You are on page 1of 20

KAZÂ..........................................................................................................................................

2
KAZA-KADER..........................................................................................................................2
Kaza ve Kader, İman Esaslarından mıdır?..........................................................................4
İnsan İradesi-İhtiyârî Fiilleri ve Sorumluluk:.....................................................................4
Yaratma ve Kesb Teorisi:....................................................................................................5
Eş'arilere Göre Yaratma ve Kesb Teorisi:...........................................................................5
Maturîdilere Göre insan İradesi, Kesb ve Halk:.................................................................6
KESB..........................................................................................................................................7
HAYIR........................................................................................................................................7
ŞER.............................................................................................................................................8
HİDÂYET.................................................................................................................................10
DALÂLET................................................................................................................................10
ŞAKÎ..........................................................................................................................................11
DUA..........................................................................................................................................13
Dua Âdâbı.........................................................................................................................14
TEVEKKÜL.............................................................................................................................15
RIZIK........................................................................................................................................16
ECEL.........................................................................................................................................17
GÜNAH....................................................................................................................................18
Günah ve İsyanın Sonuçları:.............................................................................................19
KAZÂ

Emir, hüküm, ilan, yaratma, yerine getirme, tamamlama. Dil bilginlerine göre biri ilahi, diğeri beşeri olmak
üzere iki tür kullanımı vardır. Kelime Allah için kullanıldığında, "Rabbin ancak kendisine ibadet etmenize
hükmetti (kaza)." (el-İsra: 17/23), "Allah hakla hükmeder (kaza), Ondan başka çağırdıkları ise hiçbir şeyle
hükmedemezler." (Mü'min: 40/20), âyetlerinde olduğu gibi emiri ve hüküm anlamlarını; "Onları iki günde yedi
gök yaptı (kazahünne)." (Fussilet: 41/2) gibi âyetlerde de Allah'ın fiilini ve yaratmasını ifade eder. İnsan için
kullanıldığında da "Musa süreyi doldurduğu (kaza ecelen) zaman..." (el-Kasas: 28/29), "Onlardan kimi adağını
yerine getirdi (kaza nahbehu)" (el-Ahzab, 33/23) ve "Senin verdiğin hüküm hakkında (mimma kazayte) içlerinde
bir sıkıntı duymadan ve tam olarak teslimiyet göstermeden iman etmiş olmazlar." (en-Nisa: 4/65) gibi âyetlerde
olduğu gibi yerine getirme, ikmal etme, hüküm verme, davayı karara bağlama gibi anlamları verir.
Kelâm ilminde kaza, kader konusuyla birlikte ele alınır. Kelamcılara göre kaza ve kader aynı olayın başlangıç ve
sonunu belirtir. Bu konuda sözbirliği içinde bulunmakla birlikte hangisinin başlangıç, hangisinin sonuç olduğu
konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir.
Maturidi kelamcılara göre kaza, Allah'ın ezelde takdir ve irade ettiği (kader) olayın ortaya çıkması, yine Allah
tarafından yaratılmasıdır. Bu nedenle takdirden, eş deyişle kaderden sonra gelir ve Allah'ın Tekvin (yaratma)
sıfatıyla ilgilidir. Eş'ari kelâmcılar ise bunun tersini düşünürler. Bunlara göre kaza, Allah'ın eşyayı ezelde nasıl
olacaksa öylece irade etmesidir ve irade sıfatıyla ilgilidir. Ezelde irade edilen (kaza) şeyin yaratılması ise kaderi
oluşturur. Tanımlarına uygun olarak Maturidiler "kader ve kaza" derken Eş'ariler "kaza ve kader" demeyi tercih
ederler.
Bağımsız bazı kelâmcılar kaza konusuna kelimenin ihtiva ettiği hüküm anlamı açısından yaklaşırlar. Bunlara
göre kader ve kaza ilahi hükmün iki yönünü temsil eder. Kader, hükmün toplu biçimini, kaza ise ayrıntılı
biçimini belirtir. Kader, olayları hükmüne uygun olarak takdir etmek, ölçü ve sınırlarını belirlemektir. Kaza ise
olayı hükme uygun biçimde yaratılmasıdır. İslâm filozofları ile mutasavvıflar da kaza konusunda görüş
belirtmişler, kazayı kendilerine özgü terimlerle tanımlamışlardır. Ne var ki terim farklarına karşın hem filozoflar,
hem de mutasavvıflar kaza konusunda Eş'arilerle aynı görüşü paylaşırlar. Filozoflara göre kaza ezeli inayetle
aynı anlama gelir, Allah'ın ilim sıfatıyla ilgilidir. Kader ise tüm varlıkların dış dünyada ortaya çıkışı demektir.
Mutasavvıflara göre kaza, Feyz-i Akdes; kader Feyz-i Mukaddes'tir. Varlıkların gerçeklikleri ezelde Feyz-i
Akdesle sabit hakikatler (ayan-ı sabitler) olarak ortaya çıkar; bu sabit hakikatler Feyz-i Mukades ile dış dünyada
varlık kazanırlar.
Kur'ân'da belirtilen iman esasları arasında geçmese de kazaya iman Maturidi ve Eş'arî kelamcılarca, kaderle
birlikte iman esaslarının altıncısı olarak kabul edilmiştir. Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına
inanmanın bir gereği sayılan kaza ve kader inancı konusunda temel dayanaklar hadiste bulunmaktadır.1

KAZA-KADER

Müslümanlar arasında ve Kelâm ilmi litaratüründe bu terim, genellikle "Kaza ve Kader" şeklinde geçer. Bu iki
kelime birbirinin gereği ve tamamlayıcısı gibidir. Bazı hadislerde, "Kadere İman", Hayrı ile Şerri ile kadere
iman" diye geçmekte ise de çok defa bir arada kullanılmaktadır. Ancak genellikle Eş'arîler "Kaza ve Kader",
Mâturidîler ise "Kader ve Kaza" diye zikrederler. Bu kullanış, Kur'ân-ı Kerimde bir çok âyetlerde, ayrı yerlerde
ve farklı anlamlarda geçen "kaza" ve "kader" kelimelerine verilen değişik anlamlardan ileri gelmektedir. Önemli
olan; bu manaları iyi anlamak ve herşeyin Allahu Teâlâ'nın ezelde takdir ve tayin ettiği kaderine, yani ilahi
ölçüye uygun olarak kaza şeklinde meydana geldiğine kesinlikle iman etmektir. Çünkü İslâm inançlarına göre
her şeyin "takdir'i ilahi" ile yani "ilâhî kadere" uygun olarak yeri ve zamanı geldiğine, yani yaratıldığına inanmak
şarttır. Ancak kader konusu kelâm âlimleri ve İslâm düşünürleri arasında derin görüş ayrılıklarına ve çetin
tartışmalara sebeb olan, anlaşılması ve çözümü çok zor bir mesele, hatta bazılarınca "İlâhî bir sır" olarak kabul
edilmektedir. Gerçek şudur ki; Selefiyye, Muhaddisler ve Ehl-i Sünnet Kelamcılarının ortak görüşüne göre,
Allahu Teâlâ'ya ve onun, ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman, "kaza ve kadere iman" etmeyi de
gerektirir. Çünkü lugat ve ıstılah manalarını açıklayınca anlaşılacağı gibi, "kader" Hak Teâlâ'nın "İlim" ve
"İrade" sıfatlarına, "kaza" da "Kudret" ve "Tekvin" sıfatına dayanır. Yani bu sıfatlara inanmanın kesin sonucu ve
gereğidir. Bu esasa dayanılarak ve İslâm inançları arasındaki önemli yeri dikkate alınarak, bir de, peygamberimiz
(s.a.s)'in meşhur "Cibril Hadisi" de, nakli delil sayılarak "Kaza ve Kadere İman" ayrıca belirtilmiş ve "İman
Esasları" arasında altıncı esas kabul edilmiştir. Nitekim bazı sahih ve meşhur hadislerle beraber 2 bir çok âyet-i
kerimede her şeyi ilâhî takdire, tabi olduğu ve Allah'u Teâlâ'nın Kudretinin ve hükmünün (kazasının) bir gereği
olarak yaratıldığına işaret olunmuştur. Kaza ve kader kelimelerinin lugat ve Kur'an âyetlerinde geçen değişik
anlamları ile, Mâturîdilere ve Eş'arîlere göre terim manaları şöyle açıklanabilir:
"Ka-de-re" kökünden gelen kader; lugatta; "ölçü, ölçme, miktar, bir şeyi ölçerek belirli bir ölçüye göre yapmak,
onu takdir ederek tayin ve tahsis etmek", anlamlarına gelir. Rağıb el-İsfehanî'ye göre "kader ve takdir" bir şeyin
1
Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/318.
2
Buharî, el-kader; Müslim, el-iman.
miktarını ve sınırını bildirir.3 Yani Kader; her hangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sınırlayan bir ölçüdür.
Nitekim her şey "ilâhî bir ölçü"ye bağlı olarak ezelde takdir ve tayin edilmiştir. Mesela: buğday tohumu veya
hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdir ve tayin edilmiştir ki birincisinden
yalnız buğday, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey yetişmez. Her nebatın her ağacın veya
hayvanın tohumu da öyledir. O halde kader; bu âlemin ve ondaki bütün varlıkların ilâhî hikmete göre
yaratılmasında ve varlığının devamında esas olan "İlâhî bir ölçü, İlâhî bir kanun" dur.
Kader kelimesi Kur'an-ı Kerim'de "masdar" ve "fiil" olarak geçmektedir. "Şüphesiz biz, her şeyi(n mahiyetini)
belirli bir ölçüye (kadere, ilâhi takdire) göre yarattık." (el-Kamer: 54/49) âyetinde mastar; "...(Allah) herşeyi
yaratmış ve her birisine belirli bir nizam vererek onun kaderini takdir ve tayin etmiştir." (el-Furkan: 25/2) Yani,
yaratılacak şeylerin bütün özelliklerini, yerini ve zamanını Hak veya batıl, hayır veya şer, sevap veya ikab
olacağını ezelde tayin ve tespit etmiştir anlamını ihtiva eden âyette de fiil olarak kullanılmıştır.
"Kaza" kelimesine gelince: lugatta; "bir şeyi sonuna getirerek hükme bağlamak", yani onun sözle veya hareketle
tamamlanması, "fiillerin zamanında yaratılması"dır.
Bu kelime Kur'an'ı Kerim'de "mastar" olarak değil, "fiil", "fâil" ve "Mef'ul" olarak kullanılmıştır.4 Yerine ve
manaya göre; "emir, hüküm, ilan, beyan" ve özellikle "yaratma" manalarına gelir. "Rabb'in, yalnız kendisine
ibadet etmenizi "kaza etti" emretti (öyle hükmetti)." (el-İsra: 17/23). Kaza kelimesi "emir ve hüküm"
manasınadır. Emir ve hüküm ise, bir şeyi "sözle tamamlamak" tır. "Bunun üzerine onları (Allah c.c) yedi gök
olmak üzere iki günde yarattı (kaza etti)." (Fussilet: 41/12) âyetinde de kaza, yaratmak (halk etmek) anlamına
kullanılmıştır. Bu âyette geçen "Kadâhunne" kelimesi, Allahu Teâlâ'nın onları ezeli olan ilmi ve sonsuz hikmeti
ile yaratmış olduğunu ifade etmektedir. Kaza kelimesi özet olarak; "herhangi bir şeyi sona erdirip varlığını
tamamlamak" anlamına ise de, bu mana, yerine göre bazen değişebilmektedir.5
Kaza ve Kader'in ıstılah manaları itikatta "Ehl-i Sünnet" mezhepleri olarak tanınan Eş'arî ve Mâturîdî âlimlerine
göre birbirinden farklı ve değişiktir.
Maturidîlere göre kader; "Allah Teâlâ'nın, ezelden ebede (sonsuzluğa) kadar olmuş ve olacak şeylerin zamanını,
mekânını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi, ezelde o mahiyyet ve şekilde takdir ve tahdid etmesidir.
"Bu tarife göre kader, Hak Teâlâ'nın "İlim" ve "İrade" sıfatlarına bağlı olup, bu ilahi sıfatlara ve taalluklarına
iman, kadere imanı da gerektirmektedir.
Maturîdîlere göre kaza ise; "Allahu Teâlâ'nın ezelde irade ve takdir etmiş olduğu şeyleri, zamanı gelince, ilim,
irade ve ezeldeki takdirlerine uygun olarak yaratması" demektir. Bu bakımdan kaza, maturîdîlere göre ayrı bir
kemal sıfatı olan "Tekvin" sıfatına tabi olup onun ilgi alanına girer.
Bu tariflere göre kader, kazadan daha genel olup, taalluk ettiği alan daha geniştir. Çünkü kader, bu kâinatı idare
eden ilâhî kanun ve ilâhî ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfizdir, aynen uygulamaktır. Allah (c.c) her
şeyi bir sebep ve hikmete dayanarak yapar. Kadere böyle inanılması gerekir.
Eş'arilere göre kaza, hüküm manasına olup, "Allahu Teâlâ'nın bu kâinatta meydana gelecek şeylerin hepsini
nasıl, ne zaman, hangi şekil ve özelliklerde olacaklarsa, ezelde öylece bilmiş ve ezeli ilmine uygun olarak
dilemiş olmasıdır."
Kader ise; "Hak Teâlâ'nın her şeyi vakti gelince ezelî ilmine uygun olarak irade ettiği (dilediği) şekil ve vasıfta
yaratmasıdır."
Eş'arilerin bu tariflerine göre kaza, kaderden daha genel ve şumüllü olup, Allah (c.c)'ın ilim ve irade sıfatlarına;
kader ise, kudret sıfatına tabi olup, bu sıfatın hadis olan ikinci taallukunun eseridir. Çünkü Eş'arîlere göre Hak
Teâlâ'nın "Tekvin" diye ayrı bir sıfatı bulunmamaktadır. Madurîdîlere göre durum aksine olup, kader, kazadan
daha şumüllü ve geneldir. Ayrıca, Maturîdîlerce yapılan tarifler "Kaza ve Kader" kelimelerinin lugat manalarına
daha uygundur. Özel olarak bilinmesi ve inanılması gereken husus; bu âlemde var veya yok olan her şey, Allah
Teâlâ'nın kaza ve kaderi iledir. Her şey bu ilâhî irade, ezeli ilim ve mutlak kudrete uygun olarak var veya yok
olur. Yani kâinattaki her şey bu ilahi kanuna tabidir. Her şeyde ve her yerde kader, yani onu vücuda getiren vasıf
ve ölçüler ile belirli sebepler mevcuttur. Bunlar ezelî olan Allah'ın ilmine ve iradesine bağlıdır. Bu sebeplerin
birleşme veya ayrılmasından ortaya çıkan olay ve eşya ise, kazadır, kaza-i ilahî'nin tecellileridir. Hak Teâlâ'nın
kader ve kazasında ilahi hikmetler vardır. Çünkü Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete göre yaratır. Bu esasa
göre Hak Teâlâ kâinattaki her şeyi tespit ettiği ilahi plana ve yüce nizama göre yönetmektedir. O halde kainatta
meydana gelen maddi-manevi her çeşit varlıklar ve olaylar, gayesiz olarak rastgele ortaya çıkmamaktadır. Belki
her şey, Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmi, mutlak iradesi ve sonsuz kudreti ile ilâhî ölçüye plan ve nizama uygun olarak
yaratılmaktadır.
"Fâil-i Muhtar" olan Allah (c.c) her şeyi meydana gelmeden önce ezelî ilmi ile bilip, onların vasıf ve
özelliklerini, yerini ve zamanını takdir ve tespit ederek "Levh-i Mahfuz"a yazmıştır. Bu gerçeklere şu âyetler
delâlet etmektedir.

3
el-Müfredad, s.403.
4
Fussilet: 41/2, Taha: 20/72 Meryem: 19/21.
5
Fazla bilgi için bk. Abdul Kerim el-Hatip, el-Kadâ ve'l-Kader, s.147-151.
"(Gerek) yeryüzünde ve (gerek) kendi nefislerinizde herhangi bir musibet gelmemiştir ki, bu Bizim onu
yaratmamızdan önce kitapta (yazılmış) olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır." (el-Hadid: 57/22)
"De ki; Allah'ın bizim için yazdığından başka bir şey bize isabet etmez." (et-Tevbe 9/51)
Allah'ın kazası "Levh-i Mahfuz" da yazılı olan kaderine daima uygun olarak tecelli eder. Kadere halk arasında
"alın yazısı" da denmektedir. Bilinmeyen alın yazısı bilerek veya kayıtsız olarak veya unutarak yapılan günahları
mazur göstermez, insanın iradesini etkisiz hale getirmez ve onu sorumluluktan kurtarmaz. Kaza ve kaderin
birbirine aykırı düşmesi imkansızdır. Aksi halde kâinatın mizan ve düzeni bozulur, varlıklar âlemi devam
edemezdi. Çünkü bu muazzam kâinat yer ve göklerdeki canlı cansız varlıklar, ilahî bir plan ve kanun olmadan
varlığını koruyamaz.

Kaza ve Kader, İman Esaslarından mıdır?

Ehl-i Sünnet'e göre; "kaza ve kadere iman", iman esaslarındandır. Yukarıda kısaca işaret olunduğu üzere, Ehl-i
Sünnet'e göre Allahu Teâlâ'ya ve O'nun mukaddes sıfatlarına iman etmek, "kaza ve kadere" imanı da gerektirir.
Çünkü kader, Hak Teâlâ'nın "ilim" ve "irade" sıfatlarının, kaza da "kudret" veya "tekvin" sıfatının birer gereğidir.
Yani, "kaza ve kader akidesi" Allah'a ve O'nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman etmenin zorunlu bir
neticesidir. Kadere imanı inkâr etmek, zâtullaha sâbit olan zâtî ve subûtî sıfatları inkâr etmek demektir. Bu
yüzden önemi dikkate alınarak, kaza ve kadere iman İslâm'da iman esaslarından sayılmış ve altıncı esas olarak
"Müslüman'ın Âmentüsü"nde yer almıştır. Nitekim Buhâri ve Müslim'in Sahihler'inde zikredilen 6 Hz. Ömer
(r.a)'in Rasûlullah (s.a.s)'den naklettiği meşhur "Cibril Hadisi"nde, "Kadere iman" iman esasları arasında, aynen
tasrih edilmiştir. Rivayete göre; bir gün Peygamber (s.a.s) ashabıyla mescidde otururken, insan suretinde gelen
Cebrâil (a.s), "İman, İslâm ve İhsan"ın manasını Peygamber (s.a.s)'e sormuş ve her sualin sonunda, (Sadakte)
diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir. "İman nedir?" sorusuna Rasulullah (s.a.s): "İman; Allah'a, Meleklerine,
Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe inanmaktır (ayrıca) hayrı ve şerri ile kadere iman etmektir."
buyurmuşlardır.
"Bu konudaki hadisler 'ahad hadislerdir', sahih ve meşhur da olsa zannı ifade eder. Zannî deliller akaid ve iman
konularında delil olarak kullanılamaz" denilemez. Çünkü bu hadislerin delâlet ettiği mana kesinlik ifade eden
âyetlerle te'kid edilmiştir. Bu durumda zannî deliller de kesinleşir. Yukarıda bazıları zikredilen bir çok âyeti
kerimelerde her şeyin ilâhî takdire tabi olduğu ve Allah'ın kazası (emir hüküm ve yaratma) ile meydana geldiğine
işaret buyrulmuştur.7 Bu bakımdan, "kaza ve kadere iman", iman esaslarını birarada zikreden8 âyetlerde ayrıca
sayılmamıştır. Peygamberimiz (s.a.s)'in vefatından bir müddet önce "kader meselesi" ve "hayır ve şer" etrafında
yapılan bazı tartışmalar üzerine; "Kadere, hayrın da, şerrin de Allahu Teâlâ'nın takdiri ve yaratması ile olduğuna"
inanmanın "iman esaslarından olduğu, Peygamberimiz (s.a.s) tarafından beyan edilmiştir. Kendi aklı ve şahsi
kanaati ile değil, daima ilâhî vahiyle dini hüküm ve esasları ümmetine aynen tebliğ eden Rasûlullah 9 Cibril
hadisiyle bildirdiği iman esasları, zamanla tevatür derecesine ulaştığını ehl-i sünnet imamları bu gerçeği ittifakla
kabul etmiş ve bu hususu eserlerinde zikretmişlerdir.10 Kaza ve kaderin, kulun iradesi ve ihtiyarî fiilleri ile
ilgisine kaza ve kadere iman konusunun meşhur bir kelâm meselesi olan "halk'ı ef'âl-i ibâd", yani "insanların
ihtiyârî fiillerinin yaratılması", ile ilgisi, kısacası; "İnsanın irâdî fiilleri Kesb ve yaratma problemi- gibi hususlara
gelince Ehl-i sünnet akaid imamları Eş'ari ve Maturidi bu konuları geniş bir şekilde açıklamışlardır:

İnsan İradesi-İhtiyârî Fiilleri ve Sorumluluk:

Bilindiği gibi insan, kâinattaki yaratıkların en olgunu ve şereflisidir. Çünkü, bu âlemdeki canlı cansız varlıkların
hepsi, insanın emrine ve hizmetine verilmiştir. Bu bakımdan insan, Rabb'ini bilmek ve O'na ibadet etmek için
olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıslah etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple "Allahu Teâlâ, insana her türlü
güzel vasıflar, yanında onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl, ruh, irade ve ihtiyar gibi manevi
değerler vermiştir. O, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların yapamayacağı bir çok işleri yapmak, yeni
yeni şeyler keşfedip kesb etmek kudretine sahiptir. İnsana bu sınırlı kudreti ve cüzî iradeyi veren; gücü her şeye
yeten mutlak kudret, kulli irade ve sonsuz kemal sahibi olan Allah Teâlâ'dır. Fakat insana verilen bu sıfatların hiç
biri tam ve mutlak değildir. Allah'ın kemâl sıfatlarına nazaran çok eksik ve sınırlıdır. Bu sebeple insan, iradesini,
fıtrî yeteneklerini ve diğer sıfatlarını kullanırken, belirli ölçülere, kayıtlara ve ilâhî kanunlara tabidir. Fakat bu
kayıtlara ve bazı engellere rağmen insan, cüz'î iradesini kendi sınırları içinde kullanmakta ve dilediği tarafa
yöneltmekte serbesttir. Gerçek şudur ki insan, belirli ölçüler ve sınırlar içinde hareket edebilen hür bir varlıktır. O
6
bk. Kitâbu'l İman, Kitâbu'l-Kader.
7
Âli İmran: 3/47, en-Nisâ: 4/78, 143, el-Mâide: 5/77, el-En'am: 6/86-88, et-Tevbe: 9/51, el-Hicr: 15/60, el-İsrâ: 17/29, Tâhâ: 20/72, Sebe:
34/18, Meryem: 19/21, Fussilet: 41/12, el-Kamer: 54/49, el-Hadid: 57/22.
8
el-Bakara, 2/177, 285, en-Nisâ 4/136.
9
en-Necm, 53/3-4.
10
Bu konuda geniş bilgi için bk. Faruk Ahmed ed-Derühi: El-Kada ve'l-Kader Fi'l-İslam, Beyrut 1986, 3/5-6; Ali Arslan Aydın: İslam da
İman ve Esasları, İstanbul 1982, s. 394-397; Abdülkerim el-Hatib-el-Kadâ ve'I-Kader, Kahire 1961, s. 225-227.
halde insanın kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı, isteyip kesbettiği (elde ettiği) işler vardır ve yaptığı bu işlerden
elbette sorumludur. Yapmakla mükellef olduğu iyi ve güzel işler karşılığında mükafaat alacak, yapmaması
gerekenler karşılığında da ceza görecektir., Çünkü insan, kendi irade ve isteğiyle iyi veya kötü belirli bir işi
yapmaya karar vermiş ve o kararını uygulamaya koymaya girişmiş olmakla, o işin sorumluluğunu yüklenmiştir.
İşte insanlar, sahip oldukları bu irade ve ihtiyarları (seçme melekelerine sahip olmalarından dolayı mükellef ve
yaptıkları işlerden sorumludurlar. Bu teklif esasına göre dinen sevaba layık veya cezaya müstehak olurlar. Aksi
halde insanlar mükellef ve yaptıkları işlerden sorumlu olmazlar. Teklif ve sorumluluk, sevap ve ikab (ceza)
esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilahî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.
Diğer taraftan, şayet insanlar yaptıkları her işi mecburi ve zorunlu olarak yapar diye düşünürse, cebir (zorlama)
lazım gelir ve insan iradesi inkâr edilmiş olur. Yani insanların yaptıkları hiç bir işte irade ve ihtiyarları olmaz,
buna rağmen o işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki bu, ilahi adalete aykırı düşer. Bu sonuç ise batıldır.
O halde, karşımıza, birbiriyle zor bağdaşan iki dini esas çıkıyor:
Birincisi; "Allah (c.c) her şeyin halîkı (yaratıcısı) dır." (ez.-Zümer: 39/62) âyetine uyarak, Hak Teâlâ'nın yegane
yaratıcı olduğuna, yaratıcılıkta hiç bir ortağı bulunmadığına ve kulun ihtiyari fiillerini de yaratanın Allah
olduğuna iman etmektir.
İkincisi de; kul, kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı (zorunlu olmayan) İhtiyari Fiillerinden sorumludur. Yani
Allah'ın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir. Bu, teklif ve sorumluluğun esası olup,
dinde sevap ve ikabın kaynağıdır. Bu esas, bizi "insanın sorumlu olması için, fiilini icad etmesi gerekir"
sonucuna götürebilir. Bu sonuç ise, birinci esasa aykırı düşer.
İşte, inanılması gereken bu iki esas arasında görülen çelişkiyi kaldırmanın zorluğu, insan aklını tereddüde ve
fikir ayrılıklarına sevketmiş ve bu konuda Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin doğmasına neden olmuştur. O halde
ihtilafın ana sebebi; insanların "ef'âli ihtiyariye" diye anılan kendi irade ve ihtiyarları ile yaptıkları "fiilleri
yaratmak" Allah Teâlâ'nın fiillerinden midir? Yani bu irâdı fiillerin yaratıcısı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o fiili bizzat
işleyen kul mudur? meselesidir. Bu konuda farklı görüşler ve ayrı ekoller ortaya çıkmıştır:
1- Mutlak cebir düşüncesine dayanan "Cebriyye" mezhebi öncüsü Cehm b. Safvan olduğundan "Cehmiyye"
adıyla da anılır.
2- Mutlak ihtiyar fikrine dayanan Kaderiyye ve "Cumhuru Mu'tezile" mezhebi.
3- Cebr ve ihtiyar arasında görülen "Mâturîdiyye" mezhebi.
4- "Cebr-i Mutavassıt" olduğu iddia edilen "Eş'ariyye" mezhebidir.
İlk iki mezhep, insan iradesi üzerinde aşırı giden ve birbirinin zıddı olan "mutlak cebir" ve "mutlak ihtiyar"
fikrine dayanan ve böylece ifrat ve tefrite kayan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl mezheplerdir.
Son iki mezhep ise, ifrat ve tefrite sapmayan hak mezheplerdir. Her ikisi de, Ehl-i Sünnet görüşünü temsil
ederler.
Cebriyye; insanın irâdî fiilleri üzerindeki kudret irade ve ihtiyarını tamamen inkâr ederek, kulun daima mecbur
ve muzdar olduğunu, yaptığı işlerde hiç bir rolü olmadığını iddia ediyor. Böylece "teklif ve sorumluluk" esasını
yıkarak, insanı mutlak cebre teslim ediyor. Onu âdeta cansız bir varlık seviyesine indiriyor. İslâm'ın ana
prensipleriyle bağdaşmayan bu çarpık görüş, müslümanlar arasında rağbet görmemiş ve kısa zaman sonra
ortadan kalkmıştır.
Kaderiyye ve Mu'tezilenin büyük çoğunluğu; Cebriyye'nin mutlak cebir fikrinin tam aksini savunacak, insanı
"hâlikiyet" yani yaratıcı derecesine çıkarıyor ve "kul, yaptığı ihtiyârî fiillerin yaratıcısıdır" diyorlar. Böylece
Allahu Teâlâ'ya, bir çeşit şirk koşma gibi tevhid akidesine aykırı bir duruma düşüyorlar.

Yaratma ve Kesb Teorisi:

İslâm nazarında insan, yaratılanların en şereflisi ise de, her yaratık gibi noksan ve sınırlıdır. Çünkü mutlak kemal
Allah'a mahsustur. O halde iman, mutlak kudret, mutlak irade ve ihtiyar sahibi, dolayısıyla yaptığı işlerin bizzat
yaratıcısı olamaz. Çünkü hâlikiyet (yaratıcılık), Allah (c.c)'a mahsus olan çok yüce bir sıfat, çok yüksek bir
derecedir. Fakat insan hayvanlarda olduğu gibi- irade ve ihtiyardan, seçme gücü ve isteme yeteneğinden
tamamen mahrum bir varlık da değildir. Çünkü bilinen bir gerçektir ki insan, bazı işleri dilerse yapıyor, dilerse
yapmıyor. O halde insanın kendine mahsus cüz-i bir kudreti, cüz-i bir irade ve seçme gücü vardır. Bu sebepledir
ki; mükelleftir, yaptığı iyi ve faydalı, kötü ve zararlı bütün işlerden sorumludur. Öyle ise, kendi iradesiyle yaptığı
işlerden bu sorumluluğu gerçekleştiren bir payı almalıdır. Aksi halde mükellef ve sorumlu olamaz. Fakat insana
böyle bir pay ayırır ve üstünlük tanırken, onun yaratılan bir kul olduğunu unutarak, yegane yaratıcı Hâlık olan
Hak Teâlâ'ya her hangi bir yönden onu benzetmemeli ve yaratıcı Rab derecesine çıkarmamalıdır. Bu iki ana esas
birbirine karıştırılmaz, aradaki sınır iyi bilinirse, çok muğlak olan kader meselesi az çok kavranmış olur. Gücü ve
imkânı sınırlı olan insan aklı böyle ilâhî bir sırrı tam olarak çözemez. Ancak bu büyük sırrı anlamaya ve esasını
kavramaya çalışır.

Eş'arilere Göre Yaratma ve Kesb Teorisi:


Yukarıda belirtilen iki ana esası benimseyen Eş'arilere göre; kul kendi iradesiyle yaptığı işlerde mecbur değil,
muhtardır. Yani kendine mahsus irade ve kudreti vardır; yaptığı ihtiyarî fiillerin sahibi ve mahallidir. Fakat kulun
kudreti, yaptığı işler üzerinde müessir (etkili) değildir. Çünkü Allahu Teâlâ ortağı olmayan tek ve yegane
Hâlık'tır. Kudreti tamdır ve her şeyi yaratma gücüne sahiptir. O halde; her şeyin ve insanların, mide, ciğer ve
kalb çalışmaları ve uyumak, hazmetmek gibi ızdırarî (irade dışı, zorunlu) fiillerinin yaratıcısı Hak Teâlâ olduğu
gibi, kulun yaptığı iradî ve ihtiyarî fiillerinin de Hâlıkı Allah(c.c.)'dir. Zira imam Eş'ariye göre: "Bir eser
üzerinde iki tam müessir kuvvet ictima edemez" bu kural gereğince, kulun iradi fiilleri üzerinde tek mücasir
kuvvet Hâk Teâlâ'dır. O halde kulun kudretinin yaratmada, ikinci bir kuvvet olarak bir tesiri yoktur. Ancak Hâk
Teâlâ, ilahî kanunu icabı olarak, o fiili, kulun azim ve tasmimi (ısrarlı isteği) bulunduğu anda yaratır. Bu azim ve
kesin istek, kulun iradesini o şeye yöneltmesiyle o işi kesb etmesi şeklinde ortaya çıkar. O halde kul yaratıcı
hâlık değil, o işi kazanan kâsibdir. Yaratmada bir payı yoktur. Tek Hâlık, tek yaratıcı fail Allah (c.c)dir. İnsanın
kazandığı fiile tesir eden kudret ona Allah (c.c) tarafından verilmektedir. Kulun kudretinde olan şey Allah'ın da
kudreti altındadır. Bu açıdan bakılınca mülkiyette olduğu gibi bir ortaklık durumu yoktur.11 Kulun kesb ettiği bu
gibi fiillerle olan alakası, o fiilin mahalli ve sahibi olmaktan ibarettir. Çünkü her fiil, o fiilin mahalline isnad
edilir. Mesela güzellik onu yaratana değil, onunla vasıflanan şahsa isnad edilir. O halde, Allah Hâlık, kul
kâsibdir, yani yaratma Allah'a mahsustur, kesb ise kula aiddir. Eş'arilerin "Halk ve kesb” teorisinin özeti budur.
İşte Eş'arîler "teklif ve sorumluluk" esası ile "Allah'ın yegane yaratıcı" olduğu esasını böylece bağdaştırarak
Cebriyye, Kaderiyye ve Mu'tezilenin düştüğü hataya düşmemişlerdir. Ancak kulun kudreti olup ta, fiillerin
üzerinde belirli bir tesiri olmaması ve kesb teorisi üzerinde çok tartışıları anlaşılması güç bir konudur. Öyle ki,
"Akla min kesbi'l-Eş'ari" Eş'ari'nin kesbi kadar dakik ve muğlak tabiri arapçada darbı mesel olarak görmüştür.
Bazı âlimlerce, cebir fikrine yakın görünen Eş'ariye Mezhebi, "Cebr-i Mutavassıt" diye de anılır. Nitekim bazı
Eş'arîlerin "insan muhtar (İrade sahibi suretinde) muzdar (mücber, mecbur) dur" sözü, insandaki irade serbestisi
sadece surette kalmaktadır. Gerçekte ise hakim ve müessir olan, sadece Allah'ın küllî ve mutlak iradesidir.

Maturîdilere Göre insan İradesi, Kesb ve Halk:

İslâm düşünce tarihi ve Kelâm ilmiyle meşgul olanlarca bilindiği gibi insanın irade ve kudreti, ihtiyarı fiilleri
üzerindeki tesirleri, yaratma ve kesb teorisi, kulun yaptığı iyi veya kötü işlerinden sorumlu olduğu, başka bir
deyimle "teklif ve sorumluluk" ile "Allah'ın tek yaratıcı" olduğu gibi konularda, ayrıca kaza-kadere iman, hayrın
ve şerrin Allahu Teâlâ'nın İlmi, iradesi ve kudreti ile yaratıldığı hususunda, Maturîdiler, Eş'arîlerle genellikle
aynı görüşleri paylaşmaktadırlar.
Maturidilere göre "Kesb" azm-i musammem "yani" kesin ve değişmez bir karar ve irade yönelmesi"dir. imam
Mâturidî "Halk" ve "kesbi" kelimelerini beraber mütalâa ederek, hu terime şöyle açıklık getirir: "Allah (c.c)
fiilleri oldukları gibi (hakikatleri ile) yaratmakta, onları 'yokluk'tan 'varlık' sahasına çıkarmaktadır. İnsanlar da o
fiilleri kendi iradeleri ile Kesbettikleri (işleyerek elde ettikleri) ölçüde o fiillere sahip olurlar.12 Mâtûridî "Kesb"
hakkında genel bir değerlendirme yaptıktan sonra fiil ile kesbin âidiyeti hususunda şöyle diyor: "fiil aslında
"kesb" yönünden insana, "Halk" yönünden de Allah'a aittir': Kulun ihtiyari fiiline "halk" değil "kesb” Allahu
Teâlâ'nın fiiline ise "kesb" değil "halk" denilmekte, "fiil" kelimesi, bu iki terim için de kullanılmaktadır. Halbuki
Eş'arîlere göre fiil, yalnız "halk ve icat" manasına kullanılmakta kesb ise mecâzî olarak fiil denilmektedir.
Böylece İmam Mâturîdî'nin tek bir olaydaki fiile farklı açılardan baktığı anlaşılmakta ve bir fiilde var olduğunu
kabul ettiği yönden manası daha iyi anlaşılmaktadır. Bu esasa göre fiil; icat (yaratma) yönü ile Allah'a mutlak
kudret sahibine ait bir eser. Kesb yönüyle de kula aid bir (cüz'î) kudret eseri olmaktadır. Yani fiil, yaratma
yönünden Allah'ın külli kudreti altındadır. Allah Teâlâ'nın yarattığı bu fiile insan kesb yönüyle esir ederek onu
elde etmekte ve mahalli olmaktadır. Halk ile Kesb arasındaki farka gelince; aletsiz meydana gelen şey halk,
aletle meydana gelen şey Kesbdir. Bazıları da şöyle dediler: "Kudret sahibinin (Kâdir-i Mutlak) tek başına
meydana getirmesi mümkün olan şey halk (yaratma) mümkün olmayan şey de kesbdir. Böylece Kesb kula, halk
da Allah (c.c)'a aid olmuş olur. Fiil Allah'a izafe edildiği zaman "halk" insana nispet edildiği zaman "kesb" adını
alır. Bu anlayışa göre insanın sorumluluğu daha çok anlaşılmakta olduğu ortaya çıkmaktadır. Sorumluluk
konusunda İmam Maturidi şöyle bir delil zikreder:
Madem ki, Hak Teâlâ dünyada itaat edenlere sevap, âsî olanlara da ikab (ceza) vadetmiştir. O halde bu itaat ve
isyan fiilleri ancak kulun iradesiyle seçtiği kendi fiili olduğu takdirde, va'dedilen karşılıkları alabilir. Sevap ve
ikab, Hak Teâlâ'nın bildiği gerçekler olduğuna göre kulun bu fiillerinin de gerçek olması gerekir. Diğer bir husus
da şudur: Herkes kendi nefsinden ve tecrübelerinden bilir ki; yaptığı işlerde ihtiyar sahibidir, fâilidir, kâsibtir.
Bunun aksini iddia edenler kendilerinin herhangi bir fiili bulunmadığı söyleyen Cebriyye'dir. Onların bu
sözlerinin kendileriyle tartışmalarının bir hükmü ve manası yoktur. Çünkü mezheplerine göre bu sözleri de-birer
fiil olarak-onların değil demektir. Bu açıklama ile Maturidiyye'nin insandan her türlü fiili iradeyi ve seçme
gücünü kaldıran ve onu bir alet gibi telakki eden Cebriyye ile insanın fiillerinden Allah'ın kudret ve iradesinin ve

11
el-Eş'ari, Kitabu'l-Luma', s.72.
12
Kitabu't Tevhid, Nşr. Fethullah Huleyf, Beyrut 1970, s. 226.
ezelî takdirinin (yani kaderin) rolünü ve etkisini inkâr eden Kaderiyye ve Mu'tezile arasında ortak bir yol takip
etmeye çalışmaktadır.13

KESB

Toplamak, aramak, kazanmak anlamlarını dile getirir. Kelam ilminde, insan iradesinin fiili üzerindeki etkisiyle
sorumluluğa neden olan yönelişine verilen isimdir.
Kesb kelimesi Kur'an'da üç anlamda kullanılır. "Allah sizi yeminlerinizdeki yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz.
Sizi kalblerinizin kesbettiklerinden (kazandıklarından) sorumlu tutar..." (el-Bakara: 2/225) âyetinde kesb, kalbin
akdi ve azmi anlamına gelmektedir. "Ey iman edenler, kesbettiklerinizin (kazandıklarınızın) ve sizin için yerden
çıkardıklarımızın helal ve iyisinden harcayın..." (el-Bakara: 2/267) âyetindeki kesb, ticaretle elde edilen kazancı
dile getirir. "Kendi kesbinizin (yaptığınızın) cezası olan azabı tadın." (el-Bakara: 2/286) âyetinde ise kesb,
çalışma ve amel anlamında kullanılmaktadır. Kelime buradaki anlamlarından yola çıkılarak Kelam'da kişinin
iradesinin kendisine sorumluluk kazandıracak yönelişini dile getirmek üzere kullanılmıştır.
Kelam ilminde kesb, Allah'ın irade ve yaratıcılığı karşısında insan iradesinin yeri ve bu iradenin fiil üzerindeki
etkisi konusundaki tartışmaların bir sonucu olarak ilk kez el-Eş'ari tarafından bir kelam kuramı haline getirildi.
İnsan iradesinin fiil üzerindeki etkisi konusunda daha önce birbirine zıt iki görüş doğmuştu. Cebriye'nin temsil
ettiği ilk görüş insana irade ve özgürlük tanımıyor, onu Allah tarafından önceden belirlenmiş işleri yapmaya
zorunlu bir varlık olarak tanımlıyordu. İrade ve yaratıcılığında Allah'ın tekliğine gölge düşürmeme, ortak
tanımama endişesinden kaynaklanan bu görüş, tüm fiillerini Allah'ın takdir ve yaratmasına bağladığı için, insanın
sorumluluğunu açıklamakta yetersiz kalıyordu. Bu görüşün karşısında yeralan ve Kaderiye Mutezile tarafından
temsil edilen ikinci görüş ise, insanın fiilleri üzerinde Allah'ın hiçbir etkisi olmadığını savunuyordu. buna göre
insan tam anlamıyla özgürdür, iradesiyle dilediği fiili seçer ve Allah'ın kendisine verdiği halketme (yaratma,
yapma) gücüyle de yaratır. İnsan bu nedenle fiillerinden dolayı sorumludur; fiilinin niteliğine göre ödül ya da
ceza görür.
Mutezile'nin görüşünün tek yaratıcının Allah olduğunu belirten Kur'an hükümleriyle 14 çeliştiğini düşünen el-
Eş'ari, Cebriye ile Mutezile'nin görüşlerini kesb kuramı ile uzlaştırmaya çalıştı. Buna göre insanda bir irade ve
güç vardır, ama bunların fiil üzerinde bir etkileri yoktur. Bu irade ve güç insanı fiile yöneltir ve yakınlaştırır
(iktiran). Bunun üzerine Allah insanın yöneldiği fiili yaratır. Böylece insan yönelişi ile fiili kesbetmiş
(kazanmış), Allah da fiili yaratmıştır. Ne var ki insanın iradesi seçiminde bağımsız değildir; Allah'ın iradesine
tabidir ve ancak onun belirlediği fiili seçebilir. Bu son görüşüyle el-Eş'ari iyice Cebriye'ye yaklaşır ve insanın
sorumluluğunu açıklama konusunda başarısız kalır. Bu nedenle sonraki kelamcılar onu Cebriye ile birlikte ele
almak ve kuramını bir orta cebr (cebr-i mutavassıt) olarak nitelemek zorunda kalırlar.
Maturidi kelamcılar da Eş'arilerle aynı amaçla kesb kuramı üzerinde durdular. Fakat bunların kesb anlayışı
diğerinden büyük ölçüde farklıdır. Maturidilere göre de Allah yaratıcı (Halık), insan kazanıcıdır (kasib). Ancak
insanda fiili etkileyecek bir yapabilme gücünün yanısıra birisi külli, diğeri cüz'i olmak üzere iki irade vardır.
Külli irade, insanın fiil ya da terkten birini seçmesini sağlar. Cüz'i irade ise külli iradenin fiil ya da terkten birine
bilfiil yönelmesinden (azm-i musammem) ibarettir. el-Eş'ari'nin söylediğinin aksine Allah'ın iradesi insanın cüz'i
iradesine tabidir. Başka bir deyişle Allah'ın iradesi seçilen fiile kulun iradesine bağlı olarak yönelir. Allah fiili,
insanın bağımsız olarak seçmesinde ve fiilen ona yönelmesinden sonra yaratır. Bu nedenle fiilin sorumluluğu
insana aittir.
Maturidi kelamcılar insan iradesine tanıdıkları özgürlükle Mutezile kelamcılarına yaklaşır; ancak fiilin Allah
tarafından yaratıldığını söyleyerek onlardan ayrılırlar. Ne var ki bu fark yalnızca "yaratma" kelimesine
yükledikleri anlamdan kaynaklanmaktadır. Mutezile "kul fiilinin yaratıcısıdır" derken yoktan var etmeyi (ibda)
değil, vardan yeni bir şey varetmeyi kasdetmektedir. Buna karşılık Maturidi kelamcılar yaratmayı yoktan
varetme biçiminde anlamakta ve bu niteliğin insana verilmesini şirk saymaktadırlar. Buradaki "yaratma"nın, söz
gelimi "Ey İsa, iznimle kuş şeklinde bir şey yaratıyorsun." (el-Maide: 5/110) ayetindeki "yaratma" gibi birşeyin
belli ölçülerde ve belirli bir biçimde meydana getirilmesi olarak anlaşıldığında aralarında bir fark kalmamakta,
sorun çözülmektedir.15

HAYIR

Dilimize Arapça'dan geçmiş olan bu kelimenin aslı "hayr" olup; herkesin beğendiği, rağbet ettiği şeyler, şeref,
meşru iş, faydalı ve sevabı gerektiren amel, iyilik, ibâdet ve mal gibi anlamlara gelir. Zıt anlamı ise şerdir.
Aynı kelimeden türemiş olan "hayrât"; beğenilen ve öğülen hasletler, sevap kazanmak için Allah rızası yolunda
yapılan iyiliklere denir. Başkalarına maddî ve manevî yönden yararlı olan kimselere de, hayır sahibi anlamına
gelen "ehl-i hayr" denir.
13
Ali Arslan Aydın, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/318-325.
14
ez-Zümer: 39/62; el-Fatır: 35/3; el-En'am: 6/102.
15
Ahmed Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/347-348.
Hayır iki türlüdür. Birincisi "mutlak hayır" olup, herkes tarafından dâima beğenilen, sevilen ve herkese göre iyi
olandır. Adâlet, yardımlaşma, cömertlik ve doğruluk gibi... Allah'ın bizler için hayır gördüğü her şey.
"Kim zerre kadar hayır yaparsa onun karşılığını görecektir. Ve her kim zerre kadar şer (kötülük) işlerse onu
görecektir." (ez-Zilzâl: 99/7-8)
"Ne hayır yaparlarsa ondan mahrum bırakılacak değildirler. Ve Allah takva sahiplerini bilir." (Âli İmrân: 3/115)
"Herkesin yüzünü döndürdüğü bir yönü vardır. Öyleyse siz de hayırlı işlere koşun. Birbirinizle yarışın. Nerede
bulunursanız bulunun, Allah hepinizi getirir. Şüphesiz ki Allah herşeye kadirdir." (el-Bakara: 2/148)
Cenâb-ı Allah'ın kullarının yapmış olduğu hiçbir hayrı boşa çıkarmayacağını açıkladığı bu âyetlerde geçen
"hayr''dan maksat, iyilik, cömertlik, ibâdet ve tüm salih amellerdir. Rabbimizin hoşnut olduğu bu filler ve
özellikler, kullar tarafından da rağbet edilen ve benimsenen hasletler olmaları hasebiyle mutlak mânada
hayırdırlar.
İkinci tür hayır, "Mukayyed hayır"dır. Yani kişiden kişiye değişen birine göre hayır, bir başkasına göre şer ve
kötülük sayılan şeyler... Kötü yolda harcanan çok mal gibi.
Arapça'da "hayr" kelimesi, sadece iyiliği ifade etmez, mal ve servet için de kullanılır. Meselâ, Bakara sûresi 180.
âyette geçen "hayr", mal ve servet için kullanılır. Hayır kelimesinin nerede iyilik için, nerede mal ve servet için
kullanıldığı ancak, kelimenin âyetin akışı içinde yer aldığı mevkiden anlaşılır. Aynı şekilde "Şüphesiz ki insan,
Rabbine karşı pek nankördür. Buna kendisi de şahittir. Ve o, hayr sevgisine aşırı derecede düşkündür." (el-
Âdiyât: 100/6-8) âyetinde geçen "hayr" kelimesi iyilik anlamında değildir. Çünkü 6. âyette, insanın Rabbine
karşı nankörlüğünden sözedilmektedir.
İçindeki "hayr" kelimesinin, mal ve servet anlamına geldiği âyetlerden bazıları:
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer hayır (mal) bırakacaksa; anaya, babaya ve yakınlara uygun bir biçimde
vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." (el-Bakara: 2/180)
"Verdiğiniz her hayır kendi faydanızadır. Yalnız Allah rızasını kazanmak için infak ederseniz... İnfak ettiğiniz her
hayır size eksiksiz verilir. Zerre kadar haksızlığa da uğratılmazsınız." (el-Bakara: 2/272)
"Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir." (el-Bakara: 2/273)
Hz. Ali (r.a), bir kölesinin yanına girdiğinde, kölesi "Vasiyet etmeyeyim mi?" diye sorar. Hz. Ali; "Hayır. Çünkü
Allah "eğer hayr (çok mal) terkederse" diyor. Halbuki senin fazla malın yoktur" diye cevap verir.16
Âyetlerde kullanılan "hayr", her zaman hayır değildir. Ancak Allah rızası gözetilerek kullanılırsa hayır sayılır.
Mal ve servet ne kadar çok olursa olsun, Rabb'ın rızası olmayan yerlere harcanırsa hayr yerine şer olur. O halde
ister mal ister çocuk ister dünya nimetlerî olsun, Allah'tan dâimâ hayırlı olanı istenmelidir. Yüce Rabbimiz buna
işaretle, şöyle buyurmaktadır:
"İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey kötülüğünüzedir." (el-Bakara:
2/216)
"Hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir." (en-Nisâ: 4/19)
Rasûlullah (s.a.s): "Kişinin kendinden sonra bıraktığı şeylerin en hayırlısı üç tanedir: Kendisine dua edecek
salih evlat, kendisine sevabı ulaşacak olan sadaka-i câriye ve kendisinden sonra onunla amel edilecek ilim."
diye buyurur.17
O halde, Müslüman, hem kendisi için hem de tüm insanlık için hayrı istemek, hayra teşvik etmek ve
kötülüklerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştıramaya çalışmak durumundadır. Çünkü Hak Teâlâ:
"Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, ma'rufu emreden, münkerden alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir
ümmetsiniz." (Âlu İmrân: 3/110) buyurur.
İslâm ıstılahında "Maruf"; her türlü hayrı, "Münker"de her türlü kötülüğü ifade eder.18

ŞER

Kötülük, fesat, bozukluk, yaramazlık, zulüm, her çeşit günah ve ceza verilmesini gerektiren uygunsuz iş.
Kötülükleri arzu etmek, musibet, belâ ve sıkıntı anlamlarına da gelir. Çoğulu; şürûr olup, hayrın ve iyiliğin
zıddıdır.
Dinde ve felsefede anlaşılması güç olan problemlerden birisi de şer meselesidir. Gerek fenalık ve kötülük
anlamında olsun gerek musibet, belâ, felaket ve sıkıntı anlamlarında olsun şerri de yaratan Allah'tır. Nitekim
hayrı yaratan da O'dur. Çünkü her mümkünü ve her işi yaratan Allah'tır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel
olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah'ın zat, esmâ (isimler), sıfat ve fiillerinde hiç bir şer
yoktur. Şer insanlarda, insanların işlerinde ve insana göre yaratıklardadır. Allah şerri de hikmet ve ilahî adaletin
bir gereği olarak yaratmıştır.
Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irade vererek imtihan etmek için getirmiştir. Bu imtihan âleminde şerrin
bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu âlemde insanlara,
içlerinden peygamberler gönderecek doğru yolu göstermiştir: "Biz ona (insana) iki yol gösterdik." (el-Beled: 90-
16
Rağıb el-Isfahânî, Müfredât, HYR maddesi.
17
İbn Mace, Mukaddime: 20.
18
Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/381-382.
10) “Ve sizleri şer ve hayır (yolları) ile imtihan etmek için deniyoruz ve sonunda bize döndürüleceksiniz." (el-
Enbiya: 21/35). Üstelik insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham
etmiştir: "Her bir nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona kötülüğün (ne olduğunu) ve bundan
sakınmayı ilham edene and olsun ki onu (nefsini = ruhunu günah ve şerden) temizleyen felaha ermiştir.” (eş-
Şems: 7-9)
Allah, insanlara zorla şer ve kötülük yaptırmasaydı, onların hepsini kendisine inanan, taat ve iyilikte bulunan
kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın arıdan veya herhangi bir hayvandan
farkı kalmazdı. Arı, Allah'ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (güdü) ile baldan başkasını yapamaz. Onun ne
aklı ne de hür bir iradesi vardır. Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irade özellikleri olan bir ruh (nefs-
i nâtıka) vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzünde halifesi yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti
zorlayarak değil, şuur ve serbest bir irade ile yapılmasındadır. Şuursuz ve serbest bir ihtiyar ile yapılmayan
iyiliğin kıymeti yoktur. "Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman ederlerdi."
(Yûnus: 10/99). Allah böyle yapsaydı, insanların akıllarını kullanarak, vicdanlarına tabi olarak serbest
iradeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu; küfür ve şer
olmasaydı irade ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı
olmasa idi iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu. Her şeyin kıymeti zıddı ile bilinir: Eğer
Nuh (a.s) kavminin küfrü olmasaydı Tufân mucizesi, meydana gelmezdi ve diğer peygamberlere iman etmeyen
kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi. Helâk mucizeleri ile helâk olan milletler apaçık delilleri
gördükten sonra helâk olmuştur. Hayatta kalan da apaçık beyyineyi gördükten sonra iman ettiği için hayat
bulmuştur. “Ta ki helâk olan apaçık bir delili gördükten sonra helak olsun. Hayat bulan da apaçık bir delili
görüp anladıktan sonra hayatta kalsın." (el-Enfal: 8/42). "De ki hak Rabbindendir. O halde isteyen inansın,
isteyen küfretsin..." (el-Kehf: 18/29)
Şerri yaratmak şer değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan aklını kullanarak iradesini şerre
yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu yaratır. Her şey, Allah'ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği
için, kulun iradesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve imtihanın tahakkuk
etmesi için yaratır.
Ancak biz kendi irademizle şerri kazanırız; Allah da bizim irade ve seçimimize göre o şerri yaratır. Ancak
Allah'ın şerre yardımı ve rızası yoktur.
Yaratıklardaki hayır ve şer yönünden mümkün olan durum beştir.
1- Sırf hayır, 2- Hayır tarafı galib ve fazla, 3- Hayır ve şer tarafları eşit, 4- Sırf şer, 5- Şerri hayrından fazla ve
çok olandır. Yüce Allah'ın yapın, diye emrettikleri ya sırf hayır veya hayır tarafı fazla olandır. Allah'ın nehyettiği
menhiyyat (yasakladığı şeyler) sırf şer veya şer tarafı fazla olan şeylerdir. İman sırf hayır; küfür ise sırf şerdir.
Kulların ihtiyarî işlerinden başka, mikrop, zararlı böcekler, yırtıcı hayvanlar, deprem, sel gibi bize şer gibi
görünen eşya ve olaylara gelince; bunların hayırları şerlerinden fazladır. Kulların işleri hariç, kendisinde hiçbir
hayır bulunmayan sırf şer, şerri hayrından fazla olan ve hayrı şerrine eşit olan şeylerin yaratılması Allah'ın
hikmetine aykırıdır. Melekler, "Biz seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken orada (yeryüzünde) fesatlık
çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" (el-Bakara: 2/30) diyerek Allah'ın yeryüzünde insanı
yaratmasına -bundaki hayrı bilmedikleri ve şer olacağını zannettikleri için- itiraz etmişlerdi. Allah bundaki hayrı
bildiği için onlara, "Sizin bilmediklerinizi her halde ben bilirim." (el-Bakara: 2/30) sözüyle cevap vermişti.
Bazen insan bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması, aklını başına alması için
musibet verir; günahlarının affedilmesi veya bir kısmından vazgeçilmesi ve ecirler kazanması için hastalık verir:
"Olur ki bu şey hoşunuza gitmezken, o sizin için hayırlı olur. Bu şeyi de sevip istediğiniz halde o da hakkınızda
şer olur." (el-Bakara: 2/216). Allah çok defa bize şer suretinde görünen sıkıntı ve musibetleri hayra vesile olması
ve bir başlangıç olması için yaratır.
Eşya ve olayların mahiyet ve kıymetleri zıdları ile anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehalet olmazsa ilmin
kıymeti anlaşılamazdı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların esmesinde, insanlara zararlı mikrop ve
hayvanların yaratılmasında görülen cüz'i şerler, bunların hayır ve faydaları yanında yok gibidir.
İnsan için dünyanın lezzetleri yemek, içmek, nikah, mal, mülk, makam ve mevkidir. İnsanların başına gelen elem
ve acıların pek çoğu bunlardan dolayıdır. Bunlar, sabredilerek meşru yollardan elde edildiğinde ve hukuklarına
riayet olunduğunda şerleri hayra tebeddül eder. Elem, acı ve meşakkatler olmasaydı, ilim, şecaat, zühd-ü takva,
iffet, cömertlik, sabır ve ihsan gibi imanî kemaller ele geçmezdi. Şer gibi telakki ettiğimiz ve yaratılışlarındaki
hikmeti anlayamadığımız pek çok şeylerde ince hayırlar vardır.
Ellerinde olmadan insanların başlarına gelen nice belâ ve musibetler, yaptıkları kötülüklerin bir kısmına,
ahiretteki verilecek tam karşılıklarından ayrı olarak bu dünyada da ceza ve azab terettüp ettiği için yaratılırlar:
"Başınıza gelen her müsîbet, kendi ellerinizle işleyip kazandığınız günahlar yüzündendir. Bununla beraber, Allah
bir çoğunu da affeder.” (eş-Şurâ: 42/31)
Yüce Allah'ın âhirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar da adalet ve hayırdır. Çünkü cezalar lâyık olan
ve hak eden mahallerine verir. Cezayı hak eden ve buna lâyık olan kimselere verilen cezalar bu kimselere
nisbetle şerdir. Çünkü kendilerine acı ve sıkıntı verir.
Eski İran'da mecûsler ve zındıklar "Alemdeki bütün hayırları yaratan âlemin tanrısı Hürmüz (Ahura Mazda)dır.
Kötülüklerin kaynağı ise Ehrimen (Angra Mainyu) dır" derlerdi. Bunların iddialarına göre, dünyada bu iki
kuvvet mutlak hakimiyeti sağlamak için sürekli mücadele halindedirler.
Mutezile ise, Allah kötülükleri ve şerleri dilemez. Ancak hayırları murad eder. Kul işlerini gerek hayır olsun
gerek şer olsun, kendisi diler kendisi yaratır demişlerdir. Allah'ın irade ve meşiyyetinin de rıza ve muhabbetiyle
aynı anlamda olduğu iddia etmişlerdir.19

HİDÂYET

İrşat etmek, doğru yolu göstermek, rehberlik yapmak. Zıddı; Saptırmak, yanıltmak, dalâlete düşürmektir.
Hidâyet kelimesi (HDY) kökünden bir mastar olup terim olarak; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm'ın
aydınlık yoluna girmektir.
Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi Cenab-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile olur. Kur'ân-ı Kerîm'in
çeşitli âyetlerinde hidâyet ve dalâletten söz edilmiştir!
"Ey Muhammed de ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim doğru yola giderse, kendi lehine
doğru yola gitmiş olur. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim." (Yûnus,
10/108).
"Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola sevk edecek, hiç bir kimse bulunmaz." (er-Ra'd: 13/33).
"Biz, her Peygamberin karşısına, böylece mücrimlerden bir düşman çıkarmışızdır. Yol gösterici ve yardımcı
olarak sana Rabbin yeter." (el-Furkân: 25/31).
İslâm'ın hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar âyette şöyle uyarılır:
"İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz insanlara kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara, Allah
lânet eder. Hem de bütün lânet edebilenler lânetler. Ancak tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini
açıklayanlar müstesna. İşte onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet
edenim." (el-Bakara: 2/159, 160).
Cenab-ı Hakk'ın bazı kimselere hidayeti nasip etmemesinin sebepleri âyetlerde şöyle açıklanır: "Yalancılık ve
küfürde ısrar etme"20 "Âşırı yalancılık"21 "Zâlim ve fâsık olma"22
Bir kimsenin, Allah dilemedikçe, Peygamber'in istemesiyle hidayete kavuşamayacağı ayetlerde şöyle ifade
edilir:
"Ey Muhammed şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hidâyete erdirir. O,
hidayete erecekleri çok iyi bilir" (el-Kasas: 28/56).
"Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâyete erdirir" (el-Bakara: 2/272),
"Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar." (Yûsuf: 12/103).
Buhârî ve Müslim'in naklettiği bir hadise göre, yukarıdaki ilk ayet Allah Rasûlünün amcası Ebû Talib, Rasûlullah
(s.a.s)'i korur, ona yardım eder, bu yüzden Hz. Peygamber onu tabiî bir sevgi ile severdi. Vefatına yakın, yanına
gelerek şöyle demişti: "Ey amca, Allah katında kendisiyle senin lehinde şehadette bulunabileceğim bir kelimeyi;
Allah'tan başka ilâh yoktur kelimesini söyle" Ancak, Ebû Talib, bu kelimeleri söyleyemedi.23 Vefatından sonra,
Hz. Peygamber'in, onun hakkında istiğfarda bulunması üzerine hidayete ermeyenler için yapılacak duanın geri
çevrileceği şu âyetle bildirilmiştir:
"Ne Peygamberin ne de Mü'minlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın hısımları da olsa,
müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz." (et-Tevbe: 9/113).
Sonuç olarak, bir kimse hidâyeti yüce Allah'tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, salih amel
işlemelidir. Allahu Teâlâ, irade-i cüz'iyesini hak yola dönmek için kullanan ve iyi hal gösteren kimselere aydınlık
yolu gösterir.24

DALÂLET

Yolunu şaşırma; kaybolma; azma; sapkınlık ve batıla yönelme. Ayrıca, helâk olmak, batıl şey ve unutmak
mânâlarına geldiği gibi bilerek veya bilmeyerek, az veya çok doğru yoldan sapmak anlamlarına da gelir. Nitekim
"dâll" ve "dalâl" hem peygamberler hem de kâfirler için kullanılmıştır: " (Kardeşleri) dediler ki: Yusuf'la kardeşi
babamıza bizden daha sevgilidir. halbuki bizler birbirine bağlı bir toplumuz. Herhalde babamız apaçık bir hata
(dalâl) içindedir" (Yusuf, 12/8).
Âyette görüldüğü gibi, hata kelimesi "dalâl" ile ifade edilmiştir.

19
Muhiddin Bağçeci, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/27-29.
20
ez-Zümer: 39/3.
21
el-Mü'min: 40/28.
22
el-Âhkâf, 46/10, es-Saf, 61/5,7; el-Cum'a, 62/5; el-Münâfıkûn, 63/6.
23
bkz. İbn Kesîr, el-Kasas: 28/56. âyet tefsîrî.
24
Şâmil İslam Ansiklopedisi:
Duhâ sûresinde de peygambere hitaben; "Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" (ed-Duhâ, 93/7)
buyurulmaktadır. Buradaki şaşırma kelimesi de Kur'ân'da "dâll", yani yolunu kaybetmiş, şaşırmış demektir.
Dilimizde dalâlete, sapmak, sapıklık ve sapkınlık denir. Dalâl, bazen gafletten ve şaşkınlıktan doğar. Bu
münasebetle dalâl; gaflet, şaşkınlık, kaybolma ve helâk olma manalarına da kullanılır.
Aslında dalâl, yoldan sapmak demek olduğu gibi, aklî sapma anlamlarında da kullanılmıştır. Biz de dalâlet ve
sapkınlığı batıla düşmeyi sadece dinde; dalâl ve sapıklığı da akıl ve sözde kullanırız. Dâll kelimesinin çoğulu
olan "dâllîn", tam manasıyla, sapkınlar demektir.
"Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur" (el-Bakara, 2/108)
"Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisâ, 4/116)
"Allah ve Rasülü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin kadın ve erkeğin o işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim
Allah ve-Rasülü'ne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (el-Ahzâb, 33/36)
Yukardaki âyetler, ister mümin olsun ister kâfir, Allah'ın ve Rasûlü'nün emir ve teklifleri karşısında inat edip
ondan deliller ve harikulâde şeyler istemek suretiyle Peygamber'i müşkül durumda bırakmaya çalışmalarının
onları doğru yoldan sapmış kimseler olarak nitelendirmeye götüreceğini ihtar etmektedir.
"İbrahim, babası Âzer'e: Sen bir takım putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve milletini apaçık bir
sapıklık içinde görüyorum demişti. " (el-En'am, 6/74).
Halbuki Hz. İbrahim Kur'ân ifadesiyle yumuşak, müsamahakâr, temiz huylu ve halîm birisidir. Fakat akîde söz
konusu olunca, ne babalık kalır ne de evlâtlık... Dalâleti seçenlere karşı tavır budur.
"...Allah, müminlere lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce apaçık bir (dalâl) sapıklık içindeydiler. " (Âli
İmrân, 3/164).
Daha önce, tasavvurda, itikatta, hayatî mefhumlarda, gaye ve yönelişlerde, âdet ve gidişatta, nizam ve
prensiplerde dalâlet; sosyal ve ahlâkî yaşayışta da sapıklık içindeydiler. Allah, lütufta bulunarak onları,
sapıklıktan doğru yola çıkarmıştır:
"Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor
musun? Tâğutun önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı. Şeytan
onları derin bir sapıklıkla saptırmak ister. " (en-Nisâ, 4/60)
İşte iman ettiğini söyleyip; Hakk'ın önünde muhakeme edilmeye çağrılınca, tâğutun hükmünü Hakk'ın hükmüne
tercih edenler, gerçekte şirk ve apaçık bir sapıklık içindedirler. Şeytan da, onların, bu sapıklıklarında daha da
derinleşmelerini ister ve nitekim çoğu zaman başarır.
Dalâlet kelimesinden geçişli olarak türetilen "idlâl" da saptırmak anlamına gelir. Şöyle ki: "Onlardan bir güruh
seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. " (en-Nisâ,
4/113)
Rivayete göre Medine yerlilerinden Ta'me, bir komşusunun zırhını çalmış, bir un dağarcığına saklayarak getirip,
bir Yahudi'nin evine gizlemişti. Ta'me'yi sıkıştırdılar. O, müslüman olmasına rağmen yemin etti. Yahudiyi
sorguya çektiler. O da: Bunu bana Ta'me verdi dedi. Bazı Yahudiler de şahitlik ettiler. Zaferoğulları Rasûlullah'a
gelip Ta'me'yi beraat ettirmesini söylediler. Ta'me'nin yemini karşısında düşündü; arkasından yukardaki âyet indi.
Dalâletin unutma ve yanılma anlamına geldiği de olur. Aşağıdaki âyet buna bir örnektir: Borç verirken
yazılmasını ve şahit getirilmesini isteyen âyet, devamla; "Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz
şahitlerden olmak üzere bir erkekle iki kadın gösterin ki, onlardan biri yanılırsa diğeri onu düzeltsin. " (el-
Bakara, 2/282). Görüldüğü gibi burada yanılma olarak tercüme edilen kelime Kur'ân'da "dalâlet "ten türeyen,
"dallet" sözcüğüdür.
Peygamber (s.a.s.)'in hadislerinde de, sapıklığın dalâlet olarak geçtiğini görmek mümkündür. Bir örnek olmak
üzere aşağıdaki hadisle yetinelim:
"Sonradan uydurulan şeylerden sakınınız. Çünkü sonradan uydurulan her şey bid'attır. Ve her bid'at sapıklık
(dalâlet)tır. " (Ebû Dâvûd, es-Sünne, 5)
Halid ERBOĞA

ŞAKÎ

Bedbaht, kötü halli anlamında Kur'anî bir kavram. Şaki, şeka fiilinden ism-i faildir. Şe-ki-ye, yeşkâ, şıkva(tun),
şekva(ten) ve şekâ(en) şeklinde mastara geçiş şekli vardır. Bu mastarlardan biri olan eş-şekâvatu, saadetin
zıddıdır. Saadet asıl olarak iki çeşittir: Dünyevi saadet ve uhrevî saadet. Dünyevî saadet ise nefsi, bedenî ve
harici olmak üzere üç şekilde olur. Şekâva(tun) de aynen saadet gibi kısımlara ayrılır. Yine aynı kökten olan
şekâ(un) mastarı ise ta'b (yorgunluk)un içinde incelenir. Her şekâvet yorgunluk (ta'b) dır. Fakat her ta'b
(yorgunluk, güçlük, sıkıntı) şekâvet değildir. Yani ta'b şekâvetten daha genel ve kapsayıcıdır (Ragıb el-İsfahanî,
el-Müfredât Fi Carîbi'l Kur'an, İstanbul 1986, 388).
Yukarıda sözlük anlamı açıklanan şakî kavramı türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim'de toplam on iki âyette yer
almaktadır. Kelime Kur'an'ın her yerinde aynı manada kullanılmamış, yukarıda verilen manaların hepsini
karşılayacak biçimlerde kullanılmıştır .
Toplumda bazı insanlar vardır ki, sürekli şımarıklık içerisindedirler. Her zaman anarşi çıkarır, hiç bir kanun
nizam tanımaz, sınırsız hürriyet peşindedirler. Her istediklerini yapmayı arzular, her türlü pohpohlamaya hazır
olup daima kendini ileri sürer, başkaları tarafından kullanılmaya yatkındırlar. Bunlar toplum içinde eşkıya,
çapulcu ve ayak takımı görevini yaparlar. İşte bu tür özelliklere sahip kimseler Kur'an'da şakî olarak tarif edilir.
Bu tür insanlar, dünyada haylazlıkları, geçimsizlikleri ve kural dışılıkları yüzünden bir şey elde edemedikleri
gibi, âhirette de, dünyada iken sürekli hakka karşı gelip şer güçler tarafından piyon olarak kullanıldıkları için,
aşağılıkların arasındadırlar. Ne dünyada iken iyi bir hayat sürerler, ne de âhirette. İşte bu yüzden bu kimseler şakî
yani bedbaht, bahtsız kimseler olarak isimlendirilirler. Bedbahttırlar, çünkü yaptıkları hareketlerden dolayı hiçbir
menfaat elde edemezler. Bahtsızdırlar, çünkü amellerinin, fiillerinin sonu boştur, yaptıkları işler boşa gitmiştir.
Her türlü güzel nimet ve iyi sonuçtan mahrumdurlar.
Kur'an-ı Kerim'de bu tür kimselerin, yani şakîlerin bazı özelliklerine dikkat çekilir. Bunların başlıcalarını şöyle
sıralayabiliriz.
1- Hak'tan ve öğütten yüz çevirmek: Bunlara, hak hatırlatıldığı zaman, dinleme zahmetine katlanmadan derhal
yüz çevirirler. Bir öğüt, bir nasihat verildiğinde, dinlemeyip sırtlarını dönerler. Yüce Allah bu hususta şöyle
buyuruyor:
Artık hatırlat (öğüt ver), eğer hatırlatma (öğüt verme) fayda verirse Allah'tan haşyet duyan kimse öğüt alır. Fakat
şakî olan, ondan yüz çevirir (kaçınır). O, en büyük ateşe girer. Sonra orada ne ölür, ne de yaşar" (el-Âlâ, 87/9-
13).
2- Hakikati yalanlamak: Şakînin bir özelliği de "husn" olanı yalanlaması, hakikat inkâr etmesidir. Çünkü
yalanlamak onun en büyük özelliğindendir .
"Ben sizi alev saçan bir ateşle uyardım (korkuttum). Ona şakî olandan başkası girmez. Öyle şakî ki yalanlamış
ve yüz çevirmiştir" (el-Leyl, 92/14-16).
3- Başkaldırı, Ayaklanma, İsyankârlık: Şakînin diğer büyük bir özelliği de hakka karşı ayaklanma, Allah'a karşı
isyankârlık etmektir. Şakîyi şakî yapan, diğer özelliklerle beraber bu özelliğin bulunmasıdır. İsyankârlık ve
çapulculuk şakînin karakterini yansıtır. Toplumda sürekli huzursuzluk çıkarıp gerçeğin açığa çıkmasını önlemek,
davetçilere karşı çeşitli demogoji ve şarlatanca hareketler yaparak da'vetin anlaşılmasını engellemek de şakîlerin
görev saydıkları fiillerdendir.
"Semûd (kavmi) azgınlıkları sebebiyle (hakkı) yalanlamışlardı. Onların en şakîleri ayaklandığı zaman, onlara
Allah'ın Rasûlü "Allah'ın (diœsi) devesine ve onun su içme hakkına dokunmayın " demişti. Fakat onu
yalanladılar, deveyi boğazladılar. Rabbleri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi. Orayı dümdüz yaptı"
(eş-Şems, 91/11-14).
İsa (a.s) da Allah'ın kendisi için yaptıklarını söylerken şakî'nin bu özelliğini belirtir:
"(İsa) (Rabbim beni) anneme iyilik eder (kıldı). Beni zorba bir şakî kılmadı" (Meryem, 19/32).
Yukarıda vasıflarını kısaca anlattığımız "şakî" kimselerin akıbetlerini, yani âhiretteki durumlarını Yüce Allah
bize şöyle anlatıyor:
"O gün geldiği zaman hiç kimse onun izni olmadan konuşamaz. Oraya toplananlardan kimi şakî (bedbaht,
bahtsız) kimi de sait (mutlu) dir. Şakîiler ateştedirler. Onların orada (o bunaltıcı ateş içinde) öyle bir soluk alış
verişleri vardır ki... Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Meğer ki Rabbın, çıkmalarını dilemiş
olsun. Çünkü Rabbın her istediğini yapandır" (Hud, 11/105/107).
Yine Yüce Allah, tartıları hafif gelenlerin âhiretteki durumunu tasvir ederken, onlara kendi ağızlarıyla şakî
olduklarını itiraf ettiriyor: "Kimlerin tartılan hafif gelirse, işte onlar da kendilerini ziyana sokanlar, cehennem de
sürekli kalanlardır. (Orada onların) yüzlerini ateş yalar. Öyle ki (ateşin) içinde (dehşetten dudakları gerilir de)
dişleri açıkta kalır. Âyetlerim size okunurdu da siz onları yalanlardınız değil mi?" "Rabbimiz" dediler,
"şekâvetimiz (bedbahtsızlığımız) bize galebe çalmıştı da, biz sapık bir topluluk olmuştuk. Rabbimiz, biz bundan
çıkar. Eğer bir daha (kötü işlere) dönersek artık bizi gerçekten zalimleriz. " Buyurdu ki: "Sinin orada, benimle
konuşmayın. Zira kullarımdan bir zümre Rabbimiz; inandık, bizi bağışla, bize merhamet eyle, sen merhamet
edenlerin en hayırlısısın" dedikleri için siz onlarla alay ettiniz, (onlarla o kadar uğraştınız ki) size beni anmayı
unutturdular. Siz daima onlara gülüyordunuz" (el-Mü'minûn, 23/103-110).
Zekeriya (a.s) da "Rabbim " demişti. "Bende kemik gevşedi, baş ihtiyarlık aleviyle tutuştu. Rabbim, sana
duamda hiç bir zaman şakî (bedbaht ve mahrum) olmadım. Duama daima icabet ettin" (Meryem, 19/4).
Yine İbrahim (a.s) kavminden ayrılırken onlara şöyle demişti: "Sizden de, Allah'tan başka yalvardıklarınızdan da
ayrılıyor ve yalnız Rabbıma yalvarıyorum. Umarım ki Rabbıma yalvarmakla (sizin gibi) şakî (bedbaht) olmam
(istediklerimden mahrum bırakılmam)" (Meryem, 19/68).
Şakî'lik; sözlük anlamı açıklanırken de belirtildiği üzere, zorluk çekmek, meşakkate uğramak, sıkıntıya düşmek
gibi manalara da gelir. Bu anlamda Kur'an-ı Kerim'de önceden işlenen kötü bir amel yüzünden sonradan
meşakkat çekme durumunu anlatan bir kaç âyet vardır. Cenâb-ı Hak, Rasûlüllah (s.a.s)'a şöyle buyuruyor: "(Ey
Muhammed!), biz bu Kur'an'ı sana meşakkate düşesin diye indirmedik. Ancak (Allah'tan) korkanlara bir öğüt
(olarak indirdik)” (Tâhâ, 20/2-3).
Allah-u Azimuşşan, Hz. Adem ve Havva'ya seslenerek onları şöyle uyarıyor: "Dedik ki: "Ey Âdem, bu (iblis
şeytan) senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın, sonra şakî (dünya islerini yaparak
meşakkate düşmüş) olursun” (Tâhâ, 20/117).
"Dedik ki: "Hepiniz oradan inin, birbirinize düşmansınız.Şimdi benden size bir hidayet geldiği zaman kim benim
hidayetime tabî olursa o, dalâlete ve şekâvete (bedbahtlığa) düşmez" (Tâhâ, 20/123).
Muammer ERTAN

DUA

Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte bulunmak, O'na yakarmak.
Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu
veya bu şekilde dua eder. İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta,
keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar. Yüce Allah şöyle buyurur: "İnsana bir darlık
dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince
sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları
iş böylesine süslü gösterilmiştir." (Yunus, 10/12)
"(Denizde) onları gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar. Fakat
o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar, (birçoğu da inkâr eder). Zaten bizim
ayetlerimizi (öyle) nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez. " (Lokman, 31/32)
Bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi dua, insanda fıtrîdir ve özellikle sıkıntılı anlarda Allah'a dua etmek, sadece
samimî olarak Allah'a inananlara has bir durum değildir. Allah'a ortak koşanlar da bu gibi durumlarda Allah'a
yönelir ve O'na dua ederler.
Dua ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve serinlik hisseder. İsteğinin yerine getirileceği konusunda ümidi
artar. Bu yönüyle dua, insana bir şifa ve rûhî bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiridir. Bu nedenledir ki,
dua etmeyen toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır.
Âyet ve hadîslerde dua teşvik edilmiştir: "Rabbiniz, şöyle buyurdu: Bana dua edin, size cevap vereyim (duanızı
kabul edeyim)" (Mü'minûn, 23/60).
Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurur: " Allah katında duadan daha şerefli bir şey yoktur." (Tirmizî, Daavat,1;
İbn Mace, Dua,1) Dua aynı zamanda bir ibadettir. "Dua ibadetin ta kendisidir. " (Tirmizî, el-Bakara Sûresi
Tefsiri, 16)
O halde dua sadece Allah'a yapılmalı, araya başka biri aracı olarak sokulmamalıdır. Nitekim namazın her
rekâtında tekrar ettiğimiz Fatiha Sûresi'nde: "Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz. " (el-
Fatiha, 1/4) buyurulur.
Kullardan istenecek yardım, onların güçleri dahilinde olan bir şey olmalıdır. Güçlerinin yetmediği bir şey
onlardan istenemez. Hatta kulların güçlerinin dahilinde olan bir şeyin yapılmasını kendilerinden istediğimiz
zaman bile asıl sebebin Allah olduğunu, O'nun dilemesi olmadan o şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını
bilmek gerekir.
Allah insana şahdamarından daha yakındır ve O'nun insana merhameti, bir annenin çocuğuna merhametinden
çok fazladır. Bir âyette şöyle buyurur: "Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben şüphesiz onlara yakınım.
Bana dua edenin duasını kabul ederim. " (el-Bakara, 2/186)
Duanın muhteviyatı, Allah'tan istenen meseleyle ilgili olmalıdır. Meselâ yemek duası ayrıdır yolculuğa
çıkıldığında yapılacak dua ayrıdır... Birçok konuda Hz. Peygamber (s.a.s.)'den nakledilmiş dualar mevcuttur.
Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş peygamberlerin duaları zikredilir. Dua bu me'sur dualarla yapılabileceği gibi, kişinin
kendi gönlünden kopanın anlatımı da olabilir. Ancak belli davranışlarda; meselâ kabir ziyaretlerinde,
yemeklerden sonra, helâya girerken, yeni bir elbise giyerken, yolculuğa çıkarken... Hz. Muhammed (s.a.s.)'den
nakledilmiş dualarla dua etmek hem sünnet, hem de daha güzeldir.
Dua eden kişi gönülden etmeli, duasında iyi şeyleri isteyerek kendisi de o doğrultuda çaba sarfetmelidir. Kişi
duasında samimiyetini tavırlarıyla da ortaya koymalıdır. Meselâ duasında Allah'ın emirlerine itaat eden samimi
bir müslüman olmayı ifade ediyorsa, hareketleriyle de böyle bir müslüman olma çabası içerisinde olmalıdır. Bir
hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
"Biliniz ki, Allahu Teâlâ, kendisinden gafil bir kalbin duasını kabul etmez." (Tirmizî, Daavât, 64)
Şüphesiz ki Allah insanın kalbinden geçenleri ve ihtiyaçlarını bilir. Ancak dil ile dua etmenin insanın kendisinin
eğitilmesi konusunda etkisi vardır. Ayrıca dua Allah'ın bir emrinin yerine getirilmesidir, bir ibadettir. Kur'ân-ı
Kerim'de Hak Teâlâ kendisine nasıl dua edileceğini kullarına öğretir, resûllerinin dualarını bize haber verir.
Müminler önce bu dualara bakmak ve böyle dualarla Allah'ı zikretmek durumundadırlar. Gerçekten
bilmediğimizi ve en güzelini öğreten Allah'tır. "... Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma...
" (el-Bakara, 2/286) Eyüp Aleyhisselâm,
"Ya Rabbi, gerçekten benim başıma bela geldi. Halbuki sen merhametlilerin merhametlisisin." (el-Enbiya,
21/83); Zekeriya (a.s.), "Rabbim, beni yalnız bırakma..." (el-Enbiya, 21/89); Âdem (a.s.), "Ey Rabbimiz, biz
nefislerimize zulmettik. Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz. " (el-
A'raf, 7/23) diyerek dua etmişlerdir. "Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kullarına kat... " (Yusuf, 12/101)
duası Yusuf (a.s.)'ın; "Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zalimlerden idim. " duası da
Yunus (a.s.)'ın duasıdır.
İmam Ahmed b. Hanbel'in Ebû Saîd el-Hudrî'den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîste: "Duanın karşılıksız
kalmayacağı, bilâkis üç şeyden birinin mutlaka meydana geleceği; ya kabul ya âhirete bırakma yahut eda edilen
dua oranında günahın affedileceği" beyan buyurulmuştur.
Dua yalnız Allah'a yapılır; istek ve yardım sadece Allah'tan istenir. Allah'tan başkasından bir yardım ve istekte
bulunan, müşriktir. Hatta ölümlerinden sonra kabirleri başında veya uzaktan peygamberlere ve salih kullara dua
edip yakaranlar, aynen yıldızlara sığınan ve meleklerle peygamberleri rabler edinenler gibi Allah'tan başkasına
dua eden müşriklerdir. Ancak melekler müminler için dua ve istiğfar etmektedirler.
Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurur: "Ümmetimden yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz Cennet'e girecektir.
Bunlar, rukye talep etmeyen, dağlayarak tedavi yapmayan, olayları uğursuzluğa yormayanlar ve Rablerine
tevekkül eden kimselerdir." (Buhârî, Tıb, 18; Müslîm, İman, 371, 372) Yani müminler ancak "Bize Allah yeter. "
demelidir. Rukye, okuyup üfleyerek tedavi demektir. Bütün peygamberler en kötü durumlarda yalnız Allah'a
sığınmışlardır. Bunu da namaz*la yapmışlardır. Çünkü dua esas olarak namazdadır ve devamlılığı vardır.
Müslüman müslüman kardeşi için dua edebilir. Rasûlullah, " Kim bir hidayete çağırırsa, o hidayete tabi olanların
mükafatının aynısı onların mükafatından hiçbir eksilme olmaksızın bu kimseye de verilir. " buyurmuştur.
(Müslim, İlm, 16; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlm,15) Ebeveyn, kendilerine dua eden çocuklarının amelinden
istifade eder: "İnsanoğlu öldüğü zaman artık ameli kesilmiştir. Yalnız şu üç şey bunun dışındadır: Sadaka-i
cariye, faydalanılan ilim ve dua eden salih evlât " (Müslim, Vasiyyet,14; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 14). Rasûlullah,
ümmetinden kendisine dua etmelerini istemiştir. Cenâb-ı Hak, "O'na salât ve selâm getirin " (Ahzâb, 33/56) diye
emretmiştir. Mümin, Allah'tan peygamber için vesîleyi isterse kıyamette o kimseye onun şefaati haktır.
Rasûlullah umreye giden Ömer (r.a.)'e: "Bizi de duandan unutma kardeşim." demiştir (Ebû Dâvûd, Vitr, 23;
Tirmizî, Daavât 109; İbn Mâce, Menâsik 5) Rasûlullah her zaman ümmetini sadece Allah'a kulluğa çağırmıştır.
Hanefi fukâhâsı: "Bir yaratık aracılığıyla Allah'tan bir şey istenemez" demiştir. Hz. İbrahim,
"Doğrusu benim Rabbim duayı işiticidir" (İbrahim,14/39) demiştir. Hz. Peygamber: Biriniz dua edeceği zaman
Allah'a hamd ve senâ ile başlasın, Resûlüne salâvât getirsin ve bundan sonra artık dilediği duayı yapsın"
buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Salât, 358; Tirmizî, Daavât, 65) Salih ameller vesîlesiyle talepte bulunmanın
örneklerinden birisi mağaraya sığınan üç kişinin duasıdır. Bunlardan her biri yalnızca Allah'ın rızasını gözettiği
önemli bir amelini zikrederek duada bulunmuştu. Çünkü böyle bir amel, Allah'ın, sahibinin duasının kabulünü
gerektirecek bir sevgi ile sevdiği ve razı olduğu bir şeydi. Birisi ana-babasına yaptığı iyiliği zikrederek. diğeri
tam iffeti delâletiyle, öteki ise emanete gösterdiği riâyet ve iyilikseverliği ile duada bulunmuştu. (Buhârî,
Hars,13) İbn Ömer'in meşhur duası şöyledir: "Ya Rabbi, Senden beni İslâm'a erdirdiğin gibi ondan beni
uzaklaştırmamanı ve müslüman olarak canımı almanı diliyorum. " (İmam Malik, Muvattâ, Hacc, 128) Hz.
Peygamber'den nakledilen rivâyetlerde
"Ya Rabbi, Ya Rabbi" diye duaya başlanır, bazılarının yaptığı gibi "Ya Hannân, ya Mennân" denilmez. Yine cahil
halkın büyük bir kısmı Allah'tan başkasından yardım dilemeyi öyle bir hale getirmişlerdir ki, kabirler Allah'a
duada birer şirk aracı yapılmıştır. Oysa Rasûlullah dahi, "Ey Allah'ım, benim kabrimi kendisine ibadet edilen bir
put haline getirme... Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen kimselere Allah'ın gazabı şiddetlidir... Benim
kabrime ikide bir gelip orayı bayram yerine çevirmeyin." diye uyarmıştır. (İmam Mâlik, Muvatta, Kasru's Salât
fi's-Sefer, 85; Ebû Dâvud, Menasik, 100) Halkın, Telli Baba, filân baba, falan şeyhin kabrinde kuyruğa girerek
onlardan yardım dilemesi şirkten başka birşey değildir, bid'attir. Müminler, aynen müşriklerin ve bid'at ehlinin
yaptığı gibi ölüye yakarmaz, onlardan birtakım ihtiyaçların karşılanmasını istemez, kabir başında yapılan duanın
evde yapılandan üstün olduğuna inanmaz, bu kimselere yemin ederek Allah'tan talepte bulunmazlar. "Allah bize
yeter, o ne güzel vekildir." derler. (Âli İmrân, 3/173) Dinin esası da budur. Salât, Arapça'da dua anlamına da
gelir: "Ey peygamber, Mü'minlere selât et, çünkü senin duan onlar için huzur ve sükûnettir."(et-Tevbe, 9/103)
Duada istenene kavuşma ve korkulandan kurtulma isteği vardır. Bu da ancak Allah'tan istenir. İslâm bilginleri
bid'at dua şekillerini şöyle tespit etmişlerdir: Ölü ya da gaip birinden yardım dilemek. Ey efendi hazretleri bana
mağfiret et, tövbemi kabul et, demek şirktir. Peygamber ve salihlerden, ölmüş veya gaip birine benim için Allah'a
dua et', demek bid'attir. Ölülerden medet umulmaz. Kabirleri ziyarette ölülere ancak selâm verilebilir, onlara
Kur'ân okunur. Allah'a, Allah'ım senden filancanın yanındaki makamı hakkı için şunu şunu istiyorum; diye dua
etmek, nehyedilmiştir. Çünkü, "Yardım Allah'tandır." (Enfâl, 8/10) "İnsanlar (mahşerde) toplandıkları zaman
kendisine dua edilenler, onlara düşman olurlar ve onların kendilerine olan dualarını inkâr ederler." (el-Ahkâf,
46/6)

Dua Âdâbı

Hz. Peygamber'e Allah'ı sormuşlardı. Cevaben Allah buyurdu ki:


"Kullarım sana beni sorduklarında: Ben muhakkak ki, yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına icâbet
ederim." (el-Bakara, 2/186). Dua ederken seslerini aşırı şekilde yükseltenleri gören Rasûlullah, şöyle
buyurmuştu: "Ey insanlar! Kendinize gelin. Çünkü siz bir sağırı veya uzaktaki birini çağırmıyor, ancak herşeyi
işiten ve çok yakın bulunan birine dua ediyorsunuz. Sizin kendisine dua ettiğiniz size bineğinizin boynundan
daha yakındır." (Buhârî, Cihad, 131; Daavât, 51; Tevhid 9; Ebû Dâvûd, Vitr, 26; İbn Hanbel, IV, 394, 402, 418;
Müslim, Sahih IV, 2076) Kul, duasında Allah ile arasında hiçbir engel hiçbir vasıta bulunmadığını böylece bilir;
dua ederken yalnızca Allah'ı düşünür. Kalp başka birşey ile meşgulken dua etmek manasızdır. "Âmin" diye
bağırıp çağırmak da manasızdır. İnsan dua ederek Allah'a yöneldiğinde, dileği, Allah'tan istediği şeylerin
gerçekleşmesine yardımcı olacak sebeplerin yaratılmasıdır. Yani kul eylemiyle yakınlaşmazsa, ettiği duanın
mânâsı olmaz. Tembelliği huy edinmiş biri rızık için dua edebilir, ama önce çalışması lâzımdır... Duada riya
olmaz. Duanın hemen kabul edilmesinde acele edilmez. Hiçbir dua boşa gitmez. En güzel sözlerden biri "Lâ
havle velâ kuvvete illâ billah"tır.
Gönülden, gizlice, bağırmadan, samimiyetle dua edilir. "Rabbınıza gönülden ve gizlice yalvarın. Doğrusu o, aşırı
gidenleri sevmez. " (el-Â'râf, 7/55) Secîli, kafiyeli, yazılı dualarda riya vardır. Başkalarına dua ediyor görüntüsü
vermek de böyledir. Bu şekilde ağlayarak dua edenin gözyaşları öteki insanları etkilemek içindir ve duası riyadır.
Özel olarak komutlu dua da böyledir.
Sünnet olan dualar
Uykudan önce: "Ey Allah'ım senin adınla ölür ve dirilirim."
Uykudan sonra: "Bizi uyku gibi bir ölümle öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamd olsun. Dönüş ancak O'nadır."
Sabahleyin: "Allah'ım senin yardımınla sabaha çıktık, senin yardımınla akşamladık, senin yardımınla yaşıyor,
senin yardımınla ölüyoruz. Kabirden kalkış sanadır."
Akşamleyin: "Allah'ım, senden dünya ve âhirette selâmet isterim. Allah'ım, senden dînim, dünyam, ehlim ve
malım hakkında beni bağışlamanı ve selâmete çıkarmanı isterim. Allah'ım, benim ayıplarımı örtüver.
Korktuklarımdan emin kıl. Allah'ım, Önümden arkamdan, sağımdan solumdan ve üzerimden gelecek belâları
defederek beni koru. Altımdan gelecek ani belâlardan senin azametine sığınırım."
Evden Çıkarken: "Allah'ın ismiyle Allah'a güvendim. O'nun gücünden başka hiçbir güç yoktur."
Ezandan sonra: Ezanı tekrarlamak, salât ve selâm etmek ve "Allah'tan başka ilâh yoktur o tektir ortağı yoktur,
Muhammed kulu ve Resûlüdür, Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, peygamber olarak Muhammed'e râzı
oldum" demek.
İstihârede: bk. İstihare mad.
Sıkıntılarda: "Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Muhakkak ben
zalimlerden oldum." (Ayrıca bk. Zikir, Namaz ve ilgili maddeler. Dualar için hadîs kitaplarının "Daavât"
bölümlerine bk.)
M. Sait ŞİMŞEK

TEVEKKÜL

Acizlik gösterme, başkasına güvenip dayanmak, Allah'a güvenme, O'nun hükmünün mutlaka meydana
geleceğine kesin olarak inanma ve alınması gereken tedbirleri almak anlamında Kur'anî bir terim.
Tariften de anlaşıldığı gibi tevekkül; müslümanın, yapacağı işlerde tüm zahiri sebeplere sarılması, alınması
gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması, ama gönlünü bunlara bağlamayıp sadece Allah'a dayanmasıdır.
Tevekkül, hiç bir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terkedip, Allah'ın dediği olur" diyerek kenara çekilmek
değildir.25 Nitekim Hz. Peygamber, devesini salıvererek Allah'a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedeviye "Onu
bağla da öyle tevekkül et." buyurmuştur.26
İslâm inancına göre; yaratıkların bütün fiilleri, halleri ve sözleri yüce Allah'ın kaza ve takdîri ile meydana gelir.27
Onun için İslâm alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra, insanlara ve aracılara değil, sadece Allah'a dayanma
anlamındaki bir tevekkülü emreder. Bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müslümanlar sadece Allah'a dayanıp
güvensinler." (Âl-i İmrân: 3/122). Hz. Peygamber de şu sözleri ile müslümanlara tevekkülü tavsiye etmektedir:
"Eğer siz Allah 'a hakkıyla tevekkül ederseniz, o sizi kuşu rızıklandırdığı gibi rızıklandırır."28
Hz. Ömer, Medine'de boşta gezen bir gruba: "Siz necisiniz?" diye sordu. Onlar da: "Biz mütevekkilleriz",
dediler. Bunun üzerine büyük halife: "Hayır, siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici)lersiniz. Siz yalancısınız,
tohumumu yere atıp sonra tevekkül edene mütevekkil denir" dedi.
Bu olay tevekkülden ne anlaşılması gerektiğini çok güzel ifade etmektedir. Gerçek tevekkül güzel bir davranış,
ahlâkî bir fazilettir. Cenab-ı Hak, müslümanlara tevekkülü emretmiş ve mütevekkil olanları sevdiğini haber
vermiştir:
"Bir de, daima diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah'a tevekkül et." (Furkan, 25/58)
"Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter." (Talak: 65/31)

25
Fahru'd-Din er-Razî, Mefatihu'l-Gayb, Bulak 1289, 111, 122; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 7/5063, 5064.
26
Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyame: 60.
27
Nureddin es-Sâbûnî, Mâtûridîye Akaidi, Terc. Bekir Topaloğlu, 161.
28
İbn Mâce, Zühd: 14.
"Müminler, ancak o kimselerdir ki Allah anılınca kalpleri ürperir, onlara Allah'ın ayetleri okunduğunda o
ayetler onların imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler." (Enfal: 8/2)
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse, Allah'a kayıtsız şartsız
teslim olmuş, kaderine razı kimsedir. Fakat, nasıl kadere inanmak tembel tembel oturmayı, herşeyden el etek
çekmeyi gerektirmiyorsa, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Gerçek mütevekkil çalışmadan
kazanmayacağını, ekmeden biçilemeyeceğini, amelsiz Cennet'e girilemeyeceğini, ihlasla ibadet ve taatta
bulunmadan Allah'ın rızasına kavuşulamayacağını bilir.29

RIZIK

Faydalanılması için verilen bağış, nasib, gıda, yiyecek ve mutlaka kendisiyle faydalanılan şey. Allah Teâlâ'nın
canlılara yiyip içerek yaşaması için lutfettiği şeylerdir, Rızık; rezaka fiilinden türemiş bir isimdir. Çoğulu erzâk
gelir. Rızka sebeb olmasından dolayı yağmura da rızık denilir: "Gecenin ve gündüzün değişmesinde (birbirini
takib etmesinde) Allah'ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve bununla ölümünden sonra yeri
diriltmesinde ve rüzgarları evirip çevirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok âyetler vardır." (el-
Casiye: 45/5). Ezd lügatında rızık, nimete şükretmek anlamına da gelir.
Bazı âlimler, rızık, insan ve diğer bütün canlıların sadece beslenip yaşamaları için yedikleri ve içtikleri yiyecek
ve içecekler yani besinlerdir derler. Bazı Eş'ari âlimleri, tarifini geniş tutarak rızkı şöyle tanımlamışlardır. Rızık,
Allah Teâlâ'nın bütün canlılara, yiyip içerek gıdalanmaları ve faydalanmaları için lütfettiği şeylerdir. Bu tarife
göre rızkın içerisine, yiyecek ve içecek ve insan hayatını sıcak ve soğuktan korumaya yarayan elbise ve mesken
gibi şeyler girer.
Rızık yalnız Yüce Allah'a isnad edilir. Rızk veren ancak Allah Teâlâ'dır.
Herkes, kendisi için takdir edilen rızkını yer, bir kimse başkasının rızkını yiyemez. Kimse kendisi için takdir
edilen rızkını yemeden ölmez.
"Kendilerine rızktan başkalarına infak (sarf) ederler." (el-Bakara: 2/3) âyetindeki "bir kimsenin rızkını başkasına
vermesine" rızık denilmesi mecaz yoluyladır. Çünkü yapılan infak, başkalarının rızıklanmalarına, infak edenin
de ecir ve sevaplarla rızıklanmasına sebep oluyor. Bu âyette, rızkın sebebi olan infak zikrediliyor ve infakın
sebeb olduğu müsebbeb kasdediliyor. Allah'ın ilminde bir insanın ömrü boyunca yiyeceği rızıklar bellidir. Bir
insan, dağlar kadar mal ve yiyecek kazansa, onun ömrü boyunca bundan yiyeceği ve midesinin alacağı ve
hazmedeceği miktar muayyendir. Kazandığı mal ve yiyeceklerin hepsini midesine doldurma gücü ve imkânı da
yoktur. Bu sebeple bir mü'min kazandıklarından ihtiyaç fazlasını ihtiyaç sahiplerine vererek manevi rızık (ahirete
azık) kazanmaya çalışması güzel bir davranıştır.
Rızıklarını elde etmede insanların çalışkanlıklarının rolü vardır.
Haram olan şeyleri ve helâl olmayan yollardan temiz yiyecekleri elde edenler, kendileri için haram olan rızkı
elde etmiş ve yemiş olurlar. İnsanların haram olan yollarla rızıklarını elde etmelerine Allah Teâlâ'nın rızası
yoktur. Haram lokmada, hiç bir hayır yoktur. Onun için mü'minler, haram olan yollardan rızıklarını kazanmaktan
sakınırlar.
Haram olan rızıklar da yaratılma bakımından Allah'a isnad edilir, elde etme açısından kullara nisbet edilir.
Mu'tezileye göre haram olan yiyecekler Allah'a nisbet edilemeyeceği için rızık değildir. Bu bakımdan Mu'tezile,
rızkı; "faydalanmaktan alıkonulmayan şeydir" diye tarif etmişlerdir. Onların yanlış olan bu görüşlerine uyulacak
olsa hayatı boyunca haramla beslenen bir kimse rızıksız yaşamış olur. Halbuki yeryüzünde bulunan her insan ve
canlının rızkının Allah tarafından verildiği "Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkını vermek Allaha aiddir."
(Hûd: 11/6) âyeti de bunu açıklar.
Canlılar; rızıklarını Allah Teâlâ'nın yarattığı bitki ve hayvanlardan elde ederler. Bunları da Allah Teâlâ, bitki ve
hayvanların tohum hücrelerine koyduğu gen (DNA Deoksiribonükleik asit) planlarına göre yaratır. Bitkilerin
yapılarıyla ilgili planlarındaki bilgi, her sayfasında 1000 kelime bulunan 50000 sayfalık kitabtan fazladır. Her bir
hayvanın DNA (yaratılış planın)daki bilgi ise, yekûnu 500 000 (beşyüzbin) sayfayı tutan kitabların verdiği
bilgiden fazladır. Bitki ve hayvanlar; planlarına göre, oksijen, hidrojen, karbon, azot, fosfor, kükürt, kalsiyum,
potasyum, magnezyum gibi elementlerden teşekkül ettirilen protein, karbonhidrat ve lipid (yağ) moleküllerinden
yaratılmıştır. Bu dev moleküllerin son derece nizamlı bir şekilde düzenlenmesiyle hücreler ve dokular
yaratılmıştır. Zamanımızda canlıların hangi elementlerden teşekkül ettiği bilindiği halde ve kimya ilminin de son
derece ilerlemesine rağmen yapılan deney ve gözlemler; et, süt, bitki, hatta bir buğdayın toplu iğnesi ucu kadar
bir kabuğu gibi, bir canlının beslenmesini sağlayacak ve yaşamasına sebeb olacak bir rızkın elementlerinden
kimyasal yollarla sentezlenemediğini göstermektedir. Sakkarin gibi bazı tatlandırıcılar kimyasal işlemlerle
sentezlenmiştir, ama bu bir gıda değildir. Kalorisi olan ve beslemeye yarayan bir şeker de değildir. Sadece tatlı
olmaktan başka bir özelliği olmayan bir bileşiktir. O halde; cansız, şuursuz ve bilgisiz maddelerin aralarında
ittifak edip tabiata konulmuş kimya kanunlarını kullanarak bir rızkı sentezlemelerine imkân yoktur. Rızkı
kendilerine verdiği can yoluyla bitki ve hayvanlarda yaratan yalnız Allah Teâlâ'dır. "Onlar (materyalistler)
Allah'ı bırakıp da kendileri için yerden ve göklerden hiç bir rızka malik olmayan ve buna (rızık vermeye) güç
29
Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/211.
yetiremeyen maddelere taparlar. O halde (rızkı veren Allah olduğuna göre) Allah'a eş ve benzer isnad etmeyiniz.
Allah bilir, siz bilemezsiniz." (en-Nahl: 16/73-74)
Rızıkların önemlisi bitki ve hayvanlardaki proteindir. Proteinler bitki ve hayvan hücrelerinde birbirlerinden
farklıdırlar. Proteinler, DNA’larındaki planlarına göre 25 çeşidi bulunan yüzlerce aminoasit moleküllerinin çok
düzgün ve kendilerine mahsus terkibleriyle oluşur. Çeşitli olan aminoasitler, amino grubu (-NH2) ve karboksil
grubu (-COOH) denilen noktalarından -ki bunlara peptid bağı da denilir- birleşerek orta ve büyük protein
moleküllerini oluştururlar. Bir hayvan hücresinde genetik bilgilerine (DNA sına) göre binlerce protein
sentezlenir. Bir büyük proteinin atom adedi milyonlara varır.
"Rızkınıza şükr edeceğinize, siz her halde (O'nu) yalanlamaya mı kalkıştınız" (el-Vâkıa: 56/82)
"O (Allah) eğer rızkınızı tutup kesiverse size şu rızık verebilecek olanlar kim ?..." (el-Mülk: 67/21)
Her insanın, kâfir de olsa müşrik de olsa rızkı Allah'a aittir. Allah bütün canlılara yetecek miktarda rızık yaratır.
Ama bazan yeryüzündeki zalim ve zorbalar mustaz'af insanların rızıklarını gasbetmeye yeltenirler. Onların da
cezası Allah'a aittir.30

ECEL

Belli bir zaman parçası ve bu parçanın sonu; vakit ve son.


Birşey için belirlenmiş zaman dilimine ecel denir. İnsanın veya herhangi bir canlının eceli, kendisine tâyin edilen
ömürdür. "Ecelin gelmesi" ise, tâyin edilmiş bulunan ömrün son bulması, yani ölümdür.
Allah indinde her canlı için tâyin edilmiş bir ecel vardır. Eceli geldiğinde dünya hayatı son bulur.
"Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları
takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri
geçerler." (en-Nahl: 16/61)
"Eceli geldiği zaman bir kimsenin ölümünü Allah geciktirmez." (el-Münafıkun: 63/11)
Ecel, kazâ ve kaderle ilgili bir meseledir. Nasıl diğer olayları Allah, geçmiş ve geleceği kuşatan ilmiyle
belirlemişse, eceli de ilmiyle takdir etmiştir.
"Öldürülen kişi de eceliyle mi ölmüştür? Öldürülmüş olmasaydı daha bir müddet yaşayacak mıydı, yaşamayacak
mıydı?" gibi sorular ister istemez akla gelmektedir. Nitekim bu hususta kimi âlimler farklı kanaat ileri
sürmüşlerdir. Mutezîle'den bir kısım âlimlere göre öldürülen kişi eceliyle ölmemiştir. Öldürülmemiş olsaydı,
daha bir müddet yaşayacaktı. Ehl-i Sünnet ile diğer Mutezilelere göre ise, eceliyle ölmüştür. Aksini ileri süren
Mutezilîler, kullârın fiillerinin yaratılmasıyla ilgili görüşlerinden dolâyı bu görüşe vârmışlardır. Çünkü onlara
göre fiilin faili, bizzat kulun kendisidir. O halde öldürme işi, öldüren katilin kendi işidir.
Ehl-i Sünnet'in tamamına göre öldürülen kişi de eceliyle ölmüştür. Ancak katil bu fiilinden dolayı ceza görür.
Eceliyle ölmediğini söylemek yanlıştır. Allah o kişinin öldürüleceğini önceden bilmektedir ve ecelini de ona göre
tâyin etmiştir. Allah onda ölümü yaratmasından dolayı ölmüştür. Öldürülerek ölen kimse için, "Öldürülmeseydi
yaşayacaktı" gibi sözler söylemek doğru değildir. Hattâ "öldürülmemiş olsaydı, ne olurdu?" gibi bir varsayım
üzerinde birtakım görüşler ileri sürmek dahi yanlıştır. Çünkü bütün bunlar Allah'ın takdiriyle olmaktadır ve aksi
sözkonusu olamaz.31
"Bir canlıya ömür verilmesi de, ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır." (el-Fâtır: 35/11)
âyetinde "Ömrünün kısaltılması" ifadesiyle ilgili olarak İmâmu'l-Haremeyn el-Cüveynî32 şöyle demektedir: Bu
âyetle iki durum kastedilmiştir ki, onlardan biri: Bir kimsenin benzerlerine nazaran ömrünün eksiltilmesidir.
Yoksa, Allah'ın ilminde mevcut olan ömrünün eksiltilmesi anlamında değildir. Bu nasıl mümkün olsun ki, Allah,
ilminde onun ecelini takdir etmiştir. İkinci durum ise: Eksiltme ve arttırmanın, melekler indindeki sahifelerde
gerçekleşmesidir. Onların sahifelerinde birşey mutlak olarak yazılıdır ama, Allah'ın ilminde kayıt altına
alınmıştır. Vukubulacak olan da, bu kayıt altına alınan şekildir. Âlimler, "Allah, dilediğini siler, dilediğini bırakır.
(Bütün) kitapların anası, O'nun yanındadır." (er-Ra'd, 13/39) âyetini de buna hamletmişlerdir.33
O halde Allah indindeki ilim, yani kader, katiyyen değişmez. Levh-i Mahfûz'da ne yazılmışsa mutlaka olur.
Ancak meleklerin yanında da olayların yazılı bulunduğu sayfalar vardır ve bu sayfalarda yazılanlar, değişikliğe
maruz kalabilir.
Bu gibi konular gayb âlemini ilgilendirdiği için tabiatıyla onların mâhiyetlerini bilemeyiz. Meleklerin yanında
bulunan sayfaların değişmesinin elbette bir hikmeti vardır. Belki de bunun hikmeti, meleklerin gayba tam olarak
vâkıf olmalarını engellemektir. Allah neyi diler ve murad ederse mutlaka onda bir hikmet vardır.34

30
Muhiddin Bağçeci, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/253-254.
31
İmâmu'l-Harameyn el-Cüveynî, Kitâbu 'l-İrşâd ilâ Kavâti'i 'l-Edilleti fî Usûli'l-İ'tikad, Mısır 1950, 363.
32
öl. 478/1085.
33
el-Cüveynî, a.g.e., 363.
34
M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/33.
GÜNAH

Allah'ın buyruklarına aykırı düşen, dinen suç sayılan davranışlar İslâm şerîatının ve temiz insan fıtratının
yapılmamasını emrettiği hususlar Arapça'da günâh'ın karşılığında; İsm, zenb, isyan, cürm kelimeleri kullanılır.
İsm, günâhın tam karşılık anlamıdır. Zenb (cürm), insanın Allah'ın rızasını kazanmasını engelleyen; isyan,
Allah'a itaat etmemek-demektir (Cürcânî, et-Ta'rifât, s. 9, 107, I51).
Yahudî ve hristiyanlar dinlerinin birçok esaslarını bozdukları gibi günâh kavramım da kendi arzularına uygun
olarak değiştirmişlerdir. Yahudiler; Allah'ın seçilmiş kulları oldukları inancıyla, kendi ırklarından olmayan
insanlara yaptıkları kötülükleri mübah kabul ederler. Kendilerinin cehennemde sayılı günler kalacaklarına, sonra
yalnızca kendi ırklarının cennete gireceğine inanırlar. Bu materyalist millet eskiden günâh keçisi adını verdikleri
bir keçiyi sırtına günâhlarını yükledikleri gerekçesiyle çöle salarlar ve böylece günâhlardan kurtulduklarına
inanırlardı.
Hristiyanlar Hz. Âdem (a.s.)'ın işlediği ilk günâhtan dolayı bütün insanların günahkâr doğduğuna; Hz. İsa
(a.s.)'ın kendisini feda ederek insanların günâhlarım temizlediğine inanırlar. Hz. İsa (a.s.)'ın ölümünü temsil eden
vaftiz ayini ile çocukların günahlarından temizlendiğini kabul ederler. Bağışlama yetkisini böylece Tanrının
elinden alan hristiyanlar, insanları sonraki dönemlerde kontrol etmek için günâhlarını papazlara itiraf ettirmek
süretiyle bağışlarlar. Bu işleme Hristiyanlıkta "günâh çıkarma" denir. İlk defa dördüncü Latran Konsili'nde
(1215) ergenlik çağına giren her hristiyan için yılda bir defa günâh çıkarma kararı alınmıştır. Papazların
kiliselerde günâh çıkardıkları özel yerlere günâh çıkarma hücreleri denilir. Bu hücreler kiliselere 16. yüzyıldan
itibaren eklenmiştir.
İslâm, bir ırk ve sınıfın imtiyazını, insanların günâhlı doğduklarını, günâhların şahıslar tarafından
affedilebileceğini kabul etmez. "Yahudiler, "Ateş bize sadece sayılı günler dokunacaktır" derler. De ki `böyle
olacağına dair Allah'tan bir söz mü aldınız..." (el-Bakara, 2/80) "Doğan her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar.
Sonra anası-babası onu yahudî, hristiyan veya mecusi yapar" (Buhâri, Cenâîz, 80; Müslim, Kader, 22).
"Annesinden doğan her insan fıtrat üzerine tertemiz doğar" (Müslim, Kader, 25).
İslâm, insanın bir başkasının yaptığından, gücünün yetmediğinden sorumlu olmadığını kabul eder. Kişinin
sorumlu olabilmesi için olgunluk yaşında ve aklının başında olmasını şart koşar.
Kişi kendi hür iradesi ile, isteyerek yaptığı işlerden sorumludur. Dileme ve tercih etme insana aittir. İşin varlık
âlemine çıkması ise Allah'ın yaratması iledir. İnsan o işin meydana gelmesine sebep olan irade etme ve bunun
sonucu olarak o amele meyletmekten sorumludur: Ayrıca Allah, unutarak liata ile, bilmeyerek, uykuda uyuyup
kalmak süretiyle meydana gelen günâhlardan da insanı sorumlu tutmamaktadır.
İslâm, insanın günâh işlemesiyle sonuna kadar kötü kalacağını kabul etmez. İnsanın günâhının affedilmesini
başkalarının tasarrufuna bırakmaz. Kulun Allah'a tövbe etmesi, her yerde, her zaman mümkündür. "Allah
kullarının tövbelerini kabul eder ve yaptıkları günâhları bağışlar" (eş-Şûrâ, 42/25). Hz. Peygamber (s.a.s.) de
insanları tövbe etmeye teşvik etmiştir: "Bütün insanlar hatalıdır; hatalı insanların Allah katında en makbul
olanları tövbe edenleridir" (et-Tac, V, 151).
Günâhlarda ısrar etmek, hakkın aynası olmak için yaratılan iman yeri olan kalbi karartır. Günâh kalbe işleyip onu
karartarak iman nurunu oradan çıkarıncaya kadar katılaştırır. Her bir günâhın içinde küfre gidecek bir yol vardır.
Günâh istiğfar (tövbe) ile hemen yok edilmezse, kalbi kötülüğe sürükler ve Allah'ın itaatinden çıkmış bir kalp
hâline getirir.
Günâh düşünceden pratiğe geçmemişse cezası olmaz. Resulullah (s.a.s), " Allahu Teâlâ ümmetimden nefislerinde
yapmayı arzuladıkları şeyleri yapmadıkları ve konuşmadıkları müddetçe affetti (Buhârî, VII, 59) buyurmuştur.
Sorumluluk ve ceza açısından günâhlar kebâîr ve sağîr diye iki kısma ayrılır.
Kebâir (büyük günâhlar): Allah'ı tanımaya engel olan ve yapılması hâlinde şer'î ceza gereken veya Allahu
Teâlâ'nın cehennem azabıyla tehdit ettiği günâhlardır. Bir başka görüşe göre Allah'ın yasakladığı her şey büyük
bir günâhtır. Büyük günahların sayısı hadis rivayetleri gözönünde bulundurularak, yedi, dokuz, yetmiş, ikiyüz
olarak tespit edilmiştir (Şerhu Akideti't-Tahâviyye, s. 370, 371).
Büyük günâhların belli başlıları şunlardır; Allah'a ortak koşmak, adam öldürmek, zina iftirasında bulunmak, zina
etmek, islâmî cihaddan kaçmak, sihir yapmak, yetimin malını yemek, ana-babaya karşı gelmek, Mekke'nin
hareminde günâh işlemek, faiz yemek, hırsızlık yapmak, içki içmek, kumar oynamak. Bir müslüman hatife
almadan, kalbinde tasdik olduğu halde büyük günâh işlerse, dinden çıkıp kâfir olmaz. Ehl-i sünnet, büyük günâh
işleyen kimsenin kâfir olmayacağını, cehennemde ebedî kalmayacağını, tövbe etmeden ölürse dahî, Allah dilerse
fazl-ı keremiyle onu affedeceğini, dilerse adâletiyle cehennemde ona azap edeceğini kabul eder (Şerhu Akideti't-
Tahâviyye s. 370).
Kebâirin (büyük günâhların) en büyüğü Allah'ı tanımamak, zatında, sıfatında ve fiillerinde O'na ortak koşmaktır.
Buna ekberu'l-kebâir denir. "Allah kendisine şirk kovulmasını kesinlikle affetmez. Bunun dışındaki günâhları
dilediği kimseler için affeder" (en-Nisâ, 4/48). Allah'ın rahmetinden ümidini keserek serkeşlik yapmaya devam
etmek veya azabından emin olarak günâha aldırış etmeden tövbe etmemek caiz değildir. Mümin ne kadar günâh
işlerse işlesin korku ve ümid arasında olmalı, rabbinden yüz çevirmemelidir. "Ey günâhta aşırı giderek
nefislerine zulmetmiş kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; muhakkak ki Allah bütün günâhları
bağışlar. Şüphe yok ki O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir" (ez-Zümer, 39/53) " Fakat azabımın da pek
acıklı bir azap olduğunu kullarıma haber ver" (el-Hicr, IS/50).
Mu'tezile* büyük günâh işleyenin mümin olmaktan çıkacağını, iman ile küfür arasında (el-Menzile beyne'l-
Menziteteyn*) kalacağını; tövbe etmeden ölürse ebediyyen cehennemden çıkmayacağını iddia eder. Hâricîler *
daha da ileri giderek küçük günâh işleyen müminleri* de küfür ile suçlamıştır. Mu'tezile Kur'an-ı Kerîm'deki
"Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası cehennemde uzun süre (hâliden) kalmaktır..." (en-Nisâ, 4/33)
ayetini delil gösterir. Ancak Arab dilinde "Hâliden" kelimesi ebediyet anlamını ifade ettiği gibi, uzun müddet
manasını da ifade eder. Bu ayette geçen "hâliden"in uzun müddet anlamına geldiği, yukarıda zikredilen ayetteki
(ez-Zümer, 39/53) anlam ile desteklenmiştir.
Bir mümin, kalbinde tasdik, dilinde ikrar olduğu halde günâh işler veya farzları yerine getirmede gevşeklik
gösterir, fakat bu günâhların karşılığında cezayı da hak ettiğine inanıyorsa bu kişi günâhkâr mümindir. Allahu
Teâlâ'nın böyle bir insanı küfürle vasıflaması, mecâzîdir. Yani nimeti inkâr, nankörlük manasındadır. Bir
müslüman günâhı helâl kabul eder veya yapmadığı farzı inkâr ederse gerçek anlamıyla kâfir olur.
İslâm'ın esasları ile hükmetmemek büyük bir günâhtır. Eğer İslâm'ın devrini bitirdiği, çağımızda gereksiz olduğu
inancı ile İslâm'ın hükümleri uygulanmıyorsa bu küfürdür. İman-küfür meseleleri ve müminlerin tekfir edilmesi
müstakil eserlere de konu olmuştur Sâlim el Behensavî'nin "el-Hükmü ve Kâdıyyetü Tekfiril-Müslim" adlı eseri
bunlardan biridir.
Sağır (küçük günâhlar): Dünyada cezayı, ahirette de azabı gerektirmeyen küçük suçlardır. Devamlı işlendiğinde
küçük günâh küçük olmaktan çıkar. Tövbe edilip mağfiret istendiğinde inşaallah affedilir. Âlimler "Günâhın
küçüklüğüne büyüklüğüne bakma, kime karşı suç işlediğine bak" demişlerdir. Allah'ı tanımaya, kulluğa engel
olan, Allah ile kulun arasına perde olan herşey günâhtır.
Günâhlardan sakınmak, farzları yapmaktan önce gelir. Önce kalp günâhlardan temizlenir, sonra farzları
yapmakla süslenir. Günâhlar ve haramlar dinî duyguyu helâl helâk eder, zehirler. Ancak bu zehirler görünürde
bal gibidir; tatlı gelebilir fakat insanın manevî duygularını öldürür.
Unutulmamalıdır ki her nimet külfet karşılığıdır. Cennet ve Cemâlullah'ı isteyenler nefse tatlı gelen günâhlara
girmemek için birtakım külfet ve zorluklara katlanmak ve Allah'a sığınmak zorundadır. Müminler ihsân sırrı ile
Rabblerine kendilerini görüyormuş gibi kulluk ederler. Sol omuzlarında günâhlarını yazan bir meleğin
olduğunun şuuru içinde hareket ederler.
Güç yettiğince günâhlardan sakınıldığında Allah küçük günâhları affedecektir. "Eğer size yasaklanmış şeylerin
büyüklerinden kaçınırsanız, geri kalan günâhlarınızı diler ve sizi nimet ve ikramlarımızla dolu olan cennete
koyarız" (en-Nisâ, 4/31), "O kimseler ki ufak tefek kusurlar hariç, günâhın büyüklerinden ve çirkin söz ve
davranışlardan kaçınırlar. Şüphesiz ki Rabbinin bağışlaması geniştir..." (en-Necm, 53/32).
Allahu Teâlâ mümin kulların günâhlarını yaptıkları bazı ameller veya söyledikleri birtakım söz ve dualar
sebebiyle affeder, günâhlarına keffaret eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Denizin köpükleri kadar
günâhı olsa da Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh' diyen yeryüzündeki her
insanın günâhına bu söz keffaret olur". (Tirmizî, Vitr, 15). "Hiçbir kul yoktur ki bir günâh yapsın ve kalkıp
güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılarak bu günâhdan mağfiret dilesin de, Allah onu affetmesin (Ahmed b.
Hanbel, I, 10).
Peygamberler mâsumdur, günâh işlemezler. Ancak, "zelle" denilen, peygamberlik makamı için kusur kabul
edilen amelleri vardır. Ehl-i sünnet şefaat, hesap, mizân, sırat, havz, cennet, cehennem, kabir azabı ve münker-
nekir sorgusunu hak ve dinin esası kabul etmiştir.

Günah ve İsyanın Sonuçları:

- İlimden yoksun kalmak: Zira, ilim, günahkâra verilmez.


- Rızkın kesilmesi: Günâhkârın rızkı harama gider, Allah'ın bereket ve ihsanı kalkar.
- Kalp ve ruhun bozulması: Fıtrata uygun hal bozulur, hissizlik, vicdansızlık, korkusuzlukla tövbeden uzaklaşır.
İç dünya kararır, kalp paslanır, haya duygusu ve ahlâk kalkar.
- İnsanlardan uzaklaşma: Nefsi ve en yakınlarıyla, toplumla yabancılaşan günâhkâr yalnız kalmaya mahkum
olur.
- Her günâh iz bırakır: Günâhların sonucu vücud, akıl ve diğer organlarda bir kötülük doğurur. Her günâh bir
başka günâha yol açar.
- Her günâh, İslâm dışı gelmiş geçmiş bütün çirkin ulusların mirasıdır. Kibirlenmek Firavun'un; eşcinsellik Lût
kavminin mirasıdır.
- Günâh ve isyân, Allah'ın azabının hak olmasına yol açar. Bela ve musibet gelir. Günâhın geçmişe, şimdiye ve
gelecek kuşaklara zararı dokunur.
- Günâhkârlar, meleklerin tövbe ve istiğfarlarından, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatinden mahrum kalırlar.
Günâhlar insanların imanını zayıflatır.
Günah hakkında Hz. Peygamber (s.a.s)'in buyurduğu bazı Hadîs-i şerifler:
Zulüm üç türlüdür: Bir zulüm var ki Allah onu affetmez. Bir zulüm var ki Allah onu affeder. Bir zulüm var ki
Allah onun mutlaka hesabını sorar: Allah'ın affetmediği zulm şirk'tir. Çünkü O, "Şirk büyük zulümdür"
(Lokman, 31/13) buyurmuştur. Allah'ın affedeceği zulüm ise kulların kendi nefislerine zulmüdür. Rableri ile
kendileri arasındaki işlerde yaptıkları hatalardır. Allah'ın hiç bırakmayıp mutlaka hesap soracağı zulüm de
kulların birbirlerine karşı haksızlıklarıdır. Allah bunların hesabını sorar ve yapılan haksızlıkları cezalandırır.
Yüce Allah: " Ey kulum sen bana kulluk etmedin ama benden umut istedin. Ben de sende olanları bağışladım. Ey
kulum, dünya kadar günâhla gelsen, bana şirk kaşmamışsan, ben de seni dünya kadar mağriretle karşılarım. "
buyurur.
Kula erişen bir musibet, büyük-küçük bir felâket hep kendi günâhı yüzündendir. Allah ın affettikleri de pek
çoktur.
Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a andolsun ki, mümine erişen hiçbir tasa, üzüntü, sıkıntı, hatta vücuduna
batan hiçbir diken yoktur ki Allah onunla o kimsenin günahlarını affetmesin.
Her duyduğunu söylemesi kişiye günâh olarak yeter.
Kim bir müslüman kardeşine şefaat eder de şefaat ettiği kimse kendisine bu yüzden bir hediye verir ve o da bunu
kabul ederse büyük günâh kapılarından birine gelmiş olur.
Hiç bir günâhkâr, diğerinin yükünü çekmez.
Allah, canı boğazına gelmemiş olan kulun tövbesini kabul eder.
Farz namazı, abdest, huşû ve rükûu'nu tam olarak yapan hiç bir müslüman yoktur ki -büyük günâh işlemedikçe-
namazı önceki günâhlara keffâret olmasın.
İnsanlar bir münker görüp de onu değiştirmezlerse Allah'ın onlara umumî bir ceza vermesi yakındır.
Başkalarının işlediği günâhlar yüzünden bizi de helâk etme Allah'ım! Şu yedi helâk edici şeyden sakınınız: Şirk,
büyü, adam öldürmek, faiz, yetim malı yemek, cihaddan kaçmak, masum kadınlara zina iftirasında bulunmak.
Kim Ramazan'da inanarak, hak rızası için oruç tutsa geçmiş günâhları affedilir. Rüşvet alana da verene de lânet
olsun. Helâl belli, haram bellidir ve sen sana şüpheli geleni bırak. Zina ve fuhuş bir toplumda yaygın hâle
gelirse, Allah önceki nesillerde bulunmayan hastalıkları onlara bela olarak verir. Bir millet eksik tartar ve eksik
ölçerse zulüm, açlık ve yoklukla cezalandırırlar. Bir milletin yöneticileri yüce Allah'ın indirdiği hüküm ile
hükmetmezse Allah onların birliğini dağıtır. Kul, yaptığı isyan ve işlediği günâh dolayısıyla rızkından mahrum
kalır.
Hesaba çekilmeden, kendini hesaba çek. Başınıza gelecekleri bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yaptığın bir
kötülük seni üzüyorsa sen müminsin. Ey kalpleri evirip çeviren Rabbim, kalbimi senin dinin üzere sabit ve
sürekli kıl" (İbn Kesîr, I, 508, 528: Buhârî, Libâs, 24, Tıb, l, Savm, 1-15, Ahkam, 9, Buyû', 2, 3; Müslim, Birr, 45
vd.; iman,143,144,145,153,154, Mukaddime, 5; Ebû Davûd Buyû, 82; Tirmizî, Tefsir, 44; Daavât, 90, 99; İbn
Mâce Ahkâm, 2; Mâlik, Muvatta ; Hudûd, 2,' Ahmed b. Hanbel, II, 164, 248; V, 154, 190, 194).
Zübeyr TEKKEŞİN

You might also like