Professional Documents
Culture Documents
sözler, en başından beri mücadeleyi temsiliyetin dışında algılayan, asla partileşmeme ilkesinden hiçbir
zaman sapmamış, grupçukların(komünlerin, yerel yönetimlerin) özörgütlenmeye dayalı hareketiyle
devrimci değişiklikler hedefleyen anarşizmle, ve bu fikirlerin erken tarihlerde kararlı bir şekilde yer
aldığı anarşist metinlerle karşılaştırmalı bir biçimde verilmez. Post-yapısalcı ve kimi postmodern
düşünürler genelde kendilerini marksizmle karşılaştırarak kurarlar. Hatta Madan Sarup Post-
Yapısalcılık ve Post-Modernizm kitabının sonuç bölümünde Gramsci’nin “herşey, hatta felsefe ve
felsefeler dahi siyasaldır” sözüne katıldığını belirttikten sonra kültür ve düşünce alanındaki her
üretimin yalnızca kendisine bir yer edindiği için değil, diğerlerini yerlerinden etmeyi başardığı için var
olduğunu söyler. (Anarşizmin yerinden edilişi kavrayışımız buradan soykütüksel bir alan daha
bulabilir). Sarup, modernliğe ve postmodernliğe ilişkin tartışmanın da örtük olarak marksizmin
değergesi(statüsü) ve geçerliliği üzerine bir tartışma olduğunu önesürer. Sarup’a göre modernlik
tasarısı aydınlanma tasarısının aynıdır ve marksizm aydınlanmanın bir çocuğudur. Ancak
postmodernler ilerlemenin bir söylence olduğunu iddia ederler. Postmodernliğin dışındaki ya da
içindeki her konum siyasal çıkarlarımızın ve değerlerimizin damgasını taşır. Postmodernliği nasıl
kavradığımız geçmişi, bugünü ve geleceği kendimize ve diğer insanlara yeniden nasıl sunduğumuza
merkez teşkil eder. Sarup’un bu modernlik-postmodernlik alanını doğrudan siyasi alana bağlayan
yaklaşımı anarşist siyasetin katkılarını gözardı ettiği için gene bir manişeizmle sonuçlanır. Sözkonusu
ikiliğe göre: Eğer herkes için daha iyi bir gelecek sağlama mücadelesi verilmesinden yanaysak
marksizm, ama bu mücadelenin ilerlemenin garantisi olmadığını ya da diyalektik süreçlerin
Mükemmele götürmeyeceğini bilen bir marksizm, ya da siyasal çıkarları kuşkulu bir postmodernizm
vardır elimizde. Siyasal hedefleri (toplumsal devrim ve özgürlükçü komünizm) son derece açık olan
anarşist siyasetin aynı zamanda ilerlemeye, bilime tapmaya, aydınlanma çocuğu olmaya mesafeli
duruşu gözden geçirilmemiştir. Sarup, Lacancı kuramın ben’in toplumsal ve dilsel inşasını düşünmeye
ilişkin bir yol önerdiğini ileri sürüyor. Ve devrim öncesi (pre-revolutionary) toplumdan miras alınan
karakter yapıları dönüştürülene kadar siyasal devrim tamamlanmayacağından ötürü birey ve toplum
arasındaki karşıtlığın üstesinden gelecek bir örnekçeye acilen gereksinim duyduğumuzu söylüyor.
Oysa her zaman kişisele vurgu yapmış, özneyi toplumsalın dayatmalarından korumuş ve birey ile
toplum arasındaki ilişkiyi karşıtlıktan öte bir düzeyde kurmaya özen göstermiş olan anarşizmin bu
bağlamda gözden geçirilmesi alan açabilirdi. Sarup, Foucault’nun marksizmin otoriter ve modası
geçmiş bir düşünce olduğu görüşüne inanması üzerinde önemle duruyor. (anarşistlerin dizgelere
modalar olarak bakma alışkanlıkları olmamakla beraber marksizmin otoriter olduğunu marksizm
henüz kurulma aşamasındayken ilan ettikleri biliniyor.). Foucault’nun Marx’ın ekonomi, tarih, siyasa
ve yöntem görüşlerini reddetmesini Nietzche’nin düşüncelerinden çok derinden etkilenmesine
bağlayan Sarup, bu reddedişi pek de şaşırtıcı bulmaz. Foucault’ya göre iktidar ilişkilerini, devlet, sınıf
mücadelesi, üretim ve kapitalist sömürü ilişkileri bazında kavramlaştırmak artık olanaklı değildi.
Zaten Sarup, Gilles Deleuze, Felix Guattari, Jean-François Lyotatrd ve diğer post-yapısalcıların ayırt
edici inançlarının pek çoğunun köklerinin Nietzche’nin düşüncesinde yattığını ileri sürer. Marx’a 19.
Yüzyıldan bir siyasi alternatif arandığında bunun Bakunin veya genel olarak anarşizmde değil de
Nietzche’nin düşüncesinde bulunması rastlantı olmasa gerektir. Buna çeşitli nedenler gösterilebilir.
Sınıfsal bir nedenleştirme; Nietzsche’ci işçi ya da Nietzsche’ci köylü gibi örneklerin tarihte
görülmemesine karşın Bakuninci işçilerin ve Bakuninci köylülerin yirminci yüzyılın ilk yarısında, pek
çok coğrafyada çok sayıda özyönetim deneyimleri yaşamış ve yaratmış olmaları, anarşist ideallerle
kendi özgürlük ve eşitlik gereksinimlerini kompoze ederek savaşlar vermiş olmaları olabilir.
Başka bir nedenleştirme avrupamerkezcilik-karşıtlığı üzerinden yapılabilir. Marx’ın ilerleme
şemasının sosyalist devrimi Almanya ve İngiltere gibi yüksek derecede sanayileşmiş ülkelerde
beklemesinin tersine Bakunin zamanımızın büyük devrimlerinin görece gelişmemiş ülkelerin “dipteki
derinlikler”inden çıkacağını öngörmüştü. 20. Yüzyılın en büyük devrimlerinin –Rus, İspanyol, Çin—
üçü de görece geri ülkelerde gerçekleşti ve Bakunin’in öngördüğü gibi, kentli yoksulların
patlamalarıyla bağıntılı, ağırlıkla “köylü savaşları”ydı. Marx’ın küçümseyerek değindiği köylülük ve
vasıfsız işçiler, 20. Yüzyılın toplumsal altüstoluşlarının (genellikle “marksist” adı takılsa da,
Bakuninci denmesinin daha doğru olacağı öne sürülen altüst oluşlar) kitlesel tabanı haline geldiler.
Batı Avrupadaki yeni tarihsel öznelerin tarihsel misyonlarıyla nihai olarak dünyada üstünlük
sağlayacaklarına inanan avrupamerkezcilik David Hume’da, John Locke’da, Hegel’de, Marx ve
Engels’de de görülebiliyor. Dünya Tarih Felsefesi Üzerine Dersler adlı kitabında Hegel, Güney
4
Amerika’yı “fiziksel ve ruhsal olarak iktidarsız”, “hayvanların bile insanlarla aynı kalitesizliği
gösterdiği” bir yer olarak tanımlıyor, ve bu insanları “açıkça, eğitilmek için yetersiz, geri zekalı
bireyler olarak değerlendiriyordu. Marx’ın Hegel’e ve klasik siyasal iktisada yönelik sistematik
eleştirilerinde, onların geri kalmış toplumlara yönelik bakışlarının özgün bir eleştirisinin içerilmemiş
olmasını oldukça şaşırtıcı bulan(ki bu olgu anarşistler için hiçbir zaman şaşırtıcı olmamıştır) Jorge
Larrain, tersine Marx ve Engels’in bir şekilde Avrupa kapitalizminin dünya için üstlendiği misyon
konusunda bunlarla aynı fikirleri paylaştığını ve tarihsel çözümlemeleri içinde yer yer benzer küçük
görmeler bulunduğunu öne sürer. Engels için Cezayir’in Fransa tarafından fethedilmesi “uygarlığın
gelişmesi için önemli ve talihli bir olaydır” ve “muhteşem Kaliforniya, orada ne yapacağını bilmeyen
tembel Meksikalılar’dan alındı” ifadesi de bu olayı olumladığını gösterir. Örneğin Simon Bolivar’ın
biyografisinde Marx, bu Venezuellalı halk kahramanını zavallı, zalim ve korkak bir hain olarak
tanımlar. Meksika’nın 1862’de Fransa’ya karşı kazandığı zafer üzerine bile Marx ve Engels muzaffer
Meksikalılara “aşağılık insanlar” demekten vazgeçmemişlerdi. Montenegrinler “sığır hırsızları” diye
adlandırılmış, Bedouinler “hırsızlar ulusu” olarak nitelendirilmiş, Çinlilerin ise “kalıtsal olarak aptal”
olduğundan sözedilmişti.
Anarşist bağlamın önüne çekilen sessizlik perdesinin anarşist içerimlere karşı uygulanan
yararlanma politikasından farklı olduğu görülebiliyor. Bu yaklaşımla, merkezin Sesi, anarşist
önerilerin doğasını ayrı tutarak, bu önerilerin uzlaşımcı kopyalarını (negatif simülasyon mu?)
çıkararak, merkezi yapıları kriz dönemlerinde iyileştirmek, reforme etmek için kullanır. Meta-
anlatılardan kopuşu, üst-söylemleri, etnosentrizmi, erk tekelciliğini (totalitarianism, farklılığa saygı
duymamak), evrenselciliği (yerel olanın özgünlüklerine saygı duymamak), ahistorizmi (tarihsel ve
geçici özelliklere saygı duymamak) reddi ve merkezbozumuna katkıları anarşizmin bu dönemde en
çok dönüştürülen önerileri oldu.
Terry Eagleton daha sert bir yorumla devlet iktidarının yapılarını kırmayı başaramayan
yapısalcılık sonrası kuramın bunun yerine dilin yapılarını dönüştürmeye yönelmesini 68’in
yenilgisinden doğan bir geri çekilme olarak koyar. Türkiye’de daha çok 12 eylül sonrası olarak
tanımlanan benzeri entellektüel süreç açısından bakıldığında 68 için dünyanın erken 12
eylülleştirilmesi denilebilir mi? Ya da daha basitinden, 2. Anarşist Canlanma dediğimiz 60’lı yıllardan
yayılan anarşizmin 1939’a dek sürdüğü kabul edilen 1. Anarşist dönemden farklı olarak taşıdığı kimi
karakteristikler bu dağılmaya bağlanabilir mi? 68’in anarşizme, hareketi dünyanın yoksul kitlelerinden
“yeni toplumsal hareketlere” duyarlı avrupalı öğrencilere doğru daraltan yeni bir karakteristik
yüklediği öne sürülebilir mi? En azından şu açık, eğer üçüncü bir anarşist canlanma sözkonusu olursa,
kendisini en çok bu noktadaki kopmasıyla belli edecektir.
Günümüzde anarşistler dünyanın pek çok bölgesinde örgütlenmeye, biraraya gelmeye,
aktifleşmeye ve yoğun bir yayın atağına geçmeye başladılar. Anarşist bireyler ve gruplar; dergiler,
federasyonlar, anarko-sendikalar gibi çeşitli formlarla Kanada, ABD, Meksika, Uruguay, Brezilya,
Venezuella, Arjantin gibi amerika ülkelerinde, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Danimarka, İsveç,
Norveç, Finlandiya, Portekiz, İspanya, İtalya, Fransa, İngiltere, İrlanda, Yunanistan, Estonya, Çek
cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Slovenya, Hırvatistan, Rusya, Ukrayna,
Türkiye gibi avrupa ülkelerinde, Japonya’da, Kore’de, Avustralya ve Yeni Zellanda’da, Hindistan,
Bangladeş ve Filipinler’de, (Alma-Ata Anarşist Birliği olarak) Kazakistan’da, Sierrra Leone’de,
Güney Afrika’da, Nijerya’da çalışmalarını sürdürüyorlar. Bu anarşist canlanma en iyi internetten
izlenebiliyor. İnternette yüzlerce anarşist site, çeşitli anarşist haber grupları mevcut. Bu sitelere hergün
bir yenisi ekleniyor, sürekli güncellemeler yapılıyor; çok sayıda anarşist metin, anarşizm hakkında
tartışmalar, anarşistlerin portreleri, anarşist grupların etkinlikleri hakkında bilgiler bu sitelerde ilk elde
bulabilecekleriniz. İnternetteki tartışmalarda ve yazılarda da öğrenci hareketi olmaktan çıkma arzusu
ve eğilimi açıkça hissediliyor. Anarşizmin ilksel hedefleri ve örgütlenmeleri daha bir sahipleniliyor.
Ama şimdi 68’den geçmiş olmanın verdiği geniş avantajlarla ve yenilenmiş bir perspektifle; şimdi
yeni kültürel çeşitlilik silahları eski yıkıcılık modelleriyle birleşiyor. Bir eğretilemeyle: şimdi
anarşizmin bombaları yalnızca parça tesirli değiller, ayrıca pluralizm etkisi de yapıyorlar (ama 68’de
olduğu gibi sadece pluralizm etkisi yapmakla yetinmek istemiyorlar, parça tesirli de olmak
istiyorlar…)
5
12. Herşey siyasaldır ve benzeri sözlerle her karşılaştığımda çatıkatı aklıma ‘siyaset-dışı’ şairimiz
İlhan Berk geliyor: Haziran 1990’da, Varlık dergisinde Enver Ercan’la İlhan Berk’in yaptığı bir
söyleşi yayımlanır (bknz. Enver Ercan, Şiir Uçar Söz Olur - şairlerle söyleşiler, (İstanbul: Yön,
1994), s21), bu söyleşinin bir yerinde Enver Ercan sorar: “Politik konularda görüşlerinizi pek
belirtmiyorsunuz. Belki de sorulmadığından… Sormak istiyorum; bir şair olarak politik ortamı nasıl
değerlendiriyorsunuz? 12 eylül sizce nedir? Şu anda ülkenin kilit noktalarındaki politikacılarla aynı
coğrafyada yaşamaktan memnun musunuz? Beklentileriniz neler?”İlhan Berk yanıtlar: “Siyasa
herşeydir. Su da siyasaldır. Bundan kendimizi dışlayamayız. Şiiri de elbet. Ama şiir yavaş yürür,
sonra da kanını çok yavaş akıtır. Beklemeli.” Şiirinin üzerinden çok siyasal sular geçmiş bir ülkenin
şairi söylüyor bunu…Hızlı, akışkan ve siyasal su, yavaş yürüyen şiiri kaldırıp sürüklüyor bir çırpıda.
Şair kaygısız; birincisi, kesilmiyor, doğranmıyor, kanı akmıyor, su tarafından sürükleniyor sadece
(üstelik bu dışlanmadığının da belirtisi), ikincisi, kanı aksa da dert değil, şiir kanını yavaş akıtır, çabuk
ölmez. ‘Şiir çıkmazda’, şair beklemede.. Ece Ayhan’ın kurduğu imgeleştirmedeki gibi, şair hatta,
telefonun başında, hattın öbür ucundan gelecek sesin değergesine göre ceketinin düğmelerini
ilikleyecek veya iliklemeyecek… Berk’in bu söyleşisini okuduğumdan beri “herşey siyasadır” ve
benzeri sözleri gördüm mü ürkerim, ürküyorum…
13. bknz. Madan Sarup, agy, s.5
14. Seçkin kişilerin dolaylı ve sınıfsal içerikli ‘susuş kumkumalarına’ hoş bir örnek de Arthur
Koestler’den: İspanyol İç Savaşı sırasında News Chronicle adına bulunduğu İspanya’da faşistler
tarafından tutuklanan Arthur Koestler, İspanyol polisleriyle tanışmasını şöyle anlatır: “…sonunda
polise geldik. Bizi pis kokulu bir odaya soktular. Orada kaz kafalı bir herif, bir tutanak tutarak parmak
izlerimi aldı. Sonra iki gardiyan çağırdı. Gardiyanlar memurun masasına yaklaştılar. Tıpkı gorile
benziyorlardı. Selam verdiler ve biri, pek olağan bir sesle sordu:
--Una Flagelacion?
“Una flagelacion” Fransa’da “Tütünleme”, Almanya’da “ilk sürtünüş” anlamına gelen “ıslatma”
deyiminin İspanyolcasıydı. Polis karakollarında tutuklulara dayak atma geleneği, kanun dışı olduğu
halde, bütün Avrupa’da uygulanmaktadır. Birçok kuruluşlardan, bir çok insancıl derneklerden söz
edildiğini çok duydum. Ama “ıslatma”ya karşı da bir dernek bulunduğunu hiç duymadım.
Don Louis saygıyla eğilerek şefin kulağına birşeyler fısıldadı. Sadece İngiliz gazetecisi anlamına gelen
“Ingles-periodista” sözcüklerini işittim. Bunun üzerine “Flagelacion” emri verilmedi.
Birden rahatladım ve yukarıda sözü edilen derneğin neden olmadığını hemen anladım. Bu tür
dernekler, çokçası, seçkin kişilerce kurulur; oysa seçkin kişiler kazara polisin eline düşerlerse, onları
“ıslatmıyorlar”. Bu nedenledir ki, bütün Avrupa ülkelerindeki burjuvazi, polise ne kadar saygı
duyarsa, fakir fıkaranın en suçsuzu bile, onların üniformalarından vebadan korkar gibi korkarlar.”
Arthur Koestler, İspanya’da Ölüm Güncesi, Türkçesi: Çetin Altan, (Ankara: Bilgi, 1970), s.133
15. Bknz. Paul Avrich, agy, s.20-21
16. bknz. Jorge Larrain,İdeoloji ve Kültürel Kimlik –Üçüncü Dünya Gerçeği, Türkçesi: Neşe Nur
Domaniç, (İstanbul: Sarmal, 1995), özellikle s.34-40
17. Larrain’in de merkezcil manişeizmin etkisinden çıkamadığını gösteren, bu öğeleri akılcı ve
akıldışı kutuplaşması içinde ele alışı için bknz. Agy, s.51
18. 21. Yüzyılda Anarşizm
19. bknz. Pierre Kropotkin, The Place of Anarchism in Socialistic Evolution, (Practical Parasite
Publications, 1990), s. 16.
20. Aktarıldığı yer; Maurice Cranston, Marks-Bakunin Karşılaşması, ingilizceden almancaya çev.
Jochen Schmück, Almancadan Türkçeye çev. Bora A. Okran, (Anares Medien, 1996).