorlarla birbirlerine bağlanan b ü y ü k binalar
toplamıydı. C e p h e s i n e kaplanmış p e k ç o k renkte taşlar ona
gökkuşağı gibi bir görünüm veriyordu.
Avluya girerlerken duvarlardan trompet sesleri duyuldu ve
muhafızlar hazır ola geçtiler. Atları almak için kapıcılar ö n e çı
karken saray girişinin yanında bir grup saray asilzadesiyle m e
muru onları karşılamak üzere bekliyordu.
Pug onlara yaklaştığında bu adamlar tarafından verilen s e
lamların resmi olduğunu ve D ü k Caldric'in karşılamasının sı
caklığından y o k s u n olduğunu fark etti. Kulgan ile M e e c h a m ' ı n
arkasında dururken, Caldric'in sesini duyabiliyordu. "Lordum
Borric, Crydee Lordu, size Kraliyet Hanesinin Vekilharcı B a r o n
Gray'i takdim edeyim." B u , üzerine sıkı sıkıya oturmuş, kırmı
zı ipekten bir tunik ve dizlerinde torba gibi şişen soluk griden
bir pantolon giymiş, kısa boylu, tıknaz bir adamdı. "Kont Sle-
vec, Kraliyet D o n a n m a s ı Birinci Lordu." İ n c e , yağlı bir bıyığı
olan, uzun boylu, sıska bir adam eğilerek selam verdi. Hepsi
de Lord Borric'in gelişinden duydukları memnuniyeti kısaca
ifade ettiler, ama Pug onların söylediklerinde p e k içten olma
dıklarını hissetti.
Kalacakları yerlere götürüldüler. Kulgan'ın M e e c h a m ' ı ya
nında tutmak için ortalığı ayağa kaldırması gerekti, zira B a r o n
Gray o n u saraydaki hizmetkarlar kanadına g ö n d e r m e k istemiş,
a n c a k Caldric Kraliyet Şansölyesi olarak nüfuzunu kullanınca
b u n d a n vazgeçmişti.
Pug'a gösterilen oda, ihtişam bakımından o ana kadar g ö r - .
düklerinin tümünü fena halde aşmıştı. Zemin cilalı mermer
dendi, duvarlar da aynı malzemeyle kaplanmıştı, ama üzerin
de yer yer altına b e n z e y e n lekeler vardı. Y a t a k odasının bir ta
rafındaki, büyük, altın varaklı bir küvetin bulunduğu, ufak bir
odada büyük bir ayna asılıydı. Kahyalardan biri tek tük eşya
sını - k e n d i bavulları ormanda kaybolduğundan beri yolda
topladıkları birkaç ş e y i - Pug'ın tüm sahip olduklarının on ka
tının sığabileceği, devasa bir dolaba yerleştirdi. Adam işi bit-
tikten sonra, "Banyonuzu hazırlayayım mı, efendim?" diye sor
du.
Pug başıyla onayladı, çünkü gemide geçirdiği üç haftanın
sonunda giysileri üzerine yapışmış gibi geliyordu. B a n y o hazır
olduğunda, kahya, "Lord Caldric, dört saat sonra D ü k Borric'in
kafilesini a k ş a m y e m e ğ i n e bekliyor, efendim. O zaman geri
geleyim mi?" dedi.
Adamın diplomatikliğine hayran kalan Pug "evet," dedi.
Adamın tek bildiği Pug'ın Dük'le birlikte gelmiş olduğuydu ve
y e m e k davetine dahil olup o l m a m a karannı Pug'a bırakmıştı.
Pug ılık suya dalarken rahatlayarak uzun uzun iç çekti. Ka
lede ç o c u k k e n b a n y o seven biri değildi, kir pasını denizde ve
kalenin yakınındaki çaylarda yıkamayı yeğlerdi. Şimdiyse ban
yodan keyif almayı öğrenebilirdi. Tomas'ın bu k o n u d a ne dü
ş ü n e c e ğ i n e kafa yordu. Siyah saçlı, güzel bir prenses ile mut
lu ve kum rengi saçlı bir ç o c u k üzerine hüzünlü amlardan ılık
bir sisin içine süzüldü.
Y a ğ m u r dinmek bilmiyordu.
Mağara ağzının yakınında, bir grup c ü c e , ufak bir y e m e k
ateşinin çevresinde toplanmıştı; günün kasveti yüzlerine yan
sıyordu. Dolgan piposundan nefesler çekiyor, diğerleri de
zırhlarının üzerinde çalışarak derideki kesik ve yırtıkları ona
rıyor, metalleri temizliyor ve yağlıyorlardı. Ateşin üzerinde bir
yahni tenceresi hafiften kaynıyordu.
T o m a s kılıcını dizlerinin üzerine yerleştirmiş, mağaranın ar
ka tarafında oturuyordu. Diğerlerinin gerisine doğru b o ş b o ş
bakıyordu, gözleri altlarındaki, uzak bir noktaya sabitlenmişti.
Gri Kuleler mevkii cüceleri yedi kez istilacılara saldırmaya
t e ş e b b ü s etmiş, yedi k e z de ağır kayıplar almışlardı. A n c a k her
defasında Tsuranilerin sayılarının azalmadığı anlaşılmıştı. Artık
yaşamı düşmana büyük, a n c a k Gri Kuleler'deki ailelere daha
da büyük bir bedel ödetilerek yitirilen p e k ç o k c ü c e araların
da yoktu. Uzun ömürlü cüceler, insanlardan daha az sayıda ve
daha aralıklı olarak ç o c u k sahibi olurdu. Her bir kaybın c ü c e
halkına, insanlarca tahayyül e d i l e m e y e c e k kadar zarar veren
bir faturası oluyordu.
Cücelerin toplanıp, madenlerden g e ç e r e k vadiye saldırdığı
her defada T o m a s da k e ş i f kolunun içinde yer almıştı. Altın
miğferi c ü c e l e r için bir işaret feneri olmuştu. Altın kılıcı sava
şın üzerinde kavis çizer, sonra da aşağı inerek düşmandan ha
racını alırdı. Savaşta kale delikanlısı bir güç timsaline, savaş
alanındaki varlığı Tsuranilerde huşu ve korku uyandıran bir
savaş kahramanına dönüşüyordu. Tayfı uzaklaştırmalarından
sonra silahlarıyla zırhının büyülü oluşundan bir şüphesi var-
dıysa bile, onlara savaşta ilk kez büründüğü zaman bu şüphe
ler kaybolup gitmişti.
Caldara'dan otuz savaşçı c ü c e toplamış ve madenlerden
g e ç e r e k zapt edilmiş vadinin güney kısmındaki bir girişine çık
mışlardı. Madenlerden p e k uzak olmayan bir Tsurani devriye
kuvvetini hazırlıksız yakalayıp katletmişlerdi. Ama savaş de
vam ettiği sırada T o m a s üç Tsurani savaşçısı tarafından c ü c e
lerden ayrı düşürülmüştü. Tsuraniler başlarının üzerine kaldır
dıkları kılıçlarıyla çevresini sararlarken, bir şeyin o n u ele g e
çirdiğini hissetti. Çıldırmış bir akrobat gibi aralarında m e k i k
dokuyarak ikisini de sağdan sola tek bir kılıç hareketiyle öl
dürmüştü. Üçüncüsü ani hareketin ertesinde kendim daha to-
parlayamadan arkadan hızlı bir darbe almıştı.
T o m a s dövüşten sonra o n u n için yeni ve her n e d e n s e ay
nı zamanda korkutucu olan bir coşkunlukla dolmuştu. Savaş
tan dönerken, tüm yol b o y u n c a kendisini bilmediği bir ener
jiyle dolu hissetmişti.
B u n u n ardından gelen her bir m u h a r e b e o n a aynı gücü ve
silah kullanma hünerini kazandırmıştı. Ama coşkunluk daha
y o ğ u n bir hal almış ve s o n iki savaşta görüntüler g e l m e y e baş
lamıştı. Artık görüntüler ilk defa kendiliğinden geliyordu. Bir
resmin üzerine yerleştirilmiş b a ş k a bir resim gibi saydamdılar.
Görüntünün arkasından cüceleri ve ötedeki ormanı görebi
liyordu. Ama üzerlerinde uzun zaman ö n c e ölmüş insanlardan
ve yaşayanların belleklerinden kaybolmuş yerlerden oluşan
bir s a h n e oynuyordu. Altın kumaşlarla donanmış salonlar, ma
saların üzerine yerleştirilmiş kristallerde oynaşan ışıklar saçan
meşalelerle aydınlatılmıştı. İnsan elinin hiç değmediği kadeh
ler, tanıdık olmayan gülümsemelerle bükülmüş dudaklara g ö
türülüyordu. Gözlerinin ö n ü n d e , uzun zaman ö n c e ölmüş bir
ırkın y ü c e lordlan y e m e k yiyordu. T u h a f olmalarına rağmen,
yine de tanıdık geliyorlardı ona. İnsana b e n z e m e l e r i n e rağ
men, gözleri ve kulaklan elflerinki gibiydi. Elf ahalisi gibi uzun
boylulardı, ama omuzları daha geniş, kolları daha kalındı. Ka
dınlar güzeldi, ama yabancı biçimlerde.
Rüya şekil ve m a d d e y e büründü, o ana kadar tecrübe et
tiklerinden daha canlıydı. T o m a s kulağına belli belirsiz gelen
kahkahaları, yabancı müziği ve bu insanların konuştuklan söz
leri duymak için kendini zorladı.
Dolgan'ın sesi onu düşüncelerinden kopardı. "Biraz y e m e k
ister misin, delikanlı?" Ayağa kalkıp kendisine ikram edilen et
li yahni kasesini almak üzere onların yanına giderken bilinci
nin yalnızca bir bölümüyle yanıt verebildi. Eli k a s e y e değdi
ğinde, görüntü kayboldu ve ayılmak için kafasını sağa sola sal
ladı.
"İyi misin, Tomas?"
T o m a s yavaşça otururken bir an arkadaşına baktı. "Emin
değilim," dedi tereddüde. "Bir şey var. B e n . . . b e n tam olarak
emin değilim. Sanırım, s a d e c e yorgunum."
Dolgan ç o c u ğ a baktı. Savaşın güçlükleri g e n ç yüzünden
okunuyordu. D a h a şimdiden ç o c u k t a n ç o k e r k e ğ e b e n z e m e
ye başlamıştı. Tomas'ta, savaş koşullarında normal karşılanabi
l e c e k karakter sağlamlaşmasından öte bir şeyler oluyordu.
D o l g a n daha bu değişikliğin tamamen iyi ya da kötü olduğu-
na karar vermemişti - y a da iyi ya da kötü olarak düşünülebi
leceğinden. T o m a s ' ı altı ay b o y u n c a izlemek herhangi bir so
n u c a varmak için yeterli değildi.
Ejderin armağanı olan zırha bürüneli beri T o m a s efsanevi
yetenekleri olan bir dövüşçü olup çıkmıştı. Ve çocuk... y o ,
g e n ç adam kilo alıyordu, yiyeceğin ç o ğ u zaman kıt olmasına
rağmen. Âdeta bir şey onu zırhı dolduracak kadar büyütmeye
çalışıyordu. Y ü z hatları da tuhaf bir biçim almaktaydı. Burnu,
ö n c e k i n d e n daha zarif çizgilere sahip, hafif köşeli bir şekil al
mıştı. Kaşları daha eğimli, gözleri daha çukur olmuştu. O hâ
lâ Tomas'tı, a m a görünüşünde ufak bir değişiklikle birlikte,
sanki b a ş k a birinin yüz ifadesini taşıyormuş gibiydi.
Dolgan piposundan derin bir nefes çekti ve Tomas'ın üze
rindeki b e y a z c ü p p e y e baktı. Savaşta birkaç k e z giyilmişti, an
c a k üzerinde hiç l e k e yoktu. Toprak, k a n ve diğer tüm kirler,
kumaşında yer etmeyi reddediyordu. Altın ejder nişanı da, ilk
buldukları günkü gibi parlıyordu. T o m a s ' ı n savaşta taktığı kal
k a n için de aynı şey geçerliydi. P e k ç o k darbe yemiş olması
na rağmen, üzerinde herhangi bir iz yoktu. Cüceler bu k o n u
da sakıngandılar, zira ırkları uzun zaman ö n c e erk silahlannın
yapımında büyü kullanmıştı. Ama bu b a ş k a türlü bir şeydi. Bir
yargıya varmadan ö n c e bekleyip ne getirdiğini göreceklerdi.
Yavan yemeklerini bitirdiklerinde, kampın kıyısındaki mu
hafızlardan biri mağaranın önündeki açıklığa geldi. "Birisi g e
liyor."
Cüceler h e m e n silahlandılar ve hazır b e k l e m e y e başladılar.
T u h a f zırhlar içindeki Tsurani askerlerinin yerine, bir Natal
Korucusu'nun k o y u gri cüppesi ve toniği içindeki tek bir adam
belirdi. Doğrudan açıklığın ortasına yürüdü ve ıslak ormanlar
da günlerce k o ş m a k t a n b o ğ u k çıkan bir sesle, "Selam sana,
Gri Kuleler mevkiinden Dolgan," diye ilan etti.
D o l g a n ö n e çıktı. "Selam sana, Natalli Grimsworth."
İstilacılar Özgür Şehirler'den biri olan Walinor'u alalı beri
dir, korucular izci ve ulak olarak hizmet veriyordu. Adam ma
ğaranın ağzından içeri yürüdü ve oturdu. O n a bir k a s e yahni
verildi ve Dolgan, "Ne haberler var?" diye sordu.
Adam ağız dolusu yahninin arasından, "Korkarım iyi haber
ler yok," dedi. "İstilacılar vadinin dışında, LaMut y ö n ü n d e ku
zeydoğuda g e ç m e s i zor bir c e p h e oluşturmuşlar. Walinor'a
yurtlarından gelen yeni birliklerle takviye yapıldı ve burası Ö z
gür Şehirler ile Krallık arasında bir b ı ç a k gibi duruyor. İki haf
ta ö n c e yola çıktığımda Krallık ordusunun ana kampına üç
akın düzenlemişlerdi, o zamandan sonra da akınlarını sürdür
müş olmaları muhtemel. Crydee'den çıkan devriyeleri taciz
ediyorlar. Size kısa bir süre içinde b ö l g e n i z e girmeye başlaya
caklarına inanıldığını s ö y l e m e m istendi."
Dolgan şaşırmış görünüyordu. "Neden dükler b ö y l e düşü
nüyor ki? Bizim gözcüler yabancıların bu bölgelerdeki etkin
liklerinde hiçbir artış görmedi. Gönderdikleri tüm devriyelere
saldırıyoruz. Aslına bakılırsa, bizi kendi halimize bırakıyor gi
biler."
"Emin değilim. Duyduğuma göre büyücü Kulgan, Tsurani-
lerin madenlerinizden çıkarılan metallerin peşinde olduğunu
düşünüyormuş, a m a bilmiyorum. Her halükarda düklerin söy
lediği bu. Vadideki m a d e n girişlerine bir saldırı yapılacağım
düşünüyorlar. Size vadinin güney u c u n a yeni Tsurani birlikle
rinin geliyor olabileceğini s ö y l e m e m gerekiyor, zira kuzeyde
ufak baskınlar dışında, yeni ve önemli bir akın olmadı.
"Şimdi uygun gördüğünüz şeyi yapmanız gerekiyor." B ö y
le diyerek tüm dikkatini yahniye verdi.
Dolgan düşündü. "Söyle bana, Grimsworth, elf ahalisinden
ne haberler var?"
"Pek az h a b e r var. Yabancılar e l f ormanlarının güney b ö
lümünü istila edeli beridir, onlarla bağlantımız kesildi. S o n elf
ulağı b e n yola çıkmadan bir hafta ö n c e gelmişti. S o n h a b e r al
dığımızda, barbarları Crydee nehrinin, ormanın içinden geçti
ği yerdeki sığlıklannda durdurmuşlardı.
"İstilacılarla savaşan yabancı yaratıklara dair söylentiler de
var. Ama bildiğim kadanyla, bu yaratıkları yalnızca köyü ya
kıp yıkılan birkaç kişi görmüş, bu yüzden b e n olsam söyledik
lerine p e k inanmazdım.
"Gerçi ilginç bir h a b e r var. G ö r ü n ü ş e göre Y a b o n ' d a n g e
len bir devriye G ö k Nehri'nin kıyısına kadar uzanan, olağan
dan geniş bir tarama yapmış. Kıyıda bazı Tsuraniler ile Kuzey
Elleri'nden g ü n e y e g ö ç e d e n bir goblin çetesinden artakalan
ları bulmuşlar. Hiç değilse, k u z e y sınırlan konusunda endişe
lenmemiz gerekmiyor. Belki de onların bir süre birbirleriyle
savaşıp bizi rahat bırakmalarını ayarlayabiliriz."
"Ya da bize karşı birlik olurlar," dedi Dolgan. "Yine de bu
nun p e k m ü m k ü n olduğunu sanmam, zira goblinler ö n c e öl
dürüp, daha s o m a görüşme yapma eğilimindedirler."
Grimsworth derinden kıkırdadı. " B u eli kanlı iki ırkın bir
birlerinin yoluna çıkması münasip görünüyor."
Dolgan başıyla onayladı. Grimsworth'un yanılmadığım
ümit ediyordu, ama Kuzey Ulusları'nın - c ü c e l e r Kuzey Elleri'ni
b ö y l e g ö r ü r d ü - dövüşe katılması düşüncesi onu huzursuz edi
yordu.
Grimsworth ağzını elinin tersiyle sildi. "Yalnızca bu g e c e
kalacağım, ç ü n k ü saflarının içinden güvenle g e ç e c e k s e m , eli
mi ç a b u k tutmam şart. Kıyıda devriyelerini artırarak Crydee'ye
geçişi her defasında günlerce kesiyorlar. Orada biraz zaman
geçirecek, sonra da düklerin kampına uzun yolculuğuma baş
layacağım."
"Geri d ö n e c e k misin?" diye sordu Dolgan.
Korucu gülümsedi; gülümsemesi e s m e r teninde parlak bir
karşıtlık oluşturuyordu. "Tanrıların lütfü olursa, belki. B e n ol
m a s a m da, kardeşlerimden biri olur. B e l k i Uzun Leon'u görür
sünüz, zira Elvandar'a gönderilmişti ve iyiyse, Leydi Aglaran-
na'dan gelen mektuplarla birlikte buraya doğru hareket ediyor
olabilir. Elf ahalisinin nasıl olduğunu bilmek iyi olurdu." Elf
Kraliçesi'nin adını duyunca T o m a s başını daldığı derin düşün
celerden kaldırdı.
D o l g a n piposundan bir nefes alıp başıyla onayladı. Grims-
worth T o m a s ' a döndü ve ilk kez o n a doğrudan hitap etti. "Sa
na Lord Borric'ten bir mesaj getirdim, Tomas." Cücelerin gön
derdiği ilk mesajları, Tomas'ın sağ ve salim olduğu haberiyle
birlikte taşıyan Grimsworth olmuştu. T o m a s Grimsworth ile
birlikte Krallık kuvvetlerine d ö n m e k istemişti, ama Natal K o
rucusu hızlı ve sessiz yolculuk e t m e k zorunda olduğunu belir
terek onu yanına almayı reddetmişti. Grimsworth mesajına de
vam etti. "Dük iyi talihin ve sağlığının yerinde oluşu karşısın
da büyük mutluluk duyuyor. Ancak kara haberler de gönderi
yor. Arkadaşın Pug, Tsurani kampına yapılan ilk baskında
düştü ve onlar tarafından esir alındı. Lord Borric kaybını pay
laşıyor."
T o m a s tek kelime e t m e d e n ayağa kalktı ve mağaranın de
rinlerine çekildi. Birkaç saniye etrafındaki kayalar kadar hare
ketsiz bir halde arkada oturdu, sonra omuzlarında hafif bir tit
r e m e başladı. Titremesi artmaya devam etti, sonunda şiddetle
sarsılıyor, dişleri soğuktanmış gibi takırdıyordu. D e r k e n davet-
siz gözyaşları yanaklarından boşandı ve karnından boğazına
sıcak bir acının yükselerek göğsünü sıkıştırdığını hissetti. T e k
bir ses çıkarmadan boğulurcasma nefes aldı ve büyük, sessiz
hıçkırıklarla sarsıldı. Acı n e r e d e y s e dayanılmaz bir hal alırken,
varlığının merkezinde soğuk bir öfke tohumu oluşarak yüksel
di ve sıcak hüzün sancısının yerini aldı.
T o m a s ateşin ışığına yeniden d ö n ü n c e Dolgan, Grims
worth ve diğerleri başlarını kaldırıp baktılar. "Lütfen D ü k ' e
o n a b e n i düşündüğü için teşekkür ettiğimi söyler misin?" diye
sordu korucuya.
Grimsworth başıyla onayladı. "Evet, söylerim, delikanlı.
Eve d ö n m e k istiyorsan, Crydee'ye k o ş m a n ı n bir sakıncası ol
maz, sanırım. Kılıcının Prens Lyam'ın işine yarayabileceğine
eminim."
T o m a s düşündü. Evi yeniden g ö r m e k iyi olurdu, ama ka
lede silah da taşısa, çıraklardan biri olacaktı sadece. Kaleye
saldırılırsa dövüşmesine izin verirlerdi, ama akınlara katılması
na izin vermeyecekleri açıktı.
"Teşekkür ederim, Grimsworth, ama burada kalacağım.
Burada hâlâ yapılacak ç o k şey var ve b u n u n bir parçası olmak
istiyomm. S e n d e n a n n e m e ve b a b a m a iyi olduğumu ve onla
rı düşündüğümü iletmeni istiyomm." Oturarak, "Crydee'ye
d ö n m e k kaderimde varsa, dönerim," diye ekledi.
Grimsworth T o m a s ' a yakından baktı, bir şey s ö y l e y e c e k ol
du, ama sonra Dolgan'ın başını hafifçe iki yana salladığını fark
etti. Natal Korucuları emerle cücelerin âdetlerine karşı Batıda
ki tüm insanlardan daha duyarlıydı. Burada Dolgan'ın h e n ü z
somştumlmaması gerektiğini düşündüğü bir şey oluyordu ve
Grimsworth c ü c e şefinin bilgeliğinin ö n ü n d e eğilecekti.
Y e m e k biter bitmez muhafızlar dikildi ve geri kalam uyu-
maya hazırlandılar. Ateş s ö n m e y e yüz tutarken T o m a s insan
larla bir ilgisi olmayan müziğin belli belirsiz seslerini duydu ve
yeniden gölgelerin dans ettiğini gördü. Uyku onu eline geçir
m e d e n ö n c e , diğerlerinden ayrı duran bir şekli açıkça gördü,
uzun boylu bir savaşçıydı, yüzü zalim ve kudretliydi, üzerine
altın bir ejder işlenmiş, b e y a z bir tunik giymişti.
AMBER YILLIKLARI-I
ROGER ZELAZNY
Gözlerini bir hastane odasında açan ve vücudunun
sargılar içinde olduğunu gören Carl Corey,
geçmişine dair hiçbir şey hatırlamamaktadır.
İnsanüstü kuvveti ve siyah-gri kıyafetlere
düşkünlüğü dışında, elinde geçmişine ait
pek az ipucu vardır.
Arayışı, onu hiç ummadığı gerçeklerle yüzleştirir:
Yaşadığımız dünya, ölümsüz şehir Amberin sayısız
gölgelerinden yalnızca biri; kendisi de iradesiyle
gerçekliğe yön verebilen Amber Prensi Corwin'dir.
Hafızasını yitirmiş bir şekilde asırlar boyunca
dünyamızda dolanmış olan Corwin, geçmişini
araştırdıkça, iktidar uğruna hiçbir entrikadan,
savaştan ve cinayetten sakınmayan ölümsüz
kardeşlerinin, sayısız dünyayı, sihri, teknolojiyi ve
yaratığı içine sürükleyen mücadelesinin tam
ortasında bulur kendisini.