You are on page 1of 5

KONUŞULABİLİRLİK ve SORUN ÇÖZME-1

Konuşma ihtiyacı...Kendini ifade etme ihtiyacı...Anlaşılma, anlaşma ihtiyacı....İlişki...iletişim..İlişki


kurma, ilişkiyi sürdürme, geliştirme, bitirme ihtiyacı...

Konuşmak, konuşulabilir olmak, konuşulabilir kılmak....

Konuşmak nedir?

Vurgularla donanmış, bazan göz ve el temasıyla desteklenmiş, bir söz diziminin ağızdan çıkması
mıdır konuşmak?

Söz dizimi nedir? Sözcükler neyi temsil eder?

Kafamızın içindeki görüntüleri, ilişkileri, gözlemleri, çıkarımları, düşünceleri görünür kılabilmek


için neleri temsil edebilir? Benim için temsil ettiği ile karşımdaki insan için o anda temsil
ettiği şey nasıl aynılaştırılabilir? Her gün yaptığımız şey değil mi bu? Her gün, her konuşmada
başarabildiğimiz bir şey mi?

Konuşmak varlık evrenimizin önemli bir bölümünü kapsayabilecek kadar geniş bir etkinlik. Özel
bir durum tanımla: Birbirleriyle sorunları olan insanların, sorunlarını çözmek üzere konuşması.

Bu tür bir konuşmanın nihai amacını sorunların çözüldüğü konusunda iki insanın anlaşması ve bu
anlaşmanın aynı sebeplerle bozulmaması olarak tanımla.

Nasıl başlar böyle bir konuşma? 'Seninle bir şey konuşmak istiyorum.' diye mi başlar? 'Seninle
sorunlarımız var. Bunları konuşalım mı?' 'Seninle sorunlarımız olduğunu düşünüyorum. Bunları
konuşmak ister misin?' ' Konuşarak bazı sorunların çözülebileceğine inanır mısın?' 'Seni yemeğe
davet edebilir miyim?'

Bazan bu tür bir soru bile sorun birikimlerini tetikleyebilir. Tepki, yeni sorunlara yol açabilir.
'Ne konuşacağım seninle?' 'Konuşulacak adam mısın sen?' 'Yediğin haltları mı konuşacağız?'
'Bunların konuşarak çözülebileceğine emin misin gerçekten?'

Peki o zaman, nasıl başlanacak sorun konuşmaya?

Konuşulabilirlik nedir?

Bir meselenin konuşulabilir olması için ne gerekir? Mümkün olduğu kadar çok 'insan sorunu',
konuşulabilir hale nasıl getirilir?

Zor bir konuşmanın illa da bu türden bir sorunu, iki sorunlu insanı, da kapsaması şart değil.
Bazan bir insanın sorunlarını konuşabilmek de çok zordur. Sorunları olan insan bunları sözcüklere
dökemeyebilir, ya da sözcüklere çok hakim olsa dahi, duygusal bir kilitlenme yaşayabilir.
Bir meselenin konuşulabilir olması için ne gerekir? Mümkün olduğu kadar çok 'insan sorunu',
konuşulabilir hale nasıl getirilir?

Konuşulabilirlik nedir?

Eğer karşılıklı konuşma dediğimizde, esas olarak sözcüklerin seslendirilmesi ve karşılıklı anlayarak
ve etkileşimli bir dinlemeden söz ediyorsak, anahtar kavramlara bakılabilir; sözcük, beden,
önyargı, tepki, bakış, duygusallık, dinleme, anlama, konuşma hakkına saygı...

Şimdilik bu kadarını düşünebiliyorum. Bu kadarı ile başlamak ve gerçeği aramak gerek. Ancak
henüz başlamadan anahtar kavramların çoğunun sadece konuşmanın akışı için geçerli olabileceğini
görebiliyorum.

Ya konuşmaya başlamadan önceki karşılaşma? Bu karşılaşmadan önceki ruh halleri? Yanımızda


neyi getiriyoruz konuşmaya? Sorunlarımızın kaynaklarını? Önyargılarımızı? Üslubumuzu?
Beklentilerimizi? Duygularımızı? Çıkarlarımızı?

Konuşmanın akışı, kontrol edilebilirlik noktasının ötesine geçtiğinde nerede olmak isteriz?
O noktada, sorunlara değil çözümlere yakın olmak isteyeceğimizden kuşku yok. Kendiliğinden
ya da sadece iyi niyetle olur mu bu? Hatta daha fazla destekledik diyelim. Sadece iyi niyet değil,
önyargılarımızdan da arındık. Duygularımızı da törpüledik. Umutla oturduk masaya. Yine de
doğrudan ‘sorunumu’ konuşmaktan korkarım ben. Konuşmanın her hangi bir anında duygularım
konuşmanın akışını değiştirebilir. Kendimi haklı çıkaracak mantığı kurmak için bazı gerçekleri
unutabilirim. Ya 'sorun' denen şeyi benden kopararak, bir doğa nesnesi gibi masaya yatırmak
isterim, ya da başkalarının sorunları olarak irdelemek isterim. Kendime bağladığım her sorunu
konuşulamaz yapmak gibi bir eğilimim var benim. Sizin böyle bir eğiliminiz yok mu? Bu olgudan,
onun sürprizlerinden sakınmak gerekmez mi?

Bu bir ışık tutabilir mi bana? 'Sorunu' 'benden' koparmak. (Bunun nasıl başarılabileceği de ayrı bir
sorun.) ‘Sorun’ konuşabilmenin birinci koşulu olarak bunu kabul edelim.

Acaba, ''sorunu' 'benden' koparmak', hazırlık sorunlarını da çözer mi? Hazırlık sorunlarının
bir bölümü karşılaşma durumu ile ilgili. Soğuk bir el uzatma, ya da hiç uzatmama, bir çok
konuşulabilirlik olanağını baştan güdükleştirmez mi? Ama sıcak bir el uzatma da beklenemez.
Sorunların duygu yükünden, önyargı yükünden ne kadar kurtulabiliriz? Bu çıkmaza bir ara
vermemiz gerek.

Bildiğim en kolay sorun türü, çözümleri teknik olan sorunlar. Teknik derken, kendi mesleğimle
ilgili örneklerden söz ediyorum. Salonun lambası sönmüştür mesela. Önce moralimiz bozulsa
da soruna yaklaşınca, hele ki daha önceden kazanılmış bilgi ve tecrübe varsa, moralimizdeki
bozukluk yok olur. Sorunu araştırma işi verimli yürürse ve sorunu çözersek moralimiz eskisinden
daha yüksek olur. Bu bir iş başarmanın, emeğimizin karşılığını almanın ödülüdür. Ama sorunla
uğraşırken yolumuzu kaybedersek, tekrar tekrar aynı şeylere bakmaya başlarsak ve çözümden uzak
olduğumuzu hissedersek, sorun kişiselleşmeye başlar. Sorun artık salonun lambasının yanmama
sorunu değil, bizim bu sorunu çözemememiz sorunu olmuştur. Sorun değişmiştir. Beceriksizlik
sorunu olmuştur! Herkesle kavga edebiliriz artık. Oysa lambanın sönmesi gibi küçücük bir sorunda
bile olmadık ayrıntılar vardır. Ampul ömrünü tüketmiş olabilir. Bağlantı herhangi bir yerden
gevşemiş olabilir. Kablonun ucu yanmış olabilir. Ampul duya temas etmiyor olabilir. Anahtar akım
geçirmiyor olabilir. Kabloda kısa devre olabilir. Sigorta atmış olabilir. Voltajı düşüren her hangi
bir etken olabilir. v.b. Kendimizi beceriksiz gördüğümüz noktada, aslında sorunun gerektirdiği
eylemleri yapmamışızdır. Bu, sorunu hafife almakla ilgili olabileceği gibi, araç gereç yokluğundan,
bilgi, beceri eksikliğinden de kaynaklanabilir. Yapılacak tek şey soruna akılcı yaklaşmak ve teoriyle
pratiği karşılaştırmaktır. Sorun zaten ikisi arasındaki farktır. Bu fark ortadan kaldırılınca sorun
çözülmüş olur.

Ne dedik şimdi biz?

1- Sorun teoriyle pratik arasındaki farktır.


2- Teknik sorunlar psikolojik boyutu olmadığı zaman belli yönergelerle çözülür.
3- Sorun çözmekte duygular engel, akıl destektir.
4- Her soruna yaklaşabilmenin belli yolları vardır. Soruna hakim olabilmek için bilgi ve beceri
gerekir. Bu bilgi ve beceriyi doğru planla eyleme dökmek de gerekir.
5- Sorunu doğuran koşullar ortadan kaldırılmadan sorun çözülmez.

Yine aynı soru: Ne dedik şimdi biz?

Bir sorun çözmeye talipsek sorunun parçası haline gelmemeliyiz mi dedik?


Sorunun tarafı olmakla, sorunun parçası haline gelmeyi birbirinden nasıl ayırabiliriz? Çünkü kendi
sorunumuzu, tarafı olduğumuz sorunu, çözmek istemekteyiz. (Teknik bir örnekten genelleme
yapmak ne kadar doğru?)

Sorunun parçası haline gelmek ne demek? Benim kastım şu: sorunu sürekli olarak üretebilecek
gerçekliklere bağlı olmak.

Mesela; adamın karısı onu aldattı! Bu ise adamın namus anlayışıma aykırı bir şey. Adamın tek
düşündüğü karısının ölmesi gerektiği!

Farzedelim ki böyle düşünüyor ve buradan bir çıkış yolu bulamıyor adam.

Üç cümlede üç kavram var. Aldatmak, namus, yaşama hakkı.


Aldatma ile namus ilişkisi görünür bir ilişki gibi, ama yaşama hakkı ile diğer iki kavramın ilişkisi
dolaylı bir ilişki. Erkeğin karısının yaşama hakkının kalmadığını düşünmesinin sebebi, erkeğin
toplum içinde namusu lekelenmiş olarak yaşayamayacağı gerçeği ile ilgili. Toplum gerçekten bu
baskıyı kurmuşsa durum gerçekten zor. Ama erkek şunu düşünmelidir. Bir insanın yaşama hakkını
yok etmenin gerekçesi onun itibarı olabilir mi? Neden boşanmak yetmiyor? Bu sorun onun sorunu
mu toplumun sorunu mu? Eşini aldatmış birinin yaşamasına izin verilirse, ki erkekler aldattığında
bu bir namus sorunu olmuyor nedense, bu nasıl bir sakınca yaratır? Başka aldatmaların önünü
kesmek için mi böyle bir gelenek var? Kadının aldatmasının erkeğin aldatmasından en önemli
farkı çocuğun babasının belirsizliği potansiyeli değil mi? O halde bu kutsal gelenek sadece mirası
gözeten ekonomik bir tabana oturmuyor mu? Üstelik şimdi DNA testi denen bir araç var. Demek ki
bu gelenek tümden anlamsızlaşmıştır. v.b.

Diyelim ki bunlar düşünüldü. Toplumu değiştirmek kolay mı? Kolay değil, üstelik toplum
değişmediği sürece, erkeğin yaşamının cehenneme dönmesi gerçeği de değişmez. Ama artık o erkek
sorunun parçası değildir. Daha doğrusu iç içe iki sorun var burada. Aldatmak ve öldürmek. Adam,
birinci sorunun tarafı olsa da ikinci sorunun tarafı olmayabilir. Bu durumda da tarafı olduğu soruna,
sorunla orantılı bir çözüm bulabilir.

Bütün bunlar bana şunu söylüyor. Önce soruna cesaretle, soğukkanlılıkla, bilgi ve akılla bakmayı
becerebilmemiz gerek. Sorunu belirsizlikten kurtarıp, sınırlarıyla tanımlayabildiğimiz zaman
çözümü de görebiliriz.
Konuşulabilirliğin ikinci koşulu olarak 'sorun tanımlamayı' öneriyorum.

Belki başka koşullar da vardır. Ama sabırsızlıkla bu iki koşulu sınavdan geçirmek istiyorum.

1- 'Sorunu' 'benden' koparmak.


2- Sorunu sınırlarıyla tanımlamak ve sorunu tanımlamakta kullandığımız sözcükleri iyi seçmek.

Varsayım: Sorunun genel tanımı; teoriyle pratik arasındaki farktır.

Olgular, sorun tanımı:

1- Bir kadın bir erkekle birlikte oldu.(Pratik)


2- Bu kadın başka bir erkekle evli.
3- Evlilikte sadakat esastır. (Teori)
4- Evliliğin şartları bozuldu.
5- Evlilik bozulur veya kadın affedilir.

Aynı olguları başka bir ifade biçimiyle yazalım.

1- Karım beni aldattı. (Pratik)


2- Namusumu korumam gerekirdi. (Teori)
3- Eşe dosta rezil oldum.
4- Karımın cezalandırılması lazım.
5- Bu suçun cezası ölümdür.

Temel sorun, iki kişinin arasındaki ilişkiyi bozabilecek bir eylemdir. Birinci çıkarımda
sorunu ‘benden’ koparıp, somut sınırlarıyla tanımladığımda çıkan sonuç sorunla orantılı bir
mantıksallık içinde görünüyor. Teori ve pratik arasındaki fark net. İkinci kurguda ise sorun tanımını
etkileyen bir kaç kavram sorunun boyutlarını tahrif ediyor. Temel sorunla orantılı olmayan bir
sonuç ortaya çıkıyor. Teori ve pratik tanımları yorum içeriyor.

- Aldatma
- Namus
- Rezalet
- Ceza
- Ölüm

Bu kavramların tamamı ahlak sistemiyle ilgili. Sorun da ahlaki bir sorun. O halde yukardaki
yaklaşımlar iki ahlakı temsil ediyor. Birinci yaklaşımın dayandığı ahlak modern kapitalist toplum
bireyselliğine dayalı bir ahlak iken ikinci yaklaşımdaki ahlak feodal toplum kollektivizmine dayalı
bir ahlak.

- Aldatma, ihanet, namus, rezalet:

Aldatma, yanıltma, kandırma akraba kavramlardır. Genel olarak bir şey yapacağı sanısını uyandırıp
beklenmedik başka bir şey yapma anlamını taşır. Ancak burada toplumsal ahlak yüküyle anlam
değişmiştir. Aldatma, aldatılanın ‘rezil’ olmasına, başı dik gezememesine yol açar. Neden?
Cinselliğin potansiyelinden korkarız çünkü. Çünkü böyle bir toplumsal düzen sürdürülemez.
Nerede? Küçük yerlerde. Sürekli olarak insanların birbirleriyle karşılaştıkları yerlerde. Rezalet
insanların birbirlerine bakarken bu tür bilgilerin ışığında bakmasıdır. Aldatılmış adam. Kavat.
Aldatan kadın. O...spu. Bu bir köy, kasaba ahlakıdır. Ölümcüldür.
Bu durumda sorunlar konuşarak çözülemeyebilir.

Bu durumu değiştirmek başka süreçlerin hakkından gelebileceği bir iştir.

O süreçlerin açıklık, eşitlik, özgürlük gibi ilkelere hizmet etmesi gerekir.

Sonuç: Konuşurak sorun çözme, ahlaki, kültürel ve tarihsel yükü fazla olan konularda çalışmayan
bir yöntemdir. Konuşulabilirlik ve konuşarak sorun çözme, rasyonalite düzeyine doğrudan
bağımlıdır.

-Neden yaptın bunu?


-Seni artık sevmiyorum.
-Evliliğimizin devam etmesi anlamsız.
-Haklısın. Belki daha önce ayrılmalıydık.
-Üzgünüm. Tekrar düşündükten sonra karar verelim.
-Sen bilirsin. Tekrar düşünülecek noktayı biraz geçtik gibi.
-Yarın konuşuruz.

Kadınlara yönelik şiddeti durdurun artık ey çağdışı erkekler!

Ömer Haluk Yılmaz


8 Nisan 2011, Narlıdere

You might also like