You are on page 1of 10

Templar Örgütü ve sırları

İnançlar

Avrupa Birliği Şövalyeleri

Templar Örgütü ve "Sırlar"

1300´lerde kurulan bir şövalye örgütü, artık günümüzün dünyasını


yönetiyor; gerçekten CIA-Vatikan ilişkisinin ardında Templar
şövalyelerinin olduğu anlatılıyor; Atlantik kıyılarından, tüm Akdeniz´e ve
Urallar´a uzanan dev bir Avrupa Devleti´nin temelleri atıldı mı? Gizemli
şövalyeler Romalılar´ın Kudüs´den kaçırdığı Süleyman Tapınağı´nın
belgelerini saklıyorlar ve Hz. İsa´nın yaşamı çok farklı anlatılıyor; evli,
çocuk sahibi İsa´nın Kuran´da yazdığı gibi haça gerilerek ölmediği de
söyleniyor; Musevi-Hıristiyan bütünlüğü Hz. İsa´nın şahsında dinsel
olarak sağlanırsa, İslam dünyası ne olacak?

Eğer belli bir açıdan bakacak olursanız. tarih garipliklerle doludur;


sayısız hastalıklı anlaşmalar ve uluslararası acaip uyumsuz evlilikler.
Özellikle de son 80 yıl tam bir gariplikler dönemidir; Sovyetler Birliği batı
dünyası tarafından tehlikeli bir potansiyel ve güncel bir düşman olarak
tanımlandığında, 1941-1945 dönemi daha yeni geçilmişti ve Sovyetler
aslında batı dünyasıyla hala müttefiktiler ama düşmanlık savaş bitmeden
önce başlamıştı; Amerikan ve İngiliz askerleri, ABD endüstrisinin ürettiği
Nazi kurşunlarıyla ölürlerken, aynı kurşunlar bu kez Sovyet silahlarından
çıkarak Alman askerlerini de öldürüyordu. Daha küçük ölçekteki örnekler
azımsanamaz. 1982´de Arjantin´de Anti-Sovyet bir politika güden cunta,
Falkand´da İngilizler´le savaşırken, Sovyet silah yardımını almaya
hazırdı; Körfez Savaşı´nda İran, İsrail´e lanetler yağdırırken, gizli
raporlara göre İsrail´den silah satın alıyordu çünkü İsrail politikasına
göre Irak, İsrail için daha büyük bir tehlikeydi. 1985´de Reagan ve
Gorbachev buluştuklarında, uluslararası ilişkiler Disneyland düzeyine
indirilmişti, iki lider uzun uzun dünyadışı bir düşmanın saldırısı
karşısında dünya birliğinin nasıl sağlanabileceğini tartıştılar. Reagan
daha da uçuktu; Sirius´dan gelecek mor insan-yiyicilerin ölüm ışınlarıyla
düşmanlarını nasıl karbonlaştıracağını anlatıyordu ve daha niceleri...
Bunlar gerçektir ve gerçekten konuşulmuştur. Yeni Dünya´nın sınırsız
uçukluğunun kontr ucunu oluşturan Uzak Doğu´nun ekonomik at gözlüğü
ve Orta Doğu´nun bir türlü aydınlanamayan kavgacı karanlığı nedeniyle,
Avrupa farklı ama otantik, güçlü ama tavizkar bir bağımsızlık ipini ufak
ufak ucundan çekiyordu ve derinlerde görünmeyen bir yerde Sion Grubu
adlı yönetici, zengin ve emperyalist bir grup vardı; Sion Grubu bugün de
var ve artık Avrupa egemenliği üzerine kurulmuş bir dünya kontrolunu
ağlarını oluşturmaya çalışıyor, içeriğinde ise 700 yıllık bir tarikat saklı;
Templar ve özündeki Malta Şövalyeleri; İşte bu öykü size belki de
İnsanlığın en büyük fenomenini anlatıyor.

Churchill Şövalye mi?

Avrupa Birleşik Devletleri düşüncesi, İkinci Büyük Savaş sırasında Fransa


´da Vaincre ve Almanya´da Helmut J. von Moltke tarafından uygulamalı
olarak ciddiyetle ortaya atılmıştır. Ardenler´de Naziler´e karşı direniş
sürdürülürken, Fransa, Belçika, Lüksemburg ve hatta karşıt Almanlar
arasında ulus farkına bakılmaksızın bir birlik kurulmuştu, fikrin coşkulu
ve ateşli bayraktarı Andre Malraux 1941´de "Yeni Avrupa Birliği-Rusya
dışında bir federal Avrupa" düşüncesini anlatıp duruyordu. 19 Eylül 1946
´da Winston Churchill Zürih Üniversitesi´nde bir konferansda; "Artık
Avrupa Birleşik Devletleri´ni kurmalıyız." cümlesini kullandı; İngiliz lider
1942´de ise Britanya Savaş Kabinesi´ne yazdığı bir yazıda; "Söylemesi
zor ama bir anlaşma çerçevesinde birleşmiş ve Avrupa Konseyi´nin
yönettiği Avrupa ailesine inanıyorum; geleceğin Avrupa Birleşik
Devletleri´ne bakıyorum." diyordu. Mayıs 1948´de Avrupa Konseyi
kuruldu; Churchill´in düşüncesine çok uygundu ve Onur Başkanı seçildi.
Kısacası Avrupa Birliği potansiyel olarak kurulmuştu; işte bu anlarda
Amerika´nın ilgisi başladı ve ilginin kökeninde ise Avusturyalı bir kont
olan Richard C. Kalergi vardı.
Bilderberg´in doğumu...

Kalergi, 1922´de iki büyük savaşın arasında Pan-Avrupa Birliği´nin pratik


düzeyde kurucusuydu. Oluşturulan düşünsel grubun içinde, Leon Blum,
Fransa´dan Aristide Briand, Çekoslovakya´dan Eduard Benes ve tabii
Winston Churchill bulunuyordu; kültürel temsilcilik ise Albert Einstein,
Paul Valery, Miguel de Unamuno, George B. Shaw ve Thomas Mann
tarafından yürütülüyordu. Kalergi, 1938´deki Nazi işgali sırasında
Avusturya´dan sürülünce, ABD´ye gitti ve eylemini orada sürdürmeye
başladı. Aralarında Senatör Fulbright´ın da bulunduğu bir grup senatöre
uzun uzun düşüncelerini anlattı. ABD savaşa girdikten sonra, inanılması
güç bir şey oldu ve CIA´in prototipi olan OSS bu fikri desteklemeye
başladı. Ütopyo sanılan amaç artık günceldi, Naziler´den kurtarılan
Avrupa´nın bu kez Komünizm´den korunması gerekiyordu; eski dost
düşman olurken, eski düşman Almanya ise yeniden dosttu. İsviçre´de
1953-1961 arasında CIA Başkanı olan Allen Dulles´ın başkanlığında bir
örgüt kuruldu, örgütün dört yöneticisinden birisi de, daha sonra VI. Paul
adıyla Papa olacak olan Vatikan Haberalma Örgütü´nden Giovanni
Montini´ydi. 1948´den sonra, İtalyan seçimlerinde Komünistler´in
gelişimini durdurmak amacıyla büyük paralar akıtan CIA ile Vatikan
kökenli gücün temelinde, işte bu örgüt vardı ve "Pro Deo-Tanrı İçin"
logosuyla hareket eden örgüt Hıristiyan Demokratlar´a milyonlarca dolar
pompalayarak amacına ulaştı, İtalyan Komünistleri Guareschi´nin Don
Camillo´sundaki Peppone´nin ötesine geçemediler ve CIA işine devam
etti; kısmen de olsa CIA tarafından finanse edilen Avrupa Birliği Hareketi
´den Joseph Retinger, Hollanda´dan Prens Bernhard, İngiltere´den Sir
Colin Gubbins ve CIA uzantısında General W. Bedell Smith ve İtalya
Başbakanı, Mayıs 1954´de küçük bir Hollanda köyünde Oosterbeek´deki
Bilderberg Oteli´nde bir "think-tank" yani düşünce-eylem grubu olarak
toplandılar; Bilderberg Konferansları başlamıştı, hala da sürüyor ama bu
başka bir konu...

Kontr Gerilla Şövalyeleri;

Vatikan-CIA ilişkileri Avrupa bütünlüğü çizgisinde, bugün de


sürmektedir. İtalya´da Komünist hareket bu birleşiminin etkisiyle adeta
silinmiştir; 1960 seçimlerinde sonuç çok belirgindi; Ama o tarihlerde ve
öncelerinde, Roma Katolik Kilisesi´nin kullanması için ABD tarafından
oluşturulan "kara para"nın tutarı artık çok büyümüştü. Avrupa Birliği
sanki bir başka amacın şapkası olmuştu. Bunu Vatikan Bankası ilişkileri
izleyecek ardından da bankanın önemli isimlerinden olan Michele
Sindona ve P2 adlı Mason Locası gelecekti. P2 olayı veya skandalı bir
başka konudur ama masonik ortamda, kilisenin ve CIA´in buluşma
noktasını simgeler ama gücü ya da kolları İtalya sınırlarının dışına da
taşmıştır. David Yallop şöyle anlatır; "... bu kollar Arjantin, Venezuela,
Paraguay, Bolivya, Fransa, Portekiz ve Nicaragua´da etkilidir; örgütün
üyeleri İsviçre ve ABD´de aktiftir; P2´nin İtalyan Mafyası ile iç ilişkisi
vardı ve bu ilişki kompleksi Latin Amerika´daki askeri rejimleri ve çeşitli
türlerdeki Neo-Faşist grupları doğurdu. CIA, bu oluşumun dibindeki
temel taşıydı ve Vatikan´ın kalbine yönelmişti. Olayın odağında,
Komünizm korkusu ve nefreti bulunuyordu..." Yallop´un sözleri ciddidir
ve uzantısındaki bazı yazarlara göre ise, bugün amaç yine aynı içeriği
korumaktadır ama artık eylem sadece Rusya bozkırlarına yönelik değil,
aynı zamanda da Orta Doğu´ya yöneliktir. 1981 Mart´ında, İtalyan polisi
P2 Mason Locası´nın Büyük Üstadı Licio Gelli´nin evini bastı; ele
geçirilmesi amaçlanan örgüt üyelerinin tam listeleri bulunamadı ama
bazı listeler bulunarak gazetelerde yayınlandı ve listelerde İtalyan
başbakanlarından Giulio Andreotti´nin ve yakın çevresindekilerin adları
da bulunuyordu. Andreotti, Sion Örgütü üyesiydi ve "Order of the Temple
of Jerusalem-Kudüs Mabed Tarikatı Egemenliği"nin askeri kanadını
yönetiyordu. Peki, neydi bu tarikat? Tam bu noktada karşımıza bir gizem
örgütü çıkıyor; "Templar Şövalyeleri"

Avrupa İmparatorluğu´na doğru...

Templar Şövalyeleri´nin son Büyük Üstadı olan Jacques de Molay, 1314


´de idam edilmişti ama bu idam örgütün sonu demek değildi. Resmi
kayıtlara göre, örgüt Papalık tarafından dağıtılmıştır ama bu bir anlaşma
hatta bir imtiyazdır ve araştırmacılara göre örgütün yüzyıllarca sürecek
olan ebediliği amaçlanmıştır. Bu imtiyazın nitelikleri ve gerçek
dökümantasyonu tarihçiler için hala bir sırdır veya bazılarınca
korunmaktadır. Ortada, tehdit veya baskıcı bir unsur görülmez ama son
derece etkin ve çok kalın bir perde örgütün üzerinde asılıdır. Asla aktif
ve zorlayıcı bir çaba görülemez ama geride daha büyük bir güç yani
ayrıcalıklar, yetkiler, imtiyazlar vardır şövalyelerin iddiaları aynen
selefleri gibidir. Bugünkü Şövalyeler´in ve Avrupa uzantılarının dış
yüzeylerinde antik araştırmalar yapmak ve hayırseverliğe adanmışlık
çalışmaları görülür. İçte ise, amacın yanısıra zaman zaman Freemasonlar
´ı anımsatan doğal ritüeller geçerlidir ve diğer müjdeci tarikatların
benzeridirler; Altın Post, Kutsal Mezar ve St Maurice tarikatları gibi.
1990´ların başında Şövalyelerin lideri Portekizli Kont Antonio de Fontes
´di. Templar Şövalyeleri´nin resmen kabul edilmese de güncel
liderlerinden birisi olarak düşünülen Anton Zapelli ise Paris´de
örgütlenmişti, Zapelli´nin arkasında Sion Örgütü´nün gücü vardır ve
yapılan araştırmalarda Zapelli´nin uluslararası bankacılık ve finans
organizasyonunu yönettiği öne sürülmektedir. Yukarda kısa geçmişi
anlatılan Avrupa Birliği´nin oluşumunda, Templar Şövalyeleri´nin rolü
Zapelli bağlamında görülür; plan sanıldığından veya göründüğünden çok
ötelerdedir; İsviçre tipi bir konfederasyon modelinin uygulanacağı
Atlantik kıyılarından, tüm Akdeniz´e ve Urallar´a uzanan bir birliktir bu...

Osmanlılar sahneye çıkıyor...

Araştırmacılar bunu resmen, kanıtlayamadıklarını açıkça söylüyorlar ama


görünür bağları da gösteriyorlar; Zapelli´nin P2 ile olan ilişkisi
örneğindeki gibi; ortada yüksek finans çevrelerini yönlendiren gizli
örgütlerin Pan-Avrupa politikası açıkça görülmektedir. Konuyu yıllarca
araştıran üç uzman; Michael Baigent, Richard Leigh ve Henry Lincoln bu
görüştedirler; bu arada uzak geçmişte Templar Şövalyeleri ile yakın
ilişkisi olan ama görünür tarihte rakibi olarak gözüken bir diğer gizem
örgütünün de burada adı geçer yani St. John Şövalyeleri´nin veya bilinen
adıyla Malta Şövalyeleri´nin; bu örgütün geçmişi ilk Haçlı Seferi´nin 30
yıl evvelinde başlar, Templar Şövalyeleri´ne göre çok daha savaşcıdırlar.
Haçlı Seferleri döneminde, hem onlarla, hem de Töton Şövalyeleri ile
birleşerek Filistin´deki askeri ve ekonomik gücü ele geçirmişlerdi,
örgütlenmeleri Filistin´in dışına taşmış, Avrupa´nın birçok yerinde
şatolar kurarak, her an savaşa hazır şövalye birlikleri oluşturmuşlardı.
Tümden amaç tekti, tüm gruplar otantik kökenler dışında; birleşik
Hıristiyan Avrupa´yı amaçladıkları sınırlar içinde yaratmak istiyorlardı.
Bunun için de kökendeki gizem felsefesini, ritüelistik çizgide sürdürüyor
ve koruyorlardı, hala da öyleler... 1291´de Kutsal Topraklar´ın kaybından
sonra St. John Şövalyeleri Kıbrıs´a çekildiler ve 1309´da Rodos´da
üslendiler. 1522´ye kadar Osmanlı baskısına dayandılar ve sonunda
yenildiler, bu kez Malta´da örgütlendiler ama 1565´de Osmanlılar Malta
´ya da geldiler; tüm askerlik tarihinin en kanlı ve en zorlu savaşlarından
birisi yaşandı; asla ele geçirilemez denen sarp şatoda 541 şövalye ve
9000 asker vardı; Osmanlı donanması ve ordusu 30.000´in üstündeydi;
büyük denizci Turgut Reis´in de yaşamına malolan korkunç bir savaş
yaşandı ve ada düştü. Zaten varolan Türk-İslam düşmanlığı artık bir ayet
olmuştu; 1571´de Şövalyeler´in donanması, Birleşik Avrupa Haçlı
Donanması´nın bir parçası olarak İnebahtı´da yine Osmanlılar´ın
karşısına çıktılar ve bu kez kazandılar; Barbaros Kardeşler ve Turgut Reis
gibi yetenekli liderlerini yitirmiş olan Osmanlı denizcileri Akdeniz´de ilk
yenilgilerini almışlardı, İnebahtı Deniz Savaşı Osmanlı´nın Akdeniz´deki
sonunun başlangıcıydı. Bunun diğer nedenleri arasında, Avrupa´nın
teolojik temellere dayalı birlik felsefesine karşıt olacak İslam Birliği´nin
kurulamaması ve Osmanlı Sarayı´dan Türkler´in kovularak yerlerini
Avrupa kökenli devşirme vezirlerin, kadın-sultanların ve provake edilen
cahil ve köktendinci yöneticilerin almasıydı. Örgüt, bunu bilinçli ve uzun
vadeli bir planın uygulanmasıyla başarmıştı.

Şövalyeler Orta Amerika´da;

17. Yüzyıl´da Şövalyeler hala Malta Adası´ndaydılar ama yeni bir


düşmanla karşılaşmışlardı; Napolyon Bonapart Malta´nın Fransa´ya ait
olduğunu iddia etti; bir sürü çatışmadan sonra Şövalyeler yeni üslerini
Roma´da kurarak İngiltere ve Almanya´da örgütlenmeye başladılar. İsrail
kurulmadan evvel, yeniden Kudüs´de egemen olmayı başarmışlardı.
1979´da örgütte 9.562 şövalye vardı; ayrıca da 1.000 Amerikalı, 3.000 de
İtalyan üye kayıtlıydı ve görünürde doğal afetlere yardım örgütü olarak
çalışıyorlardu. "Soğuk Savaş" yıllarından sonra CIA ile bütünleşme
sürecinin hemen ardından, örgüt üyelerinin arasında CIA Başkanlarından
William Casey ve William Colby´nin de adları geçiyordu; hatta Colby "Ben
sadece küçük bir anahtarım..." diyordu. Bu yalanlanmadı ve bugün
bilinen güncel üyelerin içinde artık ABD Vatikan Büyükelçisi William
Wilson´un, eski İtalya Büyükelçisi Clare B. Luce´nin, CIA Karşı Casusluk
Şefi George Rocca´nın ve ABD eski bakanlarından Alexander Haig´ın da
adları sayılıyor. Örgüt, geçmişteki idealini yitirmiş değil ama bugün
dünya çapında bir etkinliğe sahip ve bunu çok doğal olarak uyguluyor.
Baigent, Leigh ve Henry Lincoln´a göre, içinde ABD eski Hazine
Bakanlarından William Simon´un da bulunduğu bir grup Şövalye, örgütün
ideolojik ve finansal amaçları doğrultusunda, El Salvador, Guatemala ve
Honduras´da organize olarak Nicaragua kontr-gerillalarını desteklediler.
Artık harita çok büyümüştü, 1300´lü yılların mistik gizem örgütü,
amaçları doğrultusunda dünyaya yön verme yolundaydı ama Pan-Avrupa
idesi de sürüyordu.

Mesih´in kimliği tartışılıyor...

Güncel Şövalyelerin ve etkinlik alanlarının finans-politik tablosunu daha


derinleştirmek, uçlarını ve yöresel uzantılarını sergilemek bir başka
uzmanlık ve yayın alanıdır. Templar ve Malta Şövalyeleri´nin ve de
gizemli Sion Örgütü´nün finansal egemenlik ihtiraslarının kökeninde, çok
uzak geçmişin bir olayı da vardır; örgüt liderlerinden Plantard´ın bizzat
anlattığına göre; MÖ 66´da Hz. Süleyman´ın ünlü Kudüs Tapınağı´nın
hazineleri Romalılar tarafından yağmalanmış ve Güney Fransa´ya
taşınarak saklanmıştır; Plantard´a göre artık hazinenin İsrail´e
dönmesinin zamanı gelmiştir ama bu hazine Tutankamun´un veya Troya
´da Schlimann´ın bulduğu hazine gibi değildir; hazinenin çağdaş anlamı
dinsel ve politik güç demektir fakat örgütün karşısındaki görünen dev
engel sanıldığı gibi değildir yani örgüt engel olarak ne Filistinlileri, ne de
diğer İslam ülkelerini görmektedir. Engelin iki boyutu vardır birinin adı
Hz. İsa´dır; ötekisi de Roma öncesinden kalan ve saklanan yazmalardır.
Saf Hıristiyan olan Örgüt, Kudüs´e dönmelidir ama orada Museviler
vardır; o zaman bir yerde iki dinin mutabakatı gerekmez mi? Öyleyse Hz.
İsa´nın, Tevrat´taki "Mesih" olduğunun kanıtlanması gerekecektir. Ama
Mesih miti ve inancı, Hıristiyanlığın sonraki yüzyıllarında yoktur yani
güncel Hıristiyanlık mesajı Mesih fikrini önde tutmaz, oysa İncil, İsa-
Mesih´i sunmaktadır fakat Hz. İsa´yı öldürmekle ve reddetmekle
suçlanan Musevilerin 2.000 yıl bekledikleri Mesih, Hz. İsa´mıdır? Burada
çarpıcı ve inanılması çok güç bir gizem daha ortaya çıkar; Bunlar Örgüt
´ten sızan bilgilerdir;

İslamiyet işin neresinde?

Hz. İsa gerçekten bir Musevi lideridir zaten Musevidir, evlenmiştir,


çocukları olmuştur ve büyük olasılıkla çarmıha gerilip ölmemiş, sağ
kurtulmuş, misyonunu yerine getirmiş ve yaşamını bir başka ülkede
bitirmiştir yani O, Mesih´tir; misyonunu gerçekleştirmiştir yani antik
dini; Museviliği yenilemiştir ve Museviliğe göre daha modern bir dinin
oluşumunda ana fikir olmuştur; buna karşın Hıristiyanlık St. Paul
çizgisinde apayrı bir din olarak yol ayrımına girmiş olsa dahi sonuçta Hz.
İsa ortak logodur çünkü Musevidir ve aynı zamanda da Hıristiyanlığın
babasıdır; üstelik sözlerinde de yeni bir dinden söz etmez aksine
Musevileri uyarmaya ve "Kurtarıcı-Mesih" çizgisinde kurtarmaya çalışır...
Bu ne demektir? Bu iddia; iki dev dinin yani Hıristiyanlığın ve Museviliğin
aynı temele oturması ve de aynı kişilikte bütünleşmesi anlamına gelir;
Özetle Hz. İsa, hem Musevilerin Mesih´i, hem de Hıristiyanların
peygamberidir. Örgüt ve Plantard burada daha da öteye giderler; sanki
bir dünya birliği amaçlamaktadırlar çünkü İslam´ın kökeni de buradan
doğmuştur yani İslam´ın temelinde Hz. Musa ve Hz. İsa´nın öğretileri ile
iki dinin ortak dinsel şablonu bulunmaktadır. Bu ince ama çok hassas
çizgi, Hıristiyanlık ve Musevilik arasında teolojik farkı yok etmez mi?
Hatta bir düzeyde de, İslam´ın karşıtlığını da? Örgüt, bu soruları tabii ki
resmen sormuyor ama araştırmacılar bunu işaret ediyorlar. Bu noktada,
olası bir uluslararası basın toplatısının sinyalleri geliyor gibidir; belki de
çok uzak olmayan bir tarihte, bu yapılacaktır; Time, Newsweek ve
National Geographic Magazine gibi Musevi destekli dev yayınlar konuyu
sık sık değişik açılardan gündeme getirirlerken, birkaç yıl önce de BBC
´de Musevi din bilimcilerin desteğiyle Hz. İsa´nın gerçek bir musevi
olduğunu kanıtlayan belgesel bir dizi yayınlanmıştır.

Nazizm; Komünizm bitti; sıra demokraside mi?

İnançlara göre, Hz. İsa ve ailesi, Hz. Davud´un kanını taşımaktadırlar.


(İslam´da bunu kabul ederek, peygamberlerin aynı sülaleden geldiklerini
ima eder.) Şövalyelere göre aynı kan, Merovanj hanedanı üzerinden
kendilerinde sürmektedir ama bu iddialar kuşkuludur çünkü amaç asalet
yani asil bir kan ve de ötesindeki Aryen desenli monarşidir; İddiaların ve
beklentilerin kökeninde teolojik bir monarşi isteğinin, daha da uygunu
veya paraleli masonik bir yönetim biçiminin bulunduğunu farketmemek
mümkün değildir. Bu, biraz da demokrasinin çıkmaz sokağa girdiği veya
toplumun gereklerini tam olarak karşılayamadığı yanılgısından
gelmektedir. Yine bazı araştırmacılara göre, din düşmanı Nazizm´in
ezilmesinin ardından bir diğer din düşmanı ideolojinin yani SSCB´nin ve
Komünizm´in sonunu Örgüt getirmiştir; Komünizm tekrar canlansa bile
bir daha asla eskisi gibi olamayacaktır; öyleyse toplumu demokrasiden
de uzaklaştırmanın sırası gelmiştir çünkü demokrasi bazılarına göre
üstün zekalı, eşit ve iyi eğitilmiş kitlelere göredir, şu anki insan
toplulukları için geçerli olamaz yani halklar en iyiyi seçmeyi
başaramamaktadırlar. Üstelik demokrasi, birçok ülkede laikliğin dozunu
da kaçırarak, kapitalizm çizgisinde maneviyattan uzaklaşmaktadır; bu
görüşe göre; mutlak egemenliğin temelinde ortak ve tek bir güçlü inanç
bulunmalıdır. Tek bir inançta buluşmuş, uluslar ayrımını aşmış ve tek
elden yönetilecek İnsan toplulukları daha mutlu olacaklardır. Ama acaba
görünüm böyle midir? Birinci Büyük Savaş sonrasında Avrupa,
krallıkların, hanedanların çöküşünü yaşamıştır; cumhuriyetçi demokrasi
artık batı toplumunun bir parçasıdır. Monarşi, arşetipik kökenini veya
fonksiyonel yararlılığını tümden yitirmiştir, hanedanların genetik
bozuklukları da gözden kaçırılmayacak bir diğer etkendir. İkinci Büyük
Savaş´da Churchill ve diğerleri, monarşik sistemin çöküşünün ardından
totaliter sistemin yükseldiğine dikkat etmişlerdi ve bunun adı Nazizm´di;
gizli görüşmelerde Churchill ve Roosevelt monarşinin restorasyonunu
konuşuyorlardı fakat bunu sağlamakla monarşinin dirileceğinden emin
değildiler ve bu diriliş, III. Reich´ın sona ermesi anlamına gelmeyebilirdi.
Avusturya ve Macaristan´da yeniden kurulacak Habsburg Hanedanı´nı,
Almanya´da Lord Mountbatten´ın İmparator olacağı yeni Alman
konfederasyonunu tartıştılar ve öteye geçemediler. Ama buluştukları bir
gerçek vardı; liderlerin kayıtsız şartsız egemenliğiydi bu; yani yeni
Mesihlerin...

Kıyamet geliyor mu ve ötesi?


Birleşik bir Avrupa Devleti´nin, ekonomik asgari müşterekte
buluşmasının ardından, gerekli tavizleri alması kaydıyla ABD patentli bir
musevi-hıristiyan bütünleşmesi pek de hayal değildir. Ama bir Mesih bu
dev gücü avucuna alabilir mi? Bu Mesih kim olabilir? Elbette ki,
Robespierre, Napolyon veya Hitler gibi adının üstüne yeni bir din
kurmaya çalışan biri olmamalıdır; Bu hayaller vardır ve Hollywood türü
üretilen senaryolarda yer alıyorlar. Templar Şövalyeleri düşlerini
rasyonel biçimde halen başarıyla sürdürüyorlar; ayinler devam ediyor;
Şövalyelerin geçmişteki büyük düşmanlarıyla hesaplaşmaları, ekonomi-
politika bazında birbirine düşürüp savaştırması şeklinde sürüyor; burada
önemli olan Orta Doğu´nun yani batının enerji deposunun karşıt
görüşteki veya karşıt teoloji çizgisindeki bir inancın elinde olmasıdır.
İslam dünyası bunun farkında mıdır? Günümüzdeki İslam liderlerinin ve
toplumunun bunun farkında oldukları en azından kendi aralarındaki
davranışlarına bakılırsa, asla söylenemez; onlar şimdilik incir çekirdeği
savaşlarıyla meşguller; dipsiz dinsel bağnazlığın kuyusundan ve
ayrıntılarda gizlenen şeytani bir etkiden bir türlü çıkamıyorlar. Artık
uyanmaları lazım ama ne zaman? Burada, Türkiye´nin Avrupa Birliği´ne
üyeliği fikri belki de çok daha derinlerde yani ekonomik platformun
dışında düşünülmelidir. Kutsal İslam metinlerinde Kıyamet olgusunun ön
simgesi nedir biliyor musunuz? Mesih´in yani Hz. İsa´nın tekrar dünyaya
gelmesi... Ya sonra? Sonra, Kıyamet kopacaktır... Ama kimin başına?
Herhalde sonuç çok uzakta olmasa gerek...

KAYNAKÇA:

P. Agee ve Wolf L.: Dirty Work: The CIA in Western Europe (Londra 1978)

Baignet, Leigh, Lincoln: The Holy Blood and The Holy Grail (Londra 1982)

Baignet, Leigh, Lincoln: The Messianic Legacy (New York 1986)

Bull G.: Inside the Vatican (Londra 1982)

Burman E.: The Templars;Knights of God (Kent 1986)

Cross F. M.: The Ancient Library of Qumran (New York 1961)

Galvin J.: The History of the Order of Malta (Dublin1977)

Goodrick-Clarke N.: The Occult Roots of Nazism (Wellingborough 1985)

Kraut, O: Jesus was Married (1970)

Lindsay H.: Countdown to Armageddon (Basingstone1983)

Waechter M.: How to Abolish War; The United States of Europe (Londra
1924)
Yallop, D.: In God´s Name (Londra 1984)

You might also like