Professional Documents
Culture Documents
ulaştırmaya başlıyoruz.
Herkese merhaba,
Yazıların sonlarında göreceğiniz yorum
Nisan 2001’de Yayın hayatına başlayan yapmanız için eklediğimiz bağlantıları
Kayıp Dünya, geçen 10 yılda epey kullanarak kayipdunya.com’daki ilgili
badireler atlattı. Ama hiçbir zaman ilk yazının yorum bırakma bölümlerine
günkü hedefinden sapmadı. O hedef, ulaşabileceğiniz interaktif bir yapıyı da
kaliteli hikâye ve makalelerin, kitlelere sunmaya çalıştık. Bu projenin hayata
ücretsiz sunumuydu. geçmesinde teşvik ve desteğini
esirgemeyen sevgili dostum Gürkan
İlk yılında 15 günde bir çıkan çevrim içi KARA’ya özellikle teşekkür etmek
dergimiz, daha sonra aylık düzene geçti. isterim.
Bazı dönemler yayınımıza ara verdiysek
de, Kayıp Dünya’nın kaybolduğu Unutmayın, siz yazı beklediğiniz kadar,
dönemlerde, okurlarımızın bizi yalnız kaliteli içerik üreten değerli
bırakmadı ve ısrarla göreve geri yazarlarımız da görüşlerinizi duymak
çağırdılar. istiyorlar.
İÇİNDEKİLER
1 VAKA-İ HORTLAKİYE
Mehmet Berk YALTIRIK
16 EJDERHA MIZRAĞI
Selim CAMBAZOĞLU
26 VINLAND SAGA
Ercan ERGÜR
VAKA-İ HORTLAKİYE
1.Kısım
R
umeli martalozlarının[2] kethüdası Arnavut Cafer Ağa, devasa zindanları
andıran koca arz salonunda, Sultan Mehmed’in huzurunda küçülmüş
gibiydi. Sultan’ın hışmından korkarak iki büklüm olmuş bedeni ve el pençe
divan durmuş haliyle yaramazlığından utanmış küçük bir çocuk gibi duruyordu.
Ömrünü Rumeli’nde casus peşinde geçirmiş, bir akından sonra Sultan Murad
devrinde devşirilmiş bu deli Arnavut, her ne kadar savaş meydanlarında düşmanı
yıldıran bakışları ve pos bıyıklarıyla bir nice hengameden sağ çıkmışsa da, Cihan
Fatihi namıyla andıkları sultanın karşısında korkudan iki büklüm kalmıştı.
“- Ne dersin ağa? Gerçek midir yazılanlar?” diye sordu. Cafer Ağa Arnavutluk
yöresine has bir şiveyle, ağır konuşmaya başladı:
Rönesans zihniyetini koca sarayda tek başına sürdüren koca Sultan ona alaycı bir
şekilde baktı:
“- Padişayım, bunlar koca karı masalıdır, inansın çoluk çocuk. Ama hatırlarsanız
bu voyvodayı neden buradan uzaklaştırdık? 1457 senesinde ki o kaybolan kızlar,
Edirne vakası, bulunan cesetler. Bize kalsa keserdik kafasını ama siz siyaset
demiştinız, prens olduğundan dokunamadık kendisına. Kanlarını içerdı ya,
hortlaklığı o zamandan başlasa gerektır sultanım. Tabi bu ihtimal. Ben inanmayim.
Ama tedbir aldım padişayım. Emredın adamlarımla gideyım, bu eşkıyanın kellesinı
kesıp önce halka sonra şehr-i Kostantiniyye’ya teşhır edeyim.”
Sultan Mehmed, Cafer Ağa’nın sözleri üzerine bir anlığına geçmişini anımsadı.
Çocukluk çağında Edirne’deki Saray-ı Atik’e[3] getirilen Eflak hükümdarı II.Vlad
Trakul[4]’un çocuklarını hatırladı. Radu ile Vlad’ı. Alexander Kastriota[5], kendisi ve
onlarla birlikte yaşadıklarını hatırladı. Kader her birini farklı yönlere savurmuştu.
Kendisi Kostantiniyye fatihi namıyla hüküm sürmüş, Kastriota saraydan ayrılır
ayrılmaz yıllar süren bir isyana önayak olmuş 1468’de öldürülmüştü. Radu, bey
namıyla Vlad yerine tahta geçsede 1476’da öldürülmüştü. Geçen yıl da intikam
seferine çıkan Fatih Kazıklı Vlad’ın kafasını kestirmiş, çocukken geldiği Edirne’deki
Saray-ı Atik’in önünde ve Kostantiniyye’deki sarayın önünde bir mızrağın ucunda
sergilenmişti.
Ama Cafer Ağa’nın sözleri bir başka karanlık anıyı deşmişti. 1457 kışında Edirne’de
tuhaf cinayet vakaları cereyan etmişti. Özellikle Kaleiçi semtinin Kule Kapısı
civarında üç kız kaybolmuş, ikisinin cesedi şehrin surlarının dışında boğazları ve
bilekleri kesik bir şekilde, boyunlarında delikle bulunmuşlardı. Halk tedirgindi.
İnsanlara tuhaf sorular sorup öldüren karakoncolos denen cinin şehre musallat
olduğuna inanılıyordu.[6] Üçüncü kızın kaybolması üzerine sultan bizzat Edirne’ye
gelerek dört bir yana casuslarını göndertmişti. Kule Kapı’nın civarındaki Makdon
Kulesi’nin orada eski bir harap eve götürülen bir kızın istihbaratını alan sultan,
adamlarıyla birlikte söylenilen evi bastığında iki odadan ibaret eski bir rum evi
olduğunu ve boş olduğunu görmüşlerdi. Ama evin döşemeleri altından garip sesler
gelmesi üzerine evi aramışlar, bir fıçının altına gizlenmiş mahzen kapağını
keşfetmişlerdi. Sultan, adamlarıyla taş merdivenlerden aşağı indiğinde gördüğü şey
karşısında dehşete düşmüştü. Bu eski mahzenin meşalelerle aydınlanan duvarlarına
kanla tuhaf semboller çizilmiş, yazılar yazılmıştı. Küffar papazlarının cadılık ayini
dediği türden bir şeyin tam ortasına düşmüşlerdi. Mahzenin ortasına kırmızı boyayla
beş köşe bir yıldız çizilmiş, onun ortasına da kaybolan kız yatırılmıştı. Ortalık
yakılmış tütsü ve buhurdanlıklardan mezar odası gibi kokuyordu. Sultan’ı asıl
öfkelendiren ise şahit olduğu şeydi. Sarayda ikamet eden ve hiçbir hatasını görmediği
Eflak Prensi Vlad, üstüne içi kırmızı dışı siyah bir pelerin geçirmiş, ağzına demirden
sivri kurt dişi gibi bir maske takmış kızın boynundan akan kanları yalamaktaydı. Kız
ölüydü. Sultan belinden meşhur gümüş kamçısını[7] çeker çekmez Vlad’ın suratına
büyük bir öfke patlamasıyla indirmişti. Onun gibi zeki bir adamın eski pagan
inançlarına bu denli derin bir imanla bağlanması hem garibine gitmiş hem de kendi
tebaasına zarar vermesi onu çileden çıkarmıştı. Hırsından ikinci ve üçüncü kamçı
darbelerinin ardından kılıcını çekecekti ki yanında bulunan yeniçeri ağalarından
birisi sultanı engellemişti.
yapamazdı ama o beladan kurtulmak için başka bir yol yoktu. Fatih’in emriyle Vlad
zindandan çıkarılmış, söylentiler çıkmadan birkaç gün içerisinde Kostantiniyye’deki
alaylardan birkaç yeniçeri bölüğüyle birlikte Eflak’a gönderilerek eski voyvodayı
tahttan indirtmişti. Sonrası malumdu.
Sultan onun hortlamasına inanmıyor ve ihtimal vermiyordu. Ama bölgede onun adını
kullanan bir eşkıyanın ortaya çıkması devletin otoritesini sarsabilirdi. Sessizce
halledilmesi gereken basit bir harekâtla her şey halledilebilirdi. Sultan Mehmed,
odanın cam kafesi önüne giderek, daha geniş bir salonda bekleyen dört kişiye baktı.
Rumelinin sınırlarından kopup gelme, casus avında ünlenmiş silahlı martalozlardı.
Cafer Ağa’nın verdiği isim listesinden namlarını ve eşkâllerini tanıyordu. Hepside
yüzlerinde ve ellerinde çeşitli silah yaraları taşıyan, yüzlerinde halavet bulunmayan,
nursuz sıfatlı, kara suretli, görenin ödünü patlatacak derecede korkunç bakışlı,
gaddar karakterli adamlardı. Adam öldürürken zerre vicdan sızısı hissetmezlerdi,
ama aldıkları ayrıcalıklara karşılık sultana derin bir sadakat beslerlerdi. En sağda
nişancılıkta mahir, Bulgar eşkıyaları arasında gezinirken devlete çalışmaya başlayan
Okçunun Petro vardı. Onun yanında Malkoçoğlu akıncılarının arasında yaşayan,
akıncılıktan gelme Malkoçlu Pehlivan Rüstem vardı. Onunda yanında Arnavutluk
dağlarında İskender Bey ölmeden önce onun adamları içerisine sızıp casusluk eden,
İstanbul kuşatmasında yeniçeri acemisiyken bölükten ayrı düştükleri bir kulede iki
gece bir gün düşmana direnen Kabregirmez Dokakin vardı. En sonda ise Kırım’dan
gelme, Tatar Hanlarının, mirzalarının ayak oyunlarında pişmiş bir kiralık katilken
sultana bağlılık arzederek Rumeli’de casus avlayan Tatar Haydut namlı bir cins
adamdı.
Sultan, Cafer Ağa’ya dönmeden eliyle çekilebileceğini gösteren bir işaret yaptı. Bu
fedailik nizamına göre gidip kelleyi getirmelerinin istendiğine dair bir emareydi.
Böylece uğursuz suratlı beş atlı Kostantiniyye’den ayrıldılar gecenin alacasında. Şafak
sökerken Istrancaların eteklerinden geçerek Rumeli vilayetine varan atlılar öğle
ezanını işittiklerinde Burgaz’ı çoktan geçmekteydiler. Akşama doğru Varna’ya vasıl
olup kondular. Sabahın alacasında yeniden yola koyulan beş martaloz, akşam geceye
devrilirken at değiştire değiştire Eflak vilayetine bağlı Poenari karyesine
yaklaşmışlardı.
2.Kısım
Beş atlı gece yarısına doğru, tepede güneş gibi parlayan ay, etraflarında ışığa rağmen
dipsiz kuyular kadar karanlık, ağzı yutmaya hazır canavarları andıran ağaçların
arasından geçiyorlardı. Mevsim bahar olmasına rağmen bu ağaçların çiçeksiz,
yapraksız olmaları, zindanda unutulmuş iskelet parçaları gibi sağdan soldan kara
kuru dallarla göğe uzanır halleri tuhaf gelmişti. Dağlardan yankılanan kurt
ulumalarına baykuş ötüşlerinin karıştığı tekinsiz bir geceydi. Onlardan önce bölgeyi
tarayan casuslardan gelen bilgiler doğrultusunda civarda hiç adam görmediklerini
öğrenmişlerdi. Cafer Ağa’nın emri üzerine kasabaya yönelmişlerdi. Kasabadaki hana
gidecekler ve orada bulunması ihtimal olan eşkıyaların casusları bu civarda görülen
reise haber uçuracaklardı. Böylece eşkıyayı üzerlerine çekerek kolayca
halledeceklerdi.
Atlılardan biraz ileride bulunan, tek tük ışıkları görünen kasabaya ve onun tepesinde
bulunan dağların üzerine akbaba gibi konmuş karanlık siluetli kaleye doğru
ilerliyorlardı. İçlerinden belki de en batıl inançlısı olan, çöl Nogayları arasında
yaşadığından ruhlara, cinlere aşırı inanan Tatar Haydut, korktuğunu belli etmemeye
çalışmasına rağmen korkusunu bastırmak için Kırım aksanıyla hafiften bir Kırım
türküsü tutturmuş, eşkıyaların izine rastlamayan gaddar adamlarda buna ses
çıkarmamışlardı:
Tatar Haydut’un sesi ormanda uğuldayan rüzgârın ıslık sesi tarafından bastırılıyordu.
Beş martaloz at sırtında dörtnala ilerleyerek kasabaya girdiler. Ahşap duvarlı yada
taş, en fazla iki katlı evlerin bulunduğu tipik Eflak kasabalarından farksızdı. Bazı
sokak başlarına o da üç yerde fener asılmıştı. Eşkıyanın casuslarının görmesi için ve
eşkıyanın tam yerini bulmak için kasabanın hanına doğru gidiyorlardı. İki katlı, geniş
ve eski cumbalı ev gibi yana doğru eğilmiş, camlarından ışık vuran han binasının
önüne geldiklerinde atlarından inerek hanın yanındaki yarı açık ahıra giderek atları
direklere bağladıktan sonra, Cafer Ağa önde ahırdan çıktılar. Cafer Ağa, Tatar
Haydut’a kalmasını söylediğinde, Tatar:
Tatar Haydut emri alınca sırtını duvardan yana vererek beklemeye koyuldu. Dört
martaloz, önde Cafer Ağa ahırdan çıkıp hana girdiler. Handa bulunan bir iki kişi ve
hancı kapıya baktıklarında korkudan küçük dillerini yutacak gibiydiler. Gecenin bir
vaktinde eşkıya kılıklı adamların kasabaya inmesi hem garibine gelmişti hem de
korkudan olduğu yerde buz kesmişti. Dört martaloz içeri girerek etrafa bakındılar.
İçlerinde en fazla lisan bileni akıncı kökenli Malkoçlu Rüstem Pehlivan, hancıya
yaklaşarak önce Transilvanya Saksonlarının lisanında eşkıyaların yerini sordu.
Anlamayınca Eflak dilinde sordu. Hancı bu yörede uzun süredir hiçbir eşkıyanın
bulunmadığını söyledi. Rüstem bu kez daha tehditkar bir şekilde Kazıklı Vlad
olduğunu iddia eden eşkıyayı sordu. Vlad’ın adı geçer geçmez köylülerin korku dolu
gözlerle onlara baktıklarını ve istavroz çıkardıklarını gördüler. Martalozlar bundan
etkilenmemişlerdi. Sonuçta Balkan coğrafyasının insanını yakından tanıyorlardı ve
bu tür batıl inançları olduğunu hep görmüşlerdi. Hancı onun adını anmamaları
gerektiğini, halen yaşadığını ve geceleri tepedeki kalede gezindiğini söyledi. Rüstem
hancının yakasına yapışarak Kazıklı Vlad’ın bir yıl öncede Snagov manastırı
civarındaki çatışmada öldürüldüğünü kellesinin Edirne ve Kostantiniyye’de
sergilendiğini söyledi. Köylüler korkuyla ıstavroz çıkarara martalozlara “Moroi!
Moroi!” demeye başladılar. Eflak dilinde kan emen hortlak manasına geliyordu. Cafer
Ağa adamlarına dönerek:
“- Bu köylü kısmı olsun gerek cahil. Ne bilsın insanı hortlağı. Adam bellı kalede
saklanır. Yürüyün be more!”
hikayesi olduğundan daha sadistik ve korkunç bir sırrı saklıyordu. Vlad Drakula
1457’de tahtı ele geçirdikten sonra, 1448’de ülkede isyan çıkaran ve babasıyla abisini
canlı canlı gömerek katleden yerel boyarları bir yemeğe davet etmişti. Neredeyse tüm
boyalar yemeğe toplanmalarının ardından hepsi zincire vurularak kırbaç altında bu
kaleyi yapmaya zorlanmıştı. Ölenlerin kemikleri kalenin temelleri ve duvarları
arasına gömülmüştü. Sağ kalanlarda bu kale civarındaki kazıklar ormanında ilk
kazığa geçirilenler olmuştu. Beş martaloz şimdi tepede uğursuz bir heybetle
dikilmekte olan karanlık kaleye ilerlerken her birisinin aklında Kazıklı Voyvoda’ya
dair binlerce tekinsiz ve ürkütücü rivayet dolanıyordu.
Ekibin içerisinde onu tek görende Cafer’den sonra Malkoçlu Rüstem’di. Kan kardeşi
Kasımpaşa’ya yerleştirilen Karadeniz göçmenlerinden Trabzonlu Molla Resuhi’nin
medreseye döndüğü 1476 seferinde denk gelmişti voyvodaya. Adamlarının başında,
bir elde kılıç bir elde balta yeniçerilerin saflarına saldıran, kudurmuş köpekleri
andıran görüntüsüyle, çökmüş çukur gözleri ve nursuz esmer sıfatıyla cehennem
zebanilerini andıran Vlad’la bir anlığına o cenk eyyamında göz göze gelmişti. Vlad’ın
içindeki şeytanı, yeryüzünde yürüyen en korkunç laneti onun gözlerinde görmüştü.
Yaşarken bile kanlı hortlaklardan farksızdı. Hortlamış olsa buna hiç şaşırmazdı.
3.Kısım
(Poenari Kalesi)
Beş martaloz gecenin ortasında Poenari kalesine çıkan bir anı uçurum yolu aşmış,
dolunayın altında ayan beyan görülen kalenin önüne gelmişlerdi. Taş duvarlar,
cesetleri çoktan kaldırılmış eskiden kalma tahta kazıklar, kalenin duvarlarındaki
boşluklara yuva yapmış baykuşların gözleri, kurukafaların siyah göz boşluklarını
andıran pencereler… Her detay ayan beyan ortadaydı. Kalenin kapılarına çıkan
merdivenleri gördüklerinde atlarını yeniden kamçılayarak hızlandılar. Ama
merdivenlere yaklaşmışken tuhaf bir şey oldu. Atlar sanki bir şey görmüşte korkmuş
gibi merdivenleri oraya gitmek istemiyormuş gibi oldukları yerde şaha kalkıp deli gibi
kişnemeye başladılar. Martalozlar atlarını güçlükle zaptettiler. Atlar yol tarafına
dönünce sakinleşiyorlardı ama merdivenleri görür görmez yeniden delirmeye
başlıyorlardı. Tatar Murat haykırdı:
tuhaflarına gitmişti. Ama Cafer Ağa eşkıyaların halkı vampir söylentisine inanmaları
için kasten kapıdan girmeyip başka bir yoldan kaleye girip çıkıyor olabileceklerini
söyleyince bir nebze olsun rahatladılar. Yanlarından meşalelerini çıkarıp yaktıktan
sonra bir başka kapıdan geçerek geniş bir kulenin içerisine girdiler. Voyvoda’nın sağ
olduğu dönemden kalma ejder amblemli parçalanmış flamalardan bir kaçı sağdan
soldan sarkıyordu. Cafer Ağa adamlarına dönerek Dokakin’in üst katlara bakmasını,
Tatar’ın sağ taraftaki surların orayı kontrol etmesini, Petri’nin soldaki surları kontrol
etmesini, Rüstem’inde kendisiyle birlikte gelmesini söyledi. Bir şey görürlerse haber
verecekler ama bir durum olmazsa en uçtaki büyük kulenin olduğu yerde, giriş
kapısının önünde buluşacaklardı. Cafer Ağa’nın emriyle martalozlar dağılırken Cafer
ile Rüstem orta yoldan gitmek üzere bir başka kapıdan çıkarak kalenin ortasındaki
avluya çıktılar. Dokakin onlar çıktıktan sonra merdivenlerden yukarı katlara doğru
tırmanmaya başladı. Meşaleyi sol eline alıp kılıcını elinde hazır tutarak yürüdü.
Birkaç kat çıkmıştı ki hiçbir şeyin olmadığını gördü. Sadece voyvodanın döneminden
kalma bazı mobilyalar, kalkan ve silahlar, bazı heykeller duruyordu. Etrafın tozlu,
örümcek ağlarıyla ve hayvan pislikleriyle kaplı durumu uzun bir müddet buraya insan
girmediğini gösteriyordu. Üstelik bu kasvetli yer, sanki korkunç işkencelerle
öldürülen insanların izlerini taşıyor gibiydi. Ay ışığının tuhaf göz oyunlarına neden
olması da bu uğursuz mekanı daha da korkunç bir hale getiriyordu. En üst kata
vardığında da boş olduğunu gördü. Uyuyan bir nöbetçi bulurum diye kulenin
tepesindeki balkona çıktı. Burası hikayelerden duyduğu kadarıyla Kazıklının
insanlara işkence yaparken seyrettiği balkonuydu. Ama aynı zamanda Vlad’ın
karısının da kendisini aşağıya atarak intihar ettiği yerdi. Bulutların ayı
kapatmasından ötürü ortalık zifiri karanlığa gömülmüştü. Avluda yürüyen iki
yoldaşını güç bela seçebiliyordu. Kenarı demir korkuluklu balkonda yürürken biraz
ilerisinde arkası dönük beyazlar içerisinde bir kadın gördü. Bellerine kadar uzanan
siyah saçları ve kefene benzeyen beyaz kıyafetiyle eşkıyaların kaçırdığı kızlardan birisi
olabilir miydi? Yanına yaklaştığında kılıcını beline soktuktan sonra kadının omzuna
dokundu. Kadın yılan gibi tıslayarak arkasına döndüğünde görebildiği son şey iki sivri
diş ve ateş kırmızı iki korkunç gözdü. Son hissettiği şey ise boynundaki acıydı.
Bilincini ve gücünü yavaş yavaş kaybediyor gibiydi. Sanki üzerine karabasan çökmüş
gibiydi. Kulenin çatısından iki kadının daha indiğini gördü. Hoş görünümlerine
rağmen ikisinin de suratında sivri dişleriyle korkutucu bir ifade vardı. Birinin saçı
sapsarıyken diğerinin saçı ateş kızılıydı. Dokakin’in son gördüğü ve hissettiği şey
onlarında Dokakin’in bileklerini ısırarak boynundan ısıran kız gibi kanını içmeleriydi.
Cafer Ağa ve Rüstem kulenin kapısının önüne geleli bir hayli zaman geçmişti. Ortalık
kararmıştı ve kurt ulumaları daha da artmıştı. Ne Dokakin’in ne de diğerlerinin bu
kadar kısa sürede dönmemeleri, üstelik onlardan bir ses sedanın çıkmaması onları bir
hayli şüpheye düşürmüştü. Kara bulutların ay ışığını kapatmasından dolayı etraf zifiri
karanlığa gömülmüş, meşalelerinin ışığından gerisi karanlıkta kalmıştı. Ne surlarda
ne girişteki kule tarafında bir hareketlilik yoktu. Bu gergin bekleyişleri sırasında
önünde bekledikleri kuleden bir çığlık sesinin yükselmesi üzerine kafalarını çevirip
oraya baktılar. Beyazlar içinde bir kadın onlara doğru çığlık atıp Rumence bir şeyler
söyledikten sonra ortadan kaybolmuştu. Cafer Ağa “-Eşkıyalar yukarıda!” diye
gürleyerek kulenin tahta kapısına Rüstem’le birlikte yüklendi.
tahtında otrumakta oturan bir adam görüntüsü Rüstem’in ve yüreğini ağzına getirdi.
Tahtta oturan kişi sabık Eflak Voyvodası Vlad Drakula’ydı.
Tahtadan oymalarla bezeli tahtında tüm heybetiyle baykuş gibi kurulmuş, sırtında
siyah abasıyla yarasaları andıran, uzun siyah saçlarından pala bıyıklarına, kemerli
burnundan çökmüş surat yapısına, çukur ve sinsi gözlerinden uğursuz sıfatına, tamı
tamına oydu. Benzerlerinden biri değildi. Bir yıl önce Snagov’daki savaşta göz göze
geldiği lanetli voyvodaydı. Tek farkı eskisinden daha korkunç görünmesi, insanın
ruhunu görüyormuş hissi veren delici bakışları ve bıyıklarının ardından fırlayan iki
sivri dişti. Rüstem şaşkınlıkla sordu:
“- Bu işte olsun başka şey! Sen hortlak olsan nasıl dirilesın ba? Kafanı kestıler senın
güzümüzün ününde. Şehır şehır dolaştı mızrak ucunda. En sonunda attılar uğursuz
kellenı deniza!”
Drakula tekinsiz bir sırıtışla ona bakarak cevap verdi:
Korkunç kahkahası taş salonun dört bir yanında çınladı. Cafer Ağa, Rüstem’e
yanaşarak, fısıltıyla sordu:
“- Rüstem. Bu deyyus bulmuş Allah’ından. Sen kaç kurtul. Padişaya haber edesın.”
“- Ağam ben saraya gideyim. Gideyim de ne deyim? Sultan bana inansın? Hortlak
derım gönderir beni bimarhaneye!”
“- Bu deyyus hortladı be more! Bre bu adamın canlısı milletın canina ot tıkadı.
Dirisını bilirim bunun. Dirisi canımıza ot tıkadı bunun hortlağıyla nasıl baş
edecekler? Bu buradan bir çıkarsa, cümle Osmanlı memalikinin bela olur başına!”
“- Hortlak kısmı siyasete mi bulaşacak? Artık kan için yaşar. Dünyayı görmez bu.”
“- O halde sen kaçasın. Beni bırak. Ama ahdin olsun. Alasın öcümüzü.”
“- Sana söz Cafer Ağa! Öcünüzü bu kansızda koymam!”
Cafer Ağa elinde tuttuğu kılıcını kaldırarak Drakula’ya doğru koşamaya başladı.
Rüstem ise tam tersi yönde koşarak boş pencereden aşağı attı kendini. Çimenlerin
üstüne sırtüstü düştü. Fazla bir yükseklik olmasa da vücuduna muazzam bir acı
hissetti. Büyük bir korku ve kurtulma isteğiyle küçük kuleye doğru koşmaya başladı.
Arkasına bakmadan kuleden geçip merdivenlerden indi. Bağlı atlardan birini çözerek
sırtına atlayıp dörtnala kaleden ters yönde uzaklaştı.
4. Kısım
Güneş doğalı çok geçmemişti ki, açık havanın altında Köstence Limanına doğru bir
atlı ilerlemekteydi. Yüzünde şeytanı görmekten mütevellit bir solgunluk, kalbinde
olabilecek en korkunç şekilde öldürülmüş yoldaşlarının yasıyla ağır aksak ilerliyordu.
Voyvoda’nın kalesinden kaçar kaçmaz ardına bile bakmadan oradan kaçmış, martaloz
devriyelerinden birine denk geldiğinde olayı anlatmıştı. Ama martalozlar onun beti
benzi solmuş yüzünü görüp “hortlak mı gördün” tepkisi vermelerine rağmen onun
hortlak gördüğüne bir türlü inanmamışlardı. Eflak dağlarında delirdiğini
düşünmüşlerdi. Artık buradaki hayatı bitmişti. Ölenleri nasıl anlatabilirdi? Eski
yaşamına dönebilir miydi? İşte bu duygular içinde başka bir kimlikle çok uzak bir
diyara gitmeyi düşünmüştü. Kimseye hesap vermek zorunda kalmayacağı ve bu
delilik dolu hikayeden kopup o iblisin etkisinden uzakta yaşayacağı bir diyar.
Eskilerin “Bir kötünün kırk iyiye zararı vardır” sözü gibi, Drakula hiçbir şey
yapmadan böylesine insanların hayatını altüst edebilecek bir kötülüktü ve o yalnız bir
akıncıydı. İşte bu kararla birlikte Kostantiniyye yerine Köstence’ye gelmişti. Çaldığı
bir seyahat belgesiyle birlikte bir gemiye atlayacak ve lanetli geçmişinden
uzaklaşacaktı. Liman yakınlarındaki birkaç hanı dolaşmış ve birkaç erkenci
Limana indiğinde daha önce açıp bakmadığı belgeye baktı. Almanca’ya benziyordu.
Geminin gideceği yer Flaman[12] ülkesiydi. Geminin işaretine bakarak limanın öbür
ucundaki yolcu gemisini buldu. Gemi demir almak üzereydi. Atını hızla rıhtıma
sürdü. Gemiye binmeden önce yetişen birkaç seyyahın isimlerini soran liman
katibinin önünde sıra vardı. Atından inerek sırada beklemeye başladı. Bir anlığına
gözü batı tarafında biriken, karanlığını kaybetmiş o uğursuz gecenin izini taşıyan
bulutlara kaydı. Limanın gerisindeki geniş ormanların ilerisinde toplanmışlardı.
Daha da ilerisinde Karpatlar vardı. Sanki o kara bulutlar Drakula’nın askerleriymiş
gibi toplanmışlardı. Ona ait gibiydi. Rüstem bulutlara bakarak kendi kendine
konuştu:
Sıranın kendisine geldiğini farkettiğinde hızla katibin önüne gitti. Katip adını sorunca
donup kaldı. Alelacele anlamamış gibi belgeye baktı. Katip bu kez Rumence sorunca
yanıtladı:
Katibin adını yazmasından sonra atıyla birlikte gemiye geçmişti. Gemi rıhtımdan
ayrılırken Rüstem ve anıları ölmüş, Johan Van Helsing yeni adına ve anılarını
düşünmeye başlamıştı.
SON
DİPNOTLAR
[1] Günümüzde İstanbul Üniversitesi merkez binası. Topkapı Sarayı’nın inşasından sonra Saray-ı Atik
adını almıştır.
[2] Osmanlı döneminde daha çok Balkanlarda ve Avrupa’da görev yapan, Hristiyan uyruklu, çeşitli
yabancı dilleri bilen ve halkın arasına karışmış casusların oluşturduğu teşkilat. Orhan Gazi devrinde
kurulmuş ve Rumeli’deki Hristiyan halk arasından devşirilerek silahlı istihbarat gücü olarak
kullanılmıştır.
[4] Osmanlı kaynaklarında Drakula, Drakola (vav harfinin o veya u okutmasına nispetle) yada Trakul
(başta de okutan dal yerine tı yazılmış olsa gerek.
[5] Arnavut halk kahramanı İskender Bey’in adı. İskender Bey, Fatih, Drakula ve Radu ile aynı
dönemde sarayda eğitilmişti.
[6] Yurdumuzun farklı bölgelerindeki yaygın bir inanışa göre, kışın en soğuk günlerinde insanlara
zarar veren bir varlıktır. Kışın en soğuk zamanı, Ocak ayının ilk on iki günü sokaklarda dolaşır,
rastladığına “Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, adın ne?” diye sorarmış, Verilecek cevapların
içinde mutlaka kara kelimesi olmalıymış yoksa Karakoncolos elindeki kocaman tarakla vurarak
karşısındakini öldürürmüş. Bu durumdan kurtulmak için kış günleri evlerdeki taraklar ortada
bırakılmaz, saklanırmış. Bu yaratık “Kış Yarısının Cini” diye de adlandırılır.
[7] Söz konusu gümüş kamçı tarihi rivayetlere geçmiştir. Rivayete göre İstanbul Kuşatması sırasında,
üç tane yardım gemisinin Osmanlı donanması arasından sıyrılarak Haliç’e girmesi üzerine Fatih
tarafından görevinden azledilen Baltaoğlu Süleyman Paşa’ya bu kamçıyla vurduğu iddia edilir.
[8] 1444’te tahtı küçük yaştaki Şehzade Mehmed’e bırakarak Manisa’ya çekilen Sultan Murad Han’ın
ardından, bir rivayete göre akçe nedeniyle bir diğer rivayete göre tahta Murad’ı yeniden çıkarmak
isteyen Çandarlı Halil Paşa’nın kışkırtması nedeniyle, yeniçerilerin ayaklanarak Edirne’de bazı paşa
konaklarını yağmaladıktan sonra şehre hakim durumdaki bir tepeye çıkarak çadır kurmaları olayı.
Sultan Murad olay üzerine tahta yeniden çıkmış ve yeniçerilerin maaşlarına buçuk oranında zam
yaparak isyanı sona erdirmiştir. Bu olaydan dolayı o tepenin adı Buçuktepe kalmıştır.
[10] “Atalar der, at denilen hayvan hayaletleri görebilir. En iyi yayan gidelim.”
[11] Evliya Çelebi’nin İstanbul ile ilgili bahsettiği bir deniz tılsımıdır. Kadırga limanında dev, bakırdan
bir gemi şeklindeki bu tılsıma, kentte bulunan büyücü kadınlar Zemheri gecesi biner ve sabaha kadar
limanı dolaşarak İstanbul’u korumak için büyüler yaparlardı. Bu tılsımlı geminin, Fatih’in İstanbul’u
fethi sırasında ele geçirdiği söylenir.
[12] Hollanda.
EJDERHA MIZRAĞI
U
zun yıllar önceydi benim için, ilk EjderhaMızrağı kitabı Türkçe’ye
çevrildiğinde (Çiğdem Erkal İpek’in çevirisiyle – Güz Alacakaranlığı
Ejderhaları – ArkaBahçe – 1998) ben daha lisedeydim. O zamanlar Türkçe
olarak fantastik kurguya dair bir şeyler bulmak pek de mümkün değildi,
hafızam beni yanıltmıyorsa sadece Hobbit, Yüzüklerin Efendisi ve birkaç
kitap daha vardı, o da onlar hangileriydiyse, bulabilirseniz tabii. Fantastik
kurgu oyunları üniversite seviyesinde oynanan bir oyundu, lisede her okul iyi bir
yabancı dil katmadığından öğrenciye, pek bilinmezdi masa üstü oyunlar.
Gel gelelim, benim lise yıllarımda EjderhaMızrağı diye bir şey duyduk Türkçe’ye
çevrilmiş (şimdi gidip baktım da arkasına Temmuz 1999 diye tarih atmışım,
bitirdiğim tarih yani). Bir heyecan aldık çoğumuz, o zamanlar masa üstü oyunları da
oynuyoruz çat pat İngilizcemizle ama oynatan arkadaş olaya hakım şansımıza (2.
düzen Zindanlar ve Ejderhalar vardı o zaman, fotokopiyle çoğaltılmış Oyuncunun
Elkitabı sayfaları, oynatan arkadaşta da orjinaller gözümüz gibi bakılır, Canavarlar
Elkitabının sayfaları çevrilirken özen gösterilir elimizdeki renkli tek kaynak o olduğu
ve baş tacımız olduğu için). İşte burada ben ve diğer arkadaşların yolu biraz ayrıldı.
Ben Ejderha Mızrağı okumaya devam ettim hep, onlar Unutulmuş Diyarlar’a daldı,
KuzgunYuvası’na gitti, hatta Türkçe’ye hiç çevrilmemiş PlaneScape kitaplarını bile
okudular, ama ben EjderhaMızrağı’nda takılıp kaldım tabiri caiz ise.
Kış Gecesi, İlkbahar Şafağı derken bir anda Türkçe kitaplar bitiverdi 3 – 4 ay içinde.
Başladım İngilizceleri okumaya, Efsaneler Üçlemesi, İkinci Nesil, Yaz Alevi derken
ana hikayenin kitapları bitiverdi. İşte bir çok EM okuyucusunun durduğu nokta
olan Weis ve Hickman kitaplarının dışına çıkarak (bir çok kişiye göre abartı olsa
bile) diğer kitapları okumaya da hiç ara vermeden devam ettim.
Haa, bütün bunları neden anlattın diye sorarsanız eğer, şimdilerde raflarda dizi dizi
EM kitabı olmasının ne güzel bir nimet olduğunun farkına varabilelim diye. Kimse
kızmasın ama yeni nesil diyebileceğim arkadaşlar rahatça okuyabiliyor artık fantastik
kurguyu ve bunun değerini bilmeleri gerekiyor bence.
Weis ve Hickman’a göre evde toplanıp masa üstü DnD oyunu olarak oynadıkları bir
eğlence ilk başta. Sonra ise 1984 yılının gelmesi ile birlikte bir kitap. Sonraki yıl bir
üçleme, sonraki yıllara ise bir efsane; EM edebi olarak hem de öykü açısından. En
önemli kitapları isim anne-babası olan Margaret Weis ve Tracy Hickman tarafından
yaratılmış. Tabii ki ancak onların yazdıklarının dışında onlarca roman daha var.
Tarihine bakılacak olunursa yaklaşık 9500 yıllık bir süreci biliniyor Krynn
dünyasının. Farklı çağlara ayrılıyor bu tarih aralığı ama daha önemlisi farklı
isimlendirmeler var tarihler için (M.Ö – M.S. gibi) Afetten Önce (A.Ö.) Afetten Sonra
(A.S.) İkinci Afet (İ.A.) gibi mesela. Romanları çoğunluğu (özellikle ana romanlar)
Afetten Sonraki dönemde 300’lü yıllarda geçiyor. Tam olarak ne demek bu: A.Ö.
dönemi 9000 yıllık bir dönemi kapsıyor, A.S ve İ.A. dönemi ise yaklaşık 500 yıllık
(buna en sonra Ruhların Savaşı dönemi dâhil).
Bu kadar yeterli mi bilmem, biraz deneme, biraz genel bakış gibi oldu sanırım, eğer
devamını getirebilirsem yazarlardan (benim okuduklarımla sınırlıdır ne yazık ki tabii
ki) ve romanlardan, bahsetmeye çalışacağım…
Sevgiler,
Müge ALANKUŞ
1983 yılında Adapazarı'nda doğdum. Fantastik öykülere merakım okumama
akıcılık kazandırdığım tarihe denk gelmektedir. Yeni açılan kitapçıda görülen
"Yüzüklerin Efendisi", taştan saraylarındaki cüce hükümdarlar, elfler ve insanlara
hükmederken artık bana da hükmetmeye başlamıştır. Yüzüğün peşinde giderken
liseyi bitirip, üniversiteye geçtim. O dönemde Kayıp Dünya ile tanıştım. Kısıtlı
internet kullanımı sebebiyle sık uğrayamadığım bu siteden o zamanlar kolay kolay
bulamayacağım birçok şey öğrendim. Ben de bir gün yazar olur muyum sorusu ise
ara ara aklıma gelirdi. Üniversiteden mezun olunca bir bankada müfettiş yardımcısı olarak işe
başladım. Bu dönemde kendimi fantastik ve bilim kurgu üzerinde geliştirmeye çalıştım. Kısa
yazılarımın yer aldığı bir blog sitesi hazırladım. Şu anda ise pazarlama alanında çalışmaktayım.
ZAMANDA YOLCULUK VE
PARADOKSLAR
B
ilim kurgu yazan neredeyse her yazar günün birinde zaman yolculuğu
temasına ucundan kıyısından da olsa bulaşır. Hatta birçok fantastik kurgu
yazarı bile bu temanın çekiciliğinden kaçamamıştır. Konu başta cazip gelse
de, zaman yolculuğunu hakkıyla işlemek bataklık kumunda yürümeye benzer, nereye
bastığını bilmeyen yazar dibe batmaya mahkûmdur. Peki, nedir bu temayı bu kadar
büyük bir zorluk haline getiren? Zaman yolculuğu paradoksları! Henüz zaman
yolculuğunu başaramadığımız için bu sorundan kalıcı olarak kurtulamasak da, bu
yazıda zaman yolculuğu hakkındaki paradokslar üzerinde duracağız. Zaman
yolculuğu mümkün müdür sorusu ise bu yazının konusunun dışında kalıyor.
Aslında bu yazıyı yazma fikri Doktor Who’nun paradoks içeren bölümleri hakkında
bir yazı okumamla başladı. 47 yıldır zaman yolculuğundan bahseden bir dizinin
paradoks içermeyen bir tane bile bölümü olmaması mümkün değildi tabii.
Araştırmayı derinleştirince paradoksların da çeşitleri olduğunu gördüm. Paradoks
isimlerinin Türkçe’sini bulamadım, çevirilerini ben yaptım diyebilirim, o yüzden
terimlerin Türkçe karşılığı varsa beni bilgilendirirseniz sevinirim.
Bootstrap paradox: Bootstrap isim olarak konç, yani çizmenin arkasına dikilen
deri parçası, fiil olarak da kendi çabalarıyla bir yere gelmek anlamında kullanılıyor.
Bu terimdeki “imkânsızı başarmak” anlamı da Baron Munchausen’in, bir hikâyesinde
kendisini bataklıktan kendi konçlarından çekerek kurtardığını anlatmasına
dayanıyor. Kim kendi kendini çizmesinden tutup kaldırabilir ki?
Bir bilim adamının karşısına kendi gelecekteki hali çıkar, ona gelecekte zaman
makinesini bulduğunu söyler, nasıl yapılacağını anlatır, şemaları bırakır ve gider.
Bunun üzerine bilim adamı makineyi yapmaya başlar, bittiğinde geçmişe gidip kendi
geçmişteki haline zaman makinesinin şemasını teslim eder. Döngü bu şekilde sürüp
gider, fakat sorun şudur: Zaman makinesini ilk kim bulmuştur?
Bu durum, işin içine bir nesne girdiğinde daha ilginç hale gelir. Doctor
Who’nun The Big Bang bölümünde bu paradoksa güzel bir örnek bulabiliriz. Bu
bölümde Doktor sadece sonik tornavidası ile açılabilen Pandorica adlı bir kutuya
hapsedilir. Doktor gelecekten gelerek Rory’e sonik tornavidasını verir ve ondan
Pandorica’yı açıp kendisini kurtarmasını, yerine de Amy’yi, Amy’nin cebine de
tornavidasını koymasını ister. Doktor geleceğe gider ve çocuk-Amy’yi Pandorica’nın
sergilendiği müzeye gelmesi için ikna eder, çocuk-Amy’nin Pandorica’ya dokunması
ile kutu açılır. Doktor, Amy’nin cebinden tornavidayı alır ve geçmişe gidip onu Rory’e
verir. Bu durumda, tornavida ilk nereden gelmiştir?
Hepimizin çok sevdiği Back to The Future filmindeki Johnny B. Goode parçası da
bir Bootstrap paradoksu sayılabilir. Marty’nin zamanında şarkı çoktan yazılmış ve
meşhur olmuştur, Marty şarkıyı bu yüzden bilmektedir. Fakat Marty şarkıyı baloda
çaldığında şarkı henüz yazılmamıştır ve Chuck Berry şarkıyı müzik grubunun üyesi
olan kuzeni ona dinletince öğrenir. Bu durumda şarkıyı ilk kimin yazdığı
anlaşılamamaktadır.
Yine Back to the Future‘dan örnek vereceğim; Marty 1955 yılında babasını araba
kazasından kurtarınca anne ve babasının karşılaşmasını engellemiş olur. Bu nedenle
kendi varlığı tehlikeye girer. Bunu önlemek için anne ve babasının okul balosunda
öpüşmesini sağlaması gerekmektedir. O önemli an yaklaştıkça Marty’nin
Bu paradoks için önerilen iki çözüm yolu var: Alternatif evren teorisi ve İç-
tutarlılık prensibi. Alternatif evren teorisine göre, geçmişe gittiğinizde vardığınız
nokta sizin evreninizin geçmişteki hali değil, alternatif bir evrendir. Böyle bir
durumda kendi dedenizi öldürseniz bile sizin gerçekliğiniz değişmeyecektir. Bence bu
çözüm başka soruları beraberinde getirmektedir. Mesela, alternatif gerçeklikte sizden
bir tane daha olmadığı ne malum? Yolculuk ettiğiniz alternatif evrenin gerçekliğine
müdahale etmiş olmayacak mısınız?
İkinci çözüm önerisi ise evrenin bu olaya izin vermeyeceği yönündedir, yani geçmişe
gitseniz bile olayları değiştirmeniz mümkün değildir. Diyelim ki elinizde silahla
dedenizin karşısına çıktınız; ya silah patlamayacak, ya siz ıskalayacaksınız, ya biri sizi
durduracak, ya da dedenizi vursanız bile bir şekilde ölümden dönecek demektir. Rus
fizikçi Ivan Novikov bu çözümü destekleyen prensibini 80′lerin ortasında önermiştir.
Novikov’un self-consistency (iç-tutarlılık) prensibine göre geçmişteki bir olayı
değiştirecek, paradoks yaratabilecek herhangi bir olayın gerçekleşme olasılığı sıfıra
eşittir.
Her ne kadar biraz farklı ve tersine bir örnek olsa da; Lost‘un Flashes Before Your
Eyes adlı bölümünde (Desmond Hume’un geçmişe zaman yolculuğu yaptığı bölüm)
Eloise Hawking kırmızı ayakkabılı adamın öleceğini bildiği halde bu durumu
durdurmamıştır. Desmond sorduğunda, onun ölmesine şimdi izin vermese bile başka
bir şekilde mutlaka öleceğini belirtmiştir. Desmond da gördüğü flashforwardlar
sayesinde Charlie’yi birçok kez ölümden kurtarmış fakat sonunda “No matter what i
try to do… you are gonna die Charlie” (Ne kadar çabalasam da sonunda öleceksin
Charlie) diyerek ölmesine izin vermiştir.
Doctor Who‘nun birçok bölümünde diğer tip paradokslarla karşılaşsak da, Dede
paradoksuna şiddetle karşı çıktığı bir bölümü vardır. Last of the Time
Lords bölümünde The Master’ın Tardis’i paradoks makinesine dönüştürmesi ile
zamanın sonundan son insanlar şimdiki zamana gelmiş, kendi atalarını öldürüp
dünyayı ele geçirmişlerdir. Doktor kontrolü ele aldığında ise evren, paradoksun
yarattığı hasarları giderebilmek için her şeyi paradoks öncesi durumuna
döndürmüştür.
Mesela trafik ışıklarından geçerken dalgınlıkla yola atladınız, tam bu sırada birisi sizi
paltonuzdan tutup kaldırıma geri çekti ve bu sayede ölümden döndünüz. Sizi
kurtaran kişiyi göremediniz. Seneler sonra evinizin bodrumundaki gizli bir geçitte
geçmişe açılan bir kapı buldunuz ve tam da olayın geçtiği zamana geri döndünüz,
kendinizi gördüğünüzde aslında arkanızda sizi kurtaracak şimdiki kendinizden başka
kimsenin olmadığını fark ettiniz ve müdahale etmezseniz öleceğinizi gördünüz.
Geçmişteki kendinizi paltosundan çekerek arabanın altında ölmekten kurtardınız ve
geçmişteki gizli kahraman aslında siz oldunuz.
Ercan ERGÜR
1984 yılı doğumlu, yaklaşık 10 yıldır aklına gelen her konuda yazan birisi Ercan...
Zamanının büyük kısmını Fantastik ve Bilim Kurgu eserlerden bahsederek, daha
da fazlasını onlar hakkında yazarak, çok daha fazlasını kendi hikâye ve öykülerini
yazarak geçirmiş birisi... Animeler ve Mangalar üzerine, fantastik ve bilim kurgu
öğelerle bezeli diziler hakkında, kurgu bazında ve bazen de gerçekler hakkında
her şeyden bahseden, yazan ve paylaşan bir insan... (Gorath)
VINLAND SAGA
Düşmanını içine hapseden, o donuk ve öfke dolu bakışların sahibi, tarihin
sayfalarından sıyrılarak gelen, intikam için yaşayan bir Viking’in hikâyesi; Vinland
Saga!
Sizlerle bu güne kadar okuduğum en sağlam Viking hikâyesini paylaşmama izin
verir misiniz?
Dünya onlar için acımasızdı. Düşmanları ile olan savaşları, kendi içlerindeki iç
hesaplaşmalarının ve de liderlik oyunlarının yanında bir hiçti. Bir gün her şeyi olan,
en güçlü, lider konumundaki bir Viking bir diğer gün her şeyini kaybedebilir,
düşmanının komutasındaki lanetli bir katil haline gelebilirdi.
Onların içinde yaşadıkları bir dünya diğerleri için daha da acımasızdı. Muazzam bir
savunması olan, kendini beğenmiş; ama kudretli bir liderin elindeki bir kale bir
günde, tek bir Viking sayesinde düşebilir, birkaç saat içerisinde başka birinin
Ve bazen içlerinden birisi sivrilir, bazen bu sivrilik vura vura köreltilir; ama en kötüsü
de bazen intikam duygusu ile bilenirdi.
Onlar içerisinde yaşamak, onlardan birisi olmak, bir Viking olmak Thorfinn için
acımasız bir kaderden başka bir şey değildi.
Makoto Yukimura’nın kaleminden çıkan bir sanat eseri olan Vinland Saga işte bu
Viking’in, Thorfinn’in yaşam hikâyesini, onun Vikingler içerisindeki hayatta kalma ve
intikam dolu mücadelesini konu alıyor. Hatta manga-ka’mız daha serinin başında
bizleri şu sözlerle karşılıyor;
Hatta öyle korkutucu birini görsem kafamı eğerim, göz temasından kaçınır ve
oradan sessizce tüyerim.
İşte ben, bu manganın çizeri böyle biriyim ve buna ben bile şaşıyorum.
Tüm bu sözlerine rağmen tarih kokan bu mangasında her türlü savaşı, kan ve
karanlığı, Vikinglerin tüm korkunç doğasını her şeyi ile hissetmek mümkün. İşte bu
noktada da okur olarak şaşırma sırası bize geliyor.
Thorfinn demiştik;
Tekrar tekrar onunla, Askeladd ile dövüşerek yenildiği hikâyesi ve onun korkunç,
ürpertici doğası… Açıkçası Askeladd’ın yerinde olsaydım onu yakınımda
bulundurmak bile diken üstünde yaşamama neden olurdu. Gerçi muhtemelen o
şekilde de oluyordur. Sonuçta sürekli sizden intikam almak isteyen böylesine tehlikeli
bir Viking… Asla sırtını dönmemesi gereken bir düşman… Ama Askeladd onun
yeteneklerini ve onun yapabileceklerini bilirken onu kendinden uzaklaştırmayı göze
alamaz elbette ki.
Thorfinn’in tüm derinliği ile kurgulanmış hikâyesi bir yana Vikinglerin yaşadıkları,
tarih sayfasındaki hayatları, yolculukları ve savaşları da mangada çok detaylı, oldukça
güzel kurgulanmış bir şekilde işlenmiş.
Dönemin haritaları, tasarımları ile süslenmiş bir hikâyesi var manganın. Her cildin
sonunda ortam tasarımları ve projelerinin detayları daha iyi gösteriliyor okura.
Örneğin bir cildin sonunda Thorfinn’in çocukluğunu geçirdiği evin, baba ocağının
detaylı tasarımı yapılmış. Hikâyemiz sürekli olarak Thorfinn’in arayışına dair devasa
haritalarla süslenmiş. Yolculuk planları çok detaylı şekillerle anlatılmış. Aynı şekilde
karakter dizaynları ve tasarımları üzerine resimler de cilt sonlarında karşımıza
çıkarak bizi şaşırtabiliyor. Askeladd’ın tasarım resmi gerçekten şahaneydi örneğin.
Tunç PEKMEN
74 yılında İzmirde , Akrep burcunu son dakikada yakalayarak doğd um. Okuma ve
yazmayı çizgi roman okuyarak söktüm, o günden beri çizgi roman okumaya,
toplamaya, koleksiyon yapmaya ve de çizgi roman senaryoları yazmaya devam
ediyorum. Bunun dışında bilim kurgu denemelerim de var. Evliyim ve iki kedim
var. Hep beraber bir şekilde yaşamayı sürdürüyoruz.
1- Altın Çağ
Altın çağda sadece süper kahraman konulu ÇR’ler değil, komik hayvanlı ÇR’ler (Örn:
Miki Fare), western’ler, vahşi orman (Örn: Tarzan) ve romantik ÇR’lerde de bir
patlama olmuştur. Özellikle 2. Dünya savaşı esnasında, askerlerin yanlarında kolay
taşıyabildikleri için çizgi romanları tercih etmeleriyle ve iyilerin kötüleri yendiği basit
öyküleriyle büyük ilgi toplamıştır. Altın çağ 1950
′li yılların başında korku ve bilim
kurgu tarzı ÇR’lerin popülerlik kazanmasıyla bitmiştir. Süper Kahraman çizgi
romanları iyice azalıp yok olmaya yüz tutmuştur.
Captain America’nın okuyucu toplamak için önce korku hikayelerine geçmesi, sonra
da 75. sayıda kapatılması Altın çağ’In bititiğinin başka bir göstergesidir.
Altın çağ bittikten sonra, belli bir süre geçti ve çr’ler tekrar popüler olmaya başladı.
Bu çağa da gümüş çağ dedi. Gümüş Çağdan da gelecek yazımda bahsedeceğim…