You are on page 1of 246

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (1.

Bölüm)
…Böyle daldan dala tedâilerle
–Ahenk helezonu daralan boynuz–
Döllenir kelimeler kelimelerle
Sura üflenmeden önce soyumuz
Salih Mirzabeyoğlu

KAFES
Evimin geniş ve uzun bir balkonu var… Mevcut tahta ve çıtaları kesip biçerek birbirine
yakıştırdım ve pekâlâ bir parmaklık yaptım… Geçen sene (1992) sunta ve tahtadan çattığım
çiçekliklerin yanına, çöpe niyetine yol kenarına atılmış büyük peynir tenekelerinden edinerek
ve onları da kesip biçerek yeni çiçeklikler ekledim… Sonra, toprak ıslah çalışmalarım…
Geçen seneki çiçeklerden kalma tohumları ve meyve çekirdeklerini ekmem…
Ellerim, hapçıların elleri gibi kesik içinde ama, emeğimden ve eserimden mesudum…
Uğraştığım için, ruhumu teskin eden bir tarafı var… Tıpkı hâmile kadının, geçmiş doğum
sancılarının hatırasıyla yeni bir doğum sancısından kaçınma tecrübesini andıran nafile bir
sığınak gibi olsa da, söylediğim üzere bana nefes payı gelen bu çabadan mesudum!
***
Muhabbet kuşu… Kimbilir kimin evindeki kafesinden firar etmiş ve benim bahçeyle bir
seviyedeki evin balkonuna konmuş… Lâtifeli bir dille söylersem; demek zevk sahibiymiş…
Uyku mahmuru gözlerle çay ve sigaramı içmek üzere balkona çıktığımda, 13-14 yaşlarındaki
komşu çocuğu Yalçın, “amca şu kuşu yakalar mısın?” dedi… Baktım, ayakları ve kanatları bir
kafes imkânındaki sıçramalara uyarlı muhabbet kuşu… Bilmem yakalayabilir miyim?..
Neticede yakaladım… Kuşun zaten sahibi olmayan Yalçın, kendi malik olma arzusunu askıya
aldı ve onu sahibleneceğim kesin kanaatiyle bana, hakkı olmayışına rıza tavrıyla baktı… Ama
çocuk; bilmez miyim onun yüreğinin bir kuş gibi sektiğini… Balkondaki delikli bir çamaşır
sepetinin altına koyarken, “kuş senin!” dedim.
***
Kimin olduğundan habersiz kuş, çamaşır sepetinin içinde, kafesteki alışkanlıkları ile
hareket etmeye çalışıyor ama, tuhaf… Yanlamasına tel kafese yapışmaya uyarlı ayaklar,
bizim çamaşır sepetinin yapısı karşısında başarısız… Kuşa kuşluğunu öğretecek değilim;
lâkin bunun düşe kalka hareketleri bana çırpınan bir fareyi andırıyor… Böyle olmayacak…
Acıyorum… Yalçın’ı tel kafes almaya yolluyorum… Ve içine bir gölge düşmesin diye
tekrarlıyorum:
— “Kuş senin!”
Yâni kafes de!
***
Kuş gitti… Hâli ise gözümün önünde… Avuçlarımın içinde körük gibi inip kalkan
göğsü, çarpan yüreği… Minicik gagasıyla, ümitsiz de olsa elimi gagalayıp kurtulmak
istemesi… Kafese ilk girdiğinde, ürpertiden kabaran tüyleri… Aradan birkaç dakika
geçmeden, birden canlanıp çevik hareketlerle şuraya buraya sekmesi ve yemlere yumuluşu…
Emniyet ve güven hissi… Onu çok iyi anladım!
***
Kafes, insana hürriyetin aksi bir intiba verir; oysa muhabbet kuşu, benim hâlime nazaran
bunun tam tersini ilham etti bana… Diyesim o ki:
— “Âlemde bâr olur hâlime bigâneler!”
Bâr: Yük… Yar?
***
Bu hâdiseyi yazmamın sebebi, çalışma odama “Ölüm Odası” diye bir isimle, bu isim
altında bir eser yazmaktı. TİLKİ GÜNLÜĞÜ’nde yerini alan bu hatıra, Kartal Cezaevi’nde
Telegram seansları başladıktan sonra, devamı gelmeyen bir not almanın başlangıcı ve bana
“Ölüm Odası” diye bir durumun hakikati olarak göründü. Orada, başlangıçtan bugüne kayda
değer cümlelerden biri şuydu:
— “Bu, sanki bir modern büyücülük; ve robot insan imâl etme hayâl ve çalışmalarına
mukabil, doğrudan doğruya insanı robotlaştırma işi…”
***
Sene 1993… Henüz “Hırka-i Tecrid” bile ortada yok. Bugün, Bolu F-Tipi Cezaevi’nde,
durumlarına göre NYMPHA veya Mousa adını verdiğim aynı işi görürlerin nezaretinde,
onlarla didişirken bu esere başlıyorum ve “Ölüm Odası” isminin tevafukları bana, sonsuz
imkânlar tedaî ediyor. Buradaki Telegramcılar’a NYMPHA ve Mousa isimlerini takmam,
Kartal’a göre bir yenilik; ve fikir, sanat, teknoloji, siyaset derken, BERZAH hakikatine
vurulacak topyekûn dünya hâlinde bir genişlikte, onlar da son derece zeki, ne kadar da salak,
bu kadar hainlik ve vahşet olur mu, alaycı, alay edilen, beni ve bendekini dağıtan, sonra kendi
zekiliği imiş gibi bana hatırlatan, aslolan niyeti, övünmek gibi olmasın ama, benim çoğu
zaman onlardan bir adım ileri durumumdan dolayı değişen, neticede; Üstadım’ın “çözdük her
müşkülü derlerse de ki, sonunda VAR OLMA müşkülü kaldı!” hakikatini en canhıraş şekilde
gösteren tipler. Onlar, sanki sihirbazın önündeki sihirli küre de, ne derlerse ve yaparlarsa
yapsınlar, ben onları bütün bir bünyenin ifşacısı sivilce olarak görüyorum, durumu onlarda
seyrediyorum.
***
Ne yazık ki, NYMPHALAR’dan başka şâhidim yok: bu esere ÖLÜM ODASI ismini
vermemin sebebi, ebcedi MEHDÎ MUHAMMED’e uysun diye değil… Aynı ebcedte,
MESCEN: CEZAEVİ!
***
Kafes: 240.
Faks: Ölmek. İfsad etmek: 240.
Mifsal: Dil, lisân: 240.
Masduk: Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş: 240.
Neyfak: Tilki derisinden olan kürk: 240.

***
NYMPHA ve Mousalar’ın Mitoloji’de ne olduğu, ESATİR ve MİTOLOJİ eserimizde
geçti. Bu eserdeki mânâları, eser boyu gözükecek.

***
YEVMİYE: KOLTUKTA OTURANIN TASARRUFU
Üstadım’ın, Efendi Hazretleri’nin huzurundaki demlerinden:
— “Birgün huzurunda yemek yendi, yukarı çıktık… Karşımda bir hazır iskemle koltukta
oturuyor… Hep orada otururdu zaten… Bir sükût ânı oldu… Diğer müridler de isterlerdi, ben
geleyim… Çünkü ben konuşturuyordum Efendi Hazretlerini… Onlardan da epey vardı
etrafımızda… İçimden bir his geçti: “Biz ne alçak adamlarız; her zaman böyle geliyoruz,
huzurunda yıkanıyoruz, nur banyosu yapıyoruz, kapıdan çıkar çıkmaz yine aynı kapkara
adamız. Bir tasarruf lâzım bize; biz yapamayız, biz yürüyemeyiz. Bizi yakalasın ve yerinde
oturtsun”… Ben böyle düşünürken –ki beni daima tesir altında kalmaya en müsait olduğumu
hesabederek dinleyin– bir hâl geldi bana… “Aaa, n’oluyorum?” dedim kendi kendime… Bir
acı, kalbimde; anlatılmaz bir acı hissediyorum, bağıracağım… Ve bu arada bir lezzet,
dayanılmaz bir lezzet… Acıyla lezzet bir arada… Bir de başımı kaldırıyorum, bakıyorum ki,
Efendi Hazretleri iki mübarek gözünü dikmiş bana bakıyor… Hemen teslim oldum orada…
Kalbim –ki bir lastik çelik gibi çekiliyordu– yerine geldi o ânda… Ve şu mânâyı çıkardım:
Sen mi tasarruf bekliyorsun? Acaba ona henüz dayanabilecek vaziyette misin?”

***
Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 566.
Süruş: Cebrail. (Ruh, İNSAN) Melek: 566.

***
Kürsî: Taht. Koltuk. Kaide. Merkez. Vazife. Saltanat, kudret ve mülk. Başkent.
Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. Mânevî makam. ARŞ’ın altında bir
sema tabakası: 290.
Fâtır: Benzeri olmayan bir şeyi yaratan. (Allah). Mübdi’: 290.
Kisra: Hükümdar: 290.

KIRMIZI KOLTUK
Üstadım’ı, arkası yüksek, yeni kaplanmış bir kadife koltukta, keyifle kurulmuş ve bana
daima düşünme memnuniyetini, dünyada kıymete değer en büyük şeyin bu olduğunu ihtar
eden, fikir için yaşadığım bütün pespaye şartlara rağmen beni daima motive eden bir sahne
olarak daima hatırlarım; gerçek kıymetimin onun yanında olduğunu bilerek ve yaşayarak…
Babıâli isimli eserinde geçen şu ifâdeler, lâfız hâlinde edebî bir anlatım değil, onun tâ
kendisidir:
— “Dış dekor kaygısı bende o kadar köklü ve derindir ki, tek kuruşum olmasa ve
imzaladığım maddî ve mânevî senetler yüzbini aşsa, derdimin çaresini ipekli bir halı veya
şahane bir koltuk üzerinde düşünmek isterim. Çareyi ancak böyle bulacağımı sanırım. İlle de
dış dekor, ille de konfor…”
***
Koltuk: 642.
Müretteb: Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konmuş. Tayin edilmiş: 642.
Musakkab: Delinmiş, oyulmuş: 642.
Müsakkib: Delen, delici, terkib eden: 642.

ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU
Levha: 12 NİSAN 1988… Oturma yeri hasır olan, taştan bir koltuk… Oturma yerinde,
oturak koyulabilecek bir DELİK var… Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin koltuğu böyle
imiş… Mermerlerine bakıyorum, “Eskişehir” ve “Bursa” yazıyor… Harun Yüksel ve birinin
haber vermesiyle, tarikate girmemle ilgili olarak yaptırmışım!
***
Eskişehir - Bursa: 596+712= 1308.
Şihab: Parlak yıldız. Kayan yıldız. (Bir âyette Allah Resûlü’ne böyle işaret edilmiştir.):
308.
Ashab-ı Bedr: 308.
Arvasî: 308.
Nisanmus: Birinci. NİSAN ayı: 308.
Gölgeler: 308.
***
Kun: Ard, arka. Son: 76.
Kun. (Kürtçe): Delik: 76.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1075= 76.
Siyah: 76.
Saye: Gölge: 76.
Bid’: Yeni. İlim, şecaat ve şerafette kâmil ve yegane: 76.
***
Sevd: Siyah. Sevda…
Seyd: Seyyid. Ulu kişi. Siyah…
Sud: Rengi kara olan şeyler. Sevdalar…
Suda’: Rahatsız etme, sıkıntı verme…
Suada’: Sıkıntıdan dolayı uzun uzun soluma…
Suadî: Topalak otu. Kust…
***
Kust: 169.
Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin doğumu: 1169.

***
Farz: Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek. Yapılması zarurî, terki yasak ve günah İlâhî
hüküm. Bir kimsenin başkasına hibe ettiği şey. Takdir ve beyan eylemek. Bir davaya mevzu
ve esas kılınan husus. Delmek ve gedik açmak: 1080.
Heylele: “Lâ ilâhe illallah” demek: 80.
Sehaya: Beyin zarları: 80.
***
Mahlul: Delinmiş. Öbür tarafına işlemiş olan şey: 706.
Fikir Kahramanı: 706.
Hanedan: Peygamber sülâlesi. Soyca dindar ve asil aile: 706.
Veşt: Güzel: 706.
Esere: İhtiyar etmek. İkram etmek: 706.
Esere: En güzel eşyayı kendine ayıran: 706.
Cezzab: Çok cezbeden: 706.
Sevr: Öküz. Boğa burcu. Dünyayı taşıyan 4 melekten birinin ismi: 706.
Naznaza: Yılanın dilini çıkarıp hareket etmesi: 1705= 706.
Hâl-i siyah: Hususen yüzdeki siyah nokta, ben: 707= 1706.
Aktör: 707= 1706.
Zürkat: Mavi, mavimtrak: 707= 1706.
Tasvir: His ve mahsusata münhasır ifade. Bir şeyi söz ve yazı ile anlatma. Resim yapma.
Resim: 706.
***
Havta’: Delik: 1076= 77.
Hakîm: Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatine vakıf olan. Hikmet
mütehassısı. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. Tabib, doktor: 78= 1077.
İbda’: Allah’ın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı. Misli
gelmemiş bir eser meydana getirmek. Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek: 78= 1077.
Zeml: Yük yüklemek. Arkadaş. Atın ve davarın neşeli yürüyüşü: 77.
Cüda’: Ölüm. Mevt: 78= 1077.
Hapis: 78= 1077.
***
Taht: Hükümdarın oturduğu büyük koltuk. Hükümdarlık makamı: 1400.
Milâdî 1980= Hicrî 1400.
Macuşan: Gemi. Boyanmış elbise: 400.
Şems: Güneş: 400.
Nişân. (Kürtçe): Yüzdeki benek, ben: 401= 1400.
***
Mütesakkıb: Ortası delik olan: 43.
Pehlev: Şehir. Medine: 43.
Bolu: Şehir. (Zahir olma. Süryanice’de su.): 44= 1043.
***
Abdülhakîm Koltuğu: 184+648= 832.
Meryem Sûresi, 29. âyet meâli: (Harun Aleyhisselâm’ın kızkardeşi Meryem
suçlanınca.): Bunun üzerine Meryem, çocuğa işaret etti. Oradakiler, “biz beşikteki çocukla
nasıl konuşuruz?” dediler: 1833= 2832.
Mehd(î) Muhammed Salih: 832.
Hafıkan: Şark ve garb: 832.
Muayenehâne: 832.
İnfaz: Sözünü geçirme. Aldığı emre göre birini öldürme. Öte tarafa geçirme: 832.
Tebkit: Tekdir etme. Delille susturma: 832.
Tektib: Yazdırma. Askeri bölüklere ayırma: 832.

HAKÎM İSMİYLE DUA


Hadîs’te buyurulmuştur ki:
— “Allah kendisine dua eden kulunun
hoşuna gidince sesi
ondan yüz çevirdiği için değil
ancak kulunu sevdiği için
kabulü geciktirir
tâ ki kul - tekrar etsin duasını!”

İşte bunun için - İsâ Aleyhisselâm duasında:


— “Sen Azîz ve Hakîmsin!”
Allah’ın HAKÎM ismini zikretti
Hakîm - her şeyi yerli yerine koyan
Hakk da sıfatıyla hakikatlerin gerektirdiği
ve onların istediği şeyden ayrılmaz
şu hâlde HAKÎM
tertibi en iyi bilendir!

İSTANBUL - BOLU
Bizanslılar döneminde, merkezî şehir ve şehrin merkezi olarak, Konstantinopolis-
Konstantinopol; Konstantin’in şehri. Fatih’in şehri fethinden sonra, İslâmbol ismi deyişinden,
İstanbul’a döndüğü söylenir. İstan-sitan; mekân… Buna göre, İslâmbol, İslâm “bol-pol”
olarak “İslâm şehri” iken, İstanbul’a dönüşünde “şehir mekânı” olmuş. Neticede, “polis-pol-
bol-bul”, şehir mânâsının ek olduğuna ses uyumları hâlinde değişerek birleşirken, “bol” ve
“bul” kelimelerinin Türkçe mânâlarıyla da anılır olmuş. Bu çerçevede, Bolu’nun da mânâsı
anlaşılıyor.
***
İstanbul: 550.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1549= 550.
Semud: Salih Peygamber’in kavmi: 550.
Kıyamet: 551= 1550.

BERZAH - İSTİKBÂL İSLÂMINDIR


İstikbâl İslâmındır: 980.
Şeriat: 980.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1980.
Teşri’: Yolu açık ve vâzıh kılmak. Şeriate isnad ve nisbet eylemek: 980.
Temsil: Bir şeyin AYNI’nı veya mislini yapmak. Teşbih etmek: 980.
***
“Allah, nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de!”; Allah’ın vaadi böyle. İmâm-ı
Rabannî’den, Esseyid Abdülhakîm Arvasî’ye gelen çizginin mânâsının, Hazret-i İsâ’ya
bitişikliğinde tecelli eden bir berzahta yol alıyoruz.
***
Berzah: Âidiyeti bakıldığı taraf olan, bir perde, bir geçit, bir ayna… “Abdülhakîm
Koltuğu”ndaki DELİK, bana BATIN ile ZAHİR arasındaki BERZAH’ı hatırlatıyor. OL emri
ile OLUR arasındaki dolaysız ve vasıtasız AYNI… Birdenbire zuhur!
Kün: Ol emri: 70.
Ayn: Göz. (İNSAN, Allah katında bakan bir gözbebeği gibidir.) Pınar, nehir. (Mecazî
olarak ruh için de kullanılır.) Zât. Kavmin şereflisi. Eşyanın hakikati. Tıpkısı. Muayene
etmek. Bir harfin ismi ki, ebcedi: 70.
EMR ÂLEMİ, Allah tarafından hiçbir mertebe ve tavrın vasıtası olmaksızın, ancak
“kün-ol emri” ile meydana gelen herbir şeydir. EMR ÂLEMİ, Mutlak Vücud’a izafetle ikinci
sebebtir. HALK ÂLEMİ’ne nisbetle, birinci sebeb. Tahkik ehli, HALK ÂLEMİ ile “Kün”
emri olmaksızın, EMR ÂLEMİ’nden meydana gelen herbir vücudu kastederler. Bütün
yaratıklar, ruh ve nefsin neticesi oldu. Zira Allah, RUH’u hiçbir sebeble değil, ancak Zâtı’nın
zâtiyetiyle izhâr etti; RUH’un EMR ile işaret olunması bundandır. Gayrını da RUH ile izhâr
etti ki, HALK da bundan ibarettir… HALK ÂLEMİ, sanki EMR ÂLEMİ’nde vücud bulanın
zuhur imkânı sıkıntısını gösteren bir kuvvetin neticesi olarak vücud bulan. Rüyâmdaki
koltuğun deliği de, sanki bu mânâya bir mecaz.
***
EL-HAKÎM; Allah’ın ismi… ABD-ÜL HAKÎM; Hakîm’in kulu, Allah kulu… Demek
ki Abd-ül Hakîm, en başta Allah Sevgilisi’nin bir sıfatı; bir sıfat ismi de HAKK olan O’nun.
O, Muhammedî Sır olarak, topyekûn varlığın KADER SIRRI’dır; topyekûn varlık İNSAN’da,
İNSAN da O’nda toplu.
***
Üstadım, Efendi Hazretleri için bir Noktalama’da, “Düşünün ben ne yüksek bir rütbenin
tutkunuyum — O’nun kulunun kölesinin kuluyum!” diyor; bu mânânın ne olduğu yukarıda
izah edildi. Sözkonusu mânâ çerçevesinde, “kâfir de, istese de istemese de, tersinden
gerçekleştirici” hakikatinin, her mevzu için geçerli bir hikmet olarak, “madem ki ben varım,
bu dava var!” diyebilene âit olduğunu, onun hayatından bir kesitle ve İSTİKBÂL
İSLÂMINDIR’a ilgi içinde görelim. Kendi ağızlarından, İSTANBUL’a geliş hikâyesi.

ERMENİ MESELESİ
İstanbul’a 1335 (1919) NİSAN ayında geldim. İstanbul’a gelişimin sebeblerini tafsilâtlı
şekilde bildirmek isterim. Tâ ki, o zaman çok küçük yaşta olan ve nereden nasıl geldiklerini
bilmeyen aile yakınlarımıza ve onların çocuklarına bu bilgiler tarafımdan yadigâr kalsın…
Şöyle ki: Vatanımız bulunan Başkale kasabası, bir zamanlar derebeyleri idaresindeydi.
Nihayet Hakkâri vilâyetinin ve sonra sancağının merkezi iken Birinci Dünya Harbi’nin
başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek onları istilâ ederken, vatandaşlarımız Ermeniler
silâhlandılar ve Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi
de tamamıyla soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, aile efradımız,
yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra İlâhî inayet
eseri olarak kasaba geri alındı ve ailece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü
gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. O sene Mayıs’ın ikinci pazar gününe tesadüf
eden Receb ayının birinci günü akşamı, düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye
yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere düştük. Mayıs’ın 12.
günü evlerimizi, akaretlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, camilerimizi tamamiyle yakıp
kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına
devam ederek Van taraflarını işgâl altına aldı. Van’ın şimâl cihetinde bulunan bazı Keldânî
aşiretleriyle Ermeniler ayaklandılar ve dünyanın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve
vahşete yol açtılar. O sırada hicret edenlere güney-batı istikametinde bir hicret yolu aramaktan
gayri hiçbir tedbir düşmez oldu. Bu istikamete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte,
çoğu kadın ve çocuk o kadar insan birikti ki, birkaç ordu kadar kalabalık belirtiyordu. Eli silâh
tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cebhede olduğu için bu kalabalık, tam bir ana-
baba günü manzarasıyla müdafaasız kimselerden ibaretti. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlardan
bu müdafaasız küme iki kısım olarak, biri Musul istikametinde çekilirken, öbürü civar kasaba
ve köylere sığınmayı tercih etti. Ermeni fedaileri bu perişan muhacirleri takib ediyor, genç kız
ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehid ediyor ve elde kalan silâh ve eşyayı
topluyorlardı. Zaho’nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve
hattâ hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Hükümet o günün parasıyla muhacirlere adam başına
3 kuruş tahsis ettiyse de uğranılan yerlerdeki memurlar bu paranın üçte ikisini nefslerine ve
ancak üçte birini muhacirlerden kendi adamlarına dağıtıyorlardı. Memleketinde hanedan
seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular. Aşağı tabakadan olanlarsa
memurlarla anlaşarak keselerini doldurdular. Böylece muhacirlerin yüzde sekseni mahv ve
telef oldu. Yüzde onu Anadolu’nun muhtelif yerlerinde iş bulabildiler. Bizimle beraber
Givardan Şemdinan’a ve oradan Ravandız’a kadar tam 29 gün ihtiyar kadınlar, küçük
çocuklar, ıssız çöl ve dağlarda, elimize ne geçerse kemirip Haziran’ın birinci gecesi
Ravandız’a hepimiz aç olarak girdik. Bir çokları memedeki çocuklarını sulara atmış, biraz
daha büyüklerini de kucaklarına birer parça ekmek bırakıp, dağlar, kayalıklar içinde
bırakmışlardı. Bunların hemen hepsi öldü. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde
Ravandız gibi harareti 40 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylül’ün 2. günü Erbil’e
çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrahim Efendi’yi kara toprakta Allah’ın
rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler Hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve
değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. O sene Kurban Bayramı’nın arefesine
rastlıyan Ekim ayının 9. günü Musul’a vardık. Musul şehrinde bazı ileri gelen
Müslümanlar’dan gördüğümüz yardım ve iyilikleri ancak Allah’ın ilmi ihata edebilir. Gavs-ı
Âzam Hazretleri’nin civarında sakin olarak Bağdad’ı yurt edinmek emelindeydik. Fakat o
civarda İngilizlerle muharebe azgın hâlde olduğundan Musul’u bırakamadık. Bağdad’ın
istilâsında hicretimizin ikinci yılı ve Musul’da ikametimizin 18. ayı dolmuştu. O sıralarda
kıtlık şiddetlendi ve bize yeniden yol göründü. Nüfusu 150’ye varan ailemizden bakiye 66
kişiyle Adana’ya geldik. 18 ay kadar da Adana’da yerli din ve ilim adamlarının yardımlarıyla
geçinerek ömür sürdük. Haleb’in düşman eline geçmesi üzerine Adana’nın da düşmesi
ihtimâline karşı bu defa ailemizden Adana’da toprağa verdiklerimizin haricinde 29 nüfusla
ESKİŞEHİR’e ulaştık. 1335 (1919) yılı NİSAN’ın ortalarında BURSA’ya gitmek üzere
İSTANBUL’a geldim. O zamanın Evkaf Nazırı tarafından Eyüp Sultan’da Yatılı Medrese’de
barındırıldık. Perakende aile fertlerini Allah’ın inayetiyle orada toplayabildim. Böylece
İSTANBUL’A DAHA EVVEL BİR HESAB SAHİBİ OLMAKSIZIN İLÂHÎ SEVKLE
GELDİM ve yıllarca süren mihnet ve meşakkat devresini kapatmış oldum. Bütün bunlar,
Mustafa Sabri Efendi’nin Şeyhülislâmlığı zamanına tesadüf etti.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (2. Bölüm)


MİTOLOJİ VE İÇGÜDÜ
Öğrenme teorisine bağlı davranış tedavisi, daha önce ruhî tahlilin uzun süre tartışmasız
olarak elinde tuttuğu birçok alanı eline geçirdi. Davranış terapistleri-tedavî uzmanları,
Freudçu kökenci inançların (mitolojik inançların) ve irsiyet ile ilgili görüşlerin, boş bir
inançtan başka bir şey olmadığına dair deliller ileri sürebiliyorlardı. Her nevroz-hafıza
rahatsızlığı, çocukluk yıllarındaki istenmedik sarsıntılara veya içgüdü ve irsiyete bağlı ilkel
arzularla, şuurlu hâli ve sosyal çevre şuuru arasındaki çatışmalara bağlanamadığı gibi, içe
dönük ruhî tahlille değil, kısa süreli davranış incelemesi ve tedavisi ile sağlanan
iyileşmelerden, ikameden de sözediyorlardı. Dolayısıyla, davranışçılığın, nevrozu mitolojiden
kurtardığı söylenebilir. Freud’un kendisinin bile, kendi insiyak-içgüdü teorisini bir “mitoloji”
olarak tarif ettiği ve içgüdülerden “mitolojik varlıklar” olarak sözettiği düşünülürse, bu
ifâdenin pek zorlama olmadığı anlaşılacaktır.
***
İrsiyet ve içgüdü’nün bir hakikati vardır ve bunu sadece Freud’çu görüşün izâhı içinde
görmenin doğru olmadığı, sadece psikoloji bakımından değil, sair ilimlerin de mevzuuna
nisbetle temas ettiği bilinen bir husustur. Eserde müessiri görmek, bizzat maddeyi ruhun delili
addetmek hakikati gibi, davranış psikolojisinin de bir hakikati vardır. İlme nisbetle
YAPMA’nın dişi olması, YAPMA’nın doğrudan kendisiyle ilgileniyor görünen davranış
psikolojisini, psikoloji ilminin tarifine daha uygun göstermektedir. Ruh hakkında bilgi sahibi
olmak bir yana, ruha nisbetle bir kâinat ve insan fikri de olmayan –Mutlak Fikre nisbeti
olmayan– psikoloji, aslında bütün ekolleriyle, “insandan çıkan ne varsa” genişliği ve
rastgeleliği içinde bir takım bedahetler etrafında ifâdeye geçmişken, “doğru ve yanlış”, “güzel
ve çirkin”, “iyi ve kötü” değerlendirmesinden uzak ve insanoğlunun arkeolojik psikolojisini
andıran MİTOLOJİ’ye benzemektedir. İnsan davranışlarının kökeninde mitoloji motifleri
ilgisi bulmakla, duyulaşmayı bekleyen hayâller gibi, insanoğlunun müşterek şuurundaki
doğum ve birikimi gösterdiği kabul edilen mitolojik verilerin günün hayâllerine, rüyâlarına ve
davranışlarına aksetmesi, neticede psikolojiyi-ruhî davranışları, doğrudan mitolojinin kendi
olarak gösterir. Bütün insan faaliyetlerinin temelinde RUHÎ ÇABA keyfiyetinin olması,
MİTOS ile bunun aynılaştırıldığı yerde, “arkeolojik psikoloji” nitelememizi, doğrudan güne
taşır.

TELEGRAM VE BU ESER
Mitolojiden, niçin bahsediyorum? Alt başlığı ZİHİN KONTROLÜ olan TELEGRAM
isimli eserimizde, Telegram seanslarında yaşadıklarıma kök ve tedâî olarak bir misâl teşkil
etmesi bakımından mitolojiden bahsettim. Gayem MÜZLER, RİTLER, vesile olunan rüyâ ve
zuhurat benzeri şeyler, hipnoz, istidraç nev’inden işler için, kestirmeden “bunalım geçirdi,
kafayı yedi!” propagandasına mani olmak üzere, çevreme anlatmaya çalıştığım şeylerin, –ki o
günün şartlarında, bu sadece benim çevremin değil, genel olarak aydın geçinen çevrenin
fakirliğini gösteren feci şartlar içindeydi–, sözkonusu mevzularla alâkasının gösterilmesiydi.
Sonrası malûm; 2009-2010’da, doğrudan mitolojiyi ele alan ve bu sefer Telegram’ı tedâî
olarak kullanan, “ESATİR ve MİTOLOJİ” isimli eserim.

YARDIMCILAR - VESİLELER
Burak Çileli, Telegram mevzuunun anlatımında, çaba ve eser yardımıyla, bana olan
inancıyla, sonraki yıllarda bu gayret yönünden, işin ağır toplarından. Ve farkında olmaksızın,
ESATİR ve MİTOLOJİ’nin ardından, okuduğunuz vechile bir tarzla bu eseri ele almamın
vesilelerinden. Vesile sırasında, asıl daima TELEGRAM bahsi olmak üzere, irili ufaklı birçok
tahrik edici saik sayılabilir. Bu çerçevede, benim doğrudan taleb ettiğim bir kitab olmaksızın,
gerektiği yerde gerekeni yapmak gibi, elime geçmesi gereken mühimlikteki eserleri gönderen
Receb Kumru’yu da, tabiî olarak o bilmeksizin, ESATİR ve MİTOLOJİ’den başka, bu eserin
tarzına vesile addediyorum. Avukat Ali Rıza Yaman: Mitoloji bahsine el atmam gerekince,
bana öyle âşina eserler getirdi ki, –kendi hakkımı yemeyeyim, eser, keyfiyetini anlayanına
verir!–, ESATİR ve MİTOLOJİ’den başka, doğrudan bu eserin muhtevasına da ağırlıklı
olarak sinecek olan. Yine onun elinden bana ulaşan 6 ciltlik MEKTUBAT ile Bahaddin
Yeşiloğlu’nun gönderdiği 2 ciltlik TEVİLÂT. Biri İmâm-ı Rabbanî, diğeri Muhyiddin-i Arabî
Hazretlerinin. Verilen eserlerin isimleri, anlayana çok şey söylemeli, bu ayrı dava; ama
ESATİR ve MİTOLOJİ’nin, zıddını tasarrufuna alma işinde, büyük heves aşılayıcı olduğunu
söylemeliyim. Doktor Hakkı Büyükalın’a gelince: TELEGRAM’a yönelik her şapşal yorumu
en baştan kesici bir anlayışla, mevzuya öyle bir girdi ki, benim “oluş zorluklarını sıçrama
tahtası yapma” diye formüle ettiğim ve tek olarak yaşadığım hâdiseyi, sanki kendine bir
açılım sahası yaparak beni de çoğalttı. Verdiği eserler ortada, vereceğini vaadettiklerini de
bekliyoruz. Onun, benim durumumu anlamaya ve anlatmaya çalışma sürecinde, RİT ve
MÜZLER’in ilgisinden doğrudan MİTOLOJİ’ye dalması, daha öncesi KUVANTUM fiziği
hakkındaki eseri, sanki benim hep aynı hesablaşmaya bağlı “İMÂN ve TEFEKKÜR”,
“MADDE NEDİR?”, “İNSAN”, “ESATİR ve MİTOLOJİ” ve nihayet elinizdeki eseri, bir
yönüyle onunla cilveleşmeye yönelik kılıyor. Uzun seneler, getirdiği malzemenin niteliğiyle,
TELEGRAM’ı bu eserin yazılışı için alt yapı olarak ilhâm eden Avukat Ahmed Arslan da
anılması gerekenler arasında. Buraya kadar yazdıklarım, bir teşekkür ve vefa işi sanılabilir;
ama öyle değil. Belki de bu sözle, sadece onları değil, yeri geldikçe anılacak olanları da,
“hizmeti cana minnet bilenler” cümlesinden diye ödüllendirmiş oluyorum; bir de, dava için
ateşte yanana hizmeti ona mihnet yükü hâline getiren olma ayıbına düşmekten, onları
kurtarmış oluyorum… Ve asıl gayem, NYMPHALAR’dan, benim için nasıl tersinden
gerçekleştirici olduklarından bahsetmek vesilesi olmaları; onlar düzünden, NYMPHALAR
tersinden!

PHALLOS
Sünühat: Akla, hatıra gelenler. Kalbe doğanlar… Telegram’da asıl ve esas, genel hatları
itibariyle cinsiyet mevzuu ile alâkalı olarak, akla ve hatıra gelenler değil de, akla ve hatıra
getirilmek istenenler, kalbe doğanlar değil de, içe doğmuş gibi telkin edilenler… Mitoloji ve
psikoloji ilgisinden bahsederken, en temel bahis olarak bunun görülmesi gerekir. Mitoloji,
ister gerçeğin masallaşması veya semavî dinlerin hurafeleşmesi, isterse alabildiğine serbest bir
hayâl ürünü olsun, bu hususta zengin malzeme verir; Freud’un, Oidipus kompleksi adını
verdiği ensest duygu tasviri teorisi, bir efsaneden alınmadır. Bolu’da cihaz başında olanlarına
NYMPHALAR ismini verdiğim TELEGRAMCILAR’a geçmeden önce, Doktor Hakkı
Açıkalın’dan, Phallos düşüncesi:
— “Dünya entellektüel ve filozofî azalarının büyük bir kısmı, insanoğlunun gayesiyle
alâkalı olarak şu ortalama değerlendirmeyi yapıyor: İnsanoğlunun, bütün faaliyetlerinin ortak
paydası olması gereken ve varlığının dinamik ilkesi olan gayesi bilinmemektedir. Modernite
bu suale cevab verebilirse, bütün davranış şekillerini açıklayabilecek, insanın temel
meselelerinin çözümüne önderlik edecektir. Gayesini bilmeyen insan! Hiçbir suâle cevab
veremeyeceği besbelli insan! Yaşanan inkılâb bu suâlin cevabıdır. Phallosa ircâ anlayışı
tasfiye edilmiştir… İnsanlığın başına Yahudi tıbbı tarafından musallat edilen Yahudi Sigmund
Freud ve onun Freudian mektebinin tahtında oturan Phallos (erkek tenasül uzvu) ideolojisi
tükenmiştir. Şu âna kadar insanlığa dayatılan nedir? Meâlen: Phallos bütün insanî
inisiyatiflerin temelidir. Phallos, erkeğin bütün yaratıcı enerjisinin kaynağıdır: Açıkçası,
hayatın üretici kaynağı Phallos bütün ihtirasların kaynağıdır… Evet, herşey Phallos’a ayarlı!
İnkılâb, bu aberrant (hatâlı) propaganda ve örgütlü saldırıyı boşa düşürdü ve tasfiye etti. Son
tecridde: Müjdemiz odur ki, İNKILÂB gelmiştir. Biz artık başkalarıyla polemik yapmak
değil, devrim sürecinin ağır mesuliyetlerini konuşmak durumundayız… Eskiden hiç kimsenin
çözemediği kadim el yazmalarının esrarı bugün artık çözülmüş durumda.”
Phallos: Bazı dinlerde erkek tenasül uzvunun timsâli. Embriyonda cinsiyet yapısı.

NYMPHALAR
Yunan mitolojisinde, herşeyin ona mahsus bir cini, perisi, bir ruhu, bir canı var; bir
esprisi var. Bütün kavramlar, var olanın varlığıyla isbatladığı bir keyfiyet olarak, bakış açısına
göre gerçek veya sembol bir varlık. Ruh ve düşüncenin gerçekleşmesi kabul edilen bir kâinat
anlayışında, varlığın en mütekâmili olan insan şuurunda nizamını veren kâinat, düşünce-
varlık-düşünce şeklinde aslına bakıcı bir süreçte gerçekleşirken, sözkonusu insan düşüncesi
mevzuuna göre İDE yolunda sergilenmiş kavramlardır. Benim, onlarla müşterek(!) bir kararla
NYMPHA adını verdiğim BOLU’daki Telegramcılar, aslında şaka ve alay karışımı ve
söylenişindeki hoşlukla birlikte, argoda lûgat anlamı dışına çıkan ve gruba mahsus bir
anlaşma dilinde yerini alan kelimeler gibi, onlardan bahiste yerini aldı. Meselâ hava basmak
tâbirinin veya şofben basmak tâbirinin, övünme ve fiyaka yerine kullanılıyor olması gibi.
Ama sadece bu kadar değil: NYMPHALAR, mitolojide, su kenarlarında yaşayan DİŞİ
esprilerdir. Bu hâlleriyle, yukarıda izâhını yaptığım kavramlaşmaya benzer bir mânâları
vardır; bana bunu hatırlatırlar. Telegramcı NYMPHALAR’a gelince, benim tabiatım-huyum
etrafında, benimle birlikte TESİRLERİYLE yaşayan, buna mukabil görünmeyen varlıkları
temsil ediyorlar. TESİRLERİ; zihin kontrolü, bu çerçevede konuşmaları, benim
söylediklerim, sövüşmelerimiz, elektromanyetik dalgalarla yapılan bu işlerin içinde, doğrudan
doğruya beyin ve duyu organı ilişkisi içinde, fizikî eziyetler. Telegram’ın başlangıcından beri,
tam onbir sene geçti ve hâliyle onbir satıra sığmaz. Zaten bu kitab da, onun hâlen devam eden
macerası içinde, doğrudan benim üzerimdeki tesirlerin fikrî verim hâlinde derlenmesi. “Sen
bana zehir yedirdin, ben şifâya tahvil ettim!” hesabı. Telegramcılar’ın ana sermayesi seks;
bunun etrafında uyandırılan korku ve onu kendi menfaatlerine göre verimlendirmek üzere,
şantaj. Bu çerçevede, hiç iz bırakmadan imha, delirtmek veya istediklerini yaptırabilecekleri
bir duruma sokmak. Hâlimi ve kahramanlığımı anlayana havâle ederek, Bolu’da
Telegramcılar’ın, yaptıkları işe “….. Dosyası hazırlıyoruz” dediklerini ekleyeyim. Ben,
kibarca “Seks Dosyası” diyeyim; ve benim bu hususta ehliyetimin hangi yüce mevkilere
kadar sarktığını, dosyayı hazırlayanların bilhassa kendilerinin anlatması çabasında olduğumu
da söyleyeyim. Söz seksten açılmışken, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın macerasına da,
doğrudan Telegram davasına bağlı bir mânâ içinde değinme durumum doğmuş oluyor.
Hakkım bâki!

MİTOLOJİ’DE NYMPHALAR
Yer yer hakkı teslim edicilikleri içinde, fikrimin muhalefet kanadında ve muhalefet için
muhalefet yapan, son beş senede Telegram’ı açık eden NYMPHALAR, mitolojide neydi?
Benim Telegramcılar’a yakıştırdığım bu ismin onlara ne kadar uyduğu eser boyu görülmek
üzere, mitoloji’de NYMPHALAR:
Kırlarda, ormanlarda ve sularda yaşayan “genç kadınlar”. Tarlaların ve genellikle
tabiatın dişi esprileri –perileri– olup, bunların bereketini ve lütfunu temsil ederler. Nymphalar,
Homeros destanında, Zeus’un kızları ve ikinci sırada İlâhî varlıklar olarak geçer.

NYMPHALARLA KONUŞMAMDAN
Bana, dişi olmadıklarını yazmamı hatırlatıyor NYMPHALAR; ve bu satırları yazarken
onlarla uzlaşmacı olup olmadığımın yoklanmasını da yaparak. Nymphalar, cihaz başında
bulunan Telegramcılar, dişi değil; ibne. Üçüncü cins dememi istiyorlar. İbne diye yazmamamı
rica ediyorlar; ardından “yazmazsan…” diye küfür başlangıcı. Hani, gerisini sen getir hesabı.
NYMPHALAR’ın dişilik vasfını, İLME nisbetle YAPABİLME işi üzerinde, benim fikrimle
zeki bir oynama içinde oldukları zaman, menfi mânâda anmak istemiyorum. Benim anlatma
hünerimce NYMPHA’yı ne mânâda kullandığımı göreceksiniz.
NYMPHALAR’ın klâsik pislikleri sırasında, klâsik bir lâfım ve ardından klâsikleşme
yolunda bir lâfım:
— “Ben size, daha işin başlarında, ortaya çıkın, zaman aleyhinize işliyor dedim. Benle
uğraşırken, sağa sola bakmıyorsunuz, sizin komuta kademesinin dosyası ortaya çıkacak
yakında…”
Ben bunu söylemeden bir gün önce, haber çıkmış da benim haberim yokmuş; ama hafif
bir tahmin şaşılığım ile. Yâni Deniz Baykal hakkındaki haber… Tam bu notu yazmıştım ki,
Müslüm Gündüz-Fadime Şâhin hâdisesiyle karşılaştırmalı bir şekilde vereyim derken,
NYMPHALAR, bir şey düşünürken bunu dağıtmak için hep yaptıkları gibi, ya başka birşey
hatırlatarak, ya bir kelime söyleyip beni onda sabitleyen söz ve elektromanyetik dalgalarla
–telkin verici diyeyim–, dikkatimi dağıtarak, mevzuyu piç ettiler. Buna devam etme hevesim
dağıldığı gibi, gece boyu devam eden fikri didişmeler ve mukabil sövüşmeler sonunda
yoruldum. İşin içine biraz üşütme, biraz günlük Cezaevi işleri, biraz dinlenme ihtiyacı vesaire
girince, yazım iki gün aksadı. Anlatımdaki dağınıklık dikkatinizi çekmiştir; sebebine de
değinmiş oluyorum. Bunun yanında, sözkonusu dağınık anlatım, bu eser için benimsediğim,
bana rahatlık vermesinin yanında, Telegram’ın havasını da verecek olması bakımından, şuurlu
bir üslûbu gösteriyor. Kuru bilgi vermek değil de, sizde İRFAN KIVAMI hâlinde yaşatmak
istediğim bir hamule; Mallarmé’nin, “şiir dili, nesneyi değil, sözkonusu nesneden
kaynaklanan etkiyi dile getirmelidir; şiir, mânâ yüklü kelimelerden çok, anlatılmak istenenin
ihsas gücüyle dolu olmalıdır” demesi gibi, ben Telegramdaki hâdiseleri, benim üzerimdeki
ruhî tesirler hâlinde ve bunu verimlendirme şeklinde vereceğim. Bana Kartal Cezaevi’nde,
“bu bir din ve ilim çatışmasıdır!” diyenlere, elbette din tarafında olarak ve bunun hikemiyâtı
hâlinde onların ilmini tasarrufa alma şeklinde… Böylece, birgün şöyle veya böyle ortaya
çıkacak olan cihazlarının ne ve nasıl olduğunu benim bilmemem ve bununla boş yere
uğraşmam yerine, bâki kalacak bir ses bırakmış oluyorum. Üzerimdeki tesirin ne olduğunu
anlatmak başka, nasıl bir şeyle yapıldığını bilmek başka birşey ya; cihazın niteliğine dair
tahminden gerçeğine yol bulabilecek olanlara ipucu verirken, bundaki yanılmalarım da işin
aslını zedelememiş oluyor.

KAVANOZ
Telegram cihazının marifetlerini, belki şaşıracaksınız ama, en özlü şekilde Üstadım’ın
Yevmiyeleri’nden göstermeden önce, her zaman bir yeniye âlet olan bana ithaf ettiği
Noktalamaları’ndan KAVANOZ isimlisi, tam onbir yıldır yaşadığım, daha doğrusu 60
yaşımın son onbir senesine, tam otuziki sene öncesinden işaret edendir, mânâyı anlayın:
— “Bir cümbüştür kopsa da gece yakamozlarda, — Münzevî balıklarız ayrı
kavanozlarda!”
***
Levha: 2 Temmuz 2005… Bir câmide, kalabalığın ortasında, ayakta, Mahmud Efendi
Hazretleri ayakta vaaz veriyor. Ben, babamla (Şerif Muammer) birlikte, oda gibi bir girintide,
cemaatle birlikteyim. Mahmud Efendi, gördüğüm bir Nasreddin Hoca resmindeki gibi zayıf,
gözlerinin etrafı Üstadım’ın gözleri gibi halka şeklinde, çukur, dudakları da hafif çıkık ve
belirgin. Yüzü de, tavır ve duruş hâlinde değil de, –ekşi yüzlü demeyeyim!– ciddi.
Konuşmadan sonra çıkışa doğru bizim yanımıza doğru geliyor; ona babamı tanıtıyorum.
Babam heyecanlı ve hamasi bir tavırla benim için, “onu sizin emrinize bırakıyorum!” veya
“sizin emrinizde!” gibi bir şey söylüyor. Mahmud Efendi de bana, “NİSAN’da…” diye,
geçtiğimiz Nisan’da olan birşey veya NİSAN ayı ile ilgili birşey söylüyor. Kafasında kavuğu
andıran bir sarık, küçük beyaz kavuk gibi, üzerinde de beyaz entari var.

***
KAVANOZ: 171.
NİSAN: 171.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1171.
Menaî: Ölüm haberleri: 171.
***
Münzevî: Yalnız başına çekilip kimseyle görüşmeyen: 113.
Salih İzzet Erdiş: 1112= 113.
Mahkeme: 113.
Sicn: Hapis. Zindan: 113.
Mücemmil: Güzelleştiren: 113.
***
Bahsi geçen rüyâdan üç gün sonra, tek kişilik hücreye alındım. Kartal’dan sonra sinsi bir
şekilde ve benim “Telegram kaçağı” dediğim hissettirmelerin ardından, 5 Temmuz sonrası
bütün haşmetiyle görünmek üzere, asıl işkence başladı.

JAPONLAR
Levha: 22 Aralık 1991… Bir yabancı turist kız… “Ğ” harfini soruyor… Ona, bu harfi
“G” gibi bir harfle karıştırdığını söylüyorum… Sonra o kız, sinema salonu gibi bir yerde ve
seyirciler arasında ilâhîler söylemeye başlıyor, hisleniyorum… Sonra ayrı bir bölmeye
gidiyorum… Almanya’dan gelmiş olanların topluluğunda, türkü söylüyorlar!
***
Ğ: Kef harfi: 20.
Rahman Suresî, 20. âyet: (Meâli: Aralarında kavuşmalarına engel bir berzah var): 2020.
Dahi: Eşine az rastlanır zekâ sahibi: 20.
Cêwî. (Kürtçe): İkizler: 20.
***
Gayn: Susuzluk. Ayn harfinden sonra gelen bir harf. Ğ harfi: 1060.
Büyük Doğu: 1060.
Sin: İNSAN. (İki kişi demektir.) Bir harf, ebcedi: 60.
***
Gayn: 1060= 61.
Büyük Doğu: 1060= 61.
Xevn. (Kürtçe): Rüyâ: 62= 1061.
Mehdî: 62= 1061.
Mütefekkir Mirzabeyoğlu: 1062= 2061.
Beyin: 62= 1061.
Müzavece: Çift olmak: 62= 1061.
***
Yevmiye: Vesileler ve bahaneler etrafında konuşurken, hep “nefese mihrak olan zât”a
hitabediyor ve bunu bazen sorulanı değil de, söylemek istediği başka şeyi söyleyerek yerine
getiriyor… “Peki, İslâm nedir efendim? Müslüman ve İslâm?” suâline verdiği cevab: Şu
Japonları alır mısınız? Müsbet ilimler tezgâhı kuruyor… Evine potinle giremezsiniz!
Dünyanın en geri, en olmaz şeyi olan alfabesini muhafaza ediyor… Bu ne iş? Bu misâlleri
görememek, anlayamamak ne iş? Döndü dolaştı bu iş şuraya geldi… Size burkuk gelebilir
sözüm… Bir şeyi tenkid hakkı o şeye mensub olanlara mahsustur; bu bakımdan
Türklüğünüzle iftihar edebilirsiniz, ben de iftihar ederim! Bunu söylememe rağmen… Ben
düşündüm taşındım, şu işe 15 yaşında başlamışsam, 60 senedir düşündüm; ırkî bakımdan
bizim çok münhat bir arazi sahibi olduğumuzu kabul ettim… Başka çaresi yok bu işi
halletmenin… Müşahede lâzım… ALLAH ÇEKTİRMEDİĞİ ŞEYİN NİMETİNİ
VERMEZ… Hakikaten ıstırab!
***
Yevmiye: 5 Şubat 1983… “Sorulanı değil de başka şeyi söylemeye” misâl, Ahmed
Kabaklı’nın “İslâm nedir, müslüman nedir?” suâline verdiği cevabın bir bölümü:
— “Bu makine gide gide öyle bir yere gidecek ki, bir âleme, beşerî hiçbir cehde yer
kalmayacak hiç…”
17 Ocak’ta bana söylediği de şu:
— “Benim bir misâlim var… Batı, makineyle, insan ruhunu burnundan
mandallamıştır… Nefes aldırmıyor!”
***
Üstadım, ruha yıldırım gibi inen nefs ve şeytan iğvalarından-aldatma ve oyunlarından
bahsederken, Hac’da gördüğü bir kısım manzaralardan dolayı üstüne nasıl bir HATAR
çöktüğünü, kalbine zehirli oklar atılışının can yakıcılığı ile misâllendiriyor… Hatar: İmâna
musallat, kalbe ânî gelen menfi hisler, tehlikeler… Bu eserde, Telegram marifetinin en
hainane işi ve gayesi hâlinde bunu göreceksiniz… Allah, çektirmediği çilenin nimetini
vermez… Bize, Telegram cihazının marifeti bahsinde, Üstadım’ın MAKİNE hakkındaki
sözlerini hatırlatan hâdise, Kartal’da, benim için bir hatar mevzuunu olmasa da, bunu andıran
şu sözler:
— “Bunun yüzde biri sende olsa, havandan geçilmezdi!”
Aklımdan geçenleri biliyor, ben cin işi mi bilgisayarlı bir âlet mi tereddüdündeyim,
onun veya onların o zaman farkında olmadığım bazı telkinleri hâlinde, onların ve karılarının
isimlerini hakaret niyetine söylüyorum, bunu bilmekten yine onların marifeti hâlinde içime
hoşluk geliyor… Bu devrenin devamı hâlinde yeri geldikçe anlatılacak başka hâdiseler; ve
nihayet, veli marifetini cihazla gerçekleştiriyor olma zannı içinde, bahsi geçen sözü söylüyor.
Dava, mücerret veli hakkını korumak ve içinde bulunduğum durum, veli hâli ile elindeki
cihaz marifetini aynı sanan bu ahmak karşısında, benim –şu ânda bu satırları yazarken de
olduğu gibi–, cihazın bedenime olan tacizi altında cevab verememem ve onun kendisini haklı
sanmasının öfke ve acizliği; ağır bir ameliyat geçirirken, komedyenlik marifetini göstermesi
istenen bir aktör gibiyim. Üstadım’ın, “en küçük veli, kalbinizden geçeni bilir; psikolojide de
bu, kalbten kalbe intikâl şeklinde bilinir!” demesi, cihaz marifetinin, insan cehdinin yerini
alması hakkındaki sözleriyle birlikte düşünülürse, düşmanımın cihazı yolundan geçtiğim
“elini küfre değdirse şeriat doğar” hikmetini gösteren hepsi birinci sınıf eserlerim, benim
HATAR bahsi ile birlikte işi asıl mihrakına –ÜSTADIM’a– bağlamaktaki haklılığımı isbatlar:
ONLARDAN… Beni kurtaracak olan da, merkezinde onların oldukları, onların yüzü suyu
hürmetine, vefat etmiş veya diri, himmetçilerden… Bu arada, faal kuvvetleri kendinde
toplayan ÇOCUK hikmetini de hatırlayın!
***
NYMPHALAR’a, bu düşüncelerim ile ilgili söylediklerine, müsbet hatırlatmaları bir
yana, şu cevabı veriyorum: Adam beni öldürmek üzere bir fiilde bulunuyor, ben
yaralanıyorum, şu oluyor bu oluyor, sonra bu etki altında ben, uçurumdan atılan adamın
üstündeki pardösüyü paraşüt gibi kullanması ile nihayetinde “gibi” değil de asıl, paraşütü icâd
etmişe benziyorum… Burada düşmanıma, “aman ne iyi yaptın!” diye bir tasvib, bir sempati
gösterecek değilim… Zaten hayat bu: Nereden ne aldığın değil, ondan ne ve nasıl yaptığındır
dava!
***
Eşyaya müteallik aşağı derecede keramet ile, kâfirin de sahib olduğu bir hüner hâlinde
kerameti andıran bir takım zuhur ve tasarruflar, bazen birbirine karışır: Birinciye keramet
denirken, diğeri “istidraç-sahte keramet” diye anılır. Bugün, teknolojinin vardığı seviye,
istidraç nevinden bir takım işleri başarırken ve bu ruhçuluğun aleyhine bir isbatlama
sanılırken, aslında tam tersi, sadece gerçek ruhçuluğun yaşayabileceği bir durum ortaya
çıkmaktadır; kısacası, ruhçuluğun makine karşısındaki üstünlüğü tescillenmektedir… Ruh,
Mevlâna Hazretlerinin CAN’ı “su üstünde bir ışık” diye tavsifi gibi, daima maddeyi kendine
delil kılan olarak, onun üstünde, yakalanamaz, kelepçelenemez… Diyeceğim o ki, ölecek
olsam bile, bu, düşüncemde pekişme hâlinde, ruhumun zaferini görmüş olarak
gerçekleşecek… Duam hep aynı ve samimiyetle: Allah, imândan ayırmasın!
İmâm-ı Cafer Hazretleri: Kim nefsi için nefsi ile mücahede ederse, keramete kavuşur.
Kim de Allah için nefsi ile mücahede ederse, Allah’a kavuşur… İstidraç ile keramet ve büyük
keramet arasındaki fark, bu ölçülendirme içinde mevcut.
***
NYMPHALAR’ın durumunu, daha en baştan –2005’den– beri, “şahsiyet bulma”
mânâsında bir “var olma” niyetlerine bağladığım için, bu eserin ismini “makine ve insan”
koymak istemiştim: Hem onların ruh tahlilleri, hem benim durumumu gösteren. Bunun içinde
şu mânâ da var: Ben de sizi, bizzat cihazı kullananların şahsiyeti ve çevresi diye tanıyorum.
Bu, bir meydan okuma idi… Geçen zaman içinde, onların durumu ve şahsiyetlerinde, daha
önce bahsettiğim gibi, toplum ve devletin bünyesini okur oldum!

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (3. Bölüm)

NLP
NYMPHALAR’a ısrarla, “ortaya çıkın, derdinizi söyleyin, xxxx!” diyorum; herhâlde
çarpı işaretlerinin sövme olduğunu anlıyorsunuz. Bunun bir sürü de canlı şâhidi var.
Böyle bir giriş yapmamın sebebi; şu ânda NYMPHALAR’ın NLP (Nöro Linguistic
Program-Beyin Dilini Programlama)dan bahsederken, Kartal’da cihaz başında bulunanın ismi
ve görüntü ve ses hâlinde bana gösterip konuşturduğu kişinin ismini söyleyemememden
kaynaklanıyor. İsimler takma olabilir, bu yüzden delillendiremem, isimler gerçek olabilir,
TELEGRAM’ı isbat kabil değil. Uzaktan elektromanyetik dalgalarla gerçekleştirilen ve hiçbir
fizikî iz bırakmadan dengesiz-delice-deli bir tip ve organizmada buna şâhitlik eden
sarsaklıklar meydana getirebilen, hattâ sadece psikolojik tahribat değil, doğrudan doğruya
öldürme işini yapabilen bu cihaz, benim yönümden sadece elektromanyetik dalgaları
yakalayabilmemle(!) isbatı kabil bir nesne. Öyle ki, bunu bilenler bir yana, NYMPHALAR
bile bana “delilin var mı?” diyebiliyor. Bu demogojilerini benim bizzat onlara karşı
kullanışım yeri geldikçe anlatılacak: Benim onlara söylediklerim hakkında, “delilin var mı?”
demeleri üzerine, “delil bizzat tesbit eden olarak sensin!”, yahud “ben seni
delillendiremiyorum ki!” şeklinde hoşluklar. Netice olarak mesele, kanun duvarına çarpıp
çarpmamakta düğümleniyor… NYMPHALAR’ın şimdilerde etkisi yitik nakaratlarından biri,
güzel bir misâl:
— “Sana, ne diyorlar derlerse ne dersin?”
Bu suâlin cevabını verecek olan ben, bunu söylemiş olarak kalacağım, onlar tabiî olarak
ortaya çıkmayacaklar, böylece ben kendi kendimi hem öyle hem böyle rezil ve komik duruma
düşüreceğim.
İşin en bıktırıcı yerinde, ortaya çıkmaları için, 600.000 kişiyi idare edeni adlı adınca
söyleyerek ve “mertebesi” belirtilmiş bir şahısla ilişkisi kasdıyla, kanunî suçunu da
yüklenmeyi göze almış olarak, şöyle diyorum:
— “Onu xxxxxx’in ismini istiyor musun?”
— “Delilin var mı?”
— “Ben seni bile delillendiremiyorum ama, gelirsen, görünürsen, sana vereceğim!”
Beni, isimleri yazmadığım için “korkuyorsun!” diye şaka karışımıyla tahrik eden
NYMPHALAR, isimleri enayi durumuna düşmemek için yazmadığım hususunda, bir çırpıda
bu izâhı yapmamın vesilesi oluyorlar. İzâh yeni değil, kafamda; yazıya bu bölümde
geçmesinin vesilesi yeni.
***
Kartal’da, cihazın başındakine ARAR diyelim; mahkemeden sonra, arabada kendini
Kenan ve binbaşı olarak tanıtan kişinin –ki, bu hususta iki şâhidim var–, Telegram’da 35
yaşından 70 yaşına kadar değişen ve bu yüzden yine TELEGRAM’da “aktör” diye bir ara
söylenen büründüğü rolü, bütün görüntülerine şâmil bir mânâ olarak aynen alıyorum: Aktör
Kenan veya sadece Aktör veya Kenan diye alalım… Evet: Kartal’da, görüntüsüz bir ses
olarak, ARAR, yaptıkları işin “beyin dilini okumak” olduğunu söylemişti. Linguistic, her ne
kadar “dil, dile âit, dille ilgili” mânâlarına geliyorsa da, biz de tasvib etmeyerek bu mânâda
kullanmış isek de, “beyin dili” tâbiri uygun değil: Sanki, beyin ve düşünce arasındaki farkı
dikkate alırsak, “beyin dili” ve “düşünce” deyince, bizzat uzuvun dil diye nitelemesiyle,
düşüncenin aynı şey olmasından bahsediliyor… Dil’den kasıd, “logos-nizâm ve düzen”
mânâsıyla alınırsa, “BEYNİ DÜZENLEME” tâbiri daha doğru olur: “Neurology-
sinirbilim”in, gerek kendi öz ilmi, gerek asabiye ve “telegram işkencesi” hainliğine doğru
NLP, beyindeki mevcut programları değiştirme mânâsını bu tâbirde gayet güzel anlatıyor…
Bunun yanında, NLP için, “ıslah dili programlama” tercümesi de uygundur.

NÖRO
Beyinin mânâsı, birbiriyle ilişkili olarak, hem organ, hem organın madde değerlendirici
fonksiyonu, hem düşünce rolü bir arada ele alınarak, NLP terkibinde nöro: Her insanın, dünya
gerçekliğine sadece görme, işitme, hissetme, koku alma, tat alma duyuları aracılığıyla
ulaşılabileceği görüşüne dayanır. Beş duyu ile alınan bilgiler kişi tarafından değerlendirilir.
Değerlendirilir; yâni, şahsî-mücerret bir gerçeklik tablosunda, zihinde, “gereksiz”den “benim
için çok önemli”ye kadar basamaklandırılır veya moral kategorilerine göre sınıflandırılır ve
öğrenişine göre yapılandırılır. Bunlar çoğu zaman, mevcut sosyal-siyasî düzenin
şekillendirdiği “şuur süzgeci” programına uygun olarak kaydedilir ve ihtiyaç durumunda
belirli bir sisteme göre çoğalır. Kişinin kendi dünyası ve ilişkilerine dair idraki, hattâ ferdî
düşünce ve davranışları da, bu temel üzerinde gelişir.

LİNGUİSTİK
Düşünce faaliyetlerimizi dil aracılığıyla düzenlediğimizi, kendimizi başkalarına
mücerret olarak anlattığımızı ve dolayısıyla başkalarının anlattıklarını da bu şekilde
anladığımız düşüncesini ihtiva eder. Buna göre: Kullandığımız dil hatıralarımızın aynasıdır.

PROGRAMLAMA
Bir insanın değerlendirme ve davranış şekli, değiştirilebilir, yerine başkası ikame
edilebilir düzenlemelerden –programlardan– oluşur. Meselâ caddeyi güvenli geçmek için,
yaya geçidinin uygun olduğu öğrenildi; bu tatbik edilir. Ama çeşitli sebeblerle
kullanamadığımız bir yaya geçidi ile karşılaştığımızda, ya basit bir faaliyetimizi birkaç yüz
metre yürüdükten sonra gerçekleştireceğiz, yahut o öğrenilen doğrunun lüzumsuz
yorgunluğuna katlanmadan, pratik bir usûle başvurup sözkonusu bomboş caddeyi yürüyerek
geçeceğiz… Bunun yanında şu örnek: Sigara, alkol, kör cesaret, başarısını son ânda kendi
kendine mahvetme veya diğer şekiller, her zaman aynı hatâları yapma ve kendine sınırlar
koyma programlarına ne demeli? Bunların yerine NLP ile yeni programlar koymalı…
***
Daha ziyâde, insanın günlük hayat problemlerini aşmaya yönelik bir motivasyon-
kabiliyetlerini hedefe doğru kışkırtma işi olarak psikolojik bir teknik, usûl ve amaç
bakımından da pek çok yol ve tavsiye çeşidi olan NLP, araç ve insanla başkasının dikkatini
çekmeden nitelikleri çeşitli zor kullanma ve kişiyi kontol altına alma ve yönlendirme işi olan
TELEGRAM’la, gaye-rıza ve mahiyetleri ayrı olmakla birlikte, “BEYNİ DÜZENLEME” ve
“ISLAH DİLİ PROGRAMLAMA” şeklinde birbirini tedâi eden yönlerinden dolayı andığımız
bir mevzu… Bir şeyi, bilinen veya daha kolay anlaşılabilecek bir şeye temasla anlatabilme
ihtiyacı. Bu ihtiyaçla ilgili olarak ikaz edelim: Okuldan, bir meslek öğretmeden, reklâmdan,
propagandadan, psikolojiden, tıbtan, doğrudan beyinle ve onun fonksiyonları ile ilgili
nörolojiye, en genel anlamda eğitimden en özel branşlara kadar herşey, neticede o mevzu ile
ilgili beyni düzenleme ve ona göre ıslah işidir; aklı kullanmak üzere mantık zarureti gibi.
Neticede: TELEGRAM’ı anlatırken temas edilen veya misâl olarak kullanılan mevzularla,
bizzat TELEGRAM’ı birbirine karıştırmamak lâzımdır. Bu, mevzuyu piç etmesinden
TELEGRAMCILAR’ın işine yaramakta, TELEGRAM’a alınan kişiyi anlayanlardan(!) dolayı
büsbütün zor duruma düşürmektedir; en sonu büsbütün sükût, teslimiyet veya delirmek gibi.
Cihazın fiziki tesir olarak beyin-vücud üzerindeki haşmeti bir yana, o yoldan olanları çekmiş
ve olabilecekleri de göze almış şekilde, söz konusu yara üstündeki sinek rahatsızlıklarını
kabullenmiş olarak, tek başıma anlatmaya devam ediyorum: İmdad meselesi bazı dostların
umurunda, ama yetmiyor. Bu izâhlar çerçevesinde, ayağına bir ağırlık bağlanarak suya atılmış
adamın, –o şekilde yaşama müddeti içinde–, suyun altında gördüklerini ve hissettiklerini
anlatmasına benzer, anlatıyorum; ayağımda ağırlık, suyun içindeyim, hâlimi bildiklerinize
kıyas ederek, suyun altında olduğumu anlayın hesabı. Sakın, “suyun altındaki adam nasıl
konuşabilir!” diye MİSÂL’e takılmayın!

“TELEGRAM” NE DEMEK?
Kartal’da, nedendir bilmem, bana pek hevesli olduğu hissini veren görüntüsüz bir
konuşmayla ARAR, “söyle bilsinler, TELEGRAN de!” diyor. Bunu birkaç kere tekrarladıktan
sonra, “Telegran değil, TELEGRAM, TELEGRAM!” diye, giderek, TELEGRAM’ı, telegr
kısmı atılmış olarak, mustakil bir kelime olan kısmı her “Telegram!” deyişinin ardından
birkaç kere vurgulu, söylüyor. O güne kadar, anlattıkları doğru, ama bugün de tabiî olarak
niteliğini tam bilmediğim cihaz ve –Kartal’da cin işleri de dahil– YAPILIŞ şekli hakkındaki
bilgilendirmeleri çelişkili ben, sözkonusu TELEGRAM kelimesini, bana yapılanın
aktarılabilmesi bakımdan önemli diye, o şartlarda ne kadar sevinçli olunabilirse o kadar,
Avukat gününü bekliyorum. O gün: İçeride pişkin, yahud hâlimi ve yapılanları anlamak
isterken anlayamamaktan dolayı şaşkın, anlatmış olduklarımı mânâlandırmak isterken,
teşhislerde birazcık isabetli yahud beni büsbütün yalnızlığa iten yanılmış, şöyle veya böyle
TİPLER. Ben onların gözünde ne isem o, onlar da benim gözümde böyle donuk resimler.
“Bana, yaptıkları işin isminin TELEGRAM olduğunu söylüyorlar!” diyorum; “Telegram ne
demek?”… Sadece ne dediklerini aktarmış olmuyorum, aynı zamanda tek başına kalan ve
alelâde işler cümlesinden olan şeyler hakkında bile isbat edebilme şansı olmayan ben, eğer
bilmediğim şekilde benle kouşan olmasa, “bilmediğim bu kelimeyi nasıl söyleyebilirim?”
gibi, onlara bir inanma ve itminan hissi de vereceğimi umuyorum. Tek tek tasvirine, şu ânda
NYMPHALAR’ın avını bekleyen timsah gibi, bir yandan yoklamaları, murad olarak da menfi
niteleyeceğim durumlarda bunun yazıya dökülmesinden memnun olacak olmaları yüzünden
geçmediğim tiplerden biri –diyelim!–, omuz silkmesinin eşlik ettiği bir lâkaydi ve “beni
mazur gören” ve bunu bir telkin havasında, “ne var ki bu sözde?” dercesine cevab veriyor:
— “Telegram, telegraf demek…”
Hâliyle, “dam üstünde saksağan” misâli bir soru sormuş oluyorum. Yahu, bunu kimden
duydu, nasıl duydu, daha önceki söyledikleriyle münasebeti, işin altı-üstü filân, alâka dışında.
Ve öldüren buse gibi şefkat:
— “Merak etme, merak etme, geçer; herşey iyi, iyiye gidiyor!”
Herhâlde anladınız; “şefkat” kelimesinin önünde, müstehzilik ifâdesi olarak, parantez
içinde ünlem işareti koymalıydım, ama ardından gelen iki nokta üstüste yüzünden
koyamadım. Onu, zekâ ve anlayış yönünden değil de, bir anne gibi hissen bana perçinli
gördüğüm-bildiğim için, herkesin içinde azarlayamıyorum da. Anlattıkça batan adam olarak,
o psikolojide tek kişi kaldığım koğuşa dönüyorum.
***
Telegram; telegraf demek, haber demek. Zihin kontrol ve yönlendirme işine,
TELEGRAM denilip denilmediğini hâlen bilmiyorum. NYMPHALAR, alaylı bir şekilde,
yaptıkları iş büsbütün esrarengiz bilinsin hevesi de içinde olarak, uluslararası literatürde böyle
denmediğini söylüyorlar. Ben de, “ARAR benle alay etmek ve alay etsinler diye böyle bir şey
söylediyse bile, bu, meseleyi anlatırken bana yardımı bakımından, benim koyduğum bir isim
diye kabulümdür” diyorum. Alay edilmek bir yana, yaşananı anlatmak bakımından, yakışıklı
bir adama “Cemâl” ismi gibi, tam uygun; ve alay için söyleyeni, kendime hizmet ettirmiş
oluyorum. Yoksa da, bu işe bu isim, literatüre benimle girmiş olsun!
***
Sene 2003-2004… Bolu’da, ücretli diş doktoruna diş yaptırırken, söyleme ihtiyacını
duyduğum bir husus:
— “Hani, ayağı kesilen bir adamın, henüz bunun farkına varmadan, doktora ağrıyan
ayağından bahsetmesi gibi; acaba benim diş etimin, dişim varmış gibi - diş sızlaması gibi
sızlaması, TELEGRAM’la yapılıyor olabilir mi?”
Bu soruyu sormadan önce, zihin kontrolü mânâsına TELEGRAM niyetiyle, “Telegram’ı
biliyor musunuz? Ben Telegramlıyım!” demiştim. O da, “bildiğini” söyledi. O zamanlar
elektrik kaçağı der gibi, “Telegram kaçağı” dediğim birşeyler oluyordu. Tek kişilik hücreye
geçişimden sonra, Kartal’daki gibi klâsik başlayınca, benim “herkes biliyor” zımnında
söylediklerimle alâkalı olarak, diş doktoru bahsine, o zaman isimleri henüz NYMPHA
olmayan TELEGRAMCILAR, onun bir Polonya televizyon kanalının ismini kasdettiğimi
sanarak “evet!” dediğini söylediler. Dolayısıyla, “TELEGRAM’la diş etimin sızlaması
arasında ne alâka var?” komikliğine düşmüş oluyordum. Mutlu oldular!
***
TELEGRAM isimli bir kitabım var; malûm. O isim altında, aynı şeyin veya benzer
şeylerin, ayrı ayrı usûllerle gerçekleştirilebilir olduğunu gösteriyorum. O eser, bu eserin
altyapısı hâlinde, “böyle şeyler oluyor” diye bildirmek, onlara kefil olduğumu, kendimin de
bu “zihin kontrolü” denen şeye, en hainane muradları hâlinde muhatab edildiğimi duyurmak
ihtiyacından doğmuştu. Kendi hâlimi anlatışımda, bana tatbik edileni özellikleriyle daha
tafsilatlı malûmatla aktarmak üzere, gerçek ve tahminlerimi test etmek için malzeme
toplarken, ismi topluma “Dost tarikatı” diye duyurulan şaman türü müsvedde bir anlayışın
başı İhsan Güven isimli kişi ve eşi, öldürüldü. Dolayısiyle, epey engellemelerle Cezaevi’nden
çıkmış ve basıldıktan sonra bizzat yazarının, yâni benim elime BİLE ikibuçuk-üç ay sonra
aynı engellemeleri aşarak geçmiş kitabın arkasından, anlaşılır sebeblerle bu eserin yazımına
başlanılamadı. Bir sene sonra, tek kişilik hücreye getirildiğimde, ilk ele almaya niyetlendiğim
ve kitablık olarak çalışmaya başladığım bu eser, 30-40 sayfalık bir çap içinde ve Telegram’ın
şiddetlenmeye başladığı bir sırada öylece kaldı. Hastalığı realite olan bir adamın, bu
hastalığını kendi teşhis edemiyor diye yok sayılması mümkün mü? TELEGRAM bahsinin bu
türlü, TELEGRAMCILAR’a sağladığı bir örtülü ödenek - imtiyaz tarafı var. Sanki, seni hasta
eden doktora hastalığını anlatırken o sırıtıyor ve yanındaki bilen ve bilmeyenler de, hatâ bir
yana, gerçeklere de sırıtıyor. Resmiyet önünde bu işin durumu o. Öyleyse ve benim için
aslolan olarak, bana biçilen ve içine girmemek için direndiğim deli gömleği ve bu soydan
küçük düşürme amaçlı bu işi, ölsem de mühim değil, ama benim durumumun zannettirmek
istedikleriyle alâkası yok niyetine, daha sağlama bağlamak üzere, akıllı-uslu başka eserlerin
arkasına bıraktım. Pek de iyi oldu; yeni TELEGRAM sayesinde, onlar bende sağlama
yaparken, ben de eskisi beraber sağlamayla, daha aydınlık anlatıma ve şartlarına kavuştum.
Yâni, mevzuyu anlatmak, hem benzer film, kitab, televizyon yayını, basın ve elbette
TELEGRAM’la bir altyapı sağlanmış olduğundan, hem de yeni tecrübelerim ışığında
kolaylaştı… Bu arada, TELEGRAM ismini de açmam, kelimenin tarafımdan niçin tercih
edildiğini bildirmem zarureti doğdu.
***
TEL: “Telegraf - telefon - telegram”ın kısaltılmış şekli.
TELEGRAM: Telegraf, telegrafla yollanan haber.
TELEGRAF: Elektrikle çalışan bir cihazla, mors alfabesi denilen işaretleri, mukabili
olan bir cihazda tesbit etmek, sonra onları bildiğimiz harflere döndürmek. Uzak yerlerle
haberleşme.
TELEGRAM’ın, telegraf ve telefondan farkı, mukabilinde cihaz yerine insan beyni
bulunması; yâni zihin kontrolüne verdiğim ismin sebebi, bu benzeteme içinde karşılıklı
haberleşme. Bu haberleşme de, bildiğimiz konuşma şeklinde anlaşılırsa, inisiyatif
TELEGRAMCI’nın elinde. Bildiğimiz türden karşılıklı konuşma imkânının dışında,
TELEGRAMCI, düşünceleri senin suskunluğunda da, ister sorduğu zaman, isterse
alelâdeliğin içinde, bu marifeti de sana baskı unsuru olarak kullanmak üzere alabilmekte.
Bütün duyu organları ve vücud fonksiyonları beyinde toplu ve bu yoldan vücuda tesir
edebilme işi de neticede sözkonusu amaca bağlı olduğuna göre, her biri ayrı ayrı ele alınabilir
marifetlere sahib cihazı ve eserlerini TELEGRAM ismi ve kavramı altında anlatmayı uygun
buldum-buluyorum. Cihaz, sanki ayrı fonksiyonlara sahib tekniklerin birleşimi gibi: Bu
yüzden de, bazı anlattıklarımdan mevzuları itibariyle bazı şeyleri anlayanların söyledikleri,
parça-bölük bir mübhemlikte kalıyor.

GÖZALTI - YÖNLENDİRME - KONTROLE ALMA


Vefat edeli kaç sene oldu bilmem, Psikiyatri Profesörü Ayhan Songar, bir televizyon
programında, kendi deyimiyle “lâtif şaka” veya “lâtife”ye misâl olarak, bir gençlik hatırasını
anlatmıştı. Sözkonusu hatırayı, TELEGRAM’da cihaz hüneri ile birlikte, mağdurun
çevresinde bulunan insanların bilerek veya bilmeyerek kullanılması, onun yönlendirilmesi,
şartlandırılması ve KARTAL’daki ismiyle GÖZALTINA ALMAYA da misâl, anlatalım;
kıyasen, benim durumum gibi, GÖZALTI’nın sadece bir yere tıkılma değil, aynı zamanda dış
yüzden normal şartlarda ve en yakınların arasında bile kontrole ve yönlendirilmeye dair
mânâsı anlaşılsın. TELEGRAM’da gözaltı budur, her ne kadar BOLU’da bilinen tecride
GÖZALTI ismi veriliyorsa da. İkisinde de, klâsik polis sorgulaması gibi sorgu sabit,
fazlalıkları anlattığımız ve anlatacaklarımız gibi “farklı amaçlı”; bu satırları yazarken, “polis
sorgulaması gibi” lâfım, NYMPHALAR’a hava veriyor gibi… Gelelim hâdiseye:
Ayhan Songar ve arkadaşları, henüz genç bir doktor iken, galiba Bakırköy Akıl
Hastahânesi’nde, bir gece nöbetteler. Bir arkadaşları, deli gömleği giyiyor ve bir koridorun
köşesinde saklanarak, gelmekte olan genç bir hanım doktorun âniden karşısına fırlıyor; onun
zırdeli rolünde çıkardığı gürültü patırtı vesaire, hanım doktor şok geçirerek başlıyor çığlık
atmaya. Gürültüye, hasta bakıcı ve hademeler yetişiyor, deli rolündeki doktoru kıskıvrak
yakalıyorlar. Bu esnada, genç doktorlardan biri, şakacının rolünü gerçek deli zannedilmesine
döndürmek üzere, adamlara onu tanımamış gibi yapmalarını fısıldıyor. Düştüğü durumdan
dolayı paniğe kapılıp, “ben doktorum!” diye bağırıp çağıran şakacıya, tutanlar, “tabiî tabiî!”
diyorlar ve öbür doktorların direktifiyle onu bir hücreye atıyorlar. Sahte deli, oldu mu istenen
şekilde, kendinin deli olduğu zannedilmesinden korkan biri!
O, sabaha kadar panik içinde, “ben filâncayım, doktorum!” diye bağıradursun, ortada
şaka olduğunu bilmeyenler için, bizzat söylediği deliliğin alâmeti; kendini doktor sanan bir
deli, hücrede bağırıp duruyor!
Kimbilir aklından korkuyla neler geçti? Herhangi bir püften sebeble onu orada unutsalar
ve eşek şakasına doğru nöbet bitiminde Hastahâne’den ayrılsalar, yeni gelen ekip de onun
sesini tanımasa veya orada tanımayanlar görev yapsa? Veya sakinleştirici verme vesaire
derken, o gün yapacak olduğu çok mühim bir işi yapamayacak olmasından dolayı paniği
katlansa?
Bir gece mezarlıkta, bir mezara girip de ölü defnine mahsus şekilde gömülen ve sadece
küçük bir hava deliğinden gelen havayla yatan adamın duyguları nasıldır?
TELEGRAM’da, Metris hâdiselerinin hemen akabinde bir linç psikolojisine maruz
olarak ve tecrübesizliğimle, hususen KARTAL ve Bakırköy’de, 2005-2007 arası –bu
NYMPHALAR’ın hoşuna gidecek bir söz olacak!– o başarıyı yakalama çabası içinde
BOLU’da, yaşadığım hava hissediliyor mu? İşe devam edilen bir süreçteyim.
Bir insanı, hangi şartlarda ve ne zannettirerek, nasıl tecrid edersen et, çevreye karşı
gerçekliği o olur; ve bu gerçeklik, onu oldurulmak istenendir. TELEGRAM’da, ya delirerek
geberirsin, yahut robot olursun işi. Görünüşte herşey normaldir, farkında olmadan belki
yakınların bile yardım zannında iken kullanılan; veya tehdit ve şantaj vesilesi.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (4. Bölüm)


“BEYİN KONTROL”
Her ne kadar bu işin merkezinde ben varsam da, METRİS CEZAEVİ’nde 1999’da
meydana gelen hâdisenin, bereketi(!) ve bereketi hâlinde, etrafımızda örülen sağırlık duvarı
içinde, 2000-2002 ve 2005-2007 arası öldüresiye şiddetle, 2000’den bugüne kesiksiz devam
eden TELEGRAM hakkında, benim anlatabildiğimi anlıyan, anlamayan, yahud anlamak
istemeyen ahmaklıklar içinde, bugünlere geldim. Dikkatinizi çektiyse, hadiseyi bereket(!) ve
“bereket” diye niteledim. Bu arada, doğrudan mevzu veya onun davet ettiği meselelerin
muhasebesi olarak, SEFİNE’den başlayıp, 15 cilt eser yazdım. Bütün cehdim, en azından “bir
şey yapılıyor, ne ve nasıl olduğunu bilmesek de” şeklinde bir alâka oluşturmaktı; çok şükür
oldu. Bugün ise, eğer ben beklenen isem, bunun şartları cümlesinden olarak bu iş şöyle veya
onu bitiren ve beni getiren şartlarla bitecek; eğer ben değil isem, eserlerimin yolda temel taşı
olma mânâsı bâki, yine şükür makamındayım ki, Allah bana sahte bir geliş vermeyecek.
Üstadım’ın bana tâ 1982’de bir YEVMİYE bahsi olarak söylediğinin Hakk-el yakîn’ini
yaşıyorum: AKSİYONLARINI BİZDEN ALIYORLAR… Bize yakın veya düşman, kim ne
yapıyorsa yapıyor veya yaparsa yapar, Allah’ın dediği olur. Daha önce söyledim: Bu,
“mademki ben varım, bu dava var!” diyebilene kendini verimleriyle veren bir mânâdır. Biz
bunu, dünya çapında bir oluş içinde seyredeniz, göreniz.
***
“Zor günlerdi” diyeyim; henüz tasvirine girmiş değilim. Kuru kuru hâdise anlatmak, hiç
anlatmamaktan beter bir anlayışsızlığa ve soytarı yorumlara döndüğü ve dönebileceği gibi,
kimseye bir faydası da yok: Bana bir şey yapıldığına inananlara bile. İşin bu tarafı, etrafımda
uyandırılmaya çalışılan “kafayı yedi” çabasını kırmak içindi, o iş Allah’ın izniyle hezimete
döndü. METRİS, bir milletin, beklenen bir tarih için dünya çapına gebe bir çekirdek hâlinde
uyanışının MÜJDESİDİR!
***
Evet; zor günlerdi. Şu ânda elimde, Avukat Ahmed Arslan’ın getirdiği, 17 Temmuz
2007 tarihli bir gazete makalesi var: Yazı Güler Kazmacı’nın ve kendi internet sitesinde de
yayınlanmış. Başlığı BEYİN KONTROL. Bizim mevzudaki pek çok uyduruk, yahud beyin
kontrolü adı altında değişik amaç ve mevzulu pek çok şeyin, ona karıştırılması yüzünden,
Güler Kazmacı’nın yazısını benimkine en yakın gördüm ve o günlerde bir ilâç gibi geldi. Eğer
anlatılan ben olsaydım, sorulsaydım, daha gerçeğe yakın olurdu. Makalenin üstüne, BİR
ADAM YARATMAK diye, Üstadım’ın piyesinin ismini yazmışım: Şimdi NYMPHALAR’ın
elektronik dikizi altında bunları yazarken, hatırladım. 2004 yılında, bu piyesin mahkûmlar
tarafından oynanacağı, bunun için adam seçileceği anons edilmiş, kapalı spor salonu bir
seneye yakın düzenlenme faaliyetlerine mevzu olmuştu. Başkasını bilmem, bizim için haftalık
spor programı askıya alınmıştı. Uzatmayayım: Cezaevi’ndeki gürültülü patırtılı işleri, o
piyesin oynayıcılarına âit bir çalışmaya gidiş gelişler ve salondan gelen gürültüleri bununla
ilgili sanırken, tek kişilik hücreye alınmamdan sonra bunların, benim etrafımdaki kurguya âit,
koridor çalışmaları olduğunu anladım. Sözkonusu piyesin oynanmamış olduğunu
öğrendiğimde, böyle bir faaliyet yapıldı diye bir kaset çekimini, çalışma grafiklerini yüksek
gösterici diye edindiklerini sandım: Meğer öyle değilmiş. Miş vezninde bildiğim böyle: Tam
bildiğim, benim etrafımdaki kurguya âit, koridor çalışması yapıldığı. Piyes olmasa da,
çalışmaya yakışan isim: BİR ADAM YARATMAK. Ve sözkonusu piyes çalışması
kamuflajına bu ismin seçilmesi, benim için espri olurken, onlarda bir niyet ve alay belirtiyor.
Bir insanın alay ediyorum zannederken, alay edilecek duruma düşmesi ne fena!
***
Güler Kazmacı’nın makalesi, kısaltılmış olarak şöyle:
— Malûmunuz, artık elektronik icadlar “büyü gibi”, ama korkarım bizim gündelik
hayatımızdan çok, “savaşçılar”a yarıyor.
— Bakın, internette yayın yapan resmi istihbaratçılardan “beyin kontrol” yapıldığı
üzerine nasıl bir bilgi geldi, okurken şaşkınlıktan “gözleriniz büyüyecek”… KURBAN’IN
BEYNİ: Kurbanla herhangi bir temas olmaksızın, uzaktan yapılan nöral (nörolojik) denetimle
beynindeki görme korteksinin-kabuğunun faaliyetleri, istenildiği şekilde plânlanabilir. Ve
kurbanın beynindeki görüntüler de bir videonun monitöründe görülüp izlenebilir. İstihbarat
ajanları kurbanın gözlerinin gördüğü her şeyi görürler, hafızasındaki görüntüler de görülebilir.
Üst ve alt şuurdaki her kayıt, hafıza sensörlerine kodlanmış algılayıcılar ve bilgisayar
ortamında depolanabilir. Ayrıca uzaktan nöral denetimle kurbanın gözleri ve optik sinirleri
devre dışı bırakılarak doğrudan görme ile ilgili kortekse istenen görüntü gönderilebilir.
— İstihbarat ajanları, beyin programlama amacı için gözetim altındaki kişi REM
uykusundayken, onun beynine gizlice görüntü yerleştirebilirler. Hattâ sadece kurbanın
duyabileceği tonda sesler ve görüntüleri kalabalık bir ortamda bile sıfır hatâ ile aktarabilirler.
— Gördüğünüz gibi, beyni kontrol edilen kişiden sözederken, KURBAN kelimesi
seçilmiş.
***
Beyin Kontrol(ü): 854.
Çarmıh: 854.
***
Beyin Kontrolü: 860.
Mütekerrir: Tekrar. (Hatırlama, hatırlatmanın, geçmiş bir hâdisenin tekrar
canlandırılması olduğu malûm.): 860.
***
Bizim TELEGRAM diye nitelediğimiz zihin kontrolünün, elektronik terapi, yahud
hipnoz, veya farmakoloji (zihni etkileyen ilâç tedavisi veya ard niyetli uygulama) ile bir
alâkası yok; onlar, ister karşılıklı konuşma, isterse kendi kendine konuşmayı sağlayıcı olsun,
netice suskun kişinin düşüncesini alabilici bir usul değildir. TELEGRAM’la aralarında
kurulan benzerlikler, ayniyete yorumlansın.

ELEKTRONİK TERAPİ
Bilgisayarlı “psikoterapi-psikolojik tedavi”nin kurucusu Roger Gould’a göre, ananevî
yüzyüze tedavi seanslarında hastalar, hayatlarıyla ilgili hikâyeler anlatıp mevzuyu dere tepe
dolaştırmaya meyilli oluyorlar, bu onların o ân için kendilerini daha iyi hissetmelerini
sağlıyor, ama terapinin amacına ulaşmasına da bir yardımı olmuyor. Hastalar bir terapiste
görünmeden önce, bilgisayarla çalışarak daha sonra insan terapistin üzerinde duracağı
mevzuları tanımlayabilirler. Program, hastaya şu soruyu sorabilir:
— “En ciddi gerilim ve bunalımları hayatınızın hangi ânlarında hissediyorsunuz?”
Cevab, oğlunun veya kızının madde bağımlılığı, eşinin sadakatsizliği, içkisi veya
patronuyla ilgili meseleler olabilir. Gould, bir bilgisayarla konuşmanın terapist bir insanla
konuşmaktan farklı şeyler olduğunu söylüyor. Hastalar bilgisayara ensesti, tacizi veya
geçmişlerindeki utanç verici buldukları hâdiseleri, çok daha kolaylıkla söyleyebiliyorlar;
çünkü o, bir insan değil. Utanç yok; yapılan tek şey bilgisayarın tuşuna basmak. Aynı bilgiler,
doktorla yapılan çok sayıda seanstan sonra elde edilebiliyor, bu da bilgisayarı ekonomik ve
değerli bir terapist yapıyor.
Uzaktan yapılan “beyin kontrolü”, gayet tabiî ki rıza dışı ve yapılan aleyhine korku ve
şantaj unsuru sağlamak için, yine aynı amaçla temin edilmiş verileri hatırlatma, sağlamasını
yapma, yahut bu yönde yönlendirme –ki, bu yönden elde edilebilcek verileri, tekrar onun
aleyhine kullanma– şeklinde, nihaî amaçları çeşitli çıkar ve siyasî olan bir iştir. Bunun
duyurulmasına yönelik her iş de, yapılanın anlatılabilememesi yahud anlatmaması için, maruz
kalanın aleyhine olan durumlardır. Peki sen bunları nasıl anlatıyorsun diyecek olan varsa,
onun macerası burada tek başına geçmesin, bütünün içinde asılla beraber görünsün;
kalemimizin keyfiyeti ve “imkânlar” nisbette.
***
Şiddetli bunalım, –majör depresyon– tedavisinde, bunun en şiddetli biçimlerinde en son
başvurulan tedavi, beyne elektrik akımı verilerek uygulandığından dolayı şok tedavi de
denilen terapidir. Bu metod, genelde “Guguk Kuşu” filminde SADİST bir hemşire tarafından
hastalara boyun eğdirmek veya onları cezalandırmak için kullanılan iğrenç bir tedavi olarak
bilinir. Filmdeki olaylar geçmişte yaşananlara çok da uzak değildir… Bu anlatılanlarda bizim
altını çizmek istediğimiz husus, uzaktan beyin kontrolünde de, kanundışı bir iş olması ve
amaçları bakımından KURBAN diye nitelenen kişinin, kendisinden istenilen davranışın
gerçekleşmesi için, sözkonusu şoklara uğraması-uğratılması içindir; amaç doğrultusunda
yönlendirme ve ceza niyetiyle… Benim, KARTAL’dan Bakırköy Akıl Hastahanesi’ne, bu işi
gerçekleştirenlerin alayları altında –ki yolda gördüğüm marifetleriyle– kaldırılmamdan sonra,
erkek doktora durumu özetleyici “beyin kontrolü”nden bahsedince, “sen düşüncenin
okunabileceğine inanıyor musun?” dedi; hâliyle benim anlatacağım bir şey kalmadı.
KARTAL’dan daha şiddetli, uzaktan yapılan Telegram; düşünün Hastahanedeyim, yâni zaten
bunalım geçirmiş(!) diye. Bana, anlatacaklarıma uçuk-kaçık demesinler diye susmam üzerine,
ELEKTRO ŞOK yapmak için, eşimden istenen izin; ve benim bunu gayet tabiî ki tasvib
etmeyeceğimi bildiği için, onun kabul etmemesi. Neticede, feci hâlde hırpalanmış bünyemin
kuvvetlendirilmesini sağlayan bir tedaviden sonra, MAJÖR DEPRESYON teşhisiyle, işin aslı
değil de, aslın neticesi bir yerde değerlendirilebilecek bir teşhisle, oradan ayrıldım… Bunlar,
2000 senesinin işleri; devamıyla, o günden bugüne 11 sene geçti.
***
Akıl hastalıkları, beynin fizikî yapısıyla mı, yoksa hafıza ile mi ilgili? Hafıza, hafıza ve
fizikî beyin, fizikî beyin diye, her üçününde mahiyetleri değişik, veriler bulabiliriz. Her üçü
de tıbbın, mustakil veya içiçe geçmiş, ele aldığı mevzular… Her üçü de, hem bizzat kendi,
hem de fizikî veya ruhî çevre şartları ile de ilgili. Bizim kendi durduğumuz ruhçu
anlayışımızla, mütefekkir ve ilim adamının, verileri değerlendirmenin nihayetinde durulan
noktaya göre olması ve ayrı usullerin aynı amaca hizmet edebilmesi gibi bir örtüşme içinde
görünebilmesi sözkonusu olsun olmasın, netice insanın beyinde aradığının ve bulduğunun
kendi olduğuna inananız: Bu mânâda, beyin hakkındaki düşünceyi de doğrudan beyin değil,
bizzat beyni düşünce doğurmaktadır. Beyin ve düşünce, ilgileri içinde ele alındığında, bütün
bir vücudu ele alma genişliğine kadar gider. KARTAL’da “yaşadığım” bakımından bir imân
bahsi olarak gördüğüm, BOLU’da da NYMPHALAR’ın mıncıkladıkları bir mesele olması
bakımından, FİZİKÎ tesirle gerçekleştirilen Telegram’da bunlara temas, benim için bir
zaruret: “Sanki burnum, değdi burnuna yokun!”… LOGOTERAPİ’yi, Nazi kamplarında
yaşadığı bir hiç olma içinde varlık hâlinden tecrübeleri ışığında ortaya koyan Doktor
Frankl’ın, oradaki yaşadıklarını anlatışındaki sadelik, bana verdiği intibâ, benim dışyüzden
anlaşılmaz hâlim ve bulunduğum alelâde yalnızlık içinde, hiç olmazsa anlaşılabilir bir çile
diye, “daha aşkın bir yalnızlık ve çile içindeyim!” dedirtmiştir… Allah şahidimdir! O’nun,
nasılsız ve niçinsiz bizimle beraber olması, nasılsız ve niçinsiz kurtuluşum hakkında sebeb
diye gösterilen-gösterilebileceğim püftenleri kendine bağlar. Herhâlde Frankl anlar: Sadece
inandığım ve inandıklarımın duası… Dönelim BEYİN ve DÜŞÜNCE meselesine: Akıl
hastalıkları üzerinde dururken, ister istemez bu yönden o anlatılmaktadır. O zaman da şu
misâl, onu gayet güzel gösterici: Eğer akıl hastalıkları, sadece beyin arazıyla ilgili olsa idi,
“akord-düzeltme” oradan sağlanmaya çalışılır ve ayrıca Psikoloji diye bir ilmin doğmasına
lüzum kalmazdı!
***
KARTAL’da, kalb atışını hiç hissetmediğim demlerde, Avukat mahallinde ve
ziyaretlerde, pek çok kere, “kalbimi uyku düzenine getiriyorlar, şu ânda öyleyim!”
demişimdir; kalbim uyku düzeninde de, ben uyanıkım, böyle bir anormallik hissi. Bu arada,
hem normal olduğumu göstermek, hem derdimi anlatmak derdim. TELEGRAM, en çok neye
mi benziyor? HİPNOZ’a… Zihni okuma bir yana, telkin ve yönlendirme, “sünuhat-kalbe âni
doğan mânâlar”, yakaza ve zuhuratı, serabı andıran görüntüler vesaire, hem uyku ile uyanıklık
arası birşeyler.
***
Nevm-i Sınaî: Hipnoz. Uyutma: 317.
Berkiyye: Telgraf. TELEGRAM. Elektrik. Şimşek gibi: 317.

HİPNOZ: NEVM-İ SINAÎ


Beyin kontrolü deyince, onun yollarından biri, eskilerin “nevm-i sınaî; sun’i uyku”
dedikleri, uyutma, hipnozla yapılandır; NLP, nasıl kendi amacı yönünde bir programlama
çalışması ise, hipnoz da, uyutulan kişinin kendisine yöneltilen sorularla, şuuraltında yatan
psikolojik rahatsızlığın sebebini tarama yollarından biri. Mesele, bizzat hipnoz ve psikoloji ile
uğraşanlar bakımından da, hem bilinen, hem bilinmeyen bir mahiyet arzediyor. Genel mânâda
ise, hemen mürekkeb yalamış herkesin “hem bildiği, hem bilmediği”… Bu iki kesim arasında,
elbette büyük bir keyfiyet farkı var. Bizim böyle bir giriş yapma ihtiyacı duymamızın sebebi,
her iki bakımdan da HİPNOZ’un çeşitli meselelerde karışıyor olmasına dikkat çekmek için.
Hipnozla hususi olarak ilgilenmiş değildim. HİPNOZ deyince, bir insanın uyutularak
konuşturulması, bunun psikolojide de kullanılması çerçevesinde bir genel bilgi sahibiydim.
KARTAL’da “zihin kontrol” işi başladıktan birbuçuk-iki ay kadar sonra, hâlimi anlatmak
için, “bu sanki elektrikle uzaktan yapılan bir hipnoz; hani uyutuyorlar ya! Sanki şoförlerin
gözü açık uyumasına benziyor!”… Avukat mahallinde bunu söylediğimde, bir bilir(!) kişi,
“öyle hipnoz olmaz!” dedi; “yüzyüze olmak lâzım!”… Benim hipnozdan kasdım bir yana, asıl
derdim olan elektriklenmenin ve benimle bu yoldan yapılan konuşmalar ve gerek kafamda,
gerekse dışımda olan görüntüler meselesi de gürültüye gidiyor; yâni sıhhatli bir ruh ve kafa
yapısı içinde, olanları anlatıyor olmam da… Sıkıntım burada!
***
Kısaca temas edeyim, şu CİN mevzuuna da bahaneyle girmiş olayım: Midem ağrıyor.
Çektiğim sıkıntı ve stresten mi, yoksa sıkıntı ve stresin sebebi o ağrı mı? Bu iki sebeb
birbirinden rahatça ayrılabileceği gibi, öyle ân ve durumlar olur ki birbirine karışır. Menfi bir
tesir hâlinde cinlerin kullanılabildiği, ahmaklar için hariç, malûm bir dava; neticede cinlerle
gerçekleştirilen bir zihin kontrolü de, bir kontrol nevi. Yaraya sinek mi konuyor, yoksa sinek
mi yaraya sebeb oluyor? Bu misâlde, elektromanyetik dalgayla beyne tesir ve yorgunluk,
neticede de cin tesirine müsait hâle gelerek o görüntüler ve konuşmalar mı, yoksa doğrudan
elektrik tesirini andıran cin tesiri mi? Hipnozu andıran durumlarda, bir takım olup bitenlere
cihaz kullananların tam olarak nüfuz sahibi olamamaları, yahud hiç bilememeleri, böyle
düşünmemi de haklı çıkarıyor. KARTAL’da başlıbaşına bir dert olan bu mesele BOLU’da
2006’da, “yalnız cihaz” diye neticeye bağlandı. İkisi de kurgu olarak, “o mu, yoksa bu mu?”
diye uğraşmak, başlıbaşına çıldırtıcı bir dava. Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin buyurduğu gibi,
“marazın tedavisi için, illetin bilinmesi şart!”… BOLU mu? Cihaz işi. Cin, oyun ve alay
malzemesi niyetine, zannettirilmek istenende kaldı.
***
Ökültizm (gizli ilimler, sihir, büyü) vesaireden, şaman RİTLERİ’ne ve mitolojiye,
HADİM davasına, hepsinden önce KUVANTUM fiziğine ve nörolojiye kadar, nerelerden ne
misâllerle meseleye el attığım, geçen zaman boyunca görüldü; BEYİN KONTROLÜ deyince,
ne çeşit sorusunun doğacağı da.

HİPNOZ: TELKİN, ŞARTLANDIRMA


NYMPHALAR, beni yakmaları dahil her işin, sözlü telkinle olduğunu söylüyorlar;
sevinç veya korku gibi, değişik vücut reaksiyonlarını sözsüz olarak gerçekleştirmelerine ne
buyurulur?
Burak Çileli’nin gönderdiği kitabları tetkik ederken, KARTAL’da kendi hâlimi
anlatmaya dair verdiğim misâlin de, ne kadar doğru imiş olduğunu hatıladım:
— “İlkeller nasıl tamtam ritmiyle transa girip bazı şeyler görüyorlarsa, bana verilen
elektrikle sanki transa girmişim gibi bazı şeyler görüyorum…”
Eskilerin “nevm-i sınaî” dedikleri “hipnoz”… Artık “nevm-i sınaî”, yâni sun’i ve yapma
uykuyu, bilindiğini addettiğimiz “hipnoz” kelimesiyle açıklıyoruz.
***
Tamtamların büyüleyici ritmi… İlkel topluluklar veya benzerleri, tamtamla
kendilerinden geçiyor; bu tam bir çılgınlık ve taşkınlık verirken, her türlü şiddetin görünmesi
ihtimali doğuyor. Ateşin üzerinde yürüyorlar, güçlü hançer darbeleriyle karınlarını
parçalıyorlar. Acı duymuyorlar, artık ıstırab yok; aslında, hiçbir şey yok, hiçbir mevcut yok,
var olan sadece RİTMİN-AHENGİN büyüleyiciliği.
Kendisine adapte olunan büyüleyici ve uzun bir ritmik parçanın birdenbire susması,
gösteriyi histeri krizlerine benzetecek; histeri krizi hareketlerine, müzik vasıtasıyla getirildiği
misâline dikkat… Bunun yanında, müzikte ona ait durakların da müzik ahengine âit olması,
–sessizliğin de bir ritm barındırması–, insanın belirgin sesliliklerle ve sessizliklerle
şartlandırılması, çeşitli medeniyetlerde her zamanki bir gerçektir.
ŞARTLANDIRMA VE TELKİN, HİPNOZDUR; bu, onu kabul eden kişi için
hipnozdur.
Müziğe istiyerek duyarsız olunabilir; eğer beynimiz onunla aynı frekansta (dalga
uzunluğu) titreşmezse, müzik hissedilemez. Genel olarak hastalara ve özel olarak psikolojik
rahatsızlık ve akıl hastalıklarında, çok eski tarihlerden beri müziğin kullanılması - telkin gücü,
bilinen bir husustur, kullanılan bir metodtur.
Gelelim doğrudan TELEGRAM’ın başlangıcından itibaren, 15-30 gün kadar devam
eden bir usulün, hipnoz bahsinde gösterilmesine:
— “Bu, hipnoz şifâcısının, şuuraltını emredici bir şekilde uyandırmadan önce, –
şuuraltını uyandırmadan önce!–, şuuru uyutmak için tekdüze tonla sürekli aynı kelimelerle
tekrarlayışıdır. İnsanı güzel sözlerle iyileştirme, yüzyılımızın yeniden keşfettiği, yeni bir bilim
mevzuudur. Esrarı, Eski Yunan’ın uyku tapınaklarının, antik Mısır tapınaklarının harabeleri
altında yatan tıbbî şifacılık ve şaman ritleri, Galli ve Keltli rahiblerin ve büyücülerin sihirli
sözler söyleme metodları ile çok yakındır…”
Adem Aleyhisselâm’dan Allah Sevgilisi’ne gelen O’nda kemâle eren semavî dinler-
İslâm tarihi boyunca, nihayet onun içinde Osmanlı Devleti zamanında, söz ve ritmin gücünün,
müziğin, tıbta da kullanıldığı biliniyor.
***
Söz büyüsü, bizim özel olarak da hassasiyetimiz… Birkaç kelime etmek gerekti:
— “Öldürücü olmaktan, şifâya kadar, zararlı ve yararlı olabilen bu müthiş ve garib güç
nedir?”
Her şeyin –varlığın– başlangıcında söz olduğu mukaddes ölçüyle sabit:
— “Her şeyden önce kelâm vardı!”
Bir idrak buudu ve edebiyat nevi ŞİİR, Kur’ân idraki ve onun içindir; Allah’ı arama için
var, onun için. Bu asıl çerçevesinde, şiir üstü söz sahibi Allah Sevgilisi, şiirin tesir ve rolünü
söylüyor:
— “Şiir vardır ki sihirdir, şiir vardır ki zehirdir, şiir vardır ki hikmettir, şiir vardır ki
şifâdır!”
Şiir filân bir yana, şöyle zeki ve bu bakımdan güzel söz yerine,
TELEGRAMCILAR’dan beklenecek olan, zehir ve sihirdir; istisnalar kaideyi bozmaz.
Mevzuyu şiir bahsi içinde işaretlemem, ŞİİR İDRAKİ’nin aklı teshir eden ve bu bakımdan
olmazı olmaz bir idrak buudu olması, bu mânâda telkin ve RİT-MÜZ doğurucu şartlanmalara
âit bir beyin fonksiyonu bölgesine de işaret edebilmesi bakımındandır; elektromanyetik
dalgalarla tesir hedefi… Uyku hâlinde aklın iptâli malûm, akıl denetiminden kurtulma hâli;
şiir ve uyku-rüyâ andırışı; bu da diğer sebeb!
***
Hipnoz, TELEGRAM’ın anlatılmasında en çok malzeme ve imkân veren bir mevzu
olarak, başlıbaşına ele alınmalı; öyle yapacağız.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (5. Bölüm)


“İSTİKBÂL - HAYÂLİN ROLÜ - HİPNOZ”
İstikbâl, gelecek zamana işaret eder; ve hayâl kuvvemizle idrak ettiğimiz bir keyfiyettir.
DEHR’e nisbetle zamanın geçmiş - şimdi - istikbâl buudları, bir izâfiyet kaydından ibaret;
öyleyse, geçmiş - şimdi - istikbâl, hepsi içinde bulunduğumuz tek ânda mündemiç,
HAYÂL’den ibarettir. Topyekün varlık, “varlık, yokluk, hakikat, gerçek, olmuş, olmakta
olan, olabilir, olacak olan, mümkün, gayrı kabil”, insan idrakine hitab eden ne varsa, hepsi
MUTLAK HAYÂL’in onda gerçeklenmesi hâlinde, Allah’ın yaratma kudret ve iradesine
şahitlik eder: HAYÂL’in, insanda en büyük mevhibe hâlinde, her şeye şâmil mânâsı, bizzat
Allah’ın “ben kulumun zannı içindeyim” buyurmasından da anlaşılacağı üzere, bizzat O’nun
bilinmesinde imânın aynı mânâya gelir. İSTİKBÂL İSLÂMINDIR; öyleyse şimdi de
İslâmındır, evvel de. Bu mânâda, zamanın bir varlık - bir yokluk temposunda tecelli eden eşya
sergisi yanında, onu kendine bağlayan “zaman içimizde akıyor” hikmeti, bir nehre benzeyen
bu ruh-zamandan, bizim bir YAPMAYI gösteren RUHÎ çabamızla ne kazandığımızı
sorduruyor… “Kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir!” buyuruyor veli: Kendi
varlığınla, davan –neyse!– aynılaştığı kadar, dışı iç’e irca edici bir teshir olarak o sensin.
Ben, şu ânda İSTİKBÂL kelimesinin HAYÂL melekesi ile ilgisi üzerinden
TELEGRAM’da HAYÂL’in rolü, dolayısıyla HİPNOZ-MANYETİZMA üzerinde durmak
için bu satırları yazarken, sözlü tacizlerine devam eden NYMPHALAR, usulleri gereği arada
bir işi “aynı şeyi düşünüyoruz!” yolundan bana “senin bütün düşüncene ve düşünebilmene
hâkimiz!” hissi vermek üzere, hatırlatma da yapıyorlar; “iyi oldu!” diyebileceklerimi de.
Bunlardan biri, Telegramın başlarında onları pek sevindiren bir suçum(!): FURKAN
LÛGATI’nın takdiminin sonu… Doğrusu, GAZZE’ye yardım meselesiyle ilgili çıkan
hâdiselere, FİLİSTİN ve HAYÂL ilgisi içinde değinmek isterken, sözkonusu hatırlatılan pek
yakışıklı kaçtı: MÜCAHİDLER’i unutmayalım!

TAKDİMİN BAŞI VE SONU


Üstadım’ın meşhurluğu nisbetinde meçhul baş şiiri Çile’de bir kıta:
— “Bir fikir ki, sıcak yarada kezzab — Bir fikir ki, beyin zarında sülük — Selâm, selâm
sana haşmetli azab — Yandıkça gelişen tılsımlı kütük!”
Edeb lâtifesi hâlinde, her ne kadar yerli yerinde bir teşbih ve mecaz unsuru olarak
kullanılmışsa da, siz o “sülük”ü, yolunu ve mânâsını bildiğiniz Üstadım’a nazaran “sülûk”,
yâni “bâtın yolu” olarak anlayınız… Aynı şiirde şu mısra: “Bütün kâinat muşamba dekor”…
Muşamma’: Muşamba… Ebcedi de, “Salih Mirzabeyoğlu”na denk gelir.
***
Sonu başa bağlıyorum… Bir YEVMİYE bahsi: “Bir EL düşer böyle, görürsün; ve kim
olduğunu görmesen de, bilirsin. Sinema rejisörlerine kadar bilinir bu. Hazret-i Ali’nin meşhur
sözüdür: Parça, bütünün habercisidir. Bazı teferruat vardır ki, aslı gösterir, hakikati ihlâs ile
yaşayanda, ihmâle gelmez bu!”… Şerlok Holmes’in vatanı İngiltere, hâdiseleri raksettiren
keyfiyeti GİZLİ EL diye ilân etti; yâni, “dest-i hafî”… Ebcedi, dest-i salih’e denk gelir; salih
eli… Salih belli; Üstadım ve ölen ve “ölmeden ölenler”i ile salihûn. El de; zihne gireni bileni
de, bilmeyeni de avucuna alıyor KENDİNDEN ZUHUR…
***
Bir not: Ruh BİR’dir, her yerde hazır ve nazır. Şuurun tekâmülü nisbetinde, o bütünün
temsilcisi olunur; onun içindekiler de o iradenin hareket ve teşvikçileri. Onlar, bunun
şuurunda olsunlar veya olmasınlar… NYMPHALAR’dan mı, yoksa yönlendirici rol alan ve
zihin kontrolünde “ıslıkçı” tâbir edilenlerden mi bilmem, Ömer isimli bir mahkûmun, gür
sesiyle “Yılmaz abiii!” diye bağırışından ismini tanıdığım, 2007’de ölümünü “kendini astı!”
diye duyduğum mahkûm doktor Yılmaz Uzun niyetine, TELEGRAM’da temel seslerden biri,
FURKAN’ın önsözünde geçen kısım için şöyle demişti:
— “Hep HAYÂL… Öyle olsun istiyor! Hep hayâl…”
Yılmaz’ın ölümünden sonra o ses çekildiğine göre, gerçekten NYMPHA mı idi; yoksa
öyle zannetmem mi isteniyor?
Onun söylemiş olduğu söz için karşılık şu olabilir: Bir adam zenginlikten bahsediyorsa,
bunu isbat için kendisinden beklenecek olan bellidir. Gerçekten zenginse, bunu söylemese
bile o zengindir. Bizim bahsediş tarzımıza gelince; bizden beklenecek olan da, dünya
görüşümüzü GÖSTEREN fikir örgüsü içinde, yine onunla alâkalı ve sözkonusu hâdiseyi yine
fikirleştirmek üzere, gerekenin yapılmasıdır. Bu, bir velinin, şöyle veya böyle bilinir veya
bilinmez yahud bilinemez tasarrufunu sözkonusu etmiyor ki, inanmayan onu “kuru iddia”
mânâsına hayâlle nitelendirsin. Olan şudur: İSTİKBÂL İSLÂMINDIR hikmetine bağlı olarak,
tersinden veya düzünden “AKSİYONLARINI BİZDEN ALANLAR” cümlesinden diye,
sözkonusu hâdise işaretlenmiştir. Altı çizilen husus, sadece bir veli kelâmı değil, aynı
zamanda onun BÜYÜK DOĞU dünya görüşünün içinden fışkıran bir mânâdır. Benim yerim
de, o BİZ ifâdesinin içinde, bütün bir İBDA külliyatı. Öyleyse bana, benim gibi geleceksin.
Becerebilirsen kendin, beceremezsen güvendiğin ve taraftarı olduğun, KENDİNİ BÜYÜK
GÖSTERSİN de görelim. Galiba izâhım da, Yılmaz’ın HAYÂL’den kasdını, tersine, yâni
aslına döndürdü!

“HİÇ DEĞİŞME BÖYLE KAL!”


Levha: 17 Aralık 1983… Filistin… Halk bölük bölük toplanmış… Konuşmalar
yapılıyor… Hicret edilecek… Ricât hâli… Bir genç kız yanıma gelip, hüzünlü ve mütebessim
bir çehre ile, “sen hiç değişme, böyle kal!” diye iltifat ediyor!
***
Hiç Değişme Böyle Kal: (Tilki Günlüğü’nde 17 Aralık başlığı.): 584.

Mütekaddim: Takdim olunan, sunulan: 584.


***
Hiç Değişme Böyle Kal: 584= 1583.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 1582= 583.
***
Ken’an: Filistin. Hazret-i Yakub’un memleketi. (Ken’: Tilki eniği. Gönül. Cem etmek.
Yakınlık. Firar.): 191.
UFKÎ: Ufka âit, ufka dair. Mecazî kullanımından biri İSTİKBÂL: 191.
Vakıa: Kıtal. Öldüresiye vuruşmak. Vak’a: 191.
Nekam: İntikam almak: 191.
Zafir: Zafer bulan: 1190= 191.
Feynan: Güzel ve uzun saçlı: 191.
***
İrtica: Ricat etmek. Geri dönmek. (İrtica: Umma, ümit etme.): 675.
Telegram: 1676= 2675.
Salih İzzet Erdiş: 1674= 675.
Mehul: Benli, benekli: 676= 1675.
Hakdan: DÜNYA, arz, yeryüzü. (Mehd: Yeryüzü. Beşik.): 676= 1675.

1999 SONRASI
Kronolojik tarih, ona bakan niyetin muhasebesi mevzu oldu mu, kendini empoze eden
taraflarının öne çıkmasıyla, karakteristik özellikleriyle karakter özelliklerinin harmanı bir
insan karikatürüne benzer. Gerek İBDA olarak bizim, gerekse bunu dünyaya şâmil bir mânâ
olarak görmemiz bakımından, 1999 böyle bir tarihtir. Sözkonusu tarihten önce, o tarih içinde,
o tarihten sonra hep bunu işaretlememiz, gerek yurt içi ve gerekse dünyada olup bitenler
açısından, ne kadar doğru bir tahmin içinde olduğumuzu gösteriyor. Benim bugün
yaşadıklarım, doğrudan doğruya o tarih ile ve o mânâya set çekme gayretiyle ilgili; bir yanda
Batı ilminin mamulü cihaz ve ahlâksızlığıyla TELEGRAM, diğer tarafta BÂTIN yolundan
gelen kuvvet, iki türlü ZİHİN KONTROLÜ altında, birincisiyle bana set çekme, ikincisiyle
benim onu tasarrufa alma çabam, 1999’un mânâsını iki yönden de benim için delillendiriyor.
Her şeye rağmen ÜMİTVAR olmam için sebebim var!
***
Yahudî bir topluluk, Allah Sevgilisi’nin huzuruna geliyor ve “ruh”tan soruyorlar. O,
“ben Rabbim’in bildirdiğinden başkasını bilmem!” diye cevab veriyor ve sükût ediyor. Bir
zaman sonra nazil olan âyet:
— “De ki, ruh, Rabbim’in emrindendir. Ondan size çok az şey bildirilmiştir…”
Ruhun ne olduğunun Allah Resûlü’ne sonradan bildirilmiş olabileceği, ama O’nun,
ümmetin takat getiremeyecek olmasından dolayı bunu açıklamadığını düşünen müfessir de
vardır. O’nun bildiği de O’na mahsus olarak Allah’tan.
Ruhtan bildirilen çok az şeye gelince; o da bütünüyle İslâm ümmetinin ve kimin
hissesine ne düştüyse.
Bizim bu meseleye temas etme sebebimiz, 1999 tarihi etrafında söylediklerimiz
vesilesiyle, genel olarak TAHMİN, HAYÂL hakkında bir inceliğe temas etmek, böylece hem
kendimizi yönelecek menfi bir zandan korumak, hem de kehanet ve fal benzeri şeylerin
saçmalığına değinmek.
İslâm’da, kibir ve tekebbür ifâde eden bir “ben bildim, ben bilirim!” ifâdesine yer
yoktur. En soylu ve şahsiyetli bir karakter içinde dururken, marifetlerini “şeref İslâmındır!”
diye açıklayan Hazret-i Ömer, buna misâl; O, bunu söylememiş olsa da, “şeref İslâmındır!”
duruşu içinde bir ben. Sizin anlayacağınız, “şeref İslâmındır!” derken, her hâlinden
nefsaniyeti tüten palavracı bir benden de ayrıdır bu dava.
Hazret-i Ömer’in basiret ve feraseti öyle ki, sonradan onun tedbir ve tahminlerini
doğrulayan âyet nazil oluyor: Öyle Hakka yakın bir yaşayış. Ümmetinden bazılarının bu
yaratılışta olduğu, Allah Sevgilisi’nin medhiyle sabit… Ve şu söz de Hazret-i Ömer hakkında
O’nun:
— “Hak, Ömer’in lisânıyla konuşur!”
Ölçü belli: “Gaibi Allah’tan başka kimse bilemez”… Gaib, bir mevcudun ve hakikatin
örtüsüdür. Mevcud ve hakikat, ya yaratılmış, yahud henüz yaratılmamış olandır. En genel
mânâda GAİB’i, “mutlak gayb” ve “izâfî gayb” diye ayrılırlar. İzâfî gaybın bir kısmı da,
bilindiği hâlde gaybdır ki, bunu gaybden saymazlar. Kâhin, yaratıcı değil ki, neyin nasıl
yaratılacağını bilsin… Bu umumî deyişten sonra, yerine ve mevzuuna göre, duyu yolundan
edinilen bilgilerin tecrübesine dayanan tahminler, adı üstünde tahmin: Tahmin keyfiyeti de
tecrübeden çıkmış. Hiç bilinmeyen hususunda tahminler de, buna mahsus bir ilim ve sezgiye
dayanak olabilir. O zaman da isabetler, ihtimâl kaydı içindedir: Hani, “istisnalar kaideyi
bozmaz!”… Demek ki kâhin, “bilirim!” iddiasıyla yalancıdır. Sihir ve büyü cinsi işlere
gelince, onlar da yöneldikleri hedef ne ise, ona mahsus bir ilimdirler. Aynı neticenin değişik
yollardan devşirilmesi gibi, sihir-büyü cinsinden bir takım şeyler, teknikle gerçekleştirilir
olmuştur… Netice olarak: Herşeyi Allah’tan bilici olmak, hiçbir mevzuda “dır ve tır!”
kabalığına düşmemeyi gerektirir. İzafiyet ve bilginin şahsiliği, şuurunda değilsek de en başta
iken, tecrübelerin ışığında ve şuur seviyesinin yükselişinde kendini göstermiştir, gösterir.
***
“Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de”… Bu ölçüde bizim için,
tahayyül melekesiyle şimdide –hâlde– yapılması gereken de var.
Tahayyül: Hayâlde canlandırmak: 1040.
Tertil: Beyân eylemek ve aşikâr kılmak. Yerli yerinde güzel va lâtif konuşmak. Düşüne
düşüne okumak: 1040.
***
Mütemehhil: Hayâl eden: 518= 1517.
Mültezim: Bir şeyi kendi üzerine lâzım eden: 517.
Butakat: İçinde maden eritilir pota: 517.
İltihaf: Parlama, yanma: 517.
Heme ost: Herşey odur. (Vahdet-i Vücud’da, Allah hakkında kullanılır… Gören Allah,
göreni gördüren Allah, görünen Allah.): 517.
***
“Allah, bir şeyin olmasını dileyince, OL der ve o şey OLUR”; OL emri Allah’tan,
OLUŞ da o şeyin yokluktan varlığa çıkması hâlinde kendinden.
KÜN: Ol emri: 70.
Büyük Doğu-İBDA: 1070.
Hipnoz: (Şartlandırma ve telkin, onu kabul eden için hipnozdur. Düş vâri.): 70.
Âyin: Usûl. Dini adab. Merasim. Âdet, örf ve kanun. Ziynet, süs. Güzellik. Rit: 71=
1070.
***
İstikbâl İslâmındır: 1980.
Zuhruf Sûresi, 62. âyet: (61. âyet: Ve gerçekten o –İS–, kıyamet saati için bir bilgidir.
Sakın o kıyametin geleceğinden şübhe etmeyin de, bana uyun. İşte bu biricik doğru yoldur…
62. âyet: VE SAKIN SİZİ ŞEYTANLAR ÇELMESİN. Çünkü o, size açık bir düşmandır…
63. ve 64. âyetler: İsâ da o apaçık delillerle geldiği zaman şöyle dedi: “Ben size, hikmet ile ve
görüş ayrılığına düşüp durduğunuz şeylerin bir kısmını açıklayayım diye geldim. Bundan
ötürü Allah’tan korkun ve bana boyun eğin. İşte bu biricik doğru yoldur.”): 1980.

VİCDAN
TELEGRAMCILAR’da olmayan şey; insanda bulmak istedikleri şey iyi veya kötü,
doğru veya yanlış, şu güyâ “ilim adına” herşey meşrudur mel’unluğu ile zulmü meşrulaştıran
bir anlayışın içinde, akla hayâle gelebilecek her pisliği muhatabında bulabilmek için, zaferi(!)
bu bir vicdansızlık. Devlet adına yapılan yerde bile, “kapalı çarşı yansa bile, benim oradan
kapacağım bir altın için değer!” anlayışındaki fert karakteri için biçilmiş kaftan bir iş(!)…
TELEGRAM bir yana, kendileri de bir bakıma bir netice olan bu tiplerde, bütün bir ruhî -
sosyal - siyasî düzenin özünü-lübbünü gördüm; her türlü doğru - iyi - güzel’i kendine tâbi
kılan, bozan bir asıl. Bizzat zaferi, neticede toplumu çürüten imâlinde bir muhafızlık.
NYMPHALAR’ın, işin başında “bize toplum düşmanı de!” demeleri, acımasızlık ve gaddarlık
yolundan da olsa bir şey olmak, “dünyada ben de varım - ben varım!” çığlığı gibi geldi; onlara
acıdım, beni yemeye gelen aç sırtlanlara hak verirken, kendimi onlara yem edemeyeceğim
haklılığımla. Bu sadece ekonomik durumla ilgili değil, varoluş gayesi ve yoluyla ilgili bir
dava; ne olmak ve nasıl olmak, nasıl bir ruh ve heyete bürünmek, nasıl görünmek? Bu, yalnız
onların değil, bütün insanlığın meselesi? Şimdiki dünyada mânâsı kalmamış olsa da, sahib
çıkmama ve sahib çıkılmamaya, başıboşluğa dair malûm bir atasözü var: “Kızı boş bırakırsan,
ya davulcuya varır, ya zurnacıya!”… Günümüz dünyasında muradına erenlerin hâli bu; ya
eremeyen ezici çoğunluk? NYMPHALAR, onların içinden görünüyor ve “mali güçleri zayıf”
çoğunluğun dibe yakın olanlarından… Bu satırları yazarken, NYMPHALAR, “bize toplum
düşmanı de!” sözlerini, alay için söylediklerini duyurdular; eğer yaptıkları ve şimdilerde bir
hayli zayıflamış olarak yapmakta oldukları “iş”i birlikte düşünürseniz, alaylarının mânâsının
onları daha da düşük kılacağını anlarsınız. Neyle alay, neyin alayı?
***
Vicdan, iyi ile kötüyü ayırma melekesidir; kendinden geçme ve dalma mânâsı, akıl ve
çıkar duygusunun üstüne çıkan bir his olduğunu gösterir. Duygu, inanç, şuur, bâtın ile hakkı
tanıma, din vesaire, vicdanla özdeşleşen veya vicdanı onlara tâbi kılan keyfiyetler.
Vicdanın dört unsuru ve ruhun dört seçkinliği (havassı) olan “irade, zihin, his, Rabbanî
lâtife”nin herbirinin, belirli bir gayesi vardır. İradenin ki, Allah’a ibadet; zihnin, marifetullah;
hissin, Allah’a muhabbet; lâtifenin, müşahedetullah… Takva denilen kâmil ibadet, dördünü
ihtiva eder; şeriat, bunun ölçülendiricisidir.
İnsanda fıtri-doğuştan gelen vicdanî hareketle, şeriatın hükmüne tâbi vicdanî hareket
arasındaki fark, aslında birinci ikinciye tâbi bir gelişmişlik içinde olması gerekerek, hikmet
için hikmeti sevmeyle, Allah için hikmeti sevmek arasındaki fark gibidir. Bu yüzden, birinde
vicdana hitabedeni farketmeme veya aldırmama veya aykırı davranma bir müeyyidesizlik
belirtirken, diğerinde vicdana yol göstermek ve onu mecburi kılmak var.
Bize bu satırları yazdıran sebeb, geçen hafta GAZZE’ye yardıma giden İHH
gönüllülerinin, çeşitli milletlere, dinlere veya dinsizliklere mensub kişilerden oluşması ile
ilgili; bu bir yergi değil, ama o işe mahsus bir birlik tezahürüne bakıp da, sap ile samanı
karıştırmamak lâzım.

ABDÜLHAMÎD HAN HAZRETLERİ


Adülhamîd Han Hazretleri, o en büyük suçu merhamet olan koca insan, bizim
tarihimizin geriye ve ileriye doğru değerlendirilişinin temel taşıdır; o ve devri… Onun,
FİLİSTİN’e ilgisi ve nasıl değerlendirdiği, bu yüzden tahttan indirlişi malûm; yahudi
tertibiyle. Üstadım, Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin onun hakkındaki sözlerinin
ruhuna sinmesiyle, –telkinle aldığını– tahkiken bulmuş, bilinen eserini yazmıştır; Ulu Hakan -
İkinci Abdülhamîd Han… Bu eser, bir ideolocyaya bağlı bütün bir dava tezi hâlinde, o güne
kadar akîl adamlar arasında bile, minareye kuyu dercesine haksız bir değerlendirilmeye tâbi
tutulan sultan hakkında, onun hakikatini gösteren ilk ve temel eserdir. Ana hüküm şudur:
— “O anlaşılmadan, hiçbir meselemiz anlaşılamaz!”
***
Abdülhamîd: 169.
Rahman Sûresi, 19.-20. âyetleri: (Meâl: Allah, iki denizi salmış, birbirlerine
kavuşuyorlar — Aralarında birleşmelerine engel bir perde var.): 3166= 169.
Kust: 169.
Kıst: Adalet etmek: 169.
Saade: Yokuş başı: 169.
Kanıt: Delil: 169.
***
Filistin: 640.
Hayâl: 641= 1640.
Hayl: At. At sürüsü. Zümre. Düşünmek: 640.
Muhh: Beyin: 640.
Katliam: 641= 1640.
***
17 Aralık 1983 tarihli rüyâmı ve ebced tevafukları içinde TELEGRAM’la ilgisi de dahil
yorumunu okudunuz. O rüyâda genç kızın bana, “hiç değişme, böyle kal!” dediğini de.
Şabbe: Genç kadın: 308.
Arvasî: 308.
***
Sene 2010 ve 11 senedir süren TELEGRAM maceram… HİÇ DEĞİŞMEMİŞ olarak,
aradan geçen şunca yıl sonra, İHH’nın GAZZE’ye yardımı vesilesiyle söyleyeyim: Gerçek bir
büyük Doğu projesi içinde, İSRAİL diye bir devlete yer yoktur. Kendi iç oluşumunu
tamamlama süreciyle beraber, hedef ve stratejik esası bu olması gereken bir politikaya ve
gereklerine inanıyoruz: Bu sadece bir güç yetip yetmeme meselesi değil, gücün yetmese de
her türlü taktiğin ve bükülüşlerin kendisine göre yapılması gerekenini gösteren bir anlayıştır;
Ortadoğu’ya âit politikaları, günübirlik ve rastgele tâyin etmeye karşıdır. GAZZE’ye gemiyle
yardım götüren kardeşlerimiz, İslâm dünyasında uyanan heyecanla, belli belirsiz olsa da
sözkonusu hedef etrafında birliği göstermiştir. Ortadoğu’da, birbirine düşman ve çekişme
içinde olan devletlerin her birinin, doğrudan veya dolaylı İsrail ile ilişkilerini geliştirme
çabalarına mukabil, halkın hissiyatı ters yönde gelişiyor; bu hissiyatın tek bir devlet hâlinde
gerçekleşmesi için duacı ve duanın icrada aranması gerektiğine inananız. Şehidlerimize
rahmet diliyorum ve hepsini selâmlıyorum; şimdi NYMPHALAR beynimi tasarrufa almaya
çabalaya dursun, onlar beynimi asıl olarak tasarrufu altına almışların yanındalar ve onları
biliyorlar!
***
Merec-el bahreyn: Salınmış iki deniz. (Merec: Kararsız, mütehayyir. Mecburi olma.):
543.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2542= 1543.
İfrat hâlde tecrid: 1543.
Mümtehine: İmtihan olunan kadın veya kız: 543.

YEVMİYE: FİLİSTİN
Çeşitli güçlerin savaş alanı, kaynayan Lübnan… Filistin kamplarına saldıran ve
Lübnan’ın bir bölümüne çöreklenen İsrail… Nedense böyle bir çerçevede hatırlıyorum
Üstadım’ın sözlerini… Türkiye’nin, Suriye’nin Akdeniz kıyısından yürüyerek Lübnan’a
geçmesi ve İsrail’e “geri dön!” diyebilmesi ile ilgili olarak konuşurken, Türkiye’nin buna
gücünün olmadığını söylüyorum ve ekliyorum:
— “Efendim, bugün dünyada teknik üstünlük ve süratli savaş bakımından, İsrail birinci
sırada… Sovyetler ve Amerika hariç, hangi ülkeye vursa ses getirir!”
— “Hareketliliğini ben de yazdım! Ama doğrusu bu milletin onunla başedememesi
düşüncesinihaysiyetimize yediremem!”
— “Üstadım, Fransa bile İsrail’le başedemez! Sonra Suriye’nin savaş gücü de yabana
atılacak gibi değil!”
— “Meselâ Irak-İran savaşında, aradan yürüse ve “bu operet savaşına son verin!”
dese… Buna gücümüz vardır!”
— “Efendim, bizim hava kuvvetlerinin de hâli ortada!”
Beni konuşturuyordu aslında… Aydınlık bir çehreyle, oturduğu yerde zıplar gibi
kıpırdandı:
— “O hâlde, Ortadoğu’da çok şeyler olacak… Bunu bekleyebiliriz!”

HEDEF İRADE
En geniş mânâda, zihnin teshirine girdiği bir şartlanma ve telkin, hipnozdur;
TELEGRAM’ın içinde önemli bir yeri olan hipnoz, ilgili olduğu mevzularla da onun
anlatımında büyük imkân sağlar. Her şartlandırma ve telkin, onu kabul eden için bir HİPNOZ
iken, onun psikolojideki mânâsını ve çeşitlerini birbirinden ayırmak gerek: Meselâ “beyin dili
programı” ile, bir tedavi metodu olarak şuuaraltına ulaşmada kullanılan usul ve gayeler
farklıdır. Bizim TELEGRAM’daki özellikleri bir yana, bir tür uyku olan ve düşe benzer bir
durumu yaşatan hipnoz, bu fasılda rüyâdan, hatıradan, tahayyüle kadar, ebced tevafukları ile
birlikte verildi… Gelecek sayıda da devam edeceğiz.
***
İpnoz: Hipnoz: 66.
Vîn: İrade: 66.
***
Hipnotizma: 521= 1520.
Afşelil: Sırtlan. Yaşlı, eti derisi sarkmış kuru kadın: 520.
***
Kasah: Sırtlan. (Çok doğurmuş, çok eser sahibi.): 169.
Abdülhamîd: 169.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (6. Bölüm)

DÜŞVÂRÎ: KIRGIZ
Bugün, Haziran ayının 13. günü: 2010… Televizyon’da, Kırgızistan’daki hâdiseleri
haber veriyor: İç oluş sancısı diye karşıladığım hâdiseler. 100’e yakın kişi ölmüş. Sebebi,
kendi aralarında bir iktidar mücadelesi mi, yoksa böyle bir mücadelede müttefik edindikleri
dış güçler de işin içinde mi? İkisi de mümkün. Ama bilinen birşey var ki, KIRGIZİSTAN’ın
stratejik önemi. BARAN dergisi temsilcisi Ali Osman Zor, hâdiselerle ilgili haber gönderirse,
biz de işin aslını okuruz. TAZA DİN hareketi lideri, Avukat sıfatıyla beni ziyarete gelen
Emekli Albay Cumay Suyunaliyev’in Kırgızistan’a dönüşünden sonra, NİSAN 2010’da bir
darbe olmuştu; bununla ilgili, öncesi ve sonrasında çıkan hâdiseler… Ziyaret ertesine tevafuk
eden bu müessif(!) hâdise üzerine, şunu yazmıştım:
— “Ben, Kırgız hâdiselerine bakışta özlü bir şekilde ifâde edilemeyen meselenin şu
olduğunu sanıyorum: Kırgızistan’da cereyan eden ve TAZA DİN’in memnun olduğu
gelişmelerde onun rolü, her ân her şeye muktedir bir güç hâlinde, kendi iç oluşumunu
tamamlamaya bakan ve hâdiselerdeki görünümü ve ağırlığı bu olan bir politika içindedir ki,
bunu doğru bulmamak ve görmemek mümkün değildir.”
***
Ziyaretçiler gitti; ardından NYMPHALAR’ın çalışmaları(!) başladı. Cumay
Suyunaliyev, yahut Cezaevi’ne giriş bölümünde onu beklemekte olduğunu duyduğum,
gönüldaşı gazeteci Sabur Bey, yahut beraber geldikleri Avukatlar Hasan Ölçer ve Güven
Yılmaz, yahut Ali Osman Zor, o mu onun için demiş, bu mu şunun için demiş, yoksa benim
için Sabur Bey veya ona Cumay Suyunaliyev mi demiş, Kırgızistan’da mı söylemiş, yoksa
Cezaevi girişinde mi söylemiş: PHANTOM denmiş. Nihayet, şu satırları yazarken,
aydınlandı: Güven Yılmaz, o günkü konuşmada, Telegrama mı, yoksa bana mı, yoksa Cumay
Suyunaliyev’e mi Phantom dendiğini söylemiş. Öyle birşeyler dendiğini hatırlıyorum, ama
NYMPHALAR’a bir zihin karıştırma malzemesi olduğu için, onların söylediklerine de pek
itibar etmiyorum: Yâni, kime dendiği bulanık. Burada sözkonusu etme sebebine gelince,
PHANTOM’un HAYÂLET mânâsına gelmesi. MAUSA-YÜZ’ün hayâl olmasına nisbetle,
HAYALET: HAYÂL-ET, dolayısıyle TELEGRAM’daki MAUSAÎ-NYMPHALAR’ın, “ben
kimim?” yolundaki duruşuma nisbet, bunun zıddı bir mânâyı temsil etmeleri: “Ben kimim?”
mânâsına gelen ve antitez olmak için herşeyi meşru gören bir duruş içinde, alelâde kimlikleri
de benim tarafımdan bulunması gerekenler. Ben, malûm bir şahıs olarak meçhul keyfiyeti
örgüleştirirken, onlar malûm bir keyfiyetin meçhul şahıslarını temsil ediyorlar. Şahısları
hakkında bir takım daraltılması gereken tesbitlerim var; eser boyunca onların da görüneceği
keyfiyetlerine gelince, “ben kimim?” etrafında onlara biçtiğim buradaki kıymet hükmüm bir
yana, lâfa lâf şeklinde “biz kimiz?” derken, “senin zıddınız!” diye benim “zihin kontrolü” için
söylediğim husustan buraya sirayet eden onlar… Hani, TELEGRAMCILAR’ın zihnimi
kontrole alma çabalarına karşılık, bâtın kahramanlarının tasarrufuna mevzu zihin kontrolü
karşılaşmasında YAŞAMA durumum hakkında, daha önce söylediğim dava, bu hususta
verdiğim ve vereceğim ebced tevafukları… Güzel bir söz:
— “Madem, senin zihnini kontrolün karşısında zihin kontrolüyüz, BEN KİMİM?
diyorsun ya, biz de onun karşısında BEN KİMİM? oluyoruz!”
Bozucu, bozguncu, yeri geldikçe sureti haktan görünen, şu, bu; kimliklerinin ana vasfı.

HİPNOZ - TESHİR
Hipnoz, bu yoldan verileni kabul eden kişi için, bir telkin altına girme ve şartlanmadır.
Bütün basın-yayın faaliyetlerinden, film ve müzik tesirlerine, psikanalizde kullanılışına kadar
bu böyle. TELEGRAM’a gelince, hepsine çalan!
***
Kün: OL emri: 70.
Büyük Doğu-İBDA: 1070.
İpnoz: (Hipnoz): 70.
***
“Biz 5 kişi bir arada konuşurken, aramıza bir Rus gelse, hepimiz Rusça konuşmaya
başlarız!” diyen Cuma Suyunaliyev, o Sovyetler dönemi ardından İslâmî telkine ne kadar
yabancı düştüklerini belirtirken, KENDİNDEN ZUHUR hâlinde idraklerinin hangi telkine
müsait hâle geldiğini de aynı içtenlikle belirtiyordu:
— “Şu ânda BAŞYÜCELİK DEVLETİ’ni tam olarak anlayamıyorsak da, olması
gerekenin o olduğunu kalbimiz anlıyor!”
Bunları BARAN dergisinde okuyan okudu. Biz, her zaman olduğu gibi yine kendimize
yontmak üzere(!) KIRGIZ ile hipnoz arasındaki tevafuklara bakalım.
***
Kırgız: 1327.
Nevm-i sınaî: Hipnoz: 327.
***
-İstan: Yer ve mekân demek olan ek kelime: 512.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 513= 1512.
Beşîr: Müjdeli haber getiren: 512.
Zuhurat: Birden oluveren şeyler. Hesabta olmayan hâdiseler. Sünûhat: 1512.
***
Kırgızistan: 1839= 840.
Mezk: Tatmak, tadına varmak. Tadacak yer. (Gusto: Tatma. Zevk alma. Şahsî istek.
(Ledün) Hususî tarz.): 840.
HİPNOZ
Pekçok kişi için hipnoz hâlâ kuşkulara açık bir metod olmayı sürdürmektedir. İlim
çevrelerinde ise, daha önceleri olduğu gibi bugün de hipnozu kötülemek veya tamamen
aşağılamak için herşey yapılmaktadır. Hipnozun bir tedavi metodu olarak önemli bir yer
edinmesine karşılık, bu mevzuyla ilgili görüşler henüz çok bulanıktır. Hipnoz, şuuraltına
ulaşmada oldukça hızlı ve güvenli bir yoldur. Aslında hipnoz bir tür uykudan başka birşey
değildir; düşe benzer bir durumdur.
Hipnozun hafif ve derin sahfaları, temel olarak birbirinden farklıdır. İnsan kişiliğine
yönelen bir teknik ile hemen herkes hipnoz altına sokulabilir. Derin hipnoz altındayken,
şuuruyla bağdaştırabildiği ölçüde, bütün telkinleri yerine getirir. Diğer bir ifâdeyle: Hipnotik
emirlerin o kişi için ahlâkî olması gerekir. (İyileştirme niyetli olarak tıbda.)
İnsanın şahsî iç dünyası, hiç kuşkusuz beynin özellikle o dönemlerde edindiği çeşitli
intibalarla biçimlenmektedir. Bu şekilde beyine ulaşan bilgiler, ruhun şuurlu ve şuuraltı
unsurlarını ortaya koyar.
Çoktan unutulmuş tecrübelere, hâdiselere ve resimlere ulaşılabildiği için hipnoz bu
birbirinden ayrı şuur dünyaları arasında bir münasebet aracı olarak görev yapabilir. Hipnoz
sırasında unutulmuş veya bastırılmış hâdiselerle ilgili hatıralar, şaşırtan biçimde bütün
teferruatıyla yeniden yaşanır. Böylece bir kişi hipnoz yoluyla geri döndürülerek çocukluğunu
ve hattâ doğum ânını tekrar yaşayabilir… Şimdi dikkat:
— “Tıpkı düşte olduğu gibi, hipnoz altında da bütün diğer gerçekler tabiîlik kazanır.
Meselâ, kanatlanıp bir kuş gibi havada süzülebilir veya beton bir kütle gibi ağırlaşıp yere
çakılabilir. Hipnoz altındaki kişi, tıpkı uyuyan biri gibi ruhî ve bedenî açıdan gevşerken,
şuuraltı –ikinci ben– herşeyi duyar; çünkü hipnoz, şuurun devre dışı bırakılması anlamına
gelmez. Hipnoz altındaki insan, yeni intibaları daha iyi idrak edebilir ve daha iyi
değerlendirebilir. Zaman sınırları tıpkı düşte olduğu gibi ortadan kalkar; bu yolla da bir zaman
kaymasıyla başka bir çağa gitmek ve bu çağdan kendi zamanımıza geri dönmek mümkündür.
Buna göre insanoğlu belli şuur görünüşlerinden sıyrılabildiği için hipnoz, algıların
değişmesini sağlar.”
Bebeklik ve çocukluk çağlarında yaşanan, çoktan unutulmuş olmakla birlikte şuuraltına
depolanmış tecrübelerin, –unutmak, saklamanın başka bir şeklidir!–, yetişkinlerin düşünce ve
davranışlarını yönlendirdiğini tesbit eden –aslında çizen demek lâzım!– kişi Sigmund Freud
olmuştur.
Ateist olan Sigmund Freud’un aksine, Psikolog Carl Jung, insanda doğuştan dinî bir ruh
olduğuna inanmaktadır. Buna bağlı olarak Jung’un “şuuraltı” ile ilgili görüşleri
Freud’unkilerle uyuşmamaktadır. Jung bir doktor olarak edinmiş olduğu tecrübelere
dayanarak, “müşterek şuuraltı” diye nitelendirmiştir. Aslına bakarsanız bu, “Hakikat-i
Ferdiyye, Ruh-i Muhammedî, Küllî Ruh” davasının, yâni içinde “küllî oluş” ile “ferdî”nin bir
bütün olarak “zât sırrı neyse o” şeklinde bulunduğu, mevzuuna mahsus nitelenişidir.
Bu müşterek şuuraltı, kişiye has olmayan “şuuraltı”nın derin bir katmanını, –buna
şuuraltının ikinci bodrum katı denilebilir– biçimlendirir. Jung’a göre müşterek şuuraltında
“prototip-esas model” denilebilecek, insanın mânevî hayatının ilk tecrübelerini ifâde eder
remzler-semboller bulunmaktadır. Burada sözkonusu olan, ezelden beri varolmuş, sürekli
yeniden ortaya çıkan basit tasavvurlar veya resimlerdir; yılan, ejderha, iyi veya kötü ruhlar
veya yaşlı bilge adam buna iyi bir örnektir. Modern insanın uyanık hâlde artık şuurunda
bulundurmaya gerek görmediği bu resimler, şuuraltına kaydırılır ve ancak RÜYÂ-DÜŞ-
HAYÂL sırasında tekrar su yüzüne çıkar.
HİPNOZ yoluyla doğum ânından daha geçmişe gönderilen insanlar, meselâ filân
yüzyılda yaşamış X Bey veya Z Hanım olduklarını iddia ederler. Hattâ bazen uyanıkken,
bilmedikleri yabancı bir dili konuştukları bile olur. Bu dil, HİPNOZ altındaki kişinin yaşamış
olduğunu iddia ettiği ülke veya bölgede konuşulan dildir. Bazı kişiler daha da ileri giderek,
HİPNOZ altında yüzyıllarca önce yaşamış oldukları iddiasında bulundukları zamanın
lehçeleri veya arkaik dillerini kullanırlar. İşin garibi, hipnoz altındaki kişi, bazen “geçmiş
hayatında sandığı” kullanmış olduğu dilde konuşmayı tercih etse de, bugün kullandığı dili de
anlar ve bu dilde cevab verir.
Şimdi, kalın fırça darbeleriyle psikologlardan çerçevelediğim HİPNOZ davasının niçin
üzerinde durduğumu söyleyeyim:
Zaman, helezon şeklinde sonsuza bir akıştır; bu, niteliği değişik olmak üzere Doğu
mistisizminde de böyle kabul edilir, zamanı eşyanın dördüncü buudu olarak gören Einstein
fiziğinde de. Bugün efsanelerle fizik ve fizikle mistisizmin içiçe bir görünümle topluca ele
alınması, mistik ve efsanlerde kendini gösteren bir takım hususların, –biri de TENASÜH
meselesi–, ilmin çeşitli dallarında gerçeklenmeye mevzu olmasını getirmektedir; fizik ve
psikoloji başta.
***
Psikanaliz açısından HİPNOZ’u Freud ve Jung’dan gösterirken, MANYETİZMA
türünden ve biyo-enerji ile gözlerden karşısındakini tasarrufuna alma benzeri uyurgezer
uyutmalarda, “kişinin geçmiş hayatında” denilebilecek anlatılanlar, nasıl yorumlanmalı?
Evvelâ, TENASÜH bahsi, çeşitli dinlerin dinî ritleri ile bir inanç mevzuu olarak
karşımıza çıkmaktadır. Dolayısiyle, psikanaliz ve manyetizma türü hipnozda, bu uyutulanın
anlattıklarının, uyutulma gayesine uygun bir yorum meselesi olmaktadır. Freud ve Jung’da,
“geçmiş hayatta yaşanan” diye bir mevzu görmüyoruz.
Birkaç kelime ile, TENASÜH bahsine değinelim:
— “Bir şeyi bilmek o şey olmak demek değildir; dolayısiyle, istisnaî mahiyetteki birkaç
hâdise ile, tenasüh isbatlanamaz!”
— “Geçmiş hayata yönelik anlatılanların, çevre telkiniyle alınanların, sonradan
unutulması ve HİPNOZ vasıtasıyla ortaya çıkması da mümkündür!”
***
Tenasüh: Yeniden dünyaya gelme.
Tenassuh: Aklı başına gelmek. Nasihat almak.
İkinciye misâl, bâtın kahramanlarının tasarrufu altındaki kişinin hâlidir; Mansur’un
nuru, yüzelli sene sonra Attar’ın ruhunda tecelli etti denmesi gibi.

HAYÂL-MÜZ-RİT
Hayâl kuvveti, duyu verilerinden elde edilen bilgilerin, hafızada canlandırılması,
hatırlanmasını sağlar. Yalnız akla ait bilgiler ise, zaten beş duyu ile algılanmayanlardır ki,
hatıra getirilmeleri hayâl melekesinin işidir. Hayâlin, tasavvur hâlinde tertib ve tanzime
mevzu olması ise, tahayyül dediğimizdir.
MÜZ, düşünceye dalmak ve derin düşünce demek; bunun yanında, temaşaya-
muhayyeleye doğana denir. Müz, gerçek ve fiziki çevreden dalgınlık şeklinde, günlük hayatta
da pek sık içine düştüğümüz bir durumdur. Müz’ün diğer mânâsı ise, “şâire ilhâm veren güç”;
ve müzün kendi de bir müz.
TELEGRAM’da müz’ün bildiğimiz hayâl’le ilgisi yanında, mitolojideki müz mânâsıyla
da ilgisi var.
RİT, “teshiri altına girilen şey, dini âyin, merasim, usul, örf” mânâlarına geliyor. MÜZ
ve RİT, HİPNOZ’un “telkin ve şartlanma” mânâsı içinde, birbirinin yerine kullanılabilir
kavramlar. Mitoloji’de NYMPHALAR, hem rit, hem müz varlıklar.
Kartal Cezaevi’nde ARAR, çok tesirinde kaldığım müzler hakkında, “bunlar, Viyana
Papaz ekolü müzleri, oradan öğrendim!” diyordu. Viyana’da, bir köyde.
***
Ben, TELEGRAM’daki “hipnoz-kendinden geçme-uyku-yeni bir uyanıklık” hâlini,
MÜZ-RİT’ler sözkonusu olduğunda, ŞAMAN amacındaki gerçekleşmeler gibi görüyorum.
Bu, ondaki “bilme”, “görme”, bunların gerçekleşmesi için gerekli “istigrak-kendinden geçiş”
ile ilgili; yoksa onun tedavî vesair gayeleri bakımından değil. Çünkü TELEGRAM’ın gayesi,
içinde manyaklaştırma gayesi de olan bir yönlendirmedir.
Burada TELEGRAM’la ilgili bir hususa dikkat çekiyorum: Bir adam, dış yüzden
görülmeyen bir şekilde boğulurken hâlini anlatmaya çalışırken, diğer bir kişi bu
görülmemeden istifade ile gûya boğulduğunu söylemekte, bu da gerçekten boğulan adamın
anlatabildiklerini de onun aleyhine kullanılmak üzere bir malzemeye dönüştürmektedir. Bu
bakımdan, “zihin kontolü” ve “yönlendirme”nin gayesinin belirtilmesi gerekir. Zihin
kontrolü, bir yönüyle yapanın amacına yönelik bir veri edinme yolu, diğer yönüyle o amaç
doğrultusunda irâdeyi kontrol etme işidir; yönlendirme de, buna nisbetle gerçekleştirilen…
Ben, hep kızdırıcı ve kızılan olarak, METRİS’ten sonra büsbütün kızılan, bir adamı öldürüp
diriltmek ve yeniden öldürüp yeniden diriltmek gibi bir resmî hınca maruz olarak beterden
betere bir işkenceye tâbi tutulur ve dış yüz tesbitiyle benim için binbir ölümden en kötüsü
hâlinde, “yalnız bir yerde tecrid edildiği ve idamla yargılandığı için bunalımına düştü!”
şeklinde küçük ve komik düşürme propagandasına mevzu edilmek istenirken, şu oldu, bu
oldu, TELEGRAMCILAR’ın “Telegram sineği”, benim TELEGRAM sızıntısı dediğim
tezahürlerin devamını yaşamak üzere BOLU F-TİPİ’ne geldim. TELEGRAM isimli eserim
2003’de basılma safhasında iken, Milliyet gazetesinde ve ATV televizyonunda bir haber:
— “Salih Mirzabeyoğlu, zihin kontrolüyle terörist yapıldığını iddia ederek, Adlî tıbba
başvuru yaptı!”
Bir bilirkişi(!) de, tatlı tatlı böyle bir şeyin mümkün olup olmadığının yorumunu
yapıyor; bu işin sadece ilâçlarla gerçekleştirilebilir olduğundan dem vurarak. Başkası için bu,
cezadan kurtulmak üzere tevessül edilen bir yol olabilir. Ama benim için, tam bir suikast
ifâdesi: İşin fos çıkacağı ve TELEGRAM’ın gerçek dışı(!) olmasının tescili, böylece
TELEGRAMCILAR’a bu safhada ve sonrasında rahat çalışma imkânı vermesi bir yana, asıl
mesele, benim güttüğüm davanın “dış güçler”in yönlendirmesi diye karalanacak olması…
Kartal’da, benim kaldığım koğuş, B-7 idi: Daha teferruatına girmediğim koğuş için, ARAR,
“orasının adı ne biliyor musun? Boku yedi koğuşu” diyordu. O koğuşun koridorlarında,
“burası gerçek hapishâne! DELİ! Seni tımarhâneye yollayacağız!” diye çıplak sesle naralar
atan görevliler, sözkonusu haberi nasıl değerlendirmek gerektiği hususunda da bir kanaat
verebilir.
***
Müz: Kartal Cezaevi’ndeki TELEGRAM seanslarında, maddî ve manevî her türlü
varlık, görünen ve hayalî her türlü suret, aklî maraz ve kuruntudan doğan “halüsinasyon”
dedikleri görüntüler ve “organik olmayan varlıklar” cümlesinden cin gibi varlık, –ve dilde
isim bahsini de alâkadar eder bir mesele olması bakımından bildirelim ki, EŞYAYA
ŞAHSİYET VERME ve ONA BİÇİLEN SURET– bakımından en çok kullanılan kavram,
MÜZ idi. Fikir, hayâl, cisim, gizli; kısaca, herşey müz… Denizdeki sayısız ve elbette hiçbiri
birbirene benzemez dalgaların herbirine durumuna mahsus bir isim versek de neticede tek
deniz olması, bu mânâda Üstadım’ın “Marmara’nın neresinden bir bardak su alsan, aynıdır!”
demesi gibi, herşeye MÜZ denmesi. Ne var ki, ilâç terkiblerini gösteren katalogdan temin
edilen reçete gibi hazırlanmış kurgulardan mı hareket ediyorlardı bilmem, “o müz, bu müz”
derken, son derece çevik dilli geveze, “peki müz ne?” deyince tutuldu ve bir daha sormalarım
üzerine de hep lâfı kesti… İngilizce, muse: Şaire yardım eden ilhâm, ilhâm eden güç.
Müzlerden biri… Muse: Düşünceye dalmak, derin düşünmek, temaşaya dalmak… Fransızca,
muse: Sanat tanrıçası, müz. Şiir, şiir dehası. TELEGRAM isimli eserimizde “Castaneda”dan
yaptığımız ve TELEGRAM vesilesiyle diye aktardığımız bölümler, eşyaya-şeylere şahsiyet
verme meselesiyle birlikte, bu gözle görülmeli. İslâm büyüklerinin, meselâ “namazın
cesetlenmesi”nden behsetmeleri, yahut Hazret-i Ali’ye dünyanın çok güzel bir kadın olarak
yönelmesi ama onun bunu reddetmesi, işaretlediğimiz mevzudan sezilmiyor mu?.. Yine,
TELEGRAM’la ilgili bir not: Cin, “cins”e göre görünmez ve gizli olan; “Kur’ân’a göre,
dumansız ateşten yaratılmış bulunan… Cinin büründüğü geçici görüntü ve cismanî heyetin
ismi de, PERİSPERİ… Mücerret bir gizlilik ve cismanî heyet arasında, her iki mânâya da
akar ve perisperi keyfiyetini andırır, seyyaliyet ve “AHENK-RİT” niteliğinde varlık-var oluş
ifâde eder MÜZ kelimesi.
***
Hayâl kelimesinden türeme, HEYULA: Eski felsefede, eşyanın aslı ve gerçek olan
kısmı. Zihinde tasarlanan korkunç hayâl… Hayâlin korkunç olup olmaması bir yana,
TELEGRAM’a maruz kalanda ve cinlenende meydana gelen tesir ve zuhurat benzeri şeyler,
sanki HEYULA kelimesinin hem maddeyi ve hem de ona ilişik letâfeti anlatması gibi,
birbirine karışmaktadır. İçli dışlı yönlendirme faaliyetine tâbi tutulurken, “hiç olmazsa ne
olduğunu bilsem, ona göre imdat istesem!” düşüncesi ile bunları birbirinden ayırmaya
çalışmak, tek başına kafayı oynatmak için yeterli sebebtir… TELEGRAM ve cinlenme
arasındaki müşterekliği, HEYULA kelimesi hakkında söylediklerimi de içine alacak şekilde,
KUVANTUM fizikçisi Bernard d’Espagnat’ın sözlerinden misallendirelim:
— “Gerçekliğin yer, mekân ve zamana dair sınırlı kategorilere sahib rasyonel ilmin dar
korsesine sığdırılamayacağı kanaatindeyim. Hakikatin insan kavrayışını aştığına dair tecrübî
verilerin olduğunu, kuvantum fiziği üzerinden açıklamak isterim. Gerçek oldukları kabul
edilen atom parçacıkları ve alanlarıyla klâsik fizikten ayrı olarak, kuvantum fiziği ÇOK
TUHAF NESNELER’le uğraşır. Bunların sıklıkla elle tutulur hiçbir niteliği veya bir mekânı
yoktur; ne tarif edilebilir bir enerjileri, ne de bir dönüş yolları olmuyor. Daha ileri gidip, bu
varlıkların tecrübe dünyamızı açıklayabilmek üzere kurguladığımız birer KAVRAM’dan
fazlası olmadığını dahi iddia edebilirim!”
***
Mousalar - MOUSAÎ: Yunan mitolojisinde, Zeus ile Mnmosyene’nin 9 kızının ismi,
MÜZLER. Efsanelerde, Tanrılara âit büyük şenliklerde ŞARKI söyleyip ortamı neşelendiren
varlıklar olarak geçer. ŞARKI - AHENKLİ SES, ahenk - dalga - RİT… NYMPHALAR,
tabiatın dişi esprileri olup, onlar da dokuz kişi ve marifetleri Mousalarla aynı. Bana sözlerden
kurulu bir dünya kurmaya çalışan ve elektronik cihazlarının fiziki tesirini de kullanan
NYMPHALAR’a bu ismi vermemdeki espri, hissedilebiliyor sanıyorum.
Mosalar: Herbiri ayrı ayrı 9 hüner sahibi ve RİTleri NYMPHALAR’la aynı: Destanî
şiir, tarih, pandomim, fülüt, hafif şiir ve dans, lirik koral, tragedya, komedi, astronomi.
NYMPHALAR: Zeus’un kızları olup, ormanlarda, kırlarda ve SULAR’da yaşayan
tabiatın dişi esprileri (perileri) olup, bunların bereketini ve lütfunu temsil ederler. İkinci
derecede TANRILAR olup, –ki bu yüzden, doğrudan doğruya MÜZ’ün hayâl demek
olduğunu söylemiyorum ve bunu izâh içinde veriyorum–, kendilerine dua edilir, tehlikeli de
olabilirler. Mağaralarda yaşarlar ve hayatları şarkı söylemek ve yün eğirmekle geçer. Çoğu
zaman, büyük bir tanrının veya aralarındaki yüksek birinin maiyetini oluştururlar.
SU hakkında, gerek KARTAL ve gerekse BOLU’da, epey maceram var. Bir NLP
reklâmında, “SU programı” diye bir program görmüştüm. Bir insanın 8 saatte nasıl Atatürkçü
yapılabileceğini iddia eden NLP uzmanını da. Abartı ve palavralar bir yana, hafızayı silen
büyük bir ŞOK tesiriyle, bu işin sadece TELEGRAM yoluyla olabileceğine kaniyim; izâhı
gereken bir dava. Burada, NYMPHALAR vesilesiyle, Çingene dilinde “su” demek olan
MU’nun, ZEN BUDİZM’deki karşılığını vereyim: Düşüncelerin uzaklaşıp, AYDINLANMA,
yâni bilginin kendi olmak için, gerekli boşluğu zihinde meydana getirme durumunun adı…
Bu sözkonusu boşluğu TELEGRAM’a tercüme ettirirsek, ismi ZİHİN SİLME olur; ve
gayelerine nisbetle, belki benim için yapılan gibi, ortada bir salak tip meydana getirmek.
Bolu’daki NYMPHALAR’a, bu esere başlamadan bir sene önceye kadar, FARELER
diyordum; “lağım fareleri”. Elbette hakaret için. Sonra, İngilizce’de MÜZ gibi, farenin
yazılışının ve söylenişinin, aynı olduğunu gördüm: Muse… Fransızca FAR-ışık ile, Türkçe
FARE arasında, ses olarak birlik bulmak zor değil: Fasika kelimesinin “fare”, fasık
kelimesinin “günahkâr ve dinden hariçte olan” mânâsı, benim NYMPHALAR’a verdiğim
mânâya tam da uygun. Ahenkli hareketleriyle Walt Disney’e çizgi film ilhâm eden fare gibi,
ben de TELEGRAM altında geçen 11 seneyi, TELEGRAM’ın doğurduğu vesileleri
değerlendirerek geçirdim. IŞIK hakkında hatırıma gelen son mânâ, İmâm-ı Rabbanî
Hazretleri’nin şu sözü:
— “Allah nurdur, denmez; Allah’ın nuru denir, yoksa küfre yol açılır. Herşey,
Allah’tandır, o değil!”

ŞAMANİZM
Şamanizm’de HAYAT - ÖLÜM - YENİDEN DOĞUŞ deveranını rüyadaymışcasına
düşte aşma, yâni fizikî kanunları bir yana bırakarak Kaianât’ın yapısına karışma temayülü, sık
sık görülür. Düş dünyası bu imkânı gerçekten de sağlar.
Şamanizm’de şuur, akıl almaz güçlerin etkilerini tabiî olarak karşılamaya yönlendirilir.
ŞAMAN DAVULU ile yapılan sembolik gösteri de, insanın üç dünya arasında yaptığı kozmik
yolculuğu ifâde eder. Şaman davulunun sesiyle Kâinat düzene girer ve trans-geçiş hâli
tamamlanır. Artık hayâlî bir yolculuk, şuur yerinde olarak, yeniden yaşanabilir.
Avustralya yerlileri için tabiat, dünyanın ayrılmaz bir biçimde bağlandığı sonsuz bir
hayâldir ve bu hayâlde gerçeğin temelleri erimektedir.
***
Şamanizm, uygulanışı açısından ne belirli usul ve şartlara bağlı dinî bir törendir, ne de
şahsî bir arayış. Şamanizm içtimaî bir talebe karşılık verir ve pratik bir amacı vardır. Peki
ama, şamanın yeteneklerinden ve eyleminden kimler yararlanır? Topluluk şamana hangi
makamı ve rolleri yükler?
Şaman, genellikle hem “gören-müşahede eden” veya “bilen” ve hem de “yapabilen”
anlamına gelen bir tabirle nitelendirilir. Burada sözkonusu edilen, dünyanın gizli yüzüyle
ilgili olması açısından, sıradan insanların bilgisinden ve gücünden farklı bir bilgi ve güçtür.
Şamanın varlığı, sıkıntıları körükleyen öteki dünyayla iyi ilişkiler sürdürerek bu
sıkıntıları önlemek veya aracılık yaparak bu tür meseleleri çözüme kavuşturmak üzere
kuruludur. Bu açıdan şaman, vazgeçilmez bir role sahibtir ve eyleminden topluluğun bütün
üyeleri yararlanabilir.
Şaman, bir av töreni, bir şifa töreni, bir fal açmada, meseleleri aydınlatmak veya
davranışlarını gerekçelendirmek üzere, mitolojik unsurlardan yararlanır. Mitleri yaşar, söz ve
beden diliyle ifâde eder. Ruhunun gezinişlerini ve diğer dünyalara ziyaretlerini yansıtır. Bu
ziyaret sırasında girdiği mücadeleleri, pazarlıkları anlatır. Yabancı ruhların, kendi ruhunun
serüvenlerini, büyük bir hünerle dillendirir ve mimiklerle anlatır. Yaşanan sıkıntıların
sebeblerini, ihtimâllerini sıralayarak aktarır. Ayin alayları, –RİT törenleri– düzenleyerek,
kendine has davranışları empoze eder, sembolik mânâları tekrarlar ve güçlendirir.
Şamanizm, şahsî niteliklerin temel olduğu sözlü ve teatral bir sanattır. Her şaman
kendine has üslubuyla tanınır. Bu bakımdan o, bir sanatçıdır; her durum altında hayâl gücünü
sergiler… Grubu ve hastaları ondan bunu ister veya beklerler. Şaman sanatı, bazen bir resim
sanatıdır da.
***
Şamanizm, KARTAL’da, benim hipnoz ve transa girmek bakımından olduğu kadar,
MÜZ ve RİT’ler bakımından da misâl verdiğim bir mevzu idi. TELEGRAM isimli
eserimizde, bu kitabın umumi bir alt yapısı hâlinde işlendi. TELEGRAM’daki ZİHİN SİLME
işini izâhta da, aynı esastan faydalanacağız.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (7. Bölüm)


“ZİHNİ SİLİNMEDİ Mİ?”
Sene 2006… Aradan geçen 6 aydan sonra, yanyana üç tek hücrenin tek havalandırmaya
açıldığı, yâni üç teklilerden birindeyim. 5-6 görevlinin geldiği sayımda, beni yaklaşık 9 aydır
görmeyen biri, bana duyurmak üzere yanındakine, “bunun daha zihnini silmediler mi?” diye
soruyor.
Üç çeşit bilmeme var: Birincisi, hiç bilmeme. Gençliğimde Eskişehir’de iken, Köprübaşı
denilen yerde, sıra sıra taksilerin dizildiği bir taksi durağı bulunuyordu. Orada, vaktiyle
Kore’ye asker olarak gitmiş, yaralanmış ve nasıl yapıldıysa işkence görmüş bir şoför vardı:
Yanında “Limon!” derdemez bağırıp çağırmaya, sonra o lâfı söyleyene köpürüp küfretmeye
başlardı. Onun durumunu bilen arkadaşları veya tanıyanlar, onu bu şekilde kızdırırlar, şaka
yaparlardı. Bunun yanında, iki yönlü şaka olarak, yoldan geçen birine, “şu adamın yanından
geçerken, limon deyin, o kadar!”… Sözkonusu iki veya çok kişi, onun yanından geçerken,
sadece “limon!” der, yahud içinde bu kelime olan bir söz ederler, adam köpürünce, ya tepkiye
şaşarlar, yahud habersiz görünürlerdi. Bu hâdise, “şartlı refleks”e dair bir misâl. İyi veya kötü,
her şeyde her vasıtayı kullanarak, “şartlı refleks” oluşturmak mümkün. Meselâ Cezaevi’nde:
Bir kapı açıp kapamaya göre şartlı refleks oluşturulursa, benim durumumda olduğu gibi,
vücuduma elektrik verilmesi ve vücudta bir infial, bir heyecan oluşması. Bu kapı sesinin,
sadece sizin bulunduğunuz hücre kapısı ile ilgili olması gerekmiyor. Sözü getirmek istediğim
yer, bana yapılana âlet olanların, bunu bilip bilmemesi: 2005’den itibaren sıkıntısını en çok
çektiğim mesele bu oldu. O günden bugüne gelen süreçte, büyük nisbette bu handikapı
atlattım; çünkü hiç bilmeyenin de anlayacağı bir duyurmam oldu.
İkinci çeşit bilmeme: Birşey yapıldığını bilir, ama nasıl yapıldığını, yapılanın ne
olduğunu bilmez.
Üçüncü çeşit bilmeme: Yapılanın ne olduğunu bilir, ama nasıl yapıldığını görmemiştir.
Meselâ, uzaktan elektronik cihazla birşey yapıldığını bilir, ama cihazı görmemiştir.
Dördüncü çeşit bilmeme: TELEGRAMCILAR’a mahsus. Meselâ, uçağı kullanan
pilotun onun mucidî veya mühendisi olmaması gibi.
“Bunun daha zihnini silmediler mi?” diyen… Herhâlde, ikinci soydandı. Yahud benim
çok üstünde durduğum “cin” mevzuu gibi, “alay” olsun diye öyle söyledi; birşey yapıldığını
biliyor, ama “zihin silme” ona komik geliyordu. Her iki şıkkı da nazara alarak, ona kızgınlık
duymama rağmen, işin sevindirici yanı da vardı: Demek konuşulan bir mevzu olarak
biliniyordu ve bilinen şey bilmemezlikten de gelinse, bana reaksiyon gösterdiğim bir cihaz
hünerini söylediğimde, komik ve manyağın ben olmadığımın bilinmesi rahatlığını sağlıyordu-
sağlayacaktı. Yol uzun: Gittikçe bulmak, buldukça gitmek gibi. Hâlen devam eden.
***
Anlatmaktan bıktığım ve dinleyenin gına geldiği bir mesele, bu “şartlı refleks” ile,
TELEGRAM arasındaki münasebet idi: Doğru veya doğruluğu mümkün, ama etrafında
bilinmesi gerekenler olmayınca, dinleyenin aktarışında mânâsız kalacak bir iş… Avukat
Güven Yılmaz ve Ahmed Arslan, bu sıkıntının başlıca hedefi olarak, çok duydular:
— “Beynin ön bölgesi şu fonksiyonu yerine getiriyor, sağ yarımı şunu, sol kısmı bunu,
arkası şu, tepesi bu, beyincik de şunları… Diyelim ki, bir kapı sesi, yahut şartlı refleks
oluşturulmuş bir adam sesi. O, diyelim beynin (elimle gösteriyorum) şurasını uyarıyor, o ânda
cereyan veriyorlar. Yahud kafama elektrikle vuruyorlar… Eğer birşey yapmasalar bile, sen
irkilebiliyorsun… Meselâ, şu ânda konuşanın sesini duyuyorsunuz değil mi? (Evet diyorlar.)
Bende oluşan şu tedirginlik için, “ne var ki bunda? Öylesine duyulan bir ses!” diyebilirsiniz.
Ama dediğim gibi anlarsanız? Ben şu ânda size bunları anlatırken bile, ortaya çıkın diye
onlara meydan okuyorum!”
Evet; geçmişten, şu satırları yazdığım Haziran 2010 gecesine geçelim… NYMPHALAR
klâsik sıkıntı verici lâflarını tekrarlarken, “ne diyorlar derlerse, ne derlerse, ne diyeceksin?”
diyor… Benim cevabım da klâsik:
— “Palavrayı bırak, ortaya çık!”
Ve dün olsa idi, bugün olduğu kadar tesirli olmayacak şu cevabı tekrarlıyorum:
— “Bana …. diyorlar desem bile, o soruyu soracak arsız, bana yapılanı kabul eden,
bilen biri olduğunu göstermiş olmayacak mı? Siz önce ortaya çıkın, ne halt ettiğinizi anlatın!
Yeminle söylüyorum, siz ne diyorsunuz, ben suç olsa bile mukabilinde ne diyorum, tek
kelime atlamadan söyleyeceğim! Zaten benim söylememe gerek yok, terörle mücadele
cümlesinden olarak yaptığınız işin ilgisini çıkın anlatın! Bu konuşmaların tesbiti sizde nasıl
olsa var…”
Onların bana cevabı yine klâsik:
— “Hastahâneye, hastahâneye!”
Kanun duvarına çarpmamak için, neleri söyleyemediğimi de anlayın: Kimlerin ne iş ve
menfaat için, TELEGRAM’ı vesile kıldığını. Benim sayemde, “en büyük” olacaklardı, ama
basit karnını doyuran olarak kaldılar. BARAN dergisinde 2007’de çıkan SİNYAL
MUHABBETLERİ’nde, kimin gözüne girmek, hattâ daha da büyük olmak amaçları mevcut:
KURGUM’un isabeti yüzde 90, şahıs ve müesseselerde şaşma olmuştur.

ŞOK
Zihin silme deyince, “Kriminoloji-Suç İlmi” ile ilgili, vakti zamanında sanıyorum
Fransa’da yaşanmış bir hâdise aklıma geliyor: Büyük bir tren kazasından sonra yardıma gelip
ölü ve yaralıları tesbite çalışanlar, hâkimlik gibi itibarlı bir mesleğe sahib olan birine
yakışmayacak hareketlerde bulunan birini görüyorlar. Adam, ölü ve yaralıların cüzdanlarını
ve kollarındaki saatleri aşırmakla meşgul… Kazada ŞOK geçirmiş adamın şuurlu kimliği-
şahsiyeti silinmiş ve ibtidaî duygusuyla hareket etmektedir. Burada altını çizmek istediğim
mesele: ŞOK… Bunun çeşitli yolları ve sebebleri, şifâ veya maraz doğurma niyetli olanları
var. Ben bunun binbir çeşidini yaşadım. 2000 ve 2001’de çekilen, morgtan kaçmışa dönmüş
hâlimin isbatı resimlerim mevcut… Bu bölümde ŞOK’tan, HİPNOZ-TELKİN meselesiyle
ilgisi kadar bahsediyorum. Alelâde hâdise nakledicisi olmadığıma dikkat.
***
KARTAL CEZAEVİ’nde… Devamlı olarak, kafam ve vücudum, elektronik âletin
tesirine maruz, günler ve geceler böyle geçiyor. Günde birkaç saat, uyudum mu yoksa
bayıldım mı belli değil, kendimden geçmiş yatıyorum. Genellikle sabah namazı öncesi veya
sonrası. Tarih veremiyorum, kalıcı olan neyse, onu anlatma usûlü üzerindeyim. Zaten, eğer
mümkün olsaydı ve günü gününe yazmam mümkün olsaydı bile, bu, gece gündüz önündeki
bir tas suya bakan adamın, suyu tasvir etmesi kadar imkânsız ve MÂNÂSIZ olurdu.
MÂNÂSIZLIK, okuyucu yönünden sıkıcılık, benim yönümden ise, âdeta eşyalaşmış olmam
gibi bir hâl almam kasdıyla. Hâni, “eşya hakkında ne kadar çok şey bilirsen, HAYAT o kadar
mânâsız görünür; bu yüzden, başkasının bilmediğini bilmekten ibaret trajik bir asaletten başka
birşey kalmıyor!” diyen fizikçinin meyusiyetini ifâde eder bir mânâsızlık hissi gibi. Eşyayı
eşya olarak, kendi kendinden ibaret bir gaye olarak bilmenin tabiî neticesi; bu bana, cihaz
marifetiyle hem yapılan işin fizikî ve ruhî tesiriyle, hem de mekânın başka bir şeyle
meşguliyete imkân vermez şartlarıyla yaşatılan; etrafımda oynanan yönlendirme işleri filân
diye uzatmayayım. Kazandığım ne mi oldu? Mutlaka ve mutlaka, “yaşanmaya değer hayat
hangisi?” sorusunun cevabını hakikatin hakikati hâlinde vermedikçe, şu hayatın “niçin?” var
olduğunun cevabını bulamadıkça, sözkonusu mânâsızlık bir bedahettir. Buna, “bilinen ve
bulunan aranır!” hakikati çerçevesinde yakîn getirdim, tahkiken-yaşayarak erdim… Evet;
bayıldım mı, uyudum mu bitkinliğinin ardından, yine elektronik cihazın hüneriyle
uyandırıldım. Bana aniden, “küçük kızının ismi ne?” diyen ARAR’ın konuşması; birden
kapıldığım-kaptırıldığım PANİK hissi ve ona eşlik eden bir hafıza kaybı. Kızımın ismini
HATIRLAMIYORUM! Aradan birkaç dakika geçince, hatırladım; ve aynı panikle, eşimin,
çocuklarımın, annemin, babamın, kardeşlerimin isimlerini küçük not kâğıdına, böyle bir
duruma tedbir diye yazdım. Sonraki günlerde, ezan ve kameti, hatta Kelime-i Tevhidi ve
Kelime-i Şehadeti… Aramalarda, gelenlerin karıştırdığı kâğıtlar arasında bunlar da var;
özellikle, askerler bana yapılanı bilmiyorlarsa, kafayı oynattığımın birebir şâhidleri de olmuş
oluyorlar. Bu sıkıntı ayrı.
BOLU F-TİPİ CEZAEVİ… Kapı çalmalarla ve Telefon’a gidişimde oynanan oyunlarla
ilgili olarak, görevlilerle çıkan tartışma üzerine, Cezaevi Savcısı önündeyim. Oraya gidene
kadar vücudum öyle bir infiale getirildi ki, her tarafım zangır zangır titriyor… İlk söylediğim
şu oldu:
— “Bu benim tabiî hâlim değil, bakın vücudum - ellerim - kollarım nasıl titriyor…”
O TELEGRAM’ı bilmiyormuş zarureti içinde olmasına nazaran, benim de bana yapılanı
söylemem gerek, NYMPHALAR’ın bana söylediklerini ve yaptıklarını korku, vesaire, vesaire
yüzünden konuşamıyormuşum gibi olmasın diye. Bunun anlatımı ayrı fasıl. İfâdem yazılırken,
birden aklıma gelen yahud TELEGRAMCILAR’ın telkini ile, anne ve babamın ismini
hatırlayamayabileceğim oldu; birkaç saniye süren bir panik hissi… Bunlar, küçük çaplı ŞOK
misâlleri. Şiddetli ŞOKLAR’ın ardından HAFIZA-ZİHNİN SİLİNMESİ, bunun şuurlu olarak
gerçekleştirilmesinin ardından, sözkonusu kişiye yeni bir şahsiyet vermek mümkün mü,
yahud ne kadar mümkün, her vakanın kendine mahsus özellikleri olacağına nazaran, ayrı bir
dava. Kişiyi kontrole alma, böyle bir iş olabileceği gibi, ödül ve ceza yollu bir denetime
uygun hâle getirme şeklinde de olabilir. Elektronik cihaz marifetini, bunlar arasında bir yere
yerleştiriniz. Ben, benim yaşadıklarımı anlatırken, bu türlü genel çerçevelemeleri, hâlimi ilgili
oldukları içinde izâh bakımından yapıyorum.

ZİHNİ BOŞALTMA
“Zihin silme” ile aynı mânâya gelse de, pratik amaçlı ruhî disiplinlerle, çeşitli dinlerde,
kendilerine mahsus bir [şey] doldurmak için zihni boşaltma usulü: Manyaklaşmak ve
manyaklaştırmak için değil, bir bakıma “neyse hâlin, çıksın talihin” gibi, o yola ve şahsa
mahsus tecellilere muhatab olmak için. Çerçöp motivasyonlar ve hayâlden duyulaşmaya -
duyulardan hayâle gitmeyen sıradan işlerin hipnozu, bunun dışında.

BOŞLUK VE HEBA
Mâ’: Su. (Ab: Su. Yağmur. Letafet, güzellik. Cilâ… Ab: Hatâ… Abb: Işık, nur, ziyâ.
Güzellik.)
Ma: Biz. (Müşterek.)
Ma’: Yeryüzüne yayılıp döşenmek.
***
Mu: Kıpti dilinde “su” demek.

Mu: Zen Budizm’de, “aydınlanma, aydınlanmanın kendi olmak” üzere, zihinde gerekli
boşluğu sağlamak durumunun adıdır.
***
Hinduizm: Reenkarnasyon-tenasüh ve çok tanrılı bir mabede inanmayı ihtiva eden bir
dinin adıdır. Temeli Veda (bilgi) isimli kitablara dayanan Hinduizm’de, tek bir Brahman
(alemşümûl ruh-külli ruh) bulunursa, insan bedeninin bir MAYA (hayâl) olduğuna
inanılmaktadır.
Maya: Hinduizm’de, insanın gerçek bilgiyi görmesini engelleyen örtünün adıdır.
***
Heba: Boş. Nafile. (Fazladan yapılan iş.): 9.
İBDA’: İzhar etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak. Yaratmak. Numunesiz bir şey
yapmak: 9.
***
Heba: Âlemin doldurduğu boşluğun, kaynağı olan boşluk-hala’dır. Onu ilk dolduran da,
varlık alıcısı suretin kendisinden yaratıldığı HEBA isimli karanlık (kara) cevherdir. Heba’nın
bu niteliği, hacmin maddeyle bilinir olması gibi, onu beş duyuya muhatab âlem ile bâtın âlemi
arasında bir PERDE kılmaktadır; bu, HEBA’nın bir YOKLUK olduğunu gösterir. Yokluk da,
yaratılmış olarak bir vardır; kendi kendine olmuş bir şey değil… Aynı, hacmin madde ile
bilinir olması gibi, HEBA’nın varlık olarak nitelenmesi, Allah’ın EN-NUR ismiyle ona
tecellisi neticesidir.
***
ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU faslındaki DELİK-BOŞLUK bahsini hatırlatarak,
HEBA’nın HEYULÂ ile ilgisine geçelim: Heyulâ, eşyanın gerçek kısmı demek.
Heba, heyulâdır, fakat Külli Cisim değildir. Küllî Cisim, yaratılıştan gelen keyfiyet ve
şahsiyetle-tabiatla, hebanın birleşmesi neticesidir. Sözkonusu mânâdaki tabiat, müessir olarak
erkek bir kavramdır; heba ise, dişi.
Varlık ve yokluk arasında, “heba, heyulâ, Küllî Cisim, tabiat, nur-bilgi”, ayniyeti ve
farklılaşmalarına dikkat.
***
Kün: OL demek. Allah bir şeye OL deyince, o şey de olur: 70.
Ayn: Göz. Pınar, kaynak. Tıpkısı, tâ kendisi. ZÂT. Eşyanın hakikati; Allah ve
Resûlü’nün isim ve sıfatlarının, tam ve kâmil olarak görünüşüdür. Her şeyin en iyisi. Kavmin
şereflisi.
Casus, arayan. Muayene etmek. Bir harf ki, ebcedi: 70.
Büyük Doğu-İBDA: 1061+9= 1070.
***
Ahmed: Daha çok hamdeden. Çok övülmeye ve medhedilmeye lâyık. Çok sevilen. Allah
Sevgilisi’nin Kur’ân’da geçen yedi isminden biri: 53.
Hilye: Güzel sıfatlar. Cevher. Güzel yüz. Suret. Görünüş: 53.
Hümme: Kara. (Ululuk rengi olan siyah. Siyaha: Suyun akması.): 53.
Heyulâ: Eşyanın gerçek olan kısmı. (Allah Resûlü’nün duası: Yarabbi, eşyanın
hakikatini bana olduğu gibi göster!) Anka kuşu gibi, hakikati olmayan mahiyet, hayâlî. (Rit):
53.
Cin: Organik olmayan canlılardan, bir varlık nevi: 53.
Mucid: Yeni bir şey icâd eden. Yoktan var eden. (Mucîd: Hazır. İyi edici olan. Ölüm.):
53.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2052= 1053.
Mücahid: 53.
Hile: Hâil, perde. Sed. Çare. Mekir. Zeval ve intikal: 53.
***
Heba: Suretlerde şekillenir, fakat kendisi değişmez; bu bakımdan, su ve havaya benzer.
Her suret, heba’da zuhur eder. Su ve havanın suretleri bile, heba’da mevcuttur. Bu suretler,
heba cevherindeki mânâlardır. Her suretin hebada şeklinin bulunması, her suretin heba
olması, suretin hebadan bir parça olması demek değildir. Varlık ile nitelenmiş, boyandığı
nurla kendini izhar etmiş olan heba, Allah’ın cisimlerin suretlerini içinde yarattığı bir
maddedir. Heba’da, küllî cisimde zâtlarının ortaya çıkışından önce, keşif sahibinin müşahede
ettiğinde gördüğü, âlemin suretlerinin ilmi vardır.
***
“Buharın benzediği, yaratılmış en yüce şey, Allah’ın âlemin suretlerini içinde yarattığı
HEBA’dır”… Burada HEBA, hayâli andırıyor ki, HEYULÂ’nın lûgat mânâsı içinde bu var:
Zihinde tasarlanan, korkutucu hayâl.

İLİM VE MÜŞAHEDE
Hacegân yolu kahramanlarından onyedincisi, Alâeddin Attar Hazretleri:
— “İlim tarafını tutmak ve kendi hâlini gizlemek gerektir!”
Tefsirci: Hoca Hazretleri’nin, bu sözü buyurmalarındaki hikmek şudur ki, insanda İLİM
ile AYN, (imân ile hakikat) müşahedesi bir araya gelse, o müşahede şeriate uymayacak olursa
şeriat tarafını tutmak ve başka hiçbir şeye kıymet vermemek iktiza eder. Lâkin bu her arifin
başarabileceği bir iş değildir. Kuvvetlilerin ve büyük velilerin işidir. Değme veliler imânla
ayânı toplayamamışlardır. Muvahhitlerin kutbu ve ariflerin kıblesi Şeyh Muhyiddin Arabî
Hazretleri FÜTUHAT isimli kitablarında kendi hâllerini hikâye ederken, İMÂN ile AYÂN’ı
toplayabildiklerini anlatır ve bu yüzden Allah’a hamdini belirtip der ki:
— “Ben, imânla ayânı cem ettim. Müşahedeler ortadayken, onları bir tarafa bırakıp
imânla amel etmek, nadirlere âit bir keyfiyettir. Bu makam, nice ariflerin ayaklarının sürçtüğü
noktadır; çünkü onlar, müşahedeye erince onunla amel ederler ve imânla amel etmezler.
Böylece, imânla ayânı birleştirmiş olmazlar!”
Hoca Alâeddin Attar Hazretleri de bu mânâda Şeyh-i Ekber ile beraber oldukları için,
“dava ilim tarafını tutmaktır!” buyurdular.
***
Bâtın kahramanlarının, müşahedenin verdiği vecd ve kendinden geçme içinde, onun
hakikatinin ne olduğunu ilim tarafına sormamaları, onun bâtıl da olabileceği bakımından bir
sürçme, yoldan çıkmadır. Biz bunu, günlük hayatın İslâm dışı nice teshirinde kalınan ve
İslâmî ölçüleri bile bile aldırılmayan işlerden kıyasen anlayabiliriz. Bunun dışında, Mutlak
Fikrin Gerekliliği gözönünde tutulursa, en güzel ifâde Üstadım’ın söylediğidir:
— “Şeriat, duvarda bir çiviyi gösterse ve hakikat budur, bundan başka hakikat yoktur
dese, ben yine hakikat diye Şeriati gösteririm!”
Bunun dışında, şu hakikat:
— “Hiçbir rüyâ boş değildir!”
Herşey Allah’tan, müntehasında herşey O’na bakar; ama keşif ve müşahedede bunu
söyleyebilmek, buna yine Şeriatle varmış olmakla olur. Yoksa, her gördüğünün arkasına
takılırsan bâtıl soydan zuhuratlarla nereye varacağın da bellidir. Bu yüzden denmiştir ki,
Vahdet-i Vücud sırrını hâl olarak yaşamadan ondan bahsetmek, küfürdür; yeter ki, büyüklerin
sözlerinden, insan ve toplum meselelerinin hallinde, onlara iltica ile pay kapmak şeklinde
olsun. Bu da bizim, sözkonusu yolda çilesi çekilmek ve ölçülendirmeleri yerli yerine
getirilmek üzere, tevilimiz. Sığınılan ölçü, en üstünden en avamisine kadar hepsine hitabedici
olarak, Allah Resûlü’nün Hazret-i Ebubekir için söylediğidir:
— “Ebubekir, rüyâ tâbir eder, bazen doğru, bazen yanlış çıkardı; ama Allah ihlâsından
dolayı O’nun yanlışını da doğruya tebdil ederdi!”
Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nin buyurduğu gibi, iş keşif ve müşahedelerde değil,
istikamette… Hazret-i Ebubekir de elbet, ilim tarafına bakandı.
İmâm-ı Azam, zuhuratta muazzam bir taht gördü ve Allah’ın kendisine şu hitabını
duydu:
— “Sen artık namaz kılmayabilirsin, bu farzdan azadesin!”
Tam da secdede iken… Birden, Allah Resûlü’nden bile bu farzın düşmediğini hatırladı
ve haykırdı:
— “Mel’un şeytan!”
Şeytan, O’na, nicelerin bu makamda tarafından ayağının kaydırıldığını söyledi:
— “Sen, ilmine şükret, yoksa seni de kaydırırdım…”
***
TELEGRAM’da, zihni boşaltma, unutturma, zihin silme; netice olarak kendi amacı
doğrultusunda yönlendirme ve doldurmadan bahsederken, telkin, korkutma, şantaj, bunların
paralelinde uyku, uyku uyanıklık arası ve uyanık, şuurlu veya şuurum zayıflamış durumlarda,
zuhurat veya zuhurat benzeri şeyler, halüsinasyonlar, müzler gördüm.
METRİS ertesi bir intikam ve linç ortamı ve hazır mahkemelerim de varken, “ya
Atatürkçü olursun, veya…” cinsi bir ikna çabası içinde bütün olup bitenler, imânsız mel’unla,
imân sahibi arasındaki çekişmeyi gösteriyordu.
Yaşadığım hâdiselerin nakilleri ayrı dava… Duyu verileri yolundan AKIL ÇELİCİ ne
olduysa ve tabiî düşünememem için ne yapıldıysa yapıldı, ama imân ve imân kutbu
kahramanlarına imânım, imânımı kaybetme korkum aşılamadı. Mümkün olduğu kadar
mütevazi bir ifâdeyle söylersem, şu eseri yazarken de KARTAL’da ana hatlarıyla kavranmış
bir mesele olarak, bir nevi imân ile müşahedeyi birleştirme işi üzerindeyim: Herşeye değerini
verip, yerli yerine koyarak.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (8. Bölüm)


SİS
Bu kitaba âit not almalara, alt yapısı TELEGRAM kitabı olmak üzere, 2003-2004
yılında başladım. Aklıma gelen hâdiseleri, hâliyle bir sıra derdi gütmeden not alma şeklinde.
Sıra derdi gütmememin sebeblerinden biri, “Telegram kaçağı” hâlinde zaman zaman kendini
belli eden, sair zamanda bendeki vehimden dolayı veya hissedilmesi en aza indirilmiş
elektriklenmeden, sürekli yaşadığım, “andıkça” tesirine kapılmak durumunda kalmamdan
dolayı idi. Hem yazabilmek, hem de ruhî ve fizikî olarak yakalanmamam için, kapkaç şekilde
fazla düşünmeden aklıma geleni zamana yayarak parça parça tesbit etmek… Bir-iki sefer,
gayet net olarak kendilerini belli ettiler:
— “Tekrar et, tekrar et!”
İstanbul’dan Bolu’ya mı intikal etmişlerdi, yoksa bende teyb dolgusunun çalışması mı
idi? Bu, o zamanki düşüncem.
Sözkonusu notlardan biri, Kartal’da mekânın bana nasıl göründüğü ile ilgili olarak SİS
benzetmesinden istifade bir tasvirdi. En uygunu olmasına rağmen, tam olarak hissimi ifâde
etmediği gibi, “yapmacık” ve edebiyat paralama şeklinde anlaşılabilecek o parçayı, ya yırtıp
attığım veya şu ânda bulamadığım için, aynen alamıyorum. Notlarım arasında var mı yok mu
diye ararken, yahut zihnen onu canlandırmaya çalışırken, NYMPHALAR’dan DELTA
Serdar, o mütemadiyen işleyen çenesiyle buna da dahil oldu:
— “Sis, palavra! Yazarken, gerçeğe benzemiyor!”
Bir bakıma haklı: Fotoğrafla gerçeğin birbirinden farkı kadar, yazı ile tabiî yaşama
arasında da bir fark var. Ama tabiî yaşamada dış gözle görülmeyeni, dolayısiyle o insanın
neyi nasıl gördüğünü, anlatmadan, yazmadan, hususen üzerinde yoğunlaşmadan, nasıl
aktaracaksın? Şimdi yazı edebiyatına girmeyeyim; ama Burak Çileli’nin TELEGRAM’da
farkettiği inceliği tekrarlayayım ki, dramatize etme ve abartmadan alabildiğince uzağım.
Bende abartı, aynı Burak Çileli’nin sözünün altını çizmem gibi, bana kendini empoze edenin
karakteristik ve karakter tarafını anlatmak şeklindedir. Sözkonusu hususlar kuru hâdise
naklinden anlaşılsa idi, mesele kalmazdı. Bu söylediklerim, TELEGRAM yolundan benim
vesile edindiğim meselelerle değil, sadece kuru nakil olarak anlatılabileceklerle ilgili.
Donuk, soğuk, basit ve sade kara kalem çizgilerle görünen bir İngiliz ressamının sözü,
kendi kendinden ibaret bir eşya-madde idrakini pek güzel anlatır:
— “Dünyada o kadar az anlatılacak şey var ki, onun için resim yapıyorum!”
Bense, TELEGRAM’daki kuru hâdise nakillerini resim yapma kabiliyetim olsa idi bile,
resme dönünce meramımı anlatmayan, başka birşey olacak olan diye resmetmezdim: Bu,
gerçek ve fotoğraf arasındaki farktan başka birşey. Bazı gördüklerimi, resmedemediğim için
anlatmaya çalıştığım için, o SİS benzetmesine başvurdum desem?
HEYÛLA kelimesinde, o yalın vahşet ve yalnızlığın mânâsını hissediyorum: Eşyanın
gerçek kısmı. Göze görünen korkunç hayâl… Şu bildik soydan korkunçluktan başka birşey.
Sözkonusu SİS isimli notu bulamadım, canım sıkkın; bir yandan NYMPHALAR’ın
biteviye lâflamaları, hem mevzu, hem hareket olarak dikkatim dağılıyor. Bu arada, yatağıma
çay dökülüyor. Sövüyorum. Sakinleşmeye çalışıyorum. Geçen fasılla ilgili olarak, HİPNOZ
kelimesine bakıyorum. Receb Kumru bir “Mitoloji ve Folklor Lûgatı” yollamıştı, ondan:
— “Yunan mitolojisinde UYKU tanrısının adı olup Nyks’in (GECE) oğlu ile
Thanatos’un (ÖLÜM) kardeşidir. Kardeşiyle birlikte yeraltında veya Kimmeryalılar’ın
karanlık, SİSLİ topraklarında yaşadığına inanılmaktaydı. Lâtin karşılığı Somnus’tur.”
DELTA Serdar, sözkonusu SİS isimli notumun meramımı anlatmakta ne kadar yakışıklı
olduğunu, bu HİPNOZ’un kök mânâsından anlayınca, klâsik lâfını etti:
— “Şanslısın…”
Şanslı(!) olmasam, 56 cilt eseri birbiriyle tutarlı bir bütün hâlinde piramidleştiren ve
TELEGRAM işkencesini bile “olması gereken” kılan olabilir miydim hiç?

GOG-NYMPAHALAR-NEFS
Gog, İBDA’yı takib edenlerin yakından tanıdığı, İtalyan yazar Giovanni Papini’nin
eserinin, bu eserin kahramanının ismi. HİPNOZ ile TELEKİNEZİ (eşyayı, temas etmeksizin
şuurla hareket ettirme) arasındaki ilgi, bana hemen GOG’u hatırlattı:
— “Orta Asya’da, bilinmez tarihlerden kalma bir şehir; Tibet’te olabilir… Her ne
olmuşsa, insanları birden kaybolmuşlar; şehirde, savaş ve yıkıma, tabiî afete âit hiçbir iz
olmadığı gibi, göç ettiklerine dair bir emare de yok. Sözkonusu medeniyette, insanlar, koca
kayaları, eşyaları, hiçbir araç kullanmaksızın, sadece derin düşünce ile kaldırıyorlar, idare
ediyorlardı. Günümüzde de bunun usûlü öğrenilebilir ve makine ile gerçekleştirilebilir işler,
ona lüzum kalmaksızın yapılabilir!”
En büyük güç, düşünce gücü; bizzat makine de onun eseri. Makineyi yapan, makinenin
yaptığı işi niye yapamasın? Bu hususu, “ihtimaller âleminde mümkün”den, fantezi
çerçevesinde hayâle, HAYÂL’in en büyük kuvvet ve bir idrak buudu oluşundan, kaskatı
hakikate kadar her yönden ele alabilirsiniz. Bende en kaskatı vakıaları bile gıcıklarken
HAYAL ve TELKİN alma kuvveme başvuran, benim için bir mikroelektrik dalga-frekans
yolundan, beş duyu yolundan tesir eden TELEGRAMCILAR, bir RİT - bir İMAJ, bir
HAYÂL-ET olmaktan başka ne ki? Onlar veya ben, bakılan yere nisbetle, bir nevi ŞAMAN
hayatının ritlerini yaşıyor, yaşatıyor, görüyor, gördürmüyor muyuz?
ZİHİN KONTROLÜ gibi binbir çeşit mânâsı olan bir genelleme dışında, TELEGRAM
denilen işin mahiyetini, HEYULÂ’ya kadar incelterek ŞAMANİZM’le münasebeti içinde
anlatan benim; TELEGRAM’ı yapanların bile benden öğrendikleri. Suret ve şekilin
kendisinden yapıldığı, ama kendisi o suret ve şekil olmayan, eksilmeyen ve artmayan,
içindeki varlıkların şeklini saran, ama o şekil ve suretin kendi olmayan SU’ya benzer kara
cevher HEBA’yı da anlatan benim.
TELEGRAM, doğrudan bedene ve bir yönüyle ona, diğer yönüyle ruhun mukabil kutbu
hâlinde bedene ilişene, yâni NEFS’e hitab eden bir iş. Onun için, değer yargısı hâlinde iyi-
kötü, güzel-çirkin, doğru yanlış kaygısı yoktur. Bu hâliyle mitoloji-şamanizm vesairenin de,
Allahçılık ve Allahçı ruhçulukla aykırılığı görülür. Allahçı ruhçuluk iddiasında olan ve
onlarla ilgi içinde ele alınabilen ritleri mevcutlar, elbette İSLÂM’ın dışındadır. “Bu bir ilim
mi, din mi çatışmasıdır!” diyen DURAN ARAR, kaba bir kâfirdi. Bense, yaptığım ve
yapmakta olduğum işten de belli ki, her şeyin bir ilmi olduğunu, o ilmin hakikat ve değerinin
ne olduğunu, eğrisini doğrusunu gösterenim. İLİM demek, tek başına kendini ifâde eder bir
kavram ve değer değil.
İstihbarat niyetli tarafı bir yana, meseleyi imân bahsi etrafında çöküntü ve kafayı üşütme
işine döndüren ve pek eğlenen TELEGRAMCILAR’ın, İSTİDRAÇ dedikleri nefse bağlı sahte
kerameti andıran görüntü ve konuşma yolu ile telkinlerini, her türlü ahlâkî yoksunluğu meşru
görüşlerini, kendim için bir NEFS TEZKİYESİ vesilesi kıldığım, tesbit ve izâhlarımdan da
belli değil mi? Yediği kurşunla ŞEHİD olan bir mücahid, İMÂN bakımından yenilmiş midir
ki, ne olursa olur, ben yenilmiş olayım? Ben bu işin galibiyim!
KARTAL’da, babasının kim olduğunu aramaya bile hevesi olmayan bir karakter tipi
çizer ARAR, birkaç gün, “o koğuşta kafanı duvarlara vura vura, Allah’a söve söve
gebereceksin!” diyordu; şimdi bir bana baksın, bir de o günden bugüne gübre üretmeden
başka bir işe yaramamış hâline.
NYMPHALAR, kendilerini hunhar ve gaddar gösterme ve böyle bir şahsiyet çizerek
“dünyada ben de varım!” niyetinde, kayıp insanlardan; ahmaklıkları, niyetlerinde.
Yoksulluktan kendini satan kadın başka, bunu mesleklerden bir meslek hâlinde tabiî olarak
karşılayan insan başka ya; NYMPHALAR’ı, oldukları değil de, olmak istedikleri diye,
ikincilere benzetiyorum. Bunun hevesi içinde. Ahmaklıkları heveslerinde olarak, zeki ve
benden şu veya bu şekilde duyup aldıklarını, idrak edenlerden. Yaptıkları iş bakımından
zayıflıkları da bu: İDRAK ETMEK.
Gönül, dişidir, esen rüzgâra göre döner. NYMPHALAR ismini vermem, imâ ile hakaret
için olduğu kadar, ilme nisbetle, ilmin içine işlemiş olduğu YAPABİLME ile ilgili; bana âit
olanın SAĞLAMASINI yapma ve bana âit olanı bulma cümlesinden olarak, belden aşağı
sondajlar hariç, HAZIR KURULMUŞ BİR DİL-İBDA DİLİ içine girerek mantıklı veya
mantık demagojisi ile söyledikleri, bir kısmıyla dişe dokunur cinsten. Niyetleri, genel olarak
bozma, bir YAPMA içindeler. Yapmadan kasıd, faaliyetleri. Faaliyetleri heceleyerek ruhî
sebeblere inmeye çalışan PSİKOLOJİ’nin, dişi bir ilim olması da bu yüzden; yaptıkları
savaşta, yaptıkları iş bakımından, NYMPHALAR’ın kötü dişi karakterleri asıl, sırf onlara
mahsus isimlerinin uygunluğunu buradan anlayınız.
TEVRAT alt yapısının tahrifinden motiflerin karışımı temelinde, çeşitli dış tesirlerle
vücud bulan YUNAN ve LÂTİN mitolojisi içinde NYMPHALAR, TABİAT’ın dişi esprileri-
ruhları-HUYLARI olarak, SU kenarlarında yaşayan varlıklar, RİTLER’dir; bu
mânâlandırmayla da, şekle bağlı olmak şöyle dursun, ondan bağımsız olarak da var ve şeklin
kendisine nisbetle vücud bulduğudur. Zaten onların ŞARKI SÖYLEYEN olarak tavsifi de
bunu göstermiyor mu?
NYMPAHLAR ve benim NYMPHA ismini taktıklarımla, hususen DELTA Serdar
vesilesiyle, mitoloji ve şamanizmin TELEGRAM’daki ruhunu verdim sanıyorum. MANA
inanışıyla, bunu bütünleyeceğim.
TELEKİNEZİ’yi, GOG’un hatırlattığı veya GOG’u hatırlatan bir mevzu diye
işaretlemişken, ona elektroterapi’deki ŞOK ile ilgili olarak değineceğimi belirtmeliyim.

MANA
“Heyûla” tâbiri içinde yer alabilecek, Polinezya mitolojisinde geçen bir müz: Mauri…
Ölümsüz olduğuna inanılan ruh ve hayâlet mânâsında kullanılan bir kavram.
MANA… Polinezya, Malenezya, Mauri mitolojisinde, tabiatüstü değil de, olağanüstü
bir güç olarak, bitkilerin şifa vermesi, canlıların büyüyüp gelişmesi, başarı, mutluluk, öfke
gibi pek çok hâdise, onunla açıklanır.
Fizikî bir müdahale olmaksızın, iyilik ve kötülük için hareket eden bir kuvvete duyulan
inanış olarak MANA şudur:
— “Elbiseye nisbetle, biçilmemiş kumaş gibi, kişiliksiz-kişileştirilmemiş ve madde dışı
cinsten olağanüstü bir güçtür. Kendisini, bedenî veya mânevî olarak insanın sahib olduğu her
çeşit üstünlükte açığa vurur. Belli bir nesneye has değildir. Her çeşit nesne üzerine
getirilebilir. Malenezya dini, yararlanmak yahud yararlandırmak için MANA edinmekten
ibarettir.”
Gözle görülmeyen MANA’nın ömrü, içine girdiği varlığın ömrüyle bir değildir; o,
öncesiz ve sonrasız hep var olandır. MANA, içine girdiği her canlı ve cansız nesneyi müessir
ve güçlü kılmakta olup, totemlerin bu gücün maddeleşmiş şekli olduğu düşünülebilir. Bazı
araştırıcılar, büyücülüğün temelinin MANA’ya dayandığını düşünürken, sosyolog Durkheim,
MANA’nın ilkel toplulukların tabiatta sezdikleri doğurucu güç olduğunu; güneş’e, ay’a,
yıldıza tapınmanın, bunların kendilerinden gelme bir güçten olmadığına, kendilerine katılan
MANA gücünden ötürü kutsallaştırıldıklarına inanır."

ANİMİZM-AGNOSTİSİZM
GOG, Almanca’da “Yecüc-Mecüc” demek… Yecüc-Mecüc’ün, umumî olarak bilindiği
üzere tahripkâr istilacı varlıklar olacağına nisbetle, insanoğlunun bildiği ve inandığı her şeyi
yıkan GOG, yazarı gibi bir Agnostik-Bilinemezci’dir. 25-30 sene önce bir televizyon
programında kendini AGNOSTİK olarak tanımlayan ve bir o kadar sene gazetedeki köşesinin
ismi “Şeytanın Gör Dediği” olan yazar Çetin Altan, yine bir o kadar sene önce, tanıdığım ilk
ve tek GOG sever olarak, sözkonusu eseri medhetmişti.
AGNOSTİSİZM: İlk olarak, 19. yüzyılın sonlarında filozof-biyolog Huxley’in,
Darwin’in teorilerinden de etkilenerek ortaya koyduğu, “bilinemezcilik” olarak da tanımlanan
felsefî akımın ismidir. YARADAN’ın bilinemez, insan aklıyla açıklanamaz ve anlaşılamaz
olduğunu, bir yaratıcının var olup olmadığının asla bilinemeyeceğini savunan bu akım, bütün
dinlerin TANRI anlayışını reddettiği gibi, sadece tanrının olmadığını iddia eden ATEİZM’den
de farklıdır.
ANİMİZM: Şu görünür dünyada olup biten her şeyin, canlı ve cansız varlıkların taşıdığı
ruhlar vasıtasıyla yönlendirildiğine dair bir inançtır. Canlı ve cansız ayırımının dışında,
herşeyi canlı gören inanç; ruhlardan kasıd bu… Anima: Hayat kaynağı… Animal: Hayvan…
Hayvan, hayy’dan ya; İngilizce’de de aynı… Animizm, canlı cansız herşeyi saran mücerret
bir oluş kanunu hâlinde, bir MİSTİSİZM’dir.
GOG VE MAGOG: Eski Ahit’te (Tevrat’ta), Hazret-i İsâ’yı takib edenlere karşı
yürütülecek büyük savaşta, yahudilere düşman kuvvetlerin adı olup, dünyanın sonu
geldiğinde ŞEYTAN tarafından yönetileceklerdir. Yahudi dininde, gerçek dinin karşıtları için
kullanılan kelimeler “Gog-kral”, “Magog-kralın ülkesi” mânâsına gelmektedir.

ZÜLKARNEYN - YECÜC MECÜC


Zülkarneyn: İki boynuzlu demek… Kur’ân’da ismi geçen ve Peygamber olup olmadığı
bilinmeyen büyük bir zâttır; Hazret-i İbrahim devrinde yaşamış, Yemenli bir Padişah’tır;
Hazret-i Hızır’dan ders almıştır. İskender-i Kebir diye anılmıştır; bu isim, çoğu zaman
Yunanlı Büyük İskender’le karıştırılır. Zülkarneyn’e bu ismin verilmesi, doğu ve batının
hâkimi olduğu içindir.
Yecüc-Mecüc: Kur’ân’da geçen kıssa, meâlen şöyle: Kıyamet öncesinde yeniden
yeyüzünde ortaya çıkacaklarına inanılan, geçmişte yaşamış, çok kısa boylu, atlı savaşçılar
olan, iki topluluğun adıdır. Zülkarneyn’in doğu seferinde karşılaştığı bu toplulukların ismi,
Kur’ân’da iki sefer geçmekte; Zülkarneyn bir set yaptırarak onları engellemiştir. Kıyamet’e
yakın seti yıkarak, tekrar ortaya çıkacaklardır… Kehf Sûresi’nin 83’den 96’ya kadar âyetleri
bununla ilgilidir. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin tefsirinden anlaşıldığına göre, tıpkı “veli
kelâmından ne fayda gelir?” suâline, “onlar mânâ ordusunun bir kısım askerleridir ki,
sıkışanın imdadına yetişir!” cevabındaki gibi, beden ve ruh kuvvetlerine, bunlara musallat
olanlara dair, suret mevkiindeki kavramlardır. “Suret olmadan mânâlar ebediyyen tecelliye
gelmez” hakikatinde, umumiyetle suretten, madde veya ona taalluk eden mânâlar anlaşılırken,
aslında maddi nesne karşılığı olmayan mânâların da bir suretinin bulunduğu unutulur.
Sözkonusu Zülkarneyn ve Yecüc-Mecüc kıssasında, mecazla birlikte, sözkonusu hakikate de
dikkat…
Zülkarneyn, “iki boynuzlu” demek; boynuzlardan kasıd, doğu ve batı, ondan kasıd da
“doğu ve batıya hâkim”, kalb hakikati. Yecüc, vehim menşeli içgüdü ve arzular; Mecüc ise,
vesveseler ve hayalî müessirler ki, her iki topluluk da bozgunculuk yapmaktadırlar… İşleri
beden arzında rezillikler; düzene aykırı şehevî arzuları teşvik etmek, düzeni bozan hareketleri,
bid’atleri cazib kılmak, hikmet kurallarını gereksiz kılmak, fitnelere yol açmak, ekini ve nesli
ifsad ederek bozgunculuk yapmak. Beden ve ruha bağlı kuvvetlerin, Zülkarneyn’den
istedikleri yardım ve neticede buna engel olmak üzere yapılan set… Setin mahiyeti de,
mânâda engel şeklinde. Zülkarneyn’in, Romalı bir komutan olduğu ve Allah Sevgilisi’nin
zamanına yakın bir dönemde yaşadığı da, (hatâ varsa mütercimin boynuna), aynı tefsirde
geçmekte. TEFSİR-İ KEBİR-TE’VİLAT… Mütercim: Vahdettin İnce.
Kalbî Hikmet: Kalb hikmeti, asılda Şuayb Aleyhisselâma isnad edilmiştir. Kalb, bedenin
itidlaline ve nefsin adaletine sebeb olmakla beraber, İLÂHÎ FEYZ de kalbden çıkarak müsavî
surette yayıldığından, o ruhanî ve cismanî kuvvetlerin merkezi sayılmış, BÂTIN İLE ZÂHİR
ARASINDA BERZAH, yâni ayırıcı bir nokta itibar edilmiştir. Şuayb Peygamber de, cüz’i ve
küllî mefhumları İlâhî ahlâkta toplamış bir kâmildi… Kudsî hadîs’te: “Yere göğe sığmam, bir
mümin kulumun kalbine sığarım!”… Kalb hikmetine ermiş olanların kalbi, Allah’ın rahmeti
cümlesindendir; hattâ daha da geniş, çünkü Allah’ın rahmeti, O’nu çevreleyemez.

ŞOK-TESBİH
İnsan kuvveti kasdıyla, eşyaları yerinden oynatan ruhî muharrik… Bunun, keramet ve
istidraç nevinden sayısız harikaları, çeşitli kültürlerin mistik ilim erbabından görülmüştür.
Bizim de, TELEGRAM sırasında şahit olduğumuz bazı hâdiseler, cin tasarrufu mu, yoksa
cihaz tesiri mi bilmem, “eşyayı yerinden oynatma” cümlesinden bir mânâ içinde yerini
bulabilir. Bir yönüyle istisnaî ve sırrî oluşu, diğer yönüyle fizik ilminin ilgili olması
bakımından, bu tip hâdiseleri parapsikologların “telekinezi” ve “psikokinezi” tâbiriyle
anıyoruz; biri Fransızca, diğeri Almanca iki tâbir.
***
Ruhî muharrikiyet; hareket ettiren ruh, ruhun hareketi-hareket ettirmesi… Neyi?
Parapsikoloji plânında, bedenî hiçbir araç araya girmeden, fizikî bir enerji olmadan, bilinir
soydan hiçbir taşıyıcı kullanılmadan, fizikî bir varlık üzerinde insan ruhu tarafından meydana
getirilen doğrudan tesirler ve fizikî hareketlerdir.
***
Ağır ELEKTRİK ŞOKU’na uğrayan insanlarda sık sık psişik-ruhî güç artması görülür.
Zihinleriyle metal nesneleri bükmeyi öğrenmiş olan çocukların önemli bir yüzdesi, daha önce
elektrik şokuna maruz kalmışlardı. Bedenin bioelektrik alanıyla zihin güçleri arasında açık bir
bağ vardır.
***
Eski kültürlerin hemen hepsinde, dinî ve ŞAMAN ritleri ile ifâdesini bulan bir hakikat,
modern fiziğin “kablî-peşin fikir” diye aldığı bir imajinasyon hâlinde, doğrulamaya girmiştir:
Beyin, beden ve kâinat, gerçek mânâda birbirleriyle bağlantılıdır… Eşya NİZAMI’nın
beyinde görünüşü olan AKIL, beynin, fizikî olmayanın fizikî bir biçimi olduğunu
göstermektir.
AKIL, kullanıldığı yere nisbetle, ruha bağlı bir keyfiyet, ruh, duyu verilerinin toplandığı
fizikî beynin fonksiyonu mânâlarına gelir. TELEGRAM’ın duyu verileri yolundan beyni
hedeflemesi, bizim bu hususta birşey söylememizi gerektiriyor ki, imân davasıdır: Eğer fizikî
beyni bir saza benzetirsek, ona temas eden ruhtur. Bu TEMAS keyfiyeti, bir yönüyle fizik ve
öbür yönüyle ruh arasında tecelli eden AKIL’dır; ses de, beyinde toplu görünmez nizamın,
görünür, bilinir materyali. Sözkonusu benzetme-imaj hakkında da birkaç kelime:
— “İmajinasyon, bilgiden çok daha önemlidir. Bu, bir ilim adamı için de geçerlidir.
Neden? Çünkü bu sayede, yeni şeyler keşfetmeye götürür. Tahayyül olmazsa, ebediyen
olduğumuz gibi, olduğumuz yerde çakılır kalırız; oysa tahayyül, bizi olabileceğimiz duruma
götürür!”
***
Bundan 20 sene kadar önce, televizyon dalgaları yüzünden Bursa’da, orman çapında
kestane ağaçlarının, tepeden başlayarak aşağıya doğru kuruduğunu söylüyorlardı. Bana
verilen elektriği ve benim beyin ve tabiî ki vücudumun hâlini, televizyon vericisi karşısında
televizyon gibi, TELEGRAM cihazı karşısında ben diye bir kıyasla anlayın.
TELEGRAMCILAR karşısında benim durumum, kıyıya çekilebilsin veya çekilemesin, oltaya
yakalanmış bir balığın, misina salınmış olsa da, neticede oltaya takılı; ve onların keyiflerince
bu boşluğu alabilmeleri gibi… Çeşitli tonlarda ve sözlerine uygun biçimde, devamlı –uykuda
bile– bir elektrik tesiri içindeyim. Sözlerine eşlik eden veya etmeyen, sayısız ELEKTRİK
ŞOKU’na uğradım. Bu kısa izâh, şu üç hâdiseyi nakletmek üzere, yukarıda geçen ELEKTRİK
ŞOKU bahsinin tedaîsi diye:
Namaz, şimdi de olduğu gibi, cihaz marifetlerinin sergilendiği ve genel olarak belden
aşağı sözlerin “rahatça” tekrarlandığı bir işkence. Namazı kıldım, BOLU’da ölçtüğüm üzere,
tanesi 5 milim gelen bir 99’luk tesbih elimde, tesbih çekeceğim. ARAR, devamlı gevezelik
ediyor. İki elim arasında tuttuğum tesbihin aralığı 10 santim civarında; demek ki iki taraftan
sarkarak bitişen kısımlar 20 santim civarında. ARAR, tesbih ile ilgili, meselâ “dur şimdi,
görürsün sen!” diyor, bana telaş verici klâsik lâflarını ederken, sanki bir el çarptı, nasıl
olduysa, tesbih düğüm oldu. MÜTHİŞ! İki katlı kalın bir ipi alıp, düğüm atın; aynen öyle!
Telâşa kapılmadım ama, bir harika olduğu ortada! Aklıma ilk gelen, “cin yaptı!” oldu. Şimdi
siz, elinize dediğim şekilde tesbihi alın ve sayısız defa sallayarak vesaire, tesbihin alta sarkan
tarafına düğüm atmaya çalışın; göreceksiniz ki, benim elimde hiçbir sallanmaya maruz
kalmayan tesbihin düğümlenmesi hakkında, söyleyecek sözünüz olmayacak!
KARTAL’da CİN meselesi, yoksa bile benim nefsimin HADİM teshiri hâlinde temin
ettiği bir şey idi. BOLU’da da, gelişimden başlayarak ve hususen TELEGRAM’ın acabasız
olarak açıkça tatbik edilmeye bağladığı 2005-2006 arasında, başlıca korkum.
Yine KARTAL’da, yine tesbih ile ilgili… Havalandırmada, buraya gelişimden beri tek
meşguliyetim olarak, tesbih çekip, ağır adımlarla yürüyorum. Şu satırları yazarken nedense,
üstümde Metris Cezaevi’nde giydiğim gri cübbe vardı diye hatırlıyorum ama, mümkün değil.
Hâdiseyi anlatayım: Galiba hava kararmak üzereydi ve ben cinlerin eşliğinde yürüyor
gibiydim. Doğrudan kulağıma gelen, bana yapılan konuşma ki, artık sıradan bir iş. Aynı
zamanda, havalandırmaya çıkışta sağ taraftaki duvarın dibinden, yeri belirlenemez şekilde,
fısıltı bir konuşma: İki kişi, benim gidiş gelişlerim boyunca, hareketlerimi ölçüyor gibi ve
kontrolleri altında olduğumu gösterici lâfları. Birkaç kere, tesbihin alt kısmına vurma benzeri
bir tesirle yürüme ritmime ters bir sallantı oldu; ama kendime ayrıca bir vehim olmasın diye,
dikkatimi yoğunlaştırmadım ve tesbihin vücuduma çarpmış olabileceğini… Bir seferinde yine
darbe tesiri; ve bu sefer tesbih düğüm oldu.
Yine KARTAL… Tesbihata eşlik eden, kesiksiz çay ve sigara faslı. Koğuşun içinde
turlarken, çay koymak üzere, elimdeki sayıyla çektiğim tesbihi, kaldığım yeri dikkatlice
ayırarak battaniyenin üzerine bırakıyorum. Aklım onda; sayı karışmasın diye. Arkam dönük
birkaç adım attım atmadım, müthiş kulak hassasiyeti içinde ve müthiş yankılı koğuşta, “çat!”
diye ses; döndüm ve baktım ki, tesbihin taneleri bitişmiş. Kim nasıl izâh eder bilmem;
yukarıda anlattıklarımla birlikte düşünülmesi gereken, böyle birkaç hâdise oldu.
ÖLÜM ODASI B-YEDİ (9. Bölüm)

TERÖR - TELEGRAM
STAR Televizyonu’nda, Uğur Dündar, Genelkurmay Başkanı ile konuşuyor… Genel
Kurmay Başkanı şöyle diyor:
— “TSK ve Polisimiz, terörle mücadeleyi HER ZAMAN KANUN ÇERÇEVESİNDE
yürütmüştür!”
Gazeteci Uğur Dündar ve Engin Ardıç’ın TELEGRAM’daki hikâyeleri, yeri geldiğinde.
***
ŞUUR SÜZGECİ’nin darmaduman edilmesine dair, meşhur bir eski Çin işkencesi…
Adamın kafası kel veya usturaya vurulmuşsa, mesele yok; değilse, bu şekilde saçları kesiliyor.
Ve çeşme altında, kafasının aynı noktasına tıp tıp damlayan su. Aradan saatler geçtikten
sonra, bu damlalar kafanın içinde balyoz yemiş yankısı meydana getiriyor ve adam
çıldırıyor… Akupunktur bahsi için söyleyeceklerim de gözönünde tutulursa, hiçbir şiddet izi
görülmeden bir adamın nasıl balyoz darbeleri hissi altında çıldırtılabileceği ve ölebileceğini
anlarsınız.
Birkaç bin yıllık akupunktur tedavisi malûm. Aynı şey, bugün Batı tıbbında, gümüş
iğneler kullanma yerine, onunla erişilen ve tesir edilen bölgeye lazer ışınıyla erişme ve etki
biçiminde olmaktadır ki, çoğu kimse bu tedavinin o eski uygulamanın değişik tatbiki
olduğunu bilmez. TELEGRAM için de aynı şey. ZİHİN silme, yeni şahsiyet tipi meydana
getirme, kontrole alma vesaire, çok eski devirlerden beri bilinenlerin günün verileri içinde
yeni şekillerle tazelenmesidir.

ÇÖP SAYIMI
TELEGRAM’da şuurun hem üstü, hem altıyla temel mesele, belden aşağı. Tükürük
bezini harekete geçirdikten sonra, eş zamanlıya yakın bir şekilde, fare leşinden kuzu
çevirmeye ve insan etine kadar her görüntüyü beyne yollar veya telkin edebilirsiniz. Hangisi
tutar, hangisi tutmaz ayrı mesele, gûya gerçek sağlaması veya telkin bir arada; şuuru
yokluyorlarmış veya şuur altını yokluyorlarmış!
Kartal’da yeteri kadar yoklandı, BOLU’da da NYMPHALAR, tesir değil de çeşit olarak,
çeşitlenmiş olarak, denediler, deniyorlar. Şuuraltı hususunda uzun lâflamalarımız olduğu için,
ŞUURALTIM’ın(!) ne kadar zengin olduğunu ve gerek form, gerekse üniform olarak ne
zengin bir çeşidi devşirdiklerini, bana söylediklerinin kıyasını misillerce renkli olarak
aldıklarını KONUŞABİLME CESARETLERİ olduğu zaman inşallah kendileri anlatırlar…
Çöp sayımı dedikleri ve istismar için kullanmayı amaçladıkları bu işi yazmayı düşünürken,
her günkü klâsik çalışma saatleri içinde, uykudan uyanışımdan itibaren, gecenin bu 0.1 saatine
kadar çalışmış ve şu ânda da çalışıyor olan NYMPHALAR, “günahlarım” hakkında lâf
atarken, elbette sadece kendileri için değil, baştan sona yardımcıları için de şu cevabı aldılar:
— “Siz benim günahlarımla, günahım olmak için mi ilgileniyorsunuz?”
Kartal’daki “cin” takıntımın, 2005-2006’da burada da “olabilir mi?” anlatımlarımı,
tekrarlamak hevesi ve alay etme niyeti içinde, oyun enflasyonu denecek kadar çok sahneleyen
ıslıkçılardan biri, ben yavru kuşa(!) şu efelenmeyi(!) yapıyordu:
— “Biz bu işi BİTİRİM kahvelerinde, ağabeylerimizden öğrendik!”
Bir saatlik havalandırma saatinden sonra kapım kapanır kapanmaz, yan havalandırmada
mevzilenen ve zaman zaman sesi TELEGRAM yolundan da gelen o sümük, kabadayılık
babında da, babasından bahisle (…) Her neyse: Bunlar genel olarak kayıb insanlar, parası
olsun olmasın, ve ENSEST mağdurları içinde iken, bunu kendilerine üstünlük sağlayıcı bir
kazanç yoluna döndürmek isteyen… Kartal’da ARAR, pisliğinin mukabilini benden aldığı bir
seferde, gayet samimi ve tabiî bir sesle, ne dese beğenirsiniz?
— “Bu, Türk kültürünün kendinde var!”
İlgilenen, NYMPHALAR’ın o günkü ses kayıtlarından istifade etmeleri gibi, onları
bulabilirler… Mevzuumuz, terörle(!) nasıl mücadele!
***
Çöpe atmak: Batı’da, kilise inancı içindeki an’anevi GÜNAH ÇIKARMA işinin hemen
yanıbaşında ve umumiyetle kilise dogmalarına karşı çıkma niyetinden başlayarak gelişmiş bir
İTİRAFLAR edebiyatı vardır. Bu edebiyat, isterse “nefsi aşağılama” bahanesi altında olsun,
şuurlara alternatif vermek ve mahrem ve gizlileri açığa dökerken bizzat o suçlara meşruiyet
sağlamak gayesinden başka bir işe yaramaz; neticesi bu olan hayasızlık. “Ölmeden önce
nefsini hesaba çekmek” rejimi olan İslâm’ın “nefs muhasebesi” işinden, bunun ölçü ve
ölçülendirmelerinden tamamen alâkasız bir iş. Tedavi amaçlı veya fantezi cinsinden veya
şantaj amaçlı, “insanın aklında kalan hatıralar, hatâ mahiyetinde olanlardır!” anlayışıyla,
çeşitli yollardan muhatabını konuşturanlardan biri, yakınlarının anlattıklarından anlaşıldığına
göre, bu “çöpe atmak” tâbirini en çok kullananlardan-dı. İ.G. isimli bu manyak, mutlak
meçhul zâtına nisbetle zâhir olan TANRI da değil, onu bir alt kategori hâlinde mahlûk gibi
yaratan iddiasında, etrafındakilerin ÇÖPE ATILACAKLARINI topluyor ve sonra onları
etrafında tutmak üzere kullanıyor-du. Bu hususta onun hakkında yorumum: İ.G.’nin “çöpe
atın” dedikleri, sadece kendi gerçeklerine uygun olmayan “cemiyetten hazır alınmış” bilgi ve
şu veya bu soydan formasyon değil, aynı zamanda “iyi” veya “kötü” nitelemesi bir yana,
mahrem hayat ve mahrem kalması gerekenlerdir de… Her neyse; TANRI’YI YARATAN zât,
çöpe atılacaklarının ne olduğunu insanlarından öğreniyor-du.
***
“Çöp sayımı” derken, insanı çöp hâline getirme, iyi veya ard niyetli NLP ve psikolojide
olabildiği gibi, asıl niyet olarak TELEGRAM’da da var. Kadın-erkek, genç-ihtiyar, şu-bu
demeksizin, cinsî sapıklık telkinine kadar… KARTAL’da, kurtulmam ve ölmem için en kısa
yol tavsiyesi(!) ve yönlendirmelerinden biri: Tenasül uzvumu kesmem… Bunun yanında bana
“Müz Gülü” ismini takma ve benimsetme çabaları ne ki!
METRİSİ, yaşayanlar biliyor; ya ben KARTAL’da kaç METRİSİ yaşadım?
Homoseksüel ARAR ve ekibi, İDAMLA yargılandığım süreçte, Metris’te verilen ve hemen
orada iğfal edilen DEVLET SÖZÜ’nün ardından TELEGRAM’ı icra ederken, daha önce
söylediğim METRİS’in tarihî mânâsı hakkında hiç de mübalağa etmediğimi de isbatlamış
oluyorlar. Hâlâ devam eden bir süreç. O şartlar altında, DGM’de yaptığım savunma da, bugün
de aynen imzamı atacağım şekilde sabit.
TELEGRAM’da telkinden bahsederken, çeşitli “ikna” etme yollarının sadece söz ve
buna eşlik eden oyun kurmalardan ibaret olduğunu sanmayın; asıl önemli olan, söze eşlik
eden veya sözsüz olarak, elektromanyetik dalgalarla beyinde-bedende, istenen duyguya uygun
ayarın yapılması. Meselâ, korku veya heyecan durumunda bedende ne oluyorsa, onu
sağlayarak sözkonusu duyguyu uyandırma gibi. Misâl değil, gerçek: Duran ARAR, bir lâf
söylüyor, kendi kendime konuşur olma sarsaklığım, cevab verip vermeme arasında ve “sen
kimsin ki, sana cevab vereyim!” hiddeti buna eşlik ederken, o telâş içinde utanma duygusunu
desteklemek üzere ensemden yukarıya doğru “ateş bastı” dediğimiz fizikî etki. Belli ki(!)
suçumun tesbitinden o durumdayım. Böyle, bir-üç-beş derken, müthiş yorgunluğum ve
bıkkınlığım sırasında, hani ne kafam ne de beynim benim, lâfı söyledi ve bende hiçbir
düşünce muhalefeti yokken, ensemden yukarıya doğru hararet yürüdü; foya ortaya çıktı.
TELEGRAM’da asıl olan, sözlü lâflamaların beyin-beden etkilerini ölçme bir yana, kontrolde
asıl beyin-bedenden istenen duyguları uyandırmadır. İşin püf noktası burada.

KAFA KARIŞTIRMA
Avukatım Ali Rıza Yaman’a, yazarken genellikle kapkaç türü hızlı kurgu ile yazdığımı,
bunun benim için yeni bir usûl olduğunu, bu yüzden yoğunlaşma isteyen ŞİİR yazamadığımı
söyledim. Şiir yazamama lâfım, şu “ne hoş, ne nonoş, ne yüce, ne asil” gibi bir yapmacık ve
fantastik şiir medhine bağlı bir facia yaşadığımı kasdediyormuşum şeklinde anlaşılmasın diye,
bu izaha gerek duyuyorum. Her kim olursa olsun, boğulma tehlikesi içindeki bir adamın ilk
düşünce ve hedefi, kurtulabilmekle ilgilidir. Şiir misâlini vermem, benim yoğunlaştığım ânda,
NYMPHALAR’ın bana o mahremiyeti tanımayan birliktelikleri ile beraber, yoğunlaşmama eş
bir şekilde sanki beynimi bloke eden tesirlerini anlatmak için-di. Şimdi epeyce gevşemiş olan
bloke etme işi, daha önceki eserlerimin yazılışı sırasında, yâni nesirde bile, son yazdığım
kelimenin öncesindeki kelimeye uygunluğuna bakmama bile fırsat vermek istemezcesine
işletiliyordu. Hatta, bu yüzden, normal bir insanın dikkati içinde okuyamıyordum bile.
Okuyamayan, ama yazan bir adam; anormallik ifâde etmesi gereken bu iş, bende ânı ânına
düşüncenin aktarılması, bunun için kelimenin tâyini, buna rağmen düzenli bir akış şeklinde
tecelli etti. TELEGRAM’ın tekrara konmasına, hafızaya geçene konmasına dair bir tesbit.
Kafa karıştırma çeşitlerinden bir çeşit.
***
Kafa karıştırmanın her nevini içine alabilecek bir misâl: Belirli frekanslarda sinyallerini
yayan verici ve ona nisbetle ayarlı TELEVİZYON cihazı, görüntü ve sesin bu iki unsurla
meydana gelişinin nasıl isbatı ise, ruh ve beden ilgisi içinde görünen şuurlu benliğimiz de, bu
iki yoldan gelen verilerle teşekkül ediyor. İhsaslarımız duyu verilerine bir şey yollamadan,
duyu verileri yolundan gelecek bir şey de yoktur; ihsaslarımız da, ruh yönünden bakıldı mı
ona âit bir keyfiyet. TELEGRAM’ın fizikî beyine tesirini, düşünce okuma ve ilkânın, beden
üzerindeki tesirlerinin bu yoldan olduğunu söylemiştim. Beynin çalışmasında,
heyecanlanınca, kuvantum seviyesinde şöyle, korkunca böyle olmasını, TELEGRAM gibi bir
dış tesirle sağlamak, yahud bozmak ve karıştırmak, televizyon vericisi karşısında televizyon
âletinin ayarının bozulması gibidir. TELEGRAM’ın bilinmediği yerde, ona maruz kalanın
durumu, eğer muvaffakiyet sağlandı ise, akıl hastası olmamışsa bile, öyle imiş gibi
anlaşılabilir. Böyle anlaşılmamak için gösterdiğim çaba, çabaların en büyüğü oldu.

KİRİL - KİRLİAN
“Aura-hâle”, canlı insan vücuduna işlemiş ve onu çevreleyen yüksek elektrik yüklü bir
muhittir. Vücudu yaklaşık üç milimetre eninde çevreleyen bu manyetik alan, genellikle uçucu
yapı, hayatî yapı veya “aura”, yüzyıllar boyu müşahede edilmiş ve araştırılmıştır.
***
Üzerinizde adeta elektrik tesirinin kristalize olması ve bedeninize yapışık görünmez bir
elbisenin hapsi içinde kalan hareketiniz; bütün bedeniniz ve beyniniz onun kontrolünde… Bu,
TELEGRAMCILAR’ın “kiril” dedikleri şey ve “kirillenme”, onların kontrolüne girildiğine
dair KARTAL’da çok kullanılan bir kelime idi; “Kirilli, kirilli!”, “kiril çözüldü!” gibi. Buna
dair bir bilgiyi herhangi bir kitabta göremedim… Benzeri KİRLİAN tâbiri.
***
Bir düşünce, beyin hücreleri vasıtasıyla kaslara ve organlara iletilen biyoelektrik sinyale
nasıl dönüştürülmektedir? Cevab muhtemelen bütün canlıların bir parçası olduğu keşfedilen
biyoelektrik alanların yapısında yatmaktadır.
***
Morfogenetik tâbiri, yâni “varlık hâline gelen şekil”, bedenin alana göre şekillendiğini,
alanın bedenden yayılmadığını ifâde etmektedir. Alan, beden, yâni maddî tezahürden önce
gelir, büyüme akışını yönlendirir ve bedeni değiştirir.
***
Ağır elektrik şokuna uğrayan insanlarda, sık sık psişik güç artması görülür. Bedenin
biyoelektrik alanıyla zihin güçleri arasında açık bir bağ vardır. Bütün organizmaların
büyümesinin, fizik ve kimyanın mekanik vasıtalarıyla değil, MORFOGENETİK alan denilen
bir elektromanyetik alan tarafından düzenlendiği fikri kabul görmüştür.
***
Her canlının, –madde de kendi keyfiyeti içinde canlıdır–, bir elektrik alanı vardır. Her
organizmanın morfogenetik alanı, hem bedenden, hem de zihinden öncedir; ve zaman ve
mekâna göre belli bir yeri yoktur. Başka bir ifâdeyle, bir organizmanın elektrik alanı,
kâinattaki temel kuvvetlere, ÇEVRENİN ETKİLERİNE VE ORGANİZMANIN
KENDİSİNDEN GELEN GERİ BESLEMEYE CEVAB VERİR, YÂNİ ONLARDAN
MÜESSİR OLUR VE TEPKİ VERİR-TESİR EDER. Böylece alan, durmadan değişir; beden-
zihin, organik varlığımızla tâbiî kâinatın diğer kuvvetleri arasında bir bağ olabilir.
***
KİRLİAN isimli Rus, bir yapraktan bir insana kadar herhangi bir canlının biyoelektrik
alanının fotoğrafının çekilebileceğini gösterdi… Hastalıklı bir ağaçtan alınan bir yaprağın
KİRLİAN görüntüsü, sağlıklı bir ağacınki ile karşılaştırıldığında belirgin bir fark vardır.
Gevşek durumda bir İNSAN’ın Kirlian fotoğrafı düzgün, yumuşak bir alan görüntülerken,
stresli-bunalımlı bir insanın fotoğrafında tırtıklı ve tahriş edilmiş bir alan ortaya çıkmaktadır.
Bunun yanı sıra belki de en ilginç keşif, HASARLANMIŞ ORGANİK BİR NESNENİN,
MESELÂ YARISI KESİLMİŞ BİR YAPRAĞIN KİRLİAN FOTOĞRAFINDA BÜTÜN
YAPRAĞIN ALANININ GÖRÜLMESİDİR. Biyoelektrik alan, basitçe fizikî bedenin bir
RADYASYON’u (bir merkezden yayılarak dağılan ışık ve sıcaklık verme) değildi; fizikî
bedenin bozulmadan kalan biyoelektrik alanın bir tür tezahürü olarak görülüyordu. Bu keşif,
fizikî büyüme, yaraların iyileşmesi ve hasarlanmış organik parçaların yeniden teşekkülü
hakkında bir şeylerin açıklanabileceğini vaad ediyordu. Biyoelektrik alanımızın içine doğru
büyümemiz mümkündür… Bütün canlı organizmaların, atom ve moleküllerden oluşan fizik
bedenin bir SURETİ olan enerji bedenine sahib olduğu ifâde edilmiştir. BİYOLOJİK
PLÂZMA dedikleri bu enerji meydana getiren alanın - bütün canlıların tabiatinde mevcut
ORGANİZE EDİCİ ALAN’ın, bedene hareket veren motor zihin sinyallerinin taşınışında rolü
bulunduğu kabul edildi. Ruh ve beden arasında, her ikisi ile de ilgili zihin ve düşüncenin bu
durumdan dolayı, sözkonusu zihin sinyallerinin taşınışında, “maddî beden”e vurgusu
yapılınca, ruh-düşüncenin varlığı, bizzat maddenin onun delili olduğu şeklinde belirtilmiş
oluyor. Biyolojik plâzma, ruh ile beden arasında her ikisi ile de ilgili HAYAT-CAN’ın bedene
bakan yüzüdür. Üzerinde durduğumuz incelikler, TELKİN keyfiyetinin iki yüzünü de
gösteriyor.
Düşünce ve heyecanların bedeni İYİLEŞTİRİCİ veya BOZUCU etkileri olduğu genel
bilgi hâlinde bilinirken, bunun TIBBÎ vasıta ve usûlleri de mevcuttur. Şartlar içinde insanın
tabiî hâline nisbetle NYMPHALAR’ın yaptığı iş, “boz, boz!” demeleri eşliğinde
BOZMAK’tır. Delta Serdar, şu satırlar yazılmadan aylar önce, yaptıkları işi ruhçuluktan da
kurtarmak niyetiyle, fizikî beyinde TELKİN’i tek buuda indirerek, “TELEGRAM, telkin;
nasıl oluyorsa!” diyordu. Allahu âlem nasılını anlatmış oluyorum.
KARTAL’da, Cezaevi inşaatında uzun saatler çalışan tahta kesme-hızar makinesinin
sesini “seni keseceğiz!” lâfları ve TELEGRAM cihazının vücumdumdaki marifetleriyle
eşleştiren ARAR, bir müddet sonra telkinini “seni üç parçaya ayıracağım”da odakladı.
Ziyaretçiler şâhidimdir, defalarca anlattım:
— “Hani bazen görürsünüz; karşıdan gelen CİNLİ veya aynı kapıya çıkarı da vaki,
özürlü tipler vardır. Kafası dengesiz sağa sola gider, ayakları tutarsız yalpalamalar içinde,
gövdesi, kafa ve ayaklarıyla uyumsuzdur… Beni göstermek istedikleri tip bu!”
2005’in TEMMUZ ayının 7. gününden itibaren başlayan TELEGRAM’daki yeni
safhamda, baharda çıldıran bir neşe hâlinde fışkıran yeni yeşillikleri andıran bir psikoloji
içindeki NYMPHALAR’a, şu rekor vaadini söyletiyordu:
— “KARTAL’da üç parça yapacaklardı, biz burada altı parça yapacağız!”
NYMPHALAR, mitoloji ve şamanizm ile TELEGRAM arasındaki alâkayı - cihâz
farkını, benden öğrendiler. Şu “saçmasapan” TELEGRAM kitabımın, aslında bu esere bir alt
yapı teşkil ettiğini de… SÖZKONUSU kitabımda, Sibirya şamanlarından örnek verilerek,
parçalara bölme anlatılıyor.

TİLKİ GÜNLÜĞÜ
Şu, dünyayı tatsız ve mânâsız gördüğümüz zamanki hâle muhatab, başına gelen –benim
başıma gelen– pişmiş tavuğun başına gelmemiş TİLKİ GÜNLÜĞÜ’nden de bahsedeyim.
Orada geçen isimler üzerinden malûm niyetleriyle sayısız sondajlar yapan
TELEGRAMCILAR da, eserin kendi öz muradından hiç anlayamayanlardan-dı. Eserini verip
de, değerini karşısındakinden öğrenmek durumundaki sanatkâra nisbetle, hoşafı kurtarmak
üzere onu TELEGRAM cihetinden göstermek de, TELEGRAM altında olan bana kaldı.
***
Levha: 7 Aralık 1988… Kolumdaki bileziği andırır kelebçeleri çıkarmam üzerine
annem, üzgün ve sitem eder gibi konuşuyor ve bugüne kadar söyleyemediği sırrı açıklıyor:
“Sen doğduğun zaman, senin yıldızına sihir ve büyü yapıldı; onun için baban, seni korusun
diye onları yaptırdı!”… Benim yıldızım Sag-ı Takir imiş… Veya “tagir”… Ne demekse?..
Romatizma için kola takılan bakır bilezikleri hatırlıyorum; ve büyüden korunmam için
yapılan bileziği çıkarmış olmamın üzüntüsünü duyacağıma, büyü ile ilgili rüyâ tâbirlerimin
doğru çıkması sebebiyle mesudum… Ve ben bu hususu Nalân Said’e söylerken, o benim
dosya kâğıtlarımdan yapılma defterimdeki kelime tasniflerinden büyü ile ilgili birşeye
bakıyor… Ben orada doğru çıkan bazı şeylere dikkati çekmek isterken, o dikkatini kendi
aradığına teksif etmiş… Bu sırada Halil emminin hanımı Feride Figen, üstü çıplak, kucağında
yeni doğan çocuğa meme verir gibi bir hâlde, ablamla benim yanıma geliyor… Ben, onun
göğsünün çıplaklığından dolayı oradan uzaklaşıyorum!
***
Kelebçe: Demir bilezik: 60.
Sin: İNSAN. Bir harf ve ebced değeri: 60.
***
Mukayyed: El ve ayağında kelebçe bulunan. Bir işe ehemmiyet veren. Serbest olmayan:
154.
Mehdî Muhammed: 154.
Ül’üban: Oyuncu. AKTÖR: 154.

***
Sivar: Bilezik. (Süver: Sureler.): 267.
Muavvezetan: Felâk ve Nas sûreleri: 1267.
Mehdî Muhammed Salih İzzet Erdiş: 1266= 267.

***

Sag-ı Ta’kir: 1870= 2869.


Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 1868= 869.
Mektubat: 869.
***
TELEGRAM: 1676= 2675.
Salih İzzet Erdiş: 1674= 675.

***
TELEGRAM: 1676.
Dest-var(e): El bileziği: 676.
Şerafeddin: Dinin şerefi: 676.
Tesvir: Koluna bilezik yapma. Büyük derecelere çıkma, büyük işler yapma. (Tesvir: Toz
kaldırma. Derin ve gizli mânâyı araştırma.): 676.
Hakdan: Dünya, yer, arz, mehd: 676.
Mehul: Benli, benekli: 676.
Muhale: Dostluk, sadakat: 676.

ADAK BORCUM
TELEGRAM: 1676.
Maide Sûresi, 89. âyet: (Allah sizi, kasıtsız olarak ettiğiniz yeminlerinizden ötürü
sorumlu tutmaz. Fakat, bile bile akıl edip yaptığınız yeminlerle sorumlu tutar. Bunun da
kefareti, çoluğunuz çocuğunuza yedirdiğinizin orta derecesinden, on fakiri doyurmak, yahud
giydirmek, yahud bir köle azâd etmektir. Bunlara gücü yetmeyen, üç gün oruç tutar. İşte,
yemin ettiğiniz zaman, yeminlerinizin kefareti bu… Bununla beraber yeminlerinizi gözetin.
Böyle açıklıyor Allah âyetlerini ki, şükredesiniz.): 676.
Necm Sûresi, 21. âyet: (Size erkek, O’na dişi öyle mi?): 676.
***
Üstadım’ın bana vereceğini söylediği TAKDİM yazısını arama sürecinde, bulursam,
sevabının misli Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ne, Üstadım’a ve Seyyidetü’n-Nefise
Hazretlerine âit olmak üzere, 30’ar günlük adakta bulundum. Çeşitli bahanelerle, 1987’den
1999’a kadar aksayan bu niyet, 2000 yılında Kartal Cezaevi’ne gelince, tam havasına
girmiştim ki, TELEGRAM’la akamete uğradı. Şu oldu-bu oldu, o süreç boyunca adağımı
yerime getirmemiş olmamın cezası gibi geldi TELEGRAM; ve başlı başına içimde kanayan
bir yara. Ardından BOLU; 2005’e kadar, şu veya bu bahanelerle yine olmadı. Nihayet 2006-
2007 yıllarında, adağımı yerine getirdim. TELEGRAM’ın ebcedine tevafuk eden yukarıdaki
MAİDE sûresinde geçen âyetin meâlini, bu nazarla mütalâa ediniz.
***
Necm Sûresi’nde geçen âyetin izâhına gelince: “Erkek isimlerini kendiniz alıp, dişi
isimlerini O’na veriyorsunuz değil mi?”… Müşriklerin putlarına hep dişi isim vermişlerdi;
özellikle Yaratıcı adına dikildiği iddia edilen bu isimler, dişi isimleri idi… Homoseksüel
ARAR ve ekibi, hâlleri ve yaptıkları ile ERKEK(!) ya, bana koydukları isimlerden biri, bir
yönüyle “seçkin” mânâsına gelen, diğer yönü ile de kadın ismi ile beni aşağılamak üzere,
“Belgin” idi. TELEGRAMCILAR’ın erkeklik(!) tasvirlerine henüz girmiş değilim; kararı siz
vereceksiniz.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (10. Bölüm)


“TİLKİ GÜNLÜĞÜ”
Hakîm, hekim ve kâhin, yaptıkları işin meçhule bakan ve uman yönüyle, tarihte bazen
aynı mânâda kullanılmıştır. Lûgat’ta da, hakîm’in bir mânâsı, “hekim”; kâhin’in de âlim.
Âdem Aleyhisselâm’dan Allah Sevgilisi’ne gelen yekpâre bir mânâ olan İslâm, Allah
Sevgilisinde en tam ve kâmil olarak nihayetlenmiştir; insanlık tarihinin bu asıl kolu ve ondan
katışıklar hâlinde tecelli eden sayısız bâtıl yol… Hepsini birden ifâde edici “dinler tarihi,
medeniyetler tarihi, düşünce tarihi, astroloji tarihi, tıb tarihi” vesaire gibi mevzuuna mahsus
genel ve toptancı araştırmalarda, sözkonusu ölçülendirme daima gözönünde bulundurulmazsa,
mevzuundaki bir hüküm gibi mevzuun kendi de hakiki imân sahiblerinin o devirde imân
kutbundan gördükleri ve işledikleri iken, bâtıl kutba atfedilebilir, tevil edilebilir. Bu türlü
KANMA HİSSİ’ne karşı, hep sözkonusu ölçülendirme dikkati içinde olmak, “elini küfre bile
değdirse şeriat doğar” hikmetinin tatbikini göstericidir.
***
Sözlü veya yazılı bilinebilen bütün tarih ve tarih öncesi kültürlerde, çeşitli yönlerden
istifade edilmiş vakıalardan biri, RÜYÂ’dır. Tıbbı, “varlığın hakikatine muttasıf olma”
diyecek kadar incelten İslâm kültürü, RÜYÂLAR’ı da tıb ilminin doğurucusu saymıştır. Asıl
olan İslâm’ın neyi nasıl gösterdiğidir ve tarih boyunca ve tarih öncesi devirden diye ortaya
çıkarılmış herşey, buna bağlıdır.
***
ÖLÜM ODASI’nı anlatırken sıra, şimdiki hâllerine nazaran NYMPHALAR’ın cahiliye
devirleri yorumları ki, TELEGRAM’da, daha da doğrusu bana yapılan TELEGRAM
kurgusunda asıldır, benim TİLKİ GÜNLÜĞÜ’ndeki rüyâlarımın hep belden aşağı lâflamalara
âlet edilmesine geldi. Bu mevzuda ARAR, bir Olimpiyat tertib edilse, derece alabilecek kadar
soysuzdu. NYMPHALAR’a gelince… Zekâ bakımından onunla kıyaslanamaz zekâlarına
mukabil, neticede durdukları yer ahmak, bu işi, “benim çevreyi gayet iyi tanıyan” niyetine
telefon dinlemeleri ve tâ çocukluğumdaki arkadaş, tanıdık ve tanımadıklarıma kadar sayarak,
süsleyerek, yine aynı niyetle hareket ediyorlardı; şimdi, alacaklı gibi konuşan haklılık tarafları
kırılmış, kafaların küfü oldukça silinmiş, hafif olarak… Benim gocunacak bir şeyim yok:
— “Tatlım, ortaya çık da derdini söyle!”
Telefon konuşmaları diyor ya, benimki daha sağlam:
— “Şu ânda, senle birebir konuşuyoruz; sağlam belge bu! Hem niye korkuyorsun ki,
söyleyen benim!”
Bu konuşmalarda çeşitli şirin hakikatler de ortaya çıkmıyor değil. Anasının, babasının,
akrabasının adını, gücünü sözkonusu etmeksizin, yalın bir soru soruyorum:
— “Jandarma Genel Komutanı’nın ismini söyle! Peki onu bilmiyorsun, Emniyet Genel
Müdürü’nün ismini söyle!”
Habt oldular, tutulup kaldılar. Zaman zaman benim unutkanlığımla alay ederlerken,
benim tekrarladığım ve zaman zaman unuttukları dava. Eğer kasden öyle davrandıklarını
söyleyecek olurlarsa, tanıyanları buna yakın ve beni tanıdıklarına dair söylediklerine yakın
sorularla, onları imtihan edebilirler. Belden aşağı yoklamalara girmeksizin.
***
NYMPHALAR’la, çok atışır, takışır, lâfın gelişi içinde “ahbab olmaksızın” azca şaka
gibi alaylaşırken, dost olur muyduk bilmem, EFESLİ ARTEMİDORUS’la karşılaştım.
NYMPHALAR tam bu sırada TİLKİ GÜNLÜĞÜ’nün 6. cildini, “hayatı rüyâ, rüyâyı hayat
diye görme” diye hatırlattılar; eserin keyfiyeti bir yana, söyledikleri sözün şuurunda olarak.
***
Kendisinden sonraki bütün RÜYA araştırmalarında derin bir etkiye sahib, Romalı bir
kâhin; Efesli Artemidorus… Oneirocritica isimli, rüyâ ve tâbiri üzerine bir eser yazmış; Mısır
ve Yunan kültüründen aldığı malzemeyle, onlar gibi, “rüyâ ve hayâllerin insanların yararına
olarak verildiğini” savunan. Hiçbir rüyâ boş değildir; mesele, hâl ve makamına uygun olarak
onu yorumlayabilmekte.
M.Ö. 2. yüzyılda yaşamış olan Artemidorus’un zamanında, rüyaların tanrılardan
geldiğine ve rahib ve tedavi ediciler yerine, büyücü ve kâhinlerin ilgi alanına girdiğine
inanılırdı…
Artemidorus, bir rüyâyı yorumlarken gereğinden fazla basitleştirmemesi ve iki sebebten
bir netice çıkarır gibi kolay ve keyfî davranmaması gerektiğini anlamıştı:
— “Rüyâyı tâbir usulleri genel değildir, bu yüzden de herkesi tatmin edemez; zamana ve
kişiye bağlı olarak değişik yorumlar sözkonusu olabilir!”
Artemidorus, bir insanın aynı gece içinde hem iyi ve hem de kötü rüyâlar görebileceği
gibi, aynı rüyâ içinde iyi ve kötü şeyler görebileceğini de belirtmiştir.
***
Artemidorus, bir rüyâyı tahlil ederken rüyâ görenin adını ve mesleğini, rüyânın hangi
şartlar altında görüldüğünü de ele almıştır. O, Freud’un daha sonra “serbest tedaî”, yâni
“rüyâdaki görüntünün akla getirdiği her şey” dediği metodla çalışmıştır. Freud için, rüyâların
rüyâ gören için mânâsı önemliyken, Artemidorus için rüyâyı görenin kendisi için mânâsı
önemli: Freud, rüyâyı görenle rüyâsı arasında psikiyatrist olarak dururken, Artemidorus bizzat
rüyâ görenin rüyâsının onun için anlamı üzerinde duruyordu… Dediği şu:
— “Tanrılar, içimizde olanları öğrenmemiz için bize rüyâ gördürüyor. Ama onların bu
yardımları sırasında gereksiz sorular sormamalıyız; ve bir cevab verilmişse, teşekkür edip
kurban sunmayı unutmamalıyız…”
Artemidorus’un rüyâlar hakkındaki bilgisi, olağanüstü derecedeydi. Tavsiyelerinin çoğu
iki bin sene geçtiği hâlde uygulanabilir nitelikte… Onun eserinden faydalananlar arasında
Freud ve Jung da var.

HAMİ - HADİM
Her varlığın ona mahsus bir ruhu vardır, bir canı vardır, bir HAMİSİ-koruyucusu vardır,
bir HADİM-yardımcısı vardır, bir nuranî varlığı vardır, bir cini vardır… Varlık ve yokluğun
kendinden vücut bulduğu HAYÂL’in içinde, görünür, görünmez, tesiriyle bilinir veya tesirine
girilir bütün bu varlıklar, hemen bütün medeniyetlerin mistisizmi içinde yer bulmuş, RİT ve
MÜZ nitelemeleri içinde de bahse mevzu olmuşlardır. İyi ve kötülükleri, niteliklerinin
mânâsı, kültürlere göre değişen… Bizim burada dikkati çekmek istediğimiz husus, RUH -
CAN - HAMİ - HADİM - NURANÎ VARLIK - CİN - HAYÂL - RİT - MÜZ - İMÂJ gibi
kavramların, herbirinin kendine âit bir mânâsı olması ve her kültürün kendine mahsus
kelimelere verdiği renk yanında, mevzuuna göre birbirinin yerine kullanılabilir olmalarıdır.
HAMİ’yi HADİM ile ele alırken, buna dikkat.
***
Dünyanın en büyük düşünürlerinin çoğu, iç koruyucu-gözleyicilerinin varlığını kabul
ederler. Eserlerini verirken hissettikleri manevî kuvvet, gerekli olanın gerektiği ânda
bulunuvermesi gibi mânevî ve maddi himmetin, şans ve talih gibi rastgele tesadüflerle
açıklanamayacak şekilde görülmesinden midir? Eseri verirken ve verdikten sonra, onun
karşısında duyduğu “kendini aşan bir şey” şaşkınlığı ve hayranlığından mı? Meselâ Edison,
bu şaşkınlığını, “olsa olsa geçmiş hayatımdan öğrendiklerimin çıkması” diye tenasühe-
reenkarnasyona bağlayarak açıkladı. Kimileri de, mânevî tenasuha (nasihat etmeye) inanarak
ve görerek; “Din, nasihattir” ölçüsüne bağlı bir hakikat olarak, biz de aynı inançtayız ve
bunun İslâmî ölçülerine riayetle… NİSBET sahibiyiz.
***
Bir kâhin tarafından dünyanın en bilgili adamı olduğu söylenen SOKRAT, “kendisini
çok yakından” tanıyan ve ÖZEL HAMİ olarak belirttiği bir İÇ REHBER’e sahibti. Sokrat
hakkında yazan Apuleius, bu iç rehberin kendisini tanıyan ve saygı gösteren kişiyle, “kâh bir
rüyâ, kâh bir tezahür” aracılığıyla konuşacağını söylemiştir. Psikolog JUNG da, hem
rüyâlarında, hem uyanık hayâllerinde görünen Philemon’la konuşmuştur. Jung, Philemon’un,
üstün bir düşünce ve sezgiyi temsil ettiğini söylemiştir:
— “Benim için canlı bir insan gibiydi; bahçede onunla birlikte dolaşırdım!”
Bende bir ruh tufanına sebeb MAVİYE hayâli ile, ruhumu mutlak teshirine almış
ÜSTADIM’ın zıdlığı arasında yaşadığım muazzam savaşta, görüntü direnişi, benliğim hâlinde
ruhumu teshirine alanda tükendi; ve nefsimizin bir hakikati olması bakımından geriye iade
edildiğinde ben, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu idim. MAVİYE mi? Ebcedi: 62.
***
Bir şeyhin ne kadar müridi olsa, ondan mânâları cezbeden bir kişidir; vericinin yayını
ona nisbetle ve gerisi bu ayara göre. Ben, Üstadım’ın ifâdeleriyle, onun “derinliğine kanına
girmiş”, “beklenen genç, bulunan dost, beklenen mütefekkir, kendinden zuhur sahibi”, nisbeti
“Sokrat’a nisbetle Eflâtun” olan; ve rüyâda tecelli eden ve sözkonusu mânâların hepsini havi
bir mânâyla, baba ve ananın varlık sebebi, ÇOCUK hikmetinin maliki… O benim
REHBER’im, ben ona, “neye ihtiyaç duyduğumu gösteren” REHBER; iki yönlü bir cezb ve
MEHDÎ mânâsı üzre, eser ve hareket.
***
Metapsişik kavramlar lûgatında HAMİ VARLIK, “ruh, koruyucu ruh, koruyucu melek,
yapıcı ruh, yapıcı varlık” gibi mânâlara denk geliyor:
HAMİ varlık kavramı, çok eski bir geleneğe dayanır. Hemen hemen her din ve
yetiştiricilikte insanların tekâmülü ile ilgili olarak, onları özel bir şekilde eğiten, yardım eden,
görünmeyen varlıklardan söz edilir… Ruhçulukta: Bir ruh, dünyada bedenli olarak
tekâmülüne devam ederken, doğmadan evvel ruhî plânda hazırladığı hayat plânını tatbik
etmektedir. Bu hayat plânının hazırlanışında ruha yardım eden varlık veya varlıklar HAMÎ
varlıklardır. Bu plânın uygulanmasını kendisine vazife edinmiş, kendine bir tür tez olarak
almış varlık, hami varlıktır. Bir insanın dünya hayatı boyunca ve sonrası için ihtiyacı olan
yardım ve himaye, ikaz, ihtar, ilhâm, cesaret, metanet, bilgi, hattâ ıstırablı hâdiselerin
düzenlenmesi vazifesi, HAMÎ varlığa aid bir husustur. Bu vazife doğum öncesinde başlar,
dünya hayatı boyunca devam eder, nihayet ilk hâline döner. Bu, klâsik himaye sürecidir.
Bazen birkaç hayat boyunca, yetiştirme işini üzerine alan HAMİ varlıklar vardır. Eskilerin
siyanet-koruma melekleri isimlerini verdikleri HAMİ varlıklar, bir kişi için olabileceği gibi,
bir topluluk için de olabilir. Toplumun tekâmülünü sağlayacak her türlü etki, hâdise ve
bilgileri meydana getirir. HAMİ varlıkların, insanın kaderine etkileri sözkonusu değildir.
Mukadder olan saha içindeki en faydalı ve gerçek olanı tatbik etmeye çalışırlar. İnsanın,
ailenin, toplumun, milletin, gezegenlerin tekamülü ile ilgili olan varlık ve varlık plânları
oluştururlar. Mukadderat, HAMİ plânlarca düzenlenip uygulanır. Bu durum yalnız onlara
âittir.

HADİM
Hadim: Yardımcı. Hizmetçi. Cinsiyetsiz. Üçüncü tür. Yıkıcı, tahrib edici… Kendisine
belirli davranış ritleriyle veya bilmeksizin yapılan davranışla temas sağlanan, müsbet veya
menfi, teshirine girilen güç-varlık. Niteliği melek, cin ve nuranî varlık diye, onlar olmayan,
ama onlarla da karıştırılabilen varlıklar. HAMİ ile, hemen aynı mânâ… Tevrat, Zebur, İncil
ve Kur’ân’da, her bir kelimeye 8 HADİM olduğu söylenir. Nasıl ki cincilik, her dine mahsus
yapılır olması bir yana, ŞAMAN uygulamalarında da geçerli ise, HADİM de hakta hak, hakta
bâtıl, bâtılda hak, bâtılda bâtıl iş yapan güç olarak görünebilir. Bir kişinin, yönlendirici
olmaksızın tasavvuf uygulamalarına rastgele girmesi ve orada teşekkül eden bir formasyonla
arzu edilmeyecek bir HADİM’e çatarak “kafayı üşütmesi”, hâdise olarak çokça görülmüş,
ama sebebi bilinmemiş işlerdendir: Burada HADİM’in yıkıcılığı, sözkonusu kişiye ağır
gelecek bir gücü olmasından da ileri gelebilir… Bu misâli, HADİM’in, bilinebilen ama
kolayından tavsif edilemez oluşu diye de alın.
***
Hatif: Gaibten haber veren cinnî. (İlhâm veren)… Bana en çok hitab eden varlıklardan
biri; çok âşina olduğum, ruhuma hitab edeni bulmuş gibi olduğum isimlerden, HADİM veya
HAMİ sınıflaması içinde bir güçlendirici mi bilmem, bu hâl vuku bulduğuda hemen aklıma
gelen… Hatf: Kapmak. Şimşek gibi göz kamaştırmak. Süratli olmak… Hususen düşünür ve
yazarken, âniden gelen çarpıcı ilhâm ve “gerekeni gerektiği yerde hatırlatıveren”, bir yardım
diye hissettiğim bir vakıa. Üstadım, “ölüm, akla yokluk şeklinde hitab eder” diyor; aklın, eşya
düzenine-şehadet âlemine bakan yönüyle, diğer yönü ise zaten ruha âit. Bu mânâda ölüm,
varlık diye şu görünen âlem kasdediliyorsa, yokluk akla böyle hitab ediyor. “Unutmak,
saklamanın başka şeklidir” hikmeti, unutmanın, saklanacak olanın üstünde bir PERDE
olduğunu belirtiyor ki, akıl karşısında ölüm ve unutmanın bu benzerliği, hatırlamanın da bir
ruhî aksiyon olduğunu gösteriyor. Böylece, ilhâm ve hatırlamanın, icâd ve hatırlamanın
HATİF-HAMİ-HADİM ile ilgisi görülüyor… Mucid, malûm, MÜCÎD: Hazır. İyi edici olan.
Ölüm…
Hatf: Ölüm. Ölmek… Şunu da belirtmeliyim: Özellikle namaza davranmaya niyet
ettiğim zamanlarda, “unutmadan şunu da yazayım” derken böyle ardı ardına gelen hikmetler,
bana “Şeytan’ın namazdan alıkıyomak için hak suretinde görünüşü”nü hatırlatmıyor değil,
ama hiç olmazsa mazeret edinmiyorum. Her ne olursa ölçü Şeriat; ve yapılan her müsbet şey
de, onun için… İyi, doğru ve güzel, her ne oluyorsa, kimin yüzü suyu hürmetine olduğunu
nefsimde bilenim; dünya çapında.
***
HATİF: 486: 1485.
Kaptan Gusto Müsliman: 485.
Ebu Bekir Muhammed bin Ali: (Muhyiddin-i Arabî): 485.
Kaptan Mirzabeyoğlu: 485.
Tedaî: Birbirini bir iş için davet etmek. Bir şeyi hatıra getirmek. Fikirler şirketi: 485.
Hetf: Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Fısıldamak: 485.
***
HATİF: 486.
Mut’eme: İkiz doğma: 486.
Mermare: Yumuşak vücutlu kadın. (Marmara: Çalkantılı deniz… Dery-a: Bilgi. Deniz.):
486.
Tuf: Yankı. Akseden ses: 486.
Tekvin: Var etmek. Yaratmak: 486.
İftica: Birdenbire olma: 486.
Memut: Ölmüş: 486.
Atiye: Büküp büküm atan. Azgın. (Ati: Gelecek zaman. İSTİKBÂL… Atiyye: Lütuf,
ihsan. Bahşiş. Hediye… MÜHDÎ: Hediye veren. Hidayete getiren. Mürşid, muvaffak. Allah
Resûlü’nün bir ismi… MEHDÎ: Hidayete eren. Hidayete vesile olan.): 486.

MAVİ AY-MAVİ IŞIK


Levha: 1 Şubat 1985… Faik Erdiş, yatakta elimi tutuyor… Bu ânda kalbim duruyor…
Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini düşünerek, hiç paniğe kapılmadan tevekkülle kendimi
salıyorum… Şiddetli cezb ve bir ânda kayboluyorum… Bir ânda uyanmışım gibi gökteyim…
Yol alırken, Ay ve yıldızlar… Dikkat edince, Ay’ı Güneş’e benzetiyorum… Gecede yıldızlar
ve Ay renginde Güneş… İçime “mavi ay” doğuyor… Aklıma, bir gece odamda resim
yaparken “mavi Güneş”in çok tesirli bir ilhamla görünüşü geliyor ve içinde bulunduğum
durumun onun gerçekleşmesi olduğunu düşünüp hayret ediyorum… Ve hatırıma, Üstadım’ın
“Her gece rüyâmı yazan sihirbaz, — Tutuyor önümde bir mavi ışık!” mısraları geliyor… O
ânda gerisin geri yatak odasının penceresindeyim ve çatının saçağından göğü görürken
yataktayım… Uzaktan kumandalı oyuncak gibi, karyolanın ayak ucuna savruluyorum…
Zeyn-âb beni teskin etmek istiyor ama, ben cezbenin kesilmemesi için bir davranışta
bulunmuyorum… Yere yuvarlanıyorum… Dört ayak giderken cezbe kesiliyor… İki kişi
kollarımdan tutup sanki beni götürecek… Yerde bir kedi var… Gitmemek için direniyorum…
Önümde annem var… Götürülmem gerektiği üzerine birşey söyleyerek yürüyor!
***
Üstadım, bir YEVMİYE olarak, Sokrat’ın, fikirlerini tasdik ettirdiği, bir MAVİ IŞIK’tan
bahsediyor; onun, hususen hata ve yanlış yaptığı zamanlarda ikaz etmek üzere görünen bu
ışık, ölüme mahkûm edildiği mahkemesindeki meşhur savunmada da bizzat kendi ağzından
anlatıyor. Bu vakıanın Üstadım’ın ağzından bana aktarımının mânâsı ayrı dava, coşkulu imâsı
bende hep hatırlatıcı olarak kalmıştır: Benim karşımda o diye!
***
Maî Işk: (Mavi ışık, sudaki ışık, sudaki hayat, sudaki ilim.): 521.
Hipnotizma: Onu kabul edici bir ruh ve bünyede tecelli eden teshir kuvveti: 521.
Takviye: Kuvvetlendirmek. Kuvvetlendirilmek: 521.
Tatbik: Yakıştırmak. Yerine getirmek. Karşılaştırmak. Bir kaide, kanun veya hükmü
yerine getirmek. Kıyas ve tahmin etmek. Benzetme, uygun hâle getirme: 521.
Te’lif: Ülfet ve imtizac etmek. Eser yazmak: 521.
Şakir: Allah’a şükreden: 521.
***
Maî ışk: 521= 1520.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 520.
Derviş: 520.
Salat: Namazlar. Bütün dualar: 520.
Letafet: Güzellik, nezaket. Nuraniyet kazanma: 520.
Afşelil: Sırtlan. (Çok doğuran hayvan… Velüd: Çok doğuran kadın. Çok eser veren):
520.
***
Kasah: Sırtlan: 169.
Rahman Sûresi, 19.-20.: 3166= 169.
KUST: 169.
***
DEDİ Kİ: İrşad etmek yolunda, senin önüne çıkan her şeklin hakikatte ben olduğumu,
ondan başkası ve başkasına âit de olmadığını bil. Her vakit rüyâna girerim ve sen bütün din ve
dünyaya âit hakikatlerini benimle bulursun.
***
Psyche: İnsan ruhu, mânâ-mânevî, hayat, akıl… Holbeche: Psyche’nin görevlerinin
bizdeki karşıtını anlamak her zaman kolay değildir. Psyche’nin imkânsızlık ve umutsuzluk
duygularını ben de çok defa hissetmişimdir –ki, argoda yıldırmak mânâsına gelir– ve her
seferinde rüyâlar bana devam edecek gücü vermişlerdir. Psyche’ye bir baykuş ve bir kartal
yardım etmiştir. Baykuş, sezen aklı, kartal da yükselmeyi, daha yüksek ve farklı açıdan
bakmayı sembolize eder. Psyche bu nitelikleri kullanarak, eskisinden daha büyük bir
inisiyatife sahib olmuş ve bu sebeble de inanılmaz derecede güç görevler başarmıştır. Her
uykuya yatıp rüyâ gördüğümüzde baykuşun ve kartalın –ve daha pek çoğunun– güçleri, bizin
için erişilebilirdir. Rüyâ gücü, bizim hayatın meydan okumasına cesaretle karşı çıkmamızı
sağlar. Biz de, Psyche gibi, kendimizi “potansiyel benliğimizin çok kısıtlı dairesi içinde”
kilitlenmiş olan görünmeyen engelden dışarı çıkabiliriz. Jung bu iç gücü ve aklı içimizde
yaşayan “bilmediğimiz bir dünya” olarak vasıflandırmıştır: “Bizimle rüyâlarımızda konuşur
ve bize bizim kendimizi gördüğümüzden ne kadar farklı gördüğünü söyler. Kendimizi
çözemeyeceğimiz kadar güç bir durumda bulunduğumuzda, içimizdeki bu yabancı kimi
zaman bize, davranışlarımızı temelden değiştirmek için her şeyden daha uygun olan bir ışık
gösterir.”
***
Goethe: Yapabileceğin veya rüyâsını göreceğin işe başla. Cesarette, dehâların gücü ve
tılsım vardır.
***
Zeyn-âb. (Kürtçe): Su kaynağı, su pınarı: 70.
Kün: OL mânâsında emir: 70.
Arz: Takdim etmek. Bir şeyin âniden meydana gelmesi: 70.
Sud: Rengi kara olan şeyler. Sevdalar. (Kust): 70.
Hipnoz: 70.
Büyük Doğu-İBDA: 1069= 70.
Yasin: Ya seyyid, ya insan: 70.
Gazi Ana: (2005 öncesi, “gazi ana ölünce bitmesin diye, gençliği öne almak lâzım!”
diyen bir ses - rüyâ.): 1070.
Seha. Beyin zarı: 70.
Civanî: Gençlik: 70.
Necibe: Asilzâde: 70.
İhlâl: Yer değiştirmek. Yerleştirmek: 70.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (11. Bölüm)

“KAPTAN SİNBAD”
NYMPHALAR, bir-iki sene veya daha önce, benim okuyamadığım, düşüncem bloke
edildiği-zabt ve kuşatma içinde anlayışımın ibtal edildiği dönemde, BARAN dergisinde
Doktor Hakkı’nın bir yazısı çıkmış, ona atfen ve kendi “istihbaratlarıyla bitiştirerek”,
çocukluğumuzda pek bayıldığımız bir film kahramanından bahsettiler ve yorumladılar. Bugün
13 Temmuz 2010, banyo günü: NYMPAHALAR’ın klâsik lâflarıyla sinirlendirmeleri, bana
eşlik eden fizikî tesir içinde, uyandım. Karşılıklı mantık atışmalarına eşlik eden alaylarla, saat
erdi, vakti geldi, aynı hâlde banyodayım; girdim, yıkandım, çıktım. Sırtıma giydiğim ve daha
önce sayısız kurgularına mevzu olmuş bornozumla otururken, lâf döndü dolaştı,
NYMPHALAR’ın çalışması neticesi, benim dememiş olsam da mübhem bir imaj hâlinde
karikatürleştirdiğim çizgi film kahramanı “tatlı salak” Pembe Panter’e geldi… Onlar bana ne
derse, ben piramidin tepesindeyim:
— “Senin Kaptan SİNBAD, niye İskenderun’a gitmiyor…”
Benim tansiyonumla oynayarak hünerlerini icra ettiklerini söyleyen NYMPHALAR,
cevab veremiyorlar. Mavi Marmara gemisine İsrail’in saldırdığı gün, onunla eş zamanda
gerçekleşen ve 14 denizcinin öldüğü eylemi imâ ediyorum. NYMPHALAR, belden aşağı
“şaka”larına devam ederken, takdirkârı oldukları tedâîciliğim ve hazırcevablığımla, aklıma
Kaptan Sinbad geldi. Hâliyle onların Kaptan Sinbad yorumları:
— “O zamanki gençlerin Kaptan Sinbad filmini seyredenleri, genellikle bir yelkenli
gemiye dolmuş kızlarla, ıssız adaya çıkmayı hayâl ederler, böyle rüyâlar görürlerdi!”
Bu cümleden olarak, benim Orta bir veya ikide aynı sınıfta okuduğum bir sarışın kızı
sözkonusu ederek “yoklama” ve çeşidleme: Onu, bisikletimin arkasına atıp gidiyorum. Beni
hem mahçub, hem mahçub(!) edici bu tür “yaman” istihbarat ve yorum sağlamalarnın
ardından, bana âit bilinmedik hiçbir mahremiyet kalmamış olarak, beni istedikleri zaman
REZİL edebilirler-miş. Yazdıklarımdan kolayca anlaşılacağı üzere, ISLIKÇILAR’la birlikte
hiç rezil bir tip çizmemiş olanlara soruyorum:
— “Siz ne yapıyorsunuz?”
Örgüt’ün beyni olarak, beyin kontrolü yapıyorlarmış, Cezaevi güvenliğini
sağlıyorlarmış. Tek kişilik hücrede, gözlerim bir kamera, düşünce tarafım ayrı, her saniye
kontrol altındayım. Televizyon’daki “Biri Bizi Gözetliyor” programı ne ki, beynim
sözkonusu. Doğru dürüst zaten seyretmediğim, sayelerinde seyredemediğim Televizyon
programları, gazete veya kitabta geçen bir kadın, bir erkek, hatta bir çocuk, müthiş bir arzuyla
“bulmak” istedikleri malûm, şuurumu ve altını yoklamak üzere bir vesile teşkil ediyor-du.
Televizyon’daki haberlerde bile, doya doya(!) bakamadığım güzeller de dahil. Benim
cevabım hazır:
— “Unutma, bu bir hayat tarzı; ve bunun için asker mayına basıyor!”
Kartal’da, ARAR’ın da pek sık kullandığı beylik hikmet:
— “İnsan, sonradan, hatıralarını değiştirerek anlatır veya yorumlar!”
Bilirkişi(!), bunu bana söylüyor; bu derin(!) düşünceyi! Ama bu tür derin(!) hikmeti olur
olmaz kullananların, pek bilmedikleri bir genel bilgi de şu:
— “Geçmişteki bir gerçeği değiştirmekle, onun zaman içindeki açılımlarını, tıpkı bir
çekirdeğin zaman içinde sürekli değişen kemmiyet ve keyfiyet şekilleri boyunca yorumlamak
ayrı şeydir. Bu değişimlerdir o çekirdeğin havi olduğu potansiyel ve hakikati gösteren…
Bunu, günübirlik vaziyeti kurtarıcı tutumla karıştırmamak gerekir!”
Şu bisikletin arkasına atma misâlinden, NYMPHALAR’ın bir başka çelişkisine geçelim:
Kartal’da, TELEGRAM’da rol sahibi olarak görüntüsü KENAN’ın 30-35 yaşlarında
gösterilişi ile karıştırılan ve 2005’de Kartal’da düştüğüm duruma düşürülebilmem hevesi
içinde “tekrar”, fakat bu sefer görüntüsüz ve hayâle ısmarlanmış Banker BAKO diye tanınan
şahıs, o zamanki yer ve imkânlarım içinde tarafımdan bir soruşturmaya mevzu olmuştu.
Acaba TELEGRAMCILAR’la birlikte mi hareket ediyor, yoksa yönlendiriliyor muyum?
Kartal’daki son günlerime yakın, ben onu düşünürken, DURAR ARAR bıkkın bir sesle, “bir
adamı bir odaya kilitlersen, ona istediğini inandırırsın; o bu işte yok!” dedi. Gelelim
NYMPHALAR’a: Bir insan bana, geçmişteki bir hâdiseyi anlatıyor, filân kişiden bahsediyor,
hatırlamıyorum, yahud hem var-hem yok kararsızlığındayım, veya vardı diye hatırlıyorum;
halbuki yokmuş. Bu, alelâde bir yalan ve uydurma ile, “geçmişin öyle olmasını isteyen” bir
psikolojik icâd da değildir. Bu işaretlediğim durumlara nisbetle, içiçe girmiş veya girebilecek
olan şeyler de söylenebilir, ama lüzum yok. DELTA Serdar, hususen yazarken, bu durumların
hepsine âit ayrı dalgalarla beyne tesir verebilir ve sözlü olarak destekleyebilir bir cihazın
başında, üstelik saçma idrakimle alay etmiştir-etmektedir. Lâfı kısaltıcı keskin bir misâl
vereyim: İmâ ve mecazdan istifade, neticesi fasa-fiso çıkacak kurgulara âit cümleler bir yana,
diyelim ben KARTAL’la ilgili düşünür ve yazarken, o sinsi bir tesir hâlinde KARTAL’ın
içini AHTAPOT’la doldurmuştur. Aklımda KARTAL diye bir mevzu yokken, belli belirsiz,
bazen kalkınca zor hatırladığımız rüyâlar gibi de olabilir. Burada şu hususa da dikkat çekmek
istiyorum: Onların TELKİN’le yapıyoruz dediği, kelime klişesindeki mânânın sende
uyandırdığı değil, o klişe ve mânâya kendi istediği dalgayı vererek, bunu uyandırmaktır.
BİSİKLET mi? Sizin istediğiniz gibi olsun. YANİ?

“NORMATİF ŞUUR HATASI”


Hani banyodan çıkmış, NYMPHALAR’la atışıyordum ya; lâfın gelişi içinde “normatif
şuur hatası”na misâl vermem gerekti, Freud’un görüşünü seçtim. Yaptıkları iş, “demokratik
açılım”, terörle mücadele filân derken, TELEGRAM’ın “anlam ve önemine” de uygun bir
misâl, erkek çocuğun anaya meyli babında: İnsan ruhunu darmaduman eden bir mantıkla,
onun ana rahminden çıkışından başlayarak, meme emmesine, babasıyla çekişmesinin ve
halihazırdaki bütün davranışlarının geriye doğru takibinde şuuraltı olarak temelde buna
dayandığına dair görüş, çeşitlenmişlikleri ile malûm. Seksin unsurları belli: Ten teması ve
sıcaklığı, karşı cins özellikleri vesaire. Bu türlü bir akıl yürütme, tabiî olarak aynı cins ve
sübyancılığa kadar, sistem ilkaı rolünü oynar, telkin yerine de geçer. Yılana karşı aşırı korku
duyan ve kabus hâlinde rüyâlarındaki hâkim motif bu olan birinde, unutulmuş bir hatıra
olarak bulunmak üzere, yılan veya ip veya başka bir sembolik varlık arayışı, neticede gerçek o
olmasa bile, telkin yoluyla kişide sebeb yönünden tatmin duygusu sağlayabilir. Psikolojik
telkin mevzuunda, gayet kaba tecrübî misâller sayısızdır: Başı ağrıyan bir hastaya, inanılan bir
kişi veya muayenehâne dekorunun ve doktor hüviyetinin sağladığı işin erbabı güven verişiyle
doktorun verdiği bir bardak su, aslında hiçbir tıbbî alâkası olmadığı hâlde, iyileşmeye sebeb
olabilir… Psikolojik tahlilde asıl cevabı verilmesi gereken vakalardan biri şudur: Hiçbir sebeb
ve bahane olmaksızın, tedarik etmek istesem de bulamadığım, ama çevrenin ilgisine nazaran
bir sebeb uydurmak zorunda kaldığım sıkıntılar. İnsanın şöyle demek isteyip de, çevre
anlayışsızlığına nazaran diyemediği: “Ne bileyim ben, neyim var!”… Bu, “oyalanacak birşey
bul!” tavsiyesi çerçevesinde aşılabilecek bir ruhî durum değildir. Böyle bir durumda, psikoloji
ilminin düpedüz felsefeye dönmeden söyleyebileceği birşey yoktur. Atın tedavisinin, insanın
tedavisinden daha zor olmasının sebeblerinden biri de bu: At, derdinin ne olduğunu
anlatmıyor, konuşamıyor. Anasından yeni doğmuş çocuğun davranışlarını sebeb tutma
meselesine gelince, aynı yukarıdaki durum: Çocuk, hâlini anlatmıyor, konuşmuyor, sen
bulunduğun yerden onu mânâlandırıyorsun, sonra da mantık silsilesi içinde bir
mânâlandırmayla, sözkonusu “normatif şuur hatası”nı hakikat niyetiyle telkine geçiyorsun. Bu
çerçevede, beden üzerindeki tıbbî inceleme ve buluşlar vesaire de, “sen ne söylersen söyle!”,
neticede “hâdiseye yanaşan şuur”a nisbetle kurgulanandır; son tecrid’te iş, tezahürlerinden
tanıdığımız –ruhîliğimiz de buna girer!–, “RUH NEDİR?” suâlinde ve bu yoldan MUTLAK
FİKRİN GEREKLİLİĞİ davasında biter… NYMPHALAR’ın muziplikleri arasında, onlara
söylediklerimin yazı diline geçirilmiş hâli, okuduğunuz gibi. Son bir not: Hâlini anlatamama
bahsinde söylediklerim, anlaşıldığını tahmin ettiğim üzere, her ihtimâle karşı uyarayım, asıl
olarak “psikolojik rahatsızlık” kasdıyla sınırlı değil. “Hiçbir derdi yokken pencereden atladı!”
türünden haberlerde de, akla hemen “hiç kimseye belli etmedi!” türünden şablonlar gelmesin:
O ânda teshirine girdiği bir yaşamanın mânâsızlığı hissiyle, bomboş bir ruhîlikle, başı sonu o
ândaki sebeb, pencereden uçmuştur.

***
NYMPHALAR’a: Gerçeklik diye, bana söylediğiniz “organik işler”i, niçin hiçbir rütbe
ve makam gözetmeksizin, “elbisenin altında ne olduğunu herkes biliyor!” rahatlığınızla, onlar
için bana olduğu gibi söylemiyorsunuz. Yoksa onlarda olmayan bir hakikat mi? Ben, bana
söylenenleri yana yakıla anlatırken REZİL olacağım –ne onlar, ne cihazları görünmeksizin!–,
peki siz kendinizin onlar hakkındaki sözleriniz bir yana, niçin benim sizin gerçekler ve
gerçekliğinize uygun onlar hakkındaki sözlerimi olsun, ortaya çıkıp da söylemiyorsunuz?
Ben, herşeyi, ama herkese tatbik etmek üzere, ilmî ve fikrî olarak konuşmaya hazırım,
yazıyorum da: Bu benim için bir imkân olduğu kadar, “imkân olduğu hâlde anlatmıyor,
anlatamıyor!” şeklinde beni zora sokucu umudunuzu da yıkmak değil mi? Fikir esası
üzerindeyim: Şu gerçek, bu gerçekçilik derken, hiçbir yere gitmeyen bir verim anlayışıyla,
nereye varılabilir ki? Her işi böyle, bütünlenemeyen, bir bütünlük ihtiyacındaki memleketim
ve dünyanın hâli!
***
Dış yüzden, isterse hayatî çapta görünsün, günümüzün bütün meselelerini bahane kılan
ve siyasetçilerle, siyaset etrafında organize bir menfaat güruhunu temsil eden meslek
grublarının mantık oyunu oynarken yanaşmadıkları asıl mesele, yukarıda bahsi geçen “BEN,
BANA NE OLDUĞUNU NEREDEN BİLEYİM?” meselesine yanaşmamalarıdır.
Anlamamaları bir yana, anlayanın da işine gelmeyen. NYMPAHLAR’ın siyâsî yönden lâf
atma ve yoklamalarına, hiçbir hileli kurguya ihtiyaçları olmaksızın, benim düpedüz
söylediklerim bu asıl etrafında: Ne Ergenekon davası ve tarafları, ne Kürd meselesinin
tarafları, küçük ve değersiz bir melodinin değişik enstrümanlar, tertibler, sayı kalabalıkları
çerçevesi dışında, dişe dokunur birşey söylüyorlar. Nitekim iş, döne döne kendi çapına doğru
toplanınca, –belki bana öyle geldi!–, konuşmacılara darlıklarının hissi ve mahzunluk çöktü.
İşte tam bu zamanda, harika(!) meydana geldi ve tedhiş hareketleri başladı: Oh be(!),
konuşacak ne çok şey var… Uzun uzun yazmak isterdim, ama içinde bulunduğum şartlarda
bu kadar. “Gerekli olan bilinmiyorsa, bilinenlerin de hiçbir kıymeti kalmaz!”… Alâka
gerekmiyor, NYMPHALAR’a istim koyar gibi bir lâtife: Azınlık hakları filân derken, aklıma
geldi… “Demokrasi, yalnız çoğunluğun hakkını değil, azınlığın da hakkını korumaktır!”;
başta büyük iş adamları sınıfı, siyasî, askerî, idarî ve genel olarak “sosyal” diyebileceğimiz bir
sınıflamayla toplumun kaymak tabakası ki, demokrasi ve “nimetlerini” de onlar sayesinde
tadıyoruz(!)
***
Derli toplu ve “doğru dürüst” diye niteleyebileceğim tek TELEGRAM’a dair not,
“Klâsik Bir Zihin Kontrolü Operasyonu” ismiyle sunulan; TELEGRAM kitabımda çıkan o
kısmı bu eserde tekrarlamadan önce, tedaîleri ve kıyaslarıyla bugüne kadar verdim. Daha önce
de verdiğim ve bundan sonra da vereceğim gibi.

KLÂSİK BİR ZİHİN KONTROL OPERASYONU


Milli Güvenlik Mezunları Derneği Elektronik Gözetim Projesi’nden Rapor: Ben, yüksek
seviyede eğitim görmüş eski bir ABD Haber Alma memuruyum. Halen yönlendirilen enerji
silâhlarının kullanımını, gözetim ve nöro-teknolojik sistemleri ihtiva eden ve ülkede habersiz
İNSAN KOBAYLARI üzerinde odaklaşan bir PROJE’nin yöneticisiyim. Savunma Bakanlığı
bu sonunculardan “psiko-teknolojiler” olarak sözetmektedir. Bu olağanüstü ACIMASIZ
operasyonlar, “zihin kontrol operasyonları” olarak nitelendirilir. Klâsik bir “zihin kontrol
operasyonu”, başka şeylerle birlikte, aşağıdaki hususları kapsar:
1) Hedef kişiden, gelecekteki şantaj ve istismarlarda kullanılmak üzere, şahsî ve
biyolojik örnekler toplamak gayesiyle UZUN SÜRELİ, GÜN BOYU SÜREN FİZİKÎ VE
ELEKTRONİK GÖZETİM.
2) Kobay’ın AŞIRI BASKILARA dayanma kapasitesini incelemek için ardarda yapılan
örtülü ve açık tacizler.
3) ABD Adalet Bakanlığı tarafından hâlen, “öldürücüden daha hafif silâhlar ve gözetim
sistemleri” olarak tanımlanan teknolojileri ihtiva eden, aşırı intibaksızlığa ve yeteneklerin
ortadan kalkmasına sebeb olacak ağrılar meydana getirmeyi amaçlayan, YÖNLENDİRİLMİŞ
ENERJİ TACİZİ.
4) KOBAY’ın kafasında ve uykuda iken, rüyâların âlemşümûl gelişimini etkileyebilen
şuuraltı seslere sebeb olma kapasitesindeki nöro-teknoloji ve psiko-teknolojilerle tecrübe.
5) Uzun dönemde KOBAY’ı kendi itibarını yoketmeye yönelik davranışlara ve ifâdelere
zorlamak için, uzun dönemli manipülasyonu, yönlendirilmesi.
6) Kobay’ın tecridi ve malî yönden yoksullaştırılması.
7) Kobay’ı İNTİHAR veya CİNAYET şeklinde bir şiddet hareketine zorlamayı
amaçlayan sürekli TACİZ ve TAHRİK.
Açık taciz, –açıkça gözlenen demektir–, kişilerin uzun dönemli ELEKTRONİK tacizi
için “ön şartlandırma” amacıyla tasarlanabilir. Anlatılmayan açık tacizle dehşete düşürülen
kişilerin elektronik tacizinin, daha aklı başında bir durumda, anî başlangıçlarıyle başetmeleri
imkânsızdır. Tacizin bu görülen örneği şimdi incelenen bütün hâllerde ortadadır. Açık tacizin
elektronik taciz başladıktan sonra bile sürdürüldüğü durumlarda, asıl amacın uzun dönemli
aşırı baskıyı devam ettirmek olduğunu akla getirmektedir.
Aşağıda tartışılan açık taciz taktiklerinin çoğu, ELEKTRONİK TACİZİN
SEZİLEBİLİR ŞEKİLLERİNİ KAPSAMAYAN durumlarını su yüzüne çıkarmaktadır.
Bunlar potansiyel haber değeri taşıyan dahilî bilgileri sebebiyle, yönetim ve yönetim
tarafından kabul gören işverenler için özel sıkıntı tehditleri oluşturacak ISLIK ÇALICILAR
olarak adlandırılanları ihtiva eden durumlardır. Elektronik tacizin, ELEKTRONİK TACİZE
MARUZ KALANLARA YARDIM ETMEYE ÇALIŞAN KİŞİLERE KARŞI BİR
MİSİLLEME ŞEKLİ OLARAK SU YÜZÜNE ÇIKMAYA BAŞLADIĞININ FARKINA
VARDIK. (Islıkçı tâbir edilen, belirli rol yüklenmiş YARDIMCI HİZMETLİLER’in,
elektronik tacize uğrayanların yakınlarına karşı da hasmane tutumları.) Bu yardımı kesmeye
çalışıcı misilleme, zihin kontrolü yapanlar adına bir KONTROL KAYBINI akla getirir. (Bunu
böylece ifâde, meselâ benim adıma, bir tür yardımcıları vazgeçirme gibi safça bir taktik olarak
görülebilecekken, diğer yönüyle İLGİLİSİNE, yardımcılardan cihaz başında olanlara
varılabileceğini de gösterir.) Bu şartlar altında ISLIK ÇALICILAR’ın uzun bir süre daha
“görevlerini” devam ettirmek isteyeceklerini tahmin edebiliriz. (ISLIK ÇALICILAR’ın
kontrol kaybına, yâni TELEGRAM’ın “herkesin bildiği bir gizli(!) iş” hâline dönmesine
sebeb tutumları, şuna benzemektedir: Bir tecrübeye katılanların yarısı mahkûm, yarısı
gardiyan yapılmıştır. Bir müddet sonra roller sahicileşmeye başlayıp da, kanun dışı uygulama
şekline dönüp tadı kaçınca, mahkûmların süresiz diye başlanılan bu işin bitmesini
istemelerine karşılık, gardiyan rolündekiler buna şiddetle karşı çıkmışlardır.)
Kişiler, şimdi aşağıdaki AÇIK TACİZ şekillerinin hepsi değilse bile, birçoğunu ihtiva
eden kendi şartlarını tanımlayan proje ile temas hâlindedir:
– Ânî, acaib kaba muamele, önceleri kendine dostça davranan komşuları tarafından
tecrid, taciz ve yıkıcı davranışlar.
– Hedef kişi, rehberde numarası bulunmayan yeni bir telefon aldıktan sonra bile devam
eden, rahatsız edici telefon konuşmaları.
– Mektubların önlenmesi, çalınması, açılması.
– Gürültü seferberliği.
Acımasızca rahatsız eden telefon konuşmaları bu tertibte düşünülürken, diğer taktikler
de kullanılır. Çalan telefonlar, düdükler, sirenler, apartman çevresinde oldukça uzun bir
zaman devresinde aynı zamanda çalan kornalar, düdükler, sirenler, çöp atıkları ve
kaydedilmiş “umumî sesler”in kuvvetlendirilmiş yayınları kişiyi gözetim altında olduğuna
inandırmak için, tasarlanan şartlar altında tekrarlanan bir temel üzerinde kullanılırlar.
Bu durumların hepsinde, ferdin komşuları ânî, sürekli ses patlamalarına karşı sanki
kayıtsızmış veya farkında değillermiş gibi görünürler. KAPI ÇARPMAK DA ÖZELLİKLE
APARTMANLARDA, POPÜLER BİR OYUNDUR. (Cezaevi’nde de!) Bir kişi, tacizin en
yüksek seviyede olduğu bir dönemde, kendi kapısını açtığı her seferinde, kapı komşusunun da
kendi dairesine girip çıkmaya başladığını rapor etmiştir.

İlâve aşırı frekans (ELF) tesirleri:


1) Depresyon meydana getirilmesi.
2) Katarakt ve göz problemleri meydana getirmek.
3) Alınganlık ve öfke durumları meydana getirmek.
4) Genel ruh hâlinin değişimi.
5) Zorlanmış davranış kalıpları meydana getirmek.
6) Cinsî saldırganlık.
7) Davranış ritminde hasar meydana getirmek.
8) Korku verme ve yanlış yönlendirme.
9) Uyku düzensizlikleri ve uykusuzluk.
10) Kısa ve uzun dönemli hafıza kaybı.
11) Lösemi ve kanser.
12) Katatronik (zombie benzeri) görüntüler. (Zombie: Afrika mitolojisinde, ruhu ele
geçirilip esir edilmiş, hayat ve ölüm arasında kalmış kişilere verilen isimdir.)
13) Şiddet hâlleri ve suçlu davranış örnekleri meydana getirmek.
***
Yukarıda maddeler hâlinde geçen hususların hepsi, ufak tefek farklarla bana aynen
yaşatılan şeyler… TELEGRAM etrafında, gerek teknik bilgi, gerekse fantastik olarak
anlatılan pek çok şey, –buna dikkat!–, ortaya çıkmış bir vakıanın mübhemleştirilmesi, işin
hayâle havale edilerek bir yandan kişilere bir üstünlük karşısında duyulan eziklik duygusu
vermek, diğer yandan anlatanı zor duruma düşürmek içindir; yukarıda maddeler hâlinde geçen
hususlara tamamlayıcı ek hâlinde vereceğim aşağıdaki bilgileri, bu gözle okuyunuz… Ya eski
bilgilerin yeni imiş gibi sunulması, yahut da vakıanın henüz deneme safhasındaymış gibi
anlatılmasına da misal:— “1995 yılında Amerikan Ordusu’nun eski bir mensubu olan Albay
Edward Danes, Amerikan hükümetinin insan beynine istenen fikirleri aşılayabilen bir cihaza
sahib olduğunu iddia etti. UYUYAN GÜZEL olarak adlandırılan bu projenin daha korkuncu
ise, tecrübeye katılanlarda istenene tam ters olarak “psikolojisi bozuk-çok kişililik” gibi
problemlere sebeb olan MONARCH-HÜKÜMDAR isimli proje… Zihin kontrol silahlarından
birisi de, SUN’İ TELEPATİ olarak da bilinen MİKRODALGA DUYUMU’dur. Bu metodla
beynin duyma merkezine darbeli mikrodalga sinyalleri yollanarak, kişinin GAİBDEN
SESLER duyuyor gibi olması sağlanır. Bu yolla, düşük yoğunluktaki sinyallerle DUYU, SES
VE SICAKLIK DEĞİŞİMİ HALÜSİNASYONLARINA SEBEB OLUYOR.”Burada,
GAİBDEN SESLER duyma ifâdesi, bir nevi anlaşılması okuyucunun hayâline havale edilen
bir “mistik duygu” gibi veya “kafayı üşütmüşler” kasdıyla söylenmiş sanılmasın; içinde bu da
olabilir, ama asıl olan, sürekli tekrarlarla içi onların yönlendirmelerini tedaî edecek şekilde
doldurulmuş kelimeler boyunca, sağdan soldan gelen, gerçek, lâkin KURBAN’dan başkasının
duymadığı düzgün konuşmalar, yahud anahtar kelimelerin tedâîsi hâlinde kişinin kafasında
şekillenen cümleler, hattâ insan sesi olmadığı hâlde gelen sesleri öyle anlama şeklinde, bir
sürü çeşidi var. Benim, zihnimden doğrudan aldıkları veya basbayağı konuşmalarımın, sanki
cep telefonu ile gerçekleşiyor gibi olduğunu bilmeyenler, kendi kendime konuşuyormuşum
sanabilirler; gaibden(!) sesler duyuyor niyetine… Bütün bunları, tane tane, bütün çeşitleriyle
anlatacağım.

ZİHİN KONTROLÜ VE…


ZİHİN KONTROLÜ deyince, TELEGRAM’la, zihin kontrolü adı altında, bir
hastahâne veya deneme mekânında geçen tıbbî ve tecrübî faaliyetleri birbirine karıştırmamak
lâzım; bazen birbirini andırır yönleri olsa da. Bir hastahânede, kafaya yapıştırılan
elektrodlarla, vücudun hastalık ve ihtiyaçlarını beyinden bilgisayara nakille tesbit etmek, bu
mânâda “beyin dili” ve “beyin kontrolü”nden bahsetmekle, düşüncenin beyinle ilgisi
bakımından beyin fonksiyonlarından malûm mânâda “düşünceyi okumak-beyin kontrolü-
zihin kontrolü” farklı farklı şeylerdir. Birinci, niyet olarak da ikinciye benzemez; çünkü, bir
insanın düşüncesini okuyarak onun hastalığını tedavi sözkonusu olsa, zaten adam o cihazlara
lüzum kalmadan kendisi anlatır. Tıbbî denemelerde yine “zihin kontrolü” ile karıştırılan bir
misâl: Diyelim, sağır ve dilsizler için, onlara yardımcı olmak üzere, bilgisayar ekranında
düşüncelerinin yazılı olarak görülmesi, bu yolla onlarla karşılıklı konuşma imkânının
aranması. Benim düşünceme göre, TELEGRAM’da, zaten yazılı görüntüye ihtiyaç yok, ceb
telefonuyla konuşma rahatlığı içinde, karşılıklı olarak konuş konuşabildiğin kadar; bunun
yerine ekrandan yazı okusalardı, “ya ben ne okuyorum?” sorusu yanında, onların da 24 saat
takibi kabil olmazdı. Bir şeyi benzeriyle anlatmak bakımından, sözkonusu işlerden şöyle bir
misâli verebilirim: TELEGRAM’ı andıran yönü, bir mıknatısa bitişik bir metal parçasının,
mıknatıstan uzaklaşmasına rağmen onun çekim alanında ne uzaklığa kadar kalabildiğine
bakarak, bu misâl üzere, elektrodların vücudtan uzaklaşmasına rağmen iş gördüğünü farzedin,
bunu da “uzaktan kontrol” denebilecek kadar bir mesafeye kadar kabil düşünün. Böyle bir
sistem imâjı. Mıknatıs misâli, arama cihazından geçerken, aranan şeyi bildiren ışık yanması
yanında, onunla birlikte, TELEGRAM’da “düşünce okuma-kapma”ya da tatbik edilebilir…
Bilmiyorum, ama yarım yamalak duymuşluğum var: Benim, vücuduma, duyu organları
yolundan fizikî tesirle algılamaya benzer şekilde yapılan “işlemler” gibi, kapalı bir mekânda
bir cihaz marifetiyle vücudu yorma veya dinlendirme yapılabiliyormuş; TANSİYONLA
OYNAYARAK… Rahatça anlaşılacağı üzere, uzaktan zihin ve beden kontrolü ile, onunla
ilgili olmayanlar arasındaki fark belli; farklı olanlar, TELEGRAM’ı anlatabilmek için sadece
misâl vezninde işler anlatmaya devam edeceğim.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (12. Bölüm)

TELEGRAM - SUN’İ TELEPATİ


“Zihin kontrol silahlarından birisi de, SUN’İ TELEPATİ olarak da bilinen MİKRO-
DALGA ALGILANIŞI’dır. Bu yolla, düşük yoğunluktaki sinyallerle, duyu, ses ve sıcaklık
değişimi HALÜSİNASYONLAR’ına sebeb olunur.”
***
TELEPATİ, beş duyu-hasse dışı idrakin dışındaki vakıalar cümlesi içinde yerini alan bir
ruhî idraktir. Bu vesileyle şunu belirtelim ki, TELEPATİNİN İSBATI şeklinde bir ifâdeyle
ele alınan yapılmış tecrübeler, telepatinin isbatı değil de, bedahet hâlinde bilinen bir vakıanın
sebebini araştırma ve onu pratik amaçla kullanma niyetini göstericidir. Yâni, “Telepati
Mümkün mü?” cinsinden bir yaklaşımla ondan bahis, komiktir. Telepati etrafındaki
araştırmalar, ne icâd, ne keşiftir; onun yeri tahlilci ilimdir.
***
TELEGRAM’ın “telepati”yi andırır yanı, başta “beş duyu dışı idrak” ifâdesine çok
yakın bir yerde, “hiss-i müşterek” merkezine yakın hitabıdır. Hani, gözümüzün önünde duran
bir sandalyeye bakıp da, kuvantum seviyesinde işlerin değişik olduğu kasdıyla, “bu bir
sandalye değildir!” demek, şuur seviyesinin değişimi ile hakikatin de değişeceği hakikatini
ifâde etmek gibi; giderek, fiziği kavram dünyasında izlemek gibi… Gözle gördüğümüzle,
kuvantum seviyesinde olanı bir bütün olarak ifâde, mistik ve bâtın hayatı da sezmeye misâl
hâlinde şu olabilir:
— “Tabiatta SIÇRAMA olmaz diyenlere, sıçrama tabiatta değil, bizim bilgimizde
olmaktadır demek lâzım!”
Bu, benden başlayıp bana dönen bir süreç hâlinde, idrak ve iradeden duyulara birşey
gitmeden, duyu verilerinin idrak edeceği birşey olmadığını da göstericidir. TABİAT’ın
“benden”leşmesi yaşandığı kadar, HALKIN akılda olması anlaşılır; “Alice’in Harikalar
Dünyası” teşbihi çerçevesindeki fantezilerden, RİTLER’den, halüsinasyona ve HAKK’IN
GÖRÜNÜR OLMASI’na, “bir veli mevzuunu bulamaz ki ben desin!” ifâdesindeki Hak’ta
fani olma meselesine kadar, pek çok “beş duyu dışı idrak” davası… Hakikati olan mahiyet ve
hakikati olmayan mahiyet hâlinde, VAHDET SIRRI’nda hepsini böylece bütünlerken,
bunların ayrı idrak seviyelerine âit oluşlarını, hak veya bâtıl nitelikte oluşlarını birbirine
karıştırmamak da, gerçek VAHDET’i gösterici bir imân meselesidir.
***
TELEPATİ, iki ayrı şahıs arasında, uzaktan beş duyu dışı idrak hâlinde, birinin
düşündüğünü diğeri de düşünmek; yahud birinin hâl ve durumunun diğeri tarafından
eşzamanlı olarak, gayrı irâdi bilinmesidir. Telepati’nin, sözlü veya sözsüz karşı karşıya
“anlaşma”yı andırır bir tarafı var; anlaşma’ya nazaran onda mesafe hükmü olmaması, tek
başına onu farklılaştırmaz. Kaldı ki telefon, telgraf vesaire gibi âletler yanında, TELEGRAM
da bunu aşmıştır. Öyleyse, “normal üstü hissî bağ” tâbiri, ânî içe doğuşla birlikte, onu
farklılaştırır. TELEGRAM’ın TELEPATİ’yi andırır tarafı, zihnin tesirinin karşısındakine
tecellisini görmek şeklinde, KURBAN’da bu hissin zihin ve beden tezahürü olarak
uyandırılabilmesindedir. Bu, cihazı kullananın şahsı ile birlikte, sadece cihazın hüneri olarak
da yapılabilir. Daha bol hâdise anlatacağımız bölümlerde, çeşitli tasvirler yapacağız.
***
Bildik mekân ve zaman kavramlarını aşan biçimlerde idrake mevzu olan TELEPATİ ve
benzeri tezahürler, herhangi bir araç ve “mekân ve zaman” ölçülü kuvvet kullanmadan
çevremizi etkileyebileceğimizi gösteriyor. Zihnin, su da dahil maddeyi etkileyebileceğini
gösteren tecrübeler, KUVANTUM fiziğinde bahsi geçen “tecrübe edenin, tecrübede müdahil
rolü”nün, sözü edilen maddelerde müşahedesinden ibarettir. Tıpkı, iyi duygularla suya
bakıldığı zaman, onun donmasında oluşan kristallerin daha güzel olması gibi… İnsanın şuurlu
benliğinin, bir yönüyle tabiata, diğer yönüyle ruha bakan hâline misâl. Psikolojide geçen, eşya
ve hâdiseye kendi şuurunu yansıtarak öyle görmeye de.
***
Hallüsinasyon: Hakikati, hakikati olmayan mahiyet nevinden, gerçekte olmayan bir şeyi
gerçek gibi görme ve işitme… “Gerçekte olmayan bir şey”, nitelemeler boyu değişeceği için,
hakikati yokluk olan Halk âlemi’nin, veli gözünde “asla bağlı bir gölge varlık” ve bu
bakımdan “aklî bir kavram olması” gibi hakikatler de, hallüsinasyon’u andırır; bu bakımdan,
tıbdaki şuur bozukluğundan kaynaklanan verilerle, hayâl melekesinden doğan RİTLER,
bunun telkin ve uyuşturucu benzeri maddelerle olanı, yahud elektromanyetik dalgalarla
gerçekleştirilen şekli, hepsi “şuurun doğrudan verileri” hâlinde görünse de, hepsi birbirinden
farklı hakikatlerdir. Bu durum göz önüne alınırsa, hallüsinasyonun teşbih olarak
kullanımlarına dikkat etmek gerekir. Harflerin sayı değerlerinin toplamı olarak, EBCED
hesabı ile çıkan aynı sayı etrafında kümelenmiş kelime mânâları arasındaki alâkaya da misâl:
– Hallüsinasyon: 873.
– İBDA’: Parça parça etmek. Sorulan şeye güzel cevab vermek. Kandırmak,
inandırmak. (Ruhumuzdaki kanma hissine hitab eden.) Birisine, kâr tamamen kendisine âit
olarak sermaye vermek: 874= 1873.
– Azd: Kuvvet, kudret: 874= 1873.

KATEGORİZE ETME - SINIFLANDIRMA


“Elma nedir?” diye, onu bilmeyen birinin sorusuna verilecek en genel cevab, yiyecek
olduğudur.
“Kavun nedir?” diye sorulursa, yine aynı cevab.
“Pırasa nedir?” diye sorulursa, yine aynı.
“Çikolata nedir?” diye sorulursa aynı.
“Deve nedir?” diye sorulursa, aynı.
“Koyun nedir, keçi nedir, horoz nedir?” diye sorulursa, yine “yiyecek birşey olduğunu”
söylüyoruz.
Bu verilen cevabların hepsi doğrudur; ve onları aynı cevabta birleştiren husus, yiyecek
birşey olmalarıdır. Böyle bir durumda, sorulanlara nisbetle cevabın aynı olmasına bakıb da,
“hepsi için aynı cevabı veriyor?” diye, “ben bundan bir şey anlamadım; o yiyecek, bu da
yiyecekse, niçin ayrı ayrı isimlerle anıyor?” diyebilir misiniz? Eğer sebze, meyve ve
hayvanları, yenilecek olma özellikleriyle tanımasa idik, bir takım mücerret veya
tanımadığımız, hangi hususta bir ve hangi hususta ayrı kullanılır olduklarını bilmediğimiz
kelime ve kavramların başına gelen anlamamazlık, onların başına da gelecekti.
Verdiğimiz misâle geri dönersek: Yiyecek müşterekliğindeki sözkonusu unsurlar,
“sebze, meyve, hayvan, yiyilebilir madde olarak üretilenler” diye ayrılabilir. Elma ayrı, kavun
ayrı, deve ve koyun-keçi hem onlardan ayrı, hem hayvan sınıflamasında birbirinden ayrı.
Mamulat olarak çikolata onlardan ayrı, yemek çeşitleri de bir mamulât cinsi olarak, hem
onlardan, hem de birbirlerinden ayrı.
KATEGORİ: Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin
hepsi. Zümre, grub, küme.
“Telegram-Sun’i Telepati” başlığı altında, birbirleri ile alâkalı ve benzer şeylerin, ne
bakımdan alâkalı ve benzer olduğunu gösterdik; “Kategorize Etme-Sınıflandırma” başlığı
altında da, bu mevzuun genel değerlendirilmesi… TELEGRAM’ı anlatırken, beylik tâbirler
hâlinde “şu şudur, bu budur” demeden, birbirini davet eden meseleler harmanı içinde
görünmemiz, verilerin niteliği gereğindendir.

“KEFALET MESELESİ”
Eşyayı, ister onun karşısında duran “hasse-duyu” ve his-duygu”ların ondan etkilenmesi
ile idrak ettiğimiz kabul edilsin, isterse bizde bulunan ve bilinen idelere nisbetle idrak
edişimizden bahsedilsin, bu iki temel duruşun birbirine zıt ilmî ve felsefî izâhları bir yana,
neticede ikisinin de birleşeceği temel nokta, eşya karşısında duran insanın sıhhat (dediğimiz)
şartıdır. Bütün insanların üzerinde müşterek olduğu-olacağı basit birşey, meselâ sathı düz bir
duvarı ele alalım; hem dokunma ve hem de görme organlarımız bunu böylece idrak ederken,
aksi idrakler istisnadır ve sıhhatli değildirler… Bir de tersini düşünelim: İstisnalar çoğunluk
ve çoğunluk da istisna olsun; çoğunluk duvarı kabartmalı görürken, azınlık düz görüyor ve
duyuyor olsun… Böyle bir durumda da, duvarı kabartmalı idrak edenler sıhhatli kabul
edilirken, düz olarak idrak edenler sıhhatsiz sayılırlar… Sıhhat?
Burada, duyu verilerinden idrak edilen bilgilerle, beyin ve şuurdan ihsaslar hâlinde
duyulara intikal eden duyma hassasiyetinin niteliği, meselâ Darwinizm’in türlerin tekâmülü
hakkındaki nazariyesinin gerçeği ifâde ettiği farzedilirse, “ya insandan sonra?” sorusu
çerçevesinde, duyu organlarının ve beyin-şuurun değişimi, bunun neticesinde de BİLGİ’nin
niteliğinin değişimi meselesine dikkat çekilmekte… Böyle bir durumda, bilginin
devamlılığından ve tabiî olarak ilerlemesinden bahsedilemez. Bildiğimiz insanın, insan
kalacağının kefaleti ne ve doğrusuyla yanlışıyla BİLGİ’nin ölçülebilirliğini gösteren BİLGİ
KEFALETİ ne? Yaratıcı ve Mutlak Fikir’den başka, nasıl cevab verilebilir?
Aynen yaşadım: Pencereye perçinli eşit büyüklükte yuvarlak küçük deliklerden sızan
güneş ışığı, duvarda… Bakınca şaşırıyorum; yanyana-alt alta dizilmiş hapları andıran, üç
buudlu şekiller. Göz aldanması ve halüsinasyon olabilir mi diye elimle de yokluyorum; evet,
üç buudlu yuvarlak kabartılar dizisi ve sanki deliklerden geçen ışık hüzmeleri tam tamına
onlara uymuş. Ne oluyor? Sakin bir şekilde oturup çayımı sigaramı içiyorum ve on-onbeş
dakika sonra tekrar üst kata çıkıp aynı desene bakıyorum; güneş ışığının duvarda yuvarlak
desenleri dışında, ne göze ne de ele gelen kabartılar! Bu hâdise, Kartal Cezaevi’nde meşhur
“zihin yönlendirme” operasyonuna tâbi tutulduğum zaman yaşadıklarımdan biri!
Benim Kartal’da yaşadıklarımın, yapılanların tesirini, onların sözlerini, benim sözlerimi
ve hakkımdaki “dokümanlarının” sağlamasını yapan “amaçları belli” NYMPHALAR, her
oluşumu kendi davasına göre izâh edebilen ve kullanan bana karşı, bu anlattığım hâdisede de
alay niyetli “ciddi” sözler ettiler; en başta, sözkonusu hâdisenin anlattığım gibi
olamayacağından dem vurarak, neticede ise böyle bir kaydın ellerinde bulunmadığını
söyleyerek. Bu hâdise, ne cihaz tesiri telkin dalgasına, ne sözlü telkine, ne halüsinasyona, ne
hipnozun dar ve geniş mânâsı içindeki oluşumlara, ne müz - ne rit açıklamalarına girmiyor.
Bu hâdise münasebetiyle alâkalı birkaç açıklama: Şu gördüğünüz satırları yazarkenki
kadar tabiî bir şuur hâlindeyim. Böyle bir şeyi yaşayıp da anlatmaya kalkan adamın
karşılaştığı veya karşılaşacağı zorluk, TELEGRAM’ı anlatmaya çalışan adamın yaşadıklarını
anlatmaya çalışması kadar zor olarak, tıpkı şuna benzer: Herkesin dört köşe gördüğü bir şekli,
sen üçgen olarak görüyorsun ve herkesin dört köşe gördüğünü bilerek. “İşin aslı ne?” meselesi
bir yana, “bu gördüğünüz bir sandalye değildir!” misâlinde olduğu gibi, üstelik üçgenin dört
köşe görüldüğünü de bilerek. Eşyayı uzaktan hareket ettirme-TELEKİNEZİ bahsinde,
Meksikalı meşhur bir sinema rejisörünün sözleri, muradıma tam uygun:
— “Gençliğimde, telekineziyle uğraştım: Masayı yerden 25 santim kadar kaldırıyordum
ama benden başka kimse farkına varmıyordu!
Nasıl ki TELEPATİ, “beş duyu dışı bir idrakle” uzaktan gerçekleşen bir iş!
İdris Aleyhisselâm, 16 sene yiyip içmeden, uyumadan, ağır riyazetlerle nefsini
hiçlerken, “hayvan-HAYAT” mertebesine indi ve hayvanların dilini ve hâlini anlar oldu.
Onun yolu üzerinde olan veliler, bir hâl olarak, oturanı yürüyen, yürüyeni oturan görür.
Süreklilikte süreksizlik ve süreksizlikte sürekliliğin YAŞANDIĞI bu hakikat mertebesinde,
baştanbaşa ruh kesilmek var; dış ve iç idrak âletleri ve şekilleri kul için, kulluk için. İnsan
ruhu, kul olduğunu idrak kadar yücelir. Şu, “oturanı yürüyen, yürüyeni oturan görmek”
bahsinde, şiir idrakine âit RİT mevzuunu benzer diye hatırlarsak? “Cemadla, nebatla,
hayvanla konuşur; deli midir şair?” diyen Üstadım’ı da anarak, İngilizce bir kelime, NEER:
ŞİİR. HİÇ… AYNALAR SÖYLEYİN BANA, BEN KİMİM?.. Tolstoy’un, “sanat, hiçliğe
yakın yerde başlar!” demesi boşuna değil! Kulakların çınlasın Hakan Yaman!
“ELEKTROMANYETİK HAVUZ” DEDİĞİM
Kartal’da, Avukatlarla görüşmeden dönüyorum. Koğuşun havalandırma bölümünün-
bahçenin yüksek dört duvarı, aynı zamanda sizin gökyüzünü görme sınırınızı çiziyor.
Unutmamak için küçük kâğıda yazdığım notlardan birini, Avukat mahallinde nihayet
arkadaşlara sorabilmiştim:
— “Siz de görüyor musunuz, sabah ve akşamüstü güneş batmaya yakın kargalar sürü
sürü geçiyorlar!”
Ünsal Zor ve Ali Osman, söylediğimi tasdik ediyorlar. Tabiî huyum, başıma gelen
felâketi bile kendimle dalga geçer gibi şakayla aktaran ben, içinde bulunduğum durumda
bilhassa, sıhhat işaretim gibi bir savunma güdüsüyle bunu yapıyorum:
— “Neyse, demek halüsinasyon değilmiş!”
Arkadaşlara halüsinasyon gördüğümden bahsetmiştim. Ne var ki, hâlimi hemen bildik
bir şeye ircâ etme kolaylığına düşülmesin diye, bunun vurgusu içinde değilim; çünkü, biraz
anlayan “ilâç” filân derken, Gabî soyu “idareyle rahatlığı” veya habersizliği dolayısıyla,
“yalnız kaldığı için, stres, korku” hükmünü veriverir. Yüzsüz ve pişkin.
Avukat görüşünden döndükten sonra, yemek yiyince başlayan o elektriklenme ve “kiril”
aklıma geldi. Ama halüsinasyon, hep yemek yemekle ilgili değil. Malûm, “cin mi, yoksa
elektronik mi?” ikiliği meselesi. Son gördüğüm halüsinasyon da, kantinden aldığım ve
epeydir açık zeytinleri yedikten sonra olmuştu. Deneme yapmaya karar verdim ve buzdolabını
açıp, plastik ambalajı içindeki zeytinlere uzanıyordum ki, açık kısmının bir bölümünde
matlaşmış olmalarına mukabil, diğer kısımda zeytinlerin yağ dökülmüş gibi ve pırıl pırıl
olduklarını gördüm. Evet; yine ben yokken koğuşa girmişlerdi. Bir parça ekmekle 5-6 zeytin
tanesini ağzıma attım; ve yutmamdan, 5-6 metre ötedeki bahçe kapısına gidene kadar, tesiri
hissettim. Bahçeye çıkmaksızın bir sigara yaktım ve o ânda karşı duvarda, açık arabalara
binmiş geçen silâhlı askerleri silüet hâlinde gördüm. Sonra, deforme insan suratları falan filân.
Duvarda, başkasının alelâde olarak göreceği tabiî veya kasden atılmış çizgilere, hayâlim
kolayından suret giydiriyordu; ama benim irade ve isteğimle değil. Şuurlu bir şekilde,
etkilenmeden öyle seyrettim. Birkaç dakika sürdü.
Bahçeye adım atmıştım ki, şöyle bir durum: Yarı belinize kadar denize girdiğinizi
düşünün. Dalganın gelişi ve çekilişi boyunca, siz de ritmik bir şekilde öne arkaya
salıncaklanıyorsunuz. Gözünüzü yumun. Gözünüz yumulu da olsa, denizde olduğunuzu
yaşıyorsunuz ve tahayyülden fazla, denizi görüyorsunuz. Şu ânda oturduğunuz yerde
gözünüzü yumun; çevreden sizde ne var? İşte öyle. Fakat benim anlatmak istediğim, bu
hâlden fazla ve şuur kaybı olmadığı için gerçekten eksik bir görüş. Evet; bahçeye adımımı
atar atmaz, dalgalı bir suya girdim. Suyun geliş gidiş ritmi içinde, bir-iki adım öne, bir-iki
adım geriye, salınıyorum. Burası, bahçe olduğunu bildiğim için havuz diyorum, ama
yaşadığım, deniz… Bu sırada yan bahçeden, yanımda konuşan birinin ses tonunda, –tabiî ve
çıplak ses–, orada oturan birinin yanına, koğuşa dışarıdan yeni girmiş gibi biri:
— “Ooo! Merhaba. Ne yapıyorsun yahu sen burada!”
— “İyilik yahu, ne olsun! Balık tutacağım. Balığı havuza çekmeye çalışıyorum!”
— “Daha girmedi mi?”
— “Biraz önce başladım; girdi ama, çabuk çıkıyor!”
Ben, müthiş bir şaşkınlıkla, havuzdan koğuşa çıkmıştım; yani o balık benim! İrademin
ellerine geçtiğini, iyice oyuncak olmaya başladığımı düşünüyorum. En fenası, korku ki,
Gayya kuyusuna gittiniz demektir. Belki onların zihne aşılaması, bilmem, –zaten bütün
sıkıntı, bunu kestirememek!–, merak ve endişe karışımı içinde, yeniden havuza giriyorum…
İkinci gelen:
— “Girdi!”
— “Mücadele etmeye kararlı…”
Beni dolmuşa getirmek için, ufaktan pohpohluyor. Yaklaşık bir dakika kadar, yükselince
göğsüme, çekilince belime gelen o dalgalı havuzda, neyin ne olduğunu anlamak için
kalıyorum. Fakat beni istilâ etmeye başlayan ürküntü ve büsbütün teslim alınıyorum hissi ile,
şuurlu bir muvazene ve telâşsızlık içinde, kıyıya çıkıyorum. Kıyı? Koğuş kapısından içeri!
— “Bu kaçtı yahu! Yuh ulan sana!”
— “Tüh, Allah kahretsin! O kadar uğraştık, boşa gitti!”
Sonradan, Avukat mahallinde ve ziyaret yerinde, tabiî espiri vezninde, bunu da anlattım.
Gabî, o tunduna hâli içinde, hiçbir şey anlamaz, ama işin künhüne vakıf bir nefs emniyeti
“tersine harika”lığı ile, tepkimden çekindiği için ses çıkarmıyor, ama o boş boş bakan
gözlerinden anlıyorum: İnanmıyor. Bazı arkadaşlar, niteliği hususunda birşeyler bilmeseler
de, seziyorlar ama. İmdad yok. Şöyle benim dışımda beni anlatabilecek bir şâhid.Herhalde 5-6
ay geçmişti ben Hastahâneden geleli. Tâ başından beri ellerinden geldiğince bana yardımcı
olan üç isim: Ali Osman’ın hanımı Emel, Ünsal’ın hanımı Nuray, Halis Turan’ın hanımı
Esma. Benim öz kızlarım mevkiinde, 10 seneden fazla geçmiş, neredeyse çocukluktan sonraki
bütün dönemleriyle İBDA’da büyümüş - yetişmiş gençler. 1998’in sonunda yakalanmamdan
önceki 8 sene hiç görmemiş olmama rağmen, o kadar sene sonra aynı samimiyet ve heyecan
içinde gördüğüm. Metrisi geçelim, Kartal’dayız. Onlar, bizim hanıma başlıca destek olmaları
yanında, bir takım şeyleri ikna etme zorlanmasına ve sıkıntısına girmeksizin kolayca
anlatabildiklerim: Anlamaya çalışıyorlar, ikna edilmeye değil. Ben ne anlatıyorsam, o odur.
Hoş, Gabî o pişkin bilirkişiliği ile bulandırmasa, umumî olarak arkadaşlar budur da.
İşte onlar vasıtasıyla, İnsan Hakları Derneği’ne, hususen Eren Hanım’a bir takım şeyleri
iletmeye çalışıyorum. Kezâ avukatlarımla. Sadece benimle ilgili değil, genelleşecek olan
şeyleri de; kobay olarak kullanıldım ya. Emel Zor, profesörler ve gazetecilerin de içinde
bulunduğu bir toplantıda, konuşma yapmış. Mevzu F-Tipi cezaevleri ve hücre tipi
cezalandırmayla ilgili ihtimâller. Benim anlattıklarımın, onların anlayabilecekleri şekilde, dış
yüzünden ifadesi şeyler: İsbatı kabil olmayan işlerin şartlarında bulunmak, elektrik ve su
kesilmesi, yemek vermeme, kendisi istemiyormuş gibi avukat ve ziyaretçi görüşüne
çıkarmama, ilâçlarla –en azından bunu anlarlar!– kabus ve halüsinasyon, falan filan… Emel
Hanım, “hepsi alâkayla dinlediler; F-Tipi’ne karşılar, birşeyler seziyorlar ama, hiçbir şey
bilmiyorlar!” diye anlattı. Benim meselenin, sisler içinde ilerleyen bir geminin görünmesi
gibi, epeyce anlaşılır olduğu ve ilgili arkadaşların bizzat kitab ve internetten malzeme desteği
yaptığı dönem. Gabi hep gabi ve suratının gölgelenmeye başladığı dönem.
İşte o sıralar, İstanbul Barosu Başkanı mı idi bilmem, Yücel Sayman’ın televizyondaki
bir programda konuşmasını dinledim… F-Tipi cezaevlerinin mahzurlarını anlatırken,
insanların tecrid edildiği ve sosyal faaliyetlerin bütünüyle kalktığı –ilk proje böyleydi!–
şartlarda, göz bozukluğu, stres falan filân ve kendi kendilerine “kelebek”, şu-bu görmeye
başlayacaklarını söylüyordu. Çok iyi niyetli, iyi bir hukukçu, ama işin asıl benim yaşadığım
esasından habersiz. Zaten “kelebek” benzetmesi de, o işleri “falan filân”a dair görmesinden;
hani insan, aslı olmayan şeyleri vehmeder. Neden’i kof.Bizim elektromanyetik havuz ve daha
neler, bir yerlerde hâlâ “kelebek” diye acılandım.

HER İŞDE BİR HİKMET


Yalnızlık edebiyatı yapıyor değilim. Âlemde her varlık, her oluş, her duruşun, kendine
mahsus bir mânâsı var, hiçbir şey boşuboşuna değil ve Allah’tan başka hiçbir kuvvet ve
kudret yok; herşey O’ndan. Kartal’da, “Lâ havle…”yi, TELEGRAMCILAR’ın eziyet ve
alayları altında kaç milyon kere tekrarladığımı onlar biliyor. Üstadım’ın hâliyle, benim hâlim,
bütün bir hayat tasviri hâlinde ondan:
— “Bir cümbüştür kopsa da gece yakamozlarda, — Münzevi balıklarız ayrı
kavanozlarda!”
***
Jar. (İngilizce): Kavanoz.
Jar. (İngilizce): Sinirlendirmek, sarsmak. Titretmek. Çatlak ses çıkarmak. Aykırı ses
çıkarmak.
İrate. (İngilizce): Öfkeli, hiddetli, kızgın.
***
Mahi: Balık. Semek: 56
Mehdi Salih Mirzabeyoğlu: 2055= 1056.
Mübdi: (İBDA kelimesinden.) Gizli sırları açıklayan. Herşeyi hiçten halkeden. (Allah.)
Başlayan: 56.
Müjde: Sevinç haberi: 56.
Yevm: Gün. Sene. Yüzyıl. Devir. Devre: 56.
Muciz: Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni. (Mucîz: İcazet veren… Mu’ciz: Mucize.):
56.
Mida’: Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. Yolun sıklaştığı yer: 56.
Kihal: Kemâlini bulmuş kimseler: 56.
İdam: Islah etmek: 56.
Nedb: Dua etmek: 56.
***
Mehdi Salih Mirzabeyoğlu: 2055.
Necb: 55.
Vipvala. (Kürtçe): Bomboş. (Yevmiye: Bomboş bir devirdeyiz… ABDÜLHAKÎM
KOLTUĞU’ndaki, zâhîr ile bâtın arasında BERZAH mânâsına gelen boşluğu-deliği,
hatırlayınız; aynı zamanda son ve İSTİKBÂL mânâsına gelen.): 56= 1055.
***
Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 1868= 869.
Mektubat: 869. (İmâm-ı Rabbanî Hazretlerinin, ahir zamanda gelecek olanın bütünüyle
doğrulayacağını söylediği meşhur eserinin ismi.): 869.
“Deli midir Şair?”: (Tilki Günlüğü’nün 5 Haziran tarihli başlığı.): 869.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (13. Bölüm)


“FUHUŞ ÇETESİ”
Bu akşam, (4 Ağustos 2010), televizyon haberlerinde, DELTA Serdar malûm asab
bozma çalışmalarından biri hâlinde kafa ütülerken, ben zaten havanın sıcaklığından
bunalmışım, 2005 yılına geri döndüren bir haber patladı:
— “Şantaj amaçlı fuhuş çetesi yakalandı. İçinde askerler, polisler ve sivillerin olduğu
birçok kişinin, uygunsuz görünüşlerini kameraya alarak, şantaj amaçlı kullanmak üzere…”
Ben, KARTAL tecrübesi ile BOLU’ya geldiğim için, 2005’de başlayan –kendini belli
eden– TELEGRAM safhasında dikkat ettiğim ve dikkati çekmek istediğimiz başlıca mesele,
bu idi. Bir nevi yarı resmi bir görüntü ile, çete oluşumu. Televizyon haberi, işin resmî tarafı
olmayan gerçekti; benim TELEGRAMCILAR’ı alayla karışık olarak “sauna çetesi” diye
nitelemem, çözümü ne zaman yapılır bilmem veya kayıt dışı hâldeler mi, ellerinde vardır.
Televizyondaki haberi, sözkonusu lâfımın ve BARAN’da çıkan “Sinyal Muhabbetleri”
başlıklı yazılarımın tedaisî olarak anıyor ve NYMPHALAR’a da hatırlatmış olarak
yazıyorum.
Onlar için pek komik, tanecik bir hatıramı-hatıralarını da yazayım: Vücudumda elektrik
verilmesinden gelen bir infialle, ihtilâm olmuş olarak uyanıyorum. Cihazla gelen alaylı sözler.
Sabah sayımına yarım veya bir saat var. Alelacele, pek sevdikleri tuvalet-banyoya girip gusül
abdesti alıyorum; kış günü ve buz gibi soğuk suyla, kaloriferin de doğru dürüst ısıtmadığı
hücremde. İşin hoş tarafı, ben ihtilâm olduğum ândan başlayarak, inzale eşlik eden sönük sesli
asker düdüğünün tuttuğu ritm idi: Utanma, şaşkınlık, öfke bir arada, banyoda onların lâf
atmaları ve “tesbitleri” ile yıkandım. Sayım, gülücüklerin eşlik ettiği bir zafer alayı gibi oldu.
“Utanma, şaşkınlık, öfke”; bir kısmında bu duyguları ben onlara aynı şekilde tattırdım
sanıyorum: Utanma olmasa bile. TELEGRAM’ın uzaması sürecinde.

KARTAL VE BOLU’DA
Benim KARTAL’da kendimi kesme ve asma hikâyem malûm; yalnızlık(!) psikolojisi ve
büyük depresyon(!) geçirmem de. Resmî teşhis bu. Hâlen, elektromanyetik dalgaları şöyle
kulağından tutup yakalayamadığım ve dolayısıyle “elinde delilin var mı?” sorusuna cevab
veremediğim için, o zamanki teşhisi değiştirmem de mümkün değil. Şu satırları
NYMPHALAR’ın birebir almaları şartlarında yazarken, “majör depresyon” teşhisi hakkındaki
ünlem işaretlerim için “görünüşte doğru” hafif yollu protestolarına da muhatab oluyorum.
Açıklık getireyim: Bir şeyin neticesi olarak “büyük depresyon geçirmem başka şey, sebeb
başka şey. Doğru. Benim üzerinde durduğum mesele ise, ortada depresyon yok; vücudumu
güçlendirmek üzere verilen vitamin vesair hapların dışında, benim psikolojik tedavi görmemiş
olmam. Uzatmayayım: Meselâ karaciğer-dalak bölgesinde elektronik cihazla verilen ağrı,
“şuram ağrıyor!” diye anlatılsa, tabiî olarak tıbbî tedavi kafasıyla düşünülür. Oysa benim
derdim, “kes cihazın çalışmasını, bir şeyim yok”u anlatabilmek. Benim Bakırköy’de bir
taraftan “uzaktan beyin kontrolü” yapılırken gördüğüm yardım, güçlendirici cinstendir. Beni
sıkmadan birkaç sözlü deneme ise, benim hiç konuşmamam ve onların belki “vicdan” olarak
TELEGRAMCILAR’ı yemler gibi olmamak için “lüzumsuz” konuşmamaları ile geçti. Bu
sözlerim onların duruşu ile ilgili, yoksa yanlarında geçen 5-10 dakika,
TELEGRAMCILAR’ın Cehennem zebanisi rolünü oynadıkları en şiddetli zamandı.
Tek kişilik hücreye alınmamdan sonra, benim TELEGRAM’a tâbi tutulacağım
hakkındaki endişemi, sosyolog sıfatıyla hücreye gelen Akif’e anlatıyorum; o da bilmez
görünüyor. Bakırköy’de olanlardan bahsediyorum ve iş dönüp dolaşıp, böyle bir şikayet
neticesinde Hastahâne taşınmalarının –bu lâfın bile– TELEGRAMCILAR’a büyük imkân
verdiğine geliyor. Sonradan, ağzından kaçırmış olduğunu anladığım bir söz ediyor:
— “Doğru, boşuna yorgunluk!”
Tek kişilik hücreye alındığım ilk zamanlar, her gece saat başı, başta ben olmak üzere
kapı üstündeki küçük pencereden, mahkûmların durumlarına bakılıyor. Hattâ bazen yemek
benzeri ihtiyaçların giderildiği ve konuşulduğu mazgal açılıp, moralim iyi mi, bir
rahatsızlığım var mı diye soruluyor: Bolu’ya gelişimden beri, ilk defa bu muamele… Ben de,
özellikle “yalnızlık psikolojisi” kılıfına sığdırılabilecek operasyonlara fırsat vermeme
güdüsüyle, iyi oluşumu mübalağa ile ifâde ediyorum: “Gayet iyiyim!”… Sayımlar gayet
efendice. (NYMPHALAR bu durumu “ŞOK içindi!” diye açıklıyor.) Aradan birkaç hafta
geçince, uzun boylu bir geyik’in lâfı dikkatimi çekiyor:
— “Çok çalışkanmış, burada yazsın da görelim!”
Neyse. Fakat sonra, “iyi akşamlar!” lâfının ardından, o beklenmedik efendiliklerinin
ŞOK’u, yerini birden buna aykırı beklenmedik serkeşliğe bıraktı. Bu hareketlerin ŞOK etkisi,
başkasından ziyâde bende ve TELEGRAM cihazının kullanılması yönünden: Meselâ sinir
bozma, uyku ânında ânî sadmenin tesiriyle yüreğin ağıza gelmesi, uyutmama amaçlı olarak bu
tür işler, başkası için stres-rahatsızlık verme ifâde ederken, bende, bunların yanında,
sinirlenince veya âni kalb çarpması olunca, elektrikî tesirle kasılma-kramp benzeri veya
doğrudan vücuda darbe vurulmuş neticelere sebeb oluyordu. Yâni, ben o davranışa
sinirlenmem veya tabiî vücud refleksim-tepkim bile, cezalandırılmış oluyordu. Uyuyor-
uyandır, uyanık-yatır, sakin-rahatsız et, rahatsız-sanki yüzümde ağlama hissinin izi, gevşet, bu
şekilde bütün gün ve gece adamı BOZ faaliyetleri. Kendi tayin ettikleri 4 saat veya 2 saat
uyuma zamanında da, kendini kaybedinceye kadar dalmadıkça, cihazdan beyne “türlü-çeşitli”
konuşmalar ve uykunuzun en derin ânında, ŞOK edici bir elektrik tesirine eşlik eden haber ve
cihaz hüneri hâlinde –hâni kötü bir haber duyunca içiniz boşalır gibi olur ya–, bunun müthiş
azdırılmış şekli tatbik ediliyor-du.
Ana maltadan, “bunları korkutalım, korkutalım!”, “buna dayak lâzım!” cinsinden, benim
duyup da başkasının duyamadığı sözler, –bunlar asıl cihazın dışında, küçük hilelerle veya
alıcı vericilerle gerçekleştirilir veya telegram cihazının dikkatinizi gizlice o tarafa
yönlendirmesiyle olur–, sizi dikkat olarak hep onlarla meşgul edici. Tek tek tahlili gereken bu
tertibleri bir yana bırakalım: Küçücük lâf ve davranışların nasıl kullanılabildiğini, domino
tesirini, herkesin bilerek veya bilmeyerek rol aldığını veya hedef kişi tarafından öyle
zannedildiğini… Ve gelelim, hipnoz, rüyâ, yakaza, zuhurat, zombi görüntüler vesaire gibi ne
sınıflama varsa, hepsine birden eşlik edebilecek –yanı olan– gerçek birkaç hâdiseye:
“Bu korku yok mu bu korku, başıma gelecekten de fena!”; KARTAL’daki
TELEGRAM’ın endişesini besleyen, elektrikî tesirin sızıntısı ve merdivenden yukarı her
çıkışımda buna eşlik eden devriye düdüğü, aynı şekilde eş zamanlı Cezaevi tertibi gibi şeyler,
benim “telegram kaçağı-telegram sızıntısı”, ARAR’ın ise Bakırköy’de bana “telegram sineği”
dediği cinsten oluşlar… 2005’in Ağustos ayında bu soydan tezahürler, 2002’ye nazaran kat
kat arttı; yoğunlaştırılıyorum… Sessiz duruşlu, SİNSİ tavırlı musallat biri, yeni gelmiş acemi
görevliye, kapıyı usulca kapattı diye kızıyor: “Sana iyi çarp dedik!”. Sonradan öğrendiğime
göre, o bendeki infiali sadece kapı çarpmasından bilerek övünüyormuş; yâni elektronik cihaz
marifetinden haberi yok. Aslında İRRİTE için alt yapı olan bu tasvirleri uzun uzun
anlatmalıyım ama, işin içyüzüne vakıf olmayanların kolayından takıldıkları ve “seninki de ne
ki!”den başlayarak aşinalık taslamaya başlamaları yüzünden, bu tür “çelebilere işkence!”
hâdiselerini –fırsat olursa sonraya bırakarak– nakletmeyi düşünüyorum. Buradaki yeri
tadımlık.
2005’in Temmuz ayından, hemen hemen Ağustos’un sonuna kadar, uykuda
elektriklendim-yakıldım: Bu, kabus, elini kolunu oynatamama, vücut hâkimiyeti olmama, kan
deveranının durması benzeri yaşanan bir hâdiseyi andırsa da değil. Fakat kendi kendime
menfi telkin olmasın düşüncesi de içinde, kabus’a yoruyorum. Peki CİN tesiri olabilir mi?
Fakat RÜYÂ benzeri işler de dahil, TELEGRAM cihazı ile yapılanların, tabiîlikten ayrı
olduğu hissediliyor. Basbayağı, uyanıkken de yakıyorlar yahu! Tek kişiyim ya: Avukatlarıma
yanık alâmeti olup olmadığını öğrenmek için, sırtımı açıyorum. Yok!
“Rüyâ gibi” diyorum; rüyâyı andıran yarım yamalak şeyler görüyorum. ZİHNE
AŞILAMA-İLKA ETME aklıma geliyor ama, zaten bunu yapıyorlarsa, kasıtları da benim
bunu takıntı yapmam diye, kendi kendimi tetikleyici olmamak için es geçiyorum. Müdürün
maiyetiyle geldiği bir günün ertesi, müthiş panik yaşadım: Uykumda, aynı bir gün önceki
gibi, Müdür geliyor, tek sıra hâlinde maiyetindekiler. Koğuş kapısından girip havalandırmaya
açılan kapıyı sayımda yoklamaları gibi, oraya yöneliyor. Ben, yattığım yerde hücrede bu
“yabancıların ne aradıklarını” düşünüp seyrediyorum: Gözüm açık mı, kapalı mı, uykudan
uyanmış gibi olmadığım için bilmiyorum. Şuurum berrak. Birden, elektriğe kapılmış olarak,
vücudum sarsılıyor. Kendimi, sanki yataktan dolayı imiş gibi, elektrikli alanın dışına çıkma
niyetiyle yataktan atmak için debeleniyorum ama, kalkmak için elimle kavradığım yatak
elektrikli, büsbütün çarpılıyorum. Boğulur gibi sesler çıkarıyorum, kendi sesimi şuurum
yerinde duyuyorum, soluk yetiştiremiyorum. Bu tesir dinerken, ensemde, ensemin altında bir
hayvanın yumuşaklığını hissediyorum, sanki bir fare; duyu algımla hissediyorum.
(BOLU’daki Telegramcılar’ın en yakışıklı oyunlarından biri bu.) şuurlu hâlden, şuurlu hâle
dönüş gibi kendime geldim: Müthiş bir kalb çarpıntısı, körük gibi inip çıkan göğsüm,
havasızlık ve çırpınmak çabasından sırılsıklam olmuş vücudum. O ânda fark ettim, Allah
korumuş, fareyi eziyorum diye kafamı vurduğum yer, eğer yastığı yükseltmek için yarısını
demirin üstüne gelecek şekilde koymasam veya yastık kaysa imiş, resmî olarak kaza veya
“kendine zarar verdi” teşhisi çerçevesinde, TELEGRAMCILAR’ı çok yönlü mutlu etmiş
olarak, kafamı kıracakmışım.
TELEGRAM kitabında veya bu dizide anlattığım hâdiseler, TELEGRAM’ı bilmeyen
veya hokkabaz tipler tarafından, psikolojiden tıbba kadar çeşitli yorum ve teşhislerde
bulunabilirler. Elbette, zihin kontrolü ve yönlendirme sözkonusu olduğuna göre, beyin ve
bütün vücud sözkonusu: Psikoloji ve tıbb… Ama bu, baş ağrısının tahlilini yapıp da, benim
“GİYDİRME” tâbirini verdiğim cinsten olarak gerçekleştirileni. Tezahürleri-dalgasını tesbit
et, sonra o frekansla o hâli hedef kişide temin et!
Şu yatağın elektrikli olduğu hissi: Araştırma-soruşturmaya mevzu olmayacak mekân
şartlarında, aktarıcı-güçlendirici küçük bir âlet olabilir mi diye düşünülebilir. Ama benim
bulunduğum şartlarda, bu türlü bir zan, TELEGRAMCILAR’ın ekmeğine yağ sürme
mânâsına da geliyor. Bunun kaba bir örneğini, KARTAL’da yaşadım: Sayımda, bana elektrik
verildiğini söylediğim Serbaş gardiyan TURAN, gayet pişkin bir şekilde şöyle bir yatağı
kaldırdı ve “ne elektriği, tel-mel yok!” dedi. Ben, ayaktaki hâlim bir yana, yatakta kafamı
patlatacak ve sağ kulağımı ağrıtacak-sağırlık duygusu verecek kadar şiddetlenen ve basbayağı
oda cereyanının vücudta görünür bir hasar vermediğini farzedin, ona tutulmuşum GİBİ
elektriğe maruz kalırken, yastık ve yataktan şübheleniyordum: Hiç olmazsa, görünür birşey de
elde etmiş olacaktım.

RÜYÂ GÖRME SANATI


İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, nefsin elem duyduğu işlerden ruhun güldüğünü, ruhun elem
duyduğu işlerden nefsin hoşlandığını söyler; nefsin hoşlandığı şeylere tenezzül, zamanla elem
ve sevincin bu mertebede kalmasına sebeb olur. Nefs, bedenle ruh arasında, hangi taraftan
bakılırsa ona âit görünen bir keyfiyet; bedene âit yönünden bakılırsa, ruh ve nefs, şuurlu
benliğimiz hâlinde birbirinden alıcı-verici, öğrenici olur. Nefsin, beden kesafetinden letâfete
doğru 8 mertebesi bulunduğu söylenmiştir ki, şu ânda mevzumuz dışı. Bu hususu belirtme
gayemiz ise, bu mertebelerin aynı zamanda rüyânın yorumu ile ilgisi bakımından ki, akıldan
çıkarılmaması gereken hakikat, hiçbir rüyânın boş olmamasıdır.
***
“Nevm-i sınaî; hipnoz” ve hipnozun da çeşitli gayelere uygun olarak araçlarla
gerçekleştirilebilir niteliği, uykunun rüyâ ile eş anlamlılığı ile düşünüldüğünde, rüyânın
beyin-beden fonksiyonlarına ilgisini akla getirir. Fizikî çevre hakikati de içinde olmak üzere
belirtelim ki, bir şeyin maddî tesirle meydana gelmesi, onun madde olmasını gerektirmez; bu
türlü bir yaklaşım, sadece rüyâ vakıasının izâhı için değil, ruhun kaç gram olduğunu beden
üzerinden tesbit iddiasına kadar gitmiştir. Saçmalanmıştır. Âlemde topyekûn varlık, bütün
nevileriyle –araçlar da dahil!–, hakikati ruhtan başlayıp ruha ircâ olur ve Allah’a bağlıdır. Her
hakikati yerinde inceleyebilmek adına, rüyâ sırasında beynin rolü olarak, bu gözle:
— “Doktor Helen Wambach isimli araştırıcı, rüyâ gören zihnin, yâni elektromanyetik
beyin dalgaları aktivitesi saniyede 7.9 ve 8.3 devir arasına düştüğü zaman erişilebilir bir hâle
gelen şuurun bu parçasının, geçmiş hayat senaryolarını doğru şekilde anlatabildiğini,
kendisini tatmin edecek bir biçimde göstermiş olduğundan, zihnin aynı parçasından gelecek
hayatları taraması istendiğinde neler olacağını görmek için işe koyuldu.”

Erişilebilir hâle gelen şuur parçası; bu ifâde, şuuru madde görmektir ki, en başta
ihsaslarımız birşey yollamadan idrak edilebilir birşey de olamayacağı hakikatine aykırıdır.
Tekrara girmeden tek bir cümle: Beden, ruhun bineğidir.
***
“Geleceği bilme, halk arasında KÂHİN denilen doğuştan kabiliyetli kişiler, başka bir
ifâdeyle MEDYUM’lar için, tabiî bir hâldir. Ancak bu kabiliyet sadece KÂHİN’lere has
değildir. Hipnozla elde edilen sun’i trans-geçiş hâli sayesinde sıradan fertler de geçmişin ve
geleceğin kapılarını aşabilmektedir. Hipnoz, Batı’da uzun yıllar bir tedavi aracı olarak
yerleşmiştir. Özellikle GEÇMİŞ HAYATLARA-Tenasüh’e yönelik terapi ve araştırmalarda
yaygın biçimde kullanılmaktadır.”
HİPNOZ, iradenin iğfaline dair yönlendirmeye de mevzu olabildiğinden, geçmiş
bölümlerde hatırlamaya dair söylediklerim de göz önünde tutulursa, delil teşkil etme sıhhati
azdır. Güyâ tecrübî bir ilim katiyetiyle geleceğe dair bilgi edinme niyetiyle hipnozu
kullanmak ise, baştan fantezi ve bu bahane etrafında devşirilebilecek sair bilgi için olabilir:
Bu da tahmin kaydı dışında bir mânâ ifâde etmez.
***
Allah Sevgilisi, “Nas uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar!” buyuruyor. Bir nevi, Halk
âlemi’nde kendisi ve çevresiyle, rüyânın yorumları içinde; hayâlin, aldatıcılıktan hakikate
kadar geniş bir yelpazesi içinde insan. İmam-ı Rabbanî’nin sözü ve nefs mertebesi hususunda
işaretlediklerimiz göz önünde tutulursa, bu hikmetlerin hadîs’in yorumu çerçevesinde yer
alabilecekleri de görülür. Hipnoz’un sun’i yoldan HABER alma niyetli psikolojik ve cihazla
gerçekleştirilen tarzı, eğer hakikaten işe yarar olsaydı, insanı o yoldan veliliğe kadar ruhî
yükseltme işi de gerçekleşebilirdi. “Geçmiş, şimdi ve gelecek, ayrılabilir kavramlar hâlinde
mevcut değildir; her şey sadece vardır!”; bu, YAŞAMA-FARKINDA olma şeklinde olursa,
geçmiş-şimdi-gelecek’i Allah’ın DEHR sıfat ismine nisbetle bir izâfiyet kaydından ibaret
görmekten başka nedir ki? Böyle bir durumda psikologların alabileceği hangi haber var? Ve
hiçbir zaman sesin yerini tutmayan ses grafiklerinin, ses bilinmese idi, onun hakkında
öğretebileceği ne var? Ruha âit işleri, beyinden takib etmeye kalkanlara söylüyorum! Hiç mi
faydası yok? Elbette var: İşin yönünü göz önünde tutarak, ondan kuru kıyaslarla genellemeye
gitmemek ve hepsi o zannetmemek şartıyla.

TELEGRAM - HİPNOZ - TELEPATİ - RÜYÂ


“Benim gördüğüm kadarıyla” mı diyeyim, yoksa hakikaten gerçek mi öyle, “beyin
kontrolü” ve “zihin kontrolü” arasındaki fark, yeterince anlatılmıyor; veya tıbta, dahiliye ve
hariciye bölümlerinde, nasıl dahiliyenin hariciye ile veya hariciyenin dahiliye ile ilgisi
gerektiği kadar ele alınıyorsa, beden ilgisi içinde şifa ve yarar düşüncesi ile “beyin kontrolü”
sözkonusu edilirken, dolaylı olarak “zihin kontrolü”nden bahsediliyor. O da, “insan zihnini
okumak kabil olacaktır!” cinsinden, “elbette insanlar birgün aya gidecektir!” gibi, “zihin
kontrolü”nün çoktan yapıldığından habersiz bir ibtidaîlik içinde. ALFA, DELTA, GAMA,
TETA dalgaları, saniyedeki titreşimler vesaire gibi yoğun ilmî tâbirler altında, bunları
bildikleri kuşkusuz, lâkin meselenin aslını anlayan veya anlatabilen yok. Ben, yazılanlardan
okuduğum kadarıyla, TELEGRAM’dan başka “zihin kontrolü” cihazı, bunu gerçekleştiren
bilgi kadar etraflısı yok. Bir otomobili icâd edenle, sadece kullanan arasında, mucid ile şoför
bilgisi farkı, galiba TELEGRAM’ın mucidi veya mucidleriyle, kullananları arasında da var.
Sadece NYMPHALAR değil, benim anlattıklarım-tasvirlerim, belki “zihin kontrolü”nden
bahseden genelde tıb çevreleri için de değişik ve yeni. Unsurları tanıyan bir malûmattarlık
nasıl tek başına terkib fikrini doğurmuyorsa, uzaktan yapılan “zihin kontrolü”nü anlamak da,
“zihin kontrolü” adı altında çeşitli mevzu ve meseleleri sıralamakla olmuyor. Akla şu da
gelmiyor değil: Tesadüfen gerçekleşen ve filân işe yarayan bir icâd, sıra izâha gelince, izâh
edilemiyor. Tıpkı tesadüfî bir keşif gibi, yediğim elma filân derdime şifâ olsa da, benim onun
tıbbî izâhını bilmemem, yapamamam gibi. İşin diğer yönü de şu: Akustik hesabı-ses
yayılması ve düzeni gibi, mimaride, bütün unsurları hesaplar ve yerli yerince edersin, ya tutar
ya tutmaz. Bu mübhemlik, belki TELEGRAM cihazının “zihin kontrolü”nü nasıl
gerçekleştirdiğinde de var. İzâh edilemez birşey; ama yapabilen. Tıpkı, beş duyu idrakimle
yaşarken, onlar hakkındaki tıbbî, fizikî, kimyevî yapıları hakkında bilgi sahibi olmamam gibi.
***
Telepati bahsi burada, rüyâ ile “haber” benzerliğinden dolayı, bunların HİPNOZ, tabiî ki
TELEGRAM ilgisi içinde tekrardan ele alınıyor.
TELEPATİ, bana göre eski bilgilerle, tıb ve bu gaye etrafındaki klinik cihaz yapımı ve
tecrübeleri çerçevesinde anlatılan bir dava. Buna dair tecrübeler, belirlenmiş şartlar ve
unsurlar ile, seçilmiş kişiler arasında yapılıyor. TELEPATİ’nin isbatı gerekmiyor, o bir
bedahet; yapılan tecrübeler ise, BEYİN esasına dayanarak, bu işin nasıl gerçekleştiğini
anlamak ve bunu yararlı olarak kullanmak için. Tecrübelerin, bir tertib ve ısmarlama işi
olması, gerçekleşenin, TELEPATİ değil de, zihinden zihine bir haberleşme olduğunu gösterir.
TELEPATİ’ye benzer yönü, uzaktan ve haber niteliğinde olmasıdır. Uzaktan haber alabilme,
“onu kabul edebilen bir bünye ve zihin için bir teshir ifâde eden” geniş mânâdaki HİPNOZ’a
girdiğinden, TELEGRAM’ın da mevzuu. TELEGRAM’a “sun’i telepati” yakıştırması, bu
yüzden olsa gerek.
Diğer taraftan; TELEPATİ’nin, yapmacıksız, zorlamasız, hedef kişi belirsiz, zamanı
muayyen olmayan ve birdenbire doğan bir espri - ruhî hâli gösteren özellikleri,
TELEGRAM’da bir andırıştan ibaret. Cihazın çok amaçlı fonksiyonlarından biri,
kullananların hedef kişinin çokça kullandığı kelimeleri kapmaya dair ayarı veya kullananın
zamanlama hüneri ile bunun gerçekleşmesi. Hedef kişi hakkında edindiği haberleri sağlamaya
mahsus, NYMPHA’nın dalga giydirme, sessiz sözlü telkin veya doğrudan konuşmayla
uyandırdığı duygu ve düşüncenin, cihazla otomatik olarak veya kullananın hüneriyle anîden
kapılması. Bu çerçevede bolca kullanılan usûllerden biri, TEDAÎCİLİK’tir bilmem
anlattıklarımdan, sanki cihazın karşımda bir canlı varmış gibi kullanıldığı hissedilebiliyor mu?
Bu canlılığın da cin hayâlini besleyebileceği?
Söz KAPMA’lardan açılmışken: Meselâ, öksürme ânında, buna ayarlı bir kullanma ile,
karından göğüse doğru bir kasılma yapılabilir. Yahud, sizi sinirlendirici onlarla ilgisiz bir şey
veya onlarla ilgili tabiî olarak sinirlenilmiş bir şey, yahud onların bir tertibi ve hareketi
neticesi sinirlenmeniz ânında, vücudunuzun herhangi bir yerinde, ihtar - tehdit - tedib edici
kramplar oluşturulabilir, elektrik çarpması gibi nokta darbeler vurabilirler. MANKURT gibi
itaatkâr olacaksın; gayesi hukukî olmayan bir arzularının gerçekleşmesi. Kişiliksiz, telkin
ettikleri saptırıcı haberlerle yalnız, bir şebek tipin Telegram’da yeri olmayan şekilde “beni
görünce karşımda önünü ilikleyeceksin!” haysiyetsizliğine düşürülmüş. Nezaket ve saygı
değil de, tahakküm keyifleri dilekleri.
***
HİPNOZ yoluyla RÜYÂ… TELEGRAM açısından eklemeye değer tek mesele, serbest
veya ısmarlanmış şekliyle, rüyâlarda hissedilen sun’ilik ve rüyâ vakıasının insana nisbet
cansız manken gibi oluşudur; abartılı bir canlılık hissi.

“YANAKTAKİ BEN”
Levha: Temmuz 2010… Mahmud Efendi Hazretleri, Kumandanımız’ı ziyarete geliyor.
Efendi Hazretleri 40-50 yaşlarında. Kumandanımız’ın saçları daha siyah ve yanakları dolgun.
Efendi Hazretleri merdivenden çıkıyor. Kumandanımız bir sandalyede oturuyor ve hâl dili ile
öyle şeyler konuşuyorlar ki… Ben gözlerimi Kumandanımız’ın yanağındaki BEN’e
kilitliyorum; bu konuşulanları bir gün mutlaka anlamayı umarak, dua ediyorum. Süngerin
suyu çekmesi gibi alıp hıfzetmek için, her şeyden kopmaya çalışıyor ve zamanın durduğu o
âna odaklanıyorum; zaman uzayıp gidiyor. —Sadeddin Ustaosmanoğlu.
***
Mehul: Benekli, benli: 676.
Telegram: 1676.
Hakdan: Dünya, arz: 676.
***
Kelef: Yüzdeki benek. Şiddetli sevgi: 130.
Kefel: Dip. Ard. (İstikbâl.): 130.
Asa: Genişlik. Zuhur. Büyük kadeh: 131= 1130.
Kul: “De, söyle, bildir” meâlinde emirdir: 130.
Na’y: Ölüm haberi getirmek: 130.
Elleys: Mutlak hiçlik. Adem-i sırf: 131= 1130.
Ass: Her nesnenin aslı. Her şeyin esası: 130.
Nitasi: Anlayışlı. Hekim, doktor: 130.
Mekyes: Akıllılık ve ferasetle bilinen kimse: 130.
İhsas: Hissetmek. Hissettirmek. Bulmak. Görmek. Zannetmek. İdrak etmek: 130.
Mass: Emmek. Bir şeyi eme eme içmek: 130.
Mükemmel: 130.
***
Kelef: (En küçük ebced): 22.
Rahman Sûresi, 20. âyet: (… Aralarında birleşmelerine engel perde var.): 2020= 22.
İcaz: 22.
Büyud: Yok olma, hiç olma. İdama gitme. (İngilizce, NE’ER: Şiir. Hiç… Tolstoy:
Sanat, hiçliğe yakın yerde başlar.): 22.
Deha: Yaymak, döşemek: 22.
Hübut: Aşağı inme. Anlaşma: 22.

ÖLÜM - GUSTO - ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU


Levha: 6 Ağustos 2003… Bulunduğum mekânda ne duvar, ne belirgin bir zemin, ne de
çevrede bir şey var. Sis çökmüş gibi etrafımızda büyük bir boşluk ve griye yakın bir renkte.
Cezaevi’ne girmeden önce dışarıdan arkadaşım Abdurrahman Varol, arkası bana yarı dönük
bir şekilde oturuyor, ona doğru yürüyorum ve “Kumandan’ın öldüğünü nasıl söylersin, böyle
bir haberi etrafa nasıl yayarsın?” diye bağırıp, boğazını sıkmaya başlıyorum. Bana, eliyle sağ
tarafı işaret ediyor: Bir ranza var. Ranzanın alt yatağında bir tabut ve başında gönüldaşlardan
biri, tabutun kapağını veya örtüsünü kaldırmış, ölüye bakıyor. Ben tabutu görünce ağlamaya
başlıyorum. Abdurrahman’a sarılıyorum, beraber ağlıyoruz. Sonra tabuta doğru yürüyoruz. O
sırada birdenbire Muhammed Topçu isimli gönüldaş karşımıza çıkıyor ve “……. Hoca
demişti: Kumandan Mart ayına çıkamaz!”… Ben, o Hocaefendi’nin de vefat ettiğini
hatırlıyorum. —Zeynel Abidin, Bolu F-Tipi Cezaevi.
***
Menie: Ölüm, mevt: 106.
Hablullah: Allah’ın ipi. İhlâs. İtaat. Cem olma: 106.
Heyeman: Aşıklık. Tutkun olma: 106.
Süvüm: Üçüncü: 106.
Tesevvür: Kadının çok doğurucu olması. (Velud: Çok doğuran kadın. Çok eser veren
kimse… Tesvir: Koluna bilezik takma - ki TELEGRAM’la ilgisi, İNSAN ve diğer
eserlerimde gösterilmiştir.): 1106.
Münhebit: Yukarıdan aşağıya inen: 106.
Adak: Nezredilen şey: 106.
***
Sam: Ölüm, mevt. Yer altındaki altun damarı. Gökkuşağı. Sersemlik hastalığı: 101.
Gusto: Zevk ve takdir: 101.
Eymen: En meymenetli. En uğurlu: 101.
Halezon: (Yevmiye: Zaman, kadans dedikleri ahenk helezonuna, vakıaların posasını
değil de, keyfiyetini yerleştirmekten başka gaye tanımaz.): 101.
***
Gusto: 101= 1100.
Semm: Delik. (Abdülhakîm Koltuğu’ndaki deliği hatırlayınız.): 100.
Semm: Zehir, ağu. (Üstadım’ın yazdığı en son şiir, ZEHİR’den: Gelsin beni yokluk
akrebi soksun, — Bir zehir ki, hayat özü faniye.): 100.
Tahmin: İhtimallere dayanan düşünce. (İstikbâl, atî… Atiye: Hediye… Mühdi: Hediye
veren.): 1100.
***
Meyt: Ölü: 450.
Ahmed-i Farukî: (İmâm-ı Rabbanî. Ümmetin, hadîslerden sonra en büyük eserinin
sahibi.): 450.
Abdülhakîm. (Büyük ebced): 450.
Tevlid: Doğurmak. Doğurtmak. Sebeb olmak. Terbiye etmek: 450.
Salih Mirzabeyoğlu: 451= 1450.
Metod: Usul. Kaide. Yol. Sistem: 450.
Velediyet: Çocuk oluş. (Çocuk hikmeti: Faal kuvvetleri kendinde toplayan.): 450.
Yetem: Yetim. (Üstadım’ın ÇOCUK isimli şiirinden bir mısra: Bir merhamet heykeli,
mahzun bakışlı yetim: 1989= 990… Aynı ebcedle: Mehdi Salih İzzet Mirzabeyoğlu.) 450.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (14. Bölüm)


NEBAT
“Nebat-bitki”, maden ile hayvan arasında bir âlemdir, BERZAH hükmündedir; onu
ancak, hakikatini keşfeden bilebilir. BERZAH, iki taraf için de aynadır, iki tarafa da açıktır;
bu bakımdan, hayvanı ve madeni içine alıp, her ikisine de tâbidir. Bu, acîb bir ilimdir ki,
sahibi, bu ilimle diğerlerinden temayüz eder, farklılaşır, ileri görünür. Bu, tefekkür ve ibret
ilmi değil, doğrudan doğruya keşif ile elde edilen HAKİKAT ilmidir. Sahibi, eriştiği ilimlerin
ekseriyetine doğrudan doğruya Allah’tan, ilhâmla-keşifle nâil kılınmıştır. Tefekkür ve itibarî-
kıyas yoluyla elde edilen ilimlerin ekserisi, kul ile Rabbi arasında her vakit hicab-örtü olabilir.
Kul, ilimlerini mükâşefe (dindeki gizliliklerini açık etme) yoluyla doğrudan doğruya
Allah’tan almamışsa, ona İlâhî ilme sahibtir denilemez. Ebu Yezid Bistami, “siz ilimlerinizi
ölüden aldınız, biz ise Hayy-u Lâyemût’tan aldık!” demiştir. Kulluğun hakikatine ermiş bir
kul ile Rabbi arasında hiçbir hicab yoktur. Kulu, Allah’a en kısa yoldan ve çabuk ulaştıran
ilim ise, Rabbi’nden mükâşefe yoluyla aldığı ilimdir. Fikir ve istidlâl yolu hem uzundur, hem
tehlikelerden salim değildir. Mükâşefe ve müşâhedeye ermek için istikamet ve mücahede
lâzımdır. Hazret-i Peygamber, “Hud sûresi ve kardeşleri beni ihtiyarlattı!” buyurmasının
sebebi budur. Hakkı söyleyen Allah, doğru yola ulaştıran yine sadece Allah’tır.
***
Topyekûn varlık, insanda toplanır; bir BERZAH’tır insan. “Dinin direği de namaz!”:
Kıyam-tekbir, rüku (eğiliş), secde, ka’de (oturuş)… Rüku-eğiliş, nefs sahibi hayvanda; secde,
uyku hâli olarak bitkide; ka’de (oturuş), cemadatın hâli ve tesbihidir… Bütün bunların hepsi,
Allah’ın halifesi insanda, şuur olarak liyakatince toplu. Böyle olunca, insanda secde, cemadla
hayvan arasında bakıldığı yere nisbetle BERZAH olan BİTKİ’ye göre, bir “kendinden
geçmek iman” hikmetine denk gelir; secdenin hakikati bu. Kimin secde ve tesbihi nerede ayrı
mesele; ama beninsenmesi ve şuur hâline getirilmesi gereken mesele budur. Bir müslüman,
ibadet için yaratıldığına inandığına ve bütün hayatı bu bildiğine göre, ibadetlerin başına
NAMAZ’ı koyarak bitkinin secde ve BERZAH oluşunu izâh, doğrudur; “Secde, müminin
miracıdır!”
***
NEBAT: 453.
Mehdî Muhammed Mirzabeyoğlu: 1453.
Mübteda-bih: Kendisiyle başlanılan. (Yevmiye: 40 senelik Büyük Doğu’yu başlangıç
kabul
edebiliriz!): 454= 1453.
***
Menam: Uyku. Rüyâ, düş, hayâl: 131.
Mass: Emici, massedici: 131.
Nasik: Allah yolunda ibadet eden: 131.
Silâm: Hamd. Şükür. Su. Taş. (Bitkinin cemada bakan yüzünü hatırla.): 131.
Asa: Genişlik. Zuhur. Büyük kadeh. (İnsan bedeni): 131.
Ayna: Gözü güzel ve iri olan. (Eşyanın hakikati.): 131.
Aynen: Bir şeyin aslı ve kendisi olarak: 131.
Lezzat: Lezzetler. (Gusto): 1131.
Kale: Dedi. O söyledi: 131.
Âyin: Gözü değen kimse. Nazarı değen kimse. (Rit: Dini ayin ve adab. Teshirine
girilen.): 131.
Kennas: Süpürgeci. (Üstadım: Şiir, Allah’ı arama sanatıdır ve şair, Peygamber eşiğini
süpüren.): 131.
Kesan: Adamlar. İnsanlar: 131.
***
Geçmiş ve gelecek, halihazırımızda; hayâl duyulaşırken, duyularla idrak edilen
hayâlleşiyor. Bugün fizik ilmi bile, metafizik olmuştur. Hayâl, topyekûn varlığın kendinde
bulunduğu, Allah’ın bütün varlıklarını yarattığı varlık ve insanda en büyük meleke.
Menam: Uyku. Rüyâ. Düş. Hayâl: 131.
İslâm: 131.
Kalb: Zahir ve bâtın hakikatinin, nefs ve ruhun birleştiği yer: 132= 1131.
Saim: Oruçlu, oruç tutan: 132= 1131.
Muaviye: Tilki eniği. (Gönül): 132= 1131.
Münavele: Takdim: 132= 1131.
Melbas: Elbise. (Tasavvufta, Allah’ın sıfatlarına bürünme.): 132= 1131.
***
Ruya: Yerden biten bitki: 217.
Rüyâ: Düş, hayâl. Uykuda görülen misâl âlemi: 217.
Tevrih: Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek: 217.
Varî: Benzer, gibi: 217.
Muavvizat: İhlâs, Felâk ve Nas sûrelerinin üçüne birden denilir: 1217.
Rabıta: Rabteden, bağlayan, bitiştiren. Münasebet. Tertib, sıra, düzen, usûl: 217.
***
Ruya: Yerden biten bitki. (Gust: Topalak otu): 217= 1216.
Rüyâ: 217= 1216.
Pervaz(e): Nur. Karargâh. Uçmak. Saçmak. Hücre. (Hücre: Medine’nin bir ismi.) Ayna.
Saçak: 216.
Ervah: Ruhlar. Canlar: 216.
Buhur: Denizler. (İlimler.): 216.
Oruç: 216.
Bedrî: Bedr’e âit ve onunla ilgili: 216.
***
Hace Muhammed Parisa Hazretleri’nin, NEBAT hakkında söyledikleri, İLM-İ
LEDÜN’ün vasfedilişidir. İslâm, felâh dinidir; felâh da, dindeki gizliliklerin açık edilmesidir.
“Allah indinde din İslâm’dır; bu mânâda din, insanın Allah’ın rızasına uygun düşen
kurduğudur, amelidir. İLM-İ LEDÜN’ün, “indi ve zâti” oluşu, bu mânâya karşılıktır; âyet ve
hadîslerin tefsir ve yorumu ilmi değil de, onlara aykırı olmayan, Allah’ın bir mevhibesi-
hediyesidir. Allah Resûlü’nün, “Sizinle Allah arasında ne işlendiğini bilmem” buyurduğu;
herşeyi bildiren Allah.
***
Afazî: Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı hâlde, fikri kelimelerle anlatamamak
hâli: 99.
Tayf: Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller: 99.
***
Afazî kelimesinin mânâsı, ruh ve düşünce ile, beyne bağlı “konuşma sistemi-fizik ve
keyfiyeti” arasında, ruh ve düşüncenin, bir işleme bozukluğu olmayan konuşma sistemi ile
gerçekleştiğini, ama her sağlam konuşma sistemi ile bunun gerçekleşmediğini gösterir: Ruh
ve düşünce ile, sözkonusu sistemin aynılığı ve farklılığı… Bu aynılık ve farklılığı, kendinden
geçme müşterekliğinde, her kendinden geçmenin aynı olmadığına da tatbik edebiliriz: Zikirle
kendinden geçme ile, kendinden geçme denilen herhangi bir hâl… Bu aynılık ve farklılığı,
beyin ve ruh olarak, rüya-hayâl bahsine de tatbik edebiliriz: Her rüyâyı beyinde titreşim
görebiliriz ama, her rüya duyulardan beyne yüklenmişlikle değildir, TELEGRAM rüyâları
gibi ki, bunun da sun’isi.
***
“İnsanda suçluluk geni bulunmuştur!”; buna benzer şekilde, “şunun geni bulunmuştur,
bunun geni bulunmuştur!” diye haber duyuyoruz. “İnsanda suçluluk geni bulunmuştur ama,
bu gene sahib olan herkes suçlu olacak diye birşey yok!”; bunu, “iyilik geni, mutluluk geni”
vesaireye de tatbik edebiliriz. Bundan kıyasla, İbrahim Hakkı Hazretlerinin, insanın
uzuvlarından karakterini tanımaya dair söylediklerinin de, “dır ve tır!” diye anlaşılmaması
gerektiğini hatırlatabiliriz. Yine bundan kıyasla, rüyâların yorumlarının kişiye özel mânâsı
yanında, “dır ve tır”larla ifâde edilemeyeceğini.

SAKAL-BALIK
Levha: Kasım 2008… Tanımadığım insanların bulunduğu büyükçe bir gemi
içerisindeyim. Gemide dolaşıyorum bu sırada Kumandanı görüyorum Kumandan takriben 10
yıl önce vefat etmiş ve 10 yıldır bu gemi içerisinde sırtüstü uzanmış halde bulunuyor. Fakat
Kumandan'ın teni hiç bozulmamış sanki yeni uykuya dalmış halde. Arkadaşlara
Kumandan'dan bir hatıra götürmek istiyorum ve Kumandanın sakalından usulca koparıyorum.
Kumandan'ın sakalı biraz fazla kopunca fazla sakalları tek tek denize atıyorum ve her sakal
suya değdiği anda balık oluyor. Kumandana karşı edepsizlik yaptığım sıkıntısı içerisinde
uyanıyorum.(Çağrı Cengiz).
***
Sam: Ölüm. Yeraltındaki altın damarı. Gökkuşağı: 101= 1100.
Gusto: 101= 1100.
Semm: Delik: 100.
Tahmin: İhtimâllere dayanan düşünce. (İstikbâl): 1100.
Hil’at: Kaftan: 1100.
***
Şiar: Ölüm. İnsanın gömleği. İz, belirti, nişân, ayırd edici iyi âdet. Üstünlük veren işâret.
Kıllar: 571.
Misâl: Benzer. Düş. Rüyâ. Kıssa: 571.
Eş’ar: En iyi şâir. Kılı çok olan kimse: 571.
Şi’ra: Yelken. Gemi yelkeni: 571.
Itak: Hürriyet. Kuvvet. Şiddet: 571.
Simal: Medet etmek: 571.
Istıtla’: Anlamaya ve bilmeye çalışmak: 571.
Müsal: SAKAL: 571.
SIFAT: 571.
Şari’: ŞERİATI MEYDANA KOYAN: 571.
***
Şa’r: Kıl. Saç. Ateş yakmak. Cenk koparmak: 570.
Şi’r: Şiir. Anlama, idrak: 570.
ARŞ: Gölgelik. Kürsü, taht ve yüce makam. (Koltuk) En yüksek gök. Allah’ın kudret ve
saltanatının tecelli yeri: 570.
Sistem: 570.
Musmit: İçi kof olmayan şey: 570.
***
Rîş: Sakal. Kıl. Yara. Yaralı. Kuş kanadı: 510.
Rahman sûresi, 19. âyet. (Noktasız harfler): 510.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 510.
Sünnet: 510.
Utm: Yabani zeytin ağacı: 510.
Cüsu: Dizüstü çökmek: 510.
Kuş’am: Pîr. Arslan. Sırtlan. Belâ. Karınca yuvası. Örümcek: 510.
Şir: Arslan. Süt: 510.
Tinnîn: Büyük yılan. Ejder: 510.
***
Semek: Balık: 120.
Nesy: Unutulmuş. Unutma, nisyan. (İnsan): 120.
Muta’: Kendisine itaat edilen. Sözü dinlenen: 120.
***
Ninan: Balıklar: 151.
Mehdî Muhammed: 151.
Muamma: Anlaşılmaz iş. Bilinmeyen hâl: 151.
Âlemî: İnsan. Dünyaya âid: 151.
Kıyam: Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. İsyan. Ölümden sonra dirilmek. Kıyamet
günü: 151.
Nakb: Delmek, delik açmak. Girmek. Dağ içindeki yol. (Berzah): 152= 1151.
***
Nakibe: Akıl. Nefs. İnsan ruhu: 167.
Rahman sûresi, 19.-20. âyet: 1166= 167.

“MİRZABEYOĞLU DUVARI DELEREK…”


Bir not, (Kartal Cezaevi ile ilgili ve TELEGRAM isimli kitabımdan): “Cinsî
saldırganlık” deyince, nedense, televizyonlardan tanıdığımız emekli Orgeneral K.Y. geldi
aklıma. Tasviri uzun sürer yorgun ve bitkin şartlarda, sabaha kadar doğrudan beyne yollanan
“konuşmalar”dan sonra, saat 6.30-7’de kapı açıldı; söylendiği üzere, sorguda “kaybedilmek”
için koğuştan çıkarılıyorum. Tek başıma, havalandırılmamış ve bu yüzden boğucu ve
havasızlıktan ölecekmişim gibi gelen ziyaret yerinde 1 saat kadar bekletiliyorum. Nihayet
oradan alınıyorum ve başlarında Bulgar kırması T. isimli (soyadı malûmumuz) bir
Başgardiyan’ın bulunduğu gardiyan grubu ile çıkış kapısına geliyorum. Onun “açılın açılın,
Kumandan geliyor!” alaycı edasıyla, askerin arama yaptığı yerdeyim. Ardından, bu haşin
görünmeye emirli çocukların beni arabaya bindirmesi. Araba, hareket etmeden yarım saat
kadar sarsıntıyla çalışıyor; başlarındakinin, “yeteri kadar yorulmuştur, gidelim!” demesinin
akabinde yola çıkıyoruz. Telegram’da, sürekli olarak kurşuna dizilmeye götürüldüğüm
şeklinde konuşmalar; öbür bölümde şakur şukur silâh sesleri, silahlara şarjör takıp çıkarmalar.
Unutmadan: Akşam, koridordan gelen televizyon sesi - haberlerde, ATV’den A.K.’nın
sesiyle, “bu akşam Kartal Cezaevi’nden koğuşun duvarını delerek kaçmaya çalışan Salih
Mirzabeyoğlu, askerin açtığı ateş sonucu öldürüldü!” diye bir haber geçmişti. Evet; bir yere
geldik. Arabadaki askerler indiler ve kapıyı açık bıraktılar. Dışarıdan, “idam mangası yerine,
marş marş!” komutuyla, 20-25 silâhlı asker hizaya geçti, verilen ikinci komutta silâhlara
mermi sürüldü. Telegram’daki ses, faili meçhul cinayetleri ve cesedlerin atıldığı çukurları
daha önce bana göstermiş olduğunu hatırlatarak, o mekânda bulunduğumuzu hatırlatarak, o
mekânda bulunduğumuzu söylüyor. Dışarıda, infaz için birinin beklendiğine ve gelip
gelmediklerine dair konuşmalar. Şu, bu derken, arabaya bindiler, hareket ettik. Olanlara karşı
–sahiden– son derece ilgisiz bir tavır içinde, tevekkülle “Lâ havle…” çekiyorum ve yerimden
kalkıp “nereye geldik?” diye bile küçük pencereden bakmıyorum. Çarşı içi sesler gibi
birşeyler; “aa! Gelin gelin, bakın televizyonda Salih Mirzabeyoğlu var!”… Gûya görüntümü
millete seyrettiriyorlar; küçük çocuk sesleri, kınayan bir kadın, küfür eden bir erkek. Gerçek
olamaz sanıyorum! Evet; bu konuşmalar, ben koğuştayken koridordan gelen televizyon
haberleri niyetine de dinletilmişti. Kapı açılıyor ve benim için herbir şübheli kalabalığın
arasından, askerin oluşturduğu koridor içinden geçirilerek bir binaya giriyorum. “Adliye”
filân diye yazı gördüm ama, binaya girince koptum. Tertibat alanlar vesaire derken, büyükçe
ve duvarları dosya dolu bir odaya alındım. Telegram’da, Askerî Mahkeme’ye getirildiğim
söyleniyor. O kadar biteviye bir konuşma ki, bir şeyi düşünmeye, iki şeyi birbirine
münasebetlendirmeye dair gücünüz kalmıyor. Bu Askerî Mahkeme davası, daha Kartal
Cezaevi’ne ilk geldiğimiz geceki müşahede odasında başlamıştı… Duvarları dosya dolu oda;
iki daktilo hanımın bulunduğu iki masa ve köşedeki koltukta bir maket; evet, başı hafif öne
eğik ve “derin duruş bakışı” içinde tecessüsünü gizleyemeyen Emekli Orgeneral K.Y… Beni
getiren askerlerden biri, beni uyarıcı olmak için ona yöneliyor ve “Komutanım, kahve ister
misiniz?” diyor. İlgili görünmeksizin Hanım’a dönüyorum ve buranın neresi olduğunu
soruyorum. O, şaşırmış, gıyabiyi vicahiye çevirmek için geldiğimi anlatıyor; Pendik imiş.
(Neyin gıyabisi olduğunu o zaman bilmediğim gibi, buna benzer mahkemelerin ne olduğunu,
ne olup bittiğini anlıyor da değildim. Telegram’ın boğazıma kadar, söz, beden, beyin, ne
hüneri varsa beni batırdığı ve boğulmamak için direndiğim o şartlarda, “kirpiğimde toz var
mı?” kabilinden fantezi kalan o “mahkeme mevzuları”, bugün de bilmediğim şeyler. Şu
satırları yazarken bile, NYMPHALAR, idam mahkememi, “dik duruşumu” eksiltmeye
yönelik bir karalama malzemesine çevirme ve bunu bizzat bana telkin gayretindeler. Şuurum
yerli yerinde olduğu her zaman da söylediğim gibi: Bunda, İĞRENMEDEN doğan ilgisizliğe
dikkat edin! Ben, hâdiselerin akışıyla bir olmuşum; ölümüne bir iddia, ya hep, ya hiçteyim!)
Aradan üç-beş dakika geçmeden dönüp baktım ki, K.Y. yok. Tabiî o zamanlar ben daha “Dost
tarikati” benzeri oluşumları bilmiyorum ve… Bu kadar yeter!
***
Firar: Kaçma. Kaçış: 481.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1481.
Memat: Ölüm. Ahirete göç etmek: 481.
Akakir: İlâç yerine kullanılan NEBATÎ kökler: 481.

ZİHİN KONTROLÜ
Levha: 24 Mart 2001… İpek Fırat bana defter boyunda bir zarf veriyor ve birşey
söylemeden mânâlı bakıyor. Zarfı Eskişehir Cezaevi’ndeki arkadaşlar, bir yerden ele
geçirmişler. Açıp içindeki filmin negativini ışığa doğru tutup bakıyorum. Kumandanımız’a
TELEGRAM yapıp yapmadıklarını kontrol ediyorum. Ağaçlar ve evler var; Kumandanımız’ı
filmde görmeyince seviniyorum ve “artık alamıyorlar!” diye düşünüp dua ediyorum. (Yakaza
— Hatice Ustaosmanoğlu.)
***
Zarf: Kab, kılıf. Mahfaza. İçine mektub konulan kâğıt kılıf: 1180.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1180.
Yelmek: Kalın kaftan: 180.
***
Zarf: 1180= 181.
Kusto: 181.
Maalem: Dini mesele. İz. Eser. Nişan: 181.
Zafir: Galib gelmiş olan: 1181.
***
Film: 150.
Mehdî Muhammed: 151= 1150.
Mukad: Ağır yüklü: 150.
Aff: İffet, namus, iffetli olmak: 150.
***
Telegram: 1676.
Mehul: Benekli, benli: 676.
Şerafeddin: Dinin şerefi: 676.
***
Meşim: Benli kimse: 390.
Memşa: Ayakyolu. Helâ. (Hâlâ: Boş, hâli. Ayakyolu… Hâlâ: Şimdi. Şimdiye kadar.):
390.
***
Zihin Kontrolü: 1553.
Mevlâna Celaleddin-i Rumî: (Ayrı görmek, müridler yönündendir; Şeyh birdir. Mürid,
her kimden ne gelirse, şeyhin yüzü suyu hürmetine ve Şeyhinden bilme şuurunda olması
gerekendir): 553.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 553.
İstis’al: Soruşturma, tahkik etme: 553.
Tefeccu’: Canı yanma, acıma. Kaygılı olma. Belâ ânında hüzünlü olma: 553.
***
Beyin Kontrolü: 860.
Mütekerrir: Tekerrür eden. Tekrar: 860.
***
Kontrola Hiş. (Kürtçe): Zihin kontrolü: 1101.
Gusto: Zevk. Takdir: 101.
Men hüve?: O kimdir?: 101.
Kefa: Sıkıntı, mihnet, meşakkat: 101.
İfk: Bühtan. İftira: 101.
***
Kontrola Hiş: 1101= 102.
Enkal: İşkence âletleri: 102.
İmlal: Usandırma veya usandırılma: 102.
***
Raçavkirina Hiş. (Kürtçe): Zihin kontrolü: 890.
Mazim: Mazlum: 890.
İfzah: Kusuru, kötülüğü, ayıbı açığa vurma. (NİYET… Sinyal Muhabbetleri dizisi
hatırlanmalı.): 890.
***
Kontrol Méju. (Kürtçe): Beyin kontrolü: 1846.
Müverrah: Tarih konulmuş, tarihli, tarihi belli: 846.
Müverrih: Tarih yazan, tarihçi. Ebced hesabiyle tarih düşüren kimse: 846.
***
Raçavkirina Méju. (Kürtçe): Beyin kontrolü: 636.
Hilv: Boş oluş. Boşluk. (Delik): 636.
Havel: Mülk. HAŞMET: 636.
***
Raçavkirina Méju: 636= 1635.
Rahman Sûresi, 19. âyet: (Noktalı harfler.): 635.
Halaca: Helâ. (Kenef: Helâ. Sığınılacak, korunulacak yer.): 635.
***
Venérana Méju. (Kürtçe): Beyin kontrolü: 364.
Omr-ü Tavil: Uzun ömürlü: 1364.
İbşas: Bazı nebatların ve çiçeklerin birbirine karışması: 364.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (15. Bölüm)


TELEGRAM – YAPMA BEYİN
Betatron: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir cihaz… Zihin kontrolünde kaba
bir yönlendirici uygulama diye duyduğum, hususen “elektrik veriliyor” dediğim durumlara
yakıştırdığım bir âlet. Özellikle vücudu yakma işlerinde, bir sistem ifâdesi niyetine. 2 metre
beton duvarı delip geçtiği, parçaladığı söylenen çeşitleri de olan. Röntgen ışınları gibi delip
geçmeyle, parçalama ayrı şey; bu bakımdan BETATRON’u, bir sisteme nisbetle
gerçekleştirilmiş, çeşitleri olan bir âlet diye biliyorum. Sanayide de kullanılan… BETA ve
ELEKTRON kelimelerinin birleşmesiyle, BETA-TRON ismini aldığını zannediyorum.
BETA: İlmi sınıflandırmalarda, ikinci bir şeyi ifâde için kullanılır. Bu ikincilikten kasıd, izâhı
bütünüyle fizikî olarak yapılamayan kasdını da kapsar; sanki, şuur gibi, maddî olanla mânâ
arasında bir kabuk olan. BETATRON: Elektronları hızlandırarak, enerji çoğalımı sağlayan,
azdıran… BATE: Nefesini tutmak, kesmek, azaltmak, tenzil etmek. Bu hususta,
TELEGRAM’da, vücuda verilen elektrikî tesirin marifetlerinden.
ELEKTROMANYETİK: “Makswell, ışık dalgalarıyla elektromanyetik dalgaları tek bir
formül içinde toplamak istiyordu. Frekansları –dalga uzunluğu– saniyede 300.000 mil kadar
yükseldiğinde, bu iki çeşit dalganın birbirinin aynı olduğunu keşfetmesi onu çok şaşırttı.
Böylece ışığın, mekanik bir modelini göstermiş ve ışığın elektromanyetik bir form olduğunu
ispatlamış sayılıyordu.”
Çeşitli ışınların, gözle görülmeyen ve beynin gördüğü oluşu düşünülürse, “hani ışık
nerde?” gibi bir kabalığa düşülmemesi gereği de anlaşılır.
Betatron kelimesinin değişik bir kullanımını, Televizyon’da bir doktorun “kanser
tedavisi” ile ilgili bir cihaz bulmuş olduğu haberinde gördüm… Mucidi şöyle anlatıyordu:
— “Duvarın ötesinde olan bir nesneyi tesbit edebilen BETATRON cihazı gibi, bu cihaz,
vücudtaki kanserli hücreleri tesbit ediyor ve müdahale ediyor!”
***
Bendeki duygu ve düşünce dalgalarını tesbit ederek, o kelime, duygu ve resim
dalgalarını kompoze ederek bu hususları bana giydirmek: Bu mânâda anlaşılmak üzere
TELEGRAM cihazı, beynimin karşısında sanki bir YAPMA BEYİN olarak, beni teshirine
alan-almaya çalışan. NYMPHALAR, bu tesbitimi bana, insanın robotunun bizzat o insan
olması, o insanın bu mânâda ölümü gibi, korkutucu olarak kullanıyorlar, bunu telkin
ediyorlar. Ben de onlara, “beni korkutucu olmaya çalışmanız bile, bunun tam mânâsıyla
gerçekleşemeyeceğini gösteriyor!” diyorum. Korkuttukları mesele, ben ne kadar yazar ve
konuşursam, onların bunu cihazlarıyla tesbitlerinin o kadar teferruatlı olacağı bakımından.
Oysa insan duygu ve düşüncesine gelen, beylik klişeler hâlindeki dalgalar bir yana, hep yeni:
Ne hissedeceğim ve düşüneceğim, benim için bile bir GAİB. Kelimeler, dalga olarak tesbit
edilebilir, ya kelime mânâlarına hapis olmayan bir ruhu gösterici ÜSLÛB; meselâ, içinde hiç
masa kelimesi geçmeksizin onu anlatacak olma? Hani, “söylediğimin ne olduğunu bilmeden,
düşündüğümün ne olduğunu ben nereden bileyim?” diyen ruhun hücceti! Beyin, düşünen
bütün vücudun merkezi; ve beden, ruhun bineği! Kaldı ki, TELEGRAM, yüzde yüz, hedefi
olan BEYİN’e de hükmedemiyor; o, TAM BİR BEYİN olamayacağını gösteren belirttiğim
sebebler dışında, şu hâliyle, bebek esvabına zorla sığdırılmaya çalışan 100 okkalık insan
misâli çerçevesinde iş görüyor… NYMPHALAR’a söylüyorum:
— Eğer öyle olmasa, doğrudan cihaz hünerinizi cüz’ileştiren, tehditlere, şantajlara,
ISLIKÇI yardımlarına ihtiyacınız olmaz: Meselâ şu ândaki lâflarınız; yazın verilmeyebilir,
asker şöyle davranabilir, ziyarette şu olabilir, yan hücredekiler böyle yapabilir, mahkeme,
vesaire, vesaire, vesaire…”
NYMPHALAR’ın haklı oldukları taraf, bu cümleden olsa da şu: Bana dışarıdan, işin
aslını anlayıcı hiçbir yardım gelmediği gibi, benim kendi imkân ve çabamla anlattıklarım da,
bizzat cihazı kullanan NYMPHALAR da dahil, ya anlaşılmayan veya anlaşılır gibi olup da, işi
yine bana bırakan soydan. Hedef olan benim: Bu hususta tesbit ve tahlil, bunun sıhhatini
anlatmak bana kaldığı gibi, buna sebeb tesirin mahiyetini bulmak da bana kalıyor. Bu
ifâdelerde elbette bir serzeniş var: Ama düşmanlarımı sevindirmemek ve bu kitabın gayesini
belirtmek için söyleyeyim ki, teknik anlatımlarım etrafında ne söylenirse söylensin, neticede
bunlar benim yaşarken zanlarım olarak bir mânâsı olanlardır. İşin temelinde ise, bir ruh-
madde karşılaşması hâlinde, cihazın mahiyetini ikinci dereceye iten bir nefs murakabesi ve
muhasebesi üzerindeyim. Bir zaman çokça üzerinde durduğum BETATRON meselesini de,
bu çerçevede sözkonusu etmiş oluyorum. TELEGRAM’ı “negativ beyin” olarak gördüğüm de
anlaşılmalı.
***
Sun’i Beyin… Yukarıdaki satırları yazarken tabiî olarak, yapmacıksız, zorlamasız,
“spontane-âniden doğan” bu tâbir, aynı tabiîlikle “ebcedi ne?”ye çattı… Neyin ilgisi, neyin
karşıtı?
Sun’i Beyin: 282.
Mehd(î) Muhammed-İsâ: 283= 1282.
İsâ: Zenginleştirme veya zenginleştirilme. Genişletme.
***
Betatron: 59.
Mehdî: 59.

BEYİN DALGALARI
“Sinir hücrelerinin ürettikleri ELEKTRO-KİMYEVÎ sinyaller, çevreye değişik dalga
boylarındaki dalgaların yayılmasına yol açar. Gözle görülmeyen ve elle tutulamayan bu
dalgaların varlığı, bazı cihazlarla tesbit edilebilmektedir. Kafatasına bağlanan elektrodlar
aracılığıyla, beynin yaydığı dalgalar, elektroensefal denen bir cihaza gönderilir. Bu cihaz,
beynin en zayıf dalgalarını bile tesbit eder. Beyin, saniyedeki titreşim sayısına –frekansa–
göre değişen ALFA, DELTA, GAMA, TETA ve BETA denilen farklı dalgalar yayar. Fizikî
ve zihnî algılama durumunda yayılan ALFA dalgaları saniyede 7-13 kez salınır. Saniyede 13-
60 kez salınan BETA dalgaları, kişinin kendisini gergin hissettiğinde, stresli olduğunda veya
korktuğunda, yâni alarm durumunda yayılır. TETA dalgaları, saniyede 4-7 salınım yapar ve
şuurun zayıfladığı durumlarda, uykuya geçerken veya uykunun ilk zamanlarında oluşur.
Uykunun derin safhasında ortaya çıkan dalga ise, DELTA’dır. Saniyede 0.1-4 titreşim yapan
bu dalgalar, çok yavaş iletilir ve şuur tam kaybolduğunda oluşur. GAMA dalgaları saniyede
30-50 kez titreşir. Bu dalganın, idrak - şuur - düşünce sırasında ortaya çıktığı
düşünülmektedir.”
***
TELEGRAM, malûm, uzaktan “beyin kontrolü” ve “zihin kontrolü”; yukarıda iktibas
ettiğim yazıyı, insandan yayılan dalgaların altını çizmek için, sadece bunun için aldım.
TELEGRAM’da, cihaz ve hedef kişi ilişkisine muhtelif defalar temas ettim; burada bir
benzetmeyle, uçakların radarla, denizde balıkların “sonar cihazı” ile tesbitini ekleyeyim.
Gönderilen dalgalarla cisimlerin tesbitinin aksetmesi hâdisesi; bunu beyin ve zihin
dalgalarının tesbitine ve aksetmesinin de, kemmiyet ve keyfiyet olarak anlaşılmasına tatbik
edin. Bu misâl, enerjinin yoğunlaşması ile maddenin teşekkülü, AURA-insanı çevreleyen
ışık’ın, insan bedenine vücud vermesi şeklinde “dıştan içe” bir oluş anlayışını çeliyor değil;
neticede, içten dışa bir dalga yayılımı anlayışını çelmez. Burada aklıma, BETATRON’un,
enerji çoğalması-azdırması yaptığı da geliyor. Yaptığım bu izâhın en güzel tepkisini,
kardeşimden aldım: SAÇMA DEĞİL… Galiba TELEGRAM anlatma hususunda en güzel
tabir de bu: Tıpkı, bugün fizik ve tıb ilminin teorilerinin itibarının da, bu ifâdeye girebildiği
kadar olması gibi.
***
TELEGRAM’ı anlatırken, bazı kişilerin hâdise anlatmamı istediklerini duydum. Kaba-
saba hâdise anlatmalarının, kaba-saba anlayışlar önünde ne hâle geldiği, bizzat benim
yaşadığım dramdan belli değil mi? Meselenin ne gülünç hâle düştüğü? Ben, “karnıma ağrı
veriyorlar!” desem, karın ağrısına tavsiyeden tutun da, “benim de karnım ağrıyor”a varan,
beni büsbütün boğucu olmaya ve TELEGRAMCILAR’ın ekmeğine yağ sürmeye kadar neler,
neler! Onların gülünçlükleri de, bana çıkan ve anlaşılmayı zorlaştıran bir vakıa. Kaldı ki,
sözkonusu teknikle gerçekleştirilen iş, dünyalar arası hesablaşmayı gerektiren bir mahiyette
ki, bu eserde aslolan, bir nefs murakabesi ve muhasebesidir; hâdiselerin nakli, buna bağlı ve
hukukun hileleşmeden dikkatini uyarmak içindir. En azından, onun hâlinin ifşâcısı olmak.
Hâdise mi? BETATRON’la ilgili küçük bir notu aktarayım: 2006 veya 2007’de, Metris
hâdiseleriyle ilgili, usûl yönünden yeniden yapılan silâh davasına gidişim, arabadan inince,
“bana BETATRON veriyorlar!” diye bağırmam, Mahkeme salonunda kafamın etrafında bir
hâle varmış gibi rahatlatıcı ve melekî bir tesir, bu sırada dinleyiciler arasındaki yakınlarımla
selâmlaşmam, Mahkeme heyetine nisbetle sağ tarafta oturan gazeteciler, o tarafa bakmamaya
mübalâğalı duruşum, buna rağmen birden, “kızlara bakma!” diye tedib edici, cihazdan verilen
ses… Bu, aynı zamanda benim, konuşabilip konuşamayacağımı da yoklama oluyor: Ben
arkadaşlara dönüp, bana BETATRON verdiklerini söylüyorum. Aynı zamanda, hâkimlere de
aktaracağımın sinirlenmiş hâli; mevzu TELEGRAM değilse bile. O ânda ara veriliyor ve
askerler beni, hücreye götürüyorlar. Kısa bir süre sonra da, orada Mahkeme’nin bittiğini haber
veriyorlar. Bu türlü TELEGRAM faaliyetlerinden ötürü, benim baştan söylediğim husus hep
şudur: Duruşmadan vareste tutulmak istiyorum… BETATRON VERMEK? Nymphalar, bu
ifâdenin yanlış olduğunu söylüyor ki, doğru. Ama bu doğru, onların alaylarını doğru kılmıyor.
BETA-TRON hakkında söylediklerim göz önünde tutulursa, benim söylediğim doğru olur.
Ama cihaz kastedilirse? “İğne yapıyorlar!” derken de, âlet ve araç kastediliyor anlaşılsa?
Demek ki, yarı yarıya haklıyız; bu bir galat ifâde. Günlük hayatta kullandığımız nice ifâde
gibi!

“NUR MU İSTİYORSUN?”
Kartal Cezaevi’nde… Bir müddettir, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ve Üstadım’ı, tam
da TELEGRAMCILAR’a yakışan şekilde, kalbimin üstünde-içinde, vasıf dışı bir
ahlâksızlıkla, çizgi film oynatır gibi gösteriyorlar: TELEGRAM’ın beyne yönelik bir iş
olduğunu, herhangi bir yanlış anlamaya fırsat vermemek için hatırlatayım. Yine, yarı uykulu
yarı uykusuz, hâlsiz ve “vakit geçirici” olmak için yattığım “sonsuzdan bir günün”, sonsuz
saatlerinden ve giderek sonsuz dakikalarından birinde, kalbimin üstünde, fotoğraftan çizilmiş
resimlerin, çizgi film gibi oynatılması: Eski Cumhuriyet baloları dekorunda, Atatürk pistte,
başkaları da var, vals yapıyor. Ben tamamen hapı yutmuş olma dehşetiyle yataktan fırlamak
üzereyken, KENAN’ı oynayan ARAR, “nur mu istiyorsun? Al sana nur!” diyor ve o ânda
kafamın içinde müthiş bir şokla ışık patlıyor: Korkuyla –imân korkusuyla– kendimi
havalandırmaya atıyorum. “Nurun ne olduğunu şimdi anladın mı?” diyor. O şaşkınlık
içindeyken devam ediyor: “Şimdi güneşe doğru bak, Atatürk’ü göreceksin!”; zımnen İlâhı…
Bakmayarak mı imânda kalayım? Merak saiki ve çekişme güdüsüyle Güneş’e bakıyorum;
hâliyle fos çıkıyor. Tanrıyı da yaratan, yok. Bir daha da Telegram süresince, bu türlü lâfları
etmiyor. Bir müzün sonu… Anladığım kadarıyla NYMPHALAR’da, “nur mu istiyorsun?”
lâfının dışında, beynimde patlayan ışık hakkında bir not yok.
***
“Ne garib bir taifedir şu NAKŞİLER; kafileyi gizli yollardan sürer!”… Allah, neleri,
nelere vesile kılarak gösterir.
***
RAHMAN SÛRESİ: Rahmân. Öğretti Kur’ân’ı. YARATTI İNSANI. Belletti ona, o
güzel beyanı. Güneş ve Ay, hesab iledir. (…) Ki, taşmayın ölçüde. (…) Hem iki doğunun
Rabbi, hem iki batının Rabbi. Şimdi Rabbiniz’in hangi lütuflarına yalan dersiniz? İKİ
DENİZİ SALIVERMİŞ BİRBİRLERİNE KAVUŞUYORLAR. ARALARINDA
KAVUŞMALARINA ENGEL BİR PERDE VAR.
***
Üçüncü âyet meâli: YARATTI İNSANI: 923.
Cumhuriyet’in kuruluşu: 1923.
KÜLTÜR DAVAMIZ isimli eserim hakkında Üstadım: Bu kitab CUMHURİYET
SONRASI kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk ciddi nefs murakabesi eseridir.
UFUK İLE HAFİYE: (Tilki Günlüğü’nün alt başlığı): 923.
Cem-i ezdad: Birbirine zıd olan şeylerin bir arada bulunması: 923.
Dıb’an: Erkek sırtlan. (Kuş’am: Sırtlan. Aslan. Karınca yuvası. Koca, şeyh.): 923.
***
Kasah: Sırtlan. (Ezell: Kurtla sırtlan kırması… Ezel: Başlangıcı olmayan, her zaman
varolan.): 169.
Kust: Topalak otu: 169.
Rahman Sûresi, 19-20: 3166= 169.
Kanıt: Delil: 169.
***
Cumhuriyet’in kuruluşu: 1923= 924.
Salih Mirzabeyoğlu Hükümdar’dır: (Tilki Günlüğü’nde, altında Üstadım’ın ismi
bulunan bir yazı-rüya, aynı zamanda 31 Temmuz gününün başlığı): 925= 1924.

GERÇEK Mİ - HALÜSİNASYON MU?


Kartal Cezaevi’nde bir ziyaret günü; sabahtan öğleye kadar ve öğle paydosu ve yemek
arasından sonra, tekrar. Kapalı görüş. Genel olarak sabahleyin, diğer arkadaşların ziyaretçileri
gelmiyor. Ben, henüz ziyaret saatlerinde cihazın tesirini ve konuşmalarını kendilerinin
yavaşlattığını veya tutulan balığın misinasını bollaştırma gibi bir tutumla beni rahatlattıklarını
bilmediğim için, tam ziyaret yerine girince beden ve beyin olarak rahatlamamı, ziyarette
dağılmama bağlıyorum; onun için de hiç kaçırmıyorum. Sonradan, aynı şiddette ziyaret
yerinde de TELEGRAM işkencesi. Hâlimi seyirci olarak, sebebini bilmeksizin, bütün
ziyaretçiler biliyorlar; hepsi şâhid. Evet; bir sabah ziyareti ve benden başka kimse çıkmış
mıydı, çıkmamış mıydı, hatırlamıyorum. Cihazla –veya cin tesiri diyorum– beni orada da
sıkıyorlar. Ziyaretçiler bölümü ile, açık ziyaretin yapıldığı –salon gibi diyelim– yer arasında,
kapalı görüş koridoru. Açık görüş tarafına açılan pencereler. O sıkıntıyla, üzeri ondüle kaplı-
ışık geçiren malzemeyle kaplı tavanından dolayı, gayet ferah görünen sözkonusu mekâna
bakmak üzere camı boyalı pencereyi açıyorum. Bir de ne göreyim? Ondüle dedikleri, alt ve
üstü eşit yarım dairelerden müteşekkil kıvrımlı-dalgalı tavan malzemesi üzerinden, Banknot
matbaasından çıkan kağıt paralar gibi, bütün zeminden akan Atatürk resimleri; hepsi aynı,
yandan bir kafa ve çizgiyle yapılma. Klâsik, herkesin bildiği resim şeklinde. Gördüğüm
gerçek ama, ziyaretçime söylesem mi, söylemesem mi? Onun tavanı görmesi mümkün
olmadığı için, bunun sağlamasını yapamıyorum. Bana inanır mı? Gördüğüm halüsinasyon da
olabilir. Beni rahatlatmaya gelen ziyaretçimi üzmemek için, yarım yamalak ve alelâde bir
şeymiş gibi söylüyorum… Bu tertib: Projeksiyon âletiyle, –çizgileri gölge renginde
resimlerin– tavandan geçirilişi şeklinde olabilir.
Şimdi: Benim hâlimi izâh sadedinde ilmî ve fikrî İZAHLARIM olmasaydı, kuru hâdise
nakillerinden, kim ne anladı ki, kim ne anlayacaktı? Ben yine KLÂSİK PSİKOLOJİ
yorumlarının ayrıca işkencesi altında, seyircilerin kimi beşuş çehreli, kendi nefs rahatı ve
çıkarında, BOK yolunda olacaktım. Bu ifâdeyi, kızgınlığım olarak alın. “Allah’a malik olan
neden mahrumdur?”; benim bürünmeye çalıştığım mânâ bunun hakikati iken, seyircilerin
anlayacağı, sözkonusu ifâde. Bu benim, yaşama mücadelesi içinde bir nefs muhasebemdir de;
fikri anlamaya ve sevmeye çalışın, kendinize yarar kılın bu çileyi. Eğlencelik olsun diye
yazmıyorum. Dikkat ediyorsanız, sadece TELEGRAM’ı yazmıyorum, TELEGRAM’la
yaşarken, vesile ve tedâî sarmaşıklarıyla hep TEVHİD’i yazıyorum; niçin yaşıyorsak,
yaşamamız gerekiyorsa, onu.
Hâdise mi, buyurun bir hâdise daha…

YÜRÜYÜŞÜMÜ AYARLIYORLAR
Hergünkü olağan işlerden olarak, 5 mi 6 mı, uyudum veya bayıldım. Arada kahvaltı
getirme, sayım faslı –saat 8 - 8.30 civarı–, 9.30 - 10 sıralarında da ayaktayım. Cihaz mı cin
mi, kafamı parmakla dürtüp birini kaldırır gibi, yahut beynimde çalan bir sinyal müziği, veya
15-20 santim mesafeden “haydi kalk bakalım!” sesiyle; bunlar olmazsa şartlanmış bir şekilde
ben kendim kalkıyorum. Kendim kalktığım zaman, onlar bana musallat oluncaya kadar geçen
zaman, çalınmış bir zaman olarak, iksir gibi.
Öyle salaş, öyle bitkinim ki, 99’luk bir turu bile bitirebilmem mümkün değilken, yarın
yine sabaha kadar, tesbihe sarılmaya mecburum. Çay - sigara faslı ve bahçede yine yürüyüş
başlıyor; onlar başladılar. İşin en korkunç tarafı, bu işin bitecek bir müddetinin olmaması,
sonunun olmaması.
Bahçede turlamam “L” şeklinde; gayet ağır adımlarla ve yürüyüş tarzım olarak,
dizlerimi bükmeden yürüyorum. Kartal’da bu koğuşa konulduğum ilk 2 ay, Telegramcıların
da şaştığı şekilde, günde 18 saate yakın yürüdüğüm oluyordu.
Yürüyüşümü ayarlamadan önceki günlere dönelim: “L”nin uzun tarafında yürürken,
yarıya geldiğimde üzerimdeki - ve tabiî ayaklarımdaki tesir, hep aynı noktada çözülüyor ve
sanki güneş-gölge ayırımı gibi, bir alandan öbür ferah alana geçmiş gibi oluyordum. Dönüşte
ise, yine aynı noktada, tesir alanına girmiş oluyordum. Panik yok. “İleri geri gidip geleyim, bu
ne iştir” veya “tesire girmeyeyim” diye sınırdan dönme yok. Hep aynı şekilde, turuma devam.
Çünkü, defalarca olduğu gibi, bir şeyi bir şeye benzetir ve o şey kafanda özel olarak
düşünmesen de, belki onlar tarafından ilka edilen bir netice olarak şekillenirken, bir zaman
sonra bir de bakıyorsun ki tam tersi bir şey oluyor. Bu, başkasına anlatacağında da, seni, bir
söylediği bir söylediğini tutmaz duruma düşürebilir; zaten kafalarda kalıplar hazır. Oysa ben,
fırsatını bulduğum her ânda hep anlatmalı, niçin orda öyle de burda böyle dediğimin
çözümünü de onlar yapmalıydı. Hâlim, bir taraftan yan, bir taraftan da hangi kimyevî terkibin
yakıt olarak kullanıldığının sıhhatli tesbitini yap. Yoksa hepten yandın!
O gün, onlar, karnıma –sanki bir karınca yürüyüşü içinde, termometre cıvası gibi– giren,
beni geğirten, derken kalbime doğru ilerleyen, dinlenmek için çömeldiğimde hemen kalbimi
avuçlayıp sıkan bir tesirden tutun da, omuz başlarıma şiddetli darbelerle canımı yakmaya
kadar bir sürü klâsik numaralarını yaptılar. Tabiî, duvar dibinden gelen, görünmeyen iki
kişinin sesi, biteviye konuşmaları, o yavaş ses tonlarının büsbütün asab bozması; artık, Kenan
mı, aktör mü, bir ara yan havalandırmadan lâf atan travesti mi, ne olduğu belirsiz, Sisivarî ses
ve onun yanındaki bilgisayarcı, hep başroldedir.
Sağ tarafımdan gelen ve giden fotoğraflar; çoğu kadın fotoğrafları. Kovmak için
gözümü açıp kapama ve alnımı oynatmaktan perişanım; dışarıdan biri görse, “kafayı
üşütmüş!” der ve bende yerleştirmek istedikleri, kalıcı kılmak istedikleri bir hareket de bu.
Birileri yanımdayken, öyle bir şey aklıma gelir gelmez, tik gibi, gayri iradi olarak o hareketi
yapmış olacağım. Bilgisayarcı uzman sesiyle:
— “Bak artık zihniyle kovamıyor, kaş göz hareketi yapıyor!”
— “Korkuyor, korkuyor; ama alışacak!”
Bu minvalde giderken, fark ettim ki, dizlerimi bükerek, tabiî şekilde ama iradem dışı
yürüyorum. Sözkonusu “L”nin, bahsettiğim orta yerine gelince, yürüyüş şeklim değişiyor; ve
dönüşte aynı noktayı geçer geçmez, kendi yürüyüş şekline dönüyorum.
Bunu yapabilmelerindeki tabiîlik, yâni hiçbir tesir ve zorlama hissi duymaksızın
öylesine benimmiş gibi olan bu iş, aslında beni ürkütmeliydi; ama onun yerine, cin işi mi
elektronik bir iş mi kısır döngüsünden başka bir şey düşünmeksizin, yoluma devam ettim.
Yoluma?

HAFIZA TAZELEMEK
Hafızadan gelecek olanları, hatırlamayı, şimdiye açılmış bir mecra olarak görürseniz,
TELEGRAM altındaki mecra, sizin tabiî yaşayışınız içinde olan değil de, onların istedikleri
gibidir. Hani aklına gelen veya getirdikleri, bir köydeki hıyar tarlası olsa, onlar mecazından
bunu senin “şey”e âit hatıran diye işlemeye hazır; beni misâl alın, hazırladıkları DOSYA’nın
mahiyeti gereği. Hele bir de işlediğin mevzu MEHDÎ ise, anlayın “dosyaları”nın niyetini.
Bütün bunları, “kanun sınırlarını zedelemeden” açıkça yazıyorum, elektromanyetik dalgaları
elimle tutup delillendiremesem de. Yine açıkça söylüyorum, “cihazları önünde görmek
istedikleri zavallı”, BEN BENİM!
***
Meşy: Yürüyüş: 350.
Eşyem: Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam: 351= 1350.
***
Hıbat: Yüzde olan dağ ve nişân. Ben, nokta: 612.
Derviş Muhammed: (Hacegân silsilesinin 21. büyüğü.): 612.
***
Üstadım’ın 1975 Ağustos’unda yaptığı Van ziyaretinin dönüşünde hatırladığı bir rüyâsı:
— “Dik, dik, dik bir dağ zirvesindeyim. Belki binlerce belki onbinlerce metre
derinliklerde köyler ve ağaçlıklar hurdebin camındaki noktacıklar gibi görünüyor. Bu ne
yükseklik! Anlatılır gibi değil! Yanıma, sol tarafıma doğru dönüyorum. Orada, tam zirve
noktasında bir mezar… Toprağı elenmiş, taranmış, tertemiz… Beton bir çerçeve içindeki
mezarın başında, dörtköşe, toprağa yatırılmış bir levha ve üzerinde İslâm harfleriyle iki
kelime: DERVİŞ MUHAMMED.”

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (16. Bölüm)


ŞİMDİ VE ARKADA KALAN
TELEGRAM, “zihin kontrolü ve yönlendirme” diye birşey var. Böyle birşey mümkün
mü, değil mi? Hani bir gazetecinin, benim bunu ilk duyurduğum 2000 yılında, “Tanrı’nın işi
mi yapılıyor ki, zihin okuma mümkün olsun!” diye yazdığı, sonra birşeyler duymuş olmalı ki,
benim ismimi anmadan, “vay canına, teknik ne kadar da ilerlemiş!” makamında ilkini çelici
makale kaleme aldığı safha gibi. Nihayet, içinde bulunduğumuz, TELEGRAM kitabımdan
bugüne süren, “bu iş nasıl gerçekleşiyor?” safhası. Hepsi içiçe girmiş bir süreç hâlinde, her
safhada başrolde ben. TELEGRAM vakıasının fantezi veri ve anlatımlar, film vesair hayâli
işlemeler dışında, YERLİ olarak ortaya konulmasının, kamuoyuna duyurulmasının son safhası
olarak da bu yazı dizisi-eser… Böylece, niçin seçme ve hülâsa hâlinde, kronolojik tarih
gözetmeden, serbest ve rahat bir anlatım tarzını uyguladığımı da izâh etmiş oluyorum: Tam
da, içinde bulunduğum şartlarda ancak yapılabilecek şekilde. Ayrıca, sadece TELEGRAM’ı
değil, TELEGRAM altında olmama rağmen devam eden fikir hayatımı da, içiçe anlatıyorum.
***
25 Ocak 2000’de, Metris Cezaevi’nde, bir senedir Mahkeme’ye çıkmayı reddetmem
üzerine, bu cümleden olarak 5 Aralık’taki MEŞHUR tarihî hâdiseden sonra, mukabil hareket:
26 Ocak’taki Mahkeme’ye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde askerin
doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve (1) kişinin şehid olması ve 5-9 kişinin yaralanmasıyla
neticelenen OPERASYON. (Düzenin bütün organlarıyla karakterini gösteriyor olması
bakımından, yeri geldikçe ATIFTA BULUNACAĞIM o gün hakkında, vurgu yapmak için,
OPERASYON’u büyük harflerle yazdım.) Operasyonun hukuki olup olmaması bir yana,
sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukuki midir? Metris Cezaevi Savcısı’nın,
mahkemeye çıkıp çıkmayacağımın cevabını almak üzere geleceğini söylediği 25 Ocak’ın
sabahında gerçekleştirilen bu operasyon? Aslında Cezaevi Savcısı’nın Mahkeme’ye çıkıp
çıkmayacağımı öğrenmek istemesi lüzumsuz; çünkü 26 Ocak’taki Mahkeme’ye çıkarılmak
üzere gelinceye kadar kimsede böyle bir tahmin yürütme yetkisi yoktur. Oysa bunun bir adım
daha ilerisine gidilmiş, işin içine müneccimlik girmiş ve benim Mahkeme’ye çıkmayacağım
kesin kaziye kabul edilerek sözkonusu operasyon gerçekleştirilmiştir. Ve DGM Savcılığı’nın
iddianâmesine hangi şartlar altında cevab yazdığımın daha iyi takdir edilmesi için arkası:
Yaralıların çıkarılması ve teslim olunması hususunda operasyonu yürüten Albay Sabri Dikici,
(sonradan, hakkında, İstanbul’da olduğu gibi Elazığ’da da çıkar amaçlı çete davası açıldığını
gazeteden öğrendik.), “hiç kimseye kötü muamele yapılmayacak, Devlet sözü!” diyor. Devlet
sözüyse fena!.. "Biz, söz namustur uhdesine bağlı insanlarız, sizin sözünüze güvenmek
isteriz!" diyoruz, kabul görüyor; ve en son benim çıkmam şartıyla arkadaşları tek tek
alıyorlar. Sıra bana gelince durum değişiyor: Benimle beraber çıkacağını söyleyen Albay,
"tamam!" diyor ve benimle ilgisinin kesildiği o ânda yüzleri dövüş maskesi gibi bir şeyle
örtülü grub, kollarıma giriyor. Askerin oluşturduğu koridor içinde kim vurduya getirilmek
gibi bir durumda olduğumu anlıyorum. Fakat enteresan; koridor yapan askerlerin içinde,
arkadaşlarının mani olduğu bir hevesli hariç, hiçbirinde bir davranış olmadı; onun arkadan
yarım bir tekmesini yedim. Yine enteresan, koluma giren kasklıların “görevini” bildikleri için,
o ânda saldıracaklar zannıyla görev ve vicdan arasına sıkışmış mustarib yüzlü birkaç asker,
onlara müdahale etmek ister bir davranış sergilediler: İçi müdahale eden, dışı tutuk tavır.
Asker koridoru içinde ilerlerken, kasklıların kararsız hareketleri, “istersen çök, biraz dinlen!”
gibi mânâsız lâflar ve duraklamalar. Böyle anlattığıma bakmayın, koridorun uzunluğu belki
30-40 metre. Duraklamada, biri kameraya çekiyor; yüzümü. O ânda farkettim. Koluma giren
grubtan biri, –burası önemli!– bana, "sen de asker çocuğu imişsin, boyuna askere
saldırıyorsun, bu düşmanlık neden?" dedi. Aslında onun söylediği, istihbarat raporlarından
adlî mekanizmalara ve kamuoyuna kadar istediğini istediği gibi sunan ve tersine şeylerin
karşısında cılız kaldığı basının, "İBDA-C boyuna askere saldırıyor!" şeklindeki haberi idi.
Avamileşince komikleşen bir dava: Devlet’e karşı olmak başka şeydir, rejime karşı olmak
başka şeydir, bu niyetlere bağlı tutum başka başka mânâlar ifâde eder. YENİ DÜNYA
DÜZENİ BENİM diyecek BAŞYÜCELİK DEVLET ideali ne? Uzatmayalım: Neticede, beni
tepeleyecekleri bir yer telaşesinde orası mı burası mı derken, Metris Cezaevi’nin dış bahçeye
açılan kısmına kadar geldik. (Uzun koridor bitti!) Oradan, dışarıyı gören kapısı açık bir
odanın penceresinden, bahçeye sıraya dizilmiş arkadaşları gördüm ve hiçbir pratik yararı
olmamasına rağmen, el işaretiyle beni tepeleyeceklerini anlatır bir işaret yaptım. O ânda
Albay odadan çıktı ve “zafer işareti filân yapmak yok; gel şuraya önce güzelce konuşalım!”
dedi, beni bir sandalyeye oturttu, arkadan kollarım kelepçelendi, hemen akabinde dışarı
çıkarıldım. Kasklı grubun içinde, Albay’ın yarım dönük yüzünde, bir göz kırpma hareketi ve
“bak vurursanız, fena olur, fena yaparım!” demesi; o ânda üzerime üşüşenlerin tekme ve
yumruk darbeleriyle yere düştükten sonra, yerde yediğim tekme darbeleri ve alnımın ortasına
yediğim bir tekme darbesiyle son hatırladığım, “Allah’ım!” diyebilmem. Son söz, yalnız
O’na: “Allah’ım!”… (O güne âit notlardan hazır geçirdiğim bu kısmı, o gözle takib edin.)
Aradan şu kadar gün geçmesine rağmen, Kartal Cezaevi’nde beni günde birkaç kere baygınlık
hâline getiren o darbeler; nasıl sağ kalabilmişim, anlayabiliyor değilim. Neticede; hadisenin
vukubulduğu yere koyulmuş bir masa üzerinde ayıltılırken, patlayan sol kaşıma dikiş atıldı ve
masadan indirildim. Ne hâle getirilmiş olduğumu göstermek için sadece şu sahne yeter: Ayak
üstü dikildikten sonra, rüyâ görür gibi, yaklaşık 10 senedir görmediğim hurdaya çıkmış bir
arkadaşla konuştum, sonra rüyâ içinde rüyâdan uyanır gibi, askerin içinde koridora dizilmiş 5-
6 koğuş arkadaşımı gördüm. Oysa, “acaba?” şübhesiyle 26 Ocak’ta mahkemeye getirilirken
arabada sorduğum arkadaşlar, benim tepelendiğimi görmediklerini ve kendilerinin bahçede
olduklarını söylediler. Şuurum kopuk kopuk: Saçımın bir asker tarafından berberin yerinde
kesilişi, onun alabildiğine tabiî bir davranış içinde bana rahatlık veren sükûneti… Arabaya
götürmek üzere iki kişi koluma giriyor, herhâlde yürüyemediğim için, yüzüstü sürüklenerek
arabaya götürülürken, bir ayık, bir kayıbım… Bütün vücuduma müthiş bir hissizlik ve
uyuşukluk hâkim şekilde, Kartal Cezaevi'ne getirildim. Sol bacağımın üzerine basamıyorum.
Bu hâldeyken, başlarında 4 sırmalı olduğunu sandığım bir Astsubay ve bir başka Astsubayla
birlikte askerler, beni tepelemek için bir odaya aldılar; ve sesimin çıkmaması için ağzımı
kapama çabaları sırasında, kaşımın üzerindeki gazlı bez veya pamuk söküldü. Dışarı
çıkarılınca doktor faslı: Pişkin olmadığı tedirgin tavırlarından belli ve besbelli ki "tenbihli" bir
adam, bana, "sırtında bir darbe falan yok değil mi?" dedikten sonra, muayene bitmiş olarak
önündeki kağıdı dolduruyor... Acelesini bildiğim Doktor'a, "yüzümde ve kafamda birşey yok
değil mi?" deyince, sanki kendisine farkında olmadığı birşey söylemişim gibi, "yok!" cevabını
verdi; ve oradan, koluma giren gardiyanlarla Cezaevi'nin müşahede bölümüne götürülürken,
bir gardiyanın arkadan sağ böğrümü bulan tekmesi... Hemen söylemeliyim ki, bütün bunları,
acıklı bir tasvir olsun diye değil, koruma ve kolluk görevinden, Cezaevi'ne kadar bir bütünlük
teşkil eden Adalet sisteminin hâlini göstermek için yazıyorum: (1) ölü (9) yaralıyla
neticelenen malûm operasyonun ardından "Devletin itibarı kurtuldu!" diyebilen Adalet Bakanı
Hikmet Sami Türk, evvelâ kendilerinin koydukları kanunlara saygılı olsalar ve bunun
uygulanışını takipte bulunsalardı, Devlet'in kendi asıl itibarının ADALET olduğunu da
göstermiş olurlardı... Neticede: 26 Ocak 2000 tarihinde, sol dizimden topuğuma kadar
öbürünün iki katı olmuş fil bacağı gibi bir bacak ve kafam gözüm yaralı hâlde, –tahkir edici
davranışlardan filân vazgeçtim!– karşınızdayım... "Yukarılardan" gelen tenbih gereği,
Mahkeme'de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini-imâsını almış olarak; ve
gazeteciler resim çekerken sünepe görünmem için, üzerimdeki yeleğin beni gösterişli yapması
sözkonusu edilip, huzurunuza çıkmış olarak... (Bunlar, mahkeme heyetinin gözü önünde
oluyor!)… Dönüşte, arabada anlayışlı tarafını farkettiğim sivil giyimli ve kendini Kenan diye
tanıtan Binbaşı’ya, yukarıdan beri anlattıklarımdan birkaç çizgiyle bahsettim ve “bu
davranışlar hukuka uygun mu?” diye sordum. “Hukuki değil, psikolojik!” dedi.
***
Yukarıda, müdaafamın girişinden istifadeyle yazılmış bir bölümü okudunuz.
NYMPHALAR’ın beni tahrikiyle, seneler boyu süren didişmelerimizde, eğer biri hakkında
kanaatim iyi ise, onu çapaklı, eğer kötü ise “cici” gösteriyorlar. Binbaşı Kenan, TELEGRAM
isimli eserimde de ismi geçen, cihazı bizzat kullanan olup olmadığını daha Kartal’dan
karıştırdıkları, 35 yaşından 70-80 yaşına kadar değişen görüntüler ve seslerle TELEGRAM’ın
baş aktörüyken, sonradan Duran Arar’ın rolünü oynadığı olan, benim şahsî kanaatimin
ağırlığına göre de, bilfiil işin içinde olmayan biri idi. NYMPHALAR, onun Binbaşı değil,
astsubay olduğunu söylüyorlar.
***
Hep şimdide yaşıyoruz; geçmiş ve gelecek hep “şimdi” içinde ve hâlinde. Metris
Cezaevi’nde, havalandırmada, hava soğuk ve yerler ıslak, bahçede turlayan üç kişi.
Hatırladığım, sözümün muhatabı Hasan Kapar:
— “Bak şimdi üç kişi, kanlı canlı, aranızda sohbet ederek geziyorsunuz. Aradan zaman
geçecek dışarı çıkacaksınız ve belki şu ânı hiç hatırlamayacaksınız! Öyle ki, ben size şu
ânınızı hatırlatsam bile! Hiç olmazsa şu sözümü hatırlayın ve size bir fotoğraf kalmış olsun,
dondurun bu ânı; bana, ben demedim mi dedirtmeyin…”Onlara lâtifeyle karışık olarak
söylediğim bu sözde, gece-gündüz dışarı çıkma hayâliyle yaşayan mahkum psikolojisine âit,
hayatın hakikati bir ironi de vardı. Çocukluğum diyorsun da, genel anlatım içinde kalan hiçbir
fotoğrafı olmayan yıllar geçmiştir. Günü gününe tutulmuş günlüklerin, eğer fikir ve muhasebe
yoksa, sahibi için bile leş kokan olması, hatırlasan ne olur, hatırlamasan ne olur intibâı
vermesi, bu yoldan da bir nevi “olmasa da olurlarla beraber mi yaşıyoruz?” dedirtmiyor mu?
Elbette, hiçbir ân boşuna yaşansın diye değil, ama bizde kalan hülâsa kıymeti ne ve hayatın
kıymetini anlıyor muyuz, vaktin kıymetini? Hazret-i Eyüb misâli, “nereden ne aldığın değil,
ne yaptığındır önemli olan!” hikmetiyle, hangi şartlar içinde neleri nelere vesile kıldığım, 11
senelik TELEGRAM maceram ve 8 senedir verdiğim eserler boyunca, nihayet; “Ölüm
Odası”nda görünmüyor mu? Galiba, bu eserde niçin hâdiselerin hülâsa ve özünü verir, ruhunu
işlerken, klâsik bir “işkence edebiyatı” içinde görünmediğim, öyle bilinmek de istemediğimi
anlatmış oluyorum. Kuru bir vakıa tesbitinin, herhangi birinin aile albümü kadar sizi enterese
etmez bir cansızlıkta kalacağı, tam öyle olmasa bile, benim Mahkeme’ye çıkışım dolayısıyla
aktardıklarımdan belli değil mi? Meğer ki, kuru vakıa nakli, canın cana bakmasına muhatab
olsun da, onunla ilim ve fikirleşsin. Bu iş ise, sadece nadidelere mahsus; bizim anlatımımız
ise, niyet olarak da umuma.

MÜŞAHEDEDE…
Bu gece, (22 Ağustos Pazar günü — 2010), NYMPHALAR’ın, vücuduma verdikleri
düşük yoğunlukta elektrik ve niteliği çeşitli hafif yollu lâf atmaları altında, KARTAL’da
müşahedeye konulduğumuzda ve geçen benim için 9 günde olup bitenleri hülâsa edeceğim;
çok da hevesim olmamakla beraber. İlerleyen bölümlerde gerektikçe geri dönüşüm bâki.
***
Arkadaşlar ikişer ikişer hücrelere yerleştirilirken, ben tek olarak bir hücreye
konuyorum. İçerinin, tuvaletten dolayı leş kokusu. Hâlimin tarifine gerek yok. İlk gece
hakkında fazla bir şey hatırlamıyorum; tam tersi olması gerekirken. Sadece, sağ tarafımdan
sol tarafıma, sol yanımdan sağ yana dönerken, kalbim mi duruyor ne, ışınlanma hayâline
uygun şekilde bir ânda bütün vücudum yanıyor ve ben kayboluyorum; dönünce yine şuurlu
hâlim.
***
Gündüz, müşahede bölümüne geçilen geniş boşluk diye hatırladığım yerden, Cezaevi
personeli veya başkaları da var, onların olağan sesleri. Bu sesler arasında, benim de ismim ve
bahsim geçiyor. Müddetini kestiremediğim bir zaman içinde, oradan “Savcı geliyor!” diye ses
de karışıyor ve onun bir Mafya lideriyle münakaşası; ve Savcı’nın benim aleyhimde bağırıp
çağırması. Sesler hayâl için kurgu. Arkadaşlar, bu sesleri duyuyorlar mı? Sanıyorum karşı
hücre boş.
***
Tuhaflıklar oluyor. Dışarıdan gelen seslerden, Savcı’nın Cezaevi personeline, konferans
verir gibi konuşması yanında, doğrudan kafamın içinde silik tonda onunla karışan ses ve
konuşmalar. Arkadaşların arada bir tekbir getirmeleri, birbirlerine hücreden hücreye
seslenmeleri, ihtiyaçlar çerçevesinde konuşmaları, benim işittiklerimden habersizler gibi
geliyor. Zamanla, yattığım yerden duyduğum seslerin, onlar tarafından duyulmadığını kesin
olarak anlıyorum. Duymaları da mümkün değil. Ranzanın üst kata uzanan içi boş demirinden
geliyor gibi. Acaba ranza demirinin içinden mi? Benim yaklaşıp uzaklaşmamla ses
değişmediği gibi, ben bir demire yaklaşırken, o radyodan gelir gibi olan çok düşük tondaki
ses, öbür demir tarafından geliyor. Orası da değil. Şu ayak ucundaki demirler? Bazen
üstümdeki ranzanın bana tavan olan demirlerinden. Galiba buldum; duvardaki belli belirsiz
hafif çukurdan gibi! Görünürde bir şey yok; sesin frekansı, acaba duvara gömülmüş bir
vericiden dolayı mı? Orada boşluk var mı diye, elimle vurup yokluyorum; herhâlde yok.
Nihayet; sakın cin ve cinler olmasın?
***
Salondan gelen o toplantı seslerinden biri, bilmem kaç dakika sürüyor, tekrar tekrar
kulağımda ve teybe alınmış bir ses, bilmem nasıl bana veriliyor. O zaman böyle bir düşünce
içinde idim. O konuşmada, benim Askeri Mahkeme’de yargılanacağım söyleniyordu. Yaralı,
hasta ve böyle biteviye başlayıp biten bir konuşmanın kesiksiz tekrarı. Ve benim, her
seferinde, bir hevesle sesin geldiği yeri keşfetme ve sükûtu hayâle uğramalarım. Kaçıncı
gündü bilmem, karşı hücreye Hasan Kapar geldi. Ona seslendim ve benim hakkımda sürekli
konuşulduğunu, duyup duymadığını sordum. Tahmin ettiğim gibi, duymuyormuş! Benim
kantin ihtiyaçlarımı sipariş ettiğini ve günlük gazeteleri yollarkenki tabiîliği, benim ne
bakımdan düşünüldüğümü de gösteriyor; işittiklerimin nasıl gerçekleştiğini nasıl anlatabilirim
ki? Bu şartlar altında, sayımlardaki olağan gıcık verme hareketleri, sözkonusu işler için bir
katık.
***
Herhâlde ikinci gündü; SANCAR KARTAL’ın şehid olduğunu haber verdiler. Bu arada
arkadaşların tekbir getirmeleri. Kapının önünden geçen bir gardiyan, “bu tekbir getirmiyor,
korkuyor!” diyor.
***
Hangi gündü bilmiyorum; boş olan benim yanımdaki hücreye, iki kişi koydular. “Bizi
bula bula teröristin yanına koydular!” diye, şikâyetamiz konuşuyorlar. Ya yalakalık etmek
için, yahud beni rahatsız etsinler diye kasden getirildiler. Bir-iki gece, kantin ihtiyaçlarını
gidermek bakımından garibanlıkları da dahil, ucu teröristle yanyana koyulmaya bağlanan
sızlanmalar. “O burada rahat etsin, bize gelince bir şey yok!” vezninde. Aklıma gelmişken,
ekmeğini “terörle mücadelede” arayan ve yaptıkları işin ahlâksızlığı kendiliğinden ortaya
çıktıkça her seferinde meşruiyetlerini “terör” diye izâh eden NYMPHALAR’a söylediğimi
aktarayım: Doğu’nun ekonomik berbatlığı terörden değil mi? Bunun yanında, “Batıda da
yoksulluk var, niye terör olmuyor?” diyorlar. Öyleyse, terör olmayan Batı’da, Doğu’da terör
için harcadıkları para gibi, terör olmadan zenginleştirmeyi gerçekleştirsinler; terör olursa
harcayacakları parayı harcasınlar, gerekeni yapsınlar.
***
Bir gün kapı açıldı, kapı önündeki gardiyanlar beni koridora çağırdılar; aklıma, hücrede
arama yapılacak olduğu geldi. Sigaramı basmak üzere kültablasına hamle ediyordum ki,
“gerek yok, yine gireceksin!” dediler. Herhâlde üst araması gibi bir şey. Sonra, “şurdan
gidelim!” dediler, herhâlde 3-5 metre ötedeki salon gibi açıklıkta arayacaklar. “Şuraya,
şuraya!” derken, elimde sigara, içeride parmak izi alma, fotoğraf çekme ile ilgili çağırıldığımı
anladığım bir küçük oda; beni hücreden çıkaran efendi, arsız arsız “elinde sigarayla buraya
geliyor!” demez mi! Odada, teğmen ve üsteğmen, bir kişi mi iki kişi mi ve birkaç asker var.
Başlarındaki o söze iltifat etmeden, bana gayet kibar bir şekilde, “Salih Bey, parmak iziyle,
fotoğrafınızı çekeceğiz!” dedi; “sigaranızı duvar dibine koyabilirsiniz!”… Kraldan çok
kralcıyla, kral arasındaki fark. İş bitti, gerisin geri hücredeyim.
***
Dokuzuncu gün, hani akla gelebilir, 15 gün dolmadan hücreden koğuşa çıkarılıyorum;
iltimas yapılıyor gibi. Tek kişi, 6 kişilik, iki katlı koğuşa. Mahkeme’ye hazırlanayım diye. 15
günün sonunda, yanıma arkadaş da geleceğini umarak. Hâlbuki, o günden başlayarak,
TELEGRAM’ın içli dışlı oyunlarının zenginleşmeye başlaması sözkonusu.

TARİH: 1999
Levha: 20 Ağustos 1983… Tasarruf ediliyorum… Kıvranıyorum… Sağ yanımdan, sırt
üstü hâle getiriliyorum… Gayr-ı iradî bu hâlden sonra, şuurum yerinde ve gözüm açık… Baş
gözüyle gördüğüm: Kafası sarıklı ve sırtında gri-siyah benzeri cübbesi olan bir adam,
kitablığın bulunduğu ayak ucunda ayakta dikilmiş… Normal boyuna rağmen, ne kadar da iri
görünüyor… Kanım, iliğim, kemiğim, ne varsa, bütün mevcelerimle cezbedilirken,
heybetinden yanıp kül olacak vaziyetteyim… Dehşet, dehşet, dehşetler içindeyim… Siyah
sakallı, hafif kemikli ve uzunca yüzüne dikkatle bakınca, iki kaş arasına bakmam gereğini
hatırlıyorum… Uzun, yay gibi inceden kaşları… Unufak olmak üzereyken, korkuyla
fırlıyorum… Elektrik düğmesine korkudan basamıyorum… Pencereden, uzakta patlayan bir
silâhın ışığını görüyorum ve sesini duyuyorum… Vücudum yerli yerinde… Peki olan biten
neydi?..
***
1999: (Türkiye’de ve dünyada, İslamî mücadelenin, evveli ve sonrasını kendine nisbet
ettiren tarihlerden biri.): 1000= 1.Yakub Çerhi: (Hacegân silsilesinin 18. büyüğü.): 1001.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1000= 1.
Şahîs: Büyük cüsseli, iri yapılı kimse: 1000= 1.
Şahsî: Şahsa mahsus, şahsa âit, dair. (Ledün: İndî, zâtî.): 1000= 1.
Şazz: Kaide harici olan. Müstesna bulunan: 1001.
Vazife: Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birine havale edilen iş.
Kıymet verilen iş: 1001.
Arz: (Erz): Yeryüzü, dünya. Memleket: 1001.
Teşerruk: Güneşte oturmak. (Yakub Çerhi Hazretleri: Ben güneşin çocuğuyum ve hep
güneşten konuşurum; — Ne geceyim, ne de geceye tapanların ki, uykunun masalını
anlatayım.): 1000= 1.
***
Hayye: “Gel, haydi” mânâsına. (Hayye: Yılan.): 18.
Hayy: Hayat. Bir şeyi cem ve ihraz eylemek: 18.
Zübde: Netice, hülâsa. Bir şeyin en mühim kısmı. Kaymak. Her nesnenin iyisi ve hâlisi:
18.
Cevza: İkizler burcu. Güneş Mayıs ayında bu burca girer: 18.
***
Hejdeh: Onsekiz sayısı: 21.
İhya: Diriltmek, canlandırmak: 21.
Rahman Sûresi, 20. âyet: (… Aralarında birleşmelerine engel perde var.): 2020= 1021.
***
Ezecc: Uzun ve ince kaşlı. (Üstadım, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin yüzünü tasvir
ederken, kaşlarının uzun ve ince olduğunu belirtmişti.): 11.
Ay: Âyât. Âyetler. Menziller. Mekânlar: 11.
Ezec: Süleyman Aleyhisselâm’ın yaptırdığı bina: 11.
Gade: Yumuşak bedenli kadın. (MERMARE: Yumuşak bedenli kadın.): 11.
***
Dahm: İri cüsseli, kocaman cüsseli. (Dahm: Cemaatin kuvvetli olması. Şiddetle def’
etmek… Dahme: Mezar, kabir, türbe.): 441.
Kısakürek: 441.
Salih Mirzabeyoğlu: 1441.
İki zebih: İki boğazlanmış. (Allah Sevgilisi’nin lâkablarından biri, “iki boğazlanmışın
oğlu”dur. Adak olarak yerine yüz deve kurban edilen babası Hazret-i Abdullah ve ceddi
Hazret-i İsmail’in yine yerine Allah’ın indirdiği koçun boğazlanması, O’nun “İki
boğazlanmışın oğlu” diye lâkablanmasına sebeb olmuştur. Babası, “boğazlanmışın oğlu”
oluyor.): 1440= 441.

VUKUF-U ADEDÎ
Sayı, hakikati olan bir dava ve Allah’ın varlıktaki sırlarından biridir.
***
Yakub Çerhi Hazretleri anlatıyor: Mevlâna Tacüddin’in sohbetine can attım. Buhara’da
bir meczub vardı. Ona güvenim yerindeydi. Yolda bu meczubu bir kenarda oturur gördüm.
Ona sordum: “Gideyim mi, gitmeyeyim mi?”… Cevab verdi: “Hiç durma git, tez git!”… Ve
oturduğu yerde, toprağın üstüne bir takım çizgiler çekti. Kendi kendime düşündüm: Bu
çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işaret olsun… Saydım; tek… Hoca
Hazretlerine varıp eteklerine yapıştım. Bana “Vukuf-u adedîyi; zikirde sayı bilgisi”ni telkin
ettiler ve “elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya dikkat et!” buyurdular ve yolda meczubun
çektiği çizgilerin tek oluşuna işaret ettiler.
***
Yakub Çerhî Hazretleri anlatıyor: Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, silsilelerini Abdülhâlik
Gücdevani’ye kadar gösterdiler ve bu fakiri zikirde VUKUF-U ADEDÎ, sayı bilgisine davet
ettiler. Ve buyurdular ki: LEDÜN İLMİ, işte, Hızır’ın Abdülhâlik Gücdevanî Hazretleri’ne
talim ettiği bilgi budur.
***
Hacegân silsilesinin Abdülhâlik Gücdevanî Hazretleri’nden sonra ana ölçü hâline
gelmiş onbir düsturundan biri, VUKUF-U ADEDÎ: Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, kalbî zikirde
sayıya dikkat ve riayetin dağınık “havâtır”ı toplayıp sildiğine işaret etmiştir. Bu, mücerret sayı
saymak değil, sayı çerçevesinde kalbî zikri derinleştirmektir; her nefeste tek rakamla biten,
Allah ismi zikri… “Dava, kemmiyette değil, keyfiyette çok zikirdir”; yâni huzur ve şuurlu çok
zikir. Kemiyet ne kadar fazla olursa olsun, eseri has olmayınca boşuna yorgunluktur.
***
Ehadiyet: Allah’ın her şeyde kendine âit birlik tecellisi.
Melekut: Allah’ın mutlak müessirliği. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye
münasib ruhu, canı, hakikati. Bir şeyin iç yüzü. Ruhlar âlemi. Hükümdarlık.
Bu iki kelimenin mânâsı, İBDA’nın bütün eserlerinde uygulamaya çalıştığımız bir usûl
ve metodu gösteriyor.

BİR MEKTUB: 30 OCAK 2010


Muhterem Kumandanım,
Selâm, hürmet ve muhabbetle.
Yoluna hayatınızı koyduğunuz dâvâ “yürüyor”, “yürüyecek”; İnşallah…
Sizin, “içerde” de olsa, varlığınız, “yaramızın” kabuk tutmamasını sağlıyor.
Kalbimizle hep sizinle beraberiz; ama kalıbımızla da yanınızda olamadığımız için
mahcubuz…
Büyük kervanın önüne düşeceğiniz günün hasretiyle doluyuz…
Dualar ediyor, dua bekliyoruz…
Kardeşiniz Muzaffer Doğan
(Bahçelievler Eski Belediye Başkanı)

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (17. Bölüm)

AĞLAMA ÜZERİNE
Bugün 27 Ağustos 2010. Akşam haberlerinde, Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un
veda konuşmasını dinledim. Sunucu’nun dediği gibi, konuşmasının bir yerinde, kendisine
desteğini esirgemeyen eşini, oğlunu ve kızını anarken, bir duygu yoğunluğu içinde, ağlayacak
gibi oldu, sesi boğuldu, kendini kontrol için sustu, kendini tuttu. DELTA Serdar, olağan
işlerini icra ederek, Avukat dönüşü oradaki konuşmalarla ilgili olarak, her lâfı alaya
döndürücü bir tekrar ve yorum yaparken, bu bana onların bir seneye yakın zamandır
işledikleri - alay ettikleri(!) benimle ilgili bir hususu hatırlattı: Heyecan, üzüntü vesaire gibi
sebeblerle ağlama hissinin de, insandaki tansiyon inmesi veya binmesi ile bağlantılı olarak
meydana geldiği iddiaları… Ben, bunu hatırlatarak, “şimdi Genel Kurmay Başkanı’nın
durumu, duygu yoğunlaşmasından mı tansiyona bağlanmalı, ağlama hissinden mi tansiyon
ilgisine?” diyorum. NYMPHALAR “durumdan dolayı” diyor. DURUM, dış şartlar mı, içimin
gördüğü mü oluyor. Tansiyonum düştüğü için mi o durumun verdiği his, o histen dolayı mı o
durumda tansiyon düşüyor veya çıkıyor? Her neyse. (Bu her neyse, tansiyonun indiği mi,
çıktığı mı meselesiyle ilgili.) Neticede: Herşeyi beden-beyin fonksiyonu ile açıklamaya
çalışan TIB ve PSİKOLOJİ anlayışının tersine, RUH bedensiz de VAR; ve ruh-beden ilgisi
içinde teşekkül eden ŞUURLU varlığımız, ruhu beden tezahürü olarak gördüğümüz yerde,
bizzat şuuru izâh edemiyor ki, onu sadece beyne bağlı olarak bilebilelim. Herşeyi beyin
organına bağlı gören PSİKOLOJİ anlayışının çöküşü. Beden ruhun delilidir.

SİNİR SİSTEMİNE GİRİŞ


NYMPHALAR bana, sistemlerinin tabiî amacı olarak beni aşağılamak üzere, benim
söylediklerimle benim hakkımda bir kanaatlerini söylüyorlar: “Sende hayâl yok!”… Sistemin
amacı aşağılamak da, bu söyledikleri, ona benzer bir şaka. Ama genelde bu soydan şakalar,
tutarsa benim için ciddi ve tehlikeli, onlar içinse başarı olur. Meselâ KARTAL’da, ziyaret
günü ziyarete çıkmadan evvel, ARAR bana, “seninkiler taksiyle geldi, şoförün adı NECATİ
tatlım; senin küçük kız arabadan inemeden, taksi vınn!”… Örneğini pek çok görebileceğiniz,
söylenen bir isim etrafında malzemesi sizin hayâlinize tevdi edilen delillendirmelerle pek çok
kurgularını yaşadım; sizin tabiî paniğinizin, frekans ayarıyla öldüresiye azdırılması şeklinde.
ARAR’ın, “tek başına bir yere kapatılan adama ne verirsen, gerçeği o olur!” hesabı; çünkü,
işin gerçeğini sokuşturabileceğin bir durumda değilsin. O günkü hâdisede, ziyaretçime hemen,
“sizi getiren şoförün adı Necati mi?” dedim. Evet; bir gardiyan veya asker, şoföre o isimle
seslenmiş, yâni tanışıyorlar. Hem korkumun boşluğunun çıkmış olması, hem “tek başına
kalırken bunu nasıl bilebildi?” denilebilecek olmasının memnuniyeti yanında, sözkonusu
hâdise TELEGRAMCILAR’ın taze tuttuğu bir olabilirlik olarak, hep canımı yakan bir
SABİTLİK arzetti. “Yarım doktor candan eder!” hesabı, yakınlarımın güyâ beni oyalamak
adına “üzücü” kurguları da böyle oldu; hani aynı şeyi –TELEGRAM sabitini– düşünme
monotonluğunu kırmak üzere, “hafif gerginlik” olsun niyeti.
Halbuki anlamıyorlar ki, domino tesirine döndürmek üzere TELEGRAMCILAR’a
malzeme oluyor. BOLU’da, kendi derdim olarak TELEGRAM’ın nasıl yapıldığı hakkında
düşünür ve bu arada kurguları içinde yaşarken, olmayan şey, NYMPHALAR’ın dediği gibi,
HAYÂL kurmamam; hiç kurmamak mümkün değil, ama şuuruna ermiş ve şuurlu olarak,
makul haddi aşmıyorum. KARTAL’da, dış şartlarla beraber beni yakan husus bu oldu:
HAYÂL… Bolu’da ise, en basit olabilir niyetine, “ses nereden, nasıl geliyor?” diye bile
bakmadım: Bunun ne demek olduğunu göreceksiniz. NYMPHALAR’ın benim için “hayâl
kurma” adına söyledikleri, HAYÂL hakikati ve melekesinin ne muazzam bir şey olduğu
hakkında yazdıklarımla ilgili, hani bir çelişki olduğunu belirtme. Ben de onlara
söylediklerimi, şimdi yazarken de bildikleri ve lâflamaları arasına not edeyim: Doğru, burada
bende hayâl yok, çünkü KARTAL’da beni yakan, hep sonu fos çıkmak üzere bir hayâlin
peşinden koşarken yaptığım kurguların, yorgunluktan öte, bitkinliği, bitirmişliği oldu.
BOLU’da, o öldürücü hayâlin yerine, KARTAL’daki hâlimi de içine alan HAYÂL’in ihya
ediciliğini gösterdim, gösteriyorum - sanıyorum. Kıvamı bozmamak üzere: Meselâ bir oda
içinde aranması gereken bir kayıbı, hayâlin sana açtığı ufukla bütün Cezaevi içinde arıyorsun.
Eğer şuurlu ve sistemli bir arayış içinde isen, onu bulamasan bile, o genişlikten odana doğru
arama alanını daraltırken, –bu teşbihin ne kadar isabetli olduğunu da göreceksiniz!–, arananın
bulunması şansını arttırmanız yanında, onu bulamasanız bile, sistemli bir düşünmenin verimi
hâlinde, bulunduğunuz yere nisbet bütün bir çevre verilerini tanıyıp işleyebiliyorsunuz. Hani,
kuru bir dalı devamlı sularsanız, o dal yeşermese bile, bir zaman sonra çevresinin çimen ve
çiçekle şenlendiğini görmeniz gibi… İBDA’ya mahsus bir hususiyeti de işaretleyeyim: Beşerî
sistemler, sistemin bir noktasındaki ilmî verilerin hakikatinin değişmesiyle, SİSTEM-ASIL
olarak çökerler. Bunun yanında her soylu sistem, “en azından söylenişindeki ihtiyaç doğru
ya”dan başlayarak, gerilerinde doğru ve hakikat öbekleri bırakırlar; çökmüş olsalar da. Oysa,
bir RUH, ANLAYIŞ ve SİSTEM ifâde eden BÜYÜK DOĞU-İBDA, Mutlak Fikir’e nisbetle
bir VASITA SİSTEM olduğu için, mahiyetine giren veriler, zaten sistemin kendisine âit bir
prensib olarak, TE’VİL ve TÂBİR’e mevzu olurlar, bu yüzden sistem kendini her ân ihyâ
edebilir. Tıpkı, “İslâm’da idare biçimi yok, bir idare ruhu vardır” aslı gibi. Her sistemin melûl
olduğu yerde, MUTLAK FİKRE NİSBETLE kurulu sistem, her sistemin arta kalanlarını bu
esasla istismar edebilir. Bu mesele, “şuur seviyesinin her değişiminde hakikat seviyesi de
değişir”e sistem çapında tek alternatifin İSLÂM olduğunu da gösteriyor.
***
Herşey bizde ve biz herşeydeyiz. Bu anlamdaki şuura, SAF ŞUUR diyebiliriz; böyle bir
şuurun gerçek ve vehim olması ihtimâli vardır… Organik ve sosyal varlığımız meydana
çıkınca, o silinir; bir anlamda o, vehimdir. Fakat aktüel varlığımız, varlığın sonsuzluğu ile
birleşince, âlemi kuşatan en büyük güç hâline gelir.
***
Beyin, şuurun yeri değil midir? Bu soru üzerine kafa yorulduğunda, gerçekte şuurun,
“fizikî duyularla elde ettiği bilgiden başka”, kendisini mekân içerisinde bir yere
yerleştirmesinin sözkonusu olmadığı görülür. Bundan, şuurun görünürdeki yerinin –beynin–,
gerçek yeri olduğunun ileri sürülemeyeceği neticesi çıkar. Gerçek şu ki, şuur için mekânî bir
yer tahsisi mümkün değildir; sadece DUYUYA ÂİT BİLGİ’nin odak noktasına yer tahsis
edebiliriz. Şuurun mekânî olması kabul edilse, o zaman hacminin, maddî bir formunun,
şeklinin ve sınırlarının olması da iktiza ederdi. Bu hakikatler, şuurun zamanî olarak yerinin
olmayacağını da gösterir.
***
Herşeyi gören, ama kendisi görünmeyen göz gibi, “arayanın, yerini bulamaması,
arananın bizzat kendisi olmasındandır.” Denmiştir. “Müşahede eden, müşahede edilen”e
benzer şekilde, düşünen ve düşünce arasında da bir bağ vardır; düşünce, düşüneni doğurur ki,
bu da düşünceyi yeniden doğurur. Bundan dolayı BEYİN’in düşünceyi doğurmasından
ziyâde, beyni üreten düşüncedir.

SİNİR SİSTEMİ
Betatron hakkında inceleme yaparken “Sinir Sistemi”ni derli toplu ve hülâsa olarak
ortaya koyan Dr. Hakkı Açıkalın’ın yazısını, TELEGRAM cihazının bir niteliği diye
gördüğüm BETATRON’un ve sair TELEGRAM tesirlerinin nasıl olduğu bilinen ve
bilinmeyen bütün yönlerinin mekân haritası olarak aynen buraya alıyorum. “Kafamın içinde
video oynuyor gibi, gözüme şöyle vurdular, kulağıma böyle oldu, el ve ayak parmaklarımı
oynatıyorlar, tenasül uzvumla oynadılar, vücudumun filân yerini böyle dürttüler” benzeri
ifâdelerimde, işin tıbbî yönüne âit bir iz olsun, anlattıklarımdan kanma hissi doğsun diye. İşin
beden yönü.
***
ÇEVRE SİNİR SİSTEMİ: Merkezî sinir sisteminde yeri olmayan kolektif sinir
yapılarını adlandırmak için kullanılan bir terimdir. Sinir hücrelerinin gövdeleri Beyin ve
Omurilik’teki Merkezî Sinir Sistemi’ni döşerler. Bu hücrelerin daha uzun olan uzantı
kısımlarına “axon-eksensi uzantı” adı verilir ve bunların üst ve alt âzâlara (kollara ve
bacaklara) ve vücudun bütün taraflarına uzanırlar. Eksensi Uzantılar’ın büyük bir bölümüne
genel olarak sinir adı da verilir.Çevre Sinir Sistemi’nin duyumu merkeze götüren sinirlerinin
hücre gövdeleri ard kök boğumu’nda bulunurlar, orayı döşerler.
***
MİKRO ANATOMİ: Sinir sistemi mikro “skala-mikyas, derece”de, en temel ve birincil
olarak nöronlardan (sinir hücreleri) yapılmıştır. Mamafih, “glial-destek hücreleri” de çok
önemli bir rol oynarlar.
***
NÖRONLAR: Bunlar elektrikî olarak uyarılabilir olan sinir sistemi hücreleridir. Bu
hücreler bilgiyi üretirler ve iletirler. Nöronlar beynin, omuriliğin, omurlar arası ön sinir
hüzmenin-şeridin ve çevre sinirlerinin “merkezî-çekirdek” parçalarıdır. Çok sayıda değişik
nöron tipi vardır: Duyu ile ilgili Nöronlar dokunuşlara, sese, ışığa ve duyu ile ilgili organları
etkileyen birçok uyarıya cevab oluştururlar ve omuriliğe ve beyne sinyal gönderirler. Motor
Nöronlar adını verdiğimiz “hareket ettirici” nöronlar, beyinden omurilikten sinyalleri alırlar
ve kas kasılmalarına yol açarlar. Ara nöronlar, beyin ile omurilik arasındaki nöronları
birbirine bağlarlar.
***
GLİA HÜCRELERİ: “Nöron olmayan hücreler” olarak anılırlar. Bunlar beslenmeye,
homeostares’in muhafazasına, mylin isimli maddenin oluşmasına destek olurlar ve sinyal
aktarımına katılırlar. İnsan beyninde GLİA hücrelerinin diğer nöronların 10 misli olduğu
düşünülmektedir.Glial hücreler nöronlara destek verirler ve onları korurlar. Bu sebeble Sinir
Sistemi’nin “tutkalı” veya “birleştiricisi” olarak da bilinirler. Glial hücrelerin dört temel
fonksiyonu, nöronları kuşatmak, sarıp sarmalamak ve onları yerli yerinde tutmak, nöronlara
oksijen ve diğer besleyicileri temin etmek, bir nöronu diğerinden ayrı tutmak, ayırıp izole
etmek, hastalığa sebebiyet veren mikropları ve ölü nöronları tahliye etmektir.

***

FİZYOLOJİK BÖLÜNÜM: İnsan Sinir Sistemi’ni, Anatomik yapısından ziyâde


fizyolojik olarak bölmek daha pratik olarak düşünülmüştür. Burada muhtelif “nöronal yollar-
fonksiyonel yollar”ın, Merkezî veya Çevreye âit olmalarından bağımsız olarak oynadıkları
roller esas alınır.
Somatik-bedenî sinir sistemi, iradî vücud hareketlerini tertib etmekten mes’ûldür.
Örnek vermek gerekirse, bunlara “şuurun kontrolü altında bulunan faaliyetler” diyebiliriz.
Otomatik Sinir Sistemi, gayr-ı irâdî fonksiyonları tertib etmekten mes’ûldür. Misâl olarak,
nefes almak ve sindirmek faaliyetlerini verebiliriz
Bu bölümlendirmeler, sinir uyarılarının iletilmeleri ile ilgili olarak da yapılabilirler.
Duyu ile ilgili nöronlar aracılığıyla uyarıyı beyine veya omuriliğe ileten sistem impulsları
bedenî alıcı’dan Merkezî Sinir Sistemi’ne taşır.
Motor Nöronlar aracılığıyla uyarıya cevab veren sistem, impulsları Merkezî Sinir
Sistemi’nden –cevabî mânâda– bir faile taşır.
Ara Nöronlar’dan müteşekkil olan Vardiya Sistemi, Yedek Sistem, duyularla ilgili
nöronlarla motor nöronlar arasında impuls aktarımı sağlarlar. Hem Merkezî, hem de Çevre
Sinir Sistemleri içinde faaliyet gösterirler.
Nöronlar arasındaki bağlantı noktalarına Sinaps adı verilir. Bu sinaplar çok dar bağlantı
alanlarıdır. Nöronların arasındaki boşluğa “sinaptik aralık” adı verilir. Bu bölgede bir aksiyon
potansiyeli, bir nörondan diğerine aktarılır. Eylem akışı, sinirler arasında böylece sağlanmış
olur. Sinir impulsları veya mesaj bu yolla, bir yerden diğerine aktarılır. Mucizevî bir sistem ve
işleyiş olduğunu belirtmemiz gerekiyor. İş, mesajın sinaptik aralık yoluyla sinire âit iletme
yoluyla aktarıcılarının kullanılmasıyla ilgili yere ulaşmasına varır ki, amaç böylece hasıl olur.
Neurotransmitter’ler dediğimiz sinir iletme aktarıcıları, bilâhare komşu nöronun alıcı
alanlarına kenetlenirler. Bu uyarı bir sonraki sinapsa aktarılır ve devir bu şekilde sürüp gider.
Sinir impulsları nöronun içindeki ve dışındaki “ion-yüklü atom” dengesinin değişimine
işaret eder. Çünkü, Sinir Sistemi bir elektrikî ve kimyevî sinyaller tertibini kullanır ve bu
metod akılları zorlayacak kadar süratlidir. Sinyalizasyonun kimyevî vechesinin elektrikî
yönünden daha yavaş olmasına rağmen bir sinir impulsu reaksiyon üretme mevzuunda
yeterince hızlıdır. Bir organizmanın etrafındaki tehlikeyi algılayabilmesi açısından hız gerekli
ve önemli bir karakteristiktir. Böylelikle, yaralanma ve ölme riski bertaraf edilmiş olur.
Meselâ, elimiz sıcak bir sobaya veya ütüye değdiğinde eğer sadece kimyevî aktivite faaliyette
olmuş olsaydı, sinir sistemi elimizi veya kolumuzu sobadan uzaklaştırdığımız için gerekli
sinyali yeterince hızlı bir biçimde gönderemeyecekti. Bu cümleden olarak, Sinir Sistemi’nin
hızı hayatî seviyede belirleyici olmaktadır ve bunun ne kadar karmaşık, üstün ve göz
kamaştırıcı olduğunu takdir ve ikrâr noktasında duruyoruz.
***
(Bizim burada asıl vurgulamak istediğimiz, İMPULSLAR; bedene âit, ama ruhî
kavramlarla ifâde edilen… İMPULSE: İtici, kuvvet, sevk, tahrik, teşviki şevk, âni his, saik.
Çok kısa zamanda tesirini gösteren büyük kuvvet. Kendinden hareketli.)

AĞLAMAK ÜZERİNE
Merkezinde varlığını bâki kılana, kendi varlığına dair aşk ve korku bulunan, şevk,
heyecan, sevgi, endişe, gam, keder ve sevinç duygularının “bir yerinde”, bunların ifâdesi olan
malûm gözyaşı; ağlamak. Gönlün ifâdesi. Bu genişliğe tercüman olmanın yanında, yapmacık
sulanma, riyâ ve zırlamaya kadar, hattâ mesnedsiz görünüşüne şahid olduğumuz bir hâl. Nasıl
olursa olsun, hep his ve madde cebhesi beraber. Hissin derinden bir mânâya doğru gittiği
yerde, fizikî eşlik olsun olmasın, o, fikirleşen, fikir olmuş, erimiş fikir bir keyfiyettir.
***
NYMPHALAR bana, hani yana yakıla hâlini anlatan adama alay etmek için “ağlıyor!”
veya “ağla ağla!” dersiniz, hem bu bakımdan, hem de KARTAL’daki bir takım TELEGRAM
kurgularını hatırlatmak üzere, “ağla, ağla!” diyorlar. Ben de onlara, fikirleşen bir hınç
karışımı hâlinde, okuduğunuz ve TELEGRAM altında yaşarken doğrudan veya dolaylı bu
hâdiseye temas edici, TELEGRAM’ın vesile olduğu 15 eserimi hatırlatarak, “ağladığım belli
olmuyor mu?” diyorum. Doğrudan TELEGRAM’a temas edenler, bu bütün içinde bir vesile
ve parça: Beni, dengesiz bir deli ve manyak durumuna düşürmek üzere, hainlikle elele
yürütülen bir durum içinde, “işte ben!” diyen. “Vesileye sarılınız!” buyuran Peygamber
sözüne riayetle, zehiri bile şifâya tahvil eden.
***
KARTAL Cezaevi’nde, hastahânelik olduğum ilk 6 ay içinde, –son birkaç gün hariç
yalnızım–, yürürken, otururken, namaz tabiî olarak, uyurken, velhasıl bütün günüm tesbihatla
geçerken, şu sözü ağızlarına pelesenk ettiler: “Ağlıyor, ağlıyor!”… Cin mi, cihazdan mı
derken, bitişik veya uzaktaki havalandırmadan ve koridordan çıplak sesle, tesbihat ve duanın
ismi, aşağılama niyetiyle, AĞLAMAK.
***
İdamla yargılandığım mahkemelerden birine gidiyoruz. Ön bölgede üç kişiyiz, herhâlde
dört asker de var. Diğer askerler, arka bölmede. Bizim bölmede, iki bölme arasındaki kapının
dibine çökmüş, Çingene olduğunu zannettiğim bir gardiyan da var. İçerinin havasızlığı vesaire
önemini kaybetmiş bir şekilde, “cin mi tasarruf ediyor, cihazla mı yapıyorlar?” kararsızlığı
içinde, sanki bayılacakmışım gibi, suyumu çıkarıyorlar. Kararsızlığın başlı başına bir eziyet
olması şu yüzden ki, Sadettin Ustaosmanoğlu’na bana Kur’ân okumasını söylüyorum; ama
neye karşılık olarak? O, cin niyetine okuyor, ben de Ayet-el Kürsi, Felâk ve Nas sûrelerini,
kesiksiz, devamlı. Bu arada, o Çingene gardiyanın, transa girer gibi, tasarruf eder gibi, gözleri
yumulu bir şekilde kasılmaları. Bugün, onun o hâlinin, bana cihaz dalgası hâlinde verilen
telkinle olduğunu anlıyorum. O gün ise, bir Şaman işi tasarrufa yoruyordum. Böyle, baygınlık
kıvranmaları içinde Mahkeme’ye vardık. Mahkeme’nin ne önemi(!) var! Verilen arada,
koridordayız. Bizden yaklaşık 15 metre uzakta olan şimdi ismini unuttuğum, –hatırlayınca
yazarım–, Teğmen veya üsteğmen ile, Çingene gardiyanın seslerini-konuşmalarını duydum.
Gardiyana, “tüh be, ağlatamadık! Gazetecilerin önünde ağlasa ne güzel olacaktı!” diyor.
Onların konuşmalarını duyup duymadığını Sadettin’e soruyorum, o duymuyor. Bu türlü,
benim işitip de başkasının işitmediği ses ve konuşmalar, Telegram cihazının başlıca
hünerlerinden biri.
***
BOLU CEZAEVİ’nde, tek kişilik hücredeyim ve havalandırmada da yalnızım. Yâni,
şimdiki gibi, aynı havalandırmaya açılan üç tek hücre değil. Oyalanmak için, havadan
geçecek bir kuş veya uçak, beklenen kısa bir seyir beklentisi. Çok, çok, çok yükseklerde uçan,
Kartal büyüklüğünde bir kuş; ötmesi, kaba bir karga sesine benziyor. NYMPHALAR’ın
mantıklısı diye gördüğüm, o zaman ismini Orkid koyduğum, bilgisayarcı olmayı
yakıştırdığım birinin lâflamaları arasında, bahsi geçen kuşun sesi, benle alay etmek üzere,
safha safha yakınlaştırıldı ve havalandırma içinde bana 3-5 metre mesafeden duyuruldu. Tâa
uzaklardaki bir adamın, size birkaç adım öteden gelen konuşması gibi. Bu, cihaz marifetiyle o
sesin size yaklaştırılması mı, yoksa sizdeki sese dönük dikkatin, siz bir radyosunuz da, sesin
kısılıp açılması gibi işitme algınızın ayarlanması mı? Birinci durum için söylenebilecek olan
şudur: Kuşun ötmesi ile eşzamanlı olarak, kuşun sesi alınır ve cihazla size istenilen mesafede
duyurulmak üzere gönderilir. Doğrudan beyne değil de, radyo veya televizyon sesi gibi
dışınızdan duyacağınız bu türlü marifetlere, “ses indirme” diyorum. Tâbir aklınızda kalsın:
SES İNDİRME. Bunun da, başkasının duyup duymadığı örnekleri var, ama şimdi mevzuumuz
o değil.
***
2005’in Temmuz ayında, iki kişilik teklilerin bulunduğu bir yerde tek kişi kalmak üzere
alındığım zaman, telefona alındığımda ve ziyaretçilerle görüşmemde, itminana ermiş, temel
görevini bitirmiş biri olarak, hepsiyle helâlleştim. NYMPHALAR’ın çalışma usûllerine
uygun, o zamanki “yoklamacı tahlil gibleri”nde bir alay muamelesi olarak kalan, benim
heyecandan ve hamaset duygularıyla dopdolu, ağlar gibi olmam… Bu husus da, bütün alay
etme niyetleri gibi, onlar aleyhine bir alay malzemesi oldu. Olması gerektiği gibi. Allah’a
şükrederim!
***
Kartal Cezaevi’nde, bütün gözyaşlarım içime aktı ve Telegramcılar’ı güldürecek hiçbir
tezahür olmadı. Süngerin sıkılıp da suyunun kalmaması bir yana, süngerin kendi sünger
olarak bile varlığını idrakten çıkmaya başladığı demlerde, ARAR’ın yakınlarımla ilgili “facia”
kurguları bile elimden bir şey gelmiyor hissizlik hissinde erirken, onun “yuh, ağlamıyor bile!”
kışkırtmaları karşısında, birden gözyaşımın kuruduğunu fark ettim; bir uzvun kaybı gibi.
Yeminle: Musa Aleyhisselâm devrinde yaşamış bir adama, ceza olarak “senden dua ve
gözyaşını kaldırdık!” denmesindeki hikmeti sezdim. Yaşadım. Şu farkla ki, bendeki gözyaşı
olmaması, iç değil de, dış yüzüyle ilgiliydi, gözümden yaş akmıyordu. İşte komiklik:
Gözümden yaş geliyor olsa, onu tutmayacaktım. Ama bedenim benden ayrı.
***
“Sefillerin en sefili bir âlemde”, en sefiller sınıfından insanların(!) meslekî hünerleriyle
karşılaştım; ve meslek ümidi içinde yaptıklarıyla: TELEGRAM’dan bahsediyorum. Her ne
olduysa oldu, her ne oluyorsa oluyor; fikri zikir olarak yaşamaya çalıştığımdan. Asıl nefret
ona; gerisi bahane ve fasarya. Ama, öte âleme nisbetle, bir müminin bu dünyada olanların
“fasarya” olduğu inancını kazanması gerektiğini biliyorum; iş, oluş zorluklarını sıçrama
tahtası yapabilmekte. Bu yolda yaş olarak ihtiyarlamak, ama şevk olarak genç kalabilmek;
bundan pay sahibi olduğumu gösterdiğimi biliyorum. Pay sahibi olunması gereken, Allah
Sevgilisi’nin sözüdür: “Benim bildiğimi bilseydiniz, daha az gülerdiniz ve daha çok
ağlardınız!”… Aşk ve korku; her şeyin hedefi ötelerde, öte âlemde. Gerçek kazanç ve kayıb.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (18. Bölüm)


GİRİŞ İÇİN BİR DENEME
Yakınlarımın getirdiği bir kitab: ANLATMAK İÇİN YAŞAMAK. Lâtin Amerikalı,
Gabriel Garcia Marquez isimli yazarın eseri. Takdiminde şöyle bir cümle:
— “Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl
hatırladığıdır!”
***
Bu söz, ilk ânda “yazarca ukdeli bir söz” söylemeyi andırsa da, gerçekte belki onun
kasdını da aşan bir mânâda derindir ve bir yönüyle hayatı İBADET için görmeye kadar gider.
Hayat zaten bütünüyle, Allah’ın kuluna hatırlattıklarından ibaret; bu asıl içinde de, malûm
hatırlama keyfiyeti, derin bir tecridte, kendini bu hikmette ve onun için bulur. “Zaman, kadans
dedikleri ahenk helezonuna, vakıaların posasını değil de, keyfiyetini yerleştirmekten başka
GAYE tanımaz!”
***
Zamansız ve mekânsız olarak “geçmiş” hafızamızda, sabahtan akşama değişen ışık
altında bir albümü seyreder gibi, geçen zaman boyunca değişen hatıralarımızı hayâlde
canlanmış olarak seyrediyoruz; ve tahayyülle tasarrufta bulunarak, geriye ve ileriye doğru
düzenliyoruz. Anlatma’nın düzeni “anlatmak” için de, “nasıl” hatırlamak; ruhun, ruhîliğin işi.
Hatırlamak da ruhî bir aksiyon!
***
Suyu elekten geçirircesine yaşadığımız günlük hayat talâşesinden, aradan seneler
geçince kalan ne? En entipüften takılmış olanlarıyla beraber, içinde bulunduğumuz ânda
hatırlayabildiklerimiz neyse o. Onlar da, geçmişimizi hülâsalandırmanın dama taşları.
Aradan 8 sene geçti. Metris Cezaevi’nde iken arkadaşlara teselli babında sık sık
söylediğim ve gerçekten çocukluktan beri çok derinden duyduğum bir sözü, yağmur altında
sırılsıklam tur atan üç kişiye hitaben söylüyorum:
— “Bakın şimdi, şu şartlar altında yağmurda ve düşüncenizin kıyısında dışarıda olmak
isteği, yürüyorsunuz. Dışarı çıkacaksınız ve çok büyük bir ihtimâlle şu ânı ve hâlinizi
hatırlamayacaksınız bile. Bak uyarıyorum da; bu ânı unutmayın!”
Canlı adama mezardaki hâlini anlatmaya davranmak gibi, canlı şimdiye, geçmişini
hatırlatmak ve hissettirmek, çoğu zaman zor oluyor. Nitekim üçü de, bütün hasseleriyle
yaşadıkları o ânın canlılığı içinde, sözüme şübheyle bakarlarken, hiçbirinin sözümü
hatırladıklarını sanmıyorum.
Muhtelif kimselere, muhtelif defalar söylediğim ve hiçbir resim kalmayan sözümü,
sözkonusu üç kişiye bir resim kalsın diye çok ısrarla telkin etmeye çalıştım; ama biri hariç,
ikisinin ismini ve resmini ben bile unuttum. Mevsim kıştı ve akşamüstü idi, hepsi bu.
Mevsim yine kış ve o günden bugüne 8 sene geçti; yeni yılın 5. günü Cuma gecesi
ŞEHİR’deki farelerin verdiği rahatsızlık altında bu hikâye edişe başlamama vesile kelimeyi
buldum: BELİNOGRAF… Yâni telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı, uzak mesafeye
nakleden cihaz.
***

Konuşma sesleri, çıplak ses dediğim tabiî bir ses değil de, sanki mikrofondan geliyor
gibi; mesafe, ana koridorun oralar. Bayan Doktor, onlara, “ilginç bir denemeyi berbad
ettiniz!” diyor. Yâni ben, ilginç bir denemenin kobayı oluyorum. Kobay farelerin ortasına
kobay diye bırakılan ben, onları kendime kobay kıldım. Hâlen devam eden bir süreç.
KARTAL’ın sağlamasını da gerçekleştirdiğim ilginç bir deneme oldular benim için.
***

2007’nin ilk haftasındayız. Bundan sonra tek tek tarih yazacak değilim; dönüm noktası
niteliğindeki tarihler hariç böyle. Farelerden biri, 2006’nın Temmuz ayında, 13. veya 14.
günde kendini asarak intihar etti. Namazda taciz edilirken hatırlatılan bu hâdise, aslında şu
ânda hepsinde mevcut bir psikolojiye uygun olarak, yanıbaşında bana o farenin durumunu
hatırlattı: “Beni, gazoz şişesinin içine koydular!”… Bu, mevzu olarak, karikatür tarzında
işlenmiş bir şey olmasına rağmen, söylendiği zaman aklıma gelmediği gibi, gerçek ve olabilir
diye yaşadığım-hissettiğim, sıkıcı ve boğucu, onlar adına güzel bir buluştu. “Cinler, beni
gazoz şişesinin içine koydular!”… Niçin olmasın?
***
Beni, altıma işetmeye, yatağımı ıslatmaya, aramalarda da bunun böylece görülmesi için
epey çaba harcadılar; cihaz marifetiyle. Bu arada, altını tutamayanlardan birinin, onlardan
olduğunu öğrendim. Bu arada, öğrendiğim başka bir şey, yan hücrede kalan bir mahkûmdan:
İsmini duyduğum ama görmediğim, eskiden çıkan bir karikatür dergisi, porno muhtevalı
çıkan… Bu dergiye mektub yazarken vesaire, mektub arkadaşlığı, derken Cezaevi’ne ziyarete
gelen kızlar; onların erkek mahkûmlara harçlık getirmeleri, ilerleyen ahbablık ve tabiî ki
malûm yakınlaşmalar. Bu yüzden, kimi evli mahkûmların eşlerinden boşanmaları veya
boşamaya karar vermeleri. Bunlardan biri, 13-14 senedir kendisini bekleyen vefakâr ve
cefakâr eşini boşuyor. Sonra, Nevşehir ve Niğde’ye nakil; ve ziyaretçi kızlardan ortada kimse
yok, harçlıklar da kesiliyor. Kısaca; dejenere edilmiş ve grub arkadaşları tarafından da
dışlanmış, bu suretle “eli mahkûm” hâline getirilmiş, kullanılan mahkûmlar. Bizim
yumurtasız homoseksüeller de, siyâsîleri kendi kullanabilecekleri hâle getirmenin zavallı
piyonları olarak, böyle bir rol üstündeler… TELEGRAM cihazıyla da, benim üstümde.
***
ŞEHİR’de gördüğüm (2003 veya 2004), bir fotoğrafla resim arasındaki fark gibi ayırt
ettiğim, sun’i bir rüyâ: Çok güzel, parlak ve kalın kâğıtlı bir kitab. “Özlü Sözler” kitabı gibi
ve her sayfada bir veya birkaç cümle; yerli ve yabancı adamlardan. Bir sayfada, “Devlet’e
ihtiyatlı itimad!” yazıyor ve altında sözün sahibi niyetine: Hacı Bayram Veli…Başka bir
sayfada, “roman okumak gerekmez!” yazıyor; kimin olduğunu unuttum. Bir başka sayfada da,
bir Sosyolog’a âit bir söz. Kitab sanki güzel sanatlarla ilgili gibi. Sözkonusu lâflar, sayfaların
ortasında, köşesinde vesaire ve süslenerek çerçeveye alınmış gibi, yahud buna benzer
figürlerle.
Sözkonusu rüyânın verdiği metalik duygu bir yana, zihne yollanan bir zorlamadan
oluşu, HACI BAYRAM VELİ ADINA EDİLEN SÖZDEN BELLİ! Sahte ve gerçeği uykuda
bile tefrik edici durumumuz, ŞEHİR’de bize bolca tatbikleri sırasında uykudan ânî
kalkışlarımızdan da anlaşılmıştır herhâlde; yapanlarca!
***
21 Ocak 2007’de, Özgür Gündem gazetesinde çıkan bir haber: Susurluk
soruşturmasında adı ciddi iddia ve belgelerle gündeme gelen tek asker, MHP’ye yakınlığı ile
tanınıyor. JİTEM’in kurucusu olduğu belirtilen Veli Küçük, Kocaeli İl Jandarma Alay
Komutanlığı yaptı. Adı ilk kez Hanefi Avcı’nın Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi
Başkan Yardımcısı olduğu dönemde Susurluk Komisyonu’na verdiği ifâde de ortaya atıldı.
Küçük’ün kazada ölen Abdullah Çatlı ile defalarca telefon görüşmesi yaptığı belirlendi.
Avcı’nın suçlamaları üzerine İstanbul DGM, Genelkurmay Başkanlığı’na suç duyurusunda
bulundu. Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanvekili Kutlu Savaş’ın, Susurluk raporunda
“YEŞİL” kod adlı Mahmud Yıldırım’ın kullandığı belirtilen cep telefonu numarasının,
Küçük’ün üzerine kayıtlı olduğu da ortaya çıktı. Küçük, Susurluk hâdisesinde adının geçtiği
dönemde Giresun Jandarma Bölge Komutanı idi. Daha sonra, Çanakkale 116. Jandarma Er
Eğitim Alayı’nda görev aldı. Ağustos 2000’de emekli edildi. Emekli olduktan sonra bir
marketler zincirinin Yönetim Kurulu Başkanı oldu, ancak adı değişik iddialara karıştı. Küçük,
Ağustos 2007’de İran-Azerbaycan ilişkilerinin gerildiği bir dönemde Bakü’de ortaya çıktı.
Azerbaycan’daki darbe girişimine adı karıştı.

AÇIKLAMA
Yukarıdaki giriş yazısını, 2007’de bir ROMAN üslûbuyla TELEGRAM’ı anlatmak
niyetiyle kaleme aldım. Böylece, işin teknik yönüne dair söyleyemediklerimden de
kurtulacaktım. Fakat sonradan vazgeçtim. Tekniği üzerindeki yanılmalarım da,
TELEGRAM’ı yaşayan biri olarak, zan hükmünde de olsa, bir kıymeti olacağını düşünerek,
“şartların elverdiği ölçüde”, düz şekilde yazmaya karar verdim. Ama o girişi yazmamın pek
iyi olduğunu, şimdi daha iyi anlıyorum. 2007, benim NYMPHALAR’a söylediğim sözlerin de
başlangıcı oldu: 2005-2006 yıllarında; kuru merak saikiyle ve işin aslına dair anlattıklarım da
silinmiş, –gerçekliği hakkında kulis atılmış olduğundan–, sorulara pek cevab vermedim.
Cezaevi’ndeki arkadaşlara, lüzumsuz konuşmamalarını tenbih ettim. O günler, Kartal’daki ilk
günleri ve sonraki yarım yamalak bilinenleri andırıyordu; ve ağırlık, benim yalnız kalmamdan
mütevellid “psikolojik” durumuma yorulmaya hazır. Ve Mahmud Efendi Hazretleri’nin,
kararıma uygun sözü: KONUŞMASIN… İşe sıfırdan başlar gibi işi toparlamaya başladım.
ISLIKÇILARIN da, bilip bilmediği hususu zamanla netlik kazanınca, bilmezden gelme
sadece hukuka kaldı. Çeşitli çekişmeler içinde, görevini cihaz başında yürüten
NYMPHALAR’a, “zaman aleyhinize işliyor, derdiniz neyse ortaya çıkın!” diye defalarca
söyledim. 2006 Temmuz veya Ağustos’undan sonra, onlar adına talihsiz bir kaza neticesinde,
Müdür ve hamarat birinin öldüğünü duydum.
NYMPHALAR her ne kadar “çalışkan” tutumlarına devam ettilerse de, bugün
kendilerinin de reddedemediği gibi, bende hâdiselerin gelişimine dair bir imân oluştu. Bunun,
bugünkü ifâdesi şudur: “Benim kurtulmam için ne olması gerekiyorsa olur!”… Bunu, “ne
yapabilirsin ki?” alaylarına karşılık ve yaprak kımıldamadığı zaman söyledim. Özgür Gündem
gazetesinden o gün yaptığım iktibas, sadece KARTAL’daki YEŞİL kod adlı kişi için benimle
ilgili yaptıkları bir kurgu ile alâkalı olarak, tedâî unsuru diye kullanmak içindi. Gelişen
hâdiseler sonunda, malûm ERGENEKON işleri, NYMPHALAR’ın pek çok şeyden habersiz
olduklarını ve “cahilliklerinden” dolayı bol kepçe atıp tuttuklarını da gösterdi. Benim günlük
ve günübirlik gündemlere alâkasızlığım ve tabiî ki cihaz tesirindeki hâlime mukabil,
“hâdiseleri raksettiren keyfiyet” hâlinde mücerret fikirlerim-sezgi ifâdelerim,
NYMPHALAR’ın benden almayı umdukları haber nevine uymadığı için, alay ederlerken,
alayları “usûlden bir iş”e döndü. Giriş için yaptığım denemenin ne kadar isabetli olduğu,
TELEGRAM hâdisenin başını ve sonrasını kendine bağlayan nitelik belirttiği, anlatım
kolaylığından da anlaşılacak; bir imkân. Son olarak: ŞEHİR, Bolu demek. Fareler de, yükü
taşıyan olarak NYMPHALAR’a dönüştü.

İLK GÜNLERDEN
Giriş yazısına parelel bir yerde, Kartal’daki ilk günlerime âit birkaç not düşmek, ona
uygun olur.
***
Sabahın erken saatinde, koğuşun havalandırması içinde gümbürdeyen, çalışan arabaların
egzoz sesi ve mahkemeye gitme ile ilgili konuşmalar. Bu sesler, dışarıdan gelen seslerin bir
kuyuda toplanması gibi havalandırmada yankılanma şeklinde değil de, sanırsın birden
havalandırmada çalışan ve o dar alandan dolayı gümbürdeyen bir ses; konuşmalar da öyle.
Uykudan korkuyla uyandığım oluyordu. 15 gün veya bir ay kadar sonra, bu sesler kesildi.
***
Ufak tefek, Cezaevi’nin değişik –uzak– yerlerinden, normal olarak işitmemem
gerekirken, koğuşun içinde duymaya başladığım, benden de bahseden sesler. Daha henüz
TELEGRAM hakkında hiçbir şey bilmediğim günler. Birkaç ay sonra, bir gardiyanın
marifetlerini yoklamak üzere bana söylediği bir söz, o günlerde neye hazırlandığımı da
gösterir:
— “Çok gürültü duyuyor musun, gürültü oluyor mu? Biz hiç duymuyoruz!
Dam üstünde saksağan lâfını mantığa oturtmak üzere ilâve etti:
— “Bacadan geliyordur!”
Havalandırmaya çıkınca, çatının ucuna yakın ve ne işe yaradığını anlayamadığım, –
NYMPHALAR alayla karışık, kuşluktur diyor!–, baca benzeri bir şey görüyordum. Soba
deliği olmadığına, alt ve üst kattaki tuvaletlerin bir havalandırması bulunmadığına ve
havalandırma küçük pencerelerden gerçekleştiğine göre? Her neyse; ne içerideki seslerin, ne
havalandırmadan-koğuş avlusundan gelen seslerin bacayla bir ilgisi yok… Mahcub tabiatlı o
gardiyana, sözündeki “yoklama” niyetini anladığımı belirtmek üzere, “siz ne yapıldığını
biliyorsunuz!” dedim. Yüzsüz olamayanlara mahsus bir sükût.
***
Koridordan, 10-15 dakika kadar arayla devamlı tekrarlanan, –STAR televizyonu haberi
olarak–, halk içinde yapılan konuşmalar. 50 yaş civarında, sanki memur emeklisi, konuşma
sesi güzel bir adam, bir yaşlı kadın vesaire: Benim hakkımda sorulan soruya, menfi
yorumlardan sonra “terörist” diye biten cevablar. Televizyon haberi tamam da, –o niyetle
dinliyorum–, bu sürekli tekrarlar ne? Sonunda, “herhâlde teybe aldılar, benim koğuşa yakın
bir yerde tekrarlıyorlar!” diye düşünüyorum. Bu türlü haberlerden biri de, benim hakkımda
Demirel’e sorulan sanki imâlı bir soruda, “ben Salih Mirzabeyoğlu’nu ne tanırım, ne bilirim,
ne ilgisi var, pööh…” diyor. Konuşmaları tam net duyamadığım için, tam anlayamıyorum…
Psikolojik baskı ve kafa ütüleme niyetlerinin sebebini o günler henüz bilmediğim için,
TELEGRAM’ın alt yapı oyunlarından biri olduğunu, o günlerde düşünemiyordum. Zaten
yaralı ve hastayım; ruh ve beden direncini içli dışlı kırma ve beyni iptâle yönelik sair tertibler
içinde, ilk 15-20 gün sonra, beni delirtme niyetlerini sezmiş olarak, mani olamadığım bir sel
önünde olduğumu hissettim ve paniklemeye başladım. Kafamla oynuyorlardı. Ben, şuurlu
olarak işitmemeye çalışsam da, mani olamadığım.
***
Televizyon sesini daha iyi anlamaya çalıştığım, kapıya kulağımı verdiğim bir seferinde,
“bak kapıya dayandı!” diye, hâlimi birine duyuran, tâ koridorun başından gelen ve normal
olarak işitilemez olan tonda bir ses. Nasıl bilebiliyorlar? Bir gece, koridor sessiz, koridorun
başından mikrofonik ve yine normal konuşma tonunda, ismimin geçtiği ama tam
anlayamadığım aleyhimde bir konuşma duydum, kapının mazgal deliğine yanaştım; bazen
yorulup kapı aralığından duymaya çalışıyorum. O ses, bu sefer, sanki kapıyı zorlamak için
dayanıyormuşum gibi, tedib edici şekilde: “Bak, bak, kapıya dayanıyor!”… O köşebaşı
konuşmalarında, ismimle beraber en çok anılan kelime, BOLU’da epey az olarak, “terörist!”
lâfı. Kartal’daki kurgulara, bir gece Marmaris’ten oraya, beni görmek üzere gelen ve sabaha
kadar yanındakilerle beni konuşurken, bana hitabeden KENAN EVREN de vardı.

DUVAR - DAVAR
Koğuşa konulduğumdan beri, sayıma 15-20 kişi birden geliyor. Bu, sadece güvenlikle
ilgili bir mesele değil; zaman geçtikçe sebebini daha iyi anlıyorum.
Genellikle bir müdür yardımcısı her seferinde var; değişebiliyor. Sayımlarda hemen en
çok görünen, zayıf ve uzunca, 25 yaşlarında sandığım Bünyamin var. Bir başka, 45 yaşlarında
Bünyamin daha var ki, o piçe bu bakımdan “Genç Bünyamin” diyeceğim.
Ayrıca, Başgardiyan Selçuk ve özellikle Turhan, “Genç Bünyamin”le beraber veya
doğrudan kendileri, pek sık gelenlerden.
Baştan pek anlayamamıştım, sonra sonra pek çok oyuna mevzu oldu: Giriş kapısından
sonra, önümde büyük bir masa, üç sandalye, ben masayı şöyle yanıma almış şekilde ranzaya
oturmuş sayımı bekliyorum.
Sair zamanda da, oturuşum böyle. Tam karşımda televizyon, kapının öbür kanadında
duvara bitişik küçük buzdolabı, onun arkasında da yerde bir ocak… Buzdolabı ve Televizyon
arasından da, lavabo kapısı.
Kalabalık gelmelerine rağmen, kapıdan bir-iki kişi giriyor ve buzdolabını arkasına
almış, şöyle belli belirsiz bir selâm verdikten sonra, gözlerini bana değil de, benim sağımdan
arkamdaki duvara diken kişi, elindeki bloknota ciddi bir şekilde işaret koyuyor.
Bunlar nereye bakıyor, niçin bakıyor derken, sayısız oyuna geldim. Bu, aslında vehim
vermek, şundan dolayı mı bundan dolayı mı derken, zihin yorgunluğuna düşürmek için basit
bir figürdü. Öyle ki, insanda zekâ, hayâl gücü ve bilgi ne kadar fazlaysa, o kadar çok oyuna
geldiğin Telegram’da, bir çarpıcı misâl… Ahmaklığın zaafı ve çarçabuk işi bitme ayrı.
Aslında en başta anlamam gerekeni, Hastahâne’den döndükten 4-5 ay sonra farkettim.
“Telegram”da, beni şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürür ve “nasıl biliyorlar?” diye çıldırtırlarken,
aslında “Tilki Günlüğü”nden istifade ediyorlardı ya, “duvar” ve “davar” tedaisi içinde, benim
koğuşa “davar” olduğum ihsasını vermek üzere giriyorlardı.
Buluş müthiş(!)… Analarını, karılarını, mecburen söylüyorum, babalarını çaput gibi
ayaklarımın –diyeyim!– altına serenler, bana böylece hakaret etmiş oluyorlardı. İşin tuhaf
tarafı, bunlarda tatlı tenlerinin incinmesi korkusundan başka, hiçbir ahlâkî ukde olmamasıydı,
haysiyetime dokunur-dokunuyor korkusu, tedirginliği, endişesi, şeref, haysiyet, namus
duygusu bulunmamasıydı. Ey ateş!
Kartal’da bulunduğum bütün zaman boyunca, onlara biriktirdiğim kine mukabil, hep
çoluk çocuklarının evlerindeki cehennemlik fukara havasını düşündüm, acındım. Evet; onlara
yapılabilecek en büyük iyilik, onları bunlardan kurtarmaktı.
İnşallah!..

MIKNATIS OLABİLİR Mİ?


Sovyetler Birliği dönemi… Ekoloji ve Yaşayan Çevre Bakanı, bir Rus gazetesine,
“Sağlık Bakanlığı ve Federal Soruşturma Bürosu, bir milyon masum insan üzerinde tıbbî
tecrübeler yapıyor; suya kimyevî şeyler koyuyorlar ve zihnimizi değiştirmek için mıknatıslar
kullanıyorlar. Biz, otoritelere bu iddialarımız yüzünden deli olmadığımızı isbatlamaya
çalışıyoruz!” şeklinde beyanat veriyordu.
“Telegram” kitabında, eskilerin “istişhad” dedikleri “delil kılma ve şâhid gösterme”
usûlüyle o eseri yazdığımı belirtmiştim.
Bire bir uygun gelen yukarıdaki hâdise, “deli olmadığımı isbatlamaya çalışma” en
zorluğu da dahil, aynen benim yaşadığım, düşündüğüm:
Bir toplu iğneye yaklaştırılan mıknatısın çekim dairesine girer girmez onu kapması ve
bitişmesi gibi, o elektrik beni kapıyor.
Bir boşluk hâlinde, şöyle hafiften, evimi, çocuklarımı düşünmüşüm, yahut o günkü
Avukat görüşü, diyelim “sürü hâlinde giden kargalar, sabah nereye gidiyor, yuvaları nerde?”
gibi, bahçede veya koğuşun içinde turlarken, tesirden çıkmışım hissi içinde iken, birden
elektrikî tesir hissediliyor ve yoğunlaşıyor. Yakalanıyorum.
Malûm; işin çıldırtıcı yanı, aklına gelen ve rüyâ tabiîliği içinde daldığın ân, acaba
onların zihnine ilka ettiği mi, yoksa gerçekten senin mi?
Hoş, bir insanın aklına ne geldiğini bilmek için çok fazla zekâ da gerekmiyor.
Mekândaki eşya belli, işin de, meselâ mahkemen var, onunla ilgili; çoluk çocuk, arkadaşların,
ziyaret filân. Duvara bakarsın, sarı, o gün filân ziyaretçi sarı giymiştir, bu müştereklikte
kolayca ilka edersin.
Şu mıknatıs: Sol bacağımı tahta kırar gibi kırmak istediler ya, yaklaşık 4 ay o bacağım,
sırt adaleleri tamamen liflenmiş ve muhallebi gibi olmuş, sanki bir su torbası. “Acaba oraya
ilaçlı bir şey mi şırınga ettiler?” diye düşünüyorum ve aklıma geldikçe iğne izi arıyorum. Ama
zaten bu kadar zamanda iğne izi kalmaz. Tıbbî olarak mümkün mü diye soramadığım soru şu:
Acaba oraya zerkedilen mıknatısın çekebileceği bir ilaç olmasın? Kendimi, sanki
damarlarında madenî bir şey dolaşan insan gibi hissediyorum.
Sonra, şu Müdür Yardımcısı İbrahim’in, 12 Nisan’a gelen Kurban Bayramı kasdıyla,
akşam sayımında attığı “siğil”:
— “Size, Bayram’a kadar müsaade; Bayram’da bitecek onu söyleyeyim!”
Sayımda gelen kalabalığın içinde, bana görünmeyen kanatta telegramcılar da var veya
ben öyle sanıyorum, onlara söylüyor. Acaba bacağımdaki mıknatısiyet sağlayan ilâcın, –
varsa!– tarihi o zamana kadar mı? Yâni 12 Nisan’a kadar mı?
Bu mıknatısiyet sağlayan ilâç meselesi, benim ziyaretçilerime ve arkadaşlarıma, bir
ihtimâl, olmazsa benzetme kasdıyla anlattığım bir şeydi. 6 aya yakın bir zaman sonra
Hastahâne’ye kaldırılışım ve sonra dönüşüm: Gelen kitablar arasında, Sovyetler Birliği
döneminde geçen hâdiseye rastladım… “İşte, anlattığım gibi!”… Anlattığım ona uygun, ama
ilâç meselesi mi, cihaz meselesi mi bilmiyorum; “bana, ilâçsa, nasıl vermiş olabilirler?”…
Bunlar, o günkü sorular.

TEVAFUKLAR
Levha: 12 Nisan 1988… Şehirler arası yolcu otobüsü kalkacak… Eğilip tekerin oraya
bakınca, fincan benzeri şeylerden tepsi içinde bir kabartma yazı görüyorum: KUSTO!
***
Kusto: 175.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1174= 175.
***
M.S.İ.E: 1174.
Fasd: Damar kesmek. Hacamat: 174.
Said: Mezar, kabir. Yeryüzü. Yüksek. Yukarı çıkan. Yol, tarik. Yukarıdaki temiz toprak:
174.
***
İd: Bayram. (Gidip tekrar gelinen, bir kimsede alışılıp âdet olan şey. Bayram tekrar
geldiği için îd denilmiştir.): 84.
Ledün: İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır: 84.
Hamul: Metanetli, sabırlı, tahammüllü kimse: 84.
***
Îd: Bayram: 84= 1083.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1082= 83.
***
Duvar: 216.
Oruç: 216.
Beyder: Doğru lûgat. (FURKAN LÛGATI hatırlanmalı.): 216.
Rüyâ: 217= 1216.
Bedrî: Bedr’e âit ve onunla ilgili: 216.
***
Divar: Duvar: 221.
Daverî: Hâkimlik, hükümdarlık. Mahkeme ve dava. Kötü ile iyiyi ayırdetme. Mücadele:
221.
Darağacı: 1220= 221.
Feylemanî: Cüssesi iri: 221.
Mütehassıs: Bir işin hakikatini çok iyi bilen. Has ve hususi olan: 1220= 221.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (19. Bölüm)


MÜZ - DEHÂ - MECAZ - HAYÂL - RÜYÂ - TELEGRAM
Dante: Ey müzler, ey yukarıdaki dehâlar, bana yardım edin!
Goethe: İnsanlar bir kere büluğ ıstırabı çeker, dehânın çocukları hep yeniden!
Üstadım: Dehânın çocuğu olmak aklımızdan geçmez…
Fûzûlî: Tutsam taleb-i hakikate mecaz yolunu. (Tutayım hakikat talebinde mecaz
yolunu…)
İmâm-ı Rabbanî Hazretleri: Mecaz, hakikate köprüdür.
***
Profesör Mustafa Şekib Tunç’un, Bergson felsefesini tanıtma yazısından bir bölüm:
Teslim edersiniz ki, fevkalâde olaylar ne kadar açıklanamaz olursa olsun, insan zihninde
hiç olmazsa hayâlî, takribî ve zannî bir düşünce uyandırırlar. İşte benim de Bergson felsefesi
karşısında elimden gelebilecek şey ancak bu tarzda eksik bir taslak yapmak olabilir. Bunun
için okuyucularımdan her şeyden önce müsamaha istiyorum. Fikirlerini MUSİKÎ notaları gibi
yazan bir düşünürü, anlamaktan ziyâde bütün bir ruh ile dinlemek lâzımdır. Bunun için
Bergson’u okuyanlar, nerede düşünüp nerede duyduklarını farkedemezler. Bu filozof, hayat,
şuur, hürriyet, irâde, tekâmül, ruh, hafıza, zekâ gibi en KARIŞIK ve kavgalı meseleleri öyle
zarif ve zarif olduğu kadar da reddedilmesi güç bir surette çözer ki, insan fevkalâde bir felsefe
dehâsıyla karşılaştığına şübhe etmedikten başka kendi düşünce tarzlarının da az zaman içinde
farkında olmadan bir devrime uğradığını görür. Olanca cesaretle söylenebilir ki, Bergson’un
felsefe tarihi içinde aldığı tavırın orijinallik ve telkinciliği belki de hiçbir filozofta
görülmemiştir. Birinci sınıf yazıcılarından olan bu üslûbçu filozofun başlıca üstünlük delili,
en ince ve gizli ruhî ânları umulmadık TEŞBİH ve İSTİARELER’le şuurun güneşlerine
sermesidir. ÜSLÛB İLE DÜŞÜNCENİN BU DERECE BİRLEŞMESİ, filozoflar arasında en
çok Bergson’a nasib olmuş bir mazhariyettir denebilir. Tam yerinde ve en zor noktalarda
kolaylıkla bulduğu hayâl ve teşbihler, açıklamalarına güzel bir edâ vermekle kalmayıp,
bilhassa pek kuvvetli ve akla yakın delil ve isbatlar vazifesini görür.
***
Rüyâ: Uykuda görülen misâlî âlem. Düş, hayâl: 217.
Varî: Benzer, gibi: 217.
Rabıta: Rabteden, bağlıyan, münasebet. Tertib, sıra, düzen, usûl: 217.
Yaver: Medetkâr. İmdatçı. Yardımcı: 217.
Tıraz: Üslûb, tarz, tutulan yol: 217.
Muavvizat: İhlâs, Felâk ve Nas sûreleri üçü. (Cin ve şeytan iğvalarına, sihire karşı
okunması tavsiye edilen dualar.): 1217.
***
Telegram: 1676.
Bazihane: Oyun yeri, eğlence yeri: 676.
Münafese: Üfürüşmek: 676.
Tesvir: Koluna bilezik yapma, büyük işlere yükselme. (Tesvir: Toz kaldırma. Derin ve
gizli mânâyı araştırma.): 676.
Mehul: Benli, benekli: 676.
***
Telegram: 1676= 677.
Teshir: Büyüleme, sihir yapma. Yemek ve içmeğe muhtaç etme: 678= 1677.
Adud: Zalim. Isırıcı at veya köpek. Yavuz kişi. Dar ve derin kuyu: 677.
Haza’: Kesme, yarma. Ameliyat: 677.
Haz’: Muhalefet etmek. Taksim etmek: 677.
Taazzür: Tâzim etmek. Hürmet etmek. (Mühimsemek, mühimsenmek.): 677.
Teavür: Elden ele gitmek: 677.
Avrat: Kadın: 677.
Mütereccile: Erkekleşmiş kadın: 678= 1677.

KALB VE YÜREK
İmâm-ı Vâhidi’ye göre kalb, yürekte bir noktadır ki, bir damarla bağlıdır. “Kalb”
kelimesinin veriliş sebebi de “değişme” mânâsına ve bazı duygu ve hatıralarla onun
“takallüb” etmesi, hâlden hâle geçmesidir… Zemahşeri demiştir ki:
— “Kalb, takallüb-değişmeden dalgalanmış bir kelimedir. Kalb, aslında ifratla
değişmeye kabiliyetli olduğu için bu mefhumla isimlendirilmiş oluyor.”
Ebu Musa Eş’ari Hazretlerinin naklettiği bir Hadîse göre, kalb sahraya düşmüş öyle bir
kuş tüyüne benzer ki, rüzgârlar onu her yöne çeker, çevirir.
Kalb ile yürek arasındaki fark, (zaman ve mekân gibi), kalbin yürekte bir merkez
olmasıdır.
Cevherî, kalb ile yüreği aynı mânâda görür. (Nitekim kalb madde mânâsıyla alırsak,
yürekle arasında bir fark kalmaz.)
Ama Zerkeşî’nin ifâdesine göre, yürek kalbin perdesi (kalıbı, zarfı, mahfazası) kabul
edilebilir. Allah Resûlü’nün, KALBİ YUMUŞAKLIK ve YÜREĞİ YUFKALIKLA
vasıflandıran bir hadîsi, birinin MÂNÂ ve öbürünün MADDE hususiyetini belirtmek
bakımından, maddî kalbi, mânevî kalbten ayıranlarca bir senettir.
Bazı din büyüklerine göre, ilim ve şecaat gibi mânâlardan ne varsa, hepsi kalbi terkib ve
teşkil ederler. Allah’ın kalbi andığı yerlerde daima akla ve ilme işaret olunmuştur… Bazı
âlimler de demişlerdir ki:
— “Allah insanı yarattı ve ona nefsini idrak etmesi için kalbi verdi. Kalb, insan
vücudunun aslı ve özüdür. O salâhta ise, bütün vücud öyle olur. O, fesatta olunca da uzuvların
geriye kalanları aynı vaziyettedir.”
Allah, kalbi vücudun sır noktası olarak halketmiştir. Aynı zamanda ihlâs noktası… İhlâs
öyle bir İlâhî sırdır ki, Allah dilediği kulun kalbine verir. Bu sırra ilk nail olan Allah’ın
Resûlü’dür. Zirâ bütün insanlardan ve nebilerden önce yaratılmıştır. Sûreti ise, Resûl suretleri
içinde en son vücuda gelendir.
Allah, kişinin ahlâkını, kalb esrarının alâmeti kılmıştır. Kalbinde İlâhî esrardan eser
bulunanın ahlâkı güzel olur. Böylesi, Allah’ın bütün mahlûklarına karşı en iyi ahlâkla hareket
eder.
***
Kalb ve Yürek arasındaki mânâ farkı, “yürek nakli” gibi işlerde, imânı zedeleyici bir
delil doğmuş gibi paniğe gerek olmadığını gösterirken, Telegram’da da, yürek dahil her türlü
bedenî tesirin, imân bakımından bir imtihan vesilesi olduğu takdir edilir. Bolu’da da
NYMPHALAR’ın 2005-2007 arasında muhtelif defalar tekrarladıkları “yürek sıkma-kapma”
hâdisesi, sair bedenî marifet ve sözlü telkinlerle gerçekleştirdiklerine, bu gözle bakmak
gerekir.

YÜREK AĞRISI
2000 yılının Mart ayı içinde olsa gerek. “Bilgisayarı getirin, bilgisayarı götürelim!”
sesleri arasında, sanki Telegram, kimsenin bulunmadığını bildiğim, belki kısa süreli bir-iki
kişinin konulduğu, ama sayımlarda kapısı devamlı olarak açılıp kapanan karşı koğuştan
yapılıyor. Zaman zaman da depo olarak kullanıldığı, böyle bir intiba, gardiyanların oraya
gelip gidişlerinden, konuşmalarından doğuyor. Orası boş mu dolu mu, mahkûm mu var
Telegramcılar mı, depo mu ve hattâ cinlerin cirit attığı bir mekân mı? Bilgisayarla yapılan işi,
cin diye mi yutturuyorlar, cinle gerçekleştirileni bilgisayarla mı? Bendeki ton ton ayarlanan
bu elektrikî tesir hangisinden?Zaman zaman konuşanların değiştiği “bilgisayarcılar”dan, o
günlerde tanıdık bir ses olarak, Terörle Mücadele Şubesi’nden Komiser Mehmed’in sesi, son
derece salakça lâflarla asabımı bozuyor. Meselâ, çamaşır asmak için aldığım ipe gözüm
değince, “hadi assana kendini! Asamıyorsun değil mi, sıkar sıkar!” diyor. Manyak mı ne?
Mehmed ve yanında kim olduğunu bilmediğim, pek sesi çıkmayan biri, hâliyle ben
görmüyorum ama, karşı koğuşun kapısına yakın, bazen o kapının kendinden gibi, bazen
benim kapının önünden, yahud benim göremeyeceğim şekilde yana saklanarak, bana elektrik
veriyorlar ve cihazla konuşuyorlar. Benim ara sıra mazgal aralığından bakma ve birşey
görmemem bir yana, bahsettiğim yer ve yön tâyin etmelerim, seslere nisbetle; ve o zamanlar,
bir zannettirme dalgası olduğunu da bilmiyordum. Bazen koğuşun üst katına çıkıyordum,
âniden o da benim üst katın koridora açılan kapısında veya karşısında. Üst kattaki helâya girip
kapıyı kapıyorum, o ses –konuşma, lâf atma–, hemen helâ kapısının arkasından geliyor. Ne
oluyor, nasıl oluyor?
Galiba Mart ayı içindeydi, elektrikî tesirle kalbimin kapılışı, sıkılışı, acı verilişi.
Kalbimin kapılışı ve bana uyku düzeni hissi verilişinden bahsetmiştim. Bu arada, benle
oynanırken, benim şimdi komik kaçan buluşlarım da olmuyor değildi. Meselâ, kalbimin
kapılacağını hissettiğim zaman, bu elektrikî tesiri duyunca, biraz eğiliyordum; hem kalbim
kapılamıyordu, hem vücudumdaki elektrikî tesir kesiliyordu. Bu tesadüfî buluş, gûya bir
müddet beni korudu. Yahud, kapı tarafından o tesir gelince, ayakta olan ben, hemen yan
dönüyor ve kalbimin kapılmasını engelliyordum.
Bir hafta kadar süren feci kalb sıkma numaraları: Bitkinlikten yatıyorum. Yatakta, ne
yan, ne sırtüstü durumum; öyle hassas bir duruş çizgisinde olmalıyım ki, kalbim kapılmasın.
Kalbim? O yerinde değil ki! Onu hissettiğim nokta, kaburga kemiklerimin bittiği yerde, kasık
arasında; ve sanki böbrek kadar küçülmüş! Elimi kalbime koyunca, orada atmadığını
görüyorum ve kesin (!) olarak dediğim yere inmiş hissediyorum - bedenî olarak hissediyorum.
Bitmedi: Sözkonusu duruş içinde, sol omuzum yastık ve hafif kol desteğiyle yükseltilirken,
uzanan sağ bacağım hafif olarak kıvrılmış, sol bacağım da, sağ ayağımı arkasına almış-sol
ayağım üzerine dikilmiş, karikatüre benzer bir hâldeyim. Kalbimi kapamadıkları gibi, genel
olarak vücudum da acıyı az hissediyor. Öylece, kıpırdamadan, bu denge içinde kalmalıyım.
Bu arada, “vücudunu dengeli kullanıyor!” diye, telkin edici sözleri.
TAVSİYE-TENBİH
Levha: 3 Mayıs 1985… Üstadım’ın yanında Muhib Işıklar… Üstadım’ın dizine
dokunarak “nuru kalbinden kovayla çek!” diyor.

***
“Nuru Kalbinden Kovayla Çek”: (Tilki Günlüğü’nün 3 Mayıs tarihli başlığı.): 683.
Salih İzzet Erdiş: 1683.
Erbaiyyet: Dört olmak: 683.
Mahluce: Rey ve fikri doğru olmak: 684= 1683.
***
Muhib Işık: 451.
Salih Mirzabeyoğlu: 451.
***
Delv: Kova. Oniki burçtan birinin ismi: 40.
Veled: Çocuk: 40.
Hâlâ: Şimdi. Şimdiye kadar. Elân: 40.
Dahil: Hayrette kalan kimse: 40.
Ezkiya. (Kürtçe): Saf, temiz. (Ezkiye: Ben kimim?): 40.
Hail: Perde. İki şeyi birbirinden ayıran. Berzah. Mania: 40.
***
Sel(î)m: Tek kulplu kova. Barış, sulh: 130-140.
Nass: Kat’ilik, kesinlik, açıklık. Tevile ihtimali olmayan söz veya delil. Kur’ân veya
hadîs’te, bir iş ve mesele hakkında olan açıklık: 140.
Mehd(i) Muhammed: 141= 1140.
İsa: 140.
Kelif: Haris kimse. (Kelef: Yüzdeki ben. Şiddetli sevgi.): 140.
Kılade: Gerdanlık. Akarsu: 140.
Lisân: Dil. Lehçe: 141= 1140.
İlm: 140.
Lesen: Fesâhat. Düzgün, akıcı konuşma. (Lisân, dil): 140.
Ken’: Tilki eniği. (Birr: Gönül. Takva. Tilki eniği. Fare… Mouse: Fare. Müz, rit.): 140.
***
Kalb: 132.
İslâm: 132.
Münavele: Takdim: 132.
Kulb: Bilezik. Bir yılan cinsi: 132.

KALB KUVVETİ
Bolu’da, 2006’da, TELEGRAM altındaki en zor günlerimde, Mahmud Efendi
Hazretleri’nin, ilgisi dolayısıyla müjde, sabır ve metanet bakımından “uçurumdan aşağı
uçuyor olsan da, sana hiçbir şey olmayacak!” dercesine benim ona inanç imtihanım olan sözü
geldi:
— “Gece kalkıp ona dua ediyorum!”
Aynı sene içinde, yine ondan gelen müjde ki, bereketi bugüne kadar süren:
— “Ona, bin İhlâs sûresi, bin “Seyuhzemu’l-…” hediye ediyorum, niyetini ona
bırakıyorum!”
Sözkonusu âyet, Kamer Sûresi 45. âyet ve meâli şöyle:
— “Toplulukları dağıtılacak ve arkalarına bakmadan gidecekler…”
***
Kamer Sûresi, 45. âyet: 611.
Ceberut: Azametin daimisi ve bâtınisi: 611.
Tereccuh: Üstün olmak: 611.
Tazrir: Zarar vermek. Zarara uğratmak: 1610= 611.
***
Ribatet: Kalb kuvveti. Tahammül ve sabır: 612.
Derviş Muhammed: 612.
Hıbat: Yüzde olan dağ ve nişân: 612.

GUBAR - NAKŞ-I KADEM


Levha: 19 Haziran 2010… Kıbrıs’ta okuduğum Şehid Tuncer İlkokulu’na benzer bir
ilkokul ama, o değil. Adı Şehid Yalçın İlkokulu olan bir yer. O ilkokulun içindeyim, etrafı
güneşlik ve akşam güneşi var. Okulun altında eskiden zindan varmış ve orada Yalçın isimli
birisini hapsetmişler. Dayım da (S.M.) Okul’da hapis ama, Okul’un altındaki zindanda değil.
Birçok ziyaretçisi var. Onu ziyarete gidenlere, “Okul’un çevresini toz toprakla kaplarlarsa,
bana işkence yapamazlar!” diyor. Okul’un çevresindeki yolda işkence ettiklerini söylüyor.
“Eğer o yol toprak içinde olursa ayak izleri kalacağı için işkence yapamazlar!” diyor. Sonra
annemi o yolda beyazlar giymiş bir şekilde elinde basket topu sektirirken görüyorum. Böylece
yolun toprak içinde kalacağını düşünüyor(um). Sanki bunları yukarıdan görüyor hissi
içindeyim.
— Aslı Tezeren.
***
Gubar: Toz: 1203.
Gabir: İstikbâl. Kalan: 1203.
Gaber: Büyük meşakkat: 1202= 203.
Gabr: Bâki olmak, ebedî olmak. Memede kalan süt bakiyyesi: 1202= 203.
Eber: Akreb sokması. (Üstadım’dan: Gelsin beni yokluk akrebi soksun — Bir zehir ki
hayat özü faniye!): 203.
***
Gubar: Toz: 1203= 204.
Çar: Dört. Cihar. (4, varlık sayısıdır. Bu hususta ERKAM isimli eserime bakılabilir.):
204.
***
Erbaa: Dört: 278.
Arvasî: 278.
Salih Aleyhisselâmda tecelli eden FÜTÛHÎ hikmet ilgisi çerçevesinde:
Âlem DEĞİŞEN BİR VARLIKTIR, HER DEĞİŞEN VARLIK ise, sonradan var
olmuştur… Bu mantıkî kaziyyede, dört mefhum vardır: Âlem - değişen varlık - değişen varlık
- sonradan var olma… DEĞİŞEN VARLIK, iki mukaddimeyi birbirine bağlamak için tekrar
olunmuştur ki, buna göre kaziyyenin temeli ÜÇ mefhumdur… “Yaradılışın aslı üçleme
üzerinedir: Allah’ın iradesi, EMR, oluş da mahluk tarafından”… Allah’ın Zât âlemi, EMR
âlemi, Halk âlemi ayırımında, EMR âlemi’ndeki mükerrer mânâya dikkat: Hangi yönden
bakılırsa, ona âit olan BERZAH âlemi. Allah ile Halk âlemi arasında, Allah’ın bâtınını kendi
suretinde yarattığı ve topyekün varlığın kendisinde tükendiği İNSAN… Vahid: Bir, biricik,
eşi benzeri olmayan Allah… Vahîd: Yalnız, tek. Allah Sevgilisi’nin bir ismi. Benzeri
bulunmayan ve hiçbir mahlûkla müsavî bulunmayan mânâsında.
***
Züvvar: Ziyaretçiler. Hâl hatır sormaya gidenler: 214.
Rubah: Tilki: 214.
İlm-i ledün: (214)/224.
Zübre: Örs. (Üstadım’dan bir mısra: Ensemin örsünde bir demir balyoz.): 214.
Haver: Gözün karasının çok kara, beyazının çok beyaz olması. (Haver: Doğu…
Haveran: Doğu ile Batı.): 214.
Muakkıd: Düğümleyen, sihir yapan cadı. (Muakkad: Müşkül mesele. Zor anlaşılan söz.
Ukdeli, düğümlü.) 214.
Raise Sultan Barrier: (Tilki Günlüğü’nde geçen 26 Aralık 1990 tarihli bir rüyâ:
İngilizce, “Raisse Sultan Barrier” diye bir yazı… “Raise”, Rus Devlet Başkanı Gorbaçov’un
Hanımı’nın ismi “Raisa”nın tedâîsi olarak kullanılmış bir kelime imiş… Raise: Rouse:
Yükseltmek, kaldırmak, yeniden dirilme, canlandırma, telâşlandırmak, orduyu
mevzilendirmek… Rose: Gül. Penbe… Penbe: Pamuk. Açık kırmızı renk: 59… Mehdî: 59.):
1215= 2214.
***
Nakş-ı kadem: Ayak izi: 450+144= 594.
Abdülhakîm Üçışık: 594.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 1595= 2594.
Cimnastik: 594.
***
Zurhane: Spor salonu: 869.
Mektubat: (İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin baş eserinin ismi… DEDİ Kİ: İmâm-ı
Rabbanî Hazretleri’nin, ilimlerinin yazılmasına iki kuvvetli sebeb vardır. Birincisi, Allah
Sevgilisi’nin onlara, “Kelâm ilminde müçtehidsiniz” buyurmaları, diğeri ise Hazret-i Ali’nin
onlara “Sana semavat ilimlerini öğretmek için geldim!” buyurmalarıdır. Bu sebeblerden başka
bu ilimlerin yazılmasına daha büyük ve hayret verici bir sebeb de, onun talebelerinden birinin
naklettiği sözdür: Bize bütün yazılarımızı âhir zamanda gelecek olan Hazret-i Mehdî’nin
okuyacağı ve hepsini makbul bulacağı bildirildi. Bu kadar yazı yazmamın sebebi budur.): 869.
Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 869.
Nesli Han Hakîm: (Tilki Günlüğü’nde 11 Aralık tarihli başlık.): 869.
Kusto Suret: 871= 2869.
Kusto Fikir Kahraman(ı): 871= 2869.
***
Jimnastik: 598.
Müstasveb: Doğru sayılmış, makbul görülmüş. (Mektubat): 598.
Müstasvib: Doğru sayan, makbul gören: 598.
Sernivisar: Başyazar: 598.

NESLİ HAN HAKÎM


Nesli Han Hakîm: (Yukarıda geçenden, başka bir yazı ile ebcedi): 1309.
Eskişehir - Bursa: (Abdülhakîm Koltuğu isimli rüyâda, mermer koltuğun iki tarafında
bulunan şehir isimleri.): 1308= 309.
***
Arvasî: 308.
Derdak: Çocuklar: 308.
***
Sıbyan: Çocuklar: 153.
Mehdî Muhammed: 154= 1153.
Hanife: İslâm’dan evvel Allah’ın birliğine inanan ve Hazret-i İbrahim’in dinine
inananların vasfı.): 153.
Mescen: Cezaevi: 153.
***
“Çocukların kalbinde işler zaman rakkası”: (Üstadım’ın ÇOCUK isimli şiirinden bir
mısra.): 1599= 600.
Takannün: Kanunlaşma. Değişmez hâlde, kat’i olarak belirme: 600.
Şark: Doğu. Yarmak. Parıldamak: 600.
Müsenna: Kat kat olan. İkili. İki bölümden meydana gelen. İki noktalı olan. İki defa
nazil olan FATİHA Sûresi: 600.
***
ÇOCUK şiirinin bütün beyitlerinin toplamı: 28709= 737.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1736= 737.
“Son Devrin Din Mazlumları”: (Üstadım’ın bir eserinin ismi.): 1736= 737.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (20. Bölüm)


“VAV DÜNYASI İCABI AĞUSTOS”
Levha: 28 Eylül 1987… Amcaoğlu Remzi Yalçın bize gelmiş… Dışarı çıktığımda ona
para vermek gerektiği aklıma geliyor… Pantolonumun cebinden para çıkarıyorum ama, hep
küçük paralar… Bunun üzerine MARK demetinden bir 100 Mark çekiyorum… Ben bununla
uğraşırken, Nalân Said içeri giriyor ve Üstadım’ı çekiştiriyor: Üstadım, ben yokken eve
gelmiş ve Remzi Yalçın yemek yerken, onun ağzını şapırdatmasından memnuniyetsiz
kalmış… Ablam da, Üstadım’ın Remzi Yalçın için, “bunlar yaşasa ne olur? Halbuki ben?”
deyişini TENKİD ediyor… Ben, Üstadım eve geldiğinde evde bulunmamış olmaktan
perişanım… Sonra, Üstadım’ın gelişini haber veriyorlar; Şerif Muammer ile hemen
karşılamaya davranıyoruz… Ayakkabıların üzerine basarak fırlıyorum ve sokakta onu
karşılayıp elini öpüyorum, boynuna sarılıyorum, koluna giriyorum; beraber yürüyoruz…
TEKEL’e işe girmemden dolayı kendisini ziyaret edemediğimi söylüyorum… O da,
evdekilerin kendisine kötü muamele edişlerinden ve “daha ölemedin!” diye çıkışmalarından
bahsediyor… Bu yüzden ADALAR’a gidip geliyormuş ve bu arada bize de gelmiş…
Adalarda onun bir PİYES’i oynuyor… Gazetede bir büyük resmi çıkmış; ve TORUNU’nun,
hiç kimsenin muvaffak olamadığı “biyoloji-NEBATAT” ilminde en yüksek notu alması ve
birinciliği sözkonusu ediliyor… Müjde… Sonra da Üstadım’ın torun, lisan ve müjde
sevgisine tatbik edilmiş bir mısraı… MİSK kelimesi dikkatimi çekiyor… Sonra, Üstadım’la
aynı yatakta yatarken; bana “Salihim!” diye İLTİFAT ediyor… Sevinçten ağlıyorum… Ve bir
levha üzerindeki şekilden, kendi ruhî hâlini izâh ediyor… Şekil önce karışıkken, sonra nizâm
belirtici bir hâle giriyor, ortaya şema çıkıyor… Bir yerde, “VAV DÜNYASI İCABI,
AĞUSTOS’TA…” diye, o zaman gelen sıkıntılarını söylüyor… Ben de cüret edip,
Ağustos’tan biraz önce başlayıp, Ağustos’ta kalbime çöken ağırlıktan bahsediyorum…
Ağustos sonu, Eylül başı diyeceğim ama, ona uygun olsun diye öyle diyorum!
***
Par: Para. Geçen yıl. (Mazi): 203.
Tehabbür: Esasını bilme, iyice bilme: 1202= 203.

***
Nakd: Para. Bir şeye hırsızlamasına bakmak. Seçmek. Saymak: 154.
Mehdî Muhammed: 154.
Kadim: Başlangıcı olmayan. Evveli bilinmeyen hâl: 154.
Ül’üban: Oyuncu, aktör: 154.
***
Kaime: Kâğıt para. Uzun bir kâğıda yazılan ferman. Kitab yaprağı: 147.
Velsan: Birbirinin boynuna sarılma: 147.
Kamu: Hep, bütün, tamamen: 147.
Ca’ca’: Zindan. Taşsız yer: 147.
***
Menî: Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik: 100.
Semm: Delik: 100.
Gusto: 1100.
Nilî: Mavi, çivit renginde: 100.
Meny: Takdir etmek. Okumak. Hükmetmek: 100.
***
Mark: Alman parası. Eskiden bir gümüş veya altun tartısı: 341.
Mark: İşaretlemek. Ortaya çıkarmak. Damga vurmak. Göstermek. Çizmek. Yazmak.
Hatırda tutmak: 341.
Erkam: Alaca yılan: 341.
***
Yüz Mark: 100+341= 441.
Kısakürek: 441.
Salih Mirzabeyoğlu: 1441.
Miat: Yüz sayıları. Yüzler: 441.
Mate: Öldü: 441.
Keraker: Kuzgun. Karga: 441.
Kammaş: Külhancı. (Üstadım’dan: Yaklaştım hamamda külhan yerine; — Yaklaştıkça
daha sıcak bölmeler… — Saplandı mı akıl bir kez derine, — Her ân dirilmeler, her ân
ölmeler…): 441.
***
Abdülhakîm: Allah’ın hakîm kulu demek. Hakîm’in, “hikmetle muttasıf, mevcudatın
hakikatine vakıf olan” mânâsına gelmesi, ABDÜLHAKÎM’in, en başta Allah Sevgilisi’nin
vasfı olduğunu gösterişidir. KÜLLÎ CİSİM ve ARŞ bahsi ile ilgisini göreceğiniz
ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU Levha’sını, aşağıda anlatacağımız KARGA remzi ile birlikte
düşününüz.
***
FÂTIR veya MELÂİKE isimli sûrede, “öldükten sonra dirlişi” inkâr eden kâfirlere
karşı, Halkedici Allah’ın, harika üstün sanatıyla benzersiz yaratıcılığı anlatılır.Gurab, “karga”
demektir; böyle isimlendirilmesinin sebebi, SİYAH olmasındandır. Fâtır Sûresi’nin 27.
âyetinde geçen “garabib-i sûd: kuzgunî siyahlar” ifâdesi buradan gelir.
Karga, KÜLLÎ CİSM’in remzidir. Bu mertebe, GAYN harfi ve Allah’ın ZÂHİR ismi ile
alâkalıdır.
Muhyiddin-i Arabî Hazreleri konuşturuyor… Karga (gurab) ayağa kalkmış ve şöyle
demiş: Ben, nurların heykeli, kemmiyet ve keyfiyetlerin mahalliyim. Ben başkan ve tâbi
olunanım; his ve hissedilen bana âittir. Suretler benimle zuhur etmiş, cisimler âlemi benimle
var olmuştur. Ben şekillerin şekliyim, benim suretlerimin mertebeleriyle misâller verilir. Ben
Felek’in sureti, MELİK’in (Hükümdar’ın) mahalliyim. İSTİVA (döşeme, istikrar) benim
üzerimde gerçekleşir. İstivagâh, benim işaretimdir. Ben, ardı olmayan arka, önünde kimsenin
bulunmadığı öncüyüm. Nitekim Kartal da, öncüsü olmayan öncüdür. O İLK, ben SON’um.
Bâtın ona, zâhir bana âittir. Varlığı benim ile, onun arasında taksim etmiştir. Ben onun
izzetini ortaya çıkarttım.
***
ARŞ, Kâinat’ı kaplar, Allah’ın kudret ve ilmi de herşeyi kaplar. Allah’ın kudret ve
irâdesinin tecelli yeridir. Arş, Allah’ın, “Zâhir, Bâtın, Evvel, Ahir” isimlerinin halitası ve
karışımıdır. İsm-i Zâhir itibariyle, Arş Mülk’tür; İsm-i Bâtın itibariyle Melekut’tur…
Melekut: Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye mahsus ruhu, canı, hakikati.
Hükümdarlık, saltanat. Ruhlar âlemi.
KÜRSÎ: Taht. Koltuk. Mânevî makam. Arş’ın altında bir sema tabakası.
***
Tenkid: Bir kimse veya şeyin, iyi ve kötü taraflarını meydana koymak: 564.
İ’tisab: Sinirlenme, asabileşme. Kanaat etme: 564.
***
Tekel, (tek-el): 450.
Salih Mirzabeyoğlu: 451= 1450.
Tahtim: Mühürleme. Mühür basma. Tamamlama: 1450.
***
Necib Fazıl Kısakürek: 1417.
Bidayet: Başlangıç. Evvel ve ibtida. İlk olarak: 417.
***
Necib Fazıl Kısakürek: 1417= 418.
Edebiyat: 418.
Ciddiyat: Hakiki sözler. Ciddiyetler: 418.
Tevahhud: Vahid, tek olmak: 418.
Hayat: 419= 1418.
Hayyat: Yılanlar: 419= 1418.
Tedehhî: Dâhileşme: 419= 1418.
Te’vib: Tesbih etmek: 419= 1418.
***
Cezire: Ada. (Bile: Ada. Yanak. Yan. Kayık küreği.)
Cilvaz: Reis. Kumandan: 47.
Cümd: Yüce, sağlam mekân: 47.
Vali: Malik. Mülk sahibi. Mülkü idare eden: 47.
Behm: Çok siyah olan şey: 47.
Dama: Deniz, bahr. (Derya: Deniz… Dery: Bilmek. İlim.): 47.
Agma: Yıldız. Yıldız akması. Kayan yıldız: 47.
***
Ül’ube: Piyes. (Ül’üban: Oyuncu, aktör): 114.
Candane: Beyin: 114.
Adem: Yokluk. (Ayna): 114.
Hetella’: Uzun ve iri vücudlu erkek: 114.
Nasic: Dokuyan, nesceden. Düzenleyen, tertib eden, sıralayan: 114.
Ahdak: Gözbebekleri: 114.
Adil: Eş, denk, akran: 114.
Cinas: Benzeyiş, münasebet. Bir çok mânâya gelebilen söz, imâlı, telmihli söz, telaffuzu
bir ve mânâsı ayrı olan kelimelerin bir cümlede bulunması: 114.
Mahkûm: 114.
Seccan: Gardiyan. Hapishâne memuru: 114.
Muhakeme: Düşünmek. Zihinde inceleme yapmak: 114.
Dem’: Gözyaşı: 114.
Epsan: Bileği taşı. (Üstadım’dan bir mısra: Bıçaklarım su oldu boyuna bilenmekten):
114.
***
Nevade: Torun. (Nevad: DİL. LİSAN. Mahzen. Zarar, ziyan. Şâir Nefî’nin, bu mânâya
gelen, sonradan değiştirdiği lâkabı): 66.
İnziva: Bir tarafa çekilmek, yalnız kalmak: 66.
İpnoz: Hipnoz. Uyutma: 66.
Nevî: Yenilik: 66.
Hilâl: Yeni ay: 66.
Seda’: Bezin hatası: 66.
Seha: Büyük cüsseli: 66.
Vîn: Siyah üzüm. Boya, renk: 66.
Vîn. (Kürtçe): İrade: 66.
Ugniyye: Ahenk. Ritm: 66.
***
Misk: Bir cins güzel koku. (Savlec: Gümüş. Misk.): 120.
Nesy: Unutma, nisyan. Unutulmuş. (İNSAN, nisyan’dan gelir.): 120.
Fely: Bit toplamak. Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. Kesmek. Kılıç ile vurmak: 120.
Avacim: Dişler: 120.
***
İltifat: Teveccüh etmek. Lütfetmek. Dikkat, itina: 912.
Eşyah: Şeyhler. Pir-i fâniler: 912.
Tebşir: Müjdelemek. Müjdelenmek: 912.
Horasan: İran’ın doğusunda bir memleket ismi: 912.
Kazib: Ağaç dalı: 912.
Mübzi’-mübdi’: Kârı ve kazancı tamamen kendine kalmak üzere birine sermaye veren:
912.
Tahaddüs: Yok iken peyda olan. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Haber vermek.
Sezgi: 912.
***
Vav Dünyası İcabı: (Tilki Günlüğü’nün 28 Eylül tarihli başlığı): 168.
Rahman Sûresi, 19-20. âyet: 3166= 1168.
Maslub: Asılarak idam olunmuş. (Salb: Asmak… Sa’leb: Tilki.): 168.
Muhassal: Netice. Husule gelen. Sözün kısası: 168.
Müfhim: Delil ile susturan: 168.
Fedfed: Yüksek mekân. Sığır yavrusu: 168.
***
Vav Dünyası İcabı: 175.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1174= 175.
Kusto: 175.
Kaid: Oturan, oturucu, oturulmuş: 175.
***
Ağustos: Sekizinci ay: 1532.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2532.
Esleb: Vücutta veya yüzde olan ben: 533= 1532.
***
Vav Dünyası İcabı Ağustos: 168+1532= 1700.
Tefekkür: 700.
Fikret: Düşünme, teemmül, düşünülen şey: 700.
***
Vav Dünyası İcabı Ağustos: 175+1532= 1707.
Aktör: 707.
Hâl-i Siyah: Siyah ben: 707.
***
Vav Dünyası İcabı Ağustos: 1707= 2706.
Son Devrin Din Mazlumları: (Üstadım’ın bir eseri.): 1706.
Fikir Kahramanı: 706.

DİL – AYNA
Eski semavî din kitablarında geçtiği söylenen ve bâtın kahramanlarının doğruladığı bir
söz vardır: “Her şeyden önce kelâm vardı!”… Üstadım: Kâinat lisânla çerçevelendi ve
İNSAN lisanla mühürlendi… Kökler’den: Dil, gönlün aynasıdır. Gönül ruhun aynasıdır. Ruh
ise, İNSANÎ HAKİKAT’in aynasıdır. Gaibin hakikatleri, bu kadar basamak aşarak dile gelir
ve istidatlıların kulağına erişir… Dilden başlayan ve dile dönen varlık ve varoluş maceramız.
***
Kalb: Gönül: 132.
İslâm: 132.
A’yan: Gözler. (İnsan, Allah katında bakan bir gözbebeği gibidir. Bu yüzden ona
İNSAN ve HALİFE dendi. Bu yüzden, cismi insan olan herkes, halife değildir.): 132.
Eflâk: Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler: 132.
Neib: KARGA sesi. Ağaçtan yemiş indirmek. Süt sağmak. (Süt, ilim suretidir.): 132.
***
Ayna: Gözü güzel ve iri olan. (Ayn: Göz. Zât. Kavmin şereflisi): 131.
Ayna: (Üstadım’ın bir mısraı: Aynalar, söyleyin bana ben kimim?): 131.
Elleys: Mutlak hiçlik. Adem-i sırf. (Allah’ın, gölgesi Zât’ında olan Vücud sıfatının
görünüşünde, Vücud’un zıddını kabul Vahdet’e aykırı olacağından mümkün olmasa da,
Allah’tan gayrı varlığın zıdlar içinde tecellisine nazaran, O’nun vücuduna mahsus elzem bir
mefhum olarak, İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin, Mektubat’ında geçer.): 131.
Kal-kaal: Söz. (Hâl ile kaal terkibi, Kürtçe bir kelime Khâl.): 131.
Kesan: İnsanlar. (Kökler’den: Sen, anılması güzel olan bir söz ol): 131.
Hilkat: Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış: 131.
Nasik: Allah yolunda ibadet eden: 131.
Kale: Dedi. Dedi ki. O söyledi.
***
Mishel: Dil, lisân. Eğe, törpü. Ziynet verecek nesne. Yabanî eşek. (Hammar: Eşekçi…
Hamr: Şarab. Mecazî olarak kullanımı ruh… Hammar: Meyhaneci. Mürşid, şeyh.): 138.
Sembol: Bir mânâ, kavram veya varlığı ifâde eden remiz, rumuz. Alâmet, işaret, nişan:
138.
Hılk: Hükümdar mührü: 138.
***
Kayan Yıldız Sırrı: Şiir kitabımın ismi. (Kur’ân’da, Allah Sevgili için mecazî olarak
geçer.)… Onun takdiminde şöyle bir cümle: Şiirin özünü, dilin özünden anlamalı, dilin özünü
ruhun özünden… SIR isimli, 1982 tarihli şiirimden:
— “Buldum buldum sırrını — Ruhumda söz sırrını — Sırrı düşer içinden — Kime
desem sırrımı!”

MASAL
Masal: Aslı küçük çocuklar için, mümkün olmazı yok bir hayâl genişliği içinde, ibret
verici hikâye. Gerçekliğe nisbeti palavra olsa da, çocuk saffetine hitab eden RİTLER’i ile,
akıl tahdidini aşmış, bir bakıma “gerçek” denilenin aslının ne olduğunu sezdiren edebî bir tür;
bu mânâsıyla onu, yetişkinlere mahsus hikâye, roman, tiyatro ve film türlerine sızmış ve
mitoloji kılığında da görüyoruz… Masal kelimesinin bu kıssa ve mesel mânâsından başka,
yazılışı yine “masal” olan bir kelime, bize, “kendisinden çok az şey bildirilen ruh” hikmetini
hatırlatıyor: Az miktar olan şey… Masale: Sızıntı.
***
Benim hafızamı turşu etmek üzere, sesi “Aktör” dediğim kimliğe tebdil olmuş Duran,
oynayan Kenan niyetine, bazı geceler sabahlara kadar, görüntülü, masalvarî kurgular hünerini
sergiliyor. Duran, derken Kenan, derken Aktör, derken Mehmed, kim kimdir karışırken,
oyunda geçen gerçek kişiler de, kendi sesleri ve görüntüleriyle, “sunulan” sahne ve dekor
içinde. “Ben Yahya, ben Filistinli Yahya…” diye başlayan, Peygamber’den Şeyh’e, efsane
kahramanına, masal kişiye kadar renkten renge giren bir kurguda, –oynayan Kenan–, nihayet
bitim. Duran, hakkımdaki, o kelime olarak söylemediyse de, niyeti “salaklığım”, hükmünü
bildiriyor: “Bu, masal gibi şeylerin daha çok tesirine giriyor!”… Bir adamın silâhından
korkarsın, o, bu üstünlüğü zekâ teshiri sanır ya; bunun gibi, cihaz başında ve onun elektriği ile
iş gören adam, kendini gittikçe akıllı ve zeki, beni de başkasına göstermek istediği gibi
“meczub” ve salak saymaya başlıyor. Hem de, aslında beni methettiğini anlamadan…
Dünya’yı bir trajedi olarak gören Shakespeare’in, bir oyununda kahramanına söylettiği söz:
“Bu dünya, baştanbaşa bir aptalın anlattığı masaldan ibaret!”; doğrusu, dünyayı masal gören
abdallardır. Dünyayı masal görme hakkındaki niteleme farkı… Hakkımdaki hükme gelince:
Beni öyle gören ve göstermek isteyenin salaklığını anlamak için, İBDA külliyatına şöyle bir
bakıvermek yeter. Mevzu dilime girip, bilgisayar marifetiyle bağıntılar kurarak beni doğru ve
yanlışlarıyla şaşırtmaya çalışan NYMPHALAR, bendeki TELEGRAM gayelerinin ahmaklığı
bir yana, zekâ olarak KARTAL avanesiyle kıyas bile olmazlar. Pislikleri ve benden aldıkları
karşılıklar bir yana, bazen espri kılıklı, “benim hakkımda brifingi siz verin!” diyorum. Şu
satırları yazarken ucuz bir adilik yapıyorlar: Sanki onları pohpohluyormuşum gibi. Oysa ben,
kendimi methediyorum: “Beni tanıdıkça, boşluğunuzu anlar ve yerinizi kaybedersiniz!”… Bu
sözü onlara, beni içyüzümle tanıma gayelerini söyledikleri zaman söylemiştim. 2005 mi, 2006
yılında mı idi?
***
Mesel: Masal: 131.
Kal - (Kaal okunur): Söz: 131.
Menam: Uyku. Rüyâ. Düş. Hayâl: 131.
***
Rüya: 217= 1216.
Beyder: Doğru lûgat. (Doğru lisan-dil): 216.

“EVRENİN DİLİ KENAN’IM BEN!”


— Ben Kenan, trikotakim benim, bir tanem! Ya, ya, Kenan, geçmişini (…) senin, doğru
dur, doğru! Ben konuşurken ayağa kalkacaksın itoğlu it! Kalkacaksın, kalkacaksın, “ehemi
mini mini, bişi mi didiniz, başka emriniz efem!”; bunlar da olacak bunlar da! O baban olacak
adam, bilir beni de, bilmez de, bilir de bilmez; Bilgeşenim ben, Bilgeş-enim! Salak anlamadı;
Bilge şen değil, Bilgeş-enim! Aptal bu aptal! Ulan, en-boy değil, birleşik, bireşim ulan,
bireşimsel; Bilgeşenim ben! En ne demek? En, en, evren; öküz, (…), anladın mı hayvan!
Ziyaret yerinde şikâyet ediyor, hava da atıyor! Hava, hava, havalizasyonal! Salak, nasyonal
anlıyor; nasyonal değil, evrensiyonal! Si, si, (…) seni! Yaa, ben Kenan’ım; şerefli ordunun en
şerefli subayı, Kenan’ım Kenan! Ben Evren’in diliyim be; Evren’in dili benim! Ben, Mustafa
Kemâl’in oğluyum, oğluyum, oğluyum! Evren o, evrenin dili o; bütün evren bir dil, o da onun
dili, anladın mı tatlım! Anlayacaksın, anlayacaksın, daha neler anlayacaksın! Evren bir
kozmos; geçmişten geleceğe bir milenyum, milenyumerger! Merger, merger, berger değil;
adam olsaydın, berger sen olacaktın, akılsız! Bir spetikalia, bir merşen, bir mergen, bir
bireşim! İnsan da bir bireşim! Bireşim o! Evren okyanusunda imperetikalim ben, imperetikal
dilim! Dilim ben, ben Mustafa Kemâlim! Herşey bir dil, herşey, herşey! Alçak, alçaksın sen;
senin bu milenyumda yerin yok! Var, olabilir, anla; anla da ol, ol da anla! Herkes evrenin
dilinin bir parçası, sonsuz milenyumun bir parçası! Yıldızlar, gezegenler, ofomenyüsler, bir
dil, bir dilin noktaları! Bireşimler, bireşe bireşe sonsuza kıvrılır! Bireşimler bir dil! Bütün
diller bir dil, bütün diller bir dildir; dil güneştir, güneş dilidir! Bütün ışıklar ondan alır ışığını;
bütün diller, Mustafa Kemâl’den türemiştir! Ben Kenan, ben Kenan, ben onun en sadık bir
neferi! Ne neferi ulan, ben Binbaşıyım! Baktım mı, yakarım, sıçarım adamın canına! Tasarruf
diyorsun ya, de, de! 12 Eylül paşaları bile, sıçarlardı beni görünce; bana bulaşmazlar, bilirler,
baktım mı yakarım adamı! Yaa, hepsinin ödü kopar benden! Burası Cezaevi değil mi tatlım!
Değil! Burası hastahâne, tamam mı tatlım, hepinizin canına sıçacağız! Biz Albaylar
cuntasıyız, Türkiye’yi idare eden Albaylar cuntası! Ulan bütün çeteler bize bağlı, biz ne
dersek o olur, tamam mı? Cuntayız, cunta, sunta değil; …tirme suntanı, cunta cunta! Yakında
bütün Türkiye, bütün dünya buradan yönetilecek; bütün milenyumal koloniler bizim, bizim
olacak! Olacak ulan, olacak; evren biziz, bizim dilimizdir evren! Biz kurtlarız; kurtlar,
evrenselingin kurtları! Ya milenyumun çöplüğüne gideceksin, ya importınt tingir giremle
uzayın uzamında tilligleşeceksin! Tîn, tîn! “Cin, cin” diyordun ya; tîn, tîn… Cin de tîn; bir
müz o, bir müzal! Muz değil, müz! Formasyonazi müz; spesial alektet! Anlıyorsun değil mi?
Spesial alektet! Uuuu; kurtlar! Kurtlar bir müz; müzler! Milenyumun müzleri! Alegoriksel
taraklar!
— Havasını verebildiğimi sandığım, bu tirbuşonlu konuşmayla karışık konuşma, belki
4-5 saat sürdü ve ben kendimde(n) geçmiş bir kamaşmadan ayıktım. Malûm, mikroelektrikî
dalga, kirilliyim, belki majik güç, “evrenin dili” filân derken işin uydurukluğunu farketmemi
önleyen bir ruh hâli ve bilmem niye hayâl hânem içinde müthiş bir etki yaptı bende; etkideki
“malûm” tesirler bir yana, onların etkisi de olsa, Kenan’ın, inişli çıkışlı teatral konuşması ve
diksiyonu, beni onun hakkında “olağanüstü” hükmüne vardırdı. Bayıldım. Şubeci Mehmet,
“nasıl?” diye soruyor; “müthiş!” dedim. Hayâlimde 65-70 yaşlarında, zayıf ve hep nedense
paltolu olan Kenan’ın, görüntüsü ve sesi geldi: “Ne yapıyorsunuz?”… Mehmet: “Senin için,
müthiş diyor!”… Yahu kaç tane Kenan var? Kenan, öfkeyle bana seslendi: “Yağcı! Sığışma,
sığışma! Methedilmekten hoşlanmam!”… “Ben de zaten tam olarak sen misin değil misin,
bilmeden söyledim!”… Mehmet: “Aktörün sizi seslendirdiğini söylemiştik de!”… Yâni 35-40
yaşlarındaki Kenan, Aktör imiş; daha doğrusu Kenan diye bana kendini yutturan Aktör
varmış!

İBDA DİLİ - SİYASET


Siyaset: Poltika. Diplomasi. At yetiştirme sanatı. (Hayyal: At terbiyecisi, at yetiştiren…
Hayyale: Fikir sahipleri.): 531.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2529= 531.
***
FURKAN dergisinden, Sinamî Orhan’ın yazısından bir bölümü aynen iktibas ediyorum
ve “Başyücelik Devleti”ne “Başkanlık palavrası!” diye alay etmeye yeltenen Kenan’a ithaf
ediyorum:
Elimizde bir “reçete”, yâni bir “dünya görüşü” ve “tarih muhasebesi” var, “rotamız”ı,
önümüze çıkan bütün fırtınalara rağmen bunlarla belirleyince, deniz ne kadar dalgalı, azgın
olursa olsun, gemimizi devirmeden, alabora etmeden yol almamızı sağlıyor.BAŞYÜCELİK
DEVLET SİSTEMİ’ne “totaliter bir anlayış” diyerek karşı çıkanlar bugün ABD’nin
“Başkanlık sistemi”ni kopya etmeyi plânlıyorlar. “Büyük Ortadoğu Projesi”nin, “Üstad’ın
Büyük Doğu fikrine çok benzediği”nden bahsediyorlar!!! “Misak-ı Milli” diye güzellemeler
yapanlar, “Lozan bir prangadır” dediğimizde karşı çıkıyorlardı, şimdi onlar da, “sınırların
genişlemesinden, nüfuzun artmasından” bahsediyorlar, “Lozan” arada durdukça bunun
imkânsız olduğunu bilmeden hem de! “Kürt meselesi” için “KÜRT MESELESİ” dediğimizde
“terör sorunu”, “bölücüler” diyerek lâfa başlayanlar, bugün “açılım rüzgârları” içine girip,
önce Öcalan’ı, “Bodrum’a tatile gönderilecek bir Paşa” hâline sokuyorlar, ardından rüzgâr
yön değiştirdiğinde de “Öcalan enterne edilmelidir!” diye apaçık bir cinayet isteğini
dillendirebiliyorlar! (Ve savcılar oturuyorlar!) “Federasyon” dediğimizde “misak-ı milli”den
bahsedenler şimdi federasyon’dan bahsediyorlar, bunun bir “dünya görüşü”, belli bir “idarî
yapılanma” içinde olabileceğini ve öncelikle “Lozan”la işe başlanması gerektiğini
düşünmeden! İBDA, BİR TURNUSOL KÂĞIDI, HEM SÖYLEDİKLERİ, HEM DE
KENDİSİNE YAPILANLAR İTİBARİYLE; BUGÜN “DEMOKRATLAR, LİBERALLER”
DENİLENLER İÇİN DE, “AKP’YE, CEMAAT’E VE ABD’YE KARŞI
OLDUĞUMUZDAN SİLİVRİLER’E TIKILARAK SUSTURULMAYA
ÇALIŞILIYORUZ!” DİYENLER İÇİN DE…
***
İdare şekli Başkanlık sistemi olacak da, onun ruh ve keyfiyetini hangi dünya görüşü-
hayat tarzı dolduracak? Bu cümleyi yazmadan az önce, NYMPHALAR’ın lâf atma niyetine
birkaç cümlelik değişik mevzuları gevelemeleri ve illâ belden aşağı bağlamaları, bu arada
tenasül uzvumu çevirmeleri eşliğinde, –hâlimi düşünün!–, namazımı tamamladım: Bu,
senelerdir yaşadığım bir klâsik. Şimdi: NYMPHALAR’ın cihazları yoluyla gerçekleştirdikleri
hüneri, oynadıklarını, onları görevlendiren bütün müesseselere ARMAĞAN ediyorum. Bütün
varlığımla!

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (21. Bölüm)


DÜŞ VE GERÇEK
Düş yolculuğunun, ŞUUR YERİNDE OLARAK YAŞANMASI… Dünya’nın ayrılmaz
bir biçimde bağlandığı sonsuz bir düş; bu düşte, gerçeğin temelleri erimektedir. Bu ifâde, Batı
dünyasının Avustralya yerlileri hakkında vaktiyle yapmış olduğu bir tesbittir. Bu dikkate
alınırsa, hayata bakış tarzları olarak, onların gerçekliklerinin bu olduğu da anlaşılır.
Sözkonusu gerçeklik, niteleme farkı bâki, bugün fizik ilmi ve felsefe bakımından, modern
dediğimiz ve araç gereçle ölçtüğümüz dünyanın da gerçekliği olmuştur. Atom altı parçacıklar
fiziği dünyası ile günlük hayat bakışı arasındaki farktan bahsediliyor ve sade insan şuuru
olarak “gerçeklik” günlük hayat tarafında kalarak o yerlilerden ayrılınıyor sanılsa da, bir çeşit
düş yolculuğu olan modern fizik, matematik, tıb ve genel olarak bitki, hayvan ve tabiat
ilimlerindeki incelik, aynı yollardan edinilmiş çeşitli araçlar hâlinde, günlük hayatımızda
kullanılıyor. Demek ki, gerçek ve düşten anlaşılan şeyler farklı.
Bir film kurgusunda, filmin çekiminde rol alanların, yönetmenden, sair elemanlara kadar
bir kadro ile, film seyircisinin karşı karşıya oluşunu gözönünde tutarsanız, hangisi gerçeğe
daha yakındır? İşte TELEGRAMCILAR ve ben… Demek ki, bu teshir farkını dikkate
almaksızın ve cihazlarına katık gerçek kişilerle oyun kurmada benim aldanmalarımı alaya
alarak meseleyi benim zekâ durumuma sirayet ettirmeye kalkanlar, düpedüz ahmaklardır.
Basbayağı, fizikî güç olarak misâl vereyim: Karşısındaki şu kadar adamı hazırolda tutarken,
bunun kendisinde bir devlet gücünü temsilden doğduğunu gözardı ederek ve kendini gittikçe
bu duyguya inanmaya kaptırarak, pazusunu yoklayan adam gibi, onlar gittikçe akıllı ve
gittikçe salaklaşan da ben… Ama öyle olmadı: Ben neysem oyum, insan olarak onlar da neyse
o. Ve zavallı NYMPHALAR: Bu yazdıklarımı anlıyor olmaları gibi, “çevre felâketi”ni
yaşayacak bir talihsizliğe düştüler. Niyet olarak adi kurguları karşısında, her seferinde
ahmaklıklarını yüzlerine vururken, –meselâ, şu yazı ne ki?–, bunu anlıyorlar. Tuhaf olan şu:
Adi olmak istiyorlar. Bu satırlar yazılırken düşüncemin alınışı bakımından, benim için zor bir
durum. Onlar için de; tavlanıyor gibi olmamak. Rahatsız edici hafifliklerine bu yüzden:
“Soytarılık yapmayın!”
DÜŞ YOLCULUĞUNUN, ŞUUR YERİNDE OLARAK YAŞANMASI; Telegram’ın,
düş ve gerçeği mezceden niteliği bu. Düş ve gerçek hakkında yukarıda yazdıklarım da, buna
dairdir.

AB-KUR
Kartal’da… Herhâlde Mayıs ayı’nda idi: Telegramcılar’ın, sağ yanımdan önüme sürüp
çektikleri tanıdık tanımadık kadın fotoğraflarının gösterilmesine karşı, müthiş bir buluş(!)
sahibi oldum. Havalandırmada, malûm olduğu üzere, tesbih çekerek yürüyorum, iki kişinin
mevzu ben olmak üzere yakın mesafeden konuşmaları arasında, bana gösterilip çekilen
fotoğraflar; birden aklıma, eski baskısında “Yemen’de bulunduğu söylenen cinler şehri”
mânâsına da gelen, AB-KUR kelimesi geldi. Yâni, eski devirlerde cinlerin Başşehri olduğu
söylenen AB-KUR. Ben, bir savunma şekli hâlinde, Üstad’ı veya Efendi Hazretlerini düşünür
ve kendimi onların hey’etine bürünmüş hayâl ederek turlar, her şeye karşı ayakta duruşumu
bu hâlime bağlarken, Efendi Hazretleri’nin “Müslüman cinlerin de şeyhi” oluşunu düşünerek,
aklımın bir köşesinde hep AB-KUR olmuştur. Bana musallat olanlar eğer cin ise, bu işin
oradan kesilmesi ümidi. İşte, eğer bana resmi gösterenler, yahud resimler, tanıdık tanımadık
kişilerin suretine bürünmüş olarak bana oyun ediyorsa, AB-KUR’daki Efendi Hazretleri’nin
heybet ve itibarını hatırlatmak, onları korkutmak üzere, “AB-KUR!” diyordum; ve der demez
de görüntü kayboluyordu.
Hemen düzelteyim: “Ab-kur” kelimesi ile “Ab-karî” kelimesinin lûgat mânâları başka.
Benim niyetim, “Ab-karî” iken, “Ab-kur” demişim. Bunun farkına, Hastahâne’den döndükten
bilmem kaç ay sonra vardım. Cinlerin lâğım, helâ, bulaşık dökülen yerler, çöplükler vesaire
gibi yerlerde yuvalanan şerlileri ve “hades-pislik”, hele insan dışkısını yemeleri gibi, duyulan
ve okunan bilgiler yanında, ebced ve iştikak ilgisi içinde mânâların tam tersine dönmesi
meselesi, AB-KUR ile AB-KARÎ arasında zannedilebileceği gibi bir uçurum doğurmasa da,
aslının bildirilmesi gereği, bu izâh, niye “AB-KUR!” dediğim ile birlikte anlaşılıyor
sanırım… Âlemde, zâtı ile iyi ve kötü yoktur; iyi ve kötü, Allah’ın bildirdiği ile başladı ve
vardır; topyekün varlığın kelimelerle ifâdesi ve bunların topyekün tek bir kelimeye ircaı:
Allah. Bütün Resûllerin getirdikleri kendisinde toplu olan Allah Sevgilisi’nin getirdiği ve
gösterdiği yoldan, tevil, tâbir, tefsirle, O’na ibadet. HAYAT adına yapılan bütün İNSAN
faaliyetlerinin olması gerekeni bu; BİR için, BİRE DOĞRU.
Şu fotoğraf meselesi: Bunu, hayatınızda derinden yaşadığınız ve “gözümün önünden hiç
gitmiyor!” dediğiniz bir sahnenin, şu veya bu, dışarıdan bir tertible gerçekleştiğini düşünün.
Bu tertib, TERTİB OLMAKLA, sizin tabiî hayâlinizden başkadır, ondan belli belirsiz daha
cismanîleşmiştir. Varlığı; var ama yok, yok ama var gibi. Anlattıklarımı anlamış da olsanız,
daha fazla bir şey söyleyebileceğinizi sanmadığım bir görüntü. “ŞUUR YERİNDE OLARAK
YAŞANAN DÜŞ YOLCULUĞU” ifâdesine uygun, bir düş nevi.
***
Ab-kur: Lâğım çukuru. Pisliğin aktığı delik, yol: 229.
Büzürg: Cisim, kebir, azim, büyük, ulu. Reis, başkan, şef: 229.
Girde: Yuvarlak, değirmi. Bütün, hepsi, tamamı: 229.
Kecrev: Eğri giden: 229.
Harik: Omuz küreklerinin arası: 229.
Gürbüz: Genç irisi. Cerbezeli. Anlayışlı, idrakli. Kahraman, yiğit: 229.
Gürde: Böbrek: 229.
Hırak: Hareket: 229.
Kısteyn: İki hisse. İki ölçü. İki parça: 229.
Dereke: Aşağı inen basamak. Sıfırın altındaki derece. Düşüklük: 229.
Muntalik: Salıverilmiş, bırakılmış. Bağsız. Sevinçli: 229.
Kürde: Zariflik, incelik: 229.
***
Abkarî: Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil. Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer
sanatı olmayan. Çok güzellik. (Bu kelime, esasen “abkar’e mensub” demektir. Ebu Suud ve
sair tefsirlerin beyânına göre, “cin beldesinin ismidir” ki, Arablar acib bir şey gördüklerinde,
ona nisbetle tavsif ederler. Bir başka tefsirde: Abkar, buluttan inmiş donmuş sudur, doludur.
Bunun yanında cinnin yerleştiği-sakin olduğu, bir arzdır. Diğer bir tefsirde: Kelimenin aslı,
vasfına rağbet olunan her şeye bir sıfat olmasıdır.): 382.
İsrafil: Dört büyük melekten biri. Kıyamet günü suru üflemeye memur: 382.
***
Abkar: 372.
Asfar: Sıfırlar. Boş şeyler. (Yevmiye: Bomboş bir devirdeyiz!): 372.
Berkî: Yedinci kat gök. (Üstadım’ın mısraı: Ey yedinci kat gök, esrarını aç…): 372.
Akreb: 372.
Yunus Emre: 372.
Mehdi Mirzabeyoğlu: 372.
***
Her şeyden fazla olarak, olan, olabilir olan, geçmiş, şimdi, gelecek, varlık ve mahiyet
olarak her şeyi içine alan, kuşatan, sızan ve kendinde toplayan HAYÂL HAKİKATİ’nin, Ab-
kur, abkarî ve abkar kelimelerinin ebced tevafuku içinde isbatını gördünüz.
***
Uyumama müsaade etmeden önce, frekans ve sözlü telkin kurgularından biri, yine
fotoğraf ile alâkalıydı. Kalbimin üstüne konulan tanıdık ve tanımadık bir kadın fotoğrafı,
sonra o çekilip bir başkasının konması… Ben, güyâ kalbimin üstüne konulan o fotoğrafı
göremeyeceğimi bile düşünemez bir elektrikî tesir altında, o zaman bilemediğim bir dikkat
çekme ve heyecanımı kontrol etmek için nefesimi ayarlamaya çalışmanın da onlardan olduğu
bir hâl içinde, “gaza gelmiş” bulunuyorum. Bu, niyeti cinsî arzuyu tesbit etmek olan veya o
kişiye duyduğum herhangi bir yerleşik hissi yakalamaya yönelik tertib, sadece hakikati
bulmak ve onu korkutma-şantaj vesaire gayeli değil, gerek bizzat niyetin ilkaı ve gerekse
“sende olmasını istediklerinin empozesi ve tesbit etmiş gibilikleri” cinsinden frekans ve söz
kurgularıyla abartılı bir iş. Meselâ, sadece şarkıcı Emel Sayın ve Ayla Algan gibi, beni
mahcub etmek için gösterilenler bir yana, erkekler de olabilirdi. Nitekim, resim tarzında değil
de, tahrik, telkin ve seni o hâle getirebileceklerinin frekans ve sözlü telkinleriyle, kulampara
ve ibne rolünde gerçek kişileri de oyunlaştırdılar. BOLU’da NYMPHALAR’ın talihsizliği,
benim şu sözümde topludur: “Benim edebim üzerine, edebsizliğinizi kurmayın!”…
TELEGRAM hakkında, Kartal ile BOLU arasındaki şuur farkım, anlattıklarımdan belli. Onlar
hangi oyunu yaparlarsa yapsınlar, ben hep ben olarak, ama Kartal’da bir nevi izâh etmeye
çalışırken batma gibi ihtiyaçlara düşmeden, muhatablarıma misliyle mukabele. “Sen, aşağıda
dolaşanları boşver, ben senin en üstünde bulunan adam var ya, ona müthiş bir şehvet
duyuyorum ve onu (…) var!”; uğraşmaya ne hacet, size ballı bir sansasyon, ben rezil rüsva,
sana işe girme - para - şöhret. Yeter ki, şu cihazınla ortaya çık. “İtirafım”ın kulağıyla duymuş
şâhidi çok; bizzat şu satırlar ne ki!
***
Şu kalb üzerine konan resim meselesi, KARTAL’da beni şu bakımdan çok
heyecanlandıran kurgulardan biri. “Gaz verme”, şu, bu gibi lâfları tekrarlamadan:
TELEGRAM’da, ses ve görüntülerin bende tezahüründen sonra, hatıra yoklaması ve
sağlamasından başlayarak her tertibte, cihaz teshiri-frekans yolu ve sözlü telkin birbirini
tamamlar bir düzen içinde, hep “kalbin okunması” ve “düşünce okunması” sözleri telkin
ediliyordu. Bende CİN hayâlini besleyen sebeb, bu olmuştur. CİN değil de bilgisayar türü bir
cihazla yaptıkları yolundaki telkinleri ise, bende bir şok etkisi meydana getirmemiştir. “Nasıl
bir şey merakı?” ayrı mesele. Zamanla, onlar kalbi sadece kan pompalar kıymete düşürüp,
sadece beyin üzerinde dursalar da, bu sefer kalbten beyine ilgi gürültüye gittiği için, meselem
İMÂN olmuştur. “Cin” derken, “imân” davasının çilesi. Kalb mahfuzdur, ama his okunabilir;
cin korkusu derken, doğrudan doğruya KALB HAKİKATİ’ni ve ruhu inkâr eden bir cihaz
teshiri altına girmek? Bu yazı dizisinde, ruh ve beden (beyin), ruh ve madde, nefs, şuur, kalb
ve yürek vesaire gibi meselelere giriş sebebim de, bu. Herhâlde şunu söylemeye hak kazanmış
bulunuyorum: TELEGRAM’ı gerçekleştirenler ve cihazı tanıyanlar bir yana, bu saatten sonra
TELEGRAM’ı inkâr edenler, ikna olmama ve inkâr etme şartlarına da malik olmayanlardır.
Şu satırları yazdığım sırada NYMPHALAR, Telegram’ı bilen birisini kastederek, “delilin var
mı derse ne diyeceksin?” diyor. Ben de, “o kişiyle karşı karşıya gelir, konuşuruz; ikimizin
arasındaki zekâ farkı kimin lehine ise, o haklıdır!” diyorum. Resmiyet bir yana, hile yapmak
için bile olsa, “isbatın var mı?” deme şartlarına sahib olunmaması durumunu kasteden bir
efelenme.

MİDİLLİ KANALİZASYONLARI
Bir zamanlar, suçlu psikolojisi ile ilgili olarak, incelemeyi yedi göbeğe kadar yapar,
istidat, kusur yahut suç işlemişler yolundan, son örneğe gelirlerdi: Suç, irsiyetle intikal eden
bir hastalık sayılırdı. Bu görüş, tarih içinde “gemisini yürütmek” ve mevcut rejimi korumak
adına, sadece suçlunun “hasta” oluşuna kadar gerilediyse de, karalama işlerindeki
meselelerde, aynen uyarlandı. Ben, dünyadaki bütün rejimleri ve kendi koydukları kanunlara
uymayanları, hem suçlu, hem de hasta görenlerdenim. Ruh olarak hastalık ölçüsünün hakikati,
başta İslâm’a imân etmemeden başlar. İslâm’ı bir yana bırakarak, doğrudan doğruya rejime
bakış gözüyle bile, bütün rejimler suç üretme makinesi hâlinde ve hâliyle suçlular tarafından
muhafaza edilip, yürütülmektedir. TELEGRAM’a maruz kalan ben, akrabalarım hakkında da
sayılıp dökülenleri ölçü alarak, TELEGRAM’ı yapanları ve âlet olanları bizzat suçlu ve hasta
saymaktan, aile ve akraba üyelerinden başka, atalarıma doğru suçlu ve hasta saymakta, haklı
mıyım, değil miyim?
Şimdi size, sağlıklı(!) bir ruh ve kafa ürünü olarak, MİDİLLİ KANALİZASYONLARI
kurgularını sunuyorum
***
Midilli Adası, malûm, ÇANAKKALE’nin, hâni şu Kartal Cezaevi’ne Müdür
Yardımcısı diye gelen, ama maaş bordrosunda ismi geçmeyen, bu yüzden gardiyanların da
kendilerini gözetlemek için Bakanlık tarafından gönderilmiş biri diye şübhelendikleri adamın
(!), Cezaevi’nde görev yaptığı yerin karşısı.Ben artık iyice tükenmiş durumdayım. “Cindi,
periydi, yalnızlıktı, aklını oynattı” yollu bilirkişilere daha fazla “masal” cinsi malzeme
vermemek için, daha az konuşuyorum.
Koğuştayken, artık beni daha kolay kapıyorlar. Öyle ki, sanki beynim bir kara tahta,
tahtaya ne yazarlarsa onu düşünüyorum, o psikolojiye giriyorum, o oluyorum, onu yaşıyorum.
Sadece birşey var; kendimi başkası gibi düşünebilmem, seyredebilmem, ona imdad edemesem
de kritik edebilmem. Rahat olmam, korku duymam, heyecanlanmam, sevinmem, hep
TELEGRAM’dan.
Şöyle düşünüyorum: Meselâ, öfkelenince safra ifrazatı fazlalaşır, bunun beyindeki kısmı
uyararak, o ifrazatı sağlayıp öfkelendiriyorlar. Bunu çok önceden düşündüm. Beni yaktıkları
zaman bütün vücudum kaynamış suyla haşlanmış gibi oluyordu: Tabiî, dış yüzden hiçbir
belirti yok. Bir insan yanınca, ilgili uzuvların beyindeki sinir uçları hangi bölgede? Herhâlde o
bölgeyi uyararak, o yanma tesirini sağlıyorlardı.
Beynim bir kara tahta: O hapishâneye gideceksin, bu hapishâneye gideceksin
tehditlerinin pislik görüntüleri dışında, herhâlde kanıksamayı kırmak üzere, bu sefer Midilli
Adası kanalizasyonları. Ada, bir nevi açıkhava hapishânesi ve her tarafı –elbette!– denizle
çevrili. Mahkûmlar, hiçbir filmde, film olduğunu bildiğiniz için algılayamayacağınız kadar
korkunç şartların, kanalizasyonların içinde insanlıktan tamamen çıkmış mahlûklar olarak,
çalışıyorlar. Ne çalışması, ne yapıyorlar? Üstlerinde leş gibi atlet, yırtık pırtık uzun donlar,
lâğım sularının içinde teneke kutu gibi –meselâ!– birşeyleri ordan alıp öbür tarafa
atıyorlar.Konuşmadan çok, hayvanlar gibi öfkeli seslerle, birşeyler söylüyorlar. Derken,
birbirlerinin üzerlerine çullanma. (Herhâlde anladınız!)
Eh, hadi söyleyeyim: O Amerikan filmlerindeki, yarma tipli canilerin toplandığı
hapishâneler görüntüsü var ya, o vahşi ve acımasız tiplemeleri Türkiye’de ırz düşmanlarının
konulduğu “damatlar koğuşu”nda farzedin. Ve, oraya Duran veya karısının ve ortakları veya
karılarının konulduğunu, peşrev serbest kanunuyla “emanet” edildiğini düşünün!
Bak tatlım, ben yazdım! Söyleyemeyeceğim, söylesem, kendi kendimi rezil edeceğimi
sandığınız şeyleri yazdım. Hem de sizin beni, hiç çekemeyeceğiniz, çekemediğiniz durumlara,
aslınızı, astarı katmış olarak.
Şimdi mesele: Birisi karşınıza geçip size küfretse, “canım bu küfür, gerçek değil ki” mi
dersiniz, yoksa öfkelenir ve korkudan ses çıkartamazsanız da müteessir olur ve içiniz içinizi
mi yer?
Mani olamadığınız şartlar altında, gece gündüz, yerken, içerken, sıçarken, konuşurken,
görüşürken, her ân türlü şekillerde bu türlü taciz altındayken, bir insanın, ama “insan”ın hâli
ne olur? Rica ediyorum, bir de beni ben olarak düşünün?
Kâzım Albayrak’ın, Gabî için, “insanın şahsiyetine göre yorum yapılır!” demesi gibi.
Gabî, o lâf kendisine, nasılsa anladı, kafası çömeldiği yerde apış arasına doğru eğildi.
O Midilli kanalizasyonları, telegramcıların içlerinde yaşattıkları hayâl dünyası
bakımından, bana öyle dehşet verdi ki, o tini mini hâlleriyle eşi ve çocuklarıyla, tanıdıklarıyla
muaşeret eden bu adamların, meselâ sofrada oturmuş onlarla yemek yiyor hâllerini hafsalama
sığdıramaz oldum.Bunlara kızıp da hiçbir hayvan sıfatıyla adlandırılmamalı. Kur’ân söylemiş:
— “Hayvandan aşağı mahlûk!”
Yakılmalı, ama ölmemeli; bu mümkün olsa, ömrü müddet ateşte tutulmalı.
Allah, ellerinde imkân olsa, yapmayacakları mel’unluk olmayan bu insanlardan, bu
insanların “korudukları” mukaddeslerden(!), insanları korusun.
Kanun nerede? Dağa kaçtı!

“GERÇEK BELLİ-OLUNMASI GEREKENİ SÖYLE!”


“Midilli Kanalizasyonları”, yaşatılan bir düş kurgusuydu; aradan 11 sene geçti ve
NYMPHALAR’ın, bir senesi hazırlık olmak üzere, iş başına geçmelerinin üzerinden, tam 7
sene, üzerimde oynanan oyunu öz olarak ifade gerekirse, tek kelime ile SEKS; ve bundan
umulan sansasyon kazancı idi. Bu “idi”yi, NYMPAHALAR’ın eskiye nazaran şuur
durumlarının gelişimi diye ekledim. Her ne kadar, biraz sonra belden aşağı lâflamalar
başlayacak olsa da, heveslerinin kırık olduğunu biliyorum; beni doğrulayıcı gelişen hâdiseler,
onların benle dalga geçmeye yönelik seks dışı “değerlendirmelerini” de çeliyor. Sanki ben
yapmışım gibi, benim olmayan imkânlarla gerçekleşen ve tahminlerimi onların aleyhine ve
tabiî olarak benim lehime doğrulayan gelişmeler, keramet çapında; bu çap, mihrakında
Üstadım’ın bulunduğu, içinde “Son Devrin Din Mazlumları” da olan, İslâm büyüklerinin
himmeti gereği. ÇOCUK hikmeti apaçık görünüyor: Bunu böyle bilmemek, damarımda
dolaşan kanı inkâr edememek gibi, benim elimde değil. Hadisenin tarafları bile, âlet
olduklarının şuuru bakımından, tersinden neyi ihya edici olduklarının farkında değil. “Aferin
çarha ki, yedirdi kuduzu kuduza”; üç senedir gelişen hâdiselerin söylettiği bu. Son nokta: 10
Eylül 2010 Cuma tarihli, SABAH gazetesinde manşetten bir haber. Okuyacaksınız. Bu bir
ruh: “Anayasa değişimi, Başkanlık sistemi, Kürt açılımı, özerklik, üniter devlet yapısında
ısrar, mahalli idarelerin güçlendirilmesi” vesaire, tarafların herbiri kendi yönünden muradına
ermiş olsa bile, kim hangi ruh diliyle, aşağıda duyacağınız ruhun yerine onları
doldurabilecek? Hangi sistem ve anlayışla? Gayet veciz bir şekilde ifâde etmiştim: “Türkiye
ne ki, Kürdiye ne olsun?” diye. Bir şey söyleyin ki, ölü cesedi süsleme cümlesinden olmasın
ve şimdiye kadar hangi taraftan ne yapıldı ise, hepsini birden ibret gözüyle mânâlı kılıcı
olsun; bu sistem ve anlayış, herkesin emeğini gerekli kılan olacaktır. O kimde?
***
Sabah, çok sayıda AMİRAL ve GENERAL’i kıskaca alan, şantajla DEVLETİN ÇOK
GİZLİ BİLGİLERİ’ne ulaşan FUHUŞ ÇETESİ yapılanmasının ayrıntılarına ulaştı. Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı, 1. Ordu Komutanlığı, Maliye ve İçişleri Bakanlıkları’nda faaliyet
gösteren çete, ÖZEL ODA olarak tanımlanan hücre tipi yapılanması ile hareket ediyor. Ceb
telefonu kullanmayan çete elemanları, çok özel belge ve görüntüleri, belirlenen günlerde
transfer ediyor. Askerî yapılanmada genç subaylar, sivil bürokrasi’de ise görevde bulunan
kişinin en yakını sağlıyor.
İstanbul Özel Cumhuriyet Savcılığı talimatıyla gerçekleştirilen operasyonda, çete üyesi
olan AMİRAL C.Y.’e âit olduğu kabul edilen hafıza içerisinde askerî personele âit gizli
çekilmiş PORNO İLİŞKİLERİ, GAY İLİŞKİ PORNOLARI, ÇOCUK PORNOLARI,
HAYVAN PORNOLARI, LEZBİYEN PORNOLARI GİBİ çarpık ilişki ihtiva eden (şantaj
malzemesi) video-resim arşivi tesbit edildi. Bilgisayar kayıtlarında Amiral C.Y.’nin çeteye,
üst seviyeli ÇOK ÖZEL MÜŞTERİ ayarladığını gösterir bilgi ve belgeler de bulunduğu
öğrenildi.
İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya’da faaliyet gösteren çetenin ayrıca kış ve yaz
dönemlerine ilişkin hareket plânları da bulunuyor.
Çete, bütün irtibatları GENÇ SUBAYLAR ile gerçekleştiriyor. Aracı olarak
kullanılacak genç subaylar daha HARBİYE’de öğrencilik dönemlerinde takibe alınıyor.
Harbiye sonrasında genç TEĞMEN olarak atanan bu kişiler, çete adına hareket etmeye
zorlanıyor.
***
Sivil Bürokrasi kanadı: İstanbul’daki fuhuş çetesinin, Ankara’daki 23 bürokrata özel
servis yaptığı ortaya çıktı. Çetenin müşterileri arasında, İçişleri ve Maliye Bakanlığı, BDDK
ve Sayıştay gibi kamu kurumlarındaki bürokratlar yer alıyor. Çetenin, İstanbul’da 5, İzmir’de
3, Antalya’da 4, Bursa’da 2, Yalova’da 5 fuhuş evi olduğu belirlendi.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (22. Bölüm)


“BENİ YAVAŞÇA ÖLDÜRÜYORLAR”
Ahmed Eymen Bilici: Kitabın yazarı Tek Nath Rizal, Bhutan’da (Hindistan ve Çin
arasında, Himalayalar’da bulunan ve monarşiyle yönetilen küçük bir devlet) Milli Meclis ve
Kraliyet Danışma Konseyi üyesiydi.
Şahid olduğu yolsuzlukları açığa vurması sebebi ile Kral’dan ve çevresindeki
insanlardan büyük tepki gördü ve Kral Jigme tarafından 1988 yılında hapse yollandı. 1993’te
ihanet ve devlet sırlarını açıklamaktan mahkûm oldu ve ömür boyu hapisle cezalandırıldı.
ABD Dışişleri Bakanlığı ve milletlerarası insan hakları örgütlerinin baskısı ile, 11 senelik bir
hapis hayatından sonra 1999 Aralık ayında serbest bırakıldı.
Hapishane süreci içinde siyasî bir kişilik kazanmış ve milletlerarası camiada tanınan bir
insan hakları savunucusu olmuştu. 2009 yılı sonunda yayınladığı kitabı, Bhutan’daki
hapishane hayatını ve özellikle de kendisine uygulanan “zihin kontrol” işkencesini anlatıyor.
Kitabın önemli bir özelliği, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan TELEGRAM
(beyin ve zihin kontrolü) işkencesinin bir diğer çeşidini bizzat anlatması dışında, DÜNYADA
BİZZAT KENDİSİNE UYGULANAN BU İŞKENCEYİ TIB ADAMLARI, ASKERİ
UZMANLAR VE HÜKÜMET YETKİLİLERİNDEN DE FAYDALANARAK ANLATAN –
TÜRKİYE DIŞINDA– İLK KİTAB OLMASI. Bu mevzu ile ilgili literatürde birçok yayın
var, ancak Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun İBDA yayınlarından çıkan TELEGRAM –ZİHİN
KONTROLÜ– ve haftalık BARAN dergisinde tefrika edilen ÖLÜM ODASI –B. Yedi– adlı
eserleri dışında, bizzat kendi üzerinde bu tür bir işkence uygulanan bir kişinin yazdığı bir
yayın yok.
Kitabın bir bölümü de, Prof. Dr. Indrajit Rai tarafından yazılan “önsöz”. Prof. Rai,
Nepal Anayasa Meclisi üyesi ve 15 sene boyunca Hindistan Deniz Kuvvetleri’nde üst rütbeli
bir komutan olarak görev yapmış. Önsöz’ünün başlığı: Tek Nath Rizal’e Uygulanan Zihin
Kontrol Cihazı… Rai, yazarın “Güney Asya’nın en önemli siyasî şahsiyetlerinden birisi”
olduğunu belirtiyor ve aynı zamanda kendi askerî geçmişine de dayanarak, uygulanan gözlem,
takib, beyin kontrol metodları ile ilgili danışmanlık yapıyor.
Rizal, bir konuşmasında şöyle diyor:
— “Dr. Gurung, 20 sene boyunca askerî hizmette bulunmuştu ve bunun dört senesi
mahkûmlardan bilgi almak üzere beyin kontrolü metodlarının kullanıldığı bir hapishânede
geçmişti. Böylesi bir işkenceden sonra nasıl hayatta kaldığıma şaşırmıştı. Aynı zamanda
benim durumumun ciddiyetini ve benzer vak’aları ve yan etkilerini gördüğü için hemen
farketmişti.”
***
Ahmed Eymen Bilge: Kitab, işkencenin ilmî teknikleri hakkında bilgiler veriyor. Bir
askerî uzman olan Prof. Indrajit Rai, “hayat tecrübelerini heyecan verici ve ilgi çekici buldum.
Kitab, onun niçin hapse atıldığı, Bhutan yetkililerince ZİHİN KONTROL CİHAZI ve
psikolojik metodlar uygulanarak, ona nasıl insanlık dışı işkenceler yapıldığı ve vahşi bir
şekilde acı çektirildiği hususunda bana yeterli bilgi verdi” diyor. “Zihin Kontrol Cihazı” ile
ilgili yetkili bir otorite olan Rai, “bu, insanın bütün vücudunun ve aklının kontrolünü eline
alabilen elektromanyetik bir zihin kontrolü tekniğidir. İnsanın aklında sesler üretilmesine
sebeb olan ayarlanmış elektromanyetik dalgalar kullanır. Bu, şuuraltı hipnotik emir
formundadır ve insan hiç haberi olmadan yıllarca hipnotik olarak yönlendirilebilir. Zihin
kontrolünün amacı, hedeflenen kişinin hayatını mahvetmektir. İnsan, hedeflerinden sapar,
görevini unutur, ailesine ve arkadaşlarına garib davranır (Bende başarılamayan — S.M.) ve
kendi normal hayatını devam ettiremez. Bu, mahkûmu hipnotize ederken gerekli bilgileri
alabilmek için kullanılır.”
***
ZİHİN KONTROLÜ için kullanılan diğer terimler: Zihin okuma. Zihin sensörü.
(Sensor, İngilizce’de, “alıcı âlet, sezici, alıcı” demek. İnsan beynine ne kadar nüfuz edici
olduğunu vurgulamak üzere, bu kökten türeme iki kelimeyi de verelim… Sensory: Duyuya
âit, ihsaslarla ilgili… Sensorium: Sinir sistemi.) Zihin şiddeti. Zihin işkencesi. Zihin şoku.
Zihin izlemesi, takibi. Zihin Patolojisi. (Zihinde, hastalıkların sebebini bulma.)… “Zihin
kontrolü” için kullanılan bu tâbirler, birbirlerinin yerini tutan değil de, birbirlerinden ilgili
bulduklarını da ihtiva edenlerdir… Bizim, TELEGRAM ismi altında işlediğimiz mevzuların
ana merkezi, ZİHİN OKUMA’dır. — S.M.
***
Doktor Frey, 125 Mhz kadar düşük (mikrodalganın oldukça altı) olan oldukça geniş bir
aralıktaki frekansların, nabız gücünün ve nabız derinliğinin bir kombinasyonu (tertibi) olarak
çalıştığını belirtmiştir. Detaylı sınıflandırılmamış çalışmalar, “mikrodalga işitme”nin oluşumu
için en uygun frekansları ve nabız özelliklerini ortaya koymuştur.
Artık çok daha güçlü bir teknoloji iş başında; bu teknoloji, DOĞRUDAN
DİNLEYİCİNİN BEYNİ İLE KONUŞAN, geliştirilmiş elektronik bir sistem. Bu şekilde
KİŞİNİN BEYİN DALGALARINI DEĞİŞTİREBİLİR. Beynin EEG’si üzerinde değişiklikler
yapabilir. Sunî olarak olumsuz hisler yükler; korku hissi, ümitsizlik, endişe, çaresizlik vesaire.
Bu şuuraltı sistem, kişiye sadece hissetmesini söylemez, bizzat hissettirir ve bu hisleri beynine
yerleştirir.
***
Zihin kontrolünün tezahürleri:
– Duygular alt üst ve vücut fonksiyonları bozulmuş.
– Kulakta çınlamalar, devamlı “sss” sesi, artan kan basıncı, göğüste daralma.
– Birçok insanda hissi depresyona yol açar.
– İnsanın duyu algılarının genişlemesine sebeb olur.
– İnsanın öğrenmesini etkiler.
– İnsana “çok iyi” olduğu hissini verir, rahatlık sağlar.
– Karıncalanmaya sebeb olur, insanda uyku hissi uyandırır.
– İnsanı hipnotik bir safhaya koyar.
– İnsanda kargaşacı davranışlara sebeb olur.
– Aşırı depresyon, sıkıntı ve endişe.
– Beyin aşırı derecede sıkıntıya sürüklenir, algısını değiştiremez.
– Psikoaktif.
– Çok zararlı biyolojik etkiler.
***
Yeni dönem yayın hayatına başlayan AKADEMYA dergisinde, yabancı bir
TELEGRAM kitabının tanıtım ve özetini yapan mütercim Ahmed Eymen Bilge’nin
tercümesini okudunuz. Ondan özet ve ufak birkaç ekleme de benden; zaten belli. Kitabın
bütünüyle tercüme edileceği haberini, müjde kabul ediyorum. Tabiî, karınca gibi çalışkan
Hayreddin Soykan’ın Editörlüğünden, daha önceden tanıdığım ve tanımadığım yazar kadrosu
ve emeği geçenlerle yeni dönem yayın hayatına başlayan AKADEMYA dergisini de.
Dinamik ve uygulamaya dönük görünüşü, eski dönemlerindeki “ağır metinler”le
görünüşünden daha güzel. İki sayı arasındaki zaman aralıklarının 4 aydan daha kısa zamanlara
düşmesini temenni ederim.
Bir not: AKADEMYA’daki, Ömer Emre Akcebe’nin “TELEGRAM VE HAKİKAT
ŞUURU” isimli yazısını da anmalıyım. TELEGRAM CİHAZI, bana ne yapıldığı bir yana,
“İNSAN VE MAKİNE” münasebeti gibi girift bir bilmecenin en nazik bahsidir. Onun, bende
işin metafizik çilesine de dikkat edici olması, doğrusu hoş.

RADYO İLE YAKMA


2007’de BOLU’dan İSTANBUL’a Mahkeme’ye götürüldüm. Verilen ara: Konulduğum
hücrede, yine BOLU’dan Mahkeme’ye çıkarılmak üzere getirilmiş üç kişi vardı. İkisi ben
yaşlarda, biri uzun boylu, iri ve sportmen yapılı, yakışıklı bir genç. Uyuşturucu kaçakçılığı ile
ilgili imişler. Sözkonusu gencin ismi, galiba Kemâl idi. Beni tanıdılar. Kılık kıyafeti,
konuşması, nezaketi ile dikkatimi çeken genç, orada bana TELEGRAMCILAR’ın
yapabileceği bir “muzibliğe” karşı, benim fizikî davranışımı etkileyebilecek elektrikî tesir ve
konuşmalarına karşı mukabele etme mecburiyetim durumunda, “kafayı üşütmüş”
zannedilmemek üzere, bir imkan olarak göründü. Tanışma faslında BİLGİSAYAR UZMANI
olduğunu söylemişti. “Bana TELEGRAM İŞKENCESİ uygulanıyor!”… Bu hususta, beylik
birkaç şey söyleyince, tek kalmamla ilgili beylik psikolojik tekerlemeleri sıralamadı. Hele
elektromanyetik dalgalarla; şamanların trans hâlini andırır beden tesiri ve MÜZLER’e âit
birkaç sahne anlatınca, bir takım bilgilerinin bu hususta uyanması, çok hoşuma gitti. Oh be!
İkna olmanın şartlarına malik biri: Paylaşılmak güzel şey! “Zihin kontrolü nasıl
yapılabilir?”… Bu çerçevede, olabilirler cümlesinden olarak, radyo dalgalarından bahsetti:
“Radyo dalgalarıyla uzaktan insan bedenine öyle şeyler yapılıyor ki, insanın aklı almıyor!”…
Mahkemeye çıkma zamanı gelince, yanımdan ayrıldılar. Bana yardımcı olabilecek bilgilerini
yazmasını istemiştim. Aradan kaç ay geçti bilmiyorum, şimdi KIRIKKALE CEZAEVİ’nde
bulunan İsmail Uysal’ların kaldığı koğuşa mektub yolladı ve haberim oldu; fakat, toplamakta
olduğu bilgilere âit yazacağını söylediği mektub, elimize geçmedi. Uzun zaman onun kişiliği
hakkındaki bilgi, NYMPHALAR’ın alay etmeleri şeklinde oldu. Bir-iki senedir RADYO
DALGALARI ile ilgili pek mevzu olmadığı için, ondan da bahsetmediler. AKADEMYA’da
Ömer Emre Akcebe’nin çalışmasını okurken, NYMPHALAR radyo ile ilgili bir kurgularını
hatırlamam üzerine, matrak geçmelerine onu da katarak, beni tahrik etmek ve sinirlendirmek
görevlerinin ikramiyesi, neşelendiler. ASIL SAĞLAM OLUNCA, YANILMALARI DA
KENDİNE DÖNDÜRMEK ÜZERE SÜRÜKLER. Ben de, onlarla dalga geçmek üzere, o
günden farklı bir sebeble neşelendim. Radyo dalgaları ile ilgisini bilmem, beni radyo ile
yakmışlardı.
***
2005’te, birbuçuk sene sonra bende geberme tezahürleri başlayınca, dış yüzden hiçbir
şey yapılmadığının komşu şâhidleri de hazır olmak üzere üçlü teklilere henüz konulmadığım
bir zamandı: Mahkûmlar, olağan şekilde, havalandırmalardan birbirlerine sesleniyorlar. Bu
arada, cihaz başındaki NYMPHALAR, koridor, sayım, arama destekli kurgular yanında, her
ses ve konuşmayı, beni sinirlendirmek, korkutmak, heyecanlandırmak için, benimle ilgili ve
“bana imiş”e tebdil etme çalışmalarına devamda. Üçlü teklilere geçtiğimde isminin Ömer
Faruk Gez olduğunu öğrendiğim bir mahkûm, düzgün konuşma ve gür bir sesle, hem
üçlülerde komşum olan Yusuf Akbaba, hem de “Yılmaz abi” diye seslendiği sonradan
kendisini asan biri ile konuşuyor. Konuşmalarının tınılarında, benden bahis geçtiğini
hissediyorum, yahud zannettiriliyorum. “Yılmaz abiiii! Radyo…” diye bağıran Ömer, işbirliği
içinde, o gün için “zan”, bana “bir görevli”yi tedaî ediyor. Teklilere tek başıma konulduğum
zaman, hücreme ziyarete gelen Mehmed Akif isimli “sosyolog”a, TELEGRAM’dan
bahsetmiş, buzdolabının arkasından gelen radyo sesleri ve konuşmalardan bahsetmiştim.
Benim, “mekâna ses indirme” dediğim şeylerin tezahürünü anlatırken, o, ilgili ve sessiz
dinliyordu: Gûya TELEGRAM diye bir şeyi bilmiyormuşcasına. Üçlü teklilere geçtiğimde,
iki komşum da, havalandırmada devamlı radyo dinliyorlar; tabiî mecburen ben de. Aklıma,
TELEGRAMCILAR’ın, beni televizyon karşısında ondan elektiriklenmem gibi, bir
kaçındırma psikolojisine sokmak istedikleri geliyor. Komşulara, radyo çalmamalarını
söyleyemem, söylesem de, “tuhaf biri” olurum; korktuklarım gerçekleşmiyor. Lâkin, geceleri
yan hücreden gelen radyo sesi, bazen öyle değil de, sanki o zaman isimleri NYMPHA
olmayan cihaz başındakilerin, kafamın içine kesiksiz aktarabilecekleri bir işkence usûlü
tehdidi olarak görünüyordu. Böyle gecelerden birinde –ki, iki seneden fazla müthiş bir
BETATRON etkisi altında, hiç derin bir uykuya dalamadan, uyku uyanıklık arası ve
NYMPHALAR’ın devamlı konuşmaları içinde geçen, sanki yorgun da olsa bir uykudan
kalktığım bir garib durumu yaşardım–, onların hünerleri: Birdenbire vücudumu saran, sanılır
ki bir alev sıcaklığı, etrafımda hızla dönen bir şarkı sesi ile şok oluyorum. Şarkı sesinin
kendisiyle yakılıyorum ve aklıma gelen veya getirilen, bunun bir radyo ile yapıldığı.
Etrafımda dönen, radyo mu idi? O ânda uyanıyorum ve NYMPHALAR’ın kurgularına eşlik
eden ses ve lâf atmalarına, keyiflerine, onların “arsız” demelerine sebeb bir alaylı gülüş ve
değerlendirmeyle katılıyorum: “Oyununuzu beğendim, fena değildi!”… Bundan daha iyi ve
gerçek suikast şeklinde “öldüresiye” yapılan kurgularından biri de, trafik kazası ile ilgiliydi.
Ayıldığımda, basbayağı bir kaza yapmış olmaktan kurtulmuş gibiydim; tesiri öylesine.
Değerlendirmelerine, yılışanı yoktu, ben de katıldım: “Müthişti!”
***
Radio. (İngilizce): Radyo, telsiz, telefon cihazı veya bunlarla gelen haber: 221.
Radio- (İngilizce): Radyo veya radyum mânâsında ön ek. (Radiate: Işık yaymak, ışın
hâlinde yayılmak, bir merkezden etrafa dağıtıp yaymak… Radiation: Bir merkezden yayılarak
dağılma, ışık ve sıcaklık verme, yayılma. Radyoaktiv ışınları yaymak.): 221.

Musika: Mızıka. Çeşitli sesler çıkaran bir müzik âleti: 221.


***
Radio: 220.
Hercaî: Her yerde bulunur, kendine mahsus bir yeri olmayan. Kararsız. Derbeder,
serseri: 220.

HABER-HER YERDE-RADYOAKTİVİTE
Radyoaktiv tebdil: “Radyoaktiv bozunma” diye kullanılan ifâde yerine, “radyoaktiv
tebdil” dedim. Yakıştı mı bilmem? “Bozunma”, fizikte, şu mânânın karşılığı olarak
uydurulmuş: Kararsız bir atom çekirdeğinin, parçacık ve enerji olarak daha hafif ve kararlı
başka bir çekirdeğe dönüşmesi.
RADİO ve HERCAÎ’nin ebced tevafukunun tedaîsi hâlinde açılan pencereden görünen
manzaradan bir bölüm:
19. yüzyıl, kimyacılara son bir büyük sürpriz daha hazırlamaktaydı. Herşey, 1896’da
Paris’te, Henri Becquerel’in ışık geçirmez kâğıtlara sarılı bir fotoğraf levhası üzerine
yanlışlıkla koyduğu bir paket URANYUM tuzunu çekmecesinde bırakmasıyla başladı. Bir
süre sonra fotoğraf levhasını çekmeceden çıkardığı zaman, tuzun levha üzerinde karartıya
benzer bir iz bıraktığını görerek çok şaşırdı. Levha adeta ışığa maruz kalmış gibiydi. Tuzlar
bir nevi ışınım salıyor olmalıydı.Becquerel, bulmuş olduğu şeyin önemi gözönüne alınırsa,
çok yadırganacak birşey yaptı: Mevzuyu araştırması için ihtisas yapan talebesine havale etti.
Polonya’dan yeni göç etmiş olan Madam Marie Curie idi. Kocası Pierre’le birlikte çalışarak,
belli bazı kaya türlerinin SÜREKLİ VE OLAĞANÜSTÜ MİKTARLARDA ENERJİ
SAÇTIĞINI, ÜSTELİK BUNU HACİM KAYBETMEKSİZİN VE FARKEDİLEBİLİR
HİÇBİR DEĞİŞİME UĞRAMAKSIZIN YAPTIĞINI KEŞFETTİ. ERTESİ YÜZYILDA
EİNSTEİN, SÖZKONUSU KAYALARIN AŞIRI ETKİLİ BİR BİÇİMDE, KİTLEYİ
ENERJİYE ÇEVİRMEKTE OLDUĞUNU BULDU. Marie Curie, bu tesiri “radyoaktiflik”
diye isimlendirdi; ve çalışma süreleri içinde eşiyle beraber, “polonyum” ve “radyum” ismini
verdikleri iki yeni element (eleman, unsur) buldular.Ernest Rutherford ve Frederick Soddy
ikilisi, bu maddelerin küçük miktarlarında muazzam saklı enerji bulunduğunu, bu
rezervlerdeki RADYOAKTİV dönüşümün, Yeryüzü’nün sıcaklığının büyük ölçüde sebebi
olabileceğini keşfetti; bunun yanında başka elementlere dönüştüğünü de. Meselâ, bugün bir
uranyum atomu varken, yarın kurşun atomu oluveriyordu. Bu, hakikaten olağanüstü birşeydi;
saf ve basit bir şekilde, SİMYA’nın tâ kendisiydi. Böyle bir şeyin tabiatte kendiliğinden
olabileceğine, kimse ihtimal vermemişti.
Rutherford, her zamanki tavrıyla, bunun pratikte değerli bir uygulama alanı
bulabileceğini gören ilk kişi oldu. Her radyoaktif madde örneğinin yarısının değişimi için
gereken sürenin her zaman aynı olduğunu ve bu sabit, güvenilir tebdil hızının bir nevi saat
vazifesi görebileceğini farketti. Bir maddenin şu ânda ne kadar radyasyonu olduğundan ve
hangi süratle değiştiğinden yola çıkarak geriye doğru hesablanırsa, maddenin yaşı bulunabilir.
Rutherford, fikrini bir parça uranyumlu maden cevheri üzerinde sınadı ve yaşını 700 milyon
yıl olarak hesabladı. Yeryüzü’nün yaşı olarak çoğu insanın kabullenmeye hazır olduğundan
çok daha büyük bir rakamdı bu.Her ilmî buluşun faydaları yanında, buna bakıp da NAS gibi
genel geçerli uygulanışında yanlışa düşülebileceğinin güzel misâllerinden biri de,
YERYÜZÜ’nün yaşının hesablanması bahsinde görülür: Rutherford, radyoaktiflik sayesinde,
artık Kelvin isimli fizikçinin hesablarının izin verdiği yaştan, yâni 24 milyon yıldan daha yaşlı
olabileceğini hesablamıştı. Kelvin ise, bunu asla kabul etmedi ve termodinamik alanındaki
çalışmalarından çok daha değerli olduğunu kabul etmedi. John Joly isimli fizikçi, 1930’lara
kadar Yeryüzü’nün en fazla 89 milyon yaşında olduğunu iddia etti ve bu ısrarından ölümüne
kadar vazgeçmedi. Ünlü Rus fizikçi Mendeleyev de, radyasyonun, elektronun ve yeni
delillendirilmiş hiçbir şeyin varlığını kabul etmedi. 1955’de, 101 numaralı elemente, onun
hatırasına izafeten ve tutumuna uygun olması bakımından Mendeleyev ismi verildi: Kararsız
bir elementti bu.
Uzunca bir süre, radyoaktiflik gibi mucizevî biçimde enerjik bir şeyin mutlaka yararlı
olması gerektiği farzedildi. Yıllarca, diş macunu ve müshil ilaçlarına radyoaktif bir madde
katıldı. En azından 1920’lerin sonuna kadar “radyoaktiv maden suları”nın şifalı etkileri
iftiharla tanıtıldı. Tüketim (istihlâk) mallarında radyoaktiv madde kullanımı 1938’e kadar
yasaklanmadı. 1934 tarihinde, 1900’lerin başından itibaren radyasyon hastalığının tipik
belirtilerini yaşayan Madam Curie, (hafif kemik ağrıları, kronik kırıklık hissi), lösemiden
ölmüştü. Radyasyon gerçekten de öyle zararlı ve kalıcıdır ki, şimdi bile Madam Curie’nin
1890’lardan kalma notlarına dokunmak son derece tehlikelidir. Kendisine âit laboratuvar
kitabları kurşun-astarlı kutularda muhafaza edilir ve onları görmek isteyenlerin koruyucu
elbiseler giymeleri gerekir.İlk atom fizikçilerinin, farkında olmadan girdikleri tehlikeli çaba
ve ilim haysiyetine yaraşır büyük ve fedakârca çalışmaları neticesinde, (benim bu sözleri,
TELEGRAM cihazı eşliğinde yazmam ne tuhaf!), YERYÜZÜ’nün yaşının hesablanması
bahsinde iyi bir adım atılması sağlanmış, yanında pek çok yararlı keşif de gerçekleşmiştir.
(Zararlılar da!)

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (23. Bölüm)


YORUMSUZ
1905’te, genç bir İsviçreli’nin kaleminden çıkmış bir dizi yazı, “Annalen der Physik -
Fizik Tarihi” isimli bir Alman fizik dergisinde yayınlandı; Albert Einstein’ın. Bu adamın
hiçbir Üniversite ile ilgisi yoktu, hiçbir laboratuvara giriş hakkı yoktu ve hiçbir büyük
kütübhâneden düzenli olarak yararlanmamıştı. Bern’deki “Milli Patent Bürosu”nda üçüncü
sınıf bir uzman olarak çalışırken, ikinci sınıf uzmanlığa yükselme başvurusu da daha yeni
reddedilmişti.
Albert Einstein’ın bir sene içinde o dergide yayınladığı beş yazıdan üçü, “fizik tarihinin
en müthişleri arasında” diye karşılandı. Bunlardan birincisi, Planck’ın yeni kuvantum teorisi
yardımıyla fotoelektrik hâdiseyi inceliyordu. İkincisi, “asıltı” durumundaki küçük
parçacıkların davranışı (Brown hareketi diye isimlendirilen şeyi) inceliyordu. Üçüncüsü de,
özel bir izâfiyet teorisini ana hatlarıyla belirliyordu. Birincisi, ışığın tabiatını izâh etti ve
televizyon yapımının mümkün hâle gelmesine ve daha pek çok şeye katkısı oldu. İkincisi,
atomların varlığını isbatladı ve bu mevzudaki ihtilâfı bitirdi. Üçüncüsü, dünyayı değiştirdi.
“Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği Üzerine” başlıklı bildirisi, muhtevasıyla olduğu
kadar, sunuş biçimiyle de gelmiş geçmiş en olağanüstü bildirilerden biri sayılıyordu.
Dipnotlara ve iktibaslara yer vermiyor, HEMEN HİÇ MATEMATİK İHTİVA ETMİYOR,
oluşumuna tesir veya öncülük etmiş herhangi bir çalışmaya yer vermiyordu:
— “Einstein, bu neticelere sırf düşünerek varmıştı, hiç yardım almadan, başkalarının
fikirlerini dinlemeden. Ne enteresandır ki, işin aslı da aynen buydu!”
Ünlü denklemi E=mc2 bildiride yer almıyordu; bu formül, bir (süre) sonra çıkacak kısa
bir ekte sunuluyordu. Bu denklemde, E, “enerjiyi”, m “kütleyi”, c2 de “ışık hızını” temsil
eder. En basit ifâdeyle, kütle ile enerji arasında bir eşdeğerlilik vardır. Onlar aynı şeyin iki
formudur: Enerji, serbest bırakılmış maddedir, maddeyse meydana çıkmayı bekleyen enerji.
Işık hızının kendisiyle çarpımı (c2) son derece muazzam bir sayı üreteceğine göre, denklem
bize, her maddi varlıkta çok büyük miktarda enerji bulunduğunu göstermektedir:
— “Kendinizi aşırı cüsseli hissetmeyebilirsiniz, ama eğer ortalama irilikte bir
yetişkinseniz, o naçiz bedeniniz içinde barındırdığınız enerji, 30 tane çok büyük Hidrojen
bombası kuvvetiyle patlamanıza yetecek bir miktardadır. Bu zabtedilmiş enerji çeşidi, her
şeyin içinde mevcuttur. Mesele, bu enerjiyi açığa çıkaracak ustalıkta olmayışımızdır.
Uranyum bombası bile, serbest bırakabileceği enerjinin yüzde birinden azını açığa çıkarır.”
Einstein’ın teorisi, radyasyon’un nasıl işlediği meselesine de açıklık getirdi. Bir topak
uranyum, nasıl olup da durmaksızın yüksek seviyede enerji akımları gönderebiliyor ve bunu
yaparken bir parça buz gibi eriyip gitmiyordu? Yıldızlar, tükenmeden nasıl olup da
milyonlarca sene yanabiliyorlardı? Einstein kısacık bir formülle, jeologlara ve astronomlara,
sefasını sürebilecekleri bir kolaylık getirmişti.
Einstein’ın bildirileri, ihtiva ettikleri havadis bolluğuna rağmen çok az ilgi çekti.
Kâinat’ın en derin sırlarından birkaçına teorisiyle ışık tutan Einstein, öğretim üyeliği için bir
Üniversite’ye başvurduysa da, reddedildi. Sonra öğretmenlik için bir liseye başvurdu, yine
reddedildi. Bunun üzerine İsviçre patent bürosunda, üçüncü sınıf bir uzman olarak ekmek
parasını çıkarırken, çalışmalarına devam etti.
Onun “Genel İzafiyet Teorisi” de, uzun zaman anlaşılamadı ve gûya halkın ilgisini
çekme çerçevesindeki teşebbüsler de, alâkasız kişiler elinde teoriyi tuhaflaştırdı… İzâfiyet
teorisi, esasen şunu söyler:
— “Mekân ve zaman, mutlak değildir; hem müşahede edene, hem müşahede edilene
göre değişir; kişi ne kadar hızlı hareket ederse, bu daha iyi görülür. Hareketimizi asla ışık
hızına ulaştıramayız. Ne kadar uğraşırsak ve hızlı gidersek, dışarıdan bakan bir müşahide göre
o kadar değişime uğramış görünürüz!”
Tecrübede, tecrübe edenin de tecrübeye dahil - nazara alınması gereken durumu. Genel
İzafiyet Teorisi’nin, maddeyi madde olarak inceleme hususunda en cüretlisi, “zamanın,
mekânın parçası olduğu” fikridir; insanın ruh ve içgüdüsünü nazara almaz. Einstein’a göre,
zaman kararsızdır ve durmadan değişir; biçimi bile vardır.
“Mekân-zaman” diye bilinen alışılmadık bir buudta, zaman, mekânın üç buuduyla içiçe
geçmiştir. Stephan Hawking’in ifâdesiyle, “ayrılmaz bir biçimde.”

TELEGRAM CİHAZI İLE ÇALIŞMA


– Uzaktan kumandalı bir oyuncak gibi, –bu karikatürize etme olarak bir benzetmedir–,
vücudun umumî olarak elektrikî tesirin tonları altında kalması yanında, organ ve hareketlere
hükmetme şeklinde, bu da çeşitli tonlarda gerçekleştirilebilen, fizikî tesir.
– Fizikî tesire eşlik eden, konuşma ve TELKİNLER.
– Konuşma ve telkin olmaksızın, sanki beyne doğuş gibi, konuşma ve telkinin daha önce
sizde yuvalanmış veya yuvalanmamış mânâsının vücut aktivitesine uygun frekansla
gönderilmesi.
– Elektrikî tesirin azalması, –ki bu da sıcak veya soğuk sudan çıkan elin, ikisi ortası bir
sıcaklıktaki suya sokulduğunda, farklı algılanması gibi izâfidir–, buna mukabil niyete bağlı
olarak konuşma ve TELKİN’in asıl olması.
***
Telegram’da, cihazı kullananlar ve rol alanlarla, hedef kişi arasında, ruhî ve maddî
etkileşimin çeşitli durumları görünüyor. Meselâ, hedef kişi ben: Şuurum, ruh ve beden
kanatları arasında, telkin ve konuşma ile ruhî, cihaz marifetiyle fizikî yoldan, ikna, korkutma,
heyecanlandırma vesaire gibi niyete bağlı olarak, taciz altındayım. NYMPHALAR da,
niyetlerine bağlı kurguları bir yana, cihazın başına geçerken “hâdiseye yanaşan insan
şuuru”nu gösteriyorlar. Benim durumumun, onların davranış ve kurgularını belirleyen bir yanı
da var. Neticede: Kutublaştırarak ifâde edersem, ben, iradem ile bedenim arasında bir çatışma
içinde yaşatılırken, onlar iradelerine bağlı cihaz ve cihaz hüneri arasında görünüyorlar. BABA
isimli filimden, şık bir misâl: Öz oğul, “Babam onu çabuk ikna etti!” diyor… Ve “nasıl?”
sorusuna cevab: “Kafasına silâhı dayayınca, hemen imzaladı!”… İşte, iki taraflı olarak,
İRADE ve ÂLET’in rolü.

HASAN SABBAH’TAN MÜLHEM…


TELEGRAM cihazı ve koridordan gelen “görevliler”in konuşma ve sesleri kesiliyor; o
sükûnet içinde müthiş bir rahatsızlık duyuyorum. Tedirgin eden bir sükûnet. Yatmış vaziyette
iken, birden hiçbir suret olmaksızın olağanüstü şuh bir varlığın üzerimdeki tesiri; ve bütün
vücuduma yayılan şehvet hissi. Öyle ki, o ânda bütün bütüne TELEGRAMCILAR’ın eline
düşmenin ve bir ömür bu koğuşta hiçbir yakınını ve arkadaşını görmeden yaşayabilmenin bile
felâket olmadığını, tam tersine “yeni bir hayat”a başlangıç olduğunu seve seve benimsemeye
hazırsın; böyle bir durumdayım. Üstadım’ın, ölürken bile “demek böyle ölünüyormuş!”
demesine eş, neredeyse bayılırken bile nasıl bayıldığının tahlilinden kaçamayan tabiî hâlimle,
işi kavramak için birkaç saniye uçurum kenarında kaldıktan sonra, saliselik bir zaman
diliminde kendimi ranzadan attım. Bu kurtuluş, o zaman cinin tasarrufundan kurtulmam
mânâsına da geliyordu; o tesiri yorumum buydu. Kurtuldum ve tesirden üzerimde hiçbir iz
mevcut değil. Kulağımın dibinde, “Allah kahretsin, kurtuldu!” diyen bir ses ve birkaç kişinin
kendi aralarındaki hoşnutsuz mırıltıları… Bu hâdise, KARTAL’da, B.7. koğuşunda yaşandı.
Vurgulamam lâzım: Sözkonusu hâdisede aslolan taraf, şehvet hissiyle yakalanmak
değil, yeni bir hayata başlangıç kabul ederek, durumunu kullanılacak şekilde seve seve
kabullenmek. Nitekim, aynı bu benimseme şeklinde, içinde seks ve insan olmayan kurgular da
oldu. Yukarıdaki hâdisede geçen seks imajı, bahsettiğim asıl çerçevesinde, olsa olsa “ödül”
sırasında dikkate alınabilecek bir misâldir; benimsetmeye teşvik için ve benimsedikten
sonrasına dair.

RUHÎ ENERJİ
“Her nakışta o mânâ”, merkezî duruşları olarak, NYMPHALAR’ın, “çeşitli çap ve
markalarda” tenasül uzvu ve işlerini ifâde ediyor. Genel olarak TELEGRAM’da. Hem cihaz,
hem sözlü telkin olarak. Ergenekon sanığı iken tahliye edilen Emekli Orgeneral Şener
Eruygur’un, şübheli görülenlerin fişlenmesi ile ilgili olarak, “zaaflarının tesbit edilerek şantaj
malzemesi yapılması” yolunda sözlü talimatının bulunduğunu, gazete ve televizyon
haberlerinden öğrenmiştim. Kezâ, Emekli Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın, “benim
emrimdeki adam, beni dinlemiş; kızımı ve arkadaşlarını…” beyanı. Sene 2005’in, herhâlde
Ekim-Kasım ayları: Bizim NYMPHALAR, “yeni bir işyeri açmanın” coşkun heyecanı ile,
çeşitli geceler içinde beni “sorgular gibi” konuşmalarına “siz kimsiniz?” demem karşısında
muhtelif cevablar verirken, şımardılar: “Biz Genelkurmay Özel Birliğiyiz!” dediler. Sonra:
“Dinlemeye takıldı” filân değil, dümdüz, Generaller’in bile “…. Dosyasını” çıkardıklarını.
Birkaç kere de, kendilerinin Başbakan’ın “…. danışmanı” olduklarını. Ben BARAN’ın geçen
sayılarında Freud ile ilgili birkaç söz ederken; “sistem ilkaı” bahsi içinde, tabiî olarak
OEDIPUS KOMPLEKSİ’ni misâl vermiştim. Şimdi, yukarıdaki başlıklar altında geçen
meselelere temas etmek üzere; Gustav Jung’dan tedâîlere başvuruyordum ki, NYMPHALAR
belden aşağı lâflarına katık etmek için o misâlimde “Oedipus Kompleksi” ile “Libido”
kelimelerini karıştırdığımı söyleyerek, alay etmeye başladılar. Doğrusu, OEDIPUS
KOMPLEKSİ’dir; eğer yanlış yazdıysam, düzeltiyorum.
***
LİBİDO: Şehvet. Psikolojide “cinsiyet içgüdüsü” veya “yaşama iradesi” gibi esas
içgüdü… Gustav Jung, YAŞAMA İRADESİ’ni, biraz daha derinleştirerek, içgüdüyü “beden
enerjisi” dediği, “ruhî enerji”ye tebdil ediyordu. Bazı düşünürler bu durumu, onun maddeci –
maddî tezahürleri öne alıcı– bir yaklaşımla, ruhî düşüncelere âit verileri kendi sistemine
katması olarak değerlendirmişse de, biz maddi tezahürlerden hareketle bedene ve bedeni de
“ruhî enerji” diye tavsifiyle bilinmez ruha nisbet edilmesi şeklinde değerlendiriyoruz. Ruhtan
maddi tezahüre doğru bir sıralama değil de, maddi tezahürden başlayıp ruh temeline doğru bir
toplanma: Ölçü beden.
***
Gustav Jung: “Değişmeler ve Remzler” isimli eserimden sonra LİBİDO kavramını
kafamdan silemez olmuştum. Libido’yu bedene âit bir enerjiyle eş gördüğüm için, o zamanlar
amacım LİBİDO teorisini müşahhas biçimden kurtarmaktı. Başka bir ifâdeyle, artık “açlık,
saldırganlık ve cinsî içgüdüler”den söz etmek istemiyor ve bunların hepsini “enerjinin-
kuvvet”in kendisini ifâde ettiği vakıalar olarak görmek istiyordum.
Fizikte de enerjiden ve onun elektrik, ışık, ısı vesaire gibi değişik ortaya çıkış
biçimlerinden söz ederiz. Psikolojide de durum öyledir; özünde enerjiyi görürüz, onun da
daha az veya çok nisbette olduğunu söyleyebileceğimiz yoğunluk ölçüleri vardır ve ortaya
çıkış biçimi farklılıklar gösterebilir. LİBİDO’yu enerji olarak ele aldığımızda, cinsiyet mi, güç
mü, açlık mı veya başka bir şey mi olduğu gibi nitelik soruları önemlerini yitirirler. Arzum,
psikolojiye de fen bilimindeki enerji teorisinin sağladığı mantıklı ve geniş kapsamlı bir görüş
açısı kazandırmaktı. RUHÎ ENERJİ isimli çalışmam bunun ürünüdür. Bence insan içgüdüleri,
enerji süreçlerinin değişik ortaya çıkış biçimleri oldukları için, meselâ, ışık ve ısı gibi
enerjilerle eşdeğerde güçler olarak alınmalıdırlar. Günümüzde bir fizikçi nasıl bütün güçlerin,
meselâ, sadece ısıdan geldiğini düşünmezse, bir “psikiyatrist-ruh hekimi” de bütün içgüdüleri
cinsiyet kavramıyla özetlemekten kaçınmalıdır. Freud’un başlangıçta yaptığı hata buydu.
Daha sonra “ego güdüleri” olduğunu farzederek düzeltti. Daha sonra da “süper ego-büyük
ego” kavramını getirdi ve ona tam bir hakimiyet sağladı.

“TİLKİ GÜNLÜĞÜ”
NYMPHALAR, bir şey yazarken veya yazıp söylediklerimle ilgili lâf attıklarında onlara
cevab yetiştiriyorum. Çoğu zaman bunu sinirlendirmek için yaparlarken, ayrıca frekansın
sinsi telkiniyle bende, eğer beni sinirlendirmezlerse, aradaki “sun’i telepati”yi ve “zihin
okumayı” gerçekleştiremezlermiş gibi bir his ve düşünce doğuruyorlar. Bu, onlar ne derlerse
ve yaparlarsa yapsınlar, ben sinirlenmeyeyim ve neticede yazdıkları aynen kalan kara tahtaya
döneyim diye bir hile de ifâde ediyor. Şaka ve alay ise, bahsettiğim durumu bende
“kararsızlık” meydana getirmek için; böylece, sinirlenmem ve cihazın bedenime verdiği acı
ile birlikte, bu hafiflik ve rahatlık, sanki ceza ve ödüllendirme gibi, beni onlara bağımlı kılıcı
oluyor. Ama ne olursa olsun, cihazın başındaki veya başındakilerle “kurban” arasında, hani
fırsat olsa, birbirlerine sigara ikram edebilecekleri bir hâl de olmuyor değil; söyledikleri ciddi
ve iş dışı olarak bir tartışma keyfi doğurduğu zaman (Ama hedef gayeleri, elbette her hâli
hedefe bağlayıcı oluyor). Böyle durumlarda benim için onlar, bazen “ikna zevki” duyduğum
kişiler.
Gerek KARTAL’da, gerekse BOLU’da, sözlü ve güyâ akıllı lâflar ve cihazın tesiri ile
beni sinirlendirdikleri mevzulardan biri, “Tilki Günlüğü”… “KARTAL’da ne zaman?”…
NYMPHALAR, ben bir hâdise anlatırken, ne olursa olsun, hemen delil isteme niyeti gibi, bu
soruyu soruyorlardı. Aynı şeyi şimdi, ben KARTAL’daki “Tilki Günlüğü” ile ilgili bir
hatıramı düşünürken de sordular. Cevab da alay veya şaka yollu, onlardan: “Telegram’ın
başlamasından bir ay sonra?”… Daha önce, “ne zaman?” sorularına verdiğim cevab şöyleydi:
“Delil niyetine her zaman, ne ve ne zaman diye sorulmaz! Ben, dün yediğim yemeği bile
hatırlamıyorum, sen de bilmiyorsun! İnanmayacaksınız ama, ben bu yaşa kadar yemek
yiyerek geldim!”… Kendilerini bile, delil kabul edilebilir şekilde delillendirememem hususu
ayrı. Evet; KARTAL’da, Telegram’ın başlamasından herhâlde bir ay sonra, hafızamın
silinmesi gibi bir çaba içinde olunduğunu hissettim ve panikledim. Buna çare niyetine, “Bütün
Fikrin Gerekliliği”ne el attım ve müthiş bir şok: Ben kitabı okurken, ARAR veya kimse, benle
birlikte sesli olarak okuyordu. Daha sonraki günlerde, hiç olmazsa hergün bir günü olmak
üzere “Tilki Günlüğü”nü okuyayım dedim, fakat onda geçen isimleri belden aşağı yormaya
dair telkin yüzünden, bu da gerçekleşmedi. Geçen zamanla birlikte, “Tilki Günlüğü”nde
mevcut rüyâ vesaire hususundaki yorumları ve cihazın fizikî tesiri eşliğinde, bende,
TELEGRAM’ın, “Tilki Günlüğü”nün esas alındığı bir proje çerçevesinde gerçekleştirildiği
hükmü gelişti. 1990 yılında yakalandığımızda, Şube’de “eylem günlüğü” diye basına teşhir ve
lanse edilen ve Savcılıkta bu yolda ifâdemin alındığı “ruhî romanım”, 2000 yılında “zihin
kontrolü ve yönlendirilmesi projesi”ne malzeme oluyordu; 2010’da da, NYMPHALAR’ın,
rüyâ ve hâdiseleri “tenasül uzvu ideolojileri”ne göre yorumlamalarına. NYMPHALAR’ın,
onu hemen herkes gibi tatsız ve mânâsız bulmaları çerçevesinde, –TELEGRAM’ı anlatıyorum
ya!–, Gustav Jung’tan birkaç “benzer” nakledecek olmamla, onların şakalarına –diyelim!–
karşı bir zafer tadı da duymuyor değilim. “İstişhad!” diyorlar; doğru. Yani bir fikri, muteber
kişi ve eserle delillendirme usûlü.
BOLU’da, 2005-2006 arası, NYMPHALAR’ın kurguları, sanki FURKAN LÛGATI
çerçevesinde idi. Aynı ebcedteki kelimelerden kurdukları, bu kelimelerin geçtiği hâdise
tertiblerinde, ben gittikçe onların kişi ve cihaz ünsiyetine girdiğimi düşünmeden, güya onları
bozuyordum ve cihaz tesiri boşanıyordu. “Ne günlerdi be! Karar sizin, karar sizin lâflarıyla
koridorda kurgularınıza eşlik ediyorlardı!”; bu şaka da –diyeyim!– benden onlara.
***
Gustav Jung: Bir süre aldatılabilen, ama sonra koklaya koklaya bir şeyi bulup
çıkarabilen bir köpeğe benzerim. Bu “gerçeği görebilme” istidadım, başkalarıyla “mistik
müştereklik” denen birleşmenin neticesidir. “Ferdî olmayan bir idrakle gören gözlerin
ardındaki gözler”dir bunlar sanki.
***
Gustav Jung: Aion’da tek tek değerlendirilmesi gereken zincirleme meseleleri ele aldım
ve İSA’nın ortaya çıkmasının, BALIKLAR ÇAĞI denen yeni bir dönemle nasıl eş zamanda
olduğunu belirtmeye çalıştım. İsa’nın hayatıyla müşahhaslaşmış bir astronomik hâdise olan
Bahar döneminde BALIK BURCU’na girmesi, eşzamanlı hâdiselerdir. Bu sebeble, nasıl
ondan önce gelen Hammurabi Oğlak ise, İSA da BALIK’tır ve yeni çağın öncüsü olarak
ortaya çıkmıştır. Bu tesbiti, “Sebebsiz İrtibatlar Prensibi” isimli yazımda inceledim.
***
KAYAN YILDIZ SIRRI’ndan: Gökyüzünde bir bulut şeffaf kuyruklu balık — Nazlı
nazlı süzülür kıyısında seherin — Rüzgâr toplayan yelken hayret ve sonsuz açlık — Aşkımın
şarkısında va’dolunmuş eserim!
***
Mehdî Muhammed - İsa: 301= 1300.
Fikr: Düşünce. Akıl. Rey, istek: 300.
Arkî: Balık avcısı: 300.
Münir: Nurlandıran, ışık veren, ziyâ veren: 300.
Sarî: Gemici: 300.
Kınkın: Yol gösterici, kılavuz: 300.
Resm: Suret. Alâmet. Timsal. İşaret, nişân. (İmaj) Tertib. Tarz, üslûb. Âdet, usûl, tavır,
davranış. Alay, merasim. (Rit) Bir şeyi başkalarından ayıran tarif. Yazma, çizme, desen: 300.
***
Gustav Jung: Schopenhauer’ı daha iyi incelemek zorunda hissettim kendimi. Kant’a
olan yakınlığı beni giderek etkiledi. Kant’ı okumaya başladım. Özellikle de, “Saf Aklın
Kritiği” isimli kitabı, derin düşüncelere dalmama sebeb oldu. Emeklerim boşa çıkmadı.
Schopenhauer’ın düşünce sistemindeki kusuru buldum. Daha doğrusu öyle farzettim.
Metafizikî bir ifâdeyi, bir faraziyeye dönüştürmek gibi bir günah işlemiş ve bir sürü özellikler
yakıştırmıştı. Bunları, Kant’ın “bilgi teorisi”nden çıkardım. Böylece, daha da aydınlanmış
oldum. Eğer bu mümkünse, Schopenhauer’ın KARAMSAR dünya görüşü de mümkündü.
***
Bir not: Schopenhauer, dünyadaki karmaşadan, ihtirastan ve kötülüklerden söz ederek,
bu reel-gerçek dünyanın üstüne sızan “hayat iradesi” ile, sanatı bir “sezerek yapmak” olarak
gören rahatlatıcı “ritler alanı” kabul eden bir sanat felsefesi kurucusu. Sanat, ritler, müzler,
mecazlar, istiareler, telmihler, imalardan tertib edilen, bir fantezi dünyasıdır… Dikkat:
Ürettiğim fantezilerin, (hayâllerin, düşlerin, olabilirlerin, olurların) HİÇBİR ZORLAMA
OLMADAN KENDİLİĞİNDEN Mİ OLUŞTUKLARINI, YOKSA NETİCEDE BENİM
KEYFİ BULUŞLARIM MI OLDUĞUNU SORGULAMAYA BAŞLADIM. (Söz, Gustav
Jung’un.)

***
Sokrat’ta, “onu yanlışa düşmekten koruyan”, fikrini tasvib eden bir HAKİKAT, bende
Üstadım niyetine yaşanan ondan bana bir YEVMİYE bahsi, “Tilki Günlüğü”nde de bir
RÜYAM olarak geçen MAVİ IŞIK, Gustav Jung’da İMAJLAR başlığı altında anlatılıyor.
İMAGE: Şekil, suret, tasvir, heykel, put. Fikir, hayâl, timsal. Bir kimse hakkında
toplumun kanaati. Işınların etkisi veya mercek vasıtasıyla meydana gelen şekil, görüntü,
hayâl. Tasvirini yapmak, yansıtmak. Aksettirmek (ayna). Hayâl etmek, zihninde
şekillendirmek.
***
Gustav Jung: 1944 senesinde ayağım kırıldı. Bu şansızlığı, bir de kalb krizi takib etti.
Ölümün eşiğinde kendimde olmadan yatıyordum. Oksijen ve kâfur veriyorlardı. Sanırım
hezeyanlar ve hayâller o sırada başladı; öylesine güçlüydüler ki, ölmek üzere olduğuma
inandım. Hemşire daha sonra bana, “çevrenizde bir ışık oluşmuştu!” dedi ve bunu arasıra
ölmek üzere olanların çevresinde gördüğünü söyledi. Ölümün sınırına dayanmıştım, sanki bir
düşte yaşar gibiydim. Her neyse! Garib şeyler olmaya başladı. Fezada olduğumu sanıyordum.
Aşağıda, parlak bir MAVİ IŞIK içinde dünya duruyordu. Derin mavi denizleri ve kıtaları
görebiliyordum. (…) En azından, ruhun hiç olmazsa bir yönünün yer ve zaman kanunlarına
uymadığını gösteren belirtiler var. Benim de hayatımdan örnek olarak verdiğim birçok hatıra,
sezgi ve yerle bağıntılı olmayan algılama hâdiselerinin yanısıra bu tecrübeler, ruhun, yer ve
zamana ait sebeb-netice ile ilgili kanunlara uymadığını isbatlıyor. Bu da, zaman ve yer
kavramımızın ve bunun neticesi olarak da “illiyet” kavramımızın eksik olduğunu gösteriyor.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (24. Bölüm)

RÜYA - HABER - YORUM


Levha: 27 Ağustos 1985… Pasaport almak için kuyruğa girmişiz… Üst kata
çıkıyorum… Mehmed Zekâî Özcan ve Nilgün… Nilgün gülerek, “o hapları bana ver!”
diyor… Veriyorum!
Levha: 5 Eylül 1986… İlkokul ve lisede beraber okuduğum yakın arkadaşım Mehmed
Zekâî Özcan ile kavuşmuşuz… 40 yaşında imiş… Güleryüzlü ve muhabbetli bir hâli var…
Evlenip evlenmediğini soruyorum… “Sonra konuşuruz!” gibi kaçamak cevablar veriyor…
Ben ısrar edince, “girdi, çıkmadı!” diye imâlı bir söz… Şerif Muammer’le ortak iş
yapacaklarmış!
Levha: 7 Eylül 1987… Aaa! Mehmed Zekâî Özcan… Seneler sonra karşılaşıyoruz…
Sevinçle birbirimize sarılıp öpüşüyoruz!
Levha: 2 Ekim 1984… Postahane ve kahvehane benzeri bir yerde, bizim aile… Şu da
kim? Mehmed Zekâî Özcan… Yanındaki dayısı imiş… Selâm veriyorum… “Demek döndü!”
diye bir his içindeyim… Başka bir masada da, Zekâî’nin Erzurumlu arkadaşı Mehmed…
Galiba dargınlar ve Mehmed Zekâî, Almanya’dan gelmiş gibi… İkisini karıştırıyorum ve toka
yaptırıyorum… Zekâî oldukça irileşmiş ve ensesi kalınlaşmış… Sonra ben, Zekâî ve
Mehmed, yer minderinde oturuyoruz… Adile teyzem masadan bana bakıyor ve muzipçe
gülümsüyor… Durumdan ben de memnunum!
***
Hatıralar, rüyâlar ve hayâller; düşünceler ve ritler. “Tilki Günlüğü”nden bahsediyorum.
Bana yukarıdaki LEVHALARI yazdıran sebeb de, BARAN dergisinde çıkan Şükrü Sak’ın
yazısı: “İSRAİL ODASI ile ÖLÜM ODASI arasında nasıl bir alâka var?”… Benim HAFİYE
oluşum ve NYMPHALAR’ın benim üzerimdeki “casuslamaları-aramaları” göz önünde
tutulduğunda, sair hâdiselerle birlikte herhâlde bu yazı dizisinin elinizdeki bölümünü, mizahî
bir dille “CASUSLAR SAVAŞI” diye nitelemek gerekecek. TELEGRAM cihazının hedef
kişisi ve bu tesir altında, tabiî hayatı yaşayan ve onun getirdiklerini İlâhî lütûf eseri ve
“kısmeti ayağına gelmiş” gözüyle bakan benim, hangi harikaları yaşadığıma da şahid
olacaksınız.

YEVMİYE: HAFİYE ŞERLOK HOLMES


Tamamı 36 parçayı bulan şiirleri ve onlarda toplu, her dem taze açılışların ipuçları:
— “İkimizi anlatıyor şiirlerim, bayılacaksın… “ÖLMEDEN ÖNCE NEFSİNİ HESABA
ÇEK!”… Nefs muhasebesi! Ben yaşadığımı, fikrimi, şiirimde de yazarım…
Yaşamak lâzım! Şerlok Holmes’i yazan… Kimdi o? Büyük resim koleksiyonu vardı…”
— “Hatırlayamadım…”
— “Neyse… Polisiye roman. Ama onda basit anlatma değil… Küçük şeylerin arkasını
kurcalıyor. Gerisi hep onun kopyası!”
— “Teferruatçılık şuuru…”
— “Evet! Kelimesine bir gazeteden bir altun alıyordu… Uzatıyor… Hissettirmeye
çalışıyorlar, hani “fazlalıklar” filân diye. “Hangisi?” diyor; gösterin! Cevab veremiyorlar,
utanıyorlar, “hık, mık”… “Ben buldum!” diyor; “bakın, iki kelime!”… İsmini gösteriyor!
Şöhret… Nerede bizde sanatkâra, fikirciye…”
— “Size verdiklerini kimseye vermezler efendim…”
— “Vermezler! Mısraı 7-8 bin liraya geliyor… Kelimesi 800-1000 lira… Fikir, ekmek
gibi. Hayatım boyunca fikire değer verilmesinin kavgasını yaptım… Fikir haysiyetinin…”

25 OCAK 2010
Şükrü Sak, bu tarihli VAKİT Gazetesi’nde manşetten yayınlanan haberi naklediyor:
O haberde, Genelkurmay’ın “Elektronik Sistemleri”nin, yapılan işbirliği çerçevesinde,
tamamen İsrailliler’in kontrolünde olduğu ve SİYAH LÂLE ismi verilen bir operasyonla ilgili
düzenlenen resmi raporun netice bölümünde, İsrail Genelkurmay “Elektronik Sistemler”
personeli tarafından Türkiye’ye âit kanalları dinledikleri ifâde ediliyor… Buradan çıkan
netice şu; bütün “Elektronik Sistemler”e hâkim olanlar İsrailliler…
Salih Mirzabeyoğlu’nun ÖLÜM ODASI’nda, TELEGRAM ile ilgili anlattıkları
gözönüne alındığında, şu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor: Genelkurmay’daki İSRAİL
ODASI ile, Salih Mirzabeyoğlu’nun ÖLÜM ODASI’nda anlattığı “elektromanyetik dalgalar”
yoluyla uygulanan TELEGRAM’ın, Telegram işkencesinin bir alâkası var mı?
***
İHTİLALCİ ÇIKIŞ: (Tilki Günlüğü’nün, 25 Ocak günlü başlığı): 1497.
Mevamit: Allah Resûlü’nün İncil’de geçen bir ismi: 497.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1497.
İmtihan: 497.

***
Siyah Lâle: 142.
Musîb: Allah Resûlü’nün isimlerinden biri. İsabetli, yanılmayan, doğru: 142.
Men ene?: Ben kimim?: 142.
Mehdî: (Büyük ebced): 142.
***
İSRAİL ODASI: 303+71= 374.
Mükâşeha: Düşmanlık yapma: 374.
Mehdî Mirzabeyoğlu: 1374.
Münferid: Hapishânede tek kişilik hücre. Tek başına: 374.
İş’ab: Ölme: 374.

***
ÖLÜM ODASI: 153.
Mehdî Muhammed: 154= 1153.
Ül’üban: Oyuncu, aktör: 154= 1153.
Mescen: Cezaevi: 153.
Hanife: İslâm’dan evvel Allah’ın birliğine inanan ve Hazret-i İbrahim’in dininden
olanların vasfı: 153.

DİKKATİMİ ÇEKEN İSİM


Milliyetçi Hareket Partisi Ankara Milletvekili “Mehmed Zekâî Özcan”, 18 seneden beri
hiçbir ülkeye verilmeyen bir ayrıcalığın, İsrail hükümetine tanındığını iddia etti. Özcan,
Genelkurmay Başkanlığı’nda İsrail’e âit özel bir odanın olduğunu söyledi. Partisi’nin İlçe
teşkilâtını ziyâret eden Özcan:
— “Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde İSRAİL ODASI veya benzer isimlerde İsrail
Devleti ile irtibatlı herhangi bir birim bulunmakta mıdır?”
Mehmed Zekâî Özcan, Meclis’e verdiği soru önergesinde, gizlilik derecesi taşıdığı
gerekçesiyle, kendisine cevab verilmediğini söyledi.
***
Mehdî Mirzabeyoğlu: 1374.
Neşita: Bir şeyin aramaksızın ansızın bulunması: 374.
***
İlma’: İşaret etme: 142.
Ünafî: Büyük burunlu kimse: 142.
***
Hâdise’ye işaret eden, VAKİT Gazetesi haberinden sonra, önerge sahibi Mehmed Zekâî
Özcan. BARAN dergisini okuduğumun ertesi günü, Televizyon’da onu gördüm ve yüzünün
karakteristik özelliğini veren burnu, yürüyüşü ve ertesi gün yine Televizyon’da bu mevzuda
konuşurken emin olmak için dikkat ettiğim gövde yapısıyla, “acaba”ya mahâl olmayacak
şekilde, “o” olduğuna kanaat getirdim. O ise, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin “İnşaat
Mühendisliği”nde okuyordu ve birbirimizi kaybedeli aradan tam 37 yıl geçmiş; “acaba şehid
mi oldu?” diye seneler boyu hatırıma gelen o gençlik arkadaşımı görmek, büyük sürpriz oldu.
2 Ekim 1984’deki LEVHA’daki suret o, asıl ise Üstadım. Neyse; hayata dair ümitlerimiz
vardı, yaşadık o hayatı ve ümitlerimiz mazide kaldı. Onun, ölmeden önce ölmemiş olduğunu
öğrendim - hepsi bu!
***
Nilgün: 150.
Mehdî Muhammed: 151= 1150.
***
Habbe: Tane, tohum. İhtiyaç. Parça: 15.
B.D. - İBDA: 6+9= 15.

Yâd: Anma. Hatırda tutma. Zikretme. Hediye. Hatıra. Hatır, gönül. Uyanıklık: 15.
Eyyid: “Kuvvetlendir, teyid et, devam ettir” meâlinde: 15.

DELGADO’NUN BOĞASI DEĞİLİM…


Ben konuşurken, bir fikir veya yaptığım şakadaki hatayı edebinden değil de, sinsice
kullanmak üzere usulca yanında götürenlerden bahsediyor NYMPHALAR. Onların niyetlerini
söylememe gerek yok. Onlara bu malzemeyi verenler ve bana karşı kullanılmasına vesile
olanlara gelince, TELEGRAM’da çeşitli tonlarda pay sahibi sui-kasdçiler; kötü kasıtlılar.
Çoğu zaman da şapşal. Meselâ, “ben Mohikanların sonuyum!” diye, çeşitli vesilelerle
yaptığım bir espri var; Amerika’da Mohikan kabilesinin beyaz adamlara tâbiyetini kabul
ettirdiği için, bir yönüyle halkının bütünüyle imhasını önlemiş, diğer yönüyle efsanevî savaşçı
arkadaşının gözünde bir “hain” olan bir adamın hikâyesi. Filmin adı, “Mohikanların Sonu”.
Ben, “Mohikan” kelimesinin ses olarak bana verdiği “esatiri duygu” ve coşkunlukla, “ben
Mohikanların sonuncusuyum!” niyetine, “Mohikanların sonu!” diyordum. Bu esprimdeki
duyguyu besleyen de, 20. yüzyılda “kökler” deprenişiyle başına tüyünü ve eline silâhını alan
tek bir kızılderilinin hikâyesini anlatan basit bir filmdi. Neticede ben, “Mohikanların sonu”
derken, sadece ismi sözkonusu ederek, bir tedâî olarak kullanıyorum.
Bu satırları yazma hevesinde değildim. Yazmak istediğim şuydu: Biz, Delgado’nun
kobay boğası değil, mânâda Necip Fazıl’ın boğasıyız. Her zaman ve her yerde. Şimdi
bulunduğum yer de belli. NYMPHALAR: “Mohikanların Sonu gibi mi?” diyor. Yâni, espri
yaparken pot kırdığım gibi mi? Sözümün anlaşılmasında pürüz kalmasın diye, bu izâhı
yapmış bulunuyorum.
***
Delgado: Beyinde zihnî aktiviterlerden, idrakten, hislerden, mücerred düşünmeden,
sosyal ilişkilerden ve nahif artistik sanat istidatlarından mesul basit mekanizmalar vardır. Bu
mekanizmalar fizikî ve kimyevî yollarla tesbit, tahlil ve tahkim edilebilir, bazen de
değiştirilebilir. Bu yaklaşım, arzu ve düşüncelerin sadece merkezî sistemiyle ilgili fenomenler
olduğunu öne sürmez; merkezî sinir sisteminin davranış göstermede mutlak gerekliliğini de
kabul eder. (Delgado’nun hayvanlar üzerinde yaptığı en meşhur tecrübe, arenada üzerine
gelen boğaya elektrikî uyarı kullanarak durdurmasıdır.)
***
1999’da, Metris Cezaevi’nde iken, HÜRRİYET gazetesinde bir yazı dizisi başlamıştı:
“İBDA-C’de Grub seks”. Salih Mirzabeyoğlu’nun “Tilki Günlüğü” ismini verdiği
günlüklerini “ele geçirmişler”, bu yazı dizisi o imiş. Benim 6 cildi de yayınlanmış bulunan
TİLKİ GÜNLÜĞÜ’ndeki rüyâlardan seçmeler yapmış, yazının başlığı aktardığım gibi.
Gazete’nin Genel Yayın Müdürü, Ertuğrul Özkök idi. 14 Ekim 2010 tarihli Sabah
Gazetesi’nde çıkan bir haber:
Gazeteci Ertuğrul Özkök, “Devrimci Karargâh Örgütü” soruşturması ile ilgili olarak
tutuklanan Emniyet Genel Müdürlüğü Eski “Terörle Mücadele Şubesi Başkanı” ve Eskişehir
Emniyet Müdürlüğü’nden merkeze alınan Hanefî Avcı’nın ofisinden çıkan “ses kayıtları” ile
ilgili, Savcı’ya ifâde verdi. Ertuğrul Özkök, “dinlesinler, benim saklayacak bir şeyim yok
diyemezsiniz. Bazen insan, karısına sevdiğini söyler, özel konuşur, (…) dersiniz. Karınızla
cilveleştiğinizi sanıyorsunuz, meğer GRUB SEKS yapıyormuşsunuz. 5 kişi daha sizi
dinlemiş. Böyle şey olur mu?” dedi… Ses kayıtlarının saklanması ile alâkalı olarak da: Bir
insan ruh hastası değilse, sapık değilse, niçin bunu saklar? Zamanı gelince menfaat temin
etmek için değil mi? Bugün kendisini güçlü gören insanlara da seslenmek istiyorum. Bunları
kim yaptıysa, kasetleri kim sakladıysa, (imha etmesi gerekirken), bulunmasını rica ediyorum.
***
Ben, TELEGRAM’ın hedef kişisiyim. NYMPHALAR, başta Ergenekon davaları
etrafındaki hâdiseler olmak üzere, olup bitenlere, “Devlet bağırsaklarını boşaltıyor!” diyorlar;
filâncaya atıfta bulunarak. Ben de ekliyorum: “Bağırsaklar boşaltılıyor derken, bağırsak
kalmadı!”… Ben haberin habercisiyim.
***
Sevr: Öküz. Boğa. Boğa burcu. Dünyaya vekil tâyin olunmuş meleklerden biri: 706.
Fikir Kahramanı: 706.
Enterne: Belirli bir yerde oturmaya mecbur edilen veya gözaltına alınmış kimse: 706.

SUİKASD - TELEGRAM
TELEGRAM’da durumum: Bir yanda bedenime ve şahsiyetime suîkasd, diğer taraftan
benim suîkasdime hedef Telegram işi.
Telegram: 1676.
Suîkastçi: Karayılan: 676.
***
Suîkastçi Karayılan: 1072.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1072.
Mütefekkir Mirzabeyoğlu: 1072.
***
Suikasd: 261.
Muavvezeteyn: Felâk ve Nas Sûrelerine verilen isim.
Tenkiz: Kurtarmak, kurtarılmak: 1260= 261.
Herkül: Üstadım’dan: Allah, Resûl aşkıyla yandım bittim, kül oldum — Öyle zaif
düştüm ki, sonunda Herkül oldum.): 261.

İKNA ODASI - İKNA USÛLÜ


Sapık ses, zaten tek başına sinirleri oynatıyor… Kenan’ın sesi:
— “Bana bak bana, senin (…) tamam mı?”
Bu minvalde, cadaloz “ergeg” sesiyle, artık klâsik olmuş, 5-10 dakika, hadımağası
hırçınlığıyla sövüyor, sövüyor, sövüyor:
— “Tatlım, seninkiler bu akşam tınnn! Tın oldu lan, yeminle tın oldu! Tüh Allah belanı
versin! Ulan tınnn diyorum be! Tınn, tınnn, uçtular, uçtular! Kaçtılar değil lan, uçtular,
uçtular! Kıçına bakma salak! (…) yerinde, onu boşver lan! Bırak su şişesine bakmayı, hayvan,
he “Taşdelen” yazıyor üstünde! Hayvan, sana söylüyorum, şimdi geçmişini (…) bana; o
karının göğsü kıyak değil mi? (Televizyon spikerini söylüyor, yâni aynı safta olanların en
evvel bakışını!) Bana bak bana, seninkiler tınnn, bu akşam arabaları içinde tınnn! Yeminle
söylüyorum! Yok yok, yutmadı, yutmaz, daha olmadı, bu gece olacak! Kızkardeşin davet etti,
geliyorlarmış! Mıştırı mıştırı mış! O kadın anahtarı çevirince, uçtular, uçmadılar, uçacaklar,
uçacaklar ulan, uçacaklar! Seninki “mi, mi, mi!” diyor telefonda! Ulan hayvan, kalk be, bir
nara at, karın, çocukların hepsi bu dünyadan tınnn oldular, yok olmadılar, olacaklar!”
Odada bakabileceğim üç-beş bellibaşlı eşyadan başka bir şey yok. Zaten onlar anahtara
alındıktan sonra, aslına bakarsanız, kamerayla gözetlemeye filân da gerek yok. Gözün neye
değse, bir de kendini kamera gibi onlar için - onlara bakıyor hissetmişsem, bakışındaki
oyalama niyetli durum, otomatik olarak, meselâ “sandalye” diye zihinde kelimeleşiyor. “Hee
sandalye! Sen şimdi onu bırak da…” diye devam eden fasıl.
Kafanın içinde bir hoparlör, kafanın kendi sanki bir hoparlör, manyetik alan içindesin,
bir müddet sonra, seni en heyecandan en rahata, en büyük korkudan gönül çelen sükûnete,
robot gibi istediği şekilde oynayan bir akıntıya kapılıyorsun. Oturduğum yerde bir ânda ayılır
olduğum durumda saate bakıyorum ki, aradan belki beş-altı saat geçmiş, sabah olmuş. O
arada kaç çay, kaç sigara içmişim kim bilir. Yarı baygın, yarı şuurlu geçen saatler. Sözkonusu
hâdise: Mustafa Aşık’ın annesi Nezahat Hanım, kendisi için hep duacı ve minnettarım, bizim
Tuzla’daki evde, özellikle kışın, sayfiye yeri olduğu için etraftaki evlerde kimse
bulunmamasından dolayı, hanım ve çocuklarla beraber kalıyordu. Arabası da var. Pisliklerin
bahsettiği araba da o. Ben, aradan şu kadar sene geçmesine rağmen, onları paniğe sokmamak
için, bu kaygıdan öte içimde yivleşen sıkıntıyı onlara anlatmadım. Sadece, “dikkatli olun!”
yollu endişemi izhar ediyorum, onlar da benim yaşadığım buudun olur ve olmazlarından
habersiz, “merak etme biz iyiyiz, sen kendine bak!” diye beni teselli ediyorlar. Onları her
görüşümde, onlardan veya benden yana bir sonun içinde olduğumuz duygusuyla, hep bir
dahaki ziyarete kadar kahır içindeyim.

“ŞÜBHELİ ÖLÜM!”
– Turgut Özal hayatta iken ona en yakın isimlerden biri olan ve Başbakanlığı döneminde
Özel Kalem Müdürlülüğü’nü yapan Feyzi İşbaşaran, 22 yıl önce (1988) Özal’ın yaralandığı
suikasd girişiminin perde arkasını anlattı.
– Turgut Özal, bu hâdiseyi kafasına çok takmıştı: İşin peşine düştükçe, iç ve dış
irtibatlarını ve kimlerin gerçekleştirdiğini isim isim çözdük. Bazı isimler karşısında şoke
olduk. Tam harekete geçecektik ki, parti içinde 4-5 kişiden çok ciddi ikaz aldık.
– Baskılar yoğunlaştı. Dinlemeyip devam etseydik, çok büyük savaş çıkardı. Özal,
“Hesaplaşırsak ülke karışır” dedi. Çankaya’ya hazırlandığı için mesele istemiyordu. Dosya
kapatıldı.
– Birgün ben ve bazı arkadaşlar, “hesaplaşalım” dediğimde, “çocuklar çok gençsiniz.
Hesaplaşmaya girersek ülke kaybeder, ülke karışır. Tehdit altındayım, önümüzdeki bir yılı
atlatmamız lâzım. Bizim bu hâdiseyi çözdüğümüzü, bunu yapanlar biliyorlar. Tekrar teşebbüs
edemezler. Can güvenliğinizin teminatı benim. Dertleri beni tasfiye etmek. 292 vekil bunların
gözlerini korkuttu. Anayasa’yı değiştireceğimizi düşünüyorlar. Bu işi unutun ve sakin olun.
İçinde bulunduğumuz yılda bunlarla kavgaya girersek, kaybederiz.”
– (Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 17 Nisan 1993’te, köşkte koşu bandındaki
yürüyüşünden sonra, yere düşerek bayıldı ve hastahâneye yetiştirilirken yolda vefat etti.
Teşhis: Kalb krizi. O günden bugüne devam eden iddialar ise, onun öldürüldüğü şeklinde.)
– Feyzi İşbaşaran: Vefatından bir gün önce, Çankaya Muhafız Alayı Komutanlığı’nın
içindeki camide son Cuma namazını kıldık, bana yanında değil, arkasında durmamı söyledi.
Sonradan, “kendimi iyi hissetmiyorum, namazda sırtüstü düşerim diye endişe ettim.
Ayaklarım tutmuyor, çok hâlsizlik var!” dedi.
– Semra Özal, 12 Ekim 2010 tarihinde katıldığı bir programda, eşinin Başdanışmanı
Kaya Toperi’nin ısrarıyla Bulgaristan Büyükelçiliği’nde katıldığı bir toplantıda içtiği
limonatadan zehirlenmiş olabileceğini söyledi. Kaya Toperi ise, daha önce de gündeme gelen
bu iddiaya ilişkin Aralık 2008’de yaptığı açıklamada, Semra Özal’ı yalanlamış, “kimin ne
içtiğini bilemem, Semra Özal Bulagaristan Elçiliği diye hatırlıyor. Armoni Galerisi idi”
demişti. Toperi, Semra Özal’ın otopsi istemediğini belrtmişti. Galeriden bir yetkili ise, “Sergi
öncesinde Köşk’ün korumaları geldi, herşeyi inceledi!” dedi.
– Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal, bir televizyon programında ağabeyi Turgut
Özal’ın zehirlendiğini iddia etti.
***
Sene 2006… Bolu Cezaevi… Düşler dünyasında şuurlu yolculuk gibi, bildiğimiz
uyanıklık şuuru ile, son derece süratli araba kullanıyorum; vücudumu âniden kaplayan şiddetli
bir elektrikî tesirden sonra. Direksiyon hâkimiyetini kaybettiğim gibi, yoldan çıkmamak ve
takla atmamak için gaz kesemiyorum. Tabiî olarak fren de yapamıyorum. Araba takla attı
atacak heyecanı, korkusu, telâşı içindeyim ama, uygunsuz bir hareket yapmadan makul sürate
inene kadar gidiyorum. İnanır mısınız, eğer kaza olsaydı, ben gerçek kaza olmuş gibi
ölebilirdim. Kalb krizi mi denirdi. Uyandım. Müthiş bir kalb çarpıntısı ve nefes nefeseyim.
Hücremin havalandırmaya açılan kapı arkasından sandığım çıplak bir ses, “tüh kurtuldu!”
diye hayıflanıyordu… Bu kurguyu, insan rüyâ görürken bazen rüyâda olduğunu bilir ve “o
şuur içinde”, rüyâda iradî bir rol oynamaya kalkar, ona benzetiyorum. NYMPHALAR, başka
bir kurguda, mekânların film sahneleri gibi olduğu ama gerçek, benim de o hâl içinde şuurlu
olarak dolaştığım “çalışma” yapmışlardı. Tabiî hâlin içinde, hatıra gibi hatırlanan; öylesine
tabiî. Sonradan.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (25. Bölüm)

HADDİ AŞMAK
Levha: 3 Kasım 1984… Bir zina suçu işlemişim ve onu hatırlayarak müthiş bir
pişmanlık ve tövbe duyguları içindeyim… Artık dünya gözümde değil… Faik Erdiş ile bu
duygular içinde camiye gidiyorum… Aklıma, Üstadım’ın, “Allah diyor ki, geçti gazabımı
rahmetim!” mısraı geliyor… Acaba şimdi içinde bulunduğum durumu o zamandan kestirdi de
onun için mi söyledi bu mısraı diye düşünüyor ve teselli arıyorum… Camiye gidiş yolunda bir
ev… Faik Erdiş’le beraber balkona tırmanıyoruz… Tıpkı süslü bahçe duvarlarının tâ balkona
kadar yükselmiş şekli… Rahmetli Fatma Hanım teyze, PTT Müdürü Van’lı Faruk Bey ve
Hanımı… Faruk amca, eğer biz gelmesek, gitmek üzereymiş… Fatma Hanım teyze ona “biraz
sonra gidersin, bekle hele!” diyor ve bizim için bekletiyor!
***
Zina: Nikâhsız cinsî münasebet. (Zine: Düzgün. Libas, elbise.): 59.
Mehdî: 59.
Cevn: Beyaz. Kara: 59.
***
Sene 2005-2006; beni, belli kelime ve mevzuları “anahtar” hâline getirme
çalışmalarından olarak, FURKAN LÛGATI’na bakmamı adeta zehir ediyorlar. Oysa o
eserim, benim her dem başvurduğum, başvurmak zorunda olduğum bir mahiyet arzediyor. Bu
“anahtar” kelime ve mevzular, sendeki korku ve şantaja, kontrole girmeye âit neyse, onu
hatırlama veya hatırlatma durumunda, bir nevi şartlı reflekse sebeb olan, onlardan veya değil
insanlar ve sair seslerle ağ örmeye yarayan; yahud hem bu durumu tesbit veya temin etmeye
yarayan cihazın marifetini gösterici malzeme niteliğindedir. Lûgat’a başvurduğum demlerde,
hususen cima, zina, ibne, kadın vesaire ile ilgili veya mecaz ve argo yollu bunlarla
ilgilendirilebilir hangi kelime gözüne değerse, onlar frekans ve sözlü telkinle hemen onu
“istediklerine” yönlendirme işine girebilir. Bir yandan son derece yüksek bir elektrikî tesirle
vücud ve kafam azabta iken, diğer yandan FURKAN isimli eserimin takdim yazısı ve
bütününün tashihini bu şartlar altında yaptım. O günden beri yazılmış 9 eser boyunca ve genel
olarak başvurmalarım, ilk 2 seneden bugüne, sözkonusu durumun azalması şeklinde böyle.
Ebced tevafuklarına nasıl bakılması gerektiğini, hem FURKAN LÛGATI’nda hem de
yeri geldikçe diğer eserlerimde anlattım. NYMPHALAR’ın iki ana mevzuu MEHDÎ ve
çeşitleri ile birlikte ZİNA. Onlar için, alaydan başlayıp şakaya dönen bu iki kelime, yukarıda
gördüğünüz gibi aynı ebced tevafukunda. Birinci kelimenin izzeti adına, ikincinin üzerinde
duralım.
***
ZİNA kelimesi, malûm, nikâh olmaksızın gerçekleşen cinsî münasebet mânâsında ve bu
mânâda İslâm’da belirlenmişin dışında bir durum ifâdesiyle, HADDİNİ AŞMAK
cümlesindendir. Haddini aşmak, yerine göre müsbet ve menfî bir mânâda kullanılırken, ZİNA
kelimesi de kök ve iştikaklarında, bahsi geçen “cinsî münasebet” dışında mânâlarıyla görülür;
yine müsbet ve menfî mânâlarıyla.
***
Zanî: Zina eden.
Zannî: Zanneden, sanan. Sezen. Şüphe eden.
Fahiş: Mübalâğalı. Haddi tecavüz eden. Ahlâksız.
Fahişe: Fuhuş yapan kadın.
Fart: İfrat, çok aşırı olmak, mübalâğalı. Acele etmek ve ansızın gelmek. Yollara alâmet
olarak konulan işaret.
İfrat: Haddinden geçmek. Pek ileri gitme. Takatinden ziyâde iş vermek. (Yevmiye:
Sende ifrat hâlde tecrid var. Sana en büyük medhiye de bu, tenkid de. Kıvamı
bozmayacaksın!)
Takva: Fetvadan fazlasını yüklenerek yapılan ibadet, iş.
Nafile: Boşu boşuna. Fazladan. Allah ve Resûlü’nün rızasını kazanmak uğruna, fazladan
yüklenilen mükellefiyet.
***
Fart: 289.
Allah Ekber: 289.
Niyazkâr: Yalvarıp yakaran. Dua eden. İhtiyacı olan: 289.
Merdume: Gözbebeği: 289.
Racife: Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha: 289.
Mahmud Ustaosmanoğlu: 98+1191= 1289.
***
Mürid: İrade eden, isteyen. Bir şeyhe bağlanmış olan.
Müridd: Suyu çok olan deniz. (Çok ilim). Cima iştihası çok olan. (Arzu).
İnsan içgüdüsüne dair faaliyetler, şuurun ruh ve nefs yönleri ve içiçeliği ile ele alınırsa,
bildiğimiz cinsî münasebetlerin onun sadece bir yönünü gösterdiği, ihsaslar bir şey
yollamadan duyunun bir şey alamaması bir yana, ihsasların da bedenden tamamen ruhî tesire
açılan mânâsı anlaşılır. Bu çerçevede, “mürid”in mânâsında, “irade”nin bütün yönleri
görülüyor. Bizzat “cima” kelimesi ve bu mânâya gelen pek çok kelimenin içinde geçen sair
mânâlar bu çerçevededir.
***
Ahir: Zina işleyen. Tembel kimse. (Küsist: Tembel… Küst: Sahil.)
Ahir: Hitam bulan. Sonraki. Son. (Hatm: Hitame erdirmek. Bitirmek… Hatm: Kuş
gagası… Hatim: Sağlamlaştıran. Hâkim… Hatım: Yüzük.)

HADDİNİ BİLDİRMEK
Allah Sevgilisi, “din, edebtir!” buyuruyor; edeb de hadlere riayet, kendini belirten
kaidelere uymaktır. Bunun statik bir mânâ belirtmediğini, şekil içinde sonsuzluğa açılış
olduğunu kavramak için, bir Batılı sanatçının şiir hakkında “eski şekil, yeni terkib” sözünün
bundan payı gösterdiğini anlamak lâzım. Hazret-i Ali, o ilim beldesinin kapısı, “edeb aklın
suretidir!” diyor; insan aksiyonunu öne alıcı bir bakışla, dahilî şeriatı gösteren aklî-ruhîliğin,
hadlere riayetini belirten kaideler ve kurallar… Kural ve kaidelerle ifâdeli edebin, akla nisbet
“suret” oluşu bu. O suret gösteriyor, kimin aklı ne kadar.
HADDİ AŞMAK başlığı altında, hadde nisbetle bunun her mevzuu ve ilimde müsbet ve
menfi mânâya gelir misâllendirmesini yaptık ve ebced tevafuklarını da verdik. Bu arada,
TELEGRAM dolayısıyla “gece kalkıp onun için DUA ediyorum!” buyuran Mahmud Efendi
Hazretleri’nin ismi de geçti. Bir NYMPHA klasiği olarak onun hakkında “aykırı” lâflar
edilirken, ertesi gün gazetede bir haber: Onun için düzenlenen tören, bir provakasyonmuş…
Sonra BARAN dergisi elime geçti. Haberin tekrarının kalemimden çıkmasının bir mânâsı
olabilir diye ve tedâi usûlüme muvafık düştüğü için, kısaltarak veriyorum: HİNDİSTAN
Haydarabad Al Mahad Ul Aaali Alî İslâmî Üniversitesi ve Marifet Derneği tarafından
düzenlenen ve üç gün süren “Uluslararası İnsanlığa Hizmet Sempozyumu” sona erdi. 41
ülkeden gelen 300’ü aşkın âlim ve 3 bini aşkın kişinin katıldığı törende, Mahmud Efendi
Hazretleri’ne “Üstün Hizmet Ödülü” verildi.
NYMPHALAR, sözkonusu törende ödülün Mahmud Efendi Hazretleri adına Cübbeli
Ahmed ismiyle tanınan Hoca’ya verilecekken, Efendi Hazretleri’nin törene “beklenmedik”
şekilde katıldığını ve ödülü alarak törenden erken ayrıldığını söylüyorlar; yâni oyun bozulmuş
oluyor. NYMPHALAR bu çerçevedeki lâfları, beni yönlendirmek ve “sersem sepet”
göstermek için mi ediyor? Onu bilmem. İşin aslını, tahkik imkânı olanlar bilebilir.
Mahmud Efendi Hazretleri’nin verdiği cevab, vaziyete hâkim olarak her tarafa haddini
bildirici ve törene katılanlar arasında bulunan bir takım çapaklı görülebilecek kişileri de hadde
davet niteliğinde:
— “Benim bu işlerden haberim var. Kimse yapmıyor bu işi. Âlimlerin toplanmasını ben
istedim. Benim emrimle geldi biiznillah. Her şeyden haberim var. Beni kimse kandıramaz.
Yeni Şafak gazetesinin yaptığı iftiradır. FİTNELERE sakın ha!”
***
Mahmud Ustaosmanoğlu: 98+2171= 2269.
Muhammed Bâbâ Semmasî: (Hacegân silsilesinin 14. büyüğü): 269.
Hayran: Takdirkârlığından dolayı çok şaşırmış. Çok takdir etmiş: 269.
Haris: Muhafız. Bekçi. Gözcü. Himaye eden: 269.
Müdrike: İdrak kuvveti. Akıl. Anlama kabiliyeti: 269.
İstizac: Işıklanma, aydınlanma, nurlanma: 1268= 269.
Mechuriye: Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş: 269.
Cesur: 269.

AKREB
Kâzım Albayrak, “Gap Turu Vesilesi İle” yazdığı yazının bir yerinde şunu aktarmış:
— “MAVİ rengi KIRMIZI olarak görerek ATEŞ diye algılayan akreplerden kaçınmak
için, evlerin damlarındaki demir ranzaları maviye boyadıklarını anlatıyor rehberimiz.
Yanımdaki güneydoğulu gönüldaş ise (Avukat Ahmed Cengiz), ranzaları devamlı maviye
boyadıklarını ama sebebini şimdi öğrendiğini itiraf ediyor.”
Türkistan coğrafyasını temsilen Türkiye’yi ve Türkiye’de İBDA’yı gözleyen “Taza Din
Hareketi” lideri aynı zamanda Avukat ve Emekli Albay Cumay Suyunaliyev, 13 Ekim 2010
tarihinde kaçırılmıştı. KIRGIZ Lider hakkında, İBDA bayrakları serili bir kürsüden “Gazi
Vakfı Başkan Yardımcısı ve Afgan Gazileri ve Gençler Partisi Genel Başkanı” Sabur Bey’in
önderliğinde, bir basın açıklaması yapılmış:
— “ Meydan okuyoruz! SNB (Kırgız İstihbaratı) tarafından yasadışı bir şekilde
gözaltına alındığına inandığımız Taza Din Lideri Cumay Suyunaliyev’in kılına bir zarar
geldiği ânda bütün güçlerimizle bu organizasyona karşı savaşacağız!”
Belâ ve meşakkati def’ bakımından, o dile bağlı bir eylemle kaçırılan Cumay
Suyunaliyev’in kurtuluşu için duamız bâki, seçilen bayrağın temsil ettiği dil ve aksiyon
mânâsı doğrudur; bizzat Cumay Suyunaliyev ve Sabur Bey’in temsil ettiği duruş da, o mânâyı
tahkim etmektedir; mavi zemin üzerine üç hilâl ve bir yıldız… Onun, düşmanı Hakka davet
kapısı açık olmak üzere, def’ eden ATEŞ olarak görünmesi, AL-TAY’ın mânâsında mevcut:
Alev renkli tay… Bir Rus mitini hatırlamanın yeri:
— “Sırf alevden oluşan bir at, kötülüğün kaynağını kaldırır, suçlulara cezasını verir ve
doğruya giden yolu aydınlatır!”
Dünya, bir mümin için çilesi çekilecek bir ibadet-varoluş mekânı… Üstadım’ın
SAKARYA isimli şiirinden ve BÜYÜK DOĞU MARŞI’ndan:
— “Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader…”
— “Şahid ol, ey kılıç, kalem ve orak! — Doğsun Büyük Doğu benden doğarak!”
***
AKREB’in müsbet, menfi ve hayra vesile mânâları bir arada, birkaç ebced tevafuku:
Şibdi’: Akreb. Dil, lisân. Belâ. Şiddet: 376.
Künnaşe: Kök: 376.
Karia: Kıyamet. Ansızın gelen belâ. Belâ ve musibetten korunmak için okunan dua ve
âyetler. Peygamberimiz’in düşmana saldığı asker grubu. Pek şiddetli rüzgâr: 376.
Kuraa: Kalem yongası: 376.
Mişvel: Orak: 376.
***
Şibdi’: 376= 1375.
Mehdi Mirzabeyoğlu: 1374= 375.
***
Şah-ı Nakşibend Hazretleri anlatıyor: Evlenmek istediğim zaman, büyük babam beni
Muhammed Bâbâ Semmasî’nin yüce huzuruna gönderdi. Gideceğim saabahın gecesi, içimde
gözyaşı ve dua isteği kabardı. Hace Muhammed Bâbâ’nın mescidine gidip iki rekât namaz
kıldım ve Allah’a yalvardım:
— “İlâhî, bana belâlarına tahammül için kuvvet ve aşkın yüzünden doğacak mihnetlere
karşı tâkat ver!”
Sabahleyin Hâce’nin huzuruna girince buyurdular:
— “Bir daha dua ederken şöyle dua et: İlâhî, rızan hangi noktada ise, bu kulunu orada
bulundur!.. EĞER, ALLAH, DOSTUNA BELÂ GÖNDERİRSE, YİNE İNAYETİYLE O
BELÂYA SABIR VE TAHAMMÜLÜ DE İHSAN EDER. Fakat Allah’tan ne geleceğini
bilmeden, belâ ister gibi dua, küstahlıktır!”
Muhammed Bâbâ’nın, bir gece evvelki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve
kendisine sımsıkı yapıştım.

MÜBDİ’
Üstadım’ın “Kafa Kağıdı” isimli, Tilki Günlüğü’nde “bencilenmiş” hâliyle “Ufuk” diye
ona işaret eden ruhî romanın sonu: Beylerbeyi… Toprağına küskün ve büyük şehir
lüpçülüklerine düşkün “Çarıklı erkânıharbler”in gecekondu çadırlarıyla kuşattığı
İstanbul……aynı MOĞOL istil… Tutulmuş giriftar asil bir köşe…
***
Aynı Moğol İstil: (Noktasız): 308.
Arvasî: 308.
Gölgeler: (Bu isimdeki romanımın, arka kapaktaki takdimi: Bir merkez ve ondan
yayılan halkalar hâlinde bir pano... Bu ışıklı panonun merkezi, yazarın kendisidir... Ve sırası
gelince yanan her bir halka, gölgesi Adem'in katılıcı veya müşahit sıfatıyla göründüğü
hadiseler zincirinden birinin tezahürüdür... Bunaltıcı bir tecrid, keskin bir teşhis ve yakıcı bir
hayâl penceresinden, sanat gözüyle çağımız insanının hayat hikâyesi... Böyle bir derinlik ve
genişlik, “dünya çapı”nı kucaklamak demek değil mi?): 308.
***
Feletat: Lisanın döküntüleri, iradesiz olarak ağızdan çıkan kelime, söz. Ansızlık. Her
ayın son geceleri: 911.
Eşyah: Şeyhler. Pir-i fâniler: 912= 1911.
Tebşir: Müjdelemek. Müjdelenmek: 912= 1911.
Tahaddüs: Yok iken peyda olan. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak. Haber
vermek. Sezgi: 912= 1911.
Mübdi’: Kârı ve kazancı tamamen kendisine kalmak üzere birisine sermaye vermek:
912= 1911.
Zirve: Bir şeyin, hususen dağın en yüksek yeri: 911.
Zeir: Öncü, çeri kimse: 911.
Fazıl: Fazilet sahibi. Üstün kimse. (Fazl-fazla): 911.
***
Levha: 23 Kasım 1985… Birtakım genç adamlar, bir çiftliği yağma ediyorlar…
Yenilene öyle yapıyorlarmış… Bir kısrak, bir koç… Topluluk… Ben, yüksek tepe bir yerden
mani olmaya çalışıyorum… Bu sırada biri, benim bulunduğum yere tırmanıyor… Onu
itiyorum… Yüksekten düşünce bir yerine bir şey olur diye de, bir sırıkla yavaşça inmesine
yardım ediyorum. Ardından bir künk tünelden geçerek, mücadeleye devam ediyorum…
Birden yerde, karşımda bir Moğol tipi… CENGİZ HAN diye düşünüyorum… Genç… Ve
yüzünden, maske olarak kullandığı naylon kadın çorabını çıkarıyor… Ona, “sen Cengiz Han
isen, ben de Mirzabeyoğlu’yum!” diyorum… Güçsüzlüğü kabullenemiyorum… Bu sırada
babam… Müthiş heyecanlanıyor ve benimle iftihar ediyor!..
***
Moğol: (Turan: Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen
isimdir. Turan, eskiden beri Türklerin oturduğu yerlere denilirdi. “Türk” ile “Tur” kelimeleri
arasındaki benzerlik de bu iki ismin bir asıldan ibaret olduğunu gösteriyor… Moğollar,
Turanî milletlerin en büyüklerinden bir kabile olup, Türkler ve Mançurlarla cins yakınlığı
vardır. Asya’nın ortalarında, bugün Çin devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen
geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkmenistan’ın da bazı taraflarında bulunurlar.): 1076.
Lehüma: O ikisi için, o ikisi hakkında: 76.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1075= 76.
Bid’: Yeni. İlim, şecaat ve şerafette yegâne, kâmil: 76.
Saye: Gölge. Himaye, yardım: 76.
Lüham: Çok miktar asker. Herşeyi yutan: 76.
Dua: Allah’a karşı niyâz, yalvarış. Namaz. Salavat getirmek. Bir kimseyi bir isimle
tesmiye etmek. Birisini çağırmak. Söz, kelâm. Okumak: 76.
Paçeng: Küçük pencere. Baca, menfez, delik. (Üstadım’ın, “Zındandan Mehmed’e
Mektub” isimli şiirinden: Garip pencerecik, küçük, daracık — Dünya’ya kapalı, Allah’a
açık.): 76.
Ahenk: Seslerin arasındaki uygunluk. Ritm. Düzgün tarz ve gidiş: 76.
***
Cengiz Han: Büyük Moğol Hükümdarı: 741.
Feraset: Anlayışlılık, çabuk seziş: 741.
Feraset: Binicilik, süvarilik, yiğitlik: 741.
***
Cengiz Han: 741= 1740.
Mütefekkir: 740.
Sümur: Gümüş. Saliha: 740.
Tenasur: Haberler birbirini tasdik etme. Yardımlaşma: 741= 1740.

SİRAYET EDEN FİKİR


Levha: (…) Haziran 1983… Bütününe yakın bir kısmı dolu olan stadyum… Tribünlerin
üzerinde siyah renkle örtülmüş ve yüksekçe bir KÜRSÜ… Kürsüde sakalsız hâliyle
Üstadım… Aşağıda, grublar ve sıralar arasında dolanan, tertib komitesinden Tercüman
Gazetesi yazarı Ahmed Kabaklı… Elinde kâğıtlar var… Büyük Millet Meclisi temsilci
grubları tamam mı? Beliren sayfada grup ve fertlere dair isimler… Orada bulunanlar
gösteriliyor ve “şunlar yok!” deniliyor… Bunun üzerine Üstadım, beni kastederek orada bir
konuşma yapıyor: “Ressamımızın çizgileri henüz yeterli olmasa da, neleri nelere
çevirdiğimizi…” … O bunları söylerken, pankart üzerinde buna dair yazıyı görüyorum…
Arka taraftaki pankartlarda da, gelmeyenleri sembolize eden kurukafalar… Pankartların
önünde, omurgaları tamamlanmış bir sandal… Tribünlerdeki kalabalığın arka saflarından
gayet cılız sesler geliyor: “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!”… Genel bir ölülük…
Topluluk keyfiyeti yerine, sanki tek tek cansız cesetler… Üstadım, kürsüden teşvik etmek için
heyecanlı bir tavır ve ses tonuyla “inanmıyorum bana öğretilen tarihe!” diyor. O ânda birden
heyecanla öne atılıyorum ve sağ yumruğum havada haykırıyorum: “İnanmıyorum bana
öğretilen tarihe!”… Kalabalığı kışkırtıcı birkaç tekrar… Tesiri görülüyor… Kısım kısım, canlı
ve gür ses veren grublar: “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!”… Bunlar, ölü kitleden ayrılan
grublar… Üstadım, kürsüden hafif sarkarak yukarıdan bana bakıyor… Ben, yumruğum sıkılı
bağırırken, heyecandan ağlamak üzereyim… Kendimi kaybetmiş bir hâlde öne atılıyorum; ve
yumuşak bir siyah yatağa yüzüstü düşüyorum… Sonra… Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin
“Fütühat-ı Mekkiye” isimli eserini mütalâa ediyorum!
***
Naus: Yüksek yer: 186.
Sufî: Tasavvuf ehli: 186.
Kavf: Bir kimsenin ardına düşüp tâbi olmak: 186.
***
Kürsî: Kürsü. Topluluğa hitab etmek için çıkılan ve önünde masa bulunan yüksek yer.
Koltuk. Saltanat, kudret ve mülk. Başşehir. Mânevî makam. Arşın altında bir semâ tabakası:
290.
Fâtır: Benzeri olmayan şeyi yaratan. (Allah): 290.
Ruhsat: İzin: 291= 1290.
Meryem: (Süryanice’de, “hâdim-hizmet eden” mânâsına gelir.): 290.
İsâ - Mehdî Muhammed: 291= 1290.
***
Liste: Alt alta yazılmak suretiyle meydana getirilen cetvel: 501.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1500= 501.
Üstümm: Deniz suyunun toplandığı yer. (İlmin toplandığı yer.): 501.
***
Rasim: Resim yapan. Akar su. (Cu: Akarsu: 9… İBDA’: 9.): 301.
Nas Sûresi’nin bütün âyetlerinin toplamı: 5296= 301.
Kaptan Kusto Müslüman. (Noktalı): 302= 1301.
Derviş Muhammed. (Noktasız harfler): 302= 1301.
Mirzabeyoğlu: 302= 1301.
***
“İnanmıyorum bana öğretilen tarihe”: 2487.
Seyyid Fehim Arvasî: (Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin şeyhi): 487.
Celcelutiye: Hazret-i Ali tarafından cifr ve ebced hesabiyle tertib edilen Süryanice bir
kaside. Esas mânâsı BEDÎ demektir: 487.
Ta’biye: Askerlerin muharebede yerleştirilmesi düzeni: 487.
***
“İnanmıyorum bana öğretilen tarihe”: 2487= 1488.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1487= 488.
Mümtaz: Diğerlerinden ayrı tutulmuş, üstün, seçilmiş. Ayrı tutulan:
488.
Hatf: Ölüm. Ölmek: 488.
***
“İnanmıyorum bana öğretilen tarihe”: 2487= 489.
Mahmud Ustaosmanoğlu: 1489.
Kist?: Kimdir?: 490= 1489.
Tecvi’: Acıktırma. (Üstadım’dan bir mısra: Soframıza açlığı besleyenler buyursun.):
489.
***
İnkibab: YÜZÜSTÜ DÜŞME: 76.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1075= 76.
Kun. (Kürtçe): DELİK: 76.
Kûn: Mak’ad. Son. Arka. (İstikbâl. Dil… Kün, OL mânâsında emirdir ve ebcedi Büyük
Doğu-İBDA’ya tevafuk eder.): 76.
Nuk: KUŞ GAGASI. (Hatm: Kuş gagası… Hatm: Son… Hatım: Yüzük.): 76.
***
M(u)hyiddin-i Arabî: 451.
Salih Mirzabeyoğlu: 451.
***
Muhyiddin-i Arabî: 445.
Himmet: Mânevî yoldan yardım. Lütûf. Tabiî şevk ve meyil: 445.
Dalliyet: İsbata vasıta olmak. Delil oluş: 445.
Mehat: MAVİYE. Billur taşı. (MAVİ IŞIK bahsini hatırlayınız!): 446= 1445.
***
Ebu Bekir Muhammed bin Ali: (Muhyiddin-i Arabî): 485.
Kaptan Mirzabeyoğlu: 485.
Hetf: Bir şeyi gizlice hatırlamak. Seslenmek. Fısıldamak: 485.
Tuf: Yankı. Akseden ses. Aks-i seda: 486= 1485.
Müt’eme: İkiz doğma: 486= 1485.
***
Sesimize katılan grublar arasında, merkezinde KIRGIZLAR’ın bulunduğu, bilerek veya
bilmeyerek, şuurlu veya şuuraltında gizli olarak, bütün bir TÜRKİSTAN halkıdır. Oraların
kaynamasında bahaneler ne olursa olsun, asıl sebeb budur.
***
Ruhî: 224.
Musafaha: Muhabbetini, sevgisini, arkadaşlığını izhâr etmek. El sıkışmak. Musafaha
etmek: 224.
İkbar: Ulu görmek, büyük görme veya görülme: 224.
Kürd: 224.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (26. Bölüm)


SIFIR NOKTASINDA
Gözalabildiğine dümdüz buzdan bir zemin; dörtbir yanınız, sonsuzluğa açılan bir
yalnızlık hissinden başka hiçbir şey vermiyor. Şu ânda sıcak odanızda veya Kutub bölgesiyle
kıyaslanamaz bir ortamda bu satırları okurken, sizi üşütmek istiyorum. Hiçbir canlı yaşamaz
ve yön duygusunun kalmadığı o zeminde, küçük bir kaya çıkıntısı ve üzerinde Rodin’in
meşhur “Düşünen Adam” heykelini andıran, eli çenesinde oturan çıplak bir adam. Bu adamın
hâli, sosyal çevresi ve anlatmaya kalkacağı şey, hiçi yaşarken, onu anlatmak kadar zor ve söze
döner dönmez alelâde veya mânâsızlık diye bakılabilecek soydan şeyleri ihtiva etmekte. O
adam bendim. 18-20 yaşlarında yaşadığım ve 30 yaşlarında büsbütün kaybolmadan o döneme
âit bir psikolojiyi ibtidaîliği ve safiyeti ile aktarmak üzere ele aldığım YAŞAMAYI
DENEME isimli romanımda, kahramanım KİM hakkında geçen bir cümle, Kartal
Cezaevi’nde yaşadığım TELEGRAM sürecine pek uygundur:
— “İlk kez duyuyordu yaşamanın da kahramanlık olduğunu!”
O roman, 30 yaşında artık hamile bir kadına “doğurma, bekle!” denilemeyecek bir yük
hâlinde mutlaka yazılıp kurtulunması gereken bir mânâ ve bence bir tarih tesbiti hevesini
ifâde ederken, TELEGRAM’da yaşananlar anlatım bakımından daha ziyade Üstadım’ın
KAFA KÂĞIDI’nın sonunu (UFUK’un sonunu) ve FELÂTAT kelimesini gösterir ve ister
duruyor. YAŞAMAYI DENEME, “kadında kâinat muhasebesini hülâsa etme” cümlesinden
olarak bugüne kadar üzerine 57 cilt eser inşa edilmiş bir zeminin has nakışı iken,
TELEGRAM sekâretten dönüşte toplam bir nefs muhasebesini temsil eder gibi. Hâdisenin
vesile olduğu, ama aslı ruha bağlı bir hâdise seçimi.
TELEGRAM ile TİLKİ GÜNLÜĞÜ arasındaki benzerlik, bir rüyâ görür - yaşarkenki
hâlimizi anlatırken, onun karşımızda bulunan için sinek lekesine dönüşünü görmemizi
andırıyor. Bizzat yanmakla, kâğıt üzerinde “yanmak” kelimesi arasındaki fark. Eğer bir hâli
dinleyenle anlatan arasında müşterek bir vahid-i kıyas olmazsa? “Anlatılmaz” ve “anlatılması
mümkün değil” de buna dahil.

“DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ”


Erkekçe dergisi muhabiri:
— “Düşünce adamı ve sanatkârların hemen hepsinin sıkıntısı anlaşılmamak… Ama siz
herhâlde bu sıkıntıyı BUHRAN hâlinde yaşıyorsunuz?”
Üstadım:
— “Düşünce adamı tabirini sevdim… Türkiye’de o yok işte. Büyük Doğu gibi bir
derginin kapağını düşündüm geçen gün… Şu meşhur Rodin’in, Düşünen Adam Heykeli…
Heykeli var, kendi yok diye…”
***
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi’nde bulunan DÜŞÜNEN ADAM
heykeli, bulunduğu mekân itibariyle “düşünen adam”ın hâlini de gösteriyor. “Deli ile dâhi
arasında incecik bir çizgi var!” denilmesine nisbet, belki de o düşünen adam, dâhi idi;
ıssızlığın ortasında. Düpedüz akıl hastası bir delinin hâli; dâhi için bir felâket daha.
Tasavvuf’ta, bütün mertebeleri aştıktan sonra eşya ve hâdiseye tasarruf iradesini asli sahibi
Allah’ın iradesine bırakmış ve O’nun karşısındaki HİÇLİK’inin hâlini, Abdülhakîm Arvasî
Hazretleri’nin ifâdesiyle “tam bir değersizlik” olarak yaşayan üstün velinin hâli ile, basbayağı
değersiz olan arasındaki fark karışırsa? Kılık kıyafetleri ve bütünüyle yaşamaları şu dünyaya
sırtını dönmek olan MELAMİLERLE, köprü altında yaşayan evsiz barksız gariban
berduşların şahsiyetleri karıştırılırsa? Bugün hakikati kalmamış bir kemâl yolu olan
“melamilik”i karşılayan kelime, KALENDER:
— “Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. Dünya alâkalarından
uzak, hakikat adamı. Filozof.”
Bu tabir, Batı’da Diyojen ve Epiktetos gibi filozofların, bizdeki karşılığı olarak
“Kelbiyyun” mektebinin yolu mensublarını da kapsıyor. Sıradan insanlar için onların
yaşadıkları şartlar, düşkün ve rezillerle aynı kefede mütalâa edilmelerine sebeb olabilir.
***
Tasavvufta RECEBİYYUN diye anılan bir tâife var ki, “heykeli var, kendi yok” ifâdesi,
bana onları hatırlatır: Receb ayı boyunca, ne yaptığını, ne işlediğini, nereye gittiğini bilmeyen,
bildiğimiz soydan şuuru yerinde değil insanlar. Bu ay geçince kendilerine geliyorlar ve şer’i
mükellefiyet içine giriyorlar; komadan çıkar gibi. Anlayabildiğimiz bu kadar. Batı’da, belki
devlet şartlarına uygun ve muhatab olamaz bir tip olarak, Stefan Zweig’ın harikulâde
biyografilerinden birinde geçen Alman asıllı “garib” şairi anabiliriz: Alelâde bir köylüyü
andıran bu adam, bir bakarsınız Rus-Fransız savaşında, patlayan toplar, atılan kurşunlar,
şakıyan kılıçlar, naralar, böğürmeler içinde, sanki birşey olmuyormuş gibi dolaşırken görülür.
Bir bakarsınız, Rusya’da, in-cin uğramaz bir dağ köyündeki küçük birahânede bira
içmektedir. Nerde, ne zaman, ne işlediği meçhul, ondan bize kalan olarak sadece şairliği
malûm bir adam.
***
Kafa Kâğıdı’nın sonu: “Beylerbeyi… Toprağına küskün ve büyük şehir lüpçülüklerine
düşkün Çarıklı erkânıharbler’in gecekondu çadırlarıyla kuşattığı İstanbul……aynı Moğol
istil…..giriftar asil bir köşe…”
Feletat: Lisânın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime. Ansızlık. Her ayın
son geceleri.
Sekâret: Ölüş hâli, dünya ile ölüm arasında. Sarhoşluk. Hayret. Sekârette olan bir
müminin ağzından, bazen küfür kokan sözler duyulursa da, buna itibar edilmez ve
onun o ânda deliliğine-şuursuzluğuna hamlolunur. O dehşetli vakitteki sözler, belki hâl
ehlinin anlayacağı soydandır. “BEN KİMİM?” derken, Üstadım’ın tamamlanması şiir olarak
bana kısmet ve görünüşü bütün eserlerimin mânâsında olan, üç mısraı: “Kelimenin üstünde,
— Cümlelerin altında, — Benim büyük meselem!”… Varın kıyas edin sekârette olanları.
***
Telegram’ın, daha arkadan gelecek olan dehşetlerini yaşamamışken, olup bitenin
verdiği şaşkınlık hâllerinde, onların vermesine lüzûm yok, kendime teselli ve ümit olarak
zihnimden geçen düşünce:
— “Bütün bunlar geçecek ve yaşadığım değişik bir şeyi yazacağım!”
Mehmed, Kenan, Arar, her kimse, yaptığından emin ve güzel sesli biri, duvar dibinde
gezinen ses:
— “Ha, haa! Şuna bak! Kurtulup yazacağını düşünüyor!”
Onlara cevab verebilme değil de, cevabın tafsili şartlarında değilim. Oysa ben, gözle
görülür şekiller içinde olsun olmasın, varlığın yokluğa, bedenimizin nasılsız ve niçinsiz
ruhumuza delil olması gibi, anlattığım ve yazdığım zaman o hâle delil getirmiş oluyorum.
“Tahlil, kritik etmek, benim tabiî yapım!” demem, kendimi “uykusunda bile düşünen adam!”
diye tarif etmem, Kartal gibi, Bolu’daki NYMPHALAR için de abartılı görünüyor: Çünkü
ben, yiyorum, içiyorum, boş duruyorum, helâya gidiyorum, banyo yapıyorum, uyuyorum,
yahud havalandırmaya çıkıyorum, vesaire, vesaire… NYMPHALAR’ın tekidli iğnelemeleri
içinde olduğundan, onlara da cevab olmuş bir YEVMİYE’yi aktarıyorum: “Bir yazıda kendi
kendimizle imtihan hâlinde olduğumuz için, mütamadiyen beğenmeyiz, yazarız… Farkında
olmadığımız şeyler oluyor hayatımızda, içimizde bir şey pişiyor, biz farkında olmuyoruz,
pişiyor, pişiyor ve birden detay gibi görünen, bir vesileyle patlayıveriyor… Patlama ânlarının
mâziye doğru psikolojik pırıltıları; işte KAFA KÂĞIDIM’da düşündüğüm o!”
TİLKİ GÜNLÜĞÜ, muradım bakımından, tam 7 sene 24 saatime hâkim örtülü veya
açık, mesaimi ifâde eder: “İçimizde bir şey pişiyor, pişiyor” da, bu dilden kim ne anlıyor ve
hayatı böyle mi görüyor? Eğer, Tilki Günlüğü’nün açtığı yoldan gelen eserlerim olmasaydı,
tıbkı kutubtaki bir kayaya oturmuş, temessülü gitmiş adam hâli, o eserin yazılış sürecindeki
imkânsızı anlatırcasına bir tatsızlıktaki sıkıntım da anlaşılmayacaktı. TELEGRAM’da
yaşadığım hâdiselerin kuru naklinin, bana neye mâlolduğu malûm. DÜŞÜNEN ADAM
HEYKELİ’ne komşu oldum.
Tolstoy’un, “yazdığım şey, yazmak istediğim gibi olmuyor!” şeklindeki şikâyeti, acaba
bahsettiklerim arasında bir yerde mi?
1960-1970 arası bütün dünyayı saran Hippilik akımının başucu eserlerini yazmış Carlos
Castaneda’nın, Meksika’daki bir kızılderili kabilesinin ŞAMAN ritlerini modern dünya
insanının eleştirisi ve eksiği gibi sunan “Rüya Görme Sanatı” ve benzeri eserlerinde görünen
renksizliği, TİLKİ GÜNLÜĞÜ’ne benzetirim. TELEGRAM’da, başlıklarını bu esere tedâî
olsun diye benim koyduğum kısımlara, böyle bakılmalı: Suzi Muzü, Işık Hüzmesi, Cızırtı ve
Kaynama Sesi, Uçtu Uçtu, Vücut Isısı.
“Dünyada o kadar az anlatılacak şey var ki, bu yüzden resim çiziyorum!” diyen bir
İngiliz ressamın, silik ve detaysız kara kalem resimleri… Resme değil de, ressama bakınca,
onun da nefsi donmuş bir heykel imajıyla tasvir edilebileceğini düşünüyorum. “Dünyada
anlatılacak o kadar az şey var ki”; dedikodudan ibaret olanı görmek diye yorumluyorum.
Mesele, susmak veya anlatmak değil; “sır birliğinde bir” olan, eşyanın hakikatine âit bir idrak
buudunda olmak… Anlatan, aynı hâli şöyle belirliyor:
— “Kırk senedir karaciğeri inceliyorum, bir şey anlayamadım!”
YAŞAMAYI DENEME isimli romanımı, bir ruh ve nefs cengi hâlinde ve bahsi geçen
birbirinin aynı iki görüş arasında, sade ve ibtidaî bir dille yazdım. Onun, hemen hemen üçte
biri, roman kahramanı KİM’in yazdığı ve yarıda kalan KARINCALAR’la ilgili bir romandır.
***
YAŞAMAYI DENEME isimli romanımı, onun önüne sürecek bir liyakat cesaretim
olmadığı için, Üstadım’a arkadaşlarla yolladım. Ziyaretimde, ondan bahis açtığı ânda, ben
ruhu çoktan kaçmış bir taş heykel; tebessüm başlangıcıyla “Yaşamayı Deneme!” dedi.
Saniyelerle ölçülebilir bir müddet içinde, menfî bir değerlendirme yapmamış olması,
rahatlamama yetti… YAŞAMAYI DENEME: Yaşamayı denemek, deneme, bir hâl…
YAŞAMAYI DENEME: Yaşamayı deneme, yaşa!
***
YAŞAMAYI D(E)NEME: 470.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 470.
Şemlak: Pîr: 470.
Tenciz: Sona erdirme. Sözünü yerine getirme: 470.
Tenhib: Suya gayet yakın olmak. (Şeria: Suya giden yol.): 470.
Aşk: Çok ziyade sevgi. İttiba’. Alâka: 470.
İntiyat: Kendi reyi ve iradesiyle hareket etme: 470.
Dost: (O ve ben): 470.
Att: Sözü tekrar tekrar söylemek: 470.
İntiyah: Gözyaşı dökme, ağlama. (Batı): 470.
İstidad: Ünsiyet etme. Yetenek: 470.
Millet: (Yaşamayı Denemede, mihrakında KİM’in anten kişiliğinin bulunduğu mekân):
470.
Tecniz: Ölüyü tabuta koyma: 470.
Tedvin: Bir araya toplayarak tertibleme. Aynı mevzuya dair bahisleri bir araya getirme,
kitablaştırma: 470.
Tehabbüs: Kendini bir yere kapama. Hapsetme: 470.
Serîr: Taht. Koltuk. Üzerine oturulan yüksekçe yer. (Abdülhakîm Koltuğu’nu hatırla):
470.
Teng: Dar, sıkıntılı, melûl, kederli: 470.
***
YAŞAMAYI DENEME: 469.
İstiva: Müsavi oluş. İstikamet ve karar. Kemâlin sabit olması. İSTİLÂ EYLEMEK: 469.
***
Yaşamayı Deneme’nin, tek tek hangi kelimelerle ebced tevafuku olduğuna dikkat
edilmesi gerektiği hususunu ikaz ediyorum. Birbirini destekleyen ve ilgili kelimelerle kavram
ve mefhumların, bunların birbirini destekleyen ve ilgili olanlarının yığılmasıyla da sistemlerin
oluştuğunu bilenler, mevzuu alâkası çerçevesinde çıkardığımız bu türlü listelerin, okuyucu
adına “hafıza, hayal ve tasavvur” tafsiliyle müstakil bir fikir kümesi olabileceğine dikkat
çekiyorum.
***
Neml: Karınca: 120.
Ebu’lhasen Harkaanî: (Hacegan silsilesinin-Altun Silsile’nin 7. büyüğü… Üstadım’ın
“Başbuğ Velilerden” isimli eserinden: Nuru, Bayezid Bestami’den alan Ebu’l Hasen,
Bayezid’in yüzünü bile görmüş değil… Nuru, ruhanî yoldan aldı. Doğumu, Bayezid’in
ölmünden epey sonra… Dedi: Sofi, varlığa ihtiyacı olmayan yokluktur… Dedi: Peygamber’in
varisi odur ki, peşisıra gider; o değildir ki, ömrünü sadece kâğıtların yüzünü karalamakla
geçirir.): 1119= 120.Kesîl: Tembel kimse. (Küst: Sahil… Kusto: Dünya hayatına paydos
etmiş kocasının ardından MATEM tutan kadının, belirtilmiş bir müddetle sürünülmesine
Hadîs ile müsaade edilen bir otun kokusu. Bir ot ismi.): 120.
Lüka’: Ufak çocuk. At: 120.
Mu’ciz: İnsanı aciz bırakan iş. (Acz idraki veren): 120.
Nesy: Unutma, nisyan. Unutulmuş. (İNSAN, nisyan kelimesinden gelir.): 120.
Fely: Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. (Filozof, mütefekkir.): 120.
Dümu’: Gözyaşları: 120.
Misk: Güzel koku: 120.
Hasna: Güzel kadın. (Hur: Cennet kadınları. Gözleri iri ve siyah kısmı pek siyah, beyaz
kısmı pek beyaz olan kızları… Hur: Güneş. Şems –ki, Allah’ın bir delili.): 120.
***
“Mate-öldü” kelimesinin ebcedi, KISAKÜREK’e denk geliyor. MATE-M ise, onun
sonuna eklenen “M” harfi ile soyadımın başlangıcı olmanın yanında, SALİH İZZET
MİRZABEYOĞLU’na tevafuk ediyor: 1481. Aynı ebcedle “mütevalid”: Birbirinden doğup
üreyen… Bir Yevmiye bahsi olarak, Allah Sevgilisi’nin “Dünya’nın neşesi gitti, kedureti
kaldı!” sözünü tekrarla, “keder, keduretin hâli; onu çok iyi duyuyorum!” diyor. İngilizce
“blue”: Mavi. Keder… Türkçe’de Nil, “mavi, Nil nehri” demek; İngilizce’de ise HİÇ…
Ebu’lhasen Harkaanî Hazretleri’nin sözünü hatırlıyoruz:
— “Sofî, gündüzün güneşe, geceleyin ay ve yıldıza ihtiyacı olmayandır. Sofîlik, varlığa
ihtiyacı olmayan yokluktur!”
Gaybın gaybı, yokun yoku, hiçin hiçi; bütün bunlar, bir idrakin ve idrak edilebilir
olanın, bu vücut isbatiyle, onlara delil olmasını gösterir. Her varlık, nesne ve
nesneleştirilebilir olan, zıddının delilidir. Şu görünen âlem ve bunun idrakine dair herşey
HİÇ’e delil olduğu gibi, bu hiçlik de Allah’ın vücud sıfatında bir gölge-gölgeden olduğu aklî
zaruret bakımından kabul, Allah’a delildir. Birinci durumda varlığı kendinde toplayan bir
keyfiyetsizlik, ikinci durumda “herşey Allah’tan”, “Allah’tan başka herşey bâtıl” buyuran
Peygamber sözünün hikmeti. Kelime-i Tevhid’deki “LÂ-Yoktur” sırrı. Ebu’lhasen Harkaanî
Hazretleri’nin büründüğü yoklukta, ona neyin nasıl göründüğü açık. Hiçliğin diğer yönü ise,
sadece birinci durumda kalan donma derecelerine âit bir idrak. Kutubtaki DÜŞÜNEN ADAM
HEYKELİ misâlimizdeki kişi, ben, birinci durumdaki hiçi farkeden, yaşayan –yaşayan?–,
ikinci yönüne de büyüklere imân bağıyla bağlı olma yolundan acizin acizi bir sefil olarak
imdad gözüyle bakandım. YAŞAMAYI DENEME’de, varlık isterken yokluğa çatmak,
TELEGRAM’da hiçliğe battıkça batarken KORKMAK. Bu korkunun idrakinde anlaşılabilir
ancak… Mevlâna Halid Hazretleri buyuruyor:
— “Gerekli olan, aşk değil, ibadettir; İNSAN bunun için yaratıldı!”
Aşk ibadet içindir, ibadet olursa ne âlâ; mücerret bir aşk, kendi kendinden ibaret bir
hava. Aşkın hakikati bu ve sadece İslâm’da. NAMAZ, dinin direğidir.İmam-ı Gazalî
Hazretleri’nin sözünü, kaba saba anlayışa düşürmeden böyle anlamak lâzımdır:
— “Namazdan lezzet almak caizdir!”
Düşünün, namazda duyulan zevkin bile nefse düşen payı bakımından, “caiz” diye
fetvası veriliyor.
***
Nemle: Bir tek karınca. Vücutta karıncalanma: 125.
Adan: Deniz kenarı: 125.
Ma’bude: Kadın heykeli: 125.
Hemi’: Ölüm, mevt: 125.
Müfad: Sözün ifâde ettiği mânâ: 125.
Sine: Kalb. Sadr. Göğüs: 125.
Fehem: Anlayış: 125.
Veliahd: Bir hükümdardan sonra yerine geçen kimse: 125.
***
Nemmal: Dedikoducu. (Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kıl ü kal imiş ancak —
Fuzulî): 121.
Nimal: Karıncalar: 121.
Simmak: Balıklar. Parlak yıldız. Bir şeyi yükseltecek âlet: 121.
Semmak: Balıkçı: 121.
Hurşid: Güneş. Hur: 121.
Kinan: Perde, örtü: 121.
Elif: Dost, sahib, munis: 121.
Etfal: Çocuklar: 121.
Sübhan: Allah: 121.
***
KARINCALAR, hiçliğin iki yüzüne de sembol gibi. YAŞAMAYI DENEME’de, iki
aşıktan biri intihar ederken, diğeri çileye devamda ki, KİM.

İKİ HÂDİSE
(Bugün, 4 Kasım Perşembe, 2010, saat 14.30 civarı… Rahat bir gece geçirdim; gerek
elektrikî tesir ve gerekse sözlü sataşmalar olmadı. Ancak, sabah saat 8’den, öğle vaktine
kadar, NYMPHALAR hafif bir “çalışma” içinde de olsa, beni uyutmadılar. Belki 1-2 saat
uyumuştum ki, 14.30 civarında TBMM İnsan Hakları üyeleri bizim havalandırmaya
gelmişler, bir gardiyan beni uyandırdı. Bu ziyaret, anladığım kadarıyla, Cezaevi’ndeki
benimle veya beni de ilgilendiren veya benden de duyulmak istenen bir durumla alâkalı
değildi. Sabaha kadar, yukarıda okuduğunuz, anlatsanız da anlatamadıklarınızla ilgili
yalnızlığa bir ek oldu bu ziyaret: Cezaevi’ndeki durumu sordular, ben “Telegram, zihin
kontrolü” vesaire dedim, böyle birşeyi hiç duymamışlar. Düşünün hiç duymamışlar “zihin
kontrolü” diye birşeyi!!! Eh, sadece nezaket diye addedebileceğim bir ziyaret ve DÜŞÜNEN
ADAM HEYKELİ etrafında söylediklerime ek bir hatıra. Kartal Cezaevi’ndeki TELEGRAM
işkencesinde yaşadığım, beden ve ruhî olarak muazzam bir tesire sebeb iki hâdiseyi, bu gözle
de okuyunuz. Ziyarete gelenler arasında tek kayda değer söz, “inandırma sorununuz var” diye
alınan not. Bilmeme durumlarını da, “bilmez görünme” zorunluğu içinde olmalarına
bağlıyorum, yoksa ayrı gezegenlerde yaşıyormuşuz gibi olmayı, onların Milletvekili olma
haysiyetlerine yakıştıramam!)
***
Yatarken, Kenân’ın lâflamaları ve tehditleri. Uykuya dalma yorgunluğu içinde, uyuma
veya uyumama tercihi bana bırakılmış gibi klâsik bir numaraları var ki, onun tatbikine
mevzuyum. Bu, tehlikeden kurtulmak için uykusuzluktan çıldırma gibi bir hâle düşmenin
başlangıcı. Ben, uykuyu tercih ediyorum. Üzerinizde bir elektrik gerilim hattı bulunduğunu
düşünün, size olan mesafe ayarı sizin kendinizi salıp salmamanıza bağlı, sizin iradenize
nisbetle çekimine girip girmeme şeklinde bir karar azabındasınız, neticede gücünüz tükeniyor
ve ona yapışık uyuyorsunuz veya neyse ne. Klâsik bir numara dedim; tecrübelerime binaen
mani olunabilir bir şey olmadığını bildiğimden, kendimi meçhule salıyorum, ne olacaksa
olacak.
Âniden, vücudumu sarıcı bir elektrik ve mıknatısiyet tesiri, ama kapma şeklinde değil.
Ranzanın altından olağanüstü bir hızla birden üzerime atlayan, mukavemetimi önlemek için
de Kenan’ın sesiyle “şimdi kollarını kilitleyeyim de gör!” diyen, keçi gibi üçgen yüzlü ve
uzun kulaklı, kuyruğu kanguru kuyruğu gibi, hayvanca pençeleri - o görünüş içinde son
derece ürkütücü maymun elli, toplam olarak; şeytan tasvirlerinin, duyu organlarımla idrak
ettiğim canlı hâli… Derisi ve ayı tüyünü andıran tüylerinin rengi, siyaha çalan kahverengi…
İsmi de İsmail… Arka yandan, sağ tarafımdan bana sarılmış, boğuşma hâlindeyiz ama,
muazzam kuvvetli ve benle alay ederek, “hadi kurtul da görelim!” diyor. Bileklerimi
yakalayan elleri ve eklem yerlerinde göze batan kemikli ve uzun biçimsiz parmakları, dikkat
çekici; sadece parmak uçları - tırnak kısmı, insanınkini andırıyor. Avuç kısmına doğru açılan
rengiyle, sanki zenci elini andıran bir el intibaı alıyorum. Kurtulmak için bütün gücümü
kullanmama rağmen mümkün olmayınca, hırsla sağ elini ısırıyorum; hem de nasıl. Canı
yanıyor ve şimşek hızıyla üstümden ranzanın altına doğru kaçıyor.
Uyanıklıktan uyanıklığa geçmişim gibi bir hâldeyim. Şimdi dikkat: Bu hâdise, rüyâda
şunu gördüm, böyle oldu gibi bir şey değil, birebir fiziken yaşanan bir hâdisedir. Isırmamla
ilgili olarak, çenemi ve dişlerimi kontrol ediyorum, hani dişlerimin birbirine teması sözkonusu
mu; değil. Can havliyle ve bütün gücümle ısırmamın tadı ve kaçırmış olmakla rahatlamış
olarak, zafer kazanma hissiyle, “nasıl anlatabilirim”i düşünüyorum. Aslı karartan ve durumu
zorlaştırabilecek olan sahte “ben de”lerden korunmak için. Gece sessizlik devam ediyor. Ben
en rahat ve sakin uykularımdan birine dalıyorum.
***
Kenan’ın tehditleri ve benim meydan okumalarımın ardından, onun “bu gece içine
gireyim de gör!” kızgınlık ifâdesi. Sözün telkin tesiri ve o zaman bilmediğim için
ifâdelendiremediğim “frekans-dalga” ayarıyla, bekleyiş ürpertisi içindeyim. Koridordan bir
ses gelmediği gibi, içinde bulunulan yerin nereye nisbetle ne mesafede olduğunu da karıştıran
aktarılmış sesler veya ses indirmeler de yok. Sessizlik neşrediliyoru andıran bir mekân
sessizliği. Evet; büyük bir ihtimâlle içime girecek. “Ne olacak, nasıl olacak?”… Daldım,
uyudum: Birdenbire, Kenan’ın köpürmüş konuşmasıyla içimde, içimi paramparça eden, sanki
bir araba motorunun yatağından çıkmış - daha doğrusu yataksız, dört bir yana savrularak
işleyen pistonların verdiği bir acı. Bu bir benzetme; içimi paramparça eden, cin gibi içime
süzülmüş Kenan, suretsiz bir tesir. O şok edici acıdan sonra, iki katlı ranzanın enlemesine
ortadan üstüme doğru bükülüşü ve aynı ânda benim ranzada, aşağı doğru. Düz bir kağıdı
üstünden kalemle bastırarak bir boruya sokar gibi bir karmaşa şeklinde, muazzam bir enerjiyle
emen boşluğa doğru, ranza, yatak, ben, daha ne varsa gidiyoruz; yok oluş! Bir ânda olup
bitiveren bir hâdise. Aynı ânda ayıklık ve herşey yerli yerinde. Bu bir rüyâ değil, alelâde
soydan gerçek de değil. Kim ne derse, bir altını sorarım. Böyle benzer izâhtan vareste
hâdiseler, sonradan ilgimi Şaman ritleri ve kuvantum fiziğine döndürdü. 2003 yılında SEFİNE
isimli eserimin vesilesi bu. Ondan sonra, umumi olarak yaşananlarla örtüşebilir usûlleri de
ihtiva eder, ÖLÜM ODASI - B. YEDİ’nin altyapısı niyetine, aynı sene içinde TELEGRAM
isimli kitabım.

BİR İTHAF
“İki Hadise” başlığına kadar olan kısmı, münekkid Hakan Yaman’a ithaf ediyorum. O
edebiyat ağırlıklı bir kovan sahibi olarak, senelerce fikir sahasından devşirdiklerini de oraya
taşıdı. Hakkında yazılı bir şey dememiş olmanın sinsi muzipliğiyle bugüne kadar sustum.
Onun hakkında kaba çizgilerle söyleyeceklerim, başkalarının da işine yarayan cinsten olacak.
Büyük Doğu-İBDA ölçülendirmelerine sımsıkı bağlı ve rastgelelikten alabildiğine uzak
üretirken, HÜKÜM’e nisbetle HÜKÜME GETİRİCİ hakkının gereğini yerine getirmekten de,
sanki kısır bir mekân sahibi görünme pahasına kaçındı. Bakabildiğim kadarıyla, son 3-5 sene
içinde bunun dışına çıkıp, hakikatleri yerli yerine koyma adına rahatladıysa da, yeterli değil.
Hazret-i İsa’ya atfedilen bir hikâyede, yerdeki köpek leşinin görüntü ve kokusunu sözkonusu
edene, onun dişlerini işaretle “ne güzel dişleri var!” demesindeki hikmetle, dışımızdaki yerli
ve yabancı ürünlerde mevcut kıymeti de maledici bir dille almak lâzım. Güya bunu yaparken,
asıl niyeti kendini göstermek olduğu için rastgeleliğe yelken açan ve mihraktan uzaklaşanların
hâlini biliyoruz. Sadece bilmekle kalmıyoruz, vakit gözetmeksizin şimdi imişçesine
NYMPHALAR’ın bize mermi olarak kullanmalarını da yaşıyoruz. Sıkıntımın sebebi,
esirgeme gayretinden; ihtiyacımdan değil. Bunu, bilmiyormuşcasına işlerine devam eden
NYMPHALAR da biliyor.
Hakan Yaman’da, bahsettiğim menfiliğe düşecek bir şuur görmüyorum. Kendisinden
bahsetmemiş olmam da, önünde doldurulması gereken, doldurabileceği bir mekân boşluğunun
var olmasından dolayı. İnşallah hep böyle kalır. Kasdım, eser niyetine, hâl olması gereken
istidadı. Günlük hayat meşgalesi, maişet derdi vesaire, hepsi makul mazeret sınırında kalmak
üzere, sözü geçen boşluk, suvarisinin bir sopa ucunda iple sarkıttığı bir yoncaya erişmek için
koşan AT’ın açlığı cinsinden olmalı. Mütemadiyen koşturan - mesafe aldıran bir açlık. Ondan
bahsetmedim, doymuşluğa kapılmasın ve açlığı var kalsın diye. Bu ithafım da, Üstadım’ın,
“soframıza açlığı besleyenler buyursun!” demesi gibi, açlığını ve açlığı besleme niyetine
vesile olsun muradıyla. Emek hakkı.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (27. Bölüm)


YEVMİYE: TAKDİM, ZİHİN KONTROLÜ
(TELEGRAM - zihin kontrolü bahsinin ana malzemesi behîmîliğin, 12 Mayıs 1983
tarihinde işaretlenmişi niyetine de):
— “Üstadım, Danimarkalı bir kadın gazetecinin, BİZİ AŞKTAN KORU diye bir kitabı
çevrildi… Melânette öyle uç noktalara gidiyor ki, söylediği lâflardan neye ihtiyaç duyulduğu
anlaşılıyor…”
— “Ne diyor?”
— “Efendim, söylediklerinin tesiriyle anlaşılıyor ki, peygamberler olmasa insan cinsiyet
bahsinde bile bir ölçü sahibi olamazdı…”
— “Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı, bizim tezimiz. Ama insanda bir de
FITRAT var…”
— “Efendim, insandaki istidadın, peygamberlerin bildirmesiyle şuurlaşması… Zaten İlk
İnsan - İlk Peygamber’di!”
— “Evet, şuur çekirdeğindeki görünüyor…”
— “Eğer gaye HAZ ise, ne ise o…”
— “İşte, Kur’ân’da HAYVANDAN AŞAĞI diye sıfatlananlar!”
— “Efendim, zannediyorum İsviçre’de, ana-oğul, baba-kız evlenmeleri için kanun
teklifi yapıldı…”
— “Olur şey değil! Ama onların ahlâkı da müsaade etmez ki! Kilise, şu, bu…”
— “Efendim, artık eskisi gibi hiçbir şey tepki görmüyor, kanıksandı… Artık ıstırabı
kalmadı!”
— “Ne güzel söylüyorsun, ıstırabı kalmadı. Adam gazete okurken, şöminenin ateşinden
ayağı yanıyor… Bir hastalık var, yanmasına rağmen duymuyor! Yazdım…
Istırab bile İlâhî bir lütûf, şifâ yerine geçiyor! Allah Allah, ne hâldir bu! Ne korkunç
hâle geldi! Hiçbir devir böyle bomboş kalmadı, hiçbir devir…”
***
Avrat: Kadınlar. Gizli yerler. Mahrem zamanlar: 677.
Telegram: 1676= 677.
Mehdî Sabrî Mirzabeyoğlu: 62+302+1312= 1676= 677.
Huva’: Tembel olmak. (Küst: Sahil.): 677.
***
Takdim: Arzetmek. Sunmak. Bir küçüğü büyükle tanıştırmak. Öne geçirmek, bir şeyi
başka bir şeyden önde tutmak. Bir büyüğün önüne geçip birşey vermek: 554= 1553.
Zihin Kontrolü: 1553.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 553.
***
Ensest. (Ensestet): Aile ve akraba arasında, nikâh düşmeyen kimselerin cinsî
münasebeti. Bu ölçü, Adem Aleyhisselâm’dan başlayan ve Allah Sevgilisine gelen silsile
boyunca, yekpare bir vahid belirten ve Peygamber Efendimiz’de tamamlanan İslâm’ındır.
(NYMPHALAR’ın, diline doladıkları ve Müslümanlar’da zayıf buldukları izâhlardan
çıkardıkları meşreblerine uygun alay ve tahrikleri bakımından, burada sadece neye karşı ve ne
diye ebced tevafuklarını vereceğim bu mevzu, “Adem ve Havva’nın Çocukları” başlığı
altında ayrıca görülebilecek şekilde işlendi; bu süreçte, alay ve tahriklerin üzerimdeki teşvik
rolü, NYMPHALAR’ın da açık sapıklıklarına mukabil örtülü iyiliklerinin muzipliklerle yer
yer görünmesine vesile oldu… ENSESTET kelimesinin lûgat mânâsı: Şiddet ifâde eden EN
ön eki, İslâm’dan yansıyan bir mânânın aksi hâlinde, hemen gelmiş geçmiş bütün toplum
dillerinden de anlaşılacağı üzere, bir yasak ve kınamayı göstermektedir. Bu çerçevede,
günümüzde “Aile içi şiddet” diye bahsedilen durum içinde mustakil “bir hâlet” olarak
anılması edeblice bir ifâde ediştir veya edeblice olur. Sestet, “sekstet”, yâni “seks” ile ilgili bir
kelime. Seks: 6 rakamı. Eşey, yâni kadında erkek ve erkekte kadın özelliklerini belirtiyor…
“En” kelimesinin İngilizcede “N” harfi demek olması, yâni bizdeki “NUN” harfi ve kelimesi,
Allah’ın “Nur” ismine tekabül eder ve lûgat mânâsı da BALIK… “Şeriat zâhirî akıldır, akıl
ise dahilî şeriat”; şer’i ölçüler, cinsî münasebetin ölçüsünü koymuştur. Hem duyu hasselerine
bakan, hem de ruh ifâde eder mânâsıyla AKIL, dünyayı idrake dönük yönüyle, ölçü dışı olan
işleri nefyetmek mükellefiyetindedir; bunu gerçekleştirdiği kadar, dahilî şeriat hâli içine
girer… SURET OLMADAN, MÂNÂLAR ASLA TECELLİYE GELMEZ. Suret mevkiinde,
kemiyetler de olabilir, keyfiyetler de. En başa, “âlemde kendi zâtıyla iyi veya kötü yoktur; iyi
ve kötü değer ölçüsü, Allah’ın bildirdikleridir” ölçülendirmesini koyduktan sonra, surette iyi
ve kötülüğün olmadığını, bunun ayrışan suretlerde tecelli eden bir mânâ olduğunu, bizzat İYİ
ve KÖTÜ kelime klişelerinde görebiliriz. İYİ ve KÖTÜ harflerden müteşekkil klişede değil, o
klişeye hamlolunmuş mânâda. Merkezinde ALLAH’a RESÛL’ünün gösterdiği yoldan bağlı
olma ölçüsü çerçevesinde, KESRET ÂLEMİ’nden VAHDET ÂLEMİ’ne (Çokluk âlemi
dünya’dan, Birlik âlemine) doğru ruhî seyirde, herşey iyi - doğru - güzel’e irca olarak CEM
olur. Dünya mekânı, insan için takva sahibi olma şartlarında (İBADET için) yaratılmıştır;
CEM’den kinaye CİMA’nın HAKİKATİ ve gayeliliği de burada. “Doğrulayıcılık” usûlüyle
kavranması ve yaşanması gereken mânânın dış yüz şartları, Şeriat tarafından belirlenendir. Şu
ânda biz de, kavrama ve yaşamanın izâhı çerçevesinde, “doğrulayıcılık usûlü ve yaşamanın”
mânâsı içindeyiz. Ölçü ve marifet rejimi bir arada, cinsî faaliyeti gaye ve ulviyete doğru
vesile hükmünde idrake arzedebilen, İslâm’dan başka bir “hayat tarzı” mevcut değil.): 571.
Misâl: Bir şeyin benzer hâli. Örnek. Müz. Rit. Rüyâ. Kıssa, masal, hikâye; bunlardan
çıkan ders: 571.
Itak: Hürriyet. Kuvvet. Şiddet: 571.
Şair: (Amije: Karışmış, karışık… Amige: Karışık. Hakikat. Doğrunun sırrı. Çiftleşme.):
571.
Şiar: İz, belirti, nişân, ayırd edici âdet. Üstünlük veren işaret. İnsanın gömleği. İnsanın
sıfatı. Ölüm. Kıllar: 571.
Âtık(a): Azad edilmiş. Serbest bırakılmış kimse. Yaşlı. Genç kız. Temiz soylu. Eski.
Yavru kuş: 571.
Şaar: Ağaç. Şecer: 571.
Sıfat: Vasıf. Nitelik. İlim: 571.

ADEM VE HAVVA’NIN ÇOCUKLARI


Adem Aleyhisselâm ve Havva anamızın kendilerinden doğan çocuklarının durumu, bu
çocuklardan doğanların durumundan farklıdır.
Adem Aleyhisselâm, babasız hak Peygamber ve O’nun eyeği kemiğinden yaratılan
Havva anamız da, O’nun parçası olmakla babasız.
Adem Aleyhisselâm, YÜCE KALEM, Havva anamız onunla ZÂHİR olan LEVH gibi.
Ruha nisbetle, beden ve her iki yöne de bakan nefs, dişi hükmündedir. Erkek veya
kadın, nefs dişi hükmündedir.
Adem Aleyhisselâm, hem nefsi ile, hem de kendinden olan HAVVA dolayısıyla, iki dişi
hükmündedir.
Adem Aleyhisselâm’a nisbetle Havva anamız, zamana nisbetle mekân gibidir ki,
kendisinden doğan çocuklarla varlık olarak O’nu ayrıştırmaktadır.
ERKEK ve KADIN’ın, ruh ve beden olarak birbirine ilgisi, sanki Adem’in Havva’nın
yaratılmasıyla kendinde meydana gelen BOŞLUK’u doldurma isteği olarak, Havva’nın
kendinden olma bir nefs olması dolayısıyla, neticede kendi nefsine olan sevgi; Havva anamız
bakımından ise, Adem Aleyhisselâm’daki yerine doğru - vatan tutmaya doğru bir mânâ ifâde
eder. Demek ki erkek, doldurması gereken bir DİŞİ BOŞLUK’a sahib iken, kadın
doldurulması gereken bir ERKEK BOŞLUK’a maliktir.
Allah, bir şeye OL der, o şey de olur: Allah OL der –bir şeye– o şey de - OLUR… Aynı
bunun gibi; EMR (Ruh) Allah’tan, Adem Aleyhisselâm iki dişi, Havva anamız.
Mukaddime’deki “iki dişi”, yâni tekrar, yâni yaratılış gözönünde tutulursa, Havva anamızda
Hakkın görünüşü daha tamam oldu.
Allah’ın ZÂTI, O’nun iradesi ve “Ol” emri, nasıl üçlü bir birlik oluşturuyorsa, Allah -
Adem Aleyhisselâm - Havva anamız da, İNSAN’ın görünüşü bakımından bir üçlü birlikte,
OL ve OLUR olarak birleşti. Adem Aleyhisselâm(ın) “iki dişi” hükmünde olması dikkate
alınırsa, İNSAN’ın erkek ve dişi olarak yaratılışında, varlık sayısının 4 olduğu anlaşılır.
ADEM kelimesinin sonundaki “Mim” harfi, O’nun varlık sebebi olarak Allah
Sevgilisi’nin ismine hamledilebilir. Havva’nın “Ha” harfi de, Mim harfinin Ha’ya bitişmesi
olarak, Adem’in A (Elif) harfinin Allah’a işaret olmasıyla, ELİF-MİM-HA şeklinde,
Allah’tan başlayan ve Hakk’ın Hakk’a - VAHÎD’in VAHİD’e, Allah’tan gelen insanoğlunun
yine Allah’a döneceğine yorulabilir. Allah Resûlü, topyekûn insanoğlu ve varlığın
KADERİ’dir; hepimizin kaderi, “zat sırrı neyse o” olarak, O’ndan.
***
MUKADDER: Kader. Kaza - Hakk’ın hükmünün yerine gelmesi. LÂFZEN
SÖYLENMEDİĞİ HÂLDE, LÂFIN GELİŞİNDEN MÂNEN MURAD EDİLEN MÂNÂ.
Kadim: Başlangıcı olmayan. Evveli bilinmeyen hâl. (Sırrı ezelde)… Adem
Aleyhisselâm, anasız babasız YARADILIŞ’ı ile benzersizken, Hazret-i Havva da O’ndan
olmak ve anasız babasız meydana gelmek bakımından, O’ndan farklı bir benzersiz
YARADILIŞ’ta.
Milt: Nesebi bilinmeyen… Miltat: Deniz kenarı. Sahil. (Kusto. Fikir adamı)… Nesebi
bilinmeyen, bir mânâda “anne babasının veya babasının kim olduğu meçhul”ün karşılığıdır ki,
meşhur olanı budur; diğer mânâsı ise, ana babasının veya babasının yok olması bakımından
meçhullüktür. Neseb mevzuunun olmaması.
“Adem” kelimesindeki MİM harfinin mânâsı, zamanın maksatlılığı yönünden bakılırsa,
ÇOCUK’un, Adem Aleyhisselâm ve Havva Anamız’ın bir araya gelişindeki SEBEB olduğu
anlaşılır. Her insanın KADER sırrı da, bu mânâdan.
CEDD: Babanın babası veya ananın babası… Cedde: Büyük vâlide. Nine. Annâne.
YENİ OLMAK… Sonu başa bitiştiren bir mânâ olarak, YENİ, yâni ÇOCUK, üçüncü nesilde
NESEB bahsine giriyor. CEDD: NESEB… Bu çerçevede, her batında ikiz doğan Adem ve
Havva’nın çocukları, onlarla kendi çocukları arasında bir geçit olurken, Ana ve Babaları’nın
bahsi edilen özelliklerine nazaran, sonraki insanlardan farklı durumdadırlar; ceddi olmayan.
Nesl: Soy sop. Zürriyet… Nesl: Peteksiz bal… Havv: Bal… Havva anamızdan doğanlar,
onun özelliği dikkate alındığında, zamanın ayrışması olan mekânın, bu ayrışma - varlıklarla
varlığı bilinir, aslıyla yokluk hükmündeki mekânın durumunda, erkek ve dişi olarak, sanki
Adem ve Havva gibidirler. Hazret-i İsâ’nın babasız olmasına karşılık, onlar sanki anasız;
babanın ayrışması varlıklar. Havva da, Adem’den ayrılma. Ayrılma olarak Havva özelliklerini
alırlarken, menşe olarak Adem özelliklerini alıyorlar; neslin, ileriye doğru intikal ederken
mânâsı budur. Kısacası; akrabalık ilişkisinde, erkeklerin durumu Adem’e, kızlarınki Havva’ya
benzemektedir.Havva anamızın mânâsını, “yalan dünya” deyişi içinde, ruhun kökünden gelen
bir keyfiyet olan lisân mânâsı çerçevesinde de görebiliriz. Havva: Yalancı… Burada yalancı
kelimesi, menfî bir mânâyı kastetmez. Kendisinde Hakk’ın görünüşü tam ve erkek için
“nefsini bilen Rabbini de bilir!” hikmetinden olarak maddî-mânevî meyil sebebi olan kadın,
mecazî bir mabud (mabude), bir İlâh (İlâhe)dir. Asla nisbetle yalan dünya, yalancı Havva…
Hava’: Hali’ olmak. Boş olmak.NESİL, Adem ve Havva’nın çocukları ile gerçekleşmiş bir
mânâ iken, NESEB torunlarıyla tamam olan bir mânâ.
Her insanın Allah’ın bir kelimesi olması hikmeti çerçevesinde, NEVADE: Torun.
(Nevad: Dil): 66… Allah: 66… Heyakil: Heykeller. (Kâfir putlarda ne aradığını bilseydi, kâfir
olmazdı.): 66.
***
Nikâh: Evlenme: 79.
Mübalâğa: Haddini aşma: 79.
Vahdanî: Allah’ın birliği ile alâkalı: 79.
Zelzele: (Racife: Dünyayı yerinden oynatan vakıa. Şiddetle sarsan sarsıntı. İlk nefha.):
79.
***
İnkâh: “Lâ İlâhe İllallah” demek: 80.
Sehaya: Beyin zarları: 80.
Kes: İNSAN. Kişi: 80.
***
İlm-i Ledün: (İndî, zâtî, nev-i şahsına münhasır ilim… İlmin “vasıf ve nefs” mânâsı,
nefsimizin bir hakikati olduğunu gösterir. NEFS birdir, İMÂN birdir; ama nasıl bir bütün
olarak vücut hakikatini meydana getirirken vücut azalarının birbirine nisbetle farkı vardır,
bunun gibi her insanın nefsinin bir hakikati vardır. Bu çerçevede, Adem Aleyhisselâm ve
çocuklarının durumu dikkate alınmalıdır. İçiçe mânâlar: İlim, hayat, nur, nefs.
***
Hazret-i Havva, bir batında her defa ikiz doğurmakta ve İlâhî yasak icabı, aynı batından
iki kardeş birbirini alamamaktadır.
***
Çapraz: 214.
Muakid: Birbiriyle akid yapan: 215= 1214.
Cevher: Varlığı kendinden olan: 214.
Ravh: Rahmet ve kolaylık: 214.
Perdaz: Tertib eden, düzenleyen: 214.
Hukuk: 214.
***
KARDEŞLİK, bâtının işlerinin dünya işlerine zıd ve nefsin ruha tâbî edilmesi
zaruretine binaen, dünya ölçüsünden ayrıdır. Hadîs: “Müminler kardeştirler!”… Burada
mânânın mecaz oluşu, dünya ölçüsüyledir, asıl olarak değil. Kardeşlik, ünsiyet, insanda asıl
olmak ve bu aslın VAHİD olan Allah Sevgilisi’ne aidiyeti çerçevesinde, O’ndan uzak
düşmeyenlerin dünyadaki hissesindendir. Demek ki ahirette de. Müminin imânı açık, küfrü
gizli, kâfirin küfrü açık imânı gizli. Aynı bâtından gelmekle beraber, kardeş ve kardeş
olmayanlar… Üstadım’ın, manzum olarak ifâde ettiği, iki kutubta bulunanlara âit bir hadîs:
— “Ruh ve nefs iki saf asker, kin ve aşkı bölüşür; — Bir olanlar elele, olmayanlar
döğüşür!”
***
Tenasuh (reenkarnasyon), öldükten sonra, çeşidli nevilerden veya insan bedeniyle
yeniden dünyaya dönme inanışı. Demek ki, yeniden bedenlenmeden önce durumuna bağlı da
olsa, o süre için bir ölümden sonra yaşamaya inanıyor. Kuantum fiziğinin önemli isimlerinden
olduğu söylenen Fred Alan Wolf, bedenden ayrı bir zihin varlığını fizik açısından kabulden
sonra, bu bakımdan tenasuha ihtimal verdiğini söylüyor. Kendisiyle yapılan bir röportaj’da,
bu ŞAMAN inancına nisbetle ve ŞAMAN marifeti niyetine, “peki, ölen babamla görüşebilir
miyim?” sorusuna da şu güzel cevabı veriyor:
— “Oradan bakılınca akrabalık münasebetleri, burada olduğu gibi olmayabilir; ve
seninle görüşmek istemeyebilir!”
Mücerret bir idrak olarak, maddî taraftaki akrabalıkların, mânâda öyle olmayabileceğini
gösteren güzel bir cevab. Maddî çerçevedeki akrabalıkların, mânâ ile birlikte ne olduğunu da,
İslâmî bir dünya görüşüne göre biz anlattık. İnşallah!

İLK İNSAN - SON RESÛL VE…


Adem Baba ve Havva Anamız’ın, bilmem kaç bin nesil sonrası, BEN… “Kendinden
Zuhur” hâlinde, Üstadım’ın “hiç kimseye hiçbir şey borçlu değilsin!” ve “gelişi gidişi
muamma olanlardan” diye nitelendirdiği… Kökü Halid bin Velid Hazretlerine dayanan!
***
Miltat: Deniz kenarı. Dimağa ermiş baş yarası: 89.
Hımam: Ölüm. Mevt: 89.
Latîm: Babası ve annesi olmayan. Yüzünün bir tarafı beyaz olan at. Yarış atlarının
dokuzuncusu. (Dokuz, tek sayıların sonuncusudur.): 89.
Faiz: Dilediğine eren. Başaran. Korktuğundan kurtulan. Üstün gelen: 89.
Mümehhid: Döşeyen, yayan. Düzenleyen. (Mehdî): 89.

***
(Habibullah: Allah’ın Sevgilisi, Allah Resûlü: 88.)
(Nâzil: Nüzul eden, inen, yukarıdan aşağıya inen, bir yere konan: 88.)
(Lahn: Fehmeylemek. Mânâ. Lisân. Lûgat. Mefhum. Fetva: 88.)
(Melih: Sâhib-i melâhat: 88.)
(Lehan: Akıllılık: 88.)
(Vefa: Sözünde durma. Sevgi ve dostlukta sebat: 88.)
(Nahl: Bal arısı. Bedelsiz birşey vermek veya bedelsiz verilen şey: 88.)
***
Kaptan Gusto Müslîman: 485.
Kaptan Mirzabeyoğlu: 485.
Müt’eme: İkiz doğma: 486= 1485.
Mermare: Yumuşak vücutlu kadın. (Yevmiye: Marmara’nın-Haliç’in neresinden bir
bardak su alsanız, aynı çıkar.): 486= 1485.
Tekvin: Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak: 486= 1485.
Tedaî: Birbirini bir iş için davet etmek. Bir şeyi hatıra getirmek: 485.
***
Kadim: Başlangıcı olmayan. Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet: 154.
Mehdî Muhammed: 154.
Semend: Çevik ve güzel at. (Sahil. Küst. At kişnemesi… Aşiha: At kişnemesi: 321.):
154.
Lakita: Doğunca sokağa atılmış çocuk: 154.
***
Adan: Deniz kenarı. (Adn: Vatan tutmak… Adine: Cuma günü. Adem’in yaratıldığı
gün.): 125.
Ma’(b)ude: Kadın heykeli ve emsali put: 125.
Müske: Her şeyin artığı. Akıl, kâmil zihin. Müracaat olunacak hayır ve fayda: 125.
Mu’cize: Kerametten yüksek, fevkalâde hadise: 125.
Fehem: Anlayış: 125.
Fidam: Süzgeç: 125.
Sine: Kalb. Göğüs. Sadr: 125.
Tuful: Çocuklar. Güneşin batmaya yaklaşması: 125.
***
Mirzabeyoğlu: 322= 1321.
Kurtubî: Halid bin Velid Hazretleri’nin kılıcı: 321.
Aşiha: At kişnemesi. (Sahil: At kişnemesi): 321.
***
Mürre bin Ka’b: (Allah Sevgilisi ve Halid bin Velid Hazretleri, geriye doğru 6. babada,
bu zât’ta birleşiyorlar… Allah Sevgilisi Neseb silsilesi: Abdullah, Abdülmuttalib, Haşim,
Abd-i Menaf, Külab, MÜRRE BİN KA’B… Hâlid bin Velîd Hazretleri’nin silsilesi: Müğire,
Abdullah, Amr, Mahzum, (….. kimliği bilinmeyen), MÜRRE BİN KA’B… Mürr-Mürre;
“acı” demek, Ka’b ise “tahta çanak”… Mürre’nin babası Ka’b: Cuma günleri toplanmak ve
bir araya gelmek an’anesi onunla başlıyor. Kureyşlileri toplar ve kendilerine hutbe okurdu.
Allah Resûlü’nün Kureyş’ten ve kendi neslinden geleceğini söyler ve Kureyş’ten O’na
yetişecekleri kendisine baş eğmeye davet ederdi.): 389.
Fahiş: Mübalâğalı. Haddini tecavüz eden. İfrat eden: 389.
***
Ka’b bin Mürr: 384.
Mehdî Mirzabeyoğlu: 384.
Kalender: Felyesof. Mütefekkir. Dünya tamahından uzak: 384.
***
Ka’b bin Mürr: 384.
Naka-i Salih: (Naka: Dişi deve. Bir YILDIZ ismi… Salih Aleyhisselâm’ın bir mucize
eseri olarak kayanın yarılmasıyla çıkan devesi): 285= 1284.(Son iki rakam tevafuk
etmektedir.)
***
Naka-i Salih: 285= 1284.
Mehd(î) Muhammed - İsâ: 284.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (28. Bölüm)


TELEGRAM - BEYİN ZARI
Tel: Telegram’ın kısaltılmış söylenişi.
Tela: Beyin zarı. Zar.
Tell: Söylemek, anlatmak, nakletmek, hikâye etmek, ifâde etmek, beyan etmek, tebliğ
etmek, bildirmek, saymak, emretmek, keşfetmek, ifşâ etmek, yaymak, temin etmek, itiraf
etmek, tesir etmek, haber vermek, haber yaymak, şikâyet etmek.
Bu İngilizce kelimeler çerçevesinde, yapanın amacının ne olduğuna göre TELEGRAM
ve buna muhatab kişinin durumu da işaretlenmiş oluyor.
***
“Tele”, bir ön ek olduğu zaman, “Televizyon-uzaktan verilen ve alınan resim”
misâlinde olduğu gibi, “uzak” mânâsına da geliyor. TELEGRAM’ı, kafadan atma şuna buna
yormadan önce, bu UZAK’tan mânâsına dikkat etmek lâzım; bilinmeyen bir şeyi benzeriyle
anlatma şeklinde bizim verdiğimiz örnekleri de, asıl zannetmemek.
TELE-GRAM… Gram kelimesi bizde bir ağırlık ölçüsü olarak bilinir ve kullanılırken
bunun sadece maddî bir birim ölçüsü değil, “üzerime bir ağırlık geldi!” ifâdesindeki bir hâl ve
“adamın bir ağırlığı var!” lâfındaki, yerine göre bir “itibar” ifâde eder mânâsında
görülebileceği gibi, KEYFİYET ölçüsü içine girer.
Türkçe, TELE: Tuzak… “Beyin zarı”nın kendi ile birlikte, onda tecelli eden maddî ve
mânevî keyfiyetlerin, akıl-nefs’in, bedene âit yönüyle görünüşü; aklın “tuzak” olması, bu
niteliği ile aldıkları.
***
TELEGRAM kelimesi, bildiğim kadarıyla Batı’da “uzaktan kontrol ve yönlendirme”
kasdıyla “zihin kontrolü ve yönlendirmesi cihazı” marifetine giren iş için kullanılmıyor.
Onlarda kullanılışı, Televizyon ve radyoda “haber bülteni - dış haberler”, haber, uzaktan
gelen-verilen haber mânâsında. Televizyon kelimesinden kıyas ediniz. TELEGRAM
kelimesinin içini dolduran, onu kavramlaştıran, “uzaktan zihin kontrolü ve yönlendirilmesi”
sisteminin ismi olarak koyan benim. KARTAL’da bir alayla başlayan, ama tarafımdan işin
mahiyeti ve metafizik meselelerini halletme babında benim için son derece elverişli bir
niteliğe bürünen bu isim, NYMPHALAR’ın da alay malzemelerinden biri iken, görün nelere
vesile oldu, oluyor: “Gör takdirin işleri!”
***
NYMPHALAR, cihazların beden üzerindeki ruhî tesirlerinden mütevellid, “karışık bir
iş” olan yerde, hani ruhu akıl ve aklı da beden fonksiyonu bildirmek, böylece ruh ve imân
meselesini derdest etmek üzere, beni bedenen ve zihnen çok yordukları bir zamanda, bu
mânâyı tazelemek için cihaz hünerleri hakkında, “bu ne?” diyorlar. Ahmak görünmek
istemeyecek kadar açıkgöz olarak, bir “mantık şakası” niyetiyle. Alayı da bulaşmış. “O mu?
Fizikî tesir; tıpkı gözle farkedemediğim ışınların, beyin tarafından algılanması gibi!” diyorum.
Şehadet âlemi-görünen âlemin bütün unsurları, hey’et-i umumiyesi, beyin zarında-
zihinde toplu; mahbus. Üstadım’ın bir beyti:
— “Hayat bir zar içinde, hayatı örten bir zar, — Bana da hayat yeri, Bağlum köyünde
mezar!”
Tela: Beyin zarı. Zar… Üstadım’ın beytinde, hayatın şu görüneninin öte yakası da var;
aklın, ruh mânâsı. Bu türlü ifâdelerde geçen mânâları, tıpkı “şuur ve şuuraltı” derken, evin
birinci katı - ikinci katı kasdına benzer kemmiyet ölçüleriyle karıştırmamak ve ikisinin “sır
birliğinde bir” içiçe keyfiyet olduğunu anlamak gereği gibi, hayat ve ölüm’ün birliğine,
ölümün hâlihazırımızda bulunuşuna da dikkat.
Anlattıklarım çerçevesinde seziliyor mu bilmem: Beyin zarında sülük NYMPHALAR,
işin ötesinde de, mahbusluktan sıçrayan kıvılcımlar hâlinde “kalbin yolu” gidiş-gelişinden
mânâlar. SÜLUK… İslâm Tasavvufu ile, TELEGRAM teknolojisi hâline dönmüş Batı ilim ve
felsefesinin arasında, BEYİN ZARIM. Bu teknoloji, hesaba dahil edilen ama hâkim
olunamayan “ihtimâl hesabı” keyfiyetinde, tezahürüyle iş görüldüğü isbatlanabilen bir yapma
varlık; ihtimâlin bizzat kendi keyfiyetinde.

KUŞATILAN - KUŞATAN
İnsan beyninde yaklaşık 100 milyar nöron (sinir hücresi) vardır, her sinir hücresi ise
yaklaşık 1000 snaps’e (diğer sinir hücreleri ile bağlantılar) sahibtir. Bu, beyinde 100 trilyon
bağlantı bulunduğu mânâsına gelir. Bunlardan elektrokimyevî impulslar (itici kuvvet, sevk,
uyarı, tesir, ânî his, saik, çok kısa zamanda tesirini gösteren büyük kuvvet) geçer; fikir, resim,
fantezi, kavram, ruh hâli, duygu, arzu, korku, vizyon-görüntü, içgüdü ve diğer bütün zihne ve
akla âit tecrübelerimizin esasını teşkil eder. Bununla beraber bunlar, beynimizin sadece
FİZİKÎ REALİTE’sidir. Bütünün realitesi nedir? Manevî içgüdülere nasıl sahib oluyoruz?
SEZGİ NEDİR? Zihnî ve akla âit bir resim, bir tasvir, fizikî bir davranışa nasıl dönüşüyor?
Telepatik (uzaktan haberdar olma) veya gaibten haber alacak şekilde bütün bu bağlantılar-
münasebetler, birlikte (hiss-i müşterekte) nasıl çalışıyor. Öfke nedir? Sevgi nedir?
Beyin, bütün vücuda yaygın faaliyetlerin merkezidir; VÜCUDUN HER YERİNE AİD
OLANIN MERKEZİDİR. Bütün canlı organizmaların vücutlarını saran bir “elektromanyetik
bir zarf”a sahib olduğu bilinmektedir. Çevreden gelen uyaranlara cevab veren bu zarf, zihne
âit kavramların isimleriyle anılan bir alan olarak kabul edilmektedir. Bu alanlar, maddenin
mânâya delil olması halitası-karışımı gibi bir intiba vermektedirler.
***
Zihne aid kavramların mânâlarını ihtiva eden alanlar, tek bir alandır.
***
Kısaca belirtmek gerekirse, atomaltı parçacıkların tamamı “kuantum” olarak
değerlendirilebilir. Günümüzde bu gruba giren pek çok parçacık bulunmuş ve bulunmaya da
devam edilmektedir. İçlerinde en çok bilinenleri ELEKTRONLAR’dır. Kuantum adı verilen
parçacıklar, artık hepimizin bildiği gibi kâinatın her köşesinde bulunmakta, hareketsiz ve sabit
olarak gördüğümüz bütün maddelerin varlığı, atomlara ve dolayısıyla bu parçacıklara
dayanmaktadır. “Kuantum parçacıklarını nerelerde kullanırız?” sorusunun cevabı çok geniş
bir sahayı kapsamaktadır. Bugün her evde kullanılan televizyonlar, bilgisayar ekranları,
bilgisayar kasa tâbir edilen bölümünün içindeki parçaların hemen hepsi, telefonlar, radyolar,
teybler, kısacası; elektronik malzeme ihtiva eden bütün cihazlar hep KUANTUMLAR’ın belli
dış etkilere karşı gösterdiği tepkilerden yararlanılarak oluşturulmuştur.
Televizyonların ELEKTROMANYETİK DALGA’yı algılayıp bunu görüntüye ve sese
çevirmesi hâdisesi, aynen beyinde de mevcuttur. Beyin de dışarıdaki FREKANS
okyanusundan sadece veri tabanına uygun frekansları algılar.
Algıladığı frekansları gerekli dönüşümleri yaparak ses, görüntü, koku, tad ve dokunma
ile algıladığımız oluşumlara çevirir.
***
Televizyon vericisi diye, seçilen şahsın beynine ayarlı TELEGRAM cihazını, beynimizi
de bütün algılarımızı ve düşüncelerimizi radar cihazına muhatab bir verici gibi düşünürsek,
kestirmeden bir misâlle cep telefonlarıyla karşılıklı haberleşme gibi bir durum: Bir yanda
cihaz, öbür yanda onun bütün duyu organlarınca algılanabilir ve eziyet edilebilir tesirlerini
yaşayan insan. Frekansı elle tutamayacağına göre, İSBATI KABİL OLMAYAN bir iş;
bundan dolayı da kolayından “psikolojik bunalım” numarasına havale edilebilir!

İLMA’
İlma’: Parlatma. İşaret etme. “Yeşile çalıyor” deyişinde olduğu gibi, çaldırmak
mânâsında… NYMPHALAR’ın benim karşımdaki hâllerini, bundan 5 sene kadar önce,
“sayemde yaptıkları işi meslek edinecekleri vaadi” ve bu hususta buram buram kokan
hevesleri bakımından şuna benzetmiştim: Yamyamlar, adamı kazana koyup altına da ateşi
yakmışlar, bir yandan da debelenmesin diye ona ihtiyaçlarını bildiren dil döküyorlar. Hanefî
Avcı’nın “Haliç’teki Simonlar” isimli kitabını karıştırırken, Simon kişiliğini temsil eden
şahsın etrafında anlatılan bir sahne, bana onu hatırlattı: PKK’nın Lübnan’daki eski
kamplarında, yakılan ateş etrafında “zılgıt” çekerek oynayıp-dönen, kendinden geçercesine
biraz sonra kurşuna dizilecek arkadaşlarının infazını kutsayan acılı bir tören… İYİ ve
KÖTÜ’nün karşılaşması olarak, ateş tedâîsi ile MECUSÎ-ZERDÜŞT dini, türediği ve zıddı
olduğu hakikat ve sair zıdları, sonra Simon’un tedâîsi ile SİMON-RUSSEL başlığı altında iki
rüyâyı ve NYMPHALAR’ın Simon’a benzeyen taraflarını veriyorum; İLMA’ başlığı, bu
tertibi bildirmek içindir.

ZÂT - SIFAT - İLİM


Gören Allah, göreni gördüren Allah, görünen Allah… Görme sıfatının “idrak” mânâsı
gözönüne alındığında, “görme” duyusu da dahil 5 hasseden gelen bilgilerle beraber ruh
yolundan idrak ettiklerimiz de, neticede “görme” tâbiri içindedir… Muhyiddin-i Arabî
Hazretleri:
— “Hakk’ın hüviyeti, özellikte birlik olunca, O’nda asla çokluk bulunmamıştır.
Bu sebeble O, gören herkesteki gözdür. GÖZ, sahiblerinin zâtlarında çoğalsa bile,
hepsinde bulunan tektir; o hâlde göz, Hakk’ın hüviyeti olmuştur. Hakk’ın sıfatları, kulun
sıfatlarıdır; fakat bu, kulun özelliklerinin, Hakk’ın özellikleri olduğunu söylemek değildir,
Yaradan onlarla nitelenemez. Sözkonusu sıfatlar, asalet yoluyla kula âit değildir. Bu
münasebet içinde, Hakk’ın ilmiyle insanın ilmi arasındaki fark şudur: Hakk’ın ilmi, ZAT’ının
aynıdır ama, kulun ilmi yaratılmış olmanın bir niteliği olarak, zât’ının aynı değildir ve İlâhî
bir lütuf olarak ona ulaşabilmiştir. İNSAN, “kendiliğinde(n) bilen” değildir; bu bakımdan
Allah, mümkünü bilgi sıfatına yerleştirir.”
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, kendi seviyesinde ve kendi seviyesine ulaşabilecekler için
yazmıştır: Sadece, “Allah’ın hâlifesi” denilebilecek idrak soyluları için. Bu seviye, kendi
dışındakilere bakıp da, onlarda “Herşey O”yu işaret etse, hâlbuki onların bizzat zâtları için
böyle bir idrakleri yokken? Bu mesele, mantık ve lâfız çerçevesindeki kıyaslara düşerse,
İslâm dışı VAHDET-İ VÜCUT ve panteizm benzeri görüşlerle karışır, oralara düşer. Bu
yüzden İslâm büyükleri, küfre düşülmemesi için, kendisinde bu hâl bulunmayanın ondan
bahsetmesini uygun görmez ve fitneye yol açıcı bulurlar. Muhasebemizi ve ikazımızı bildirdik
mi? Öyleyse, ALLAH NURDUR diyen, bu bakımdan da küfür görüşleriyle karıştırılabilen
sözkonusu hakikati kendi hâlimize nisbetle idrak ve tevil için, İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’ne
iltica edelim: “Allah’a, NUR denemez!”… NUR, Allah’ındır; ama bu, “Allah Nurdur!”
demek değildir. Göstereceğiz.

KABİL: ATEŞE İLK TAPAN


Mayasında, zalûm ve cehûl olmak, zalimlik ve cahillikten pay bulundurmak, böylece
hakkı zıddiyle tecelli ve zıt yoldan tahakkuk ettirmek gibi bir nasibin kahramanı İNSAN,
yenmeye memur bulunduğu bu cebhenin ilk tezahürünü, kemmiyette basit fakat keyfiyette
büyük çapta, Âdem Peygamber’in iki oğlu arasındaki çatışmada bulur. Bu çatışmada, ileriye
doğru yeryüzünü saracak menfi cebheden ilk tohum vardır.
Hazret-i Havva, bir batında her defasında, bir erkek ve bir kız çocuk dünyaya
getirmekte, aynı batından olanlar da İlâhî emir icabı birbiriyle evlenememektedir. Buna göre,
Habil, Aklima isimli kızla, kardeşi Kabil ise Labuda ile evlenmelidirler. Oysa Kabil Aklima
ile evlenmek ister ve niyetini Babası Adem Aleyhisselâma açtığında, red cevabını alır; O’nun
tavsiyesiyle İlâhî bir işaret için kardeşiyle kestikleri iki kurbandan, Habil’inkine haklılığını
gösterici beyaz bir ateşin düşmesiyle… Bu kıskançlık sebebiyle… Kabil, Habil’i öldürür ve
topluluğundan uzaklaştırılır. Babası tarafından reddedilen ve pişmanlığı kabul edilmeyen
Kabil, Yemen taraflarına göçer ve kardeşi Habil’i işaret eden ATEŞ’in şeytanî yorumuyla,
ATEŞ’i bizzat Yaratıcı’nın kendi olarak kabul eder; bir ATEŞ ocağı düzenleyerek, ateşe
tapmaya başlar. Böylelikle ilk puta tapma hâdisesi de, Kabil tarafından başlamış oluyor.
Sülâlesi Nuh Peygamber’e kadar ulaşıp Tufan’da kökü kazınacak, fakat insanoğlunun nefs
belâsı mikrobu olarak sıçraya sıçraya gidecek olan Kabil, işte, insanoğlunun menfî kutbundan
böyle bir remzdir.

TANRISIZ İLİM
İlmi, put ve tanrı düşüncesinden tecrid ederek, ilmin sahibinin olup olmaması fikrini
lüzumsuz veya bizzat ilmi Tanrı bilmeye doğru bir adım, güzel bir Şamanist mantık örneği,
BÜYÜ İLMİ vesilesi ile görünüyor. Kullanana göre hizmet eden iki yüzlü mantık âletinin
durumu da. Demek ki, HAKİKAT ve DOĞRU’nun idraki, tek başına mantığa bırakılamaz.
Büyü ilminin ritlerini yerine getirerek onun kuvvetiyle amacına erişmek isteyen Şaman,
büyünün tutması için Tanrı’ya kurban ve sair hediyeler sunarken, geçen zaman içinde bu âdet
yavaş yavaş kalkıyor: Amacın gerçekleşmesi büyünün kendi kuvvetiyle olduğuna göre,
Tanrı’ya kurban ve hediye sunmaya ne gerek var?
***
Dünya’da mutsuzluğun kaynağı, insanın beş duyusu, bunlardan gelen bilgi, zihnin ürünü
olan düşünceden kaynaklanandır. Bunun farkına varıp onları terk eden insandır hür olan.
Tenasuha gerek yok, yapması gerekeni yapmış, bu dünyada işi kalmamış, bir nevi amacına
erişince merdivene ihtiyaç duyulmaması gibi, aydınlanmanın kendisi olarak dünyaya kayıtsız
kalan insan. Gaye AYDINLANMA, artık gerisini düşünmeyi gereksiz kılıyor. Budizm.
Batı’da, hayat iradesinin aşıldığı yerde başlayan sanat görüşü bundan mülhem. Aydınlanmaya
erişen insan, bütün insanların müşterek özünün temsilcisi olmuştur.

MECUSİ-ZERDÜŞT
Eski İranlılar’da, ATEŞ’e tapmak için dağların tepelerinde kurban kesilirmiş. Kurban
kesme ayinini yönetenlere “Mogus” denirmiş. Mecusî –ateşe tapan– şaman yolunun kökü
buradan. Zerdüşt, GATHA isimli kitabında Mecusiler’e “Kârbân” ve “Kavî” isimlerini
vermiştir. Dilbilimciler Pehlevî (eski İran) dilindeki “Kârban” kelimesinin muhtemelen
“Kelebe” kelimesini gösterdiğini bildirmiştir; mânâsı, “dini âyin ve amelleri yerine
getirmek”… “Kavî” kelimesi ise, Sanskritçe’deki “Kûvî” kelimesiyle aynı; ŞAİR mânâsında
ve Avesta dilinde, SİHİRBAZ için kullanılmış… Avesta, Zerdüştlüğün kitabı.
***
Amige: Hakikat. Karışık. Çiftleşme: 63.
Bilâl: Siyah ve beyaz olmak: 63.
Bina: Gören, görücü. Göz. (İdrak-göz: Olurlar ve olabilirler, mümkün, ihtimâller, ilmin
ortasına yerleştirilmiştir. Vehim ve idrak. İdrakin aczini idrak bir ilimdir; bilmek değil,
inanmak lâzım. Hakikatler Allah’ın muradıdır; bir yönüyle O’na, bir yönüyle kula bakan.
Vehmin aslı astarı burda; inanmak lâzım, kalbin yolu-ruhun yolundan O’na. Ne ki O sanırsın
O değil; bu ilmin, –kendisinden başka bütün ilimleri semirme gösteren–, bu kemâl yolunun
rejimi kimde ve ÖNDER’i kim? İslâm’dan başka?): 63.
Çîn: “Derleyen, toplayan” mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Çin: Sin… Sin,
iki kişi demektir: İNSAN… Allah ve İnsan… Adem ve Havva… Daha ne mânâlarını, yeri
geldikçe ve buldukça anla!): 63.
Cenî: Devşirilmiş. Meyve toplama ve alınması. (Jeni: Öz. Dehâ… “Kişi kendini
bildiğince Rabbini bilir!”… Hakk’ın muradını Allah Sevgilisi’nin nefsinde, O’nda fani
olanlarda ara ki, O’nu ve Rabbini bil: Görünür ve bilinmezde, bu denizde, bilinir ve görünmez
olanı ki, hep ötelerde… İşte Zât, işte ilim, işte halife İNSAN; işte yol, varsa idrakin, devşir
devşirebildiğince, ufuklar senin!): 63.
***
Amije: Şair. Karışmış. Karışık: 57.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2055= 57.
Mavi: 57.
Vahime: Vehim veren: 57.
Zen: Kadın, nisa. (Birr: Gönül. Genç kadın. Tilki eniği… Nefs. İlim. Sıfat… Takva…
Doğuran.): 57.
Mucîd: Hazır. İyi edici olan. Ölüm. (Mucidd: İcâd eden. Mübdi’. Yoktan var eden. Yeni
bir şey icâd eden. İBDA): 57.
***
Nur, hayat, ilim… Hayat, ilim, nur… Aslı bu içiçe sıfatlar ve yukarıda geçen ebced
tevafukları ışığında, Mecusîlik ve Zerdüştlük’e kritik edici bir idrakle bakınız:
Mecusî, ateşe tapanlar için Anadolu’da kullanılan Farsça bir tâbirdir; kimilerine göre bu
anlayışın kurucusunun ismi… Zerdüşt: Fars Mitolojisi içinde bulunan, eski İran’da yaşamış,
“ikili bir görüş-düalist” dinin kurucusudur. (Milad’tan önce 660-583.)
Zerdüştlük-Mazdaizm, ismini en büyük tanrı olan AHURA MAZDA’dan veya kurucusu
Zerdüşt’ten alan çok tanrılı bir dindir. İran dışında pek yaygınlaşmamış ve sadece orada
devlet dini olmuştur.
Zerdüşt dinine göre, HÜRMÜZ iyi bir tanrı olup, iyi bir dünya yaratmıştır. Kötü tanrı
AHRİMAN-EHRİMAN ise, her iyi şeyin kötü karşılığını yaratarak onları bozmuştur.
Kâinat’ta iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık, birbirleriyle kıyasıya bir mücadele içindedir;
İNSAN, Zerdüşt’ün nasihatlarına uyarak iyinin yanında yer almalı ve kötü ile savaşmalıdır.
İslâm’ın İran’da yayılmasından sonra, Mazdeistler 1490’dan sonra Hindistan’a kaçmışlardır.
AHURA MAZDA’ya nisbetle ZERDÜŞT, bir Peygamber rolünde ve tanrı HÜRMÜZ
tarafında… Zerdüşt dinine göre, 15 yaşını dolduran her erkek ve kadının cevap vermek
zorunda olduğu temel sorular şunlardır:
– Ben kimim?
– Kime aidim?
– Nereden geldim, nereye gideceğim?
– Bu dünyada görevim nedir, öteki dünyada ödülüm ne olacaktır?
– Görünmeyen dünyadan mı geldim, yoksa hep bu dünyaya mı aidim?
– HÜRMÜZ’ün tarafında mıyım, yoksa EHRİMAN’ın mı?
– Tanrılar tarafında mıyım, yoksa şeytanların mı?
– İyilerin mi arasındayım, yoksa kötülerin mi?
– İnsan mıyım, yoksa kötü bir ruh muyum?
– Selâmete götüren kaç yol vardır?
– Dostum kimdir, düşmanım kimdir?
– Prensib tek midir, yoksa iki midir?
– İyilik kimden gelir, kötülük kimden gelir?

NETİCE
ZÂT, İSMİN AYNI DEĞİLDİR… Sıfat, bir ŞEY’in, ruha nisbetle
DEĞERLENDİRİLMESİ’dir; o şey hakkında bir vasıflandırma, bilgi, ilimdir. BİR ŞEY ile,
onun hakkındaki BİLGİ’nin, ayrı ayrı keyfiyetler oluşuna dikkat ediniz. O şey hakkındaki
vasıflar, hissedilir, tanınan, tanınmayan, bilinebilir olan veya bilinmez olan, mânâlı veya
mânâsız olabilir; zât, fiil, iş, eser vesaire kasdıyla, özel veya genel olarak onları kasd için
koyduğumuz kelime veya lâfız da İSİM’dir. Sporda KOŞMA fiilini iş edinmişe KOŞUCU
derken, koşma sıfatı belirli bir kişide genel yerine özel, bir isim-lakab olabilir; bu misâlde,
zât, fiil, sıfat, isim, genel ve özel mânâlarıyla birlikte görünüyor… Zât’ın vasıfları, isminin
mânâsına uygun olursa, “ismiyle müsemma” diyoruz: İsmi, kendinin AYNI… Bir şeyin aynı,
aynı olduğu şeyden başkadır; demek ki, “ismiyle müsemma” lâfzı ile kastedilen, zâtla ismin
aynı şey olduğu değildir… Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde, Allah’ın güzel isimlerinden
birinin EN-NUR oluşundan bahisle - NYMPHALAR’ın dediği gibi, “Allah’a Nur denemez!”
lâfzı yanlış değildir. Allah’ın (ki zâtına nisbetle tuğra isimdir), 99 güzel ismi ile Zât’ının
kasdedilir olması, isimlerinin Zât’ının aynı olması mânâsına gelmez… Bu husus, Muhyiddin-i
Arabî Hazretleri’nin tekzib edilişini de göstermez.
***
Ruhu tezahürlerinden biliyoruz, zamanı da iş ve eser hâlinde tecellilerinden… İnsan, bu
âlemde “tesir etme gücünde eser”dir; Mutlak müessir Allah’la, eser arasında. Nefsimiz-
şuurumuz, “zamanüstü” diye nitelemeler de dahil, maddi-mânevî bütün vasıflandırma ve
mertebeleriyle, ya esere bakışta bulunan müessir veya müessire bakışta bulunan eser
keyfiyetiyle, ESER veya MÜESSİR’e bakışta mizaç tutuyor, yol ve prensib ediniyor. Bâtın
yolunda Vahdet-i Vücut ESER’de müessiri görürken, Vahdet-i Şuhud MÜESSİR’in işlerine
şâhidlik ederek sıfatlarına bürünüyor. Adeta, eserinden yazarı tanımakla, o esere vücut veren
yazarı –tabiî olarak eserinden dolayı!– tanımak gibi… Resim yapabilene RESSAM dendiğine
ve onun bu hüviyeti resmi ile göründüğüne göre, resminde görünen RESSAM’dır. Bu kıyas
içinde, Allah’ın eserinde O’nu görmek ve HERŞEY O demek tamamdır. Aynı kıyas içinde,
HERŞEY O’NDANDIR demek de. Herşey, O değil O’ndan, bu yüzden de O’dur!
***
Hayat, irade, idrak, ilim, nur, sıfat… Hepsi birbirinin yerine kullanılabilir bu keyfiyetler,
HERŞEY O anlayışındaki murad anlaşılmadığı zaman, benzer niyetine yanına hangi
yanlışlıkların düşebileceğine dair birkaç misâli gösterdik…
ALLAH-İNSAN-ÂLEM münasebetlerinin “ben bilgisi” hâlinde herşey(in) yerli yerince
idraki için, küfre fırsat vermemek üzere İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nden:
ASIL, gölgesine, gölgenin kendisinden daha yakındır; çünkü, gölgenin varlığı ve
mahiyeti, onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir, kendi mahiyeti yoktur… Bu âlem,
mahlukların hepsi, Allah’ın fiillerinin, işlerinin zılleri (gölgeleri), akisleri ve görünüşleri
olduğundan, bu âlemin aslı olan fiiller, âleme âlemden daha yakındır. Fiiller de Allah’ın
sıfatının zılleri olduğundan, Allah’ın sıfatları âleme âlemden ve âlemin asılları olan fiillerden
daha yakındır; çünkü, aslın aslıdırlar. Sıfatlar da, Allah’ın Zatı’nın zılleri olduğu için, Allah’ın
Zâtı âleme âlemden daha yakındır.
(Tesir edici eser hüviyetindeki İNSAN’ın durumu):
Soruluyor: ZILLÎ-GÖLGE eşya kendi mahiyeti ile “şey” olmayıp, kendi aslının
mahiyeti ile var olduğuna göre, kendi kendine varlık ifâde eden “o, sen, ben” gibi sözler,
gölge varlığa yakışmayan “yiyorum, uyuyorum” gibi lâflar, söyleyen için nasıl doğru olur?
Cevab: Biliniz ki zıll, her ne kadar aslı ile var oluyorsa da, kendi zılliyeti, his ve hayâl
mertebesinde de olsa, daima yerindedir; gölgeliği devamdadır, gölge varlıktır. “Onları Allah
yarattı” kelâmı, (bu kelâmda geçen “onları” zamiri), bu sözümüze şahittir. Bu zamirlere
(hüviyetlere), “ben, sen, o” gibi ismin yerini tutan sıfatları vermek, zılliyet itibariyle-zılliyet
çerçevesinde bir mahsusluk olarak caizdir. VÜCUD mertebelerinin hepsinin hükmü başkadır.
Allah’ta fâni olan bir şey, Allah olamaz. (Ebed müddet bu böyle.)
***
KADER SIRRI: Öz iradenle ne yaparsan yaparsın, yaptığın Allah’ın dediğidir… Herşey
O değil, O’ndan… Bütün mesele, nerede müessire bakacaksın, nerede esere.

SİMON-RUSSEL
ANAFOR isimli şiir kitabımda, benim tarafımdan görülmüş olmasa da, tâbiri “sözün hâl
ve makama uygun olması” esası çerçevesinde mutlaka benden yana bir ilgisi ile yapılan
rüyâlar hakkında edilmiş bir mısra var:
— “Senin rüyân güya benim tarafımdan görüldü.”
Benim elimde olmayan bir sebeble gerçekleşen bir tâbir şekli. Aynı mısraya uygun ve
Hanefî Avcı’nın “Haliçteki Simonlar” isimli kitabında geçen SİMON ismi ve GERÇEKLERİ
anlatma niyetine nisbetle, tedâî ettiği için aldığım iki rüyâ: Biri, Simon isimli bir fizikçinin,
diğeri müsbet ilim verileri içinde REALİZM-AKLİYECİLİK felsefesi büyüklerinden-
filozoflarından, Bertrand Russell’ın.
***
Simon, lekesiz ve harika beyaz bir atının olduğu bir rüyâ gördü. At, Simon’un uyanık
hayatında, şimdi ve sonra ağzından kaçırdığı öfkesi burnunda benliğine benzeyen yüksek
enerji gibi canlandırıcı enerjiyle doluydu: “Simon, son derece ahlâklı, dertli, içten ve arkadaş
canlısı olan akrabası Jeni ile birlikteydi. Bu, Simon’a uysal, iyi çocuk gibi olan benliğini
hatırlatıyor. Görünüyor ki, Jeni ve Simon büyük konağı görmeye gitmek ve oraya çabucak
ulaşmak istiyorlar. Simon annesinin etkisinden atıyla kurtuluyor. Dışarı çıkıyor, konağı
görmek pek de ilginç bir iş değil ve o zaman annesi marifetiyle atının kayıb olduğunu fark
ediyor; belki de çalınmış. Simon kızgınlıkla kendini dışarı atıyor. Uzun zaman aradıktan sonra
atını buluyor. Şimdi anne ve babası, o atın onun için ne kadar değerli olduğunu anlıyorlar.”
Simon’un şimdiki anne ve babası, sosyal seviyeleri itibariyle onun beyaz ata binmesini
küçümsüyorlardı. Simon, kendi isteği yerine, meslek seçiminde uysal Jeni gibi hareket
etmişti. At, üvey annesi yanında duran annesi gibiydi; üzüntüsü, annesini hatırlamasından,
bulunca sevinmesi de bu yüzdendi.
***
Simony. (İngilizce): Papazlık rütbesi veya makamının, alım satımı. Kutsal tutulan
şeylerden kâr çıkarma. (Papazlık rütbesi ve makamı, siyasî ve askeri büyük makamlar olarak
kabul edilebilir. Diğer mânâsı, Türkçe’deki “bal tutan parmağını yalar!”, “ele verir talkımı,
kendi yutar salkımı!” atasözü çerçevesinde, iğneleyici veya aşağılayıcı olarak da kullanılır.
Talkım; söz etme. Ele nasihat eder, hüküm verir, kendi yapmaz.)
***
Şehba’: Kır at, kır katır. Kır renkli olan şey. Pek kıtlık olan sene. Tam techizatlı asker
birliği: 309.
Şehd: Bal. Asel. (Havv: Bal, asel. Huvv… Huva: Tembel olmak… Sahil: At
kişnemesi… Küst: Sahil.): 309.
Huş: Kalb: 309.
Harık: Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş: 309.
***
Bertrand Russell: Rüyâmda yatak odamın, geniş dik bir yamaçta, geniş bir
MAĞARA’ya dönüştüğünü gördüm. Mağaranın ortasında, sayılamayacak kadar çok insan
dolanır, sayılamayacak kadar çok KEŞÎŞ de uyumuşken, yatağıma yatmaya gittim. Yandaki
odada benimle ilgilenen ama uyumayan keşişler dolu; ve oda, bahsettiğim mağaranın kendi
oldu. Uyumayan keşîşler, bize düşmandılar ve uykumuzda bizi yok etmeye gelmişlerdi.
Uykumda, uyumayan keşîşlerle konuştum: “Keşîş kardeşler, sizinle uyku dilinde, sadece
uyuyanların bildiği dille konuşuyorum. Uyku ülkesinde zengin görüşler, muhteşem müzik,
acılı GÜNEŞ’in ışığı altında hiç bir meydan okuma bulunmayışı gibi, duygu ve düşünce
güzellikleri vardır. Uykunuzdan uyandırılmazsanız, öbür keşîşlere karşı çıkmayın.
Kazandığınız için, güzelliği yıkan acımasız gerçeğin hepsini yitirmiş kimseler gibi
olacaksınız. Benim uyku dilim ile uykunun değerinin farkına varan, değersiz, sinirlendirici,
ileri ve sert çabadan, savaştan daha iyi bir şeyi size aşılayabilirim. Büyümüz yüzünden, bütün
keşîşler uykuya daldılar, biz onlara aydınlık görüşler aşılayacağız, onlara ölümün, rekabetin,
gayretin dünyasından çok daha kibar, güzellik dolu bir dünyayı SEZME’yi öğreteceğiz; ve
bizden daha iyi, yeni güzelliği ve yeni görevi, bütün dünyaya saçacaklar… İnsanoğlu,
görmesinin görevi olduğu güzelliği bilmeye yönelecek.
***
“Her birimizin içinde, Russell’in tanımladığı uyanık ve uyuyan münzevilerden var
olduğunu söylemeliyim!”
***
Rakde: Uyku. Berzah: 309.
Haş: Kalb: 309.
***

Kalb: 132.
İslâm: 132.
Melbes: Elbise. Giyecek şey: 132.
Muaviye: Tilki eniği. (Gönül. Kadın.): 132.
Mülebbes: Giyilmiş. İltibaslı, karışık: 132.
***
Menam: Uyku. Düş. Rüya. Uyku zamanı. Uyunacak yer: 131.
Hilkat: Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış: 1130= 131.
Elleys: Mutlak hiç. Adem-i sırf: 131.
Kal: Söz: 131.
Kale: Dedi. O söyledi: 131.
Kesan: İnsanlar. Kişiler: 131.
Esvedeyn: İki siyah. Akreb ve yılan için kullanılır. (Yakınlık ve hayat): 131.
***
Hanefî Avcı’nın kitabında Simon, örgüt üyelerinin cezalandırılması işini üstüne almış,
HÂKİM rolünde biri. Örgüt üyelerinin şikâyetleri üzerine, kendi kızkardeşi de mahkeme
edilenlerden. Vicdanı ile kurallar arasında, ne kadar kendini kurtarmak için olduğu bilinmez,
Lider’in arzusu galib gelir ve onu da idama mahkum eder. Yine Lider’in arzusu, kızkardeşi
affedilir. Aradan şu kadar sene geçtikten sonra, Yurt içinde ve şehirde görevli iki kardeş,
yakalanırlar. Hanefî Avcı, onlarla görüşür ve merak ettiği hususu sorar: Her ikisi de, örgüt
ilişkilerinin akrabalık ilişkilerinin önünde olduğunu söylerken, SİMON, idam kararını şimdi
olsa da verebileceğini belirtir… Hanefî Avcı’nın, aynı durumun kendi meslek arkadaşları
arasında da bulunduğu ifâdesinden, benim edindiğim çelişkili intibâ şudur: Kendi meslek
grubundakiler, tarafsız hareket etmektedirler. SİMON, iktidarı elinde tutanın muktedir adamı
olarak, kızkardeşi yönünden ve tabiî kendi duyacağı acı bakımından, biraz rutin dışı bir
iltimasa uğramıştır. Ateş etrafında âyini andıran “vahşî” görüntü, ceza alan karşısında toplu
bir linç çılgınlığı psikolojisini andırmaktadır; kendi adamlarına karşı da.
NYMPHALAR’a gelince: Kendilerine yardımcı olanlar, dış yüzden - gören gözler için
“normal” davranırken, onlar TELEGRAM cihazıyla, hikâye etmekte olduğumuz işi
gerçekleştirmekte. İktidar sahibleri, onların karartma çabaları içinde, şu veya bu resmî
sınıftan; bu rutin dışı-kanun dışı işe göz yummakta.
ATEŞ etrafında ayin mi? Onu KARTAL’da doya doya yaşadılar, BOLU’da ilk iki sene;
sonrasında ise, haberli habersiz herkes, NYMPHALAR’ın beynimde ve ruhumda pislik
yapmaya âlet bir hayâl ve söz malzemesi.

BİR DERGİ - BİR KİTAB


Epey aradan sonra, yeniden çıkan İLMA’ isimli dergi; Ahmed Celil Civan’ın sahib ve
Yazı İşleri Müdürü olduğu, tanıdığım ve tanımadığım yazar kadrosuyla… Hediyesi benden:
İLMA’: 142.
Musîb: İsabetli, yanılmayan. Allah Resûlü’nün vasıflarından biri: 142.
Men ene?: Ben kimim?: 142.
Mehdî: (Büyük ebcedle): 142.
Kablî: İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmayan: 142.
***
Ali Hışıroğlu’nun, “Bitmeyen Devrim-Osmanlı” isimli kitabı geldi… Bir eksiği var:
“İBDA’nın üç hilâlinden sonra gelen yıldızını parlatmalıydı!”… Bu, hakikati içinde bir
lâtifedir; tebrik ediyorum.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (29. Bölüm)


NYMPHA - HÜRMÜZ
Erol Bilbilik isimli bir Binbaşı’nın, “CIA-NATO-AB: İşgal Örgütleri” isimli bir kitabı,
Suat Çakıroğlu tarafından üç sene kadar önce gönderilmişti; kitabını iade ettiğim bu cezaevi
sakininden, unutmuş olduğum yazarın ismini bildirmesini istemiştim. Zihin ve
davranışlarımın “sadık takibçisi” NYMPHALAR, o kitabtaki beylik bir ifâdeyi, sırf kendi
dışımda birinden işaretlemek istediğimi biliyorlardı. Şu: “Beyin kontrolü yapanlar, buna
muhatab olan insanı ailesinden, arkadaşlarından, sosyal çevresinden kopararak, onu tamamen
kendi kontrollarına alırlar ve kullanırlar!”… Bu hâdise, sizin hatıra ve hayâllerinizin tersyüz
edilmesi ve sadece sizde şantaj yapabileceklerinin kalması, birinciyi de ikinciyi besleme
niyetiyle gerçekleştirilen bir avuca alma metodudur. Şuur süzgecinizin değişimi ve anahtar
kelimelerle istikamet verme. Zerdüşt dininde İYİ ve KÖTÜ tanrılardan, İYİ tanrı
HÜRMÜZ’ü, geçen sayıda yanlışlıkla kötü diye tanıtmış, idrakime musallat NYMPHALAR’ı
“bozgunculukları” bakımından tabiî olarak ona benzetmiştim. Bütün vücudu kuşatan ve
merkezinde beynin bulunduğu, zihin kavramları ile anılan bir alan bahsi sırasında. Bu sayıda
İDRAK’e musallat hâlleri bakımından o hususa temas etme niyetiyle düşünürken,
NYMPHALAR bana HÜRMÜZ’ü hatırlattılar: NYMPHA ismini pek sevmeyen “hayâletler”,
HÜRMÜZ’ü hatırlatırken, idrakin “dişi” oluşunu hatırlatmak istiyorlardı. Böylece, benim
nitelemem de içinde, “su kenarlarında yaşayan tabiatın DİŞİ esprileri” NYMPHA ismi, onlar
için sanki zordan düze çıkmak olacaktı. Her hakikatin yanıbaşında bitiveren yanlış ve sahtesi
yerine onları koyun ve zaman zaman doğru ve doğruluklarını da, hakikati karartma gayelerine
uygun bir bulandırma işi diye alın. Beyin ve beden benim, üzerinde onların cihaz ve benim
zekâ ağırlığım, malûm çatışma. İYİ ve KÖTÜ, kendilerini bu vasıfta ortaya koyduktan sonra,
İYİ’nin kötüye ve KÖTÜ’nün iyiye bakan yönlerinde, ortak bir alan oluşuyor. Bu ortaklık,
benim için bir menfilik değil, çünkü beni takiblerinin dikkati nisbetinde idrak ettikleri mesele
dilimle yaptıkları “ille de zıd olmak”, isteyerek veya istemeyerek muzibliğe dönüşüyor;
tahrikten doğan hikmetli doğuşlara vesile oluyor. Ayrıca şunu da görüyorum: Yaptıkları işten
dolayı mukabil bol küfrüme muhatab durumları olmasa, benden olmalarından değil de,
benden hoşlandıklarından bile bahsedebilirim. “Kusura bakma, ben seni yemek
görevindeyim!” şeklinde bir gariblik… Şu HÜRMÜZ: Onlar bu ismi “idrakin dişi olması”
bakımından canımı sıka sıka tekrarlarken, ben öyle anlamıyorum da, HÜR-MÜZ, yâni bu
buluşuma çanak tutma diye anlıyorum.
***
Hürmüz: Zerdüştlerin hayır tanrısı. (Kötülük tanrısı Ehrimen). Eski İran takviminde
GÜNEŞ yılının ilk günü. Müşteri yıldızı.
Hur. (Müennes): Güneş.
Hürr: Serbest. Hür.
Hürre: Arslan.
Hüri’: Bit.
Hür’: Fasid kelâm, çirkin söz.

HİSS-İ MÜŞTEREK - BİNTASYA


GÖRME hâdisesi, “görünen” cisimlerden bir şeyin ayrılıp göze gelmesi veya gözden bir
ışığın “görünen” cisimlere gitmesi demek değildir. Göz ve cismin karşılıklı olması ve ışık
unsurundan sonra, gözde SURETİ KABULE HAZIR SAYDAM TABAKADA, BİR SURET
OLUŞUR. Bu istidat ve cismin suretlerinin aynılaşması ki, görüntünün durgun suda oluşması
gibidir. Sözkonusu uygunluktan sonra, suret, iç sinire geçer ve “revh” denilen “rahmet” ifâde
edici lâtif bir cisimden ilgili sinirler vasıtasıyla beynin başlangıcına ulaşırlar. İki gözde
teşekkül eden tek suret, beyinde “hiss-i müşterek” tarafından, tek suret olarak idrak edilir;
eğer HİSS-İ MÜŞTEREK olmasaydı, bir olan GÖRÜNEN, iki olarak algılanacaktı.
Bir kimsenin görmesi ve bir sesi duymasında, iki gözle iki suret ve iki kulakla iki ses
olmasına rağmen onların bir tek olmasının kavranması, gözlerin ve kulakların ötesinde bir
bâtınî idrak mahallinin bulunmasındandır. 5 duyu organının birkaçı veya hepsi müşterek bir
nesneye muhatab olduğunda, o nesnenin bir bütün olarak idrakında görünen kuvvet, hiss-i
müşterek ve “bintasya-karakız-idrak edici” de denilen, batınî idrak mahallidir. Ruhun
“müdrik-idrak edici” olması, duyularla algılananların-hislerin, bu kuvvette toplanması
dolayısıyladır; ve sözkonusu kuvvetin, idrak etmeden başka vazifesi yoktur. İrtisam
(resmedilme) ve hıfz, başka bir kuvvetin işidir.
***
İDRAK bahsine devam etmeden önce, NYMPHA ve BİNTASYA arasındaki mânâ
akrabalığını bir lâtife olarak zikredelim: Kelime çerçevesinde… Cihazlarının marifeti de,
beyinde mahal olarak, bintasya çevresinde; bir telkin ve suret girme ve alma… Doğruda(n)
karşılıklı konuşma ise, bununla ilgili karışık dava. İç’e doğuş gibi görünen sözsüz mânâ, –ki
sözden gaye mânâ–, yine nefsin beden-beyin yönü ile ilgili.
***

İDRAK VE MERTEBELERİ
İdrak: Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirme. Yetiştirme. (Fehim: Anlayışlı… Fehim: Kömür.
Kara… Fehm: Ulu kişi.): 226.
Mülakane: Telkin etmek: 226.
Mef’ul: Yapılan iş. Failin eseri. Failin fiilinin tesir ettiği şey: 226.
***
İdrak, idrak edilen şeyin suretini almak demektir… Hissedilen şeyin âid olduğu duyu
organında mislinin vaki olması, şuur edilmiş olmasıdır; bu, dış hakikatin ruhta
resmedilmesidir, buna “ma’kul-aklî, aklın kabul ettiği” deriz. Eğer idrak edilen akılla ilgili
nesneler, ma’kulât, mücerred ise, akıl onu hiçbir tecride ve tasnife tâbi tutmadan algılar.
Böyle yalnız ve sade değil de, “yer, miktar, keyfiyet” gibi arazlara sahibse, tecride ihtiyacı
vardır. Bu, bir şeyin umumî veya hususi olmasındandır: Meselâ, canlı ve konuşan varlık olma
vasfı insanlarda müşterektir, buna mukabil her zâtın hususiyetleri vardır… İdrakın iç ve dış,
ayrı ve içiçe bu kısa izâhını, açalım:
— İdrakin birinci mertebesi, hisse-duyuya âit olanıdır; Duyu’ya, dış hakikatin-suretin
misli tecelli eder. Bunun gerçekleşmesi için, hariçteki varlığın buud ve miktara sahib olması
lâzımdır; ayrıca, arada engel olmamalıdır ki, o şey idrak edilebilsin. Yine; o şey, duyuda
kaybolan olmamalıdır.
— İdrakın ikinci mertebesi, HAYÂL’e âit olandır; bunun tecridi duyu’ya nisbetle daha
tamdır, idrak ettiği şeyi müşahedeye ihtiyaç duymaz - o şey kaybolsa da onu idrak eder.
Ayrıca, idrak ettiği şeyleri kemmiyet ve keyfiyet özellikleri ile idrak eder.
— Üçüncü mertebe, VAHMÎ İDRAK’tir… Vehmin tecrid edişi, hayâle göre, o daha
umumi -bu daha hususi, daha tam ve mükemmeldir. Düşmanlık, muhabbet, muhalefet,
muvafakat ve uygunluk gibi, cismî - örtülü - arızî mücerret mânâları da idrak eder. O geneli
değil de, özeli, cüz’i olanı idrak mertebesidir. Meselâ kurdun, kendisinden kaçılması gereken
bir düşman olduğunu, onun bu niteliğini daha önce görmemiş olsa da bilir. Bu bilmede hem
göz, hem de görülenin onu görmeden önceki bilgi, iki idrak, birbirinden ayrıdır; vukuunda
birleşir. Böyle bir hayrete mevzu niteliği vardır.
— Dördüncü mertebe, AKLA ÂİD İDRAK’tır… Akıl, eşya düzeninin zihindeki
pıhtılaşması, kâinatın insanda hülâsası şeklinde, duyudan gelen bilgi ve içyüze dönük bilgi
yönü ile, cisimlerin arazları, teferruatı ve örtülü bulunanları - gaib olanlarıyla beraber, hepsini
kâmil bir şekilde tecrid ederek idrak eder. Hattâ ölçü ve keyfiyet sahibi cisimlerin
özelliklerine ihtiyaç duymaksızın idrak gerçekleşebilir. Akıl, sadece ölçüp biçen, parçalayıp
tahlil eden değildir; küllî mânâları da idrak edebilir ve hayâl gibi, onların o ânda yanında
olmalarına gerek yoktur. Küllî mânânın içinde, “terkib” kasdı da var. O mülkî (içyüz ve dış
yüzden gelen bilgiden hasıl olan HÜKÜM’le ilgili) ve melekutî-ruhî cüzlere (özel, indî, ruhî
küllü içinde korku şahsı gibi) nüfuz ederek, onların hakikatlerini çıkarır ve onları onlardan
olmayanlardan ayırır. Bu tecrid, idrak edilen şeyin tecride ihtiyaç duyması hâlinde
gerçekleşir. Kendini empoze etmesi hâlinde.

BATINÎ İDRAK EDİCİ KUVVELER


Hiss-i müşterek: Sureti idrak eden bu kuvvetin özelliği, “gözle görülen ve hisle anlaşılan
şeyleri, önce duyularda hazırlamak, sonra idrak etmektir. Zâhiri şeylerden ve hayâllerden,
lezzet ve elem duymak.
Kuvve-i hayaliyye: Hayâl kuvveti… Beş duyu ile idrak edilen şeyler ortadan kalkınca, o
şeyin suretini sanki görüyor ve müşahede ediyormuşuz gibi bizde kalıyor ya; işte bu kuvvet o.
Meselâ, daha önce gördüğümüz bir şeyi şimdi gördüğümüz zaman tanımak, daha önce
algılandığına hükmetmek: Bu, hiss-i müşterek ile kuvve-i hayaliyye’nin birleşmesiyle
gerçekleşir.
Kuvve-i vehmiyye: Herşeyi ihata eden hayâl genişliği içinde, herşeye sirayet edebilir,
ilmin ortasına konmuş ve cüz’i mânâların idrakine yarayan kuvvet. Duyularla hissedilen
şeylerden, duyularla hissedilmeyen cüz’i mânâlar çıkarmak. İnsanda bulunan bu kuvvet,
insanda hakikate aykırı ve gerçek dışı şeyleri de kabule zorlar; meselâ aklı, tahayyül
edilemeyen ve hıfzedilmemiş eşyanın varlığını kabule zorlar. (Kâinatın hep var kalacağını
kabul, maddenin sonsuz oluşu gibi)… Bir yön ve mekân belirtmeyen “aklî cevher-ruh”un
varlığını kabul etmeme gibi… Kâinatı kuşatan bir boşluğun varlığını kabul ettirmeye çalışmak
gibi… Bir meselenin isbatına dair deliller getirilirken, hüküm ve başlangıcı kabul ettiği hâlde,
çıkan neticeye karşı olmak gibi… Bazı görüş sahibleri, kuvve-i vehmiyye’nin, hayvanî
(hayatî) fiil ve işlerin çoğunun ondan sadır olduğu bir kuvve olduğunu söyler; ve onun cüz’i
hükümlerinin mantıkî bir faslı olmadığını, bunların tahayyülî hükümler olduğunu…
Kuvve-i hafıza: İdrak edilen mânâların tamamen kaybolmadığı, biraz düşününce tekrar
hatırlanabildiği ve hatırlanabileceği hepimizin malûmudur. Bu mânâları muhafaza eden
kuvve, kuvve-i hafıza’dır; hatıra, hâlihazıra getiren kuvvet de, “zakire”dir… Kuvve-i
hafıza’nın mânâlarla ilişkisi, tasavvur kuvveti’nin HİSS-İ MÜŞTEREK’te, aklî tasavvur
edilenlerle ilişkisine benzer.
Kuvve-i tahayyül: Malûmdur ki, bir sureti idrak ettikten sonra onu tafsil, terkib,
ziyâdeleştirme ve eksiltme ile mânâyı idrak etmek ve onu surete ilhak etmek, bizim için
mümkündür. Bu çeşit tasarruflar, kuvve-i tahayyül’ün işidir. Bu kuvvenin özelliklerinden biri
de, tab’ı üzerinde intizamlı ve intizamsız işlerin yapılmasında kullanılır olmasıdır; yâni, ruhun
onu dilediği gibi kullanabilmesi için… Eğer böyle olmasaydı, bu tabiî –cehd istemeyen– bir iş
olurdu… Toplam olarak: İnsanın çeşitli sanatları, girift nakışları ve yazıları öğrenebilmesinde,
KUVVE-İ TAHAYYÜL önemli bir rol oynar. RUH, BAZEN AMELİ, BAZEN NAZARİ
(PRATİK VE TEORİK) AKIL DOĞRULTUSUNDA BU KUVVETİ KULLANARAK
TERKİB VE TAFSİL YAPAR. BU KUVVET, KENDİ ZÂTI ÜZERİNDE DE ŞU ÂNDA
OLDUĞU GİBİ TERKİB VE TAFSİL YAPABİLİR, ANCAK HERŞEYİ GÖRÜP DE
KENDİNİ GÖREMEYEN GÖZ DUYUSU MİSÂLİ, KENDİNİ İDRAK EDEMEZ - AŞKIN
BİR HAKİKATİ VARDIR. Ruh, bu kuvveti aklî işlerde kullanırsa, ona “müfekkire-düşünme
kuvveti” denir; o, tabiî fiili üzerinde olduğu zaman “muhayyile” diye adlandırılır.
***
Ruh, BİNTASYA, HİSS-İ MÜŞTEREK, KUVVE-İ VEHMİYYE… Ruh, terkib ve
tafsil ettiği suretleri “hiss-i müşterek”, terkib ettiği mânâları ise “kuvve-i vehmiyye” aracılığı
ile yapar… Suret ile mânâ arasındaki fark, birincinin ilk önce zâhiri hissin hiçbir müdahalesi
olmaksızın “batınî his” tarafından idrak edilmesi, ikincinin ise “duyularla hissedilen cüz’i
şeylerden, duyularla hissedilmeyen cüz’i mânâları idrak”tir.
***
Batınî idrak edici kuvvetler:
— İdrak eden, ancak hıfzedemeyenler… Hıfzeden, ancak akledemeyenler… Hem idrak
edip, hem de tasarruf edenler.
— İdrak eden kuvvetler, “sureti idrak edenler ve mânâyı hıfzedenler” olmak üzere ikiye
ayrılırlar.
— İdrak edici kuvvetler, ya doğrudan doğruya - vasıtasız idrak ederler veya başka bir
idrak edici kuvvet vasıtasıyla idrak ederler.
***
İhsaslar birşey yollamadan, 5 hasse (duyu)nun idrak edebileceği birşey yoktur; bu zâhiri
idrak edicilerde bulunan kuvvenin birleşmesi HİSS-İ MÜŞTEREK, bunlarla ilgili veya ilgisiz
mânâların değerlendirildiği içyüz ise, “bâtınî idrak edici kuvveler” olarak, ruhun emrinde ve
beyinde yer tutuyor. Hiss-i müşterek’in içyüzü BİNTASYA.
***
Kuvvetlerin mahalleri: Bu kuvvetler, cisimle taalluku olan kuvvetler olup, herbirinin
kendine has cismanî bir mahalli vardır.
Hiss-i müşterek, beynin ön boşluğunda, duyu sinirlerinin başladığı mahaldeki ruhîliktir.
Kuvve-i vehmiyye, beynin tamamında, özellikle de orta boşluğundaki mahalde,
ruhîliktir.
HAYÂL adı verilen “kuvve-i musavvire”, beynin ön boşluğunun arka tarafındaki
ruhîliktir.
Kuvve-i muhayyile, beynin orta boşluğunun ön tarafında bulunmakta olup, vehmin ve
vehim aracılığıyla da aklın bir kuvveti gibidir… Hafıza ve “zakire-hatırlatma” kuvvetleri ise,
beynin son boşluğunun yanındaki ruhîliktir.

BİNTASYA
Bin: Zâhir, görünen. Gören. Ruşen, parlak. Gözün ulaşabildiği alan.
Bin. (Bün): Oğul.
Tas-ya: Tas. (Tasy: Sütü ve suyu çok içmekten vücudun ağırlaşması. Zayıflık.)
Bintas-ya: Gören, görünen tas. Göz. İdrak.
Bintas-ya: Gözün idrak ettiği. Gözün idrak mahalli.
***
Bint: Kız. Kızı.
Asya: Dünyanın en büyük kıtası. Kömür. İdrak. Anlayış. (Asy: Değirmen.)
Bintasya: Kız Asya. Asya’nın kızı. Kara kız. Ulu idrak.
***
Rengi esmere mail Havva anamız, şu “yalan dünya”ya, Asya kıtasının Hindistan
bölgesinde indi; Allah’ın halifesi olmak üzere… Semra. (Müennes kelime): Esmer. Meyveli
ağaç… Bu mânâlar da, BİNTASYA’nın hatırlattıkları.
***
Havva: 15.
Davud: Vücud hikmetinin bütün kemaliyle kendisinde tecelli ettiği, Allah’ın
“yeryüzüne” halife kıldığı peygamber. Adem Aleyhisselâm’da hilâfetin bazı hükümleri
kuvveden fiile çıkmadığı için, hilâfet bütün kemâliyle O’nda göründü: 15.
B.D-İBDA: 15
***
Bintasya: 524.
Çistan: Bilmece: 524.
Tensiye: Unutturma. (Ölüm akla, unutma şeklinde hitab eder… İNSAN, “nisyan-
unutma” kelimesinden gelir… Tasavvufta, Allah’ın sıfatlarına bürünüp, “kişi kendini bulamaz
ki ben desin!” hikmetini söyleten, Allah’ta fani olma; unutma.): 525= 1524.
Heme ez ost: Her şey ondandır. Allah, insan ve âlem ilgisi çerçevesinde: Herşey
O’ndandır, O değil.): 525=1524.
Ehadis: Hadîsler: 524.
Tefehhüm: Farkına varmak. İdrak etmek: 525= 1524.
***
Bintasya: 524= 1523.
Esasat: Esaslar. Temeller. Kökler: 523.
Kelime-i Tevhid: 523.
Hırka-i tecrid: Tecrid Hırkası. Derviş hırkası. (Allah’ın sıfatlarına bürünme): 523.
Tecnis: Cinas yapma. İki mânâlı söz söylemek. İki şeyi birbirine benzer şekle sokmak:
523.
Dedektif: Hafiye: 523.
***
Ta’miye: Kör olma. Körleştirme. Kapalı olarak anlatma… Ebcedi 525:1524 olarak
idrak mahalli BİNTASYA ile aynı olan bu tevafuk çerçevesinde: Topyekün Kâinat’ın unsur
ve sıfat olarak hülâsasının İNSAN’da toplu oluşu, bize madde ve enerjiyi yutan ve doğuran,
fezadaki KARA DELİKLER’i hatırlatıyor.

DİL İDRAKI VE ADRES


Dil, günlük ihtiyaçlar çerçevesinde önemsenirse, o mevzuda dünyanın herhangi bir
yerinde o ihtiyaçların giderilebileceğine bakıp, hazıra konar, anadile de ihtiyaç olmadığını
görebilirsin. Dil, idrak için, bir idrak âletidir ve mesele konuşmak için var, mesele konuşarak
yaşar ve gelişir. Soru şu: Hangi ruhu üflemek üzere dilden bahsediyorsun? Sezaî Kırlangıç,
“Kürt Milli Şuuru ve Ahlâkı” isimli eserinde, bunun ADRESİ’ni belirtiyor:
—“Kürd’ün Kurtuluşu” ifâdesini, “Türk’ün Kurtuluşu”, “Arab’ın Kurtuluşu”, “Laz’ın
Kurtuluşu”ndan ayrı düşünemeyen ve bunu topluluk hâlinde İNSAN’IN KURTULUŞU
olarak gören, tatbik fikrini bütün unsurları ile örgüleştiren ve düşmanını, bu örgü sebebiyledir
ki, tüm İSLÂM düşmanı emperyalist unsurlar ve ajanları olarak belirleyen bir dünya görüşü
sahibleri için, hedefin menzili uzun ve zorlu olmasına rağmen, yola çıkan - yolda olan için
varış çok daha kolay ve kısadır. Bu dünya görüşünün mücessem ifâdesi BAŞYÜCELİK
DEVLETİ’dir.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (30. Bölüm)


GÖZ-GÖRME-İDRAK
RÜYÂ: Sabah ezanı okunuyor. (Kalkıyorum, saat 3, demek ki rüyâ imiş; abdest alıp,
teheccüt namazı kılıp yeniden yatıyorum.) Önümde bir kâğıt ve üzerinde hep 2 ile ilgili
sayılar… Bir yerde, 14 ve 22 sayılarını okuyorum. Kağıt, kenarlarından yanmaya başlıyor ve
bu dairevi bir çizgi üzerinde yürüyor gibi… Tam ortada bir göz var; bunun, Salih’in daha
önce yaptığı bir resimle ilgili olup olmadığını düşünürken, o gözün Salih’in olduğunu
anlıyorum. —Nalan Said.
***
Dü: İki: 10.
Bicad: Hazret-i Abdullah’ın lâkabı: 10.
Çav. (Kürtçe): Göz: 10.
Durah: Gökte melâike kâbesi olan Beyt-il Mamur: 10.
Ahzar: Yeşil. Yemyeşil. En yeşil: 1009= 10.
Besbese: Haberi yaymak. İşi halka bildirmek: 10.
***
Huzret: Yeşillik. Yeşil renklilik: 2000= 2.
Yakub Çerhi: (Hacegân silsilesinin 18. büyüğü… Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin
kendilerine buyurduğu: İLİM iki kısımdır. Biri KALB ilmidir ve bu ilim en yararlı olanıdır.
Bu ilmi Resûller ve Nebiler talim eder. İkincisi, LİSÂN ilmidir. Bu ilim de Allah’ın
insanoğullarına hüccetidir. Ümit ederim ki, bâtın ilminden sana pay düşsün.): 1001= 2.
Şazz: Kaide harici olan. Müstesna bulunan: 1001= 2.
Müsteşar: Kendisine iş danışılan: 1001= 2.
***
Salih Mirzabeyoğlu: 14.
Dud: Duman, sis. Tütün. Elem, gam, keder. (Mavi): 14.
Tank: 14.
İcade: İyi yapma, iyi işleme: 14.
***
Rahman Sûresi, 20. âyet: 2020= 22.
Deha: Yaymak, döşemek: 22.
***
Ayn: GÖZ. Pınar. Zât. Kavmin şereflisi. Tâ kendisi. EŞYANIN HAKİKATİ. Altun.
Casus. Her şeyin en iyisi: 130.
Lems: Dokunma duygusu ki, insanda beş duygunun ilk görüneni: 130.
İhsas: Hissetmek. Hissettirmek. Görmek. Zannetmek. Bulmak. İDRAK etmek: 130.
Na’y: Ölüm haberi getirmek: 130.
Kul: “De, söyle, bildir” meâlinde emirdir: 130.
Kelef: Yüzdeki ben. Şiddetli sevgi: 130.
Silm: İslâm, müslim olmak. İtaat. Sulh: 130.
Hilkat: Yaradılıştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış: 1130.
***
Dide: Göz, ayn, çeşm. Görmek. Gözcü. Gözbebeği. Göz ucu: 23.
Salih Mirzabeyoğlu: 1023.
Hadî: Birinci. Mazluma yardım eden: 23.
Mehdî: (En küçük ebced): 23.
Vavî: Vav harfine mensub. Tilki: 23.
Vehbî: Doğuştan. Çalışmakla elde edilemeyip, Allah’ın lütfu ile olan: 23.
Azadî: Şükür. Hürriyet: 23.

KÂİNAT - İDRAK
Zebur’da geçtiği söylenen ve bâtın kahramanlarının öyle olduğunu kabul ettikleri bir
söz:
— “Ben gizli bir hazine idim, kâinatı bilinmek için yarattım!”
***
“Emr Âlemi”, Allah tarafından hiçbir mertebe ve tavrın vasıtası olmaksızın, “Kün-Ol”
emriyle meydana gelen herbir şeydir. “Emr Âlemi”, MUTLAK VÜCUD’a izafetle ikinci
sebeptir; “Halk Âlemi”ne nisbetle birinci sebeb. Tahkik ehli, HALK ÂLEMİ İLE “KÜN-OL”
EMRİ OLMAKSIZIN MEYDANA GELEN HERBİR MEVCUDU KASTEDERLER. Allah,
ruhu, Zâtı’nın zâtiyeti ile izhâr etti; ruhun “emr” ile işaret olunması bundandır. Gayrını da ruh
ile izhâr etti ki, “Halk-Yaratıklar” âlemi de bundan ibarettir.
***
Eser, müessirine nisbetle fiildir (yapılandır), zuhur ettiği yere nisbetle infialdir,
(müessirin aksetmesidir.)
Kâinat, suret ve sıfatları kabul edici bir eserdir; Âlem denilen aynanın cilâsı ve ruhu,
tesir edici eser hüviyetiyle İNSAN’dır.
Ayna, suretin tecelli ettiği yer olmanın yanında, kendisi idrak olunan ve kendisinde
kendini gördüğün herşeydir.
İNSAN, Allah katında bakan bir GÖZDEKİ BEBEK gibidir ve görme sıfatı ile tâbir
olunmuş mahlûk odur: Bundan dolayı ona İNSAN denmiştir, çünkü Allah mahlûklarına
onunla nazar eder. O, bâtınını Allah’ın kendi suretinden yarattığı ki, bu bakımdan ezel ve
ebed onda birleşmiştir. Şekli bakımından sonradan yaratılmış, ezel ve ebed arasında ayırıcı
varlık.
Basar: Gözün görmesi. Görme algısı. Kalble hissetme. Kalb gözü. İDRAK. FİKİR…
Görme sıfatı, sadece göz duyusundan değil, beş duyudan gelen bilginin idrakı kadar, akli ve
ruhî bilginin idrakıdır da. İnsan için durum bu iken, insanın da içinde bulunduğu Âlem’in-
Kâinat’ın durumu?

“KÂİNAT’IN GÖRDÜĞÜ İNSAN”


Âlemde insan; Kâinat’ın ortasında insan… Bildiren çevre olmadan bilemeyeceğimiz
gerçeği çerçevesinde, bu hakikatin temelinde, bizzat Kâinat’ı kabul etmek… Budistler’in
söylediği şu söz:
— “Gerçek dünya olmadan şuur olamaz, — Şuur olmadan da gerçek dünya. —
Nesnesiz fail, — Failsiz de nesne nasıl olur?”
Bir fizik Profesörü, Kâinat’ın mahiyeti ve ortaya çıkışının muhtemel şekilleriyle ilgili
tartışma sürecinde, KÂİNAT’I KENDİSİNİ GÖZLEYEN BÜYÜK BİR GÖZ ŞEKLİNDE
ÇİZMİŞTİR. Bu, sözkonusu Fizikçi’ye göre, “kendini İMÂ eden, kendini işaret” tarafından
vücuda getirilen “kendisinden hareketli, uyarımlı” bir sistemdir; ve daha ziyâde, “kendimi
görmek istiyorum, öyleyse varım!” örneğine benzer.
***
(Gerçek, sadece daha derin bir gerçekliği örter. Dolayısıyla Kâinat, kendisinden daha
derin bir gerçekliğin ifâdesidir.)
***
(Kâinat’ın bütün tanecikleri nihayette birbirinden ayrılamaz; bundan dolayı, müşahid,
müşahede ettiği şeyden ibarettir. Öyleyse insan, Kâinat’tan başka birşey değildir.)
***
(Kâinat, kendisini gözlemek - müşahede etmek için, kendisini “gözleyen” ve
“gözlenen” şeklinde ayırmalıdır. Bu bize, Kâinat’ın kendisini bölmesi ve vücuda gelmesinin
temel sebebini açıklar. Kendisini yaratmadaki temel saik, belki de kendisini algılama-idrak
isteğidir. Fakat kendisini parçalara ayırarak, kısmen kendisini nefyeder ve böylece
kendisinden kısmen ayrılır.)

“BÜYÜK GÖZ” ÇEVRESİNDE


Çeşm: Göz. Ayn. Dide: 343.
Asgaran: Kalb ile dil: 1342= 343.
Murakıb: Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. Hıfzeden. Allah’a bağlanmış
olan. (Yevmiye: Bu kitab –KÜLTÜR DAVAMIZ–, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk
ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir.): 343.
Ferzane: Bilgili kimse. Hakîm, kâinat’ın hakikatini muttasıf. Filozof: 343.
***
Herşey kendi mertebesinde canlı ve kendine mahsus bir şuur-idrak-irade belirtir; bu
mesele, modern fiziğin de doğruladığı bir hakikattir. Ne var ki, Budizm ve benzeri
görüşlerden, Batı felsefesi ve fiziği kadar, nitelemeleri farklı da olsa, temelde aynı çeşniler
hâlinde mesele, “kâinat’ın yarattığı insan” ve insanın beden ve şuuruyla onun parçası olması,
yahud onun en kâmil parçası olması, onun adeta sözcüsü veya kâinat’ın idrak sahibi oluşunun
kendinde tecellisi hâlinde onun bizzat şuuru olması gibi, herbiri yarıdan başlayan ve yarım
bırakılan, anlayışları göstermektedir. Gözleri bağlı olarak, hiç tanımadığı bir hayvanın, meselâ
meşhur misâl “filin bacağına bakarak onu niteleme” gibi hüküm çıkarmalar, temas tasviri
içinde doğru şeyler söyleseler de, hükümde, yahud hükümde doğru olsalar da “bütünü gören-
idrak eden”e nazaran onu bütün saymak veya daha bütün hükümde yanlış nitelenmiş “ister
istemez kayıtlı” bir hüküm olarak kalmak durumuna düşerler. Öyle de olmuştur,
olmaktadır.Herbiri kendi yönünden aklî kıyas ve bu çerçevedeki müşahhas verilerle “bütün
vazeden” yahud “ihtimal” seviyesinde kalan veya ihtimali bütüne tatbik gibi güyâ “bütünlük
vadeden” felsefî ve ilmi görüşler, herşeyden önce insanın düşünme faaliyetiyle –hareket
içinde hareketle gelişen insan düşüncesiyle–, yâni hiçbir zaman MUTLAK’ı bilemeyeceğine
nazaran, bu çerçevedeki hakikatleri kendisine nisbet edebileceği, DOĞRULAYICI
OLABİLECEKLERİ GEREKLİ OLAN, YANİ MUTLAK FİKİR’den yoksun bulunmaları
yönünden, Kâinat ve insan ve ilişkileri hususunda peşinen malûldürler. “Mutlak budur!” diye
gösterilebilecek bir fikir sözkonusu olmadı mı, onu mücerret bir MUTLAK diye alıp,
yokluktan görünüşe çıkma şeklinde maddenin en kâmil parçası olan kendinde-insanda
sözcülük kabulü, bahsettiğim malûllüğü gidermez, gidermemiştir de. En gerçekçi geçinen ve
temas ettiğim hususları da güyâ gözönünde tutanları, –ki, onlar da birbirini çelen çeşitlilik
içindedirler!–, ilimde ve fikirde parça parça toplanacak hakikatlerin ışığında, gittikçe “asıl
olan”ın bulunacağı ZANNI içindedirler; işin aslına nisbetle, semirmeyi ilim sanma, kemmiyet
kalabalığından keyfiyet doğruluğunu umma… Oysa, idrakın, ilmin ortasına yerleşmiş VEHİM
niteliği, onun sayısız ihtimâl karşısında bulunduğunu, herkesin hakikatinin kendisi için geçerli
olmak üzere, bir doğruya mukabil sayısız yanlış çizgi bulunuşunu gösterir.
MÜMKÜNLÜK, ister varlık ve isterse bilgi olsun, MUTLAKLIĞA zıddır. Ne
bakımdan? Mümkün olma vasfı bakımından. Bir varlık ve bilginin, mümkün olma
özellikleriyle görünmesi, kendisinin de MÜMKÜN olmasını gerektirmez. Bu ifâde, İSLÂM
dışı bir takım fikirlerle müştereklik ifâde ediyor gözükse de, yukarıda yaptığımız izâhlar
çerçevesinde, sadece İSLÂM’a âit oluşu anlaşılır. Ne VARLIK, ne de BİLGİ meselesi
bakımından, (Ontoloji ve Epistemoloji), bir takım kısmî rastlaşmalar olsa da, üst norm-üst
diyalektik-üst anlayışta, bu rastlaşmaların niteliği sadece lâfzîlikte kalır.
Beş duyu verisinden gelen bilgileri terk ede ede, (daha derin gerçeğe vara vara),
“Bilgi:Varlık” düşüncesinde “aydınlanmanın kendi olan insan”, kendi hedef gayesi ve
“hakikat budur!” ölçüsü bakımından tutarlıdır. Kâinat’ın (Büyük Varlık) algı ve idraki, geride
kalan basamakların terki ile, BİLGİ’ye inkılâb etmiş ve böylece, BİLGİ, VARLIK’ın kendi
olmuştur; BÜYÜK GÖZ’e (idrake) ZÂT aramaya lüzum kalmamıştır. Bu anlayışta, “insan
Mutlak olmuştur” da denemez; çünkü o, hâlâ bilgi tekâmülünde devamdadır, mümkün bir
bilgi ve varlık’ı göstermektedir. Sahibi samimi ise, artık Zât (Varlık) problemi ile
ilgilenilmeyecek bir çaresizlik belirten bu düşünce, samimi olmayan için de bir açıkgözlük-
hile (sahte tenazür penceresi açma, sahte uygunluk) demektir. BİLGİ-İDRAK-İRADE,
bunların sahibi Zât zaruretini doğuruyor; zât yerine Kâinat’ı koyup, onun da bilgi-idrak-
iradeye döndüğü yerde? İşte tam yeri: “Nur, Allah’tır denemez; o Allah’ındır,
Allah’tandır!”… Bilgi, idrak ve irademiz de!
Her insanın, birbirini iptal edici ve mihraksız bir tümevarım içinde karanlığında
kaybolduğu mücerret (havada) bir MUTLAK FİKİR değil de, bütün zıdlıkların kendisinde
eridiği bir NUR’a, MUTLAK VARLIK’ın, herkese hakikatinin ne olduğunu gösterici
MUTLAK FİKRİ’ne ihtiyaç var.ANAFOR isimli şiir kitabında (1982), şöyle diyorum:
— “Ben doğunca var oldu — sağı solu ortası — ben ölünce kıyamet — sonsuzluk
haritası!”
Gerçek ve gerçeklik, insan doğunca başlar; ruhun kâinat’ı idrak ve şuuru da, beden-nefs
vasıtasıyla. Bir kâinat’a-dünya’ya geliyoruz, bir “maddî kuşatan”ın içindeyiz, çeşitli varlıkları
olan bir tabiattayız, bir türün-insanlığın içindeyiz, bir topluma ve aileye dahiliz, bir kültür
çevresine ve toplum kurumlarına muhatabız. DİL olmadan, düşünce olmaz; bunu da hazır
olarak buluyoruz. “BİLDİREN çevre olmasa, BİLGİ” olmazdı”; BİLGİ’nin çevresi olarak,
dünya’ya geldikten sonraki durumumuz hakkında söylediklerimiz, ruh ve ruhî bilgiyi onlara
irca edilebilirmiş gibi gösterebilse bile, mesele ilk insana doğru düşünülmeye başlanınca,
bizzat DİL-LİSAN idraki ve DİL’in nasıl doğduğu hususu, insanın yaratılış probleminden
ayrılamaz bir muamma olarak karşımıza çıkar.
Logos: Kelâm, söz. Kâinat nizâmı… Kelâm, hem kendi bir âlemdir, hem Kâinat kendi
nefsiyle bir kelâmdır, hem Kâinat kelimeye tercüme ettirilmiştir, hem de bizzat Kâinat
“varlık:bilgi” olarak, lisândır.
İnsan, Allah’ın OL emri karşısında, OLAN ve OLUŞAN bir varlıktır. Bâtını, Allah’ın
suretinden, O’nun “her ân bir şe’nde-işde” olması bakımından bunu da kabule istidatlı,
dolayısıyla ŞUUR’unun hem aklî, hem ruhî yönüyle, her ikisi nefsinde imtizaç etmiş bir
varlık… Bu tarif, insanın aslını astarını, dolayısıyla BİLGİ ve BİLGİLENME, hâliyle DİL
bahsinin menşeini kavrar.
MENŞEİ açıklanamayan DİL-BİLGİ ve BİLGİLENME, hem de neticeden sebebe, yâni
hazır bulduğumuz çevreden başlayarak izâha kavuşturulamıyorsa? Öyle ya; Zât’ı olmayan bir
İLİM, Zât’ı olmayan bir DİL’dir. Bilgiyi Kâinat’a münhasır kılmak, neticede Kâinat ve
Bilgi’nin aynı oluşu dolayısıyla, İLM’in kendisinin ZÂT bilinmesidir.
Sadece Hikemiyat ve felsefe yönünden değil, fizik ve buna dahil ilimlerin de kabul ettiği
bir hakikat vardır ki, VARLIK ve İLİM, yâni VARLIK ile onu açıklayan DİL, Kâinat
çerçevesi içinde kalınca, Kâinat varlığı da yeterince izâh edilememektedir. FİZİK’te
sözkonusu edilen FİZİK ve DİL’in aynı olup olmaması, genel olarak dilin yetersizliği hükmü,
bildik kelime yetersizliği hükmü, bildik kelime yetersizliği bakımından değil de,
müntehasında maddenin mânâya aidiyeti yönünden görünmektedir. Demek ki, ŞUUR’un
RUH kanadı, İNSAN’ın Kâinat’a aid yönünden değil, Allah’tan gelen bilgiye muhatab. (RUH
sözünden hoşlanmayanlar, tabiî ki MÂNÂ sözünden, bunların yerine AKLÎ olmayan
kelimeler kullanabilirler; ZÂT hakikatinin gereğini de göz önünde tutarak ve MUTLAK’ı
ifâde eder şekilde, ZAMAN DIŞI niyetiyle.)
Terk, terk, terk ve nihayetinde BİLGİ ve VARLIK’ın ayniyetini kabul; böyle bir
durumda İNSAN, Kâinat’ın bir parçası değil de, Kâinat’ın kendi olmaktadır. TERK, bunun
için bir zarurettir. Fakat burada da, başka bir mesele doğmakta: MUTLAK, mümkün’ün zıddı
olmakla beraber, MÜMKÜN’ün terki, MUTLAK’ın kısıtlanmasıdır ki, o zaman da MUTLAK
kabul edilen, MUTLAK değildir. Demek ki, BÜYÜK GÖZ kabul edilen Kâinat, bugün fizik
ilminin de kabul ettiği gibi, “kendi kendini üreten kapalı bir sistem” değildir. KÂİNAT, bir
üretilendir. İNSAN da, ŞUUR’un RUH kanadıyla KÂİNAT’ı nasılsız ve niçinsiz ihata eden,
bâtını ALLAH’ın kendi suretinden yarattığı bir varlık.
GÖZ-İDRAK… Kâinat’a “BÜYÜK GÖZ” denilmesi, onun hey’eti (dış görünüşü)
bakımından doğrudur. “EŞYA’nın hakikati nedir?” diye sorulunca, karşımıza doğrudan
doğruya İNSAN çıkar; İNSAN deyince de, ALLAH’IN SEVGİLİSİ, sonra da O’nda toplu
hakikatin hissedarları. Kur’ân da, Allah’ın kelâmı olarak, O’nun nefsi. Demek ki, “Büyük göz
tarafından idrak edilme”nin aslı, sadece Kâinat hey’eti bakımından değil de, hayvanî sureti ve
mahiyetiyle İNSAN’ı da ihata eden bir şekilde, Allah’ın kendi “nefesinden-nefsinden”
üflediğini buyurduğu RUH ve MÂNÂ’dadır. (Yarım akılla hadîsleri iptale kalkan ahmaklar,
bu dili öğrenmeli.)
VARLIK ve BİLGİ’nin, bir olan hakikati yolunda İSLÂM TASAVVUFU: Terk, terk,
terk ve TERKİN DE TERKİ… Bu usûl olmadan, terkin ne olduğunu gösterdik. Tutarlı olmak
adına soylu ama yanlış tecrid, Bergson’un “Hind düşüncesi aksiyonu tanımadı!” sözü de
içinde, niçin tanıyamadığı meselesi ile birlikte gösterilmiş oldu.
İNSAN, Allah katında bakan GÖZ’deki bebek gibidir… Gören Allah, göreni gördüren
Allah, görünen Allah. İhtimâller ortasına yerleşmiş vehim sırrımızla, farkında olmaya
çalışıyoruz; O değil, O’ndan, VEHİM sırımızda. Müessirle eser arasında, faal ve şuurluyuz.
***
Madde de canlı ve kendi orijininin - hey’et ve özünün korunması için direniyor; yine,
sadece bir kısım tasavvuf ehlinin anlayabildiği bir dilleri var. Neticede, kendi mertebelerine
mahsus bir şuurları. Tabiat, onun huyu ve içindeki çeşitli bitki-hayvan varlıkları kadrosunun
tamamı; hepsi kendi mertebesinde canlı ve dil sahibi-şuurlu, hayvanî sureti ve özellikleriyle
insan da bu tabiatın içinde ve ruh yönüyle bütün kâinatı bütün varlıklarıyla ihata eden bir
istidat genişliğiyle Kâinat’tan farklı. Bahsettiğimiz hususlar, maddeye kadar her şeyiyle
Kâinat tarafından idrak edilebileceğimizi gösteriyor. Rüyâyı da içine alan bir ifâdeyle, “biz
Kâinat tarafından görülürüz!”; biz Kâinat’a baka duralım, Kâinat da kendi hüviyetiyle bize
bakan, bir nevi bizim gözümüz. İdrak ediliyoruz, özü bâtınımızda olarak. Rüyâyı andırır
maveraî bakıştan, zamanüstü idrakten zamanî idrake geçildiğinde, Kâinat bu şuur hâlimizde
bizim için konuşan değil, mecazî olarak konuşturulandır. Malûm tefekkür ve felsefeden,
çeşitli ilimlere ve günlük hayat ihtiyaçlarımıza kadar, bizim karakterimize nisbetle kendini
empoze edişine göre, onu idrak eder ve semerelendiririz.
İş tabiîlikten aklîliğe, idrak için tahlil ve kesip biçmeye dönünce, Kâinat tarafından
gözleniyor olmak da, Kâinat’a nasıl durması gerektiğini öğretmeye dönüyor:
— “Kâinat, müşahede edilmeyi sürdürebilmek için, kısmen nefy-olumsuzlama ve
kısmen müşahededen kurtulmayı sürdürmelidir. Bu durumda dünya, fizikî Kâinat olarak
göründüğünde, temsilcileri de dahil olmak üzere kendisiyle bir nevi saklanbaç oyunu oynar
gibi görünmelidir… Burada, Kuzey Amerika yerlilerinin, mitolojilerinde dünyanın
yaratılmasından sorumlu olarak görülen MEKKAR TANRI - HİLEBAZ, OYUN YAPAN
TANRI kavramını hatırlamak gerekir!”Bir yazar, “bu hayret vericidir” diyor; “yeterince garib
olmakla beraber Kâinat’ın gördüğü şey, dolayısıyla değil, DOĞRUDAN HERŞEYİ
GÖREBİLİYOR olması açısından, hayret uyandırıcıdır!”… Bu sözler üzerine düşünen bir
kişi, ŞUUR’un, eşyanın tabiatının zorunlu bir parçası olduğunu, açık olarak görür.

TELEGRAM - NYMPHALAR
Telegram-zihin kontrolü ve yönlendirilmesi gayesine matuf olarak, “uzaktan ceb
telefonuyla görüşme gibi, karşılıklı konuşma, hedef kişi konuşmasa da onun düşüncesini
algılayabilme, hissini aynı şekilde ve arzu ettiğini yollama, tansiyonunu yükseltip
düşürebilme, ısısını düşürme veya yakma, düşüncenin vücut verdiği sureti, düşünceden
algılama ve düşünce yolundan muhatabın kendinde şekillendirme”; bütün bu hünerler, tek bir
cihaz etrafında kümelenmiş veya ayrı ayrı bu hünerleri yerine getiren cihazlar, bahsi geçen
gaye etrafında tertiblenmiş. Bilmiyorum; sadece TELEGRAM CİHAZI dememin, ikisini de
kapsayıcı bir tarif olacağı açık.
TELEGRAM CİHAZI, tam da BÜYÜK GÖZ ve İDRAKI niteliğine uygun bir rolü
yerine getiriyor. Onda, “makine bilmecesi”ni de heceleyelim. Bu cihaz, Büyük Göz diye
niteledikleri Kâinat’tan mevzuuna âit hususiyetleri ile ayrı olsa da, o niteleme içinde yerini
alabilir. Benim karşımda o, beni algılayan bir “yapma göz-idrak”, göz aletine nisbetle
“mercek sistemine-görme idrakine” göre ayarlanmış bir sistem ve cihaz; onu kullanan insanın
benden algıladıklarına nisbetle kendi ihsaslarını öz uzvuna yollar gibi cihaza yüklemesiyle de,
cihazdan farklı, sanki bir insanda gören cam göz. “Her türlü cihaz, kullananın niyetine
göredir!” diyebilirsiniz; ama bu hepsinden farklı ve idrak bahsinde sanki “yapma nefs” gibi
bir şey. Kapsamlı. Karşımdaki insanın nefsini ondan hemen aynı şekilde alabilmem de,
alelâde bir âletten farklı yanı. Bir şeyin maddi tezahürler meydana getirmesi, onun da madde
olmasını gerektirmez. TELEGRAM CİHAZI, ruhî algıya değil, ruhî hayatın beden
tezahürlerini idrak ediyor ve idrak sahibininkini de aynı şekilde yolluyor. Meselâ söz, duyu
algısına ve neticede BİNTASYA-İdrak mahalline giderek, bende veya cihazı kulananda
“telkin-ruhî tesir” oluyor ve neticede bunun maddî tesirlerinden, bahsi geçen münasebet
doğuyor. Bende doğrudan meydana getirilen bu netice, TELEGRAM CİHAZI’nın algısı ve
kullananın idraki yönünden, iki çeşittir… Birincisi: Benim belli düşünceme, hareketime,
heyecan - neşe - korku gibi hislerime nisbetle, meselâ beni fiziken sıkma, bedenimin tesbit
edilmiş yerlerine ağrı verme benzeri işler ve vücut ısım, otomatiğe bağlanmış olabilir…
İkincisi: Cihazı kullananın, benden algıladığına nisbetle, tıpkı karşılıklı duruşta olduğu gibi,
hislerini cihaza aktarmasıyla, sanki uzaktan bir insan veya cin tasarrufu, yahud tasarruf altında
kalma zannedilebilir; öylesine canlı. Neticede CİHAZ ve onu kullanan insan, bir bütün teşkil
ediyor; her insana göre değişen bir nitelikte verimlendirilen cihaz. Karşısında da, insan sayısı
kadar çeşit.
NYMPHALAR, Bolu’da CİHAZ’ı kullananlara taktığım bir isim. Onlar vesilesiyle,
İDRAK bahsine dair evvelki sayıda geçen bir hususu aydınlatmak istiyorum: NYMPHALAR,
belden aşağı edebsizlikleri de içinde olmak üzere, kendilerinde bir tutarlılık kaygısı
olmaksızın, benim düşüncemi kuşatan bir AYKIRILIKLA, sanki bendeki dünyayı alt üst
ederek, yerine kendi, anarşi telkinlerini inşâ ediyor çabasındalar. Kaim kılma işi. Bu, umumî
mânâda aşağılama işlerinden olarak, dış destek de alınarak, “delirtme” veya “deli
zannettirme” olabilir. Hafızadaki hatıralar ve kişi karakterleri karmakarışık edilerek, suretler
ve hatıralar unutturulabilir veya değiştirilebilir. Beş duyu algısında yanıltmalar, meselâ
duyduğunuz herhangi bir sesin yönü hususunda şaşırtabilirler, vesaire. Beni tanımak
hususunda, ne kadar eserlerime başvurdular bilmiyorum ama, benimle beraber oldukları son 5
sene içinde edindikleri intiba ile, özellikle yazarken bana tam zıd, bazen muvazene için doğru,
harika veya saçmasapan sözler söylüyorlar ki, dağıtma niyetleri Cihazları’nın diğer
fonksiyonları ile değil, doğrudan fikir çerçevesinde. Bu, gayet uygunsuz şartlar altında da
olabilir: Uyumaya çalışırken, henüz uyanmışken, helâda, yemek yerken, yahud bir mevzuyu
yazarken, başka bir mevzu hakkında ve o hissî uyandıracak şekilde sözsüz olarak. Artık
alıştığım için, içime doğanla sun’i yoldan ilka edileni ayırt edebiliyorum.
Taşı gediğine koyar gibi okkalı bir söz söylediklerinde, hoşlandıklarını ve keyif
duyduklarını biliyorum. Takdir ettiğim oluyor. Ama karşımda bu hususta havalanmamaları
için, sık sık ikâz da ediyorum: “Siz, neticede benim dilime girerek, oradan ve orada
konuşuyorsunuz; o dili kuran benim, sizin söylediğiniz de, ondan türeme veya icâd olabilir,
ama mustakil ve aynı çapta bir keyfiyet değil!”… Zıd ifâdeleri de, takdire şayan olarak, benim
tıpkı TELEGRAM bahsi çerçevesinde fikir üretmem gibi, mutlaka hâlletmem gereken sırasına
girebilir, girmiştir. Böyle zamanlarda alçak tabiatleri, bana muzurluk gibi görünüyor: Onları
mat etmekten hoşlanıyorum, anladıkları için. Bu hoşlanma lâfı, TELEGRAM’dan değil ve
birileri için sitem de ifâde ediyor.
Farkındayım ki, düşünce üretimim, neredeyse TELEGRAM’a özenme uyandıracak
nitelikte. Şikayetim ne demek oluyor? Bu, hayatın bir paradoksu-çelişkili görüntüleri
cümlesinden. Bir yakınınız ölse veya bir trafik kazası geçirerek sakat kalsanız, hâdisenin
vesilesi ile iyi bir yazar olsanız, “iyi ki o sevdiğim öldü!” veya “iyi ki trafik kazasında sakat
kaldım!” diyebilir misiniz? Dava, oluş zorluklarını sıçrama tahtası bilmek cümlesinden bir
marifet olarak, kişinin gereğini yerine getirebilmesinde. Herkesten fazla sayısız bahane ve
mazeret içindeyim ama, ateşin içinde serinleyen adam gibi, neredeyse NYMPHALAR için
bile olağan bir hâldeyim; o kadar tabiî. Nefretim, takdirim, acı ve sıkıntım, mazeret
edinmemem ve rahat vaktim, hepsinde samimiyim.
Gelelim, bir dile girme meselesine: Meselâ, bir “zamanüstü idrak” veya “zamandışı
şuur”dan bahsediyoruz. Bir şeyi YAŞAMAK ve onu ifâde etmek ile, ifâde edileni aklî bir
kabul içinde de olsa idrak, yahud kuru sıkı çöpten mantıklarla gevelemek arasında, sırasında
hiç barışamaz cinsten olabilecek farklar var. Bir meselenin hazır diline girerek, görmediğini
tasvire yelteniş ve pay aldığını gösterici dişe dokunur bir şey üretmeden gevelemek başka,
(NYMPHALAR dilimde üretebiliyor), onda kendi hususiyetini idrak ile kendi olan bir
görünme başka bir şey. Kendimi de dahil ettiğim bu ölçülendirme bile, başlıbaşına bir nefs
muhasebesidir; bana nasıl bakılacağına ve nasıl değerlendirmem gerektiğine dair. Bahsettiğim
farkları birbirinden ayırdedici incelikler, diğer eserlerimde ve yeri geldikçe işlenmiştir.

NASREDDİN HOCA’NIN EŞEĞİ


Nasreddin Hoca’yı, belirli bir imajla resmetmek sözkonusu olduğunda ilk akla gelen,
onun eşeğe ters binmiş görüntüsüdür… Halk hayâlinde fıkralarının tedai ettiği mübhem Hoca
ve cüssesi, onun eşeğe ters binmiş hâlinde, adeta mücerretlikten alabildiğine müşahhaslaşmış
bir tasavvura kavuşmuş ve onun çehresi ve cüssesine müteallik merakı da ortadan
kaldırmıştır… Hoca’nın mânâsı tuğralaştırılırsa, buna en güzel suret onun eşeğe binmiş ters
görüntüsüdür.
***
Hoca, –bir yarışta–, eşeğe ters binmiş ve sebebini soranlara “arkada kalanları görmek
için!” demiş… Çocuklara ve çocukça tebessüme müsait mizaçlara ilk ânda kendini
benimseten bu fıkra, satıh idrakine mahsus kabuk kısmı aralanıp da içine girilince, tül tül
açılan mânâ dehlizleriyle karşılaşılır… Ve Nasreddin Hoca’nın kendini cins yaratılışlara
veren muhteşem idrakı, bütün ihtişamıyla parıldar!
***
Nasreddin Hoca, bir sembol şahıs, bir rit; eşeğe ters binme hikâyesi de… O, duyu
verilerinden gelen idrakin akılda değerlendirilmesine dayanan ve aklın hayatı idameye dair
işlerinin üstünde, sanat ve hikmet idrakiyle değerlendirilmesi gereken, bu imkânı veren bir
şahsiyet… Bu küçük ama özlü değerlendirme de, “aynı hikâye başkasına atfen anlatılsa aynı
dikkati gösterir miydin?” sualine bir cevab.
***
Mishel: Dil, lisân. Ziynet verecek eşya. Eğe, törpü. Yabanî eşek. Dizgin. (Hadîs:
Erkeğin güzelliği, lisânındadır… Üstadım’dan bir Noktalama: Bıçaklarım su oldu boyuna
bilenmekten, — Yandı benlik madenim boyuna törpülenmekten… Rikab: Büyük bir kimsenin
önü, makamı, huzuru. Üzengi… Rikab: Kullar, köleler. Boyunduruk altında olanlar. Boyun,
ense kökü.)
Nevade: Dil, mahzen. Zarar, ziyân. (Nefî’nin ilk müstear ismi, Darri: Zarar, ziyânla
ilgili… Hiciv ve mübalağalı kasideleriyle meşhur bir kişinin, duyguyu ayaklandıran tahrik
ediciliğine uygun bir isim.)
Nevade: Torun. (Sonradan doğan. Doğacak olan. İstikbâl.)
Vera: Torun. Arka, geri.
***
Gözün görmesine ve görülmüş olanın hafızada resim olmasına nisbetle, hâl ve mazi,
gerçekleşmiş bir zamandır. Henüz gerçekleşmemiş ve mümkün olma özelliği ile var olan
İSTİKBÂL ise, görülmüyor özelliği ile, sadece akıl ve hayâlde olarak, arka tarafımızdır.
Gözün ön ve arkanın görünmüyor olması… Eşeğe ters binen Hoca, eşeğin “lisân” ve torunun
“dil” ve dolayısıyla “istikbâl” olmasına nazaran, istikbâlin lisân kasasında saklanışını da
göstermiş oluyor… Normal şekilde eşeğe binmiş olsaydı, göz menzilinin ötesi istikbâl olacak
ve geçmiş, arkada kalmış olacaktı. Ne var ki, “yabanî eşek, lisân, istikbâl” mânâlarını bizde
uyaran husus, eşeğe ters binmiş olmasıdır. Lâtifesidir.
***
Nasreddin: Dine yardımı dokunan: 435.
Teleccüc: Geminin, denizin derin yerine varması. (Deniz: İlim. Dil): 436= 1435.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (31. Bölüm)


HATIRLATMA VE EKLER
KÜN FEYEKÛN: Allah bir şeye OL der VE OLUR. (Oluş kendinden.): 236.
Nusus: Nasslar: 236.
Menfus: Yeni doğmuş çocuk: 236.
Kamus: Arslan. Esed. (Kamus: Deniz. Denizin ortası, derin yeri. Büyük lûgat kitabı.):
236.
Erike: Taht. Koltuk. (Abdülhakîm Koltuğu bahsini hatırlayınız.): 236.
Kurî: Âmâlık. (Abdülhakîm Koltuğu’ndaki delik’i hatırlayınız.): 236.
Talak-name: Boşanma kâğıdı. Padişah fermanı. (Ahil: Erkeği olmayan kadın. Fevkinde
kimse olmayan yüksek padişah… Ahilla: En sadık dostlar… Ehilla: Dostlar…
Ehille: Hilâller. Hilâl şeklinde olanlar… OL ve OLUR işleri hâlinde, ruhun nefs ve
âlemde tecellisi mânâsını hatırlayınız… Ve Allah’ın, dostlarını, yalnız kendisiyle kalana
kadar herşeyden kesmesini, yüz çevirtmesini.): 236.
Karye: Eski çağlarda, Balıkesir ve Bursa bölgesinin adı. (Abdülhakîm Koltuğu’nun yan
yüzünün birinde BURSA yazdığını hatırlayınız.): 236.
Mukayefe: Firaset etmek. Birinin ardınca gitmek. (Basar: Görme duygusu. Kalble
hissetme. Kalb gözü. Göz duyusu idrakı. Fikir. İdrak. Allah’ın GÖRME sıfatı.): 236.
***
FEYEKÛN: (…ve o şey de OLUR.):166.
Rahman suresi, 19-20 âyet: (Meâli: İki denizi birbirine salıvermiş, –ama– kavuşmalarına
engel bir BERZAH var.): 1145+2021= 3166.
***
Rahman sûresi, 19-20 âyet: 3166= 169.
Kust: 169.
Kasah: Sırtlan. Mecazı, “çok doğuran hayvan”. (Velud: Çok doğuran kadın. Çok eser
veren.): 169.
Abdülhamîd: Dünya ve ahirette hamd kendisine mahsus olan Allah’ın kulu: 169.
***
Eye. (İngilizce): GÖZ. DELİK: 12.
Bud: Varlık: 12.
İhda: Hidayete eriştirmek. Doğru yola götürmek. Hediye etmek. (Mehdî: Hidayete
vesile olan.): 12.
Vacib: Lüzumlu, mecburi olan: 12.
Razı: Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden: 1011= 12.
Teehhî: Kardeş edinme: 1011= 12.
A’zam: En büyük. Çok büyük: 1011= 12.
Bedv: Bir şeyin zihinde peyda olması. Bir şey zâhir olma. Başlama. Sahraya çıkma: 12.
***
Merdüme: Gözbebeği: 289.
Allah Ekber: 289.
Fart: İfrat, çok aşırı olmak. Acele etmek ve ansızdan gelmek. Yollara alâmet olarak
konulan nişân: 289.
Niyazkâr: Dua eden: 289.
Racife: İlk nefha. Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa: 289.
Fatr: İbda. Yaratmak. Oruç açmak. Bir işe başlamak. Yarmak. Çatlak. Ayrık: 289.
Ahruf: Şiveler, lehçeler. Harfler. Uçlar: 289.
***
MİSHEL: Dil, lisân. Yabanî eşek. (Dil, lisân - bilgi, ilim)…
Ahkab: Yabanî eşek: 111.
Elf: Bir şey vermek ve ünsiyet etmek: 111.
Elif: Birinci harfin adı: 111.
İNS: İnsan: 111.
Mekân: (Kevn’den türeme bir mânâ): 111.
Sigal: Düşünce, fikir. Kuruntu, endişe. (Eşekk: Çok şübhe eden.): 111.
***
Ahkab: Uzun zamanlar: 112.
Salih İzzet Erdiş: 112.
İmkân: Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak: 112.
Abâdile: Abdullah isimliler: 112.
***
RODIN’in “Düşünen Adam” heykelini hatırlayınız. (Yevmiye: …… heykeli var,
kendisi yok.)…Timsal: Heykel. Resim, suret, sembol, numune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye
benzetmek: 971.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1970= 971.
Azreng: Çok üzüntü, meşakkat, eziyet. Son derece sert ve katı: 971.
***
RÜ’YET: Görmek, bakmak. Göz veya kalb gözü ile görmek. Müşahede derecesinde
bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek. Araştırmak. İdare etmek: 616.
Tecrîd: Alâkalardan soya soya derinleşme. Yalnız başına hapsetme. Dışarıda, açıkta
bırakma. Bir şairin kendini mücerret bir şahıs kabul edip ona hitabetmesi: 617= 1616.
Huy: Boş ve hâli olmak: 616.
Tenvim: Hipnotize etme. (Teshirine alma; zihin kontrolünde, ruh ve nefs arasında,
şuurumda-beynimde süren cenk.): 616.
Mutasavvıf: Tasavvufla uğraşan: 616.
***
Zeban: Dil. Lisân. Lügat. Lehçe: 60.
SİN: İnsan. Ebced değeri 60 olan bir harf. (Adem: 45… Havva: 15.)
Ney: Kamıştan yapılmış damaksız düdük. Kâmil insan. Yokluk: 60.
Necva: Gizli fısıltı. İki kişi arasındaki sır. (Hadîs: Ben insanın en büyük sırrıyım, insan
da benim sırrım!): 60.
Büyük Doğu: 1060.

TELEVİZYON - GÖRME - VURMA - SİĞİL ATMA


BOLU… “Büyük Mustaribler” isimli eserimin 4. Cildini yazıyorum. Televizyona
bakamamamın üstüne, o zamanlar “Yumurtasızlar” diye toptan andığım genel ekibin,
sonradan NYMPHALAR ismini alan cihaz başındaki özelleri, yeni bir hünerlerini
sergiliyorlar.
Televizyona bakamıyordum; ama bu, KARTAL’da TELEGRAM’ın başlamasından
birkaç ay sonra, her seferinde yeni bir keşifle(!) televizyonu iptal edişimdeki sebebten başka
idi. Orada, aramalarda götürülen ve bir seferinde 3-4 gün getirilmeyen, bir seferinde de
meğerse gardiyanlar –veya asker– maç seyrettiği için 5-6 saat sonra getirilen televizyonun,
“acaba içine bir dinleyici âlet mi koyuldu?” şüphesinin yanında, ekranının veya onun bir
yanının veya ses, kanal, renk vesair düğmelere âit ışık yerlerinin aynı zamanda görüntü
alabilme rolünü yerine getiren bir özellikte mi şübhesi eklenince, tarafımdan iptal edilmişti.
Kısaca: Acaba gizli kamera rolünü mü oynuyordu televizyon? Uzun hikâye.
Bolu’da, televizyona bakamıyordum, çünkü üzerimdeki elektrik tesiri artıyordu. Şöyle
düşünüyor ve anlatıyordum: “Her elektrikli cihazın, kendine mahsus bir elektrik yayması var.
Hücrede bu mesafe, 2-2.30 metre kadar. Bu mesafeden televizyona bakmak, bana
TELEGRAM cihazının verdiği elektriğin üstüne, fazla bir elektrik almama sebeb oluyor! “…
Bir keşifle(!), uzak ve yan durunca, üzerimdeki elektriğin azaldığını farkettim. Sonradan, bu
buluşumu oturduğum yerde televizyonun ekranını yana çevirmeye tatbik ettim. Bir müddet
tesir azaldıysa da, tekrar artmaya başlayınca, daha yan çevirdim; neticede, benim
televizyonum, arasıra açtığım zamanlarda, benim için bir radyoya döndü. Sayımlarda, benim
hâlimi kendi tutumları sanan olabilir diye, –TELEGRAM cihazını bilmiyor olabilirler diye–,
normal gözükmek için televizyonun duruşunu düzeltiyordum. Bu soydan bir keşif(!),
buzdolabımın da başına geldi: Neticede, buzdolabı adi dolap olmak ve kantin alışverişinden
gelen malzeme, “katılımcılar”ı memnun etmek üzere doğru çöpe gider oldu. Bu da uzun
hikâye.
TELEVİZYON, hiç olmazsa bir-iki saat henüz ismi NYMPHA olmayan cihaz
başındakilerin veya bol gürültülü koridor katılımcılarının sözlü imâlarından kurtulmak için
değişiklik ihtiyacıyla inatla açtığım. Böyle gecelerden biri ve ben bir taraftan “Büyük
Mustaribler”i yazıyorum. Yüzüme ve gözlerime aldığım elektrikî tesir, burnumdan ve
gözlüğün temasından dolayı. Ben bunun sebebini, gözlüğün metal çerçevesine verilen
elektriğin, derime temasından dolayı olduğunu sanıyorum. Hücrenin havalandırmaya açılan
pencere demirlerine elimi veya alnımı değdirdiğim zaman hissettiğim, çarpmayan ama
tenimde ve beynimde hissettiğim titreme ve hafif vınlama sesi, kanaatimi güçlendiriyor.
Nitekim, burnumla temasını kestiğim ânda, elektrik kesiliyordu. Yazmam lâzım ya; burnumun
orasına küçük bez-kâğıt koyarak devam ettiysem de, bir müddet sonra aynı şekilde elektrik
alıyorum. Bu garib işin, gözümle bağlantısı olduğunu farketmem(!) üzerine, gözlüğü çarpık
bir şekilde takarak ve hâliyle normal görüşüm bozuk ve gözleri aşırı yorucu şekilde yazmaya
devam ettim. Daha sonra, bunun doğrudan bana verilen elektriğin burnumun o noktasını
uyarması neticesi, gözlükten olabileceğini hatırladım. Öyle mi böyle mi derken, genel göz
yorgunluğuma eklenen bu “ekstra” hünerleriyle, gözümün hedeflenişini “kaybına kadar”
düşünmeye başladım.
2008’de başka bir hünerleri, sözlerine aldıkları cevabları kesmek üzere, –tedib etmek
üzere–, yine yazı yazarken, sol gözüme içten, sanki bir göze kalemle vurmak gibi bir vuruştu:
Bu acıyı veren bir elektrikî vuruş.
***
BOLU… Namaz kılarken, secde yerine yakın yerden hızla bir fare geçiyor. Gözkırpımı
bir zamanda, “fare mi geçti?” diyeceğim bir gölge varlık. Bu tip hâdiselere, tabiî hayatımızda
da rastladığımız cinsten olduğu için, kıymet vermiyorum. Sözlü telkinleri ve frekansları sanki
fareymiş hissi vermeye çalışsa da.
***
KARTAL… Yatarken birkaç dakika mecburen dönmelerim hariç, sağ yanımla
yatamıyorum. Kalbim, sanki bir damarla bağlı, sağ yanıma dönünce iple sarkıtılmış ve
göğsümün sağına düşecekmiş gibi bir acı duyuyordum. Bunun yanında, sağ kulağım daha az
duyduğu için, –bu, o zamana mahsus ve demek ki TELEGRAMCILAR’ın hüneri–,
koridordan beni uyutmamak için gelen seslere de mani olmak üzere, devamlı sol tarafıma
yatıyordum. 6 ay, yalnız tek tarafa yatmanın ne olduğunu düşünün. Zaruret eseri sağ tarafıma
döndüm. Ranza’nın ışığı kesmesinden dolayı gölgede kalan (1) metre kadar ötede bulunan
duvarın zeminle birleştiği yerde, gergin olmayan ve beş-altı parmak düzensiz açılmış bir rulo
telin düzensiz kıvrımlarında gidip gelen kıvılcımlar gibi, yeşil-mavi bir ışık. Sanki, yere
atılmış bir barutun tutuşmasıyla oluşan bir akışa benziyor. Noktalar hâlinde. Şuurum yerinde.
Bir fevkalâdelik. Ama ben gayet sakin seyrediyorum. Kaç dakika sürdü bilmiyorum. (Bu,
NYMPHALAR’ın sorularına bir cevabtır.) Bir keresinde de, kızıl-kırmızı renkte, aynı
hâdisenin tekrarını gördüm. Orada yanıcı bir şey önceden serpilerek yapılmış olsa, elektrik
akışı gibi bir akış görüntüsü ve devamlılığı olmaz. İçimde tel olabilir hissi, ama tabiî ki tel
değil. Benim beynimden-gözümden zannettirilen bir görüntüden ziyâde, tıpkı “ses indirme”
dediğim hâdiseler gibi, dışımda oluşturulan bir görüntü olduğu kanaatindeydim. Hâlâ nasıl
becerilebildiğini bilmiyorum. Sezdiğim kadarıyla, NYMPHALAR da bilmiyor.
***
KARTAL… Yan koğuşun havalandırmasıyla bitişik havalandırmada, tesbihatla tur
atıyorum. Yüzüm o tarafa dönük olsun olmasın, duvarın dibinden gelen ama mekânsız ve
dolayısıyla yeri belirsiz bir sahibten geliyor gibi olan, malûm iki kişinin bana lâf atma
cinsinden aralarındaki konuşmalar ve değerlendirmeleri. Bilgisayar gibi bir şey kullanıyorlar
intibaı, artık yerleşik bir hâl; ama bazı bazı, o intibaı veren cinler diye düşünüyorum. Galiba
akşama yakın bir saatti. Beni tehdit edici lâflar edilirken, silahtan çıkan bir kurşun gibi,
duvarın köşeye yakın tarafından gelen bir ışıkla omuzumdan vuruldum. Işın tabancasından
çıkmış, ama tabanca görülmüyor gibi. Bayağı vuruldum, kemiğim kırılmış gibi bir acı.
Paniklememek için, kaçınıcı bir davranışta bulunmadım; kendi kendimi azdırmadım. Normal
şekilde tesbihata devam. Atıp tutmalar, yavaş sesli konuşmaların, o tonda yükselmişi gibi
devam ederken, bu sefer de sırtım o yöne dönük olarak, öbür omuzumdan vuruldum. Yine
büyük bir acı. Bunlar, genel olarak TELEGRAM hüneri, faili belirsiz eserlerini sergileme işi.
Beni vuran ışığı, bir seferinde kızıl-kırmızı, diğerinde mavi-yeşil diye hatırlıyorum.
***
KARTAL… “Siğil atma” dedikleri bir dikkatli bakışla, o ânda gövdemin hedef
aldıklarını sandığım noktasından vuruluyor, acı duyuyorum. Bunu, onların doğrudan nazar
atmasına, bu güçte olduklarına yoruyordum. Kapının açılıp kapanır deliğinden-mazgalından,
yemek geldiği, mektub verildiği, soru sorulduğu zamanlarda, yahud ziyaret yerinin ziyartçileri
ve beni gören pencerelerinden, o koridordan geçerken bana attıkları bakışta, o tesir. Âlelâde
bir bakış değil de, meselâ düz giderken birden başını çevirip dikkatli bir bakışla yaptıkları iş.
Bir ceylânın kurşunla vurulması gibi. Gayet soysuz şekilde yaptırılanları da oluyordu: Meselâ,
yemek dağıtımında yanlarına yardımcı aldıkları mahkûm çocuklarla. Ya yemek verilirken o
ânda gövdemin bir tarafından vuruluyorum, yahud “ağabey Mahkeme’ye gideceğim, param
yok” veya “sigaram yok!” ihtiyaçlarına cevab vermek üzere onları almaya giderken arkamdan
vuruluyorum. Tek noktadan darbe ve yanma hissi. Acımı belli etsem veya mukabil bir tavır
göstersem, bozacı ve şıracı beraber olmanın yanında, akabinde isbatı kabil olmayan bir
durumdayım; çünkü arkalarındakiler de, onların bozacı veya şıracı suç ortakları olarak, sadece
sırıtacaklar. Malûm ya, bende denge yok(!)… Mazgalın kapanışından sonra klâsik: “Ağabey
sırtından vurdum!” veya gardiyan yanındaki arkadaşına, “iyi vurdum!”… Ziyaret yerinde,
beni o pencereden görüşe saklamak için, ziyaretçilerimin perde olması, canımın yandığını
bilmeleri ve ürktüğümü görmelerine mukabil, “ne bakıyorsun?” gibi saçma bir lâf sayılacak
tepkinin devamında, neyin iddiası ve isbatında bulunacaksın? Şimdi isbat gerekmez bir
durumda olduğumu bilenler biliyor, anlayan anladı: Adamın bana baktığını gördüğüm ânda,
bunu algılayan TELEGRAM cihazı işleticisi, ânında BETATRON vuruşunu yapıyor ve sen o
hüneri bakan adam yaptı zannediyorsun. Böyle bir şeyin yapıldığı, en azından benim için,
cihazın varlığını söyleyecek kişilerle isbata lüzum olmadan anlaşılabilir: Öyle ya,
TELEGRAM’ı benden başka anlatan kim? Sanıyorum anlaşıldı: Cihaz, resmî olduğu kabul
edildikten sonra birşey yapılıp yapılmadığı meselesi başka, mesuliyeti başka şey, bir de
yapılan şeyin cihazına göz yumarak meseleyi burada körlemek başka şey… Şimdiki durumda,
ne cihaz, ne de resmiyeti kabul edilmiyor, çünkü bu işkencenin resmîliği mânâsına geliyor.
Ben bu satırları yazarken, NYMPHALAR komik bir lâf ediyor: “Resmî yola başvur!”… Ah!
Elektromanyetik dalgaları bir yakalayabilsem ve şu söylediklerini olsun bir duyurabilsem.
“Minareyi çalan kılıfını hazırlar!” hesabı, kendilerinin ve cihazlarının kılıfı, resmiyetlerinin
olmayışı ve resmiyetin bunu böylece kabul etmesinde.

DÜŞVARİ: 18 KASIM 2010


NYMPHALAR, 5 senedir gece gündüz beni, ailemi, baba evini, akrabalarımı,
komşularımı ve komşularını, tâ küçük yaşlarıma kadar giderek arkadaşlarımı ne kadar iyi
tanıdıklarını, beni bir kuşatılmışlık hissine düşürmek için sayıp döküyorlar. Son vardığımız
nokta, (1) sene kadar önce şuydu ve hâlâ devam ediyor:
— “Bana Genelkurmay Başkanı’nın babasının adını söyle!”
— “…….”
— “Bana Jandarma Genel Komutanı’nın eşinin adını söyle!”
— “……..”
— “Bana filân Bakan’ın babasının adını söyle!”
— “……..”
— “Bana Emniyet Genel Müdürü’nün adını söyle!”
— “……….”
Duruma göre, hanımının, çocuklarının, dede ve ninelerinin, hattâ bizzat filân
makamdaki adamın isminin onlar tarafından bilinmemesi, yine mevzuuna göre onları mat
ettiğimin resmidir. Gece gündüz, beni aşağılamak, şimdilerde şaka olan, “bana öğrettikleri”
hâdise içyüzleri sırasında, zannedersiniz ki Devlet ve işleyişi, en büyüğünden en küçüğüne
kadar öyle dakik bir incelikte zekâ eseridir ki, benim hayatım baştanbaşa bir zavallılık örneği
iken, –istihbaratın dehşetengiz bilgisi altında beni eziyorlar ya!–, yeri olsun olmasın,
sözkonusu zevat en üstten en küçüğüne kadar karşımda yeri olmayan bir teville, tabiî ki uçuka
doğru bir eksiksizlikle, zihnime servis edilmekte… İşin içinde, spordan, fizikî güçten,
edebiyattan, felsefeden(!), iç ve dış politikadan, akla gelir gelmez neler neler var. Oradan
oraya sekerek, mesele döner dolaşır, belden aşağı buluşlar hâlinde çevremde odaklanırken,
işin içinde devamlı olarak test edilen cesaretimde düğümlenir. Ben de, baştan beri söylediğim
üzere, “benim ahlâkımın üstüne ahlâksızlığınızı kurmayın!” ifâdeme uygun olarak, ayıptır
söylemesi, hiç fena değilimdir. Her seferinde, yiğitliği bana ısmarlayarak, “yazsana!” derler.
Yazmamam, enayi olmamam değil de, bir demagojiyle beni sinirlendirme malzemesi olarak
cesaretsizliğim diye tekerlenir durulur. Cevabım değişmez, –zaman zaman bu hayaletlere
bağırmak ihtiyacıyla havalandırma penceresinden de seslenerek–, onlara ortaya çıkmalarını,
hattâ hiçbir mazeret ileri sürmeden, onlar ne dedi ve ben yücelerinden başlayarak onlar
hakkında ne dediğimi imzalayacağımı söylerim. NYMPHALAR’ın kendi mantıklarına bire
bir uygun olması bir yana, daha da sağlam ve işlek bir yoldan “edindiğim bilgiler”dir bunlar.
Ayıptır söylemesi.
***
Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber, NYMPHALAR’ın, meselâ ev halkından birinin
giydiği ayakkabı numarasını bilmelerine kadar herşeyi, terörle mücadele(?) adına sürüsüne
bereket lâflarının komikliğini, bir çırpıda gösteriverdi. “Mânâ ordusunun bir kısım
askerlerinin” dürtüklemesi eseri. Böyle durumlarda yüzlerce defa, Cezaevi’nin güvenliği ile,
benim tek kişilik hücrede kontrolumun ne mânâ ifâde ettiği bir yana, bu söylediklerinin
terörle mücadele ile ne alâkası olduğunu sormuşumdur. Bilgi ve faaliyetlerin, tehlikeli veya
tehlikesiz durumlara nisbetle, hamaratlık farkını alaya alarak. NYMPHALAR resmî bir iş
sahibi değiller; hem yaptıkları iş, hem meslek açısından. Doğruyu Allah bilir. Belirttiğim
sözler çerçevesinde, ben de, alay-şaka karışımı: “Siz de telefon dinlerken emekli
olacaksınız!”… Bu sözümde, onların karşısında benim durumum da var. Hâni onları, “telefon
sapıklarına!” benzetmem gibi; gece gündüz kafamı ütüleyen.
***
Haber: 4 Haziran 2009’da Ergenekon’un tutuklu sanıklarından Levent Göktaş’ın
avukatı Serdar Öztürk, Ergenekon örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. Avukat
Öztürk’ün bürosunda bulunan İRTİCA İLE MÜCADELE PLÂNI’nın altında Albay Dursun
Çiçek’in ismi ve imzası yer alıyordu. Telefonları dinlenen Dursun Çiçek için, 16 Haziran
2009’da, İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından tekrar telefon dinleme gerekçesi Serdar Öztürk’ün bürosunda bulunan plândı.
İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi hâkimlerinden Tuncay Aslan, telefon dinleme kararını
tasvib etti. Fakat daha önce telefon dinleme kararlarında ismi bulunan Dursun Çiçek ile, son
dinleme kararındaki Dursun Çiçek’in telefon numaralarından, adresine, kimlik numarasına
kadar bütün bilgileri farklı idi. Sözkonusu kişi bir inşaat işçisiydi ve 6 ay boyunca Albay
niyetine dinlenmişti… Daha önce: Ergenekon iddianamesinde, Albay Dursun Çiçek’in,
Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner ile toplantı yaptığı, Mazlum Konak Oteli’nde kaldığı
belirtiliyordu. Oysa bu Dursun Çiçek’in, otel müşteri listesindeki 33 yaşında İŞADAMI
olduğu ortaya çıkmıştı.
***
33 yaşındaki İŞADAMI Dursun Çiçek hakkında, “niye yanlışlık yapıldığı”ndan
başlayarak, NYMPHALAR gibi bir sürü kurgu yapabilirim.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (32. Bölüm)


ORDU
Ordu, milletin yumruğudur. Dimağ emrinde yumruk… Hem dışarıya ve başka milletlere
doğru, hem de dışarıdan gelecek saldırıya karşı… Birinci hâlde taarruz, ikinci hâlde
müdafaa… Bu vazifelerin ikisi de mübarek... Hatta, birincisi, ikincisinden daha aziz ve
mübarek… Elverir ki, milli menfaatlerle beraber, bütün insanlığa dağıtılmasını hedef almış bir
İDEAL emrinde bulunsun... Böyle bir ordunun, hattâ milli menfaat ve emniyet hissini ayaklar
altına alıcı, sırf insanlık hesabına davranıcı ve dünyaya ölümsüzlük rejimini yayıcı en ulvi
örneği İslâm’da… Kâinat’ın Efendisi arkasında, Avrupa ansiklopedistlerinin “dünyanın en
büyük generallerinden biri” diye kaydettiği Halid İbn-i Velid’in ordusu…
Şimdiden kaydedelim ki, işte bu Halid İbn-i Velid, en küçük bir nefs ve benlik edası
gösterir gibi olunca, Halifeler Halifesi Hazret-i Ömer tarafından yakasına yapışılmış ve nefer
rütbesine indirilmiştir.
Üstün gaye emrinde, ideallerin ideali ve erişilmez ufuk noktası sahabîler ordusundan
sonra, ordu yapısının ana dayanağı fikir alâkasını, o türlü veya bu türlü, şu veya bu mikyasta,
tarihte iz bırakmış bütün ordularda görüyoruz. Büyük İskender sadece ordu için ordu
kurmaktan ve ham kuvveti kendi içinde köpürtmekten başka davası olmayan deli bir fatih
değil, Aristo’dan ders almış ve Yunan (Attik) medeniyetinin fetih hakkını harekete dökmüş
bir kahramandır. İmperium Romanum’un, ardına Roma kaldırımlarını döşeyen ve bütün
yolları o merkeze bağlayan orduları, “stoisizm-cevr ve cefaya tahammül” ahlâkına bağlı ve
bugünkü Batı dünyasına örnek bir nizâm temsilciliği içinde, haşin bir ırkî nefsaniyet eseri olsa
bile cemiyetçe benimsenmiş bir üstünlük ve imparatorluk mefkûresinin dimağa bağlı
yumruğudur. Nitekim bu yumruk cemiyette fesat yüz gösterip merkezî fikir kararmaya
başlayınca, kendi kendisini ve ham kuvveti mefkûreleştirmeye koyulmuş ve malûm generaller
isyanı ve Roma üzerine yürümeler devri açılmıştır.
Evet; fikir kopunca her şey kopuyor ve ham kuvvet, otoritesini kuramayan dimağa karşı,
eksikliği, kendi maddi imtiyaziyle giderme yoluna sapıyor. Ve herşey altüst oluyor. Dünyada
hiçbir askerî başarı gösterilemez ki, milli dimağ emrinde yumruk kadar itaatli ve aynı fikir
temeli üstüne istinadlı ordular dışı, başıboş ham kuvvet manzumeleri tarafından
devşirilebilmiş olsun… Hattâ âlet ve malzeme, yâni madde gücü bile bu mevzuda ikinci
plânda… İşte Büyük Fransız İnkılâbı’nın derme-çatma yalınayak ve başı kabak orduları
tarafından, mütereddi, fakat güya muntazam ve techizatlı istilâ ordularına karşı elde edilen
zaferler… Ve işte, birçoklarınca fetih için fetih divanesi ve gayesiz bir aksiyon şairi sanıldığı
hâlde en doğru izâhı, Fransız İnkılâbı’nın ruhlarda estirdiği yeni havadan dünyaya hâkim yeni
bir Fransa çıkarmak olan Napolyon; ve onun, milli dimağa sımsıkı perçinlediği ordusu!..
Napolyon, 500’ler Meclisi’ni basarken, ham kuvvetten başka dayanağı olmayan âsi bir
general değil, bellibaşlı bir ruhu nefhedeceği bir cemiyet ve ordu idealine sahib ve bütün bir
hamle sanatkârıdır. Eksikleri sezen ve muvazene sırlarını bilen böyle sanatkârlara ise can
kurban!..
Bütün tarihimizde de aynı kanun… İçtimaî dimağ, onun âbideleştirdiği güçlü devlet,
sonra o devlet emrinde, iki elin on parmağı kadar fikrî cihaza tâbi ordu… Bu muvazene
unsurları yerinde kaldıkça şevket ve şehamet çağımız devam etmiş, muvazene bozuldukça da
alçalma ve çürüme hâlimiz derinleşmiştir.
***
Alt başlığı NECİB FAZIL olan, KAVGAM isimli eserim; NAKŞÎ sırrıdır KAVGAM.
Anlayan, anlamayana anlatsın. Yukarıdaki yazı, Üstadım’ın ORDU hakkında KAVGAM’da
geçen düşünceleridir; pek tabiî ki benim de. Aşağıda geçecek mevzular etrafında, hakkımda
riyâyı andırır bir iş yapmışım zannı doğmasın diye, bu açıklamayı yapmış oluyorum.
***
NAKŞÎ SIRRIDIR KAVGAM: (Tilki Günlüğü’nün 4 Ekim gününün başlığı): 2981=
983.
Seyyid Abdülhakîm Arvasi - Necib Fazıl Kısakürek: 566+1417= 1983.
İzzet Erdiş: 983.

ASKER
Levha: 9 Şubat 1998… Yolun kavşağında karşıya geçmeye çalışıyorum, neredeyse
otobüsün altında kalacaktım, çok korktum. Kaldırımda iki kişinin arasından geçerken, bana
lâf atıyorlar, bunun üzerine tartışıyoruz. Birkaç kere kafa atmaya teşebbüs ediyorum, sonra
vazgeçiyorum; “bir gün dost oluruz ve siz bu hareketlerinizden utanır, pişman olursunuz!”
diyorum. Bir fırsatını bulup, MEHDÎ bahsini açıyorum. Mehdî’nin Kumandan olduğunu
söylemeye niyetlenmişken, vazgeçiyorum. “Mehdî’nin vakti geldi ve ben size onun kim
olduğunu söyleyecek değilim, siz araştırıp bulacaksınız!” diyorum. Biri “350 asker” diyor.
Bunlar bu mevzuları biliyorlar, fakat sefihler. İBDA’dan bahsediyorum. Bâki Aytemiz ve
Sinami Orhan’ı tanıyorlar. Bir evin önüne geliyoruz. Çocuklardan biri eve sesleniyor. Bir
kadın dışarı çıkıyor ve çocuk kendini tanıtıyor. Kadın, “evimiz güzel, lâkin rutubetli ve pis
kokuyor!” diyor. Ben de MEZOPOTAMYA diyerek kendimi tanıtıyorum. (Bandırma Cezaevi
—Emrullah Arslan.)
***
Berf: ASKER. Güzel söz. Kar. (Velî kelâmı, mânâ ordusunun bir kısım askeridir ki,
istidatlıların yardımına gelir… Hadîs: Karda sürünerek de olsa, MEHDÎ’nin yardımına
geliniz!): 282= 1281.
Naka-i Salih: Temiz, salih. (Naka-i Salih: Salih Peygamber’in bir mucizesi olarak,
kayadan çıkan devesi.): 281.
Asker: Devredici, seyyar: 281.
Raî: Çoban. Koruyucu ve gözetleyici kimse. VALİ. (Ruh): 281.
Kasas: Arslan. (Yevmiye: Efendi Hazretlerinin yanında, bir uzvun kesilmesi yahud
hayatın tehdidi şekliyle “kelime-i küfür”den bahsediliyordu… Bunu söylemeye mecbur olursa
adam, ne olur?.. “Eğer böyle bir ciddî tehlike varsa, kelime-i küfrü lisânen söyleyip kalben
mümin kalmaya ruhsat-ı şeriyye vardır… Ruhsat; yâni, izin vardır… Amma, söylemeyen
şehid olur!” deyince, edebsizlik derecesine varıyor şımarıklığım, dönüp “Efendim, böyle bir
hâlde ben ne olurum?” dedim… Eflâtun, Sokrat’ı tarif ederken “arslan gibi başını çevirdi”
der… Öyle bir ARSLAN gibi çevirdi başını bana, “sen şehîd olursun!” dedi… Bu lûtfu da
bana ihsan etti!): 281.
***
Zefer: Kötü koku. (Mekân: 111… Asin: Pis kokulu: 111… Kürtçe, MASÎ kelimesi:
Balık… MASÎ: Pervasız, korkusuz… Elif: Birinci harfin ismi.): 980.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1980.
İstikbâl İslâmındır: 980.
***
MEZOPOTAMYA: El-Cezire. Dicle ve Fırat arasında bulunan yerin adı. (Mitolojide,
bu iki nehrin kızkardeşidir.): 1400.
Macuşan: SEFİNE. Gemi. Boyanmış elbise: 400.
Keşef: Kaplumbağa. (Dahr: Erkek kaplumbağa… KAYAN YILDIZ SIRRI’ndan: Bu
mahmurluk sırtımda kaplumbağa kabuğu): 400.

İSTANBUL
Levha: (…) Haziran 2007… Televizyon’da (ATV kanalı) spiker Âli Kırca, “Salih
Mirzabeyoğlu’nun İstanbul’a gelmesi heyecan verici oldu, kendisi için de iyi oldu!” diyor. Bu
sırada görüntüye, Kumandan’ı sembolize eden kırmızı bir eldiven geliyor; sonra orada çakılı
duran bir demiri çekerek çıkarıyor. Ben, “Allah’ım ona bu işleri yapanların kalbine korku ver
ve Kumandanımız’a yardım et!” diyorum. (Sinyal Muhabbetleri’nde anlatılan fareler.)
Kumandanımız da “amin!” diyor. (Alt başlığı “Bir Erkek ve Bir Kadın” olan İNSAN isimli
eserim için yapılan istihare. — İstihareci.)
***
Televizyon: Uzaktan yollanan görüntü ve ses: 524.
Çistan: Bilmece: 524.
***
Aksiyon Televizyon: ATV: 751.
İzn: Bir şeye ruhsat vermek: 751.
Terafu’: Duruşmaya girme. (İstanbul’a Mahkeme’ye gittiğim sıralardaki istiharedir.):
751.
***
Atv: El ile alıp, yiyip içme: 85.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1085.
Milad: Doğum günü: 85.
Nul: Kuş gagası: 86= 1085.
KÜNYE: Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı kağıt:
85.
Mühimm: Düşündürücü. Kıymetli. Lâzım olmak: 85.
***
İstanbul: (İstan, “mekân”, bul da “poli-polis-şehir”den; bir mânâda bildiğimiz İstanbul,
diğer mânâda “Bolu mekânı”, şehir mekânı; yâni BOLU. Poli-Boli-Bolu.): 550.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1549= 550.
Leşker: Asker: 550.
Müşir: Emreden, işaret eden, bildiren. Mareşal. (Savaş kazanmış Genelkurmay
Başkanı.): 550.
Taammüm: Umumileşme. Sarık sarma: 550.
***
Leşkerkeş: Kumandan: 870= 1869.
MEKTUBAT: 869.
Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 1417+451= 1868= 869.
***
Lepik. (Kürtçe): Eldiven: 62.
Mehdî: 62.
Muzavece: Çift olmak: 62.
***
Hadîd: Demir, çelik. Sert, kavî olan. Çabuk kavrayışlı, öfkeli, keskin, hiddetli, titiz.
Hudud ve sınır komşusu: 26 =1025.
29 Ekim 1923: (Zeynel Abidin, “Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader!” mısraı ile
birlikte, 29 Ekim’de AKREB BURCU’na girildiğini hatırlatıyor.): 2023= 25.
İkbab: Yüzüstü düşme, kapanma. Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı çaba
harcama: 26= 1025.
MEHDÎ MUHAMMED BİN ASKERÎ
AYLIK isimli derginin Aralık 2010 sayısında, Necib Müftüoğlu’nun, Allah
Sevgilisi’nin neslinden gelen, Şia’nın “12 Büyük İmam”ının, Ehl-i Sünnet açısından
değerlendirilmesine dair yazısının heveslendirmesiyle, İMAM-I HÜCCET lâkablı
MUHAMMED MEHDÎ’nin isminin etrafındaki mânâları ebced tevafuku “tedâîler” hâlinde
istifadeye çalıştım. Sunuşumda tevil gayet açık olduğuna göre, hiç kimsenin karşı olmasını
gerektirecek birşey söylemediğimi de belirtmiş oluyorum.
***
İmâm-ı Hüccet, İmâm-ı ASKERÎ Hazretlerinin oğlu, asıl adı Muhammed Mehdî. Şia,
12. İmâm kabul eder ve gaybet hâline - kıyamete yakın zuhur edeceğine inanır.
***
Hüccet: Senet. Vesika. Delil. Şâhid: 411.
Ebu Eyyub-il Ensarî: 411.
Nişân: İz. Alâmet. İşaret. Yara izi. Hatıra olarak dikilen taş. Tuğra. Ferman: 411.
Nişân. (Kürtçe): Yüzdeki ve vücuttaki benek, “ben”: 411.
Ayet: Eser. Nişân. Alâmet. İşaret. Menzil, mekân. Kur’an’ın her bir cümlesi: 411.
Atî: Önde. Aşağıda. Vâki olan. Gelecek zaman. İstikbâl: 411.
Gaybet: Başka yerde bulunmak. Bir şeyin diğer birşey içinde gaib olması: 1412= 2411.
***
İMAM-I HÜCCET: 493.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1493.
İfrat hâlde tecrit. (Noktalı harfler): 493.
İ’timan: Emniyet etme. Emin bulunma: 493.
Fatiha: Bir şeyin başlangıcı. Başlamak. Karar vermek. İki defa nazil olmuş olan,
Kur’ân’ın birinci sûresi: 493.
Besalet: Yürek sağlamlığı: 493.
Dimne: Duvar temeli. (Dimne: Tilki): 494= 1493.
Küst-ic: Mecusiler kuşağı. (Nefs): 493.
***
İMAM-I HÜCCET: 493= 1492.
Abdülhakîm Arvasî: (Hazret-i Hüseyin’in evlâdından, neslinden): 492.
***
ASKER: Er. Leşker. Ordu. (Rüyâ: 217… Ordu: 217… Babam, 45 sene kadar önce
Hava astsubayı iken emekli oldu. 25 Ocak 2000 tarihindeki Metris hâdisesinin arkasından, bu
husus, “Salih Mirzabeyoğlu Asker Çocuğu İmiş” diye Hürriyet gazetesinde de verildi.
NYMPHALAR, onun hakkında ileri geri konuşur ve lâyıkı vechile cevaplarını alırlarken,
elbette bu sayıdaki müthiş tevafuku, benim gibi beklemiyorlardı.): 350.
MUAMMER: Ömür süren. Çok yaşayan, bahtlı: 350.
***
ASKERÎ: (Muhammed Mehdî Hazretleri’nin babası Hazret-i Hasan’ın lâkabı): 360.
Sipahsalar: Serasker. Askerlerin en büyüğü: 360.
Ziberkan: Ay, kamer. Ay ve güneş: 360.
Naşıt: Vahşî sığır. Bir yoldan ayrılan küçük yol. Bir burçtan başka bir burca varan
yıldız. Neşeli ve şen adam: 360.
Asr: Yüzyıllık zaman. Gece ve gündüzün her biri: 360.
Sakar: Cehennemin bir ismi. (Üstadım’ın, bana ithaf ettiği “Noktalama”lardan,
CEHENNEM: Ateş beni yıkayan, yuyan, emziren annem! — Bir arınma kurnası olsa gerek
Cehennem… İsmini hatırlayamadığım bir Noktalama: O’na yakınlık ateş, O’ndan uzaklık
ateş, — Bu ne bitmez çiledir, vicdan azabına eş… SAKARYA isimli şiirinden: Vicdan
azabına eş, kayna kayna Sakarya… Zebane: Alev… Zeban: Dil. Lûgat. Lisan. Lehçe.): 360.
Şin. (Kürtçe): Mavi: 360.
***
MUHAMMED MEHDÎ: 154.
Kadim: Eski zaman. Başlangıcı olmayan. UZUN ZAMANDAN BERİ VAR OLAN.
Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet. (Ahzab: Uzun zamanlar… Ahzab: Yabani eşek… Mifsel:
Yabani eşek. Dil, lisân): 154.
Medma’: GÖZ. Ayn. Gözyaşı. (İDRAK): 154.
***
Kadime: Ordunun ileri karakolu. (Arvasî: 308: Jandarma): 150.
Sif: Deniz sahili. (Küst): 150.
Sultan: 150.
İslâm’a muhatab anlayış: 1149= 150.
***
Kadim: Ayak basan. Ulaşan. Varan. İnsanın başı: 145.
Rahman Sûresi, 19. ayet: 145.
Suadî: Topalak otu. Kust otu: 145.
Allâme: Büyük mütefekkir. Büyük âlim. Her ilimde ihtisas sahibi: 145.
***
Salih Mirzabeyoğlu: 451.
Şerif Muammer Erdiş: 1451.
***
Ahmed-i Farukî: (İmâm-ı Rabbânî): 450.
Abdülhakîm. (Büyük ebcedle): 450.
Kaid-ül ceyş: Serasker. Kumandan: 450.
Salih Mirzabeyoğlu: 451= 1450.
***
Muhammed Mehdî bin Askerî: 566.
Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 566.
Rum Sûresi, 7. âyet: (Bir dış yüzünü bilirler bu değersiz hayatın, iç yüzünden ise
habersizdirler.): 4564= 2566.
Süruş: Melek. Cebrail: 566.
***
Rum Sûresi, 7. âyet: 3565.
Kaptan Kusto Müslüman: 565.
Sırdaş: Birinin sırrını bilen: 565.
Mütefehhim: Anlayan, kavrayan: 565.
***
NYMPHALAR, arasıra akılları büsbütün uçuyor ve “falanca” tarafından bana
yöneltilebilecek sorulardan bahsediyorlar. İşin tuhaf tarafı şu ki, en baştan itibaren beni
boğuntuya getirecek diye seçtikleri mevzuların, “ne bakımdan, neyle alâkası var?” tarafını
düşünmemişler… Biraz dişe dokunur bir mevzuları ise, MEHDÎ ve “ben kimim?”sorusunun
tevafuku çerçevesinde, yine “falanca” tarafından bana yöneltilebilecek, MAHKEME sorusu
gibi bir soru ve alayla:
— “Sen kimsin?”
— “Sen söyle! Bak gördün mü aklın gitmiş, kendin bilmiyorsun!”
Kendinde değilsin mânâsı da içinde… Devamı, yeni bulduğum tevafukla ilgili:
— “Mehdî Muhammed bin Askerî!”
Askerin oğlu Mehdî Muhammed… Nüfus kâğıdında isim değil, fikir üretme, bütün
eserlerimde mevcut bir keyfiyet işi.
***
Mehdî Muhammed bin Askerî: 563.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1562= 563.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (33. Bölüm)


ÖLÜM
Levha: 4 Kasım 2010… Kumandan ölmüş; koyu bir bezle sarılmış, tabut oda gibi bir
yerde, yere koyulmuş. Orada 5-6 kişi, anneleri ve babalarıyla beraber… Anneleri, “bizi yalnız
bırakmadın!” dercesine, başımı okşuyorlar. Üzüntülü bir hava yok, sanki tabiî bir hâdise
karşısındayız. Karışık duygular içindeyim… Mezarlığa götürmek üzere tabut omuzlarımızda;
arkada iki kişi var, ben ortanın alt tarafından omuzluyorum ama, ağırlık beni zorluyor.
Tabutun ön kollarında kimse yok, düşürebiliriz diye korkuyorum. Önde 2-3 kişi yürüyor, biri
koğuş arkadaşım Soner Çoban; ona, “tabutun önünden tutun!” diye sesleniyorum. Boş
yürümemesini, hem de taşıdığı kadar sevab kazanacağını vesaire söylüyorum. (Özer Yılmaz.)
***
Mate: Öldü: 441.
Leteyya: Büyük emir: 441.
Kısakürek: 441.
Salih Mirzabeyoğlu: 1441.
Ümmet: 441.
***
Teslis: Üçleme: 1440= 441.
Keraker: Kuzgun. Karga: 441.
Dahm: İri, kocaman cüsseli. (Dahme: Mezar): 1440= 441.
***
Fatır Sûresi, 27. âyet: (Meâli: …. Görmedin mi, Allah gökten bir su indirdi. Biz onunla
renkleri başka başka birçok meyveler çıkardık. Dağlardan da kırmızı ve beyaz, muhtelif
renkte yollar, hem de KUZGUNÎ-SİYAH yollar yaptık… Not: Gurab, “karga” demektir.
Böyle isimlendirilmesinin sebebi, SİYAH olmasıdır. Siyah, ululuk rengidir ve karga-kuzgun,
KÜLLÎ CİSİM’in remzidir. Kur’ân ve bazı hadîslerde KARGA, bahsi geçen rengi mânâsında
geçer.): 4415.
Şem’: Nur. Işık: 415.

Teheccüc: Hüccetleşmek. (İmâm-ı Hüccet lâkablı Muhammed Mehdî bin Askerî


Hazretlerini hatırlayınız.): 415.
***
Fatır Sûresi, 27. âyet: 4415= 3416.
Kust-ül Bahr: (Kust otu nevinden bir çeşit): 416.
Hevte: Suya gidecek yol. (Şeria: Suya giden yol): 416.
Hey’et: Şekil, suret. Birlik teşkil eden şahısların topluluğu. Gök ve yıldız ilmi. Duruş,
vaziyet, keyfiyet. Tabiat, cibilliyet: 416.
Tecevvüz: Sözü mecaz olarak kullanma: 416.
İhticac: Delil, vesika, şâhid gösterme: 416.
Meşmul: Kaplanmış, şümullenmiş, etrafı kuşatılmış. Bir şeyin içinde bulunan: 416.
***
Fatır Sûresi, 27. âyet: 4415= 2417.
Necib Fazıl Kısakürek: 1417.
Ciddiyet: Ağırbaşlılık. Ehemmiyet: 417.
İhtiva: İçine almak, içinde bulundurmak. Şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak:
417.
Hatay: 417.
***
Fatır Sûresi, 27. âyet: 4415= 1418.
Necib Fazıl Kısakürek: 1417= 418.
Musa Mirzabeyoğlu: 1418.
Müşabe: Ölmek, vefat etmek. Uzaklaşmak: 418.
Edebiyat: 418.
Vahdet: Teklik. Yalnızlık. Birlik: 418.
***
Fatır Sûresi, 27. âyet: 4415= 419.
Musa Mirzabeyoğlu: 1418= 419.
Hayyat: Yılanlar: 419.
Hayat: 419.
Tedehhî: Dâhileşme: 419.
Teheddî: Doğru yola girme. Hidayetlenme: 419.
Te’vib: Tesbih etmek: 419.
***
Me’nuş: Tabuta konulmuş. Hayır ile yadedilen ölü. Yukarı kaldırılmış: 466.
Üstad: (Necip Fazıl Kısakürek’e yapışık sıfat): 466.
Mehdî Muhammed Mirzabeyoğlu: 1466.
Nüütî: Gemi kaptanı: 466.
Nihayet: Son, uç. Çok: 466.
Ketum: Sır saklayan: 466.
Tunî: Külhanbeyi. (Üstadım’ın bir şiirinden: “Yaklaştım hamamda külhan yerine”…
Yevmiye: Ömrünün sonunda insan, dünyanın yanık kokusunu, marsık kokusunu
duyuyor): 466.
***
Asb: İmâme, sarık. Bağlamak. Sargı. Sağlam olarak dürmek: 162.
Asab: Sinir, damar. (Asabî… Asâb: Geyik, gazal): 162.

ELEKTROMANYETİK DALGA
Elektromanyetik: 1193.
Safiha: Yüzün derisi: 193.
Sahife: Sayfa. Satıh: Bir mânâ ifâde eden bir şeyin hâli: 193.
Menakıb: Menkıbeler. Hayat hikâyeleri. (Biyografi.): 193.
***
Elektromanyetik: 1193= 194.
Kasba: Kamışlık. Kamış. (İnsan toplumu. İnsan cesedi. Adem ve Havva): 194.
Kasd: Bir işi iradesiyle yapma. Niyet. Tasavvur. İstikamet. Yolu doğru olmak: 194.
Müsafeha: Zinâ etmek. (Nikâh, mânâda, iki sebepten üçüncü bir unsur çıkarmak
demektir, neticedir. Bu mânâda zina, gelişi gidişi muamma –evveli bilinmeyen hâl– şeklinde
bir netice bakımından, sebeb yönü ihtimâller içindedir.): 194.
***
Elektromagnetik: (Elektro magnet’in sıfatı: İlmi, içyüzü, vasfı, keyfiyeti): 1583.
Fesc: Her nesnenin boşu. (Yevmiye: Bomboş bir devirdeyiz): 583.
İftiraz: Farz kılma, vacib olma: 1582= 583.
İktifa: Ardından gitme, takib. Kâfi görme: 583.
Es’abî: Gayet güzel ve beyaz göz: 583.
Mehdi Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 1582= 583.
***
Elektromagnetik: 1583= 584.
Mütekaddim: TAKDİM OLUNAN, sunulan: 584.
Müsted’a: İstenen, arzu edilen. Dilekçe ile istenen şey. (GÖLGE isimli şiirimden: Balık
karnında hesab kendimle alış veriş — Gözümde aralanan o hayâlin peçesi — Suskunlukta
kayboluş eriyiş ve tükeniş — Uçsuz bucaksız sayfa ruhumun dilekçesi): 584.
Tasfid: Muhkem bağlamak: 584.
Ta’kid: Bir cümleyi belirsiz kılma. Düğümleme, düğümlenme: 584.
Tedeffuk: Suyun fışkırması. Atılmak. Dökülmek: 584.
***
Elektrik ve manyetik alan tesiriyle, enerjinin dalgalar hâlinde taşınması:
– Işık, ısı dalgaları, X ışınları, RADYO DALGALARI, Gamma ışınları, Ultraviyole ışın,
Enfraruj ışınların hepsi birer ELEKTROMANYETİK DALGADAN ibarettir.
Elektromanyetik dalgaların niteliği, normal harmonik dalgalarda olduğu gibidir. Üç önemli
karakteristikleri vardır: FREKANS, PERİYOD VE DALGA BOYU.
– Frekans, bir saniyedeki titreşim sayısıdır. Birimi HERTZ (HZ)dir.
– Periyod, tam bir titreşim süresi, Dalga boyu ise iki dalga tepe noktası arasındaki
mesafedir.
– Dalga boyu ile frekans çarpımı, dalganın yayılma hızını verir.
– Hareketsiz bir elektrik yükü etrafında daima bir elektrik alan vardır. Bu alan civardaki
başka herhangi bir elektrik yüküne itme veya çekme şeklinde bir kuvvet tatbik eder.
Hareketsiz elektrik yükü, eğer hareket ederse, etrafında MANYETİK ALAN meydana gelir
ki, bu alan civarındaki bir mıknatıs veya manyetik metal parçasına, manyetik itme veya
çekme kuvveti tatbik eder. Elektrik ve manyetik alan, netice olarak “elektromanyetik alan”
diye isimlendirilir. Bir elektromanyetik alan içindeki herhangi bir değişiklik, karışık
elektromanyetik dalga olarak yayılır. Işık da bir elektromanyetik dalgadır.
– Elektromanyetik dalgaların hızı, dolayısıyla dalga boyları, içinden geçtikleri ortama
göre değişir.
– Günümüzde kullanılan radyo, televizyon, radar ve çeşitli uzaklıktan haberleşme
cihazlarının hepsi, ELEKTROMANYETİK DALGALARIN EN UZUN DALGA BOYLUSU
OLAN RADYO DALGALARI İLE ÇALIŞIR.
– Radyo dalgaları, EL TELSİZLERİ’nden, gelişmiş uzay haberleşme araçlarına kadar
birçok yerde kullanılırlar.
***
Elektromagnetik Alan: (Heyecan verici cazibe alanı): 1565= 566.
Seyyid Abdülhakîm Arvasî: (Hacegân silsilesinin 33. BÂTIN kahramanı.): 566.
Maunet: Allah’ın Salih kullarına yardımı, inayeti. İmdat: 566.
Mehdî Muhammed bin Askerî: 566.
***
Elektromanyetik Alan: 1565.
Kaptan Kusto Müslüman: 565.
Sırdaş: Sır saklayan. Birinin sırrını bilen: 565.
***
Elektromanyetik Alan: 1565= 2564.
Tasaddu’: Yarılıp çatlama. Dağılma: 564.
Tasa’ud: Yukarı çıkma. Yarılıp çatlama: 564.
Müstedîn: Ödünç alan. (Karz: Borç, ödünç. Şiir söylemek… Şiir idrakı meselesi, Halk
âlemiyle Emr âlemi arasında teşekkül eden ŞUUR bahsi olarak hatırlanmalı.): 564.

İktibas: Bir söz veya yazıyı aynen veya kısaltarak almak. Birisinden İLMİ’nden istifâde
etmek. (HALK âlemi - Şuhud âlemi - şu görünen âlem, EMR âlemine nisbetle, Allah’ın OL
emri dışında kalan iş ve oluşlar olarak, ona muhtaçtır. EMR âlemi, onun için sebeb teşkil
eder.): 564.
İ’tisab: Sinirlenme, asabileşme. Kanaat etme. Anlayış. (Nöroloji: Sinir bilim, sinir
sistemi ile ilgili ilim. Asabiye.): 564.
Tenkid: Bir kimse veya şeyin, iyi ve kötü taraflarını meydana çıkarma. (İnsanda her
şeyden önce teşekkül eden, tenkid şuuru, kritik etme şuurudur.): 564.
Tekaddes: Mukaddes olsun: 564.
Kelim-dest: Olgun kimse. (Kelim: Kelimeler… Kelim: Kendisine söz söylenen, hitab
olunan… Hazret-i Musa’nın bir ünvanı. Yaralı kimse… Dest: El. Kudret, fayda, yardım,
galebe. Düstur. İkmâl. Âli makam… Hazret-i Musa’nın, bir mucize olarak beyaz ışıklı eli
hatırlanmalı.): 564.
Mehdî Erdiş: 565= 1564.
165=561
Kelimullah: Allah’ın hitab eylediği zât: 166= 1165.
Akdes: En kudsî. En mübarek: 165.
Akise: Karanlık gece: 165.
Saydanî: Tilki. Mülk: 165.
Müfehhim: Anlatan, idrak ettiren: 165.
İn’idam: İdama gitme. Yok olma. (Gayb olma): 166= 1165.
Rahman Sûresi, 19. - 20. âyet: 3165.
***
Men’at: Ölüm haberi: 561.
Ma’nat: Dilemek, iradet. Kasdolunmuş nesne: 561.
Aşknüma: Aşkını bildiren. Aşkını gösteren. (Cazibeye kapılan, cezbesine giren.): 561.
İstitaf: Kaplama, ihtiva etme: 561.
Müsmekat: Gökler, semavat: 561.
Müşarik: Ortak. (Kollektif. Müşterek): 561.
Müstebtin: Bir şeyin ledününe, içyüzüne vakıf olan: 561.

“TELEGRAM” KİTABIMDAN
“Beyin Kontrolü” deyince, çoğu zaman, “beyinde ne var, ne yok” şeklinde bir hafıza
çözümü yapıldığı sanılıyor; oysa işin daha da önemli tarafı, zihnin yönlendirilmesine dairdir.
Bende uygulanan şekliyle bu operasyonun Amerikan istihbarat örgütleriyle alâkası nedir
bilemem ve ucuz tarafından CIA’ya bağlayacak değilim; bununla beraber, davam ve mânâm
da göz önünde tutulmak üzere söyleyebilirim ki, BENİ TÜKETMEK VEYA AMAÇLARI
DOĞRULTUSUNDA KULLANMAK İSTEYENLERİN AMERİKAN MAHREÇLİ “YENİ
DÜNYA DÜZENİ” MÜNADİLİĞİ İÇİNDE BULUNMALARI BU MEVZUDA DİKKAT
EDİLMESİ GEREKEN ÖNEMLİ BİR HUSUSTUR. (Büyük harflerle yazılı yerler, aynı
zamanda Kartal Cezaevi’ndeki Telegram uygulaması sırasında işlenen bir mevzudur; yâni,
“Yeni Dünya Düzeni” meselesi… Gerisi ise, BOLU’da da baş mesele.)
***
Beynin elektrikle uyarılması neticesi, nefesin ritmi ve kalb atışı etkilenebiliyor, ikisi
arasındaki RİTM bozukluğundan dolayı boğulma - boğulabilme durumu doğuyor ve hattâ
kalb atışı durabiliyordu; aynı şekilde sair iç organlarımızın etkilenmesi de sözkonusu…
Sağlıklı bir insanda, kaşların çatılması, gözlerin açılıp kapanması - hususiyle gözkapaklarının
kilitlenmişçesine açılamaması, çiğneme zorluğu, esneme, uyuma, baş dönmesi, sara benzeri
hastalıklara ve daha neler ve nelere sebeb oluyordu; cinsî organların oynanması ve
uyandırılmasından, yüz hatlarına ağlama, gülme, yahud çekik göz ve dudak ifâdeleriyle
homoseksüel görüntü vermeye kadar.
***
Basit ses dalgaları doğrudan yer veya su vasıtasıyla geçirilebilir ve bir araçtan veya az
bir yükselmeyle anlaşılabilir. Basitleştirilmiş dalga ve güvenli ses değişimlerini sağlamak için
sinyal değiştirilerek kolaylıkla kodlanabilir.
***
(Beyin ve zihin kontrolüne âit değişik tekniklerin sözkonusu edildiği 2. Levha’daki
ROBOT KİMLİK başlığı altında, son olarak bir not): Yukarıdan beri anlatılanlarda ufak tefek
ikazlar hâlinde müdahil görünüyorsam da, daha ziyade hâlime şahidlik edici bir üslubdan
nakil yapıldığı anlaşılıyor. ROBOT KİMLİK başlığını koymamın sebebi de, daha
TELEGRAM’ın başlarında aldığım bir not olarak şudur: Makine cinsinden “robot insan”
hayâllerinin yanında bu, doğrudan doğruya insanı robotlaştırmak işidir ve bu yüzden hâlimi
kimse anlamıyor.

PARMAK İZİ GİBİ…


Netice vermeyen bir açılmış dava: John Akwei, 1996 senesinde Amerikan Milli
Güvenlik Dairesi (NSA) aleyhine bir dava açtı. Akwei, NSA’nın kendisini sürekli olarak takib
ettiğini ve davranışlarını kontrol ettiğini İDDİA etti. Akwei, mahkemeye bu iddialarını
destekleyecek yüzlerce sayfalık deliller sundu. Kaynak olarak birçok ilmî ve akademik
çalışmanın gösterildiği bu deliller, HÜRRİYET PROJESİ adlı internet sitesinde yayınlandı.
İddiaya göre NSA, çok gelişmiş sistemleri aracılığıyla ELEKTROMANYETİK alanları
kullanarak istediği kişiyi dünyanın her yerinde takib edebiliyor, hattâ ELEKTRİK
DALGALARI yollayarak kişinin düşünce ve davranışlarını kontrol edebiliyor. NSA’nın
SİNYAL İSTİHBARATI adı verilen bu sistemi, dünyadaki elektrik taşıyan her şeyin
çevresinde bir MANYETİK ALAN olduğu ve bu alanların elektromanyetik dalgalar yaydığı
teorisine dayanıyor. Geliştirilen dijital sistemlerle elektrik taşıyan bütün varlıkları nerede
olursa olsun kontrol edebiliyorlar.
Dikkat: HERKESTE FARKLI OLAN VE 3-50 HERTZ ARASINDA DEĞİŞEN
ELEKTROMANYETİK DALGA BUUDUNU TESBİT ETTİKTEN SONRA, O KİŞİNİN
DENETİMİ TAMAMEN ELE GEÇİRİLEBİLİYOR. NSA’nın bilgisayarlarına hedefin dalga
buudu girildiği ândan itibaren, bilgisayarlar bu kişiyi uydu aracılığıyla 24 saat takib ederler.
Dikkat: Gizli merkezlerde yürütülen bu faaliyetlerin gizliliği ve güvenliği, yapılan
uluslararası istihbarat anlaşmalarıyla koruma altına alınmış durumda. (Bu yakışıklı ifâdeler
yerine, NYMPHALAR’ın veciz sözü ve hâliyle hâllerini söylemek daha yerinde olur:
“Terörle mücadele için herşey meşrudur!”… TERÖR’ün tarifi, herkesin kendine göre ve
yontması ile değişiyor: Bu yurtiçinde de, uluslararası plânda da böyle… Şu veya bu hususta
HAK niyetli ve iddialı her davranış ve eylemi bir YURTİÇİ potansiyel ve “söylenişindeki
ihtiyaç doğru ya!” hakikatine yaklaştıkça da bir bünyenin ağrı ve sızı gibi sıhhat hususunda
alarm diye görmek, sırasında bir potansiyel göstericisi diye övünme sebebi bile olabilir. Bu
hususta bizim ASİ denilmesi teklifimiz bâkidir. İşin bir raconu ve vicdanlara hitab eden yönü
olmalıdır. Yapan ve yapılan adına, herşeyi meşru gören bir rezillik, İNSAN kaybı, neticede
can kaybını da ahmakça bir “çakıl taşı” kazancı ve kaybı mânâsına döndürmüyor mu? Demek
ki, kendi insanını aşağılamak, milleti güya onun adına insanlığını hadım etmeye götürüyor.
Ben, kuşatıcı bir bakış içinde olmasam, maruz kaldığım ve duyduğum aşağılıklar içinde,
önüne gelen her hastayı morga yollayan doktor psikolojisinde olurdum. Ölme ve öldürmenin
haklılığından daha ziyâde, ahlâkî ve mânevî katliamlara dikkat edilse, sinsi ve öldürücü bir
hastalığın, onları da doğuran bir şekilde İNSAN’ı sildiğinin üzerinde durulur… Önce, eşya ve
hâdiseyi algılamaya dair sahici bir DÜNYA GÖRÜŞÜ’n olsun, tartışman da kavgan da onun
üstüne olsun. Halbuki? Bu sözleri, TELEGRAM bahsi içinde söylüyorum, buna da
dikkat!)Dikkat: (Sözkonusu edilecek bütün sözler, birebir YAŞADIĞIM ve YAŞAMAKTA
OLDUĞUM bir iş olarak doğrudur. Şu veya bu sebeble muhatab olduğum Avukatlarım,
ziyaretçilerim veya komşu mahkûmlara, “bana, başkasının duymasını istemediğiniz şeyler
söylemeyin; ben aynı zamanda bir kamerayım!” demişimdir, diyorum. Bana tatbik edilen
ZİHİN KONTROLÜ’nün, doğrudan veya dolaylı yabancıya nakli olup olmadığını bilmem.
Ama bu işin, Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya vesaire gibi gelişmiş ülkeler
tarafından kullanılışı ve tabii ki onların peyledikleri insanların Türkiye’de ve çeşitli
makamlarda bulunuşunu nazara almayan veya bunu bilmeyen politikacıların hâlini,
“Allahlık!” diye vasıflandırmaktan başka çare kalmıyor.) Şübheli kişideki elektrikî hareketleri
analiz eden NSA, kişinin beyin haritasını çıkararak düşüncelerini de okuyabiliyor. Konuşma
merkezindeki elektrik akımının analizi sayesinde hedef kişinin sözleri dahi analiz ediliyor.
Görme merkezi analiziyle, kişinin gördüklerine ulaşılabiliyor. İki yönlü olarak kullanılabilen
bu sistem aracılığıyla NSA hedef olarak belirlenen kişinin beynine yolladığı SİNYALLERLE
kişinin davranışlarını da kontrol edebiliyor. Hedefin beynindeki çeşitli merkezlere yollanan
elektromanyetik sinyallerle, kişinin görme, işitme, koklama, hareket etme gibi her türlü duygu
ve davranışını etkileyebiliyor ve değiştirebiliyor.
Dikkat: Beyindeki elektromanyetik dalga frekansı tıpkı PARMAK İZİ gibi her insanda
farklı farklı olduğu için BELİRLİ BİR KİŞİYE GÖNDERİLEN GÖRÜNTÜ, SES VE
BENZERİ ŞEYLER, DİĞER İNSANLAR TARAFINDAN İDRAK EDİLEMEZ. Gönderilen
sinyallerin taşıdığı ses ve görüntüler ancak ona mahsus olduğundan, bu yolla hedef kişi pasif
veya aktif bir şekilde kullanılır.
Genel etkiler: Ateşlenme, bütün vücutta ağrı, uyuyamama veya âniden uykuya dalma,
emirlere karşı gelememe, mikrodalga yanıklar, elektroşok.

TELEGRAM CİHAZI: NÖRO - ELEKTROMANYETİK


“Nöro-elektromanyetik; bu silâhla insanda herşey kontrol edilebiliyor.
ELEKTROMANYETİK BEYİN isim ve vasfı, bizim daha önce BEYİN KARŞISINDAKİ
DİŞİ BEYİN nitelememize pek gülen NYMPHALAR’a da küçük bir gülücüğümüz oldu…
Bir radyo vericisine nisbetle radyo cihazının dalga alıcısının ayarlanmasına mukabil, burada
insan beynine nisbetle TELEGRAM cihazının ayarlanması sözkonusu oluyor; her insanın
beyin dalgası başka ya… Genel bilgi hâliyle ve tarafımızdan doğrulanan marifetleri şöyle:
– Düşünceleri okuyor ve aktarıyor.
¬– Rüyâlar düşünce olarak algılanıyor ve rüyâ telkin ediliyor.
– Hayâlî görüntüler oluşturuluyor. Bu “hayâlî” nitelemesinde, gerçek kişiler ve filmatik
görüntüleri de var.
– Mikrodalga işitme gerçekleştiriliyor. Ceb telefonuyla birebir konuşma gibi
konuşulabiliyor. Hedef kişi sessiz konuşabilir. Hiç konuşmasa ve istemese de, zihninden
geçenler algılanabiliyor.
– Kulaklarda çınlama yapıyor.
– Sırttaki büyük kaslarda kasılmalar meydana getiriyor. Aynı şekilde, kol, bacak,
gövdenin ön yüzünde, vesaire… Şiddetli kramplar.
– Ayakta kramp, bükme, keza parmaklarda ve tabiî ki el ve parmaklarda; böyle
durumlarda, hücre komşuma ve ziyaretçilerime de, marifetlerini göstermişimdir.
– Hafıza kaybı ve davranış bozukluğu ve sakarlığına yol açma.
– Duyulan sesin yönünü, şiddetini ve muhtevasını - anlamını değiştiriyor. Hem
KARTAL, hem BOLU’da sıkça gerçekleştirilen bir vazife verimleri. Kartal’da ilk yapılışında,
sanki anlattıkları karşısında bütün müdafaa hatları elinden alınmış ve “kafa kontaklığı” herkes
tarafından kabul edilebilir olmak durumuna düşürülmüş gibi bir panik yaşadım. Gelen sesin
yönünü ve mesafesini kestiremediğim gibi, zaten yalnız kalıyorum, kime sorabilirim; meselâ,
kapı mazgalından sesleniliyor, ben havalandırmaya çıkıyorum gibi. Yahud, meselâ Avukat
mahallinde 5-6 kişi, ben sesin sahibinin ne tarafta olduğunu bilmiyorum tutarsız davranışı…
Bu düşüncelerin verdiği panik. Bereket, sadece koğuşta yapıldı.
– Solunum yollarını denetleyerek, konuşmayı bozuyor.
– Kalpte çarpıntılara sebeb olma, kan deveranını hızlandırma, kalbi bloke etme-sıkma;
kalbi bloke etme dediğim hâl, kalb kapakçığına yapılan tesirle meydana geliyormuş.
– Vücudun çeşitli yerlerinde kaşıntı meydana getirme ve doğrudan tenasül uzvu
üzerinde “yakma, iğne batması hissi ve şişirme”nin, tehdit olarak kullanılması. Bu tür
tezahürler normal bir hastalık tesiri ile karıştırılabilir olduğu için, işin yoksa hem arazla uğraş,
hem de bunun diğeriyle ilgili bir şey olmadığıyla. Bende sadece tehdit olarak kaldı. Bâki.
***
Dünyadaki herkesin düşünce ve davranışlarının kontrol altına alınmasından kasıd,
istenilen her hedef kişi mânâsında anlaşılmalıdır; topluluk mânâsında değil.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (34. Bölüm)


HİPNOZ DAVASI
Üç astsubay’ın hipnozla ifâdelerini almakla suçlanan Hava Kuvvetleri eski Askerî
Savcısı Ahmed Zeki Üçok’a sivil bir mahkemede dava açıldı ve 36 yıla kadar hapsi istendi.
“Üçok ve Ulugüler’in bilgisi, yetkisi ve isteği dahilinde” astsubayların sorgusuna girdiği
söyleyen hipnoz uzmanı emekli Yarbay Gürol Doğan hakkında da işkence davası açıldı ve 29
Haziran 2010’da 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
***
Üçok’la görüşme yapıldıktan sonra gözaltında tutulan mağdur astsubaylarla gece geç
saatlerde sırayla görüşmeler yaptığı kaydedilen Doğan’ın bu görüşmeler sırasında mağdurlara
kendisinin hipnoz uzmanı olduğunu, Üçok tarafından Kayseri’ye çağırıldığını ifâde ederek,
“Doküman Yönetim Sitesi”ne kimin müdahale ettiğini sorduğu aktarıldı. Mağdurların ilk
başlarda Doğan’ın bu sorularına cevab vermedikleri, ancak sürekli uykusuz tutulan, aç
bırakılan ve uygun olmayan şartlarda barındırılan astsubaylar’ın süreç içerisinde bedenen ve
ruhen çökertildikleri vurgulandı.
***
Bedenen ve ruhen zayıf düşen astsubaylar’ın gece geç saatlerde yanlarına gelerek
karşısına oturan Doğan’ın yaklaşık 30 cm mesafeden mağdurlarla göz teması kurarak onları
yorduğu, bu şekilde yorgun düşen astsubayları istediklerini itiraf ettirmeye çalıştığı anlatıldı.
Astsubaylar’a suçlarını itiraf etmeleri hâlinde silâhlı kuvvetler tarafından ödüllendirilecekleri
yönünde telkinlerde bulunulduğu belirtildi.

TELEGRAM - MANYETİZMA - MÜZ VE RİTLER


Telegram’da görüntü, bildik uyanık hâlimizde meselâ birinden bahsedilirken onun
hakkında belirli veya intiba şeklinde bir suretin şuurumuzda teşekkülü yanında, telefonla
konuşur gibi bir uzaktan haberleşme ile gerçekleştirilen telkin veya belirlenmiş görüntünün
nakli de olabilir. Bu ikinci husus, şuurla düşler âleminde temaşa yanında, unutulmuşların
hatırlatılması hususu veya şuuraltı yoklaması şeklinde, gayeleri ve gerçekleştirmenin ortamı
değişik şartlarda olanları da kapsar. En geniş bir ifâdeyle HİPNOZ tâbirine giren ve
alelâdenin dışına çıktığımız her hâli ifâde eden bu gerçekleştirmelerden biri de
MANYETİZMA denilendir. Manyetizma, belirttiğimiz üzere, TELEGRAM uzaktan
gerçekleştirdiği bir yönü.
***
Uyku veya uyanıklık olarak, aleladelikten koptuğumuz ve teshirine girdiğimiz her şuur
durumu, hipnozdur. Bu tarifi HADİM, manyetizma vesaire için de aynen yapıyoruz. Aradaki
fark? Umumi insan tarifinden sonra, nasıl ayıran özellikleriyle insanları birbirinden
ayırıyorsak da, o özellikler de üzerinde duruldukça yine umumileşmiyor mu? Demek ki,
kendini diğerinden ayıran özellikler asıl olmak üzere, grinin, beyazdan siyaha doğru ve
siyahın beyaza doğru gidişi içinde oluşumu gibi, bu fark, müşterekliğin –grinin– oluşumu
anlatımında baştan görülebiliyor.
***
Hipnoz uzmanı Emekli Yarbay Gürol Doğan’ın, hipnozu hangi şartlarda ve nasıl yaptığı
anlatıldı. Sorgu şartlarında, “heyecan, korku, açlık, uykusuzluk vesaire” psikolojisi içinde
olanlara ve göz teması kurularak; psikoloji azdırılıyor, şuur zayıflıyor, irâde ve irade dışı
olarak, kişiler sorulara cevab veriyor. Burada, manyetizma unsuru olarak altını
çizebileceğimiz şey, göz teması. İrâde ile iradeyi, istenen cevabları vermek üzere teslim alma,
yönlendirme. Ama, doğrusunu isterseniz, irâde sahibinin sadece irade gücüyle görünmeyişi,
bana ne tam bir manyetizma, ne de bunun klâsik hipnoz tarifi içine girebileceğini söylüyor.
Sorguyu yapan, sorgusu yapılanlar; üzerinde durduğum mesele bu değil. Ben,
TELEGRAM’la, başlıkta belirttiğim çerçevede bir karşılaştırma yapmak istiyorum.
***
İradenin iradeyle teslim alınışı, ister mânevî bir güç, ister göz teması, ister başka bir
şekilde vuku bulsun; bu, dayak, uykusuzluk, işkence vesair usullerle irâdenin kırılmasından
ayrı bir şeydir. TELEGRAM’a gelince, ortalama olarak cihaz marifeti, yorma ve bu yormayı
fizikî işkenceye döndürmekten, doğrudan doğruya şuura müdahale olarak beyne tesire, bunun
iknadan zihni yormaya, telkinden tehdide –ki bu da telkin–, hipnozdan bütün çeşitlerine ve
tabiî ki manyetizmaya kadar herşeyi kapsıyor. Cihaz dışındaki iradeyi kırma işi ise,
KARTAL’da şiddetle ve BOLU’da yaşadıklarımdan.
***
Bir adamın karşısına geçiyorsun ve gözlerini ayırmadan gözlerine bakmasını istiyorsun.
TELEGRAM diye birşey bilmeyen adam, şuur yorulmuş, beden keza, TELEGRAM’la
kendisine yapılan sözlü ve his telkiniyle, bunu karşısındaki adamdan zannediyor. Böyle
sandın mı: Sana sesli konuşmanı veya düşünmeni veya nasıl davranacağını söylüyor. Ve sen,
saatlerce, onunla konuştuğunu zannede dur, o sadece bir figür; hele sessiz konuşuyorsan.
Adamı, her söylediğine şöyle veya böyle cevab verir hâle cihazla soktuktan sonra,
karşısındaki sorgucu veya doktor veya gösteri yapanın yaptığı iş, insan gücü hipnoz - hele
manyetizme değilken, umumi olarak HİPNOZ ve gayelerine girebilir. Bunun, ahlâkî, kanunî
olup olmaması yanında, sınırı nedir? Demem o ki, amaç, kendi kurdukları müesses nizâmın
kanun ve kurallarına uygun ise, bunun açıklanmayışındaki “nedenin nedeni, nedendir?”
(Tire içindeki alaycı kısım, Üstadım’ındır. Ruhu şadolsun.)
***
Hipnoz ve manyetizma üzerinde dururken, belirli durumlarda birbirini andırır
tezahürlerin birbirine karıştırılmaması gereğinin örneğini de vermiş oluyorum. TELEGRAM,
uzaktan elektromanyetik dalgalarla gerçekleştirilen, zihin kontrolü ve yönlendirilmesi işidir:
Ona dair hipnozdan bahsedilirken hipnozla, manyetizmadan bahsedilirken manyetizma, ona
dair zehirlenme tezahürlerinden bahsedilirken zehirlemeyle, müzlerden ve ritlerden
bahsedilirken, halüsinasyondan bahsedilirken, şuurlu olarak düş yolculuğundan bahsedilirken,
ilâçtan veya şuur iptaline sebeb uyuşturucu ve gazlara, radyasyon ortamına, yahud sözkonusu
gayeli yakın cihaz tesirlerine kadar çeşitli sebeplerle gerçekleştirilenleri, onunla
karıştırmamak lâzımdır. Mevzu kararmasın. Zihin kontrol ve yönlendirmesine dair, reklâmdan
eğitime, film ve şarkıdan, televizyon ve radyoya, gazeteden resme, düşünme usullerinden
tedhişe kadar herşey, üzerinde konuşuldukça nasıl bu bahise doğru müşterek çizgiler ihtiva
ediyorsa, bunları birbirine karıştırmadığımız gibi, polis sorgusu ile de karıştırmıyorsak,
TELEGRAM’ı da bahsini etmekte olduğumuz meşhur bilinenlerden birine yamamalıdır.
Hastalıktan dolayı kâbuslar gören bir adam hâline çare ararken, “ben de korkulu rüyâ
görüyorum!” pişkinliğinde bir benzerlikle güya onu teselli yüzsüzlüğü veya resmiyetine
girilmemesi için. Bir ikâz daha: İç organ hastalıklarının tedavisinde bunu sadece dış yüzden
bir teşhis ve tadaviyle yapabilir misiniz? “Evet” diyorsanız, haydi şimdi doğru kebab yemeye.
Hakedilmiştir… TELEGRAM’ın teşhisinin hakkı, cihazın varlığının kabul edilmesiyledir.
Biz, tezahürlerini YAŞAYAN ve YAŞANMIŞLIK olarak anlatıyoruz; meğer ki, onu
söyletecek ve söyleyecek vicdanı bulsun. Sözlerim bir sızlanma değildir.
***
KARTAL’da Telegram yapılırken, kendisinden yardım dilemediğim tek büyük,
ÜSTADIM’dı. Havalandırmada tesbihatla turalarken, ARAR benimle istihza etmek üzere,
“Üstadının çilesi mi seninki mi?” dedi. “Üstadım’ınki!” dedim. O, maymunluğuna eş, bunu
yapmacık buldu. NYMPHALAR, görünmez bâtın çilesini şaka zannedenlere nisbetle, benim
gövdemi işaret ederek, “bu duruşum, onların himmetindendir; ve oturduğu yerde kendine
olmadık marifetleri lâyık görenlere nisbetle, beni kendime karşı da yalancılıktan koruyan bu
fizikî imtihandır!” dememi anlamış olarak, kendimi o mânâyı koruyucu darbe alan kalkan
görmemi sezmiş, çilemi birliyorlar. Burada bana düşen şeref, O’nun isbatçısı olduğum
kadarıyla. Lüzumsuz tevazunun riyâsına da lüzum yok. Evet; ARAR, sözümü yapmacık
buldu, oysa beni tam ifâde edendi. Yardım isteyemedim: Aşıkının karşısındaki lâkaydisi ile
onu büsbütün cezbeden maşuk gibi, onun ömür boyu yaşadığı ve çevreye neşrettiği fikir çilesi
- bu çile yolundan geleni bilmesi, benim için olsa olsa “benim gibi!” diyeceğini ve bundan da
büyük bir keyif duyacağını düşünmemden dolayı idi. Düşünmeden fazla birşey. Ben burada
yanıyorum, o şadolmuş bana bakıyor. Ölçü olsun: Zâhir veya bâtından ne gelirse, bağlı
olduğunun yüzüsuyu hürmetinedir. Asılda şeyh birdir ve ayrılıklar müridin gözündedir. Biz
himmeti gördük; o zâlimin yüzüsuyu hürmetine ve ondan. Doktor gibi, gerekeni bize vermiş
olarak; istediğimi değil, gerekeni, bize ne istediğimizi sormadan TELEGRAM etrafındaki
müsbete bakan ebced tevafuklarını, bu çerçevede anlayınız.

MANYETİZMA - HİPNOZ
Manyetizma: 560.
Tekfin: Kefenlemek. Kefenlenmek. (Kirillenme geliyor aklıma… Kefen: 151: Mehdî
Muhammed): 560.
Ta’lin: Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma: 560.
Sekem: Lâzım olmak, icab etmek. Yolun orta yeri. (Fırka-i naciye: Kurtuluş yolu, doğru
yol): 560.
Ni’met: Saadet, lütuf, ihsan. Hidayet. Rızık: 560.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1559= 560.
***
Kaptan Kusto Müslüman: (Dünya Çapında Bir Hâdise: 846: Müştak Baba): 559.
Seyyid Mustafa Nur: (Tilki Günlüğü’nde mevcut, 31 Aralık tarihli bir rüyâda ismi geçen
bir büyük.): 559.
Nurpaş: Nur saçan: 559.
Tenakkut: Nokta nokta olma: 559.
***
Tenvim: Hipnotize etmek. Uyutmak. Birisini uyur bulmak: 506.
Erdiş: 506.
Nakş-bend: 506.
Kuvvet: Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket edenleri sükunete getiren sebeb:
506.
Netane: Çirkin koku, pis koku. (Dikkati eserden müessire, insanın kendine bakışına
döndüren sanatta çirkin bahsi, dünyanın yanık ve marsık kokusunun bende Hakkı bulmaya
döndürüşü hikmetleri hatırlanmak üzere, delilden müessire derinleşmeye doğru sahabîden
Allah Resûlü’ne ilgi bir mânâda, bizzat onlarda gaye O - dolayısıyle onlara bağlanmakta gaye
O hikmetini göstermek için… Asin: Pis kokulu: 111. Masî. (Kürtçe): Balık: 111… Masî:
Pervasız, korkusuz: 111… Ma’raz: Bir şeyin göründüğü yer: 111… Sahabî: 111… Kuvvad:
Kumandanlar: 111… Elif: 111): 506.
İrşad: Doğru yolu gösterme: 506.
Vakt: Çağ. Zaman: 506.
Tezahür: Meydana çıkma. Birbirine yardım etme. Birbirini koruma. Görünüş: 506.
Fekahet: Lâtifecilik. Nüktedanlık. (Nükte, incelik): 506.
***
Nevm-i sınaî: Hipnoz. Uyutma tekniği: 327.
KIRGIZ: 1327.
Zekuret: Erkeklik: 1326= 327.
Şebeke: Balık ağı. Kafes şeklinde olan yer. Hüviyet sureti: 327.
Magfur: Günahlarının affı için kendisine dua edilmiş: 1326= 327.

YEVMİYE: JANDARMÖRİ
(Bizim en büyük problemimiz bir “jandarmöri-nizâm” kuramayışımızdır. Bu,
Tanzimat’tan evvelki şairlerde mükemmel olarak vardı. Kendileri bizzat hem kritiktiler, hem
şâirdiler. Kültür piyadestelleri-temelleri vardı. Ondan sonra herşey bozuldu… Münekkid,
insanı ihyâ edendir, inşâ edendir.)
***
Tenkid-kritik etme işini, hem sanatçı hem de okuyucu yönünden bir ihya ve inşaya
sebeb münekkidin rolünü, bir eserin eleştiricisi olmanın ötesine götürürsek, temelde insan
şuurunun her şeyden önce var olanı ve gelişeni TENKİD ŞUURU ile karşılaşırız. Bunun
hakkının kâmil mânâda verilmesi ile, mütefekkir, filozof, ilm-i edebin bütün yönleri demek
olan geniş mânâda edebiyat ve sanat nevilerinde görünen ilim ve sanat adamları ve tabiî ki
malûm mânâda münekkid ortaya çıkar. Üstadım’ın YEVMİYE’sini, bir idrak buudu olan “şiir
idrakı”nın derinliğine kadar sarkan bir inceliğe işaret diye anlamalı.
***
Jandarma: Düzen ve asayişle ilgilenen askerî kol: 308.
Ashab-ı Bedr: (İmam-ı Rabbânî Hazretleri: Habercilerin en doğrucusu Allah
Sevgilisi’nin KURTULUŞ FIRKASI üzerinde işaret buyurdukları bir delil vardır: “Kurtuluş
fırkasının kadrosu içindekiler şunlardır ki, tek yol üzerindedirler, ben de o yol üzerindeyim.
Sahabilerim de o yol üzerindedir.” Şeriat sahibinin o yol üzerinde mukaddes varlıklarını
bildirmeleri yeterken, buna bir de Sahabilerini ilâve buyurmaları, kurtuluş yolunun kütle
ifâdesiyle ancak Sahabîlerin yolu olduğunu anlatmak içindir. - Resûller Resûlü’ne bağlılık
iddia edip de Sahabilere bağlanmakta tereddüt göstermekse, davaların en bâtılıdır. Zirâ
Büyükler Büyüğü’nün yoluna nasıl düşüleceğini en halis mikyasta temsilden başka hiçbir
rolleri olmayan ve en sadık bağlılığın birer remzi bulunan Sahabiler’e muhalefet, nice
bakımdan Resûller Resûlü’ne muhalefetten başka bir şey değildir.): 308.
Arvasî: 308.
Derdak: Çocuklar: 308.
Nisanmus. (Akatça): Birinci. Nisan: 308.
Şîhab: Parlak yıldız. Kıvılcım. KAYAN YILDIZ. (Kur’ân’da, Allah Resûlü kasdıyla
geçer.): 308.
Sarih: Açık, belli, aşikâr. Saf ve hâlis olan: 308.
Huşş: Hacet mevziî. Tuvalet. Arka, son. (Huşşa’: Huşu içinde olanlar… Huş: Akıl, fikir,
zekâ, iyi ile kötüyü ayırma hissi. Ruh, can. Ölüm. Zehir.): 308.
GÖLGELER: 308.
Evrak: Sahifeler, sayfalar: 308.
Ihaze: Su toplanacak yer. Vakt: 308.
***
Kadime: Ordunun ileri karakolu: 150.
İslâm’a muhatab anlayış: 1149= 150.
Mehdî Muhammed: 151= 1150.
Sift: Küst: 150.
***
Muhammed Mehdî bin Askerî: 566.
Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 566.
***
Mehdî Muhammed bin Askerî: 563.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 563.
***
Jandarmöri: 523.
Esasat: Esaslar. Temeller, kökler: 523.
Kelime-i Tevhid: 523.
Ehadis: Hadîsler: 524= 1523.
Hırka-i Tecrid: 523.
Ten’ab: Karga sesi: (Siyah, ululuğun rengidir): 523.
İstinbat: Bir söz veya işten gizli bir mânâyı meydana koymak: 523.
Tecessüs: İçyüzünü araştırma merakı. Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak. (Hafiye):
523.
Cemiyyet: Topluluk, birlik. Hey’et. Bir yere cem olma. Mânevî birlik teşkil eden
cemaat: 523.

İSLÂM’A MUHATAB ANLAYIŞ


Bâtın’ın işleri, zâhir’in işlerinden ayrıdır; ve zâhir - kâinat’ta, Allah’ın OL emri
haricinde kalan, EMR ÂLEMİ zaruretine bağlı işler. Bâtın, zâhir’e zıddır; sır birliğinde bir
olarak, her iki âlem de Allah’tan ve son tecridde bire ircada eşya hakikatini ruh bulur. Kâinat-
dünya, bir insanın takva şartlarında yaşaması üzeredir; nefsin dünyaya bakan yönünü, bâtına
döndürmek için… İşaretlediğimiz hususlar, dünyanın yaradılışından sonuna kadar hiçbir
zaman bir rastgelelik olamayacağını, insan memuriyetinin sözkonusu oluşundan itibaren de,
Allah’ın eşya ve hâdiseyi tasarruf etmesi için yaratılmış HALİFE sıfatıyla, hiçbir devrin
sahibsiz kalmadığını belirtmiş oluyor. Topyekün kâinat, Allah Sevgilisi’nin yüzüsuyu
hürmetine ve insanın Allah’ın marifetine ulaşması için yaratıldı; bütün Peygamberler, kâmil
şekli Kur’ân’da tamamlanan kitabları ve şahıslarında tecelli eden mânâ O’nda toplu olmak
üzere, kendileri ve izlerinde olanlarıyla, baştan sona İSLÂM’ı temsil etmişlerdir. Demek
oluyor ki, kâfir de, istese de istemese de, devirlerine hâkim Peygamberlerin ve son tecridde
O’nun kadrosudurlar. Kâfir’in imânı gizli, müminin küfrü; imân ve küfür ehli, bunun
mesuliyetini taşırlar, karşılığını göreceklerdir. Asl olan İslâm’dır, istesen de istemesen de
teslimiyettir; mesuliyet şuurlu hâle nisbetle, şuura. Kronolojik tarih itibariyle galebe küfürde
görünse bile, EKSEN bu plânda görünse de görünmese de, netice itibariyle asıl galib İslâmdır.
Bütün bunların üzerinde durmamın tek sebebi, görevi zâhirde görünmek olsun olmasın, hiçbir
devrin Allah adamlarından hâli olmamasıdır; her asrın yenileyicisi, bunun hususiyeti ne ise, o
iş üzerinde bilinir. Dolayısiyle YENİLEYİCİLİK demek, zâhirde galebe anlamında değildir,
Şeriat’e bağlı ASL ve zâhirin var olabilmesi için zaruret üzerindedir. Kâinat, topyekün
varlıklarıyla, bağlı olduğu Peygamber diye anlaşılmak şartıyla onların yüzü suyu hürmetine
dönmektedir. Yenileyicilik? Her devrin bir mânâsı var.
***
Günümüzde yenileyicilikten kasıd ne? İnsan ve toplum meselelerinin hallinden
bahsedilirken, alâkasız şekilde bâtından bahis gevezeliği mi, bâtından bahsedilme işini
zâhirde panayır ağzı ve gösterişi içinde gevelemek mi? Sözü edilen kimde, tecelli eden hangi
mânâ? Gerekli olan, herkesin ELİNDEN GELDİĞİNCE olan değilse, –ki değil!–, İSLÂM’A
MUHATAB ANLAYIŞI YENİLEME ve bunun hareketi ve gerisi değerlendirilmesi gereken
malzeme değilse, nedir? Zâhiri o, bâtını bu, bir mihrak göster, devrimizi isimlendir. Böyle der
Büyük Doğu-İBDA ve budur: Yüzde 60’ı dünya nizamı ile ilgili olduğuna göre hadisler,
ihyasının bütünü devlet ister.
***
Rum Suresi, 7. âyet: (Meâli: Bir dış yüzünü bilirler bu değersiz hayatın, iç yüzünden
habersizdirler): 4564= 2566… Muhammed Mehdî bin Askerî: 566: Seyyid Abdülhakîm
Arvasî… Biz, “İSLÂMA MUHATAB ANLAYIŞ: MEHDÎ MUHAMMED” tevafukunun en
büyük itminan hissini, İslâmî mücadelenin gerisini ve ilerisini kendine bağlayan 1999’da,
METRİS hâdiselerinde gördük. Hele sonunda: Bâtından esen bir rüzgârla, birkaç dakikada
olup biteni gördük zâhir gözüyle.
***
Sencer Kartal: (1999’da, Metris’te şehîd oldu): 1044.
Dil: Tad alma ve konuşma uzvu. (Gust.) Lisân, zeban. Lûgat: 44.
Mürettebat: Tertib edilmiş olanlar. Bir iş için hazırlanmış olanlar. Gemide çalışanlar:
1043= 44.
Albay: 44.
***
Mehmed Akif Ersoy, Çanakkale’de savaşanlar için, “Bedr’in arslanları ancak bu kadar
şanlı idi” der. Samimiyetinden asla şübhe edilemez bir coşku içinde söylenirken, hakikati
incitişi de bariz bir mısra. Üstadım, şer’i öfkesi-anlayışı emsalsiz, bize işin doğrusunu söyler:
“Dünyadaki hiçbir savaşta hiç kimse, Bedr’in çarığına bile eş değildir!”… Ölçü, Gaye İnsan-
Ufuk Peygamber ve son ve kâmil din İslâm’ın, var oluşuna nisbetledir. Esası böylece
belirttikten sonra, 1999’un bana bir harika, eşi ve benzeri görülmemiş bir harika tecelli diye
görünüşü, Bedr Muharebesi’ni hatırlatması, sanırım anlaşılır bir davadır. O güne gelinceye
kadar, “İstikbâl İslâmındır” vezninde, dış şartlar ne olursa olsun, “Allah isterse dünyayı bir
sineğin kanadında taşıtır!” imânımı söylemişimdir.

BEDR ASHABI
Bedr: Dolunay. BİR İŞİN ANSIZIN ZÂHİR OLMASI. BİR ŞEYİN TAMAM
OLMASI. İyi hizmet eden köle: 206.
Cebbar: Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. (Allah’ın güzel isimlerinden biri): 206.
Füsûs: Nükte: 206.
İndifa: Meydana çıkma. Yerden fışkırma. Yer yer başgösterme. Teveccüh: 206.
Dara: Hükümdar: 206.
Dübr: Bir işin nihayeti, sonu. Bir şeyin arkası, gerisi. (İstikbâl): 206.
Gavr: Derinlik. Kök, asıl, temel, esas. Tefekkür. Hakikat: 206.
Erbab: Ulu, ulvî, âlâ. Reis, başkan, şef. Sahibler, rabler. Terbiyeciler. İşin ehli olanlar:
206.
Ebrec: Gözünün akı çok olan güzel gözlü kimse. (Bir Hadîs’te, Mehdî’nin gözünün
karasının çok kara, beyazının çok ak olduğu bildirilmiştir): 206.
Deber: Savaşırken askerin bozulması: 206.
Darb: Kapı. İslâm diyarıyla küfür diyarı arasında olan sınır: 206.
Reha: Kurtuluş, kurtulma: 206.
***
Ashab: Arkadaş olanlar. Sahabîler. Halk. (Allah Resûlü’nü gören, O’nun tarafından
görülen, Ümmet’in en üstün fertleri.): 102.
İmân: İnanmak. İtikad. (İsâ Aleyhisselâm’a atfedilen bir söz: Bildiğimiz için inanmayız,
inandığımız için biliriz… Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri: “İnan da, istersen bir odun
parçasına inan!”… İnanmanın kıymeti yanında, HADİM davasını hatırlayınız; vücut bulan
teshirine girilmişi… Kandıra Cezaevi’nden Emin Koçhan, mektubuna Ebu Hureyre
Hazretleri’nin naklettiği bir Hadîs’i iliştirmiş: Biz, İbrahim Aleyhisselâm’dan fazla şübhe
etmeye lâyıkız… Bakara Suresi’nden: “Hani O, “Yarabbi, bana ölüyü nasıl dirilttiğini
göster!” demişti. Allah Teâlâ, “İmân etmedin mi?” deyince, “İmân ettim, fakat kalbim
mutmain olsun!” diye cevab verdi”… Bir açıklama: Allah Sevgilisi’nin nesli, Adem
Aleyhisselâm’dan kendisine kadar, Peygamberler kuşağı ve ara çizgiler içinde - daima en
üstünlerden gelmiştir. İnsanoğlunun en büyüğü olan O’na kadar gelen insan soyu içinde, en
üstünü, “Allah’ın Dostu” sıfatlı İbrahim Peygamber’dir; Allah Sevgilisi’nin, “Efendimiz,
Seyyidimiz!” dediği ceddi. Bahsi geçen Hadîs’te “biz O’ndan daha fazla şüpheye lâyıkız!”
sözünün herhangi bir yanlış anlamaya fırsat vermemesi için, “şübhe, imânın kemâlinden
olur!” hadîs’ini hatırlamamız gerekir. VEHİM, ŞÜBHE, ilim sıfatının ortasına yerleştirilmiştir
ve “idrakin aczini idrak”ın sonsuzluğuna açılan bir İDRAK’ı gösterir. Bu da bir ilim.
Düşünün ki, Miraç’ta Allah Sevgilisi, Allah’ın “Zâtî yakınlığına ermiş”tir. Tektir): 102.
Mübeyyin: Açıklayan. Beyan eden. Meydana koyan: 102.
Zı’r: Süt anası. (GUSTO): 1101= 102.
Logos: Kâinat nizâmı. Lisân: 1102.
***
Logos: 1102= 103.
İsa: Bir şeyin işlemesini deruhte ettirmek. Vasiyet, sipariş. Nasbetme: 103.
Beka: Devamlılık. Daim ve sabit olma: 103.

BEDR MUHAREBESİ - ŞANLI BEDR


Üstadım: İslâm’ın ilk büyük harbi ve İslâm kılıcının büyük örsü BEDR… Bu kılıç, Bedr
gâzasında dövüldü ve sonra bütün insanlığa, ucunda ebedî şifayı taşıdı. İslâm’ın, alınları kar
topu atlar üzerinde, bütün dünyayı kuşatmasına yol açan Bedr… Bütün İslâm yayılışının
kudret çekirdeği Bedr!
***
Umumî kapışma başlayacak… Saflar tertibe girerken Allah Resûlü iki rekât namaz
kıldılar ve yine dua ettiler:
— “Allah’ım; beni mahzun etme! Bana vâdini lütfet!”
***
Bir ân uykuya dalar gibi oldular ve hemen gözlerini açtılar:
— “Yâ Ebubekir, müjde!”
Ve bir âyet okuyarak karargâhlarından çıktılar… Meâli:
— “Yakında kâfirlerin askerleri siner ve arkalarını dönerler!”
Cebrail’i görmüşler ve müjdeyi almışlardı.
***
Müjde, hiç kimse ölmeyecek ve yaralanmayacak diye değil, galib gelineceği
hususundaydı. İslâm mücadelesine dair her şeyde, fedakârlıklarla kazanılacak olanın ahiret
olduğunu unutmamak gerek!
***
Bedr Muharebesi: 532.
Selman-ı Farisi: (Sahabî… Hacegân silsilesinin 3. büyüğü): 532.
Abdülkadir Geylânî: (Gavs-ı Azam): 532.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2532.
Saat: Zaman. Kıyamet. Muayyen vakit: 532.
***
Yevm-ül Furkan: (Bedr gazasının gününe, Kur’ân Günü-Hakla bâtılı birbirinden ayırma
günü mânâsına, bu ismi de verdiler; çünkü Kur’ân bağlılarının izzet bulduğu ve küfrün başına
kahır sillesinin indiği gün.): 518.
Metbu’: Hükümdar. Kendisine tâbi olunan: 518.
Mülazemet: Devamlı bir işle meşgul olan. Sımsıkı bir işe bağlılık: 518.
Mütehammil: Tahammüllü: 518.
Mütemahhil: Hayâl eden: 518.
Muhtemel: Kabil. Mümkün olabilir: 518.
Astane: Paytaht. Başşehir. Mânevî büyüklerin kabri. Büyük tekke. Merkez: 518.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (35. Bölüm)


İŞARETLER
Levha 12 Şubat 1985… Ben, Zeyn-âb, Üstadım’ın eşi Neslihan Hanım ve oğlu
Mehmed… Kâzım Albayrak’ın dükkânının bulunduğu Sanayi Çarşısı’nın oradaki geniş
sahadayız… Neslihan Hanım, “işte geliyor!” diyor… Gelen, Üstadım… Elini gözlerinin
üstüne siper ederek seçmeye çalışıyor… Mehmed, karşılayıp elini tutuyor… Ben yanlarına
varınca, Üstadım’ın elinden tutuyorum, yanaklardan öpüşüyoruz ve fazladan, bir kere daha
elini öpüyorum… Elele yürüyoruz… İçimden, “keşke abdestli olsaydım!” diyorum ve
Kelime-i Tevhid’i tekrarlıyorum… “İçimi okuyordur!” diye düşünüyorum… Dikkatle
yüzüme bakışından bunu anlıyorum… Oturuyoruz… Milyarlık bir yer satımından
bahsediyor… Ben de bir yer satıp parasını ona vermeyi düşünüyorum ama, tereddütlüyüm…
Bu yüzden de biraz sıkıntılıyım!..
***
İstişraf: Ellerini güneş ışığına siper etme: 1042= 43.
Mütesakkıb: Ortası delik olan. (Farz: Bir şeyi delmek, gedik açmak. Bir kimseyi bir
vazifeye tâyin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe
ettiği muayyen bir şey. Takdir veya beyan eylemek. Bir şeye esas kılınan husus. Din
hususunda icrası zaruri ve terki günah olan husus. Kur’ân veya Hadîsle sabit olan Allah’ın
kat’i emri… Abdülhakîm Koltuğu bahsini de hatırlayınız.): 1042= 43.
Ulü: Sahibler. Bir şeyin ehli olanlar: 43.
Cüllâ: Büyük emir: 43.
Lüccî: Büyük deniz. (Hadîs: Denize bakmak ibadettir… Deniz: İlim.): 43.
Beliğ: Belâgatlı kimse. Kâfi derecede olan: 1042= 43.
Dırgam: Arslan, esed, gazanfer, şîr, haydar: (Şîr: Süt): 2041= 43.
Izmar: Kalbte gizlemek, belli etmemek: 1042= 43.
Müterettib: Tertib eden. Sıra ve tertibe giren. Meydana gelen. İcab eden: 1042= 43.
Pehlev: Şehir, belde. Yiğit, kahraman. (Bolu. Zâhir olmak.): 43.
Vahhabî B.D-İBDA: 44= 1043.
Bedr Muharebesi: 1044= 2043.
***
Vahab: Çok fazla ihsan eden: 14.
Salih Mirzabeyoğlu: 1013= 14.
***
Vahhabî Salih Mirzabeyoğlu: 480.
Mehdî Necib Fazıl Kısakürek: 1479= 480.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2480.
Dostî: Dostluk: 480.
Aşik: Aşık: 480.
Milliyet: 480.
Tamam: Bitme, bitirme. Tam, eksiksiz. Münasib, uygun: 481= 1480.
MERMER: Ruham: 480.

HAKKARİ BEYLERİ’NDEN MÜŞTAK BABA


Gerçek ismi, Muhammed Mustafa Müştak’tır. Anne tarafından Abdülkadir Geylânî’ye
uzanan bir soyu, babası da Seyyit’tir. 1758 senesinde Bitlis’te doğmuştur. Tahsilini, Bitlis
civarında yapmış, Amcası Hacı Mahmud Hoca’dan ders almıştır. Hafızlıkta, kıraati üst
seviyede ve hattattır da. Hakkarî beylerinden olan amcası Müştak Kadirî’nin nüfuzu altında,
22 köyü varken, diğer amcası Hasan Şirvanî’nin sohbetleri ile bâtın yoluna düşmüş, malı
mülkü ve beyliği görmez olarak ondan ayrılamamıştır. İleri talebelerinden ve icazetli. Sonra
Bağdat’a, Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin kabrini ziyaret; mânevî iltifatlarına
kavuşma… Bir şiirinde, bu ziyaretin mânevî bir davetle olduğunu yazmıştır. Orada “Nakib-ül
Eşraf; Seyyid ve Şeriflerin işleri ile ilgilenen makam”dan icazet aldı. Bağdat’tan, Hindistan’a;
Serendip bölgesindeki Adem Aleyhisselâm’ın makamını ziyaret etti. Ardından Hicaz’a gelip,
Hac vazifesi ve Peygamber kabrini ziyaret etti. İstanbul’a ve sonra Trabzon’a geçti, büyük
alâka gördü. Üçüncü Selim’in Sadrazam’ı Yusuf Ziya ile gazaya katıldı. Kudüs, Şam; 1790-
1814’de İstanbul Eyüb Sultan semtinde, SELÂMİ Efendi dergahında ikamet eyledi…
İstanbul’da iken, Mevlevî Hoca Neş’et Efendiyle, Hadîs ve Mesnevî üzerinde sohbet etti;
ardından Konya’da Mevlâna Hazretleri’nin türbesini ziyaret… Mesnevî okuttu… Tekrar
İstanbul’a döndü ve oradan Muş vilâyetine… İlim öğrenmeye devamda… Bu arada
Erzurum’a, bir çilehâne’ye gitti.
Müştak Efendi, uzun boylu, geniş göğüslü, nuranî yüzlü, elâ gözlü, muntazam burunlu,
heybetli, hoş sohbetli ve fakir fukaraya yardımı seven bir zât olarak tanınmıştır. HAKKARİ
BEYLERİ’nden olmasına rağmen, Baba ve akrabadan kalma 27 köydeki mal ve geliri
terkederek, tasavvuf yolunu ikmâl ile Kadirî tarikatinin önde gelenlerinden olmuştur. Elini ne
zaman cebine soksa, avuçla altun çıkardığı söylenir.Muş’ta, namaz kılarken, “itikadı
bozuk”lar tarafından boğularak şehid edilmiştir. 75 yaşında vefat eden Müştak Baba,
şehadetini dostlarına önceden haber vermiştir.
***
Cananı buldu hasta gönül canı istemez
Bir hastadır ki çare-i Lokman’ı istemez Zencir-i zülf ile Pabend olan gönül
Bağ-ı cinanda sünbül ü reyhanı istemez
Ehl-i kemâle nazim bildirdi kendini
Müştak eğerçi şöhret ile şânı istemez
***
Müştak: Arzu ve iştiyak gösteren: 841.
Ruham: MERMER. (Ruhamî: Mermerden yapılmış, mermerle ilgili… Ruhama: Rahim
olanlar.): 841.
Hammar: Meyhaneci. Mürşid, şeyh, kılavuz: 841.
Ketkat: Kelâmı çok olan: 841.
Erham: Başı beyaz olan at. (Hayırlı akıl): 841.
Hımar: Kadınların başlarına sardıkları bez: 841.
Mezak: Tad. Lezzet. Tad duyma. Zevk. (Gusto): 841.
***
Müştak Baba: 846.
Dünya Çapında Bir Hâdise: (Takdimimde, Kaptan Kusto Müslüman başlığının altındaki
alt başlık): 846.
Müverrah: Tarihi konulmuş, tarihli, tarihi belli: 846.
Müverrih: Tarihçi, tarih yazan. Ebced hesabıyla tarih düşüren kimse: 846.
Gamıza: Maruf ve açık olmayan hesab. Kolay anlaşılmayan ince ve derin mesele: 1846.
Emza: Çok tesirli olan. Hükmü çok geçen. Kat’i, şübhesiz: 846.
Fırat ve Dicle: 847= 1846.
***
Muhammed Mustafa Müştak: 1161.
Yasin Sûresi, 58. âyet: (Meâli: Hak katından inananlara selâm vardır): 162= 1161.
Umman: Okyanus. Büyük deniz: 161.
Ninan: Balıklar: 161.
Salvele: Allah Resûlü’ne okunan salavât ve dua: 161.
Sinyal: (Fransızca): Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti, işaret: 161.
Akademi: Yüksek mekteb. Eflâtun’un talebelerine ders verdiği mekân: 161.
***
Müştak Baba’nın çizilen ruhî ve fizikî portresi, bize tacını ve tahtını yele veren, Sultan
İbrahim Ethem Hazretlerini hatırlatıyor. Allah yoluna herşeyi terkten sonra, bir gün elbisesini
deniz kenarında yamarken, oradan geçmekte olan Vali, O’nun niye bu hâle düştüğünü içinden
geçirir; İbrahim Ethem Hazretleri, başını çevirmeksizin elindeki iğneyi denize atar ve
“balıklar, getirin!” der. İğne, bir balığın ağzında, ona iade. İbrahim Ethem Hazretleri’nin
(dilinden) şu sözler dökülür: “İşte bu yüzden!”… Müştak Baba, hayatı gibi mizacı da onu
andırıyor olmasından olsa gerek ki, sevgisi oğluna İbrahim Ethem ismini vermesinden belli.
DAVUD: 15: B.D.-İBDA
Allah’ın Zât ve sıfatlarına âit
bütün kemâlleri kendinde toplayan
ilk beliriş mertebesi - VÜCUDÎ
Zâtî sıfatlarındandır…
Vacib-ül Vücud
varlık için
varlığı zorunlu olan
Zorunlu varlık!
***
Davud Aleyhisselâm’da
vücudî hikmet - HALİFELİK
O’nda özel - bu
Âdem Aleyhisselâm’dan farklı!
***
Davud: 15.
B.D.-İBDA: 15.
***
Nebilik ve Resûllük
İlâhî ve hususi mazhariyet
şeriat kurmakla vazifeli olanlara
çalışmakla elde edilebilecek birşey değil
kulun - hizmet karşılığı değildir
peygamberlik! İstidlâlî - fertten umuma hüküm çıkarma
amelî yoldan nazariyata
–pratikten teoriye–
gerçekleşseydi şeriat
Allah’a ne gerek…
“KÜN-OL” sözüyle oldu varlık
vahy ve ilhâm Allah’tan
ilk DİL ilk İNSAN’la
böyle var oldu kültür ve medeniyet… Allah Allah’tır - kul da kul
önce kelâmı ayır
ondan sonra bahset sana mahsus
pratikten teoriye
teoriden pratiğe
ki Allah kelâmından gayrı
ona nisbetle pratik
doğrusu - eğrisi ve aykırısıyla…
***
Ayan-ı sabite
yâni mahlûkların
ezelî Allah bilgisindeki suretleri
vücud kokusu almamışlardır… Peygamberler
onların âit oldukları ayân-ı sabite’de
tasarrufunda oldukları İlâhî isim
maddi varlık alanına çıkınca da
onları tasarrufta
O İLÂHÎ İSİM
BOL NİMETLER BAĞIŞLAYAN - VAHHAB
İSMİNDEN BAŞKASI DEĞİL… Âyet’te buyuruldu:
— “Biz Davud’a kendi katımızdan
üstünlük verdik!”
belli ki O’ndan bir karşılık istenmedi
Allah zikrettiği fazilet ve üstünlük nimetini
O’na hizmet karşılığı verdiğini - söylemedi… VAHHAB ismiyle gelen
buna çok dikkat edin aman
Peygamberlere - mertebelere
böyle gider… Pek keskin keratalar
— “kaynaktan yapmalıyız!”
bu kafa gide gide
Peygamber sözünü bile redde… Vahhab - Peygamberlere
Vahhab - sahabilere
Vahhab - velilere
Vahhab - âlimlere
Vahhab - müminlere
Vahhab - bütün insanlara
Vahhab - bütün varlıklara
Var olmalarından başlayarak!
VAHHAB
mevzuu
kime - ne - nerede?
Takdir etmez misin ki
bedenin - ruhun - aklınla
çalışmayla kazanılmamış bir şeye sahibsin… VAHHAB - Peygamberlere
VAHHAB - Velâyete…
VAHHAB - Peygamber bâtını
velilere - Allah’ın ihsanı
bâtın hissesiyle zâhirde görünen
mezheb imâmları…
Ya sen?
seni dinleyene nisbetle sen?
dinlenecek olan mısın?
dinlenen misin?
o hâlde lidersin
garib - liderliği kabul etmiyorsan
kabul ettirmeye çalıştığın fikir ne?
garib - liderliği kabul ediyorsan
nasıl kabul etmezsin
sende olmasa da - velâyeti?
mezheb imâmı ne demek bildin mi?
bütün bunları anlamadan nasıl olursun
ALLAH’IN VELİ KULU?
***
Allah ezelî inayetine mukabil
amel ve şükürü doğrudan
Davud’dan istemedi - kavminden istedi
ezelî inayet sahibi büyükler
kendi yakınları ve ümmetleri arasında
karanlıkta yanan bir kandil
feyz ve ışık alanlara düşen - şükür! Günlük hayatta bile - nimet bildiğin şeyde
vesile olana teşekkür ederken
ya O’nlardan dolayı Allah’a şükretmemek
düpedüz dil uzatmak?
var kıyas et O’nlara:
— “Ruhu dilediğimden kullara veririm…”
buyuran Allah’ın ilhâm sahibi kullarına
eşeklik etmek?
***
Allah şükrü Davud’un kavminden istedi:
— “Ey Davud kavmi
şükür ile amel ediniz
benim azdır
MÜBALÂĞA ile şükreden kullarım…”
***
Peygamberler - bu nimetten dolayı
en çok şükür ve en çok amel eden
halbuki bu Allah tarafından
onlara emredilmiş değildi
kendilerinin sunduğu bir hediye
nasıl ki RESÛLLER RESÛLÜ
geçmiş ve gelecek günahlarının affı
bizzat Allah tarafından bildirildiyse de
mübarek ayakları şişinceye dek
kalmadı amelden - geceleri kıldığı namaz…
— “Ey Allah’ın Resûlü
Allah geçmiş ve gelecek günahlarınızın
affını haber verdi
nedir bu mübarek nefsinize cefâ?”
— “Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?”
buyurdu Peygamber
muhal farz - olmasaydı Cennet ve Cehennem
yine de var olma şevkiyle
kulun hakkı şükür - ibadet
görmez misin ki her türden kâfir bile
şuurunun derinliklerinde bu mânâ
geri durmuyor hâlâ
tersinden gerçekleştiricilikten
mümine vesile hikmet
ibret alıyorsa - ne âlâ!
Görmez misin ki bütün putlar
ve putlaştırılan makineye kadar
ruhu ve ruhçuluğu iptale dair
olup biten işler - sahte ruhçulukla beraber
kendilerini vardı iptale
altından çıktı İslâm - ruhçuluğun hakikati
bu gayret
nasılsa olacak olandan payını al:
— “Allah nurunu tamamlayacaktır!”
***
Davud Aleyhisselâma verilen bir diğer nimet
O’na verilen isim:
— “DAVUD
dal - elif - vav
bu suretle Allah
O’nu mücerret olarak
âlemden ayırdı!”
İNSANÎ HAKİKAT’in perdelerinde
O’nda tecelli eden - RUH GAYBI
günlerden Çarşamba
ve renklerden sarıyla alâkalı…
Dikkat - dikkat - dikkat
— “Allah Sevgilisi’nin ismi
bitişik harflerden müteşekkil
ALLAH O’NU ÂLEMDEN
KENDİ ZÂTIYLA BİTİŞTİREREK AYIRDI!”
insanî Hakikat’in perdelerinde
O’nda tecelli eden hikmet
GAYBIN DA GAYBI - bitişmek bu
günlerden Cuma ve renklerden yeşille alâkalı…
Allah Sevgilisi’nin mertebesi
Davud Peygamber’e nisbetle görüldü
O’ndan daha hususi oluşu
belli isminden:
— “AHMED ismi de böyledir - hususi
bitişir ve bitişmez harflerle…”
Allah Sevgilisi’nde - Allah’la
hem Zâhir’de hem Bâtın’da bitişme
Davud Aleyhisselâm’da ise
iki türlü mazhariyet yok…
***
Âyet meâlleri:
— “Biz O’na dağları musahhar kıldık
–teshir edilmiş, fethedilmiş, bağlanmış–
akşam sabah O’nunla birlikte zikrederlerdi
kuşları da teshir eyledik
toplanıp hep birden
O’nun tesbihini tekrar ederlerdi…”
— “Biz O’na demiri yumuşak kıldık…”
— “Biz O’na fasl-ı hitabı verdik…”
— “Ey Davud - biz seni yeryüzüne halife kıldık…”
***
Ameller Davud’a mahsus olmak için
dağların ve kuşların zikri…
O’na KUVVET ve KUDRET verdi
demir eridi…
O’na HİKMET ve FASL-I HİTAB VERİLDİ
FURKAN - haklıyı haksızdan ayıran… Ve O’nu diğer peygamberlerden ayıran
HALİFELİK ki - bunu âyetle bildirdi
O’ndaki hususilik!
***
Âdem Aleyhisselâm hakkında da
hilâfet hususunda sarih NASS
ama DAVUD Aleyhisselâm’ınkine benzemez:
— “Adem’i yeryüzüne halife kılarım…”
denmedi - sadece meleklere söylendi:
— “Muhakkak yeryüzünde bir halife nasbederim…”
İbrahim Peygamber hakkında da:
— “Ben seni halka imâm kılarım…”
dedi - imâm da halifedir ama
umumî mânâda!
***
Davud Aleyhisselâm’ın hususiliği:
“HÜKÜM HALİFESİ…” Âdem Aleyhisselâm’ın hilâfeti
sanki kendinden önce hilâfette olanın
yerini tutmak gibi
hüküm halifeliği ise doğrudan
Allah’ın nasbettiği
bu bakımdan Davud’a dendi:
— “Halk arasında hak ile hükmet…”
VÜCUD hikmetinin DAVUD’a nisbet edilmesi
bu sıfatın bütün kuvvet ve kemâliyle
O’nda tecelli etmesi
kuvveden fiile çıkması…
***
Bütün Resûller yeryüzünde Allah’ın
nasbettiği halife - bugün ise halife
Resûl’den gelmekte
Allah’tan değil
Resûl’ün şeriatiyle hükmettiği için
nasıl ki hadîs’te buyuruldu:
— “Ümmetim’in âlimleri
Beni İsrail Peygamberleri gibidir!”
Allah Sevgilisi’nden sonra Halife
ancak O’nun getirdiği şeriatle hükmeder
bunun dışına çıkamaz
ya O’ndan nakil yoluyla
ya O’ndan rivayet edilen içtihadla
–içtihad müessesesi hadîsle sabit–
bir de inceler incesi bir mesele:
— “doğrudan Allah’tan HALİFE - tâbi
Allah Resûlü’ne ve getirdiklerine
bunun yanında Allah’tan alır
bâtınî ve ledünnî hakikatleri…”
Son Resûl’ün buyurduğu:
— “Allah’la sizin aranızda
ne işlendiğini bilemem…”
O bildirmedikçe!
Bir misâl - nüzul ettiği zaman
hükümde zâhiren Allah Sevgilisi’ne tâbi
İsâ Aleyhisselâm
bunun gibi - doğrudan Allah’tan alan
aldığı bilgide İlâhî iktisa(b) sahibi
— “giyinme - bürünme - toplama”
hani Yunus’un
— “Al rengine boyandım - solmazam artık!” Resûllerin kurmuş oldukları şeriatten
bugün de devam eden hükümler
biz o hükümleri yerinde tutmakla
Peygamberimiz’den önce gelen şeriatlere değil
onların Peygamberimiz tarafından da kabulü
neticede - Peygamberimiz’e uymuş olduk
halifenin ondan aldığı şeyin aynını
Allah’tan alması da böyledir:
— “KEŞİF LİSÂNİYLE ALLAH’IN HALİFESİ
ZÂHİR DİLİYLE ALLAH RESÛLÜ’NÜN HALİFESİ…”
BU SEBEBLEDİR Kİ - ALLAH SEVGİLİSİ
HALİFELİK MAKAMINI
DOĞRUDAN ALLAH’TAN ALAN
KİMSELER OLACAĞINI BİLDİĞİNDEN
HİÇ KİMSEYİ HALİFE TAYİN ETMEDEN
BU DÜNYADAN GİTMİŞTİR
halife olacak zât
şeriate tâbi olmakla beraber
Allah tarafından nasbedilir
bu hâle göre - Allah tarafından
mahlûkları arasında halifelik vazifesi
devam ettirilmektedir!
***
HALİFE - Allah Sevgilisi’nin söylediği
ana hükümler üzerinde değil
sadece içtihad üzerinde yerleşen hükümlere
bir şey ilâve veya tenzil - edebilir
bazen halifede HADÎS’e aykırı bir söz
bunun belki de bir içtihad olduğu sanılır
halbuki imâm nazarında o hadîs
keşifte Nebi’den doğrulanmamıştır
eğer sabit olsaydı onunla hükmederdi
çünkü - HADÎS’E AYKIRI İÇTİHAD OLMAZ…
İndirilmiş olan bir hükümde
iki imâmın anlayışı bir olmadığı zaman
VAHY inmiş olsaydı şübhesiz
birine uygun düşerdi
şu hâlde en uygun düşen HÜKÜM
ancak İlâhî hükümdür - velâyetle gelen
bundan başkaları her ne kadar Hak yönünden
rahmet cümlesinden yerleşmiş olsa da
ancak ümmetten darlığın kaldırılması
ve hükmün genişlemesi için koyulan
içtihada dayalı mevzuattır… Hazret-i İsâ nüzul edince - kaldıracaktır
içtihadla yerleşmiş olan şeriatten birçoğunu
sadece Allah Sevgilisi’nin kurduğu şeriat şekli
çünkü O - Resûl!
***
Hazret-i Davud’un demiri yumuşatması
şiddet ve korku ile
katı kalbleri yumuşatmanın remzi
demiri yumuşatmak güç değildir
çünkü yumuşatır ateş demiri
taşı çatlatır - kireç gibi yapar
ama katılıkta taştan beter kalbleri? Allah Davud Aleyhisselâma
bir şeyin kendi nefsini
yine kendi nefsiyle
koruyabileceğini gösterdi
muharebede demirden zırhlar yapmasını buyurarak
kılıç ve demirden yapılmış ok uçlarından
mızraktan vesaire korunmak imkânı
demiri demire kalkan yapma misâli:
— “Yarabbi sana sığınırım!”
bu - demiri yumuşatma nüktesinin ruhu:
— “Allah - MUNTAKİM
rahmet verici
başarılı kılıcıdır!”
***
Allah’tan yine O’na sığınmak
beşerî sıfatlarını İlâhî vasıflarla eritmek
yahud O’nun Celâl sıfatından
Cemâl sıfatına sığınmak gibi… O’ndan gelenden yine O’na sığınmak
nefsinde yine O’nu bulmak…

***
Bilgem’in Noktalaması:
— “Bu yük senden Allah’ım
çekeceğim naçarım
senden sana sığınır
senden sana kaçarım!”

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (36. Bölüm)


“BEN KİMİM?” MESELESİ
İmâm-ı Âzam Hazretleri, “söz, kalbten gelince kalbe tesir eder!” diye buyurur; bunun
yanında, bir insan hiç konuşmasa ve katılmasa da, tartışmadaki konuşmaların onun üzerinde
mutlaka tesiri olacağını söyler. Onun, kendi içinde hesabının denkleştirilmesi gereken bir
keyfiyet olduğu açık; bu muhasebe yerine getirilmediği zaman, umumi şuur içinde menfi bir
kayma meydana geleceği anlaşılıyor.
BEN ve NYMPHALAR… Onlar, asıl ve esasta şeytanî bir zıtlık içinde, beni kafamdan,
kalbimden ve bedenimden yana rahatsız ederken, kısaca şuurumun zıt kısmını temsil yanında,
rastgelelik asıl, dilimin içinden güzel şeyler de buluyorlar. Kendi buluş zevkleri veya beni
şaşırtmak ve takdirimi de almak üzere. Onları genel hatları ile bugüne kadar anlatabildim
sanıyorum: Tek kelime ile menfi ve üzerine serpiştirilmiş müsbet yönleri. Beni tahrik için ve
bu tahrikle çoğu zaman belirli bir mevzu üzerinde olmaksızın daldan dala geçerlerken, benden
çıkanların tadına vardıklarını hissediyorum; sadece frekans oyunları bakımından değil,
gerçekte de böyle. Son derece güzel hatırlatma ve benim kompozisyonumun tertibinin uygun
yerine yakıştırma bakımından, bazen fevkalâde. Onlarda benimle oynarken, bir zenginleşme
ve değişme görüyorum; kendi zaruret veya niyetleri, illâ menfide kalmak olsa da, hiçbir
zaman eskisi gibi - başlangıçtaki gibi olamayacaklar. Bu satırları, onların bire bir almaları
çerçevesinde yazmamın tuhaflığını belki takdir edersiniz. Herhâlde aynı şey onlar için de
geçerli. Ama takdirlerimi belirtmem, aynı zamanda bana söylediklerine karşı da bir meydan
okuma ve alay niteliğinde: “Şimdi sana NYMPHLAR yazdırıyorlar derlerse!”… Yâni
“marifetim” onlara hamledilirse? Cevabım net ve emin: “Olsun!”… Benim eserlerimi bilen,
üslûbumu bilen, onlara düşenin –bu da benim söylememle–, “anlıyor” olmaları olduğunu
takdir eder. Aramda onlarla bir “SIR” varmış gibi olmasın diye, onlara haklarını bildiriyor ve
dışlıyorum. Birazdan yine rahatsız etme işleri başlar. Karşılıklı sövüşme.
Çok hoş: Şuuruma takdim edilen, iradenin belli bir noktada teksif edilmesi ile ilgili,
Profesör Jung’un, diğer eserlerimde geçen bir misâlinin, kendi durumları niyetine
hatırlatılması. Bu yazının başlığı, “BEN KİMİM” MESELESİ olarak düşünüldükten sonra,
“Zan ve Nisbet”, “Suret ve Mânâ” bahislerinin arkasına bırakıldı. Uzun etmeyeyim: Çok
yorgunum. Mevzuya giremiyorum, aradığımı bulamıyorum. Birkaç kelime ve frekansla
yollanan, sözkonusu hoşluk: Baştan itibaren elbette niyetleri değilken, benden de olsa olsa
kuru yakınma ve aşağılanmama mahsus bahaneler bulacakları fizikî tezahürler bekleyen
NYMPHALAR, neticede benim “kendi kendime ve kendi kendimi rezil edici” lâflamalarımın
ardından, “perde ardında kalacaklardı” işleri istihaleye uğramış (değişmiş) olarak, benim
NEFS MUHASEBEM’e mevzu bir duruma giren anlatışlarımı tahrik gibi bir role büründüler.
Başlangıç böyle değildi; bu hâl 3-5 aylık. Yollanan, tam da bu… Afrika’da, bir kabilenin
misafiri olarak çalışma yapan Jung’un arkadaşı, bir gün uzak mesafedeki beyazların bir
bürosuna mektub yollamak ister ve durumu kabilenin şefine bildirir. Onun çağırdığı zenci,
kendisine karşı anlamıyormuş gibi gayet lâkayd bir tavır içindedir. Jung’un arkadaşı bu
durumu, onun isteksizliğine bağlar. Bu arada Şef, elinde içine mektub konulan kalın kamış,
karşısındaki zenciye bağıra çağıra, “bu bir mektub!” diye bağırarak, gideceği yeri söylemekte,
küfürler etmektedir. Bu işe, elinde kamçı, onun sağında solunda şaklatmalarla devam eder.
Zenci birden aydınlanır, yüzü güler ve anladığını söyler: Garib görünecek bir davranışla, onu
postacı kılan irâde oluşmuştur. Gariblik bize göre. Bizim dünyamızda da, iradeyi istenene
nisbetle teksif edici, içimizden veya dışımızdan, böyle motivasyon teknikleri mevcuttur…
Herhâlde anlaşıldı: NYMPHALAR’ın bana yapıp ettikleri, hani simyacıya altun yapsın diye
çamur yetiştirmek gibi oluyor. Bunu defalarca belirttim; ama doğrusu, yukarıdaki hâdiseyi
hatırlatarak kendilerine biçtikleri rolü çok hoş buldum. Ama boş bulunmuyorum, yâni tavlama
niyetim olmadığı gibi, tavlanmıyorum da. Bu cümleden olarak ihtiyatlı karşılığım:
— “Dediğiniz doğru, ama benim marifetim olarak. Yaptığınız iş herkese bu etkiyi
yapmayacağı gibi, TELEGRAM’ın gayesi de bu değildi!”
***
Üstadım’ın, İSTİKBÂL İSLÂMINDIR isimli eserim hakkında, bana “bir TAKDİM
yazım olacak, bütün HÜVİYETİN’le görüneceksin!” demesi ve düz mantıkla verilmemesi bir
yana, bulunduktan sonra da rengten renge girerek sonsuzluğa açılan bir mânâ olarak tecelli
eden “BEN KİMİM?” meselesi malûm. Zaten insanoğlu bunun için yaratıldı: “Kendini bilen,
Rabbini bilir!”… Bu nihayetsiz yolculuk, en ulvî anlayıştan en süflisine kadar, şuurlu veya
faaliyetlerinin bütününden tüten bir mânâ olarak yaşanırken, bende, şuurlu ve beni tarif eden
bir oluş ve fikir kimliği hâlinde hususî olarak tecelli etmiştir. İRADEM, hâlihazırda
TELEGRAM’la sınanmakta. Bildik soydan bir TAKDİM yerine, kendini ele verene kadar
bana haketme çileleri yaşatan ve bunu bilinenin aranması hâlinde sonsuzluğa açan TAKDİM
şeklim, anlayana, Allah’ın VAHHAB ismi alâkası içinde nakledilmiştir. Haketme çilesi; bu da
Allah’ın bir vergisi, ihsanı. Şükretmek vacib oldu!
Allah, “İnandım demekle kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz!” buyuruyor. Doğrudan bir
imân davası olarak, aramaya devam: BEN KİMİM? Büyükler VEHİM ve ŞÜBHE’nin, ilmin
ortasına yerleştirildiğini söylemişlerdir. Bu, İslâm ve doğru yol kaygısında olanlar için, hedef
ZÂT ve tâbi olunan yol hakkında değil, iş letâfete doğru gittikçe bizzat öz varlığın
hayâlleşmesi ve “VAR MIYIM?” hakikatine çatılması sebebiyledir. “Allah’tan başka herşey
bâtıl” buyuruyor Allah Sevgilisi: Olan yalnız O. Peki bu sözü söyleyen, kulluk sınırı mutlak
ne-kim? Bu hikmeti yaşayan büyükler buyuruyor: “Ne anlatmalı, nasıl anlatmalı?... Sadece,
aczin idrakinden doğan bir ilimle, akılüstü bir hayatı yaşayanlara mahsus HAYRET. Vehim
ve şübheden kasıd bu. Bana gelince: Ben, eserimim. Arayışlarımın ardımda kalan izleri.
***
Men ene?: Ben kimim?: 142.
Mehdî. (Büyük ebcedle): 142.
Abdullah: Allah’ın kulu. (Allah Resûlü’nün isimlerinden biri.): 142.
***
Mehdî Muhammed: 151
Muamma: Anlaşılmaz iş. Bilinmeyen hâl. Karışık şey: 151.
Vuu’: Tilki. (Gönül): 152= 1151.
***
Mehdî Muhammed: 151= 1150.
İslâma Muhatab Anlayış: 1149= 150.

ZANN VE NİSBET
Ademoğullarının büyük bir kısmı, ZANN eseri bir İlâha tapmışlar ve tapmaktadırlar.
Her insanın, mümin veya kâfir, tasavvur etmiş olduğu bir İlâhı vardır… Bu hususu ifâde
ettikten sonra, Muhammed Aziz Nesefî Hazretleri, aklın-ruhun bâtınî şeriat ve bâtının
gayesinin Şeriata bağlılığı güçlendirme olması hasebiyle, mümine bir gayret, tenkidini yapar:
— “İşte durumları bundan ibaret olanlar, bütün gün putperestleri eleştirip, kendi
durumlarının bu olduğunu anlamazlar: PUTLARINI KENDİLERİ YAPAR, SONRA DA
ONLARA TAPARLAR diye eleştirirler. Bilmezler ki kendileri de diğer putperestler gibi
davranmaktadırlar. Her zaman aynı kalmak isterler. Rablerin Rabbi gerçek MABUD’un,
gerçek İLÂH’ın varlığından gafildirler…”
Sonra, bir abid ile Hazret-i Hızır’ın hikâyesini, buna misâl olarak gösterir.
***
Bir abid, Hızır Aleyhisselâm’ın vasıflarını işiterek O’na aşık olur, gece gündüz
karşılaşmayı ve arkadaşlık etmeyi temenni eder, bunun için dua eder. Hayâlinde, şu kıyafette
ve bu yapıda diye bir tasavvur edilmiş Hızır, böyle bekler. Nihayet bir gün yalnız başına iken,
muradına erer; Hızır Aleyhisselâm kendi cismanî heyetiyle ona görünür ve “işte, görmeyi arzu
ettiğin Hızır benim!” der. Abid, O’nun yüzüne bakınca, hayâlinde canlandırdığı gibi
olmadığını görür ve “sen Hızır değilsin!”… Sebebi, hayâlinde canlandırdığı gibi olmayışı…
Hızır Aleyhisselâm şu cevabı vererek ortadan kaybolur:
— “Sen bana değil, tasavvur ettiğin Hızır’a aşıksın!”
***
Hazret-i Hızır’ın, Resûl mü, yoksa veli mi olduğu hususunda âlimler arasında ihtilâf
vardır. Bu görüşlerin arasında ağır basanı, O’nun Resûl olduğu yönündedir. Hazret-i İlyas
denizlere memur edildiği gibi, Hızır Aleyhisselâm da karada yaşayan varlıkları koruyup
kollamakla görevlidir. İlâhî İrâde’nin emrinde.
***
Derya: Deniz… Dery: Bilgi… Hazret-i İlyas, Nuh Aleyhisselâm’dan önce Nebî olan
İdris Aleyhisselâm’dır. İdris Aleyhisselâm, ruhaniyeti cismaniyetine galip gelerek, miraca
mazhar olmuş, mekânların en yücesi Güneş feleğine yerleşmiştir. Cismanilik, hayvan, hayat
mertebesidir: Bu mertebeye galebe, bütün hayvanların dilinden anlamayı getiren… Allah’ın
ilim sıfatı, HAYAT sıfatının gölgesidir, Allah ile bir çeşit birleşmesi vardır. HAYAT suya
işlemiş ve varlıklar bundan neş’et etmiştir. KUDRET, İRADE ve diğer sıfatlar da ilim
sıfatından… AMEL’le mekân yüceliğine eren İdris Aleyhisselâm, İlyas Aleyhisselâm
görünüşünde, beşerî ve melekî suretleri kemâl mertebesinde mezcetmiş bir Nebi olarak, bu iki
âlem arasında BERZAH olmuştur: DİLEK mânâsına gelen dağın yarılıp açılmasıyla ateşten
bir AT temsil olunmuş, bu ateşten AT’a binerek nefse âit isteği kalmamış, şehvetsiz AKIL
olmuştur. Üstadım’ın YAKICI FİKİR tâbiri hatırlanmalı… Allah, bütün âyet ve mucizeleri
ateşten olan İlyas Aleyhisselâm’a, herşeyden münezzeh oldu; Allah’ı herşeyden TENZİH
eden-tecrid eden bilgi… Akıl, bu hâlinde ilmi, amelî bir kazançla değil, doğrudan tecelli
yoluyla Allah’tan alır. Allah’ı her türlü beşerî sıfatlardan tenzih eder ve bilirken, TEŞBİH
gerekli olduğu zaman da şuhudî ve keşfî olarak bilir.
Hazret-i İlyas ve Hazret-i Hızır’ın, biri denizlere ve diğeri karada yaşayan varlıklara âit
memuriyetlerinden kasdın ne olduğu, yeri gelince tekrar değinmek üzere böyle.

EBCEDLE GÖRÜNENLER
Muhammed Aziz Nesefî: “Hakikatlerin Özü” isimli eseri, Abdüsselâm Tutal’ın hediyesi
olarak elime ulaşan, 1280-1300 tarihleri arasında vefat etmiş bir veli. Eseri sadeleştiren
Vahdet Mahir, araştırmacıların, onun Türkistan-Horasan’da, Nesef şehrinde dünyaya geldiğini
söylediklerini, takdiminde belirtiyor. (Nesfe: Dökülmüş ve saçılmış un.): 396.
Ma’ruf: Bilinen, meşhur. Şeriat’ın makbul kıldığı veya emrettiği şey. İhsan. VAHHAB:
396.
Kahraman: Yiğit, cesur. İş buyuran, HÜKÜM SAHİBİ: 396.
Makrun: Ulaşmış. Kavuşmuş. Müsaadeye mazhar: 396.
Menkur: Delinmiş. (Zâhirle Bâtın arasında… ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU’nu
hatırlayınız.): 396.
Münşee: Yelkeni çekilmiş gemi. Müsvedde yazılan kâğıt. (MÜNŞEAT: Kaleme alınmış
şeyler… Şira’: Gemi yelkeni… Şir’a: Bir ırmak veya su menbaından su içmek için girilen
yol… Şir’a, şeria, meşrea’: Şeriat.): 396.
***
İdris: Adem Aleyhisselâm’ın çocuklarından, ilk yazı yazan ve terzilik yapan Peygamber:
275.
Ruhanî: Ruha mahsus: 275.
Hat’are: Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek: 1275.
Addar: Denizci, gemici taifesi. (Kaptan Kusto’yu hatırlayınız.): 275.
Arca: Topal ve aksak kişi. Sırtlan. (Kasah: Sırtlan: 169: Kust: Rahman Suresi, 19-20.
âyetleri): 275.
Seriyye: Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi: 275.
***
İlyas: 102.
İman: İnanmak. İtikad: 102.
Mevhume: Vehim, kuruntu ve hayâl nevinden şey: 102.
Mesag: Açlık. Geçmesi kolay olan. İtibar, değer. İzin. Müsaade: 1101= 102.
Sayb: İnmek. (İdris Aleyhisselâm’ın, ikinci görünüşünde İlyas Aleyhisselâm olması):
102.
Ashab: Sahabiler: 102.
Münezzeh: Tenzih edilmiş: 102.
Saye-gâh: Gölgelik. Gölgeli yer: 102.
Namzed: İsteyen veya istenilen kimse. (Mürid’i hatırla): 102.
Enkal: İşkence âletleri. (Üstadım’ın “Görmedim fikir çilesinden büyük işkence” mısraı
ve TELEGRAM hatırlanmalı): 102.
İkmam: Ağaçların tomurcuklanması. Çiçek tomurcuğunun görünmesi. Elbiseye yama
yapmak. (Üstadım’ın ÇOCUK isimli şiirinden: Ağaç içinde ağaç, geliştiren tomurcuk…
Mevlâna Hazretlerinin, Seydi Mahmud Hayranî Hazretleri için söylediği: Deliliğin nakşını
benim elbisemden elbisene yama… Gıyabında onun için: Saçı sakalına karışmış, tilki gibi bir
zât idi): 102.
Sebil: Allah rızası için su dağıtılan yer: 102.
Selib: Aklı başından alınmış. (Aklı kül olmuş): 102.
Zı’r: Süt anası. (Üstadım): 102.
Alb: Eser: 102.
Besil: Çirkin yüzlü: 102.
***
Hızır: Ab-ı hayat suyunu bulan-içen, Kur’ân’da ismi geçen ve Resûl sanılan kişi. (Ab-ı
hayat: Kan. Ebedî hayata sebeb olan su. Lâtif söz, letafet. Tasavvufta, hakiki aşk - İlâhî aşk -
ledün ilmi, marifetullah mânâsında. Ab-ı Hızır, Ab-ı hayvan, Ab-ı beka gibi isimlerle de
söylenir.): 1600.
Takannün: Kanunlaşma. Değişmez hâlde, kat’i olarak belirme: 600.
Müstekiff: Bakarken gözünü muhafaza için, ELİNİ KAŞININ ÜSTÜNE KOYMA: 600.
Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Sevme: 600.
Müteyakkın: Yakîn ve kat’i olarak, şübhesiz olan: 600.
***
HIZIR: 1600= 601.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 602= 1601.
Sa’leb(e): Tilki: 602= 1601.
İstitlak: Boşanmayı isteme. İç sürgünü olma, amel olma. (Taklid caiz olmayan ve
rabıtada şeyhin bırakılıp hâle sarılınması ile ilgili cezb durumu… Amel olma ile ilgili misâl:
Müshil tesiri yapan ve hassası ne kaynatma ne yanma ile kaybolmayan bir ot. VARİDAT da
hatırlanmalı): 601.
Amene’r-Resûlü’de: “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez.”: 602= 1601.
Sakb: Delme, delinme. Bir taraftan diğer tarafa açık olan delik. Sütü çok olan deve.
(İlmi çok olan güzel, cemâl) Çok kırmızı, koyu kırmızı. (Feraset: Süvarî. Kaptan): 602= 1601.

SURET VE MÂNÂ
Suret olmadan, mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez. Şu okuduğunuz satırlarda bile bu
hakikat görünüyor. Mânâ, kelimeler hâlinde, sonra yazı şeklinde suret bulmuş, cümle
terkibinin bütünü olarak tecelli etmiştir. Sözkonusu hakikat, ses, renk, şekil, tasavvur ve
hayâlî heyet hâlinde, bütün varlığı ihâta eder. Demek ki, suret deyince aklımıza, bildik resim
sırasında görünenler değil de, İFADE olmuş herşey gelmelidir.
***
En başta: Allah, İNSAN’ın bedenini kâinatın unsurlarından, bâtınını da kendi sureti
üzerine yaratmıştır. Bu ölçüyle sabit. Denmiştir ki, “Allah Resûlü, görülür, bilinmez; Allah,
bilinir, görülmez”… Bilinmez olan, Allah’ın Zâtî sıfatıdır; bilinir olan da, ilim sıfatı. “Kişi
kendini bildiğince Rabbini bilir!” ölçüsü ve “Ben insanın en büyük sırrıyım, insan da benim
en büyük sırrım!” ölçüsü birlikte düşünülünce, Allah Resûlü’nden gayrı, kendini bildiğince
Allah Resûlü’nü, Allah Resûlü’nü bildiğince kendi nefsini bilir hakikati anlaşılır: Neticede,
görünen O, bilinen Allah’tır. Bizzat Allah Resûlü, nefsini bildikçe Allah’ı bilen olarak, kul
olması gereği, ebediyen “Allah her ân bir şe’ndedir-işdedir” ölçüsünü yaşayacak olandır. Bu
mesele, sözü edilen incelikler çerçevesinde, O’nun hem bütün açıklığıyla hakikatini, hem de
İlâhlaştırılmasını engelleyicidir. O’nu GÖRMEK’ten kasdın, sonsuz İDRAK mevzuu olduğu
belli.
***
GÖRMEK ve BİLGİ - AYN ve İLİM… GÖRME tâbirinin, müşahede ve idrakin zâhir
ve bâtınına âit bütün yönlerini içine alan bir genişlik kasdı ile kullanıldığına dikkat çekerek,
İLİM’den kasdın ŞERİAT olduğunu hatırlatalım: Geçen sayılarda bahsi edildi. Her ne olursa
olsun, MÜŞAHEDE-İDRAK, Şeriat’e nisbet edilmelidir. Burada, Allah Resûlü’ne atfen
söylediklerimizin, O’na tâbiliğin, doğrudan Allah’a olduğu da anlaşılıyor.
***
MÜŞAHEDE ve ŞERİAT… Şeriat, İMÂN mevzuu; Allah’a, Resûlü’ne yâni Kelime-i
Şehadet’ten sonra, bundan neş’et eden mukadder oluş hâlinde Kur’ân ve hadîs’ten başlayarak
bütün bir heyeti umumiyeye… İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, “Şeriat’ın hakikat oluşu şuradan
belli ki, nefs onun hükümlerinden hiç hoşlanmaz!” buyuruyor. Bunun içindir ki,
MÜŞAHEDE-İDRAK, Hakkın bâtıl ve bâtılın Hak görülebilmesi bakımından, mutlaka
Şeriat’e NİSBET edilmesi gerekendir.
***
Hacegan silsilesinden büyüklerden biri, aynaya bakarken hanımına, bir diğeri ise
müridine, yüzü birden değişerek çirkin şekilde görünür. Bu hâl karşısında donup kalan
muhatablarına, “bizi çirkin görürsen, bizi bırak da kendi nisbetine sarıl!” buyururlar. Candan
aziz bilinmesi gerekene. Nisbet, İMAN ile MÜŞAHEDE arasında tecelli eder. Hususidir. Her
yeni tecelliyi kendi VAROLUŞ’una vesile kılandır, tekâmüldür. Allah Resûlü buyurmadı mı
ki, “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır!”… Burada, PUT bahsine âit son derece ince
bir noktayı yakalamış oluyoruz.
***
Şu görünen-şehadet âleminde, eşya ve hâdise ortasındaki insanın, semirmeyi tekâmül
zannetmesinin sebebi şudur: Akılla zaptettiğine, akılla kuşattığına inanmak ki, PUT budur.
İster malûm mânâda PUT olsun, ister şuurda bir tasavvur, bir hayâl-düşünce. Mesele, İMÂN
ve İSLÂM olarak ele alınırsa, Hazret-i Ömer’e atfedilen bir hikmet, “din, akıl sahibi içindir!”
hakikatine nisbetle, velilerin söylediği: “Bu iş ne akılla olur, ne akılsız!”… İMÂN-ŞERİAT’e
göre İDRAK EDİLEN. İdrak edilen boyunca bende teşekkül eden suret, suretten surete geçiş
hâlinde bir tekâmüldür. Olması gereken. Anlaşılıyor ki, tekâmül, her varılanın-teşbih’in,
tenzihi zarureti ile gerçekleşmekte: Allah, hep ötelerin ötesinde.
***
Kâfirin, kitab ehli olanlarından, imânsızlarından, malûm mânâda PUT’a tapanlarına
kadar hepsinin putperestliği açık. Onlara, İslâm’a uymak yerine, İslâm’ı kendi nefslerine-
kafalarına uyduranları da eklemek gerek. Velilerin, bağlıları ve Müslümanlar için sözettiği
“putları yıkmak” tâbirleri ise, zihinlerinde oluşan bir imân tasavvuruna nisbetle sabitlenmeleri
ve bunun tekâmül ifâde eder bir anlayış hâlinde yenilenmemesidir; yâni, yenilensinler diye.
Güç yettiği kadar ilim sahibi olmaya bakmak, bunun yanında faydasız ilimden Allah’a
sığınmak şart. O ilimle ne yapıldığı sorulacak.
***
Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri: “İlim, insanın cehlini alır, ahmaklığını almaz.”
İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, FIKIH’ın asılda ANLAYIŞ olduğunu işaret ederek, İMÂN
sevgisinin doğurduğu Allah’tan-Sevgili’den korkuyu doğurmayan, neticede tekâmülü
doğurmayan ilmin, kalbi karartacağını ihtar eder.
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri: “İlimde en yüksek makam, hayret makamıdır!”
Hayret, ilimden doğar: “İdrakin aczini idrak, bir ilimdir!”... Buyuran, Hazret-i Ebubekir.
***
“Mutlak Tevhid mümkün değildir!” buyuruyor Şah-ı Nakşibend Hazretleri. Esseyyid
Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, HAYRET ehlinin hâlini, aynı mânâda, “Kişi mevzuunu
bulamaz ki ben desin!” ifâdesiyle belirtiyor. NYMPHALAR’ın arasıra buluşları(!) gibi
anlaşılırsa, “mevzuunu bulamamak”, sanki bir zanaati olmayan adamın iş bulamaması
şeklinde anlaşılabilir. Murad meselesi dikkate alınmazsa. Efendi Hazretlerinin kasdı belli:
Allah’ta fani olan, Allah ilmine dalan HAYRET ehlinin hâlidir… Muhyiddin-i Arabî
Hazretleri:
— “Allah bilgisi denizine dalan HAYRET ehli, su (hayat) içinde ateşe girdiler.
Muhammedîler hakkındaki âyette DENİZLER TUTUŞTUĞU VAKİT buyurulmuştur. Nasıl
ki fırını yaktığın vakit fırının tutuştuğunu söylersin; bunun gibi, o hâl içinde onlar kendilerine
Allah’tan başka yardımcı bulamadılar, Allah da onlara yardım etti ve ebediyen fenaya erdiler.
Eğer Allah onları kıyıya ve tabiat alanına çıkarsa idi, bu yüksek mertebelerinden indirirdi. Her
ne kadar KÜLL, Allah için ve Allah ile –O’nu O’nunla bilmek– ve belki Allah ise de.
(Küllden kasıd, Allah’ın isim ve sıfatlarının mazharı olan tabiat âlemidir.) Nasıl ki Nuh da
RABBÎ dedi, İLÂHÎ demedi; çünkü RAB için sabitlik vardır, değişmez. İlâh ise, isim ve
sıfatlarla değişmektedir. “O her vakit bir şe’ndedir” âyeti gereğince, daima hâlden hâle
girmektedir. Nuh Aleyhisselâm, RABB hitabıyla süreklilikte duraklamayı murad etti; çünkü o
hâlde başkası doğru değildir.”
Galiba Şeyh için MÜRİD’in MURAD olduğu ve GÖLGE’de rahata erme hikmetini
bulduğu yerler de, hareket içinde hareketsizlik ifâdesi bu hâller. Hareketsizlikteki hareket.
***
RABB: Sahib, mâlik, seyyid. Cenab-ı Hak. Besleyen, yetiştiren, terbiye eden: 202.
Birr: Temizlik. Kalb, gönül. Takva. İhsan etmek, vahhab. Tilki yavrusu: 202.
İn’ikas: Aksetme, tersine çevrilme. Aynada eşyanın temessülü: 202.
Berr: Vadinde sadık. Muhsin. Keremkâr. Sıdk. Susuz, kuru yerler. Toprak. Yeryüzü:
202.
***
RABB, Allah mânâsına Kur’ân’da 846 defa zikredilmiştir.
Dünya Çapında Bir Hâdise: (KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN başlığının altındaki
yazı): 846.

TELEGRAM VE PUT
“Suret olmadan, mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez”… Sadece iyi değil, kötü nefslerin
de irâdelerini teksif ederek tasarrufa kadir olmaları gibi, tabiî iradenin teshir gücü yerine
ikame edilmiş sun’i gücü frekans yoluyla ve sözlü telkinle karşı tarafa yönelten, beden ve akla
tesir eden TELEGRAM cihazının eserini - nefsimi ruhuma hâkim kılma gayesini, “hani kafam
dumanlı” derler, düşüncemde teşekkül ettirmeye çalıştığı suretini hesaba çekememek, benim
için bir PUT’u kıramamak olurdu. Devam eden bir süreçte ve çeşitli suretlerde ihya edilmeye
çalışılan bir PUT; aslı yıkıldı, ama savaş devamda. KARTAL’da bu iş, “din mi ilim mi?”
çekişmesi diye başlatıldı. “Her marifet bir ilimdir” buyuruyor Abdülhakîm Arvasî Hazretleri;
cihazın resim, sözlü ve frekans telkini, beden teshiri marifeti ile gerçekleştirilenleri benim
karşımda MÜŞAHEDE ifâde ettiğine, böyle bir ilim ve idrak mevzuu olduğuna göre, onu
İslâm idraki ile hesaba çekmem, imânımın bir gereğiydi, gereğidir. KARTAL’da bana
söylenen: “Orada kafanı duvarlara vura vura, Allah’a söveceksin!”… İBDA-C Örgütü’nün
Kumandanı olarak İDAMLA YARGILANIRKEN, düşürülmek istendiğim durum buydu.
Aldığım ceza malûm. TELEGRAM da, üstüne üstlük!

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (37. Bölüm)


DUA
“O koğuşta, kafanı duvarlara vura vura, Allah’a söve söve gebereceksin!” diyordu
Kartal Cezaevi’nde ARAR. Dışarıda onca okuma ve dua, benim bunca tesbihatımla böyle
“korkutucu” alay ediyordu salak herif. O bir tarafa, duanın mânâsının bilinmediği kişilerde,
bizzat dua itikadla çelişir bir durum arzeder. Duanın kabul edilmemiş olması yanında, bir de
karşı tarafa koz verme kaybedişi. Kendi kırıklığın da yanında.
Ziyaretlerde, ziyaretçilerimden sadece dua istiyordum; geçen ziyaretten beri “hâlâ”
ayakta duruşumu bu sebepten bilerek. Benim söylememe lüzum yok, hepsi benim için dua
üzerindeydiler. Ama benim günden güne kötüye gidişim, onlarda da “boşuna” hissiyle
kırıklığa sebeb oluyordu. Bire bir TELEGRAM cihazının ve TELEGRAM yandaşlarının
kurgusu içinde gördüğüm hasardan başka, arkadaşların yaşamamış ve bilgisizlikten doğan
durumları da, o gün duacıların müşterek tarafları. Sonradan, yaşamadan ve bilmeden “bizzat
tecrübe edilmiş” gibi anlatımlarının beni zora sokucu oluşu ayrı bir dava. “Mühim adam
olma” rütbesini takınıyor sanma. Takınmıyanlardan, en yakınımda bulunmuş birinin hâli,
KARTAL’daki feci durumumu göstermeye yeter. Aradan 10 sene geçmiş, yanımdan
ayrılışının üstünden de 6 sene, tekrar BOLU Cezaevi’nde: “Kumandan’a söyleyin ben de
TELEGRAM’a inanıyorum!”… Yeni inanıyormuş!”
DUA; bu yüzden ayaktayım. Üstadım, sık sık vurgulardı: “Allah, kabul etmeyeceği
duayı ettirmez, yeter ki istemeyi bilelim!”… İSTEMEYİ BİLMEK; bütün mesele burada.
Meşru olmayan şeyler hakkında dua edilmez; malûm. Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, “duanın
kabul edilmemesinden büyük BELÂ olmaz!” buyuruyor. Hâlimiz fena; iradesi Allah’ın
iradesi olmuş olmayan, ne yapsın, ne eylesin? Bu da, korku ve tereddüd, duadan kaçınıcı,
yahut şaşkın bir psikoloji doğuruyor; hani “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık!”
misâli… Evvelâ, ibadet için yaratıldık ve dua ibadettir; çeşitli mânâlarıyla. Sonra: Biz
samimiyetle dua edelim de, kabul olup olmaması Allah’ın bileceği iş, hiç olmazsa “O’na
sığınıyoruz” şuuru. Bu şuur mühim. En mühimi de şu: “Allah hakkımızda hayırlı olanı
versin!”… Bu şuur da, en başta lâzım gelen ve her duanın sonunda hatırlanması gereken.
NYMPHALAR’a söylediğimi daha önce yazdım: “Eğer ben FALANCA isem, Allah o şartları
verir ve kimse mani olamaz; eğer değilsem, o zaman da beni sahtesi olmaktan korumuş
olur!”… Kurtuluşum hakkında duanın merkezinde bu var. Hakkımızda hayırlı olanın ne
olduğunu Allah bilir. İmân’dan ayırmasın.
HAYRET: İlmin-bilme’nin ortasına yerleştirilmiş VEHİM ve TEREDDÜT, tam
TESLİMİYET ve HAKKIN RIZASI’ından başka çare bırakmaz bir ruhî istilâdır. Demek
ilimden doğar, bir bilmedir; şapşal taacüb değil. Çeşitli derece ve mevzulara dağıla dursun,
asılda HAYRET budur. Benim KARTAL’daki hâlim, BELÂ cihetinden bir İSTİLÂ idi;
tutulacak ve geçilecek zamanı olmayan bir hâlde, sonsuza kadar sürecek bir belâyı saniye
saniye yazdım. ÜMİT, sadece “Allah’tan ümit kesilmez!” inancından kopmama şeklinde
“hâlâ yaşıyor olmaktan ibaret bir izâhsızlık”ta; HİÇ’in ortasında birşey, atan bir nabız. Sadece
dua istedim, istiyorum. Gayrı; gerçekleşmesi olsun olmasın, çaresini de bilerek. Dua ve
gereğini yerine getirme şuuru bir arada.
Çeşitli suretlerde Allah’ı idrak eden ve bu çeşitlilikte hep O’nu-BİR’i idrakin
HAYRET’i ile aczini anlayan-boğulan velinin, O’nun idrak edilemez oluşu içinde silinmesine
mukabil, TELEGRAM meselesi bir yana, benim eşyanın hiçliğini yaşayarak, “YAŞAMAK?”,
cesedimle Allah arasında ruhumun âidiyetini Allah’ta idrakim, bu tercih-bir imân, yalınız. Bu
hâl, eşya ile bütünleşen “zaman dışı” şuurdan farklıdır. Sonrasına âit korkusu varlıktan yana,
cesetsiz bir CAN hissinde, o imân. Galiba tam sınır. Hani, ümitle korku arasında, günahların
sorulacak hesabı korkusu da içinde, bir hâl-hâlsizlik. Şu bildik hayatı, ne gördün ve bildinse,
bir daha eskisi gibi yaşayamayacaksın. Belirli zamanlarda esintiyle gelip geçen fanilik hissi,
ciğerinde müşahhaslaşmış bir kılçık - o durumun olarak, hep kalacak. Bu anlattıklarım, o gün
yaşanana âit bir şerhtir. O gün anlatılabilecek düşünceye fırsat NERDEEE!
HİÇ’İ YAŞAMAK; çelişkili bir söz. Cesedte tecelli etse de, ondan mücerret bir hâle
dönen AŞK. İkisi de, yok ve var olarak farklı keyfiyetler ama, AYNA’da tecelli bakımından
bir oluyorlar. Beşeri aşka dair bir söz: “Aşk, hiçbir zaman pişman olmamaktır!”; doğrusu,
surette tecelli eden keyfiyetin, imân ve ibadete dönüştürecek ASIL’a âidiyetinin görünüşünde.
HİÇ’İ yaşamak; YAŞAMAK, hiçten başka, onu hiçe bağlamamak. O zaman da, her varlığın
yanıbaşında sözü edilen hiçlik, bir lâfızdan ibaret kalır. Olan, sadece varlık ve kasıd da
Allah’ın Sevgilisi’nin nefsi; YAŞAMAK O’ndan, O’nun YAŞAMASI Allah’tan. Herşeyde
görünen O. “Allah’tan başka herşey bâtıl!” dedikten sonra, kulun durumu? “Nefsini bilen
Rabbi de bilir!”… Nefsini bilen ve Rabbini bilen arasında, MUTLAK TEVHİDİ
gerçekleştiremeyen, idraki bu ikisi arasında ŞEKİLLENEN ve ebediyen kul kalacak olan.
***
Münacaat: Dua. Allah’a yalvarmak. Allah’tan necat için dua. Yalvarmak için yazılan
dua veya manzume. Sürurlaşmak, neşelenmek: 495= 1494.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 494.
Fütaha: Hükmetmek. (Davud Aleyhisselâm’da tecelli eden HÜKÜM HALİFESİ hikmeti
hatırlanmalı): 494.
Fütuh: Açılmak. Yardım. Lütf-u İlâhiye ulaşmak. Zafer, galibiyet. Açıklık. Gönül
ferahlıkları. (Salih Aleyhisselâm’da tecelli eden hikmet: FÜTUHÎ. Bu hikmetin O’na nisbet
edilmesinin sebebi, HİÇ BEKLENMEDİK BİR ZAMANDA dağın yarılarak içinden bir deve
çıkması mucizesi, bu suretle fethe mazhar olmuş olmasıdır… Üstadım’ın 1979 yılında Akıncı
Güç dergisinin çıkışı ile ilgili olarak bize IŞIK başlıklı ithafından: Hiç beklemediğim bir
zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan bir ışık fışkırdı.): 494.
Taziz: Bir adamı aziz kılmak. Hürmet ve muhabbetle sevmek: 494.
Ta’yid: Bayram etmek: 494.
Cümanet: Tek inci: 494.
Dimne(t): Duvar temeli. Ters. (Hades: Yeni olmak. Taze. Yiğit. Genç. Abdest almayı
icab ettiren hâl. Pislik… Hades: Süratle idrak etmek. Zan ve tahmin eylemek. Fikrini
bildirmek. Bir sözün mânâ ve mefhumunda, bir hususun vaz’ ve üslubunda başka tarz
tasavvur eylemek: KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN gibi… Dimne: Tilki): 494.
İsabet: Rastlamak. Matluba uygun iş işlemek. Doğru düşünmek: 494.
Fatiha: Bir şeyin başlangıcı. Karar vermek. Kur’ân’ın birinci sûresi: 494.
***
Dua: Allah’a karşı niyaz, yalvarış. Namaz. Salavat getirmek. Bir kimseyi bir isimle
tesmiye etmek. Birisini çağırmak. Söz, kelâm. Okumak: 76.
Lehüma: O ikisi için, ikisi hakkında: 76.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1075= 76.
Ayine: Ayna. Mir’at: 76.
Bid’: Yeni. İlim, şecaat ve şerafette yegâne: 76.
Saye: GÖLGE. Himaye, arka çıkma. Yardım. (Yevmiye: Gölge dergisinden elinizde bir
takım bulunması doğru olur… 1975’de çıkan dergi…): 76.
Kûn: Delik. Arka. (İstikbâl): 76.
Kâhin: Âlim. Haberci. Hekim. İstikbâlden haber verdiği iddia edilen. Falcı: 76.
Nuk: Kuş gagası. (Son): 76.
Lamme: Cin çarpması: 76.
***
Salat: Dua. Namaz. Salavat. Rahmet. İstiğfar: 521.
Tatbik: Bir kaide, kanun veya hükmü yerine getirmek. Yakıştırmak. Karşılaştırmak.
Kıyas ve tahmin etmek. Benzetme, uygunlaştırma: 521.
Hipnotizma: 521.
Taktib: Kaş çatıp, yüz ekşitme. (düşünmek): 521.
Te’lif: Eser yazmak. Ülfet ve imtizaç ettirmek. Barıştırmak: 521.
Tengna: Dar yer. Geçit, boğaz. Sıkıntılı yer. Mezar: 521.
***
Salat: 521= 1520.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 520.
Derviş: 520.
Sittin: 60 sayısı. (Sin: Ebced değeri 60 olan harf. İNSAN): 520.
Müskit: Söyleyecek söz bırakmayan, susmaya mecbur eden: 520.
Afşelil: Sırtlan. (Çok doğuran: Çok eser veren. KUST): 520.
***
Ed’iye: Dualar: 90.
Men: Ben: 90.
Men?: Kim?: 90.
Melik: Mülk ve melekut sahibi. Hükümdar. Bir kavmin başı. Mâlik: 90.
Vaîd: İyiliğe sevk ve kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat’i hâdiseleri haber
vererek korkutmak. Cehennemi haber vermek: 90.
***
Kunut: Yatsı ve sabah namazlarında ayakta okunan dua. Dua. Taat. Şükür eylemek.
Namazda dünya kelâmı etmemek: 556= 1555.
Serdar men?: Kumandan-kaptan kim?: 555.
Serdar men: Kumandan-kaptan ben: 555.
***
Serdar men: 555= 1554.
Zihin kontrolu: 1553= 554.
TAKDİM: Arzetmek. Sunmak. Öne geçirmek. Bir büyüğün önüne geçip birşey vermek:
554.
“COVER”…
Levha: 17 Şubat 1992… Hayran Hanım’ın önünde, İngilizce ve Türkçe âyet meâlleri.
O, âyetleri okurken, arkadan sesli olarak duyuyor; Allah’ın sesiymiş gibi… İngilizce bir
meâlde, “Ben eşya ve hâdiseleri ihata edenim” diye âyet meâli… Ve “ihata etmek, kuşatmak”
mânâsında COVER kelimesi, işaretlenmiş-çerçevelenmiş… Bu sırada ben de, daha önce
söylediğim şeylerin âyetle teyid edilmesinin imâsı hâlinde tebessüm ediyorum.
***
Kelâmullah: Allah kelâmı. Kur’ân: 157.
Namus: Cebrail. Şeriat. Melâike. İlâhî İrâde’nin tecellisi. Nizâm. Bir kimsenin sırlarına
vakıf olan kimse. Irz, iffet, hayâ. Mahir. Av ve tuzak. Birisinin hilesine siper ettiği şeye ve
aslan yatağına da denir. Temizlik, doğruluk: 157.
İnaka: Aşırı güzelliği ve cazibedarlığı ile hayret verme: 157.
Feza’: Korku. Havf. Sığınma. Uykudan şiddetli korkuyla uyanma: 157.
Enuk: Kartal: 157.
Nasibe: Yollara dikilen işaret taşları. Bir yere dikilen taş: 157.
Ulvan: Mektub ve yazı başlığı. Övünme, tefahur: 157.
Za’f: Derhal, hemen öldürmek: 157.
***

Cover. (İngilizce): İhtiva etmek, şâmil olmak. Kaplamak, kapamak, örtmek. Korumak,
müdafaa etmek, saklamak. Yol katetmek. Teminat vermek: 216.
Raise Sultan Barier: 1215= 216.
Muanven: İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı: 216.
Seyfullah: Allah’ın kılıcı. Halid bin Velid’in ünvanı: 216.
Tarz: Usul, şekil, üslûb. Yol, heyet: 216.
Bedrî: Bedre âit ve onunla alâkalı: 216.
Mukayese: Kıyas etme. Ölçme. Karşılaştırma: 216.
Avrupa: 216.
Zorba: Bir işi zorla yaptırma. Güçlü, kuvvetli: 216.
Hücre: Oda. Odacık. Canlı varlıkların en küçük yapısı. (Hücre: Medine’nin bir ismi):
216.
Beyder: Doğru lûgat. Ekin harmanı: 216.
Buhur: Denizler. (İlimler): 216.
Ervah: Ruhlar. Canlar: 216.
Ordu: (Üstadım’ın Noktalama’sı: Ruhlar iki saf asker, kin ve aşkı bölüşür — Bir olanlar
elele, ayrılanlar dövüşür): 217= 1216.
***
İhata: Etrafını kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. Geniş bilgi ile anlamak,
tam kavramak. (Allah’ın ilmi, bütün varlığı kuşatır. İlim, O’nun bir sıfatıdır ve HAYAT
sıfatından KUDRET ve İRADE sıfatı ile birlikte görünüyor ise de, ZAT’ında gölgesi vardır.
“Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım”dan kasıd budur.): 24.
Vahy: Allah tarafından Peygamber’e bildirilen. Kelâm, kitab, işâret, irsal, ilhâm, emir,
teshir, bir şeyi harfiyyen i’lam, bazı hususları tebliğ gibi mânâlara gelir: 24.
Salih Mirzabeyoğlu: 1023= 24.
Hediye: 24.
Vedid: Sevgisi çok olan: 24.
Ahadî: Tek, yalnız. Birlere âid, bire mensub: 24.
Keç. (Kürtçe): Bit. (Fely: Bit toplamak. Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. Kesmek. Kılıç
ile vurmak): 24.
***
Cover: 215.
Zebur: Kitab. Mektub. Davud Aleyhisselâm’a vahy ile gelen kitab. (Davud: 15: B.D-
İBDA): 215.
Derya: Bilmek: 215.
***
İstiab: Kaplamak. İçine almak. Toplamak. Tamam etmek. Tutulmak. Zapteylemek: 544.
Merec-el bahreyn. (Rahman Sûresi, 19. âyetten): (Meâli: Kararsız iki deniz.): 544.
İfrat hâlde tecrid: 1543= 544.
İntisab: Bir mansaba tâyin olunmak: 544.
Merşed: Hakiki maksada ulaştıran yol: 544.
Te’sid: Tebrik etme. Sevinç ve sürurla bayram yapma: 544.
Tasmid: HÜKMETMEK. İçini doldurmak: 544.
TALÂK-NÂME
Levha: 18 Şubat 1990… Hayran Erdal… Mahkeme önünde arabalar… Mahkeme…
Büyük bir dosya… Benim boşanma kâğıdım… Zeyn-âb’dan boşanmam… Sinema perdesinde
ismim çıkıyor!
***
Mahkeme: 113.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1112= 113.
Münzevi: Yalnız başına çekilip kimseyle görüşmeyen. (Üstadım’ın bana ithaf ettiği
“Noktalama”lardan: Bir cümbüştür kopsa da gece yakamozlarda — Münzevî balıklarız ayrı
kavanozlarda): 113.
Sicn: Hapis, zindan: 113.
Mücemmil: Güzelleştiren: 113.
Bâki: Ebedî. Sonsuz. Ölmez. Artan. Geri kalan. (Kalan ve sonu olmayan Allah’ın, güzel
isimlerindendir): 113.
İtbak: Kaplamak. Kapamak. Kapaklanmak. İttifak etmek: 113.
***
Salih İzzet Erdiş: 113= 1112.
Hadîs-i Şerif: 112.
İmkân: Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak. (Gayb örtüsü altında, şühud âlemine
çıkacak olan… Mümkün olma özelliği ile var olan): 112.
Zatî: Zât’a âid, zât ile ilgili: 112.
Esamî: İsimler: 112.
Mikail: İbrahim Aleyhisselâm, Halîl ismi verildiği mertebe sabit olunca, 4 büyük
melekten biri olan Mikail Aleyhisselâm ile birlikte erzak üzerine memur edilmiştir. Canlı
varlıkların gıdası erzak iledir. ERZAK, YİYENİN VÜCUDUNA DAHİL OLUNCA, HİÇBİR
PARÇASI BÂKİ KALMAMAK ÜZERE BÜTÜN BEDENE YAYILIR, BEDENİN HER
ZERRESİNE SİRAYET EDER. Böyle olunca, İlâhî isimlerle adlanan bütün makamlarda, O
bu niteliğiyle - manevî gıda hükmüyle gizlidir. O, ALLAH’IN DOSTU sıfatlı, 4 büyük
Peygamberden ikincisi: 112.
Abâdile: Abdullah isimliler. (Hazret-i Ebubekir’in asıl ismi: Abdullah: Allah
Resûlü’nün bir ismi): 112.
Münekkib: Yüzüstü düşen, kapanan: 112.
Veliyullah: 112.
Hilâfet: 1111= 112.
Ved-dua: “Dualarımız sizinle birliktedir” mânâsına gelen bu tâbir, eskiden mektubların
altına yazılırdı: 112.
***
Tesrih: Talâk. Boşanma, ayrılma. Halâs etme, kurtarma. Kolaylaştırma. Kıl tarama.
(Şiar: Kıllar. Şa’r - şehir - ateş yakmak - cenk koparmak. İz, belirti, nişân, ayırd edici âdet.
Üstünlük veren işaret. Ölüm.): 678= 1677.
Telegram: 1676= 677.
***
Telegram: 1676.
Hakdan: Dünya, arz, yer. (Mehd: Yer, yeryüzü, beşik, döşek): 676.
Ruh-ul Furkan: Kur’ân’ın bir ismi. Kur’ân ruhu. (Mahmud Efendi Hazretleri’nin,
Kur’ân tefsirinin ismi): 676.
Salih İzzet Erdiş. (1 eklenerek): 1475= 476.
***
Ruh: 214.
Dürud: Dua, medih, tahiyye, selâm. Ekin biçme: 214.
Haver: Gözün karasının çok kara, beyazının çok beyaz olması: 214.
Rubah: Tilki: 214.
Cevher: Bir şeyin özü: 214.
Dery: Bilmek: 214.
Hukuk: (Fıkıh): 214.
***
Furkan: Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. Kur’ân. Kur’ân’ın 25. sûresinin ismi: 431.
Kaside-i Ercuze: Hazret-i Ali’nin, İstikbâl’den haber veren meşhur kasidesi: 432= 1431.
Bedihiyyat: Delil ve isbatına lüzum olmayan sarih ve açık şeyler: 432= 1431.
Lûgat: Dil. İlim: 431.
Mustazilli: Gölgelenen, gölgede oturan. Birinin koruyuculuğu ve himayesi altında
bulunan. (Murakabe eden… Veli’nin, “her hâlde Allah’ı zikreden Allah Resûlü”nün,
istikameti terkederek, şuhûd âleminin iş hikmetlerine bakması gibi, süreksiz oluşta dinlendiği
hâl. Şeyhin mürid-gölge’ye sığınması.): 431.
Yekta: Tek, yalnız, eşsiz. Bir kat: 431.
Salih Mirzabeyoğlu: 1431.
***
Talâk-nâme: Boşanma kâğıdı: 236.
İndifak: Su birdenbire ve şiddetle dökülmek: 236.
Nusus: Nasslar: 236.
Menfus: Yeni doğmuş çocuk: 236.
Mukayefe: Firaset etmek. Bir kimsenin ardınca gitmek: 236.
Kamus: Arslan, esed. (Kamus: Büyük lûgat kitabı. Derya, deniz. Denizin derin yeri):
236.
Erike: TAHT. KOLTUK. KÜRSÎ. Hükümdar tahtı. (Erk: Uykusuzluk hastalığı… Erk:
Kuvevt, kudret, iktidar, nüfuz… Erka: Ziyâde yükselen, çok yükselen.): 236.
***
Guşad-nâme: Boşanma kâğıdı. Padişah fermanı: 421.
Kaside-i Bürde: Hırka kasidesi. Allah Sevgilisi’nin huzurunda, meşhur Arab şairi Ka’b
bin Züheyr’in okuduğu kasidenin O’nun tarafından beğenilmesi ve iltifat olarak
kendi hırkasını giydirmesinden dolayı, bu isimle meşhur olmuştur: 421.
Tecdid: Yenileme. Yenilenme. Tazelenme. (Üstadım’ın 1980’de: “Büyük Doğu
İdeolocyası’na ek –AKINCI GÜÇ kadrosuna ithaf– İSLÂMI YENİLEMEK” mevzuunun
başlığı.): 421.
Hüviyyet: Asıl. Mahiyet. Birisinin kimliği, kökü, esası ve ne olduğu. Allah’ın varlık
sıfatı: 421.
Hücciyet: Salih olma, delil sayılabilme: 421.
***
Hüküm-nâme: Hüküm ihtiva eden kâğıt. Mahkeme veya hey’etin verdiği vesika: 164.
Rahman Sûresi 19-20. âyetleri: (Takdim yazımda mevzu iki âyet.): 3165= 4164.
Mecmua: Dergi: 164.
NOKTA: 164.

İSLÂMI YENİLEMEK - ANLAYIŞI YENİLEMEK


İslâmı Tecdid: İslâmı yenilemek: 563.
Sipariş: Ismarlamak: 563.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1562= 563.
Necis: Gizlenen sır, nişân. Gizli olan şeyi halk içinde ifşâ etmek. Bir nevi yeşillik.
Yavaş hareketli insan veya hayvan: 563.
Mütecessis: Meraklı, gizli şeyleri öğrenmeye çalışan. Casusluk eden: 563.
İsti’la: Yükselmek. Yüce olmak. Terfi’ eylemek. Galib olmak. (Üstadım’ın KAFA
KÂĞIDI isimli eserinin sonu: Aynı MOĞOL istilâ… Tutulmuş asil bir köşe…): 563.
***
İslâmı Tecdid: 553.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1553.
Ümmet: (İbrahim Aleyhisselâm’ın Kur’ân’da ümmetlik çapta bir fert diye bildirilmesi
hatırlanmalı): 553.
Nekabet: Muayyen zümrelerin başları: 553.
Münasebet: İki şey arasındaki uygunluk, yakınlık. Bağlılık. Vesile, alâka: 553.
İ’lânat: İlânlar: 553.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (38. Bölüm)


TEDAVİ - GARDİYANLAR
Levha: 24 Mayıs 2005… Uzun boylu bir gardiyan koluma iğne yapıyor. Bir başka
şırınga ile aynı noktadan bir de ayrı istikamette iğne sokuyor. Onlar sanki serum gibi kendi
kendine boşalacak. Niye iğne yaptığını soruyorum. “Yaşanmaz… Suyla tatlıyla…” diyor.
Suyla tatlı yetmez mi demek istedi, yoksa suyla tatlıyla takviye mi yapmak gerekiyor demek
istedi?
***
Tenkıye: Şırınga âleti. Temizleme, tathir: 565.
Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 1565.
Kaptan Kusto Müslüman: 565.
***
Hukne: Şırınga. Şırınga edilen ilâç: 163= 1162.
Muhyiddin: Dini ihya eden, dirilten: 163= 1162.
“Ben Kimim?”: (KAYAN YILDIZ SIRRI’ndan: Benim gölge âlemde kendisine
kaybolmuş.): 162.
Haşmetli İş Yapan: (Tilki Günlüğü’nün 25 Kasım tarihli başlığı.): 1261= 262.
İNSAN: 162.
Kaide Harici Olanlar: (Tilki Günlüğü’nün 12 Ekim tarihli başlığı.): 1261= 262.
***
İhtikan: Şırınga kullanma: 560.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1559= 560.
Manyetizma: Göz temasıyla iradesi altına alıp istediğini yaptırabilen olağan dışı insan
gücü: 560.
***
Mıhkan: Şırınga. Tenkıye âleti: 198.
Ebu-l Husayn: Tilki: 198.
Kubus: Süratle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at: 198.
Menkub: Delinmiş. Oyulmuş: (Abdülhakîm Koltuğu hatırlanmalı.): 198.
Ayasofya: 199= 1198.
***
Gardiyan: Kolcu, nöbetçi, muhafız. Gözcü. (Mânâda, “zulmü kendine, kendi nefsine
isnad eden” oldun mu, gardiyan, nefs zındanını gözleyen, nefse nezaret eden “jandarmöri-
kritik ve tenkid edici” kendin olur, muhasib ve murakıb, himmet edici olur; insan nefs
tezkiyesine, nefsi kötülüklerden temizlemeye, hayra yöneltmeye memur, bu bakımdan da
“insan hasta bir hayvandır!” tâbirine muhatab ya… Hayvan: Nefs, hayat… Nefsle mücadeleyi
Allah Sevgilisi’nin nasıl vasıflandırdığı malûm: Büyük cihad… Malûm mânâda cihada
“küçük cihad” denmesi, ilme nisbetle amel gibidir. Nasıl ki, Allah Resûlü ve sair büyüklerin
namazı ile alelâde bir namaz arasında fark varsa, küçük cihad denilenin içinde de ferdine göre
kendi kendinden ibaret olmayan bir sonsuza açık büyüklük farkı vardır. Niyet buudu. İmân-
ilim asıl, fer’i denilen amel, buna nisbetle kıymetlenen.): 1266= 267.
Muavvezetan: Kur’ân’ın son iki, her türlü vesvese ve şerlilerden, cin ve insan
kötülüklerinden korunması için okunması elzem son iki sûresi, Felâk ve Nâs: 1267.
İstihare: Tefe’ül. Sual sorup cevab istemek. Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek. Bir
işin hayırlı olup olmayacağı niyetiyle rüyâ görmek üzere yatmak. (Hadîs: İstihare eden
yanılmaz): 1267.
Merkez: Bir şeyin ortası. Vasat yol. Durum, vaziyet. Hâl, suret ki, kadere nisbetle.
Dairenin orta noktası. Bir şeyin en işlek yeri: 267.
Mehdî Muhammed Salih İzzet Erdiş: 1266= 267.
***
Muafese: Tedavi etmek: 256.
Nur: 256.
Eren: Veli. Yetişen. Ermiş: 256.
Mutriz: İşaret ve damga koyan. Alem yapan: 256.
Felyesof: ŞİİR İDRAKİ’ne malik düşünür, mütefekkir: 256.

NİSAN
Levha: 2 Temmuz 2005… Bir câmide, kalabalığın ortasında, ayakta, Mahmud Efendi
Hazretleri vaaz veriyor. Ben, babamla (Şerif Muammer) birlikte, oda gibi bir girintide
cemaatle birlikteyim. Mahmud Efendi, gördüğüm bir NASREDDİN HOCA resmindeki gibi
zayıf, gözlerinin etrafı Üstadım’ın gözleri gibi halka şeklinde, çukur, dudakları da hafif çıkık
ve belirgin. Yüzü de, tavır ve duruş hâlinde değil de, –ekşi yüzlü demeyeyim!– ciddi.
Konuşmadan sonra çıkışa doğru bizim yanımıza geliyor; ona babamı tanıtıyorum. Babam
heyecanlı ve hamasi bir tavırla benim için, “onu sizin emrinize bakıyorum!” veya “o sizin
emrinizde!” gibi birşey söylüyor. Mahmud Efendi de bana, “NİSAN’da…” diye geçtiğimiz
Nisan’da olan birşey veya Nisan ayı ile ilgili birşey söylüyor. Kafasında kavuğu andıran bir
sarık, küçük beyaz kavuk gibi, üzerinde de beyaz entari var.
***
Mahmud Ustaosmanoğlu: Büyük Nakşî Şeyhi: 98+2171= 2269.
Hayran: Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş: 269.
Hâris: Muhafız. Bekçi. Gözcü. Himaye eden. Bekleyen. (Gardiyan): 269.
Münkatı’: Aralıklı ve son. Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan: 269.
Müdrike: İdrak kuvveti. Akıl. Anlama kabiliyeti: 269.
Nevruz: Yeni gün, ilkbahar. Güneş’in kuzu burcuna girdiği, 22 Mart’a rastlayan,
İranlılar’ın yılbaşı: 269.
Ruzane: Gündelik. Yevmiye: 269.
Cüsur: Köprüler. (Berzahlar): 269.
***
Şerif Muammer Erdiş: 451.
Seyyid Mahmud Hayranî: 451.
Salih Mirzabeyoğlu: 451.
Müdavat: Deva bulma. Hastaya bakma. İlâç bulma. Tedavi etme: 452= 1451.
Müteceddid: Yenilenen, yenilenmiş olan: 451.
***
Salih Mirzabeyoğlu: 451= 1450.
Ahmed-i Farukî: İkinci bin yılının yenileyicisi, KELÂM İLİMLERİ’nde müctehid, ahir
zamanda gelecek olan İslâma muhatab anlayışı yenileyecek olan MEHDÎ’nin doğrulayıcısı
olacağı en büyük veli: 450.
Abdülhakîm: (Büyük ebced): 450.
***
Nisan: 171.
“Ben kimim?”: 172= 1171.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1171.
***
“Ben kimim?”: 172.
Usabe: İhata etmek: 173= 1172.
Ebka: Alaca karga: 173= 1172.

KIZIL SAKAL
Levha: 11 Ocak 1999… Mehdî’likle ilgili birşeyler… Kolumdan ve elimden tutmuş,
etrafımda halkalanan sarıklı ve cübbeli insanlar; hepsi sakallı. Bana, Nakşî Şeyhi Mahmud
Efendi’nin çevresindenmişler gibi geliyor. Benim yüzüm değişik, daha toplu, sakalım da daha
sık ve top sakal… Dudağımın altındaki sakallı kısımda beliren tam şişmemiş balon gibi ping-
pong topu büyüklüğünde sarı iki sakal topu, “bak, sakalı da kızıl!” diye, Mehdî oluşumunun
işareti diye kabul ediliyor. Çevremdekilerde bunun neşesi ve sevinci… Biri Sadeddin
Ustaosmanoğlu’nu andırıyor!
***
Rîş: Sakal. Yara. Yaralı. Kıl. Tüy. Kuş kanadı: 510.
Rîş: Çok pahalı elbise: 510.
Sünnet: Kanun. Yol. Âdet. Allah Resûlü’nün davranışları, yaptıkları: 510.
Tesemmî: Bir isimle isimlenme. Bir şahsa veya kabileye mensub olma: 510.
Kifayet: Liyakat. Lüzumlu kadar olmak. Yetişmek, kâfi, iktidar: 511= 1510.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 510.
***
Lihye: Sakal. (Rîş: Yara. Yaralı… Kelim: Yaralı. Konuşulan kimse… Kelâm: Allah’a
ve mahlukta insana mahsus bir sıfat.): 53.
Ahmed: Allah Resûlü’nün bir ismi. Daha çok hamdeden. Çok övülmeye ve
medhedilmeye lâyık. Çok sevilen. Çok beğenilmiş. Bir ismi de Kelimullah’tır; Miraç’ta,
Allah’ın hitab eylediği ve O’na hitab eden: 53.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2052= 1053.
İbn: Oğul. (Evlâd. Sülâle. Genç. Kovandan ayrılan yeni arı topluluğu; oğul arılar.
Bunların şehd-balı.): 53.
***
Sakal: (Sakalan: İns ve cinnin bir ünvanı.): 631.
Hâlik: Yaratıcı: 631.
Fermayiş: Emretmek. Buyurmak: 631.
İlâh: “Sonuna kadar böylece gider” demektir: 631.
Hâl: Dayı. Hususen yüzde ve vücutta görünen siyah benek, ben: 631.
Tesanif: Eserler, kitablar: 631.
***
Sakal: 631= 1630.
Müntakim: İntikam alan, öc alan. Allah’ın 99 güzel isminden biri: 630.
Müsteslim: Müslüman olan. Teslim olan, boyun eğen: 630.
Muktefa: Örnek alınmış: 630.
Hull: Dost: 630.
Lahh: Gözyaşının çok olması: 630.
Keduret: Gam, tasa, keder. Bulanıklık: 630.
***
Asfer: Kızıl. Sarı. Bomboş şey. (Sıfır): 371.
Alemgir: Bütün âleme yayılan, dünyayı zapteden: 371.
Ferman: Emir. Tebliğ: 371.
Şamil: İhtiva eden, içine alan, kaplayan. Çok şeye birden örtü ve zarf olan. (Ünlü Kafkas
Kartalı Şeyh Şâmil ve direnişçi Komutan Şâmil Basay şehidlerimiz hatırlanmalı): 371.
Hasan Meriç: (5 Ocak 2000 yılında Bandırma Cezaevi’nde şehid düşen gönüldaşımız.):
371.
Mehdî Mirzabeyoğlu: 371.
Irak: Devlet, memleket ismi. Su kenarı. Kökler, asıllar: 371.
Tazlil: Gölgelenme veya gölgelendirilme: 1370= 371.
***
2 Ping-Pong: Masa tenisi topu: 320.
Mülkgir: Hükümdar, padişah: 320.
Şihe: At kişnemesi. (Sahil: At kişnemesi… Sahil: Deniz, göl, nehir kıyısı. Küst.): 320.
Mer’i: Riayet edilen. Makbul sayılan. Yürürlükte olan: 320.
Giş: Kalb, yürek: 320.
Dirok. (Kürtçe): Tarih: 320.
– Küş: “Öldüren, öldürücü” mânâlarına gelerek tamlama yapılır: 320.
Seretan: Yengeç. Kanser hastalığı. Yontmak. (Piç-pa: Yengeç… Piç-a-piç: Karma
karışık, kıvrım kıvrım… Milt: Nesebi bilinmeyen. Evveli bilinmeyen hâl… Miltat: Deniz
kenarı. Dimağa erişmiş baş yarığı.): 320.
***
2 Ping-Pong: 320= 1319.
Şehîd: Şâhid olan. Meşhude. Şâhid’in mübalâğalısı. Allah yolunda canını veren. Allah
Sevgilisi’nin bir ismi: 319.
Mahrusa: Büyük şehir. (Büyük zuhur): 319.
***
Teeyyüd: Kuvvetlenmek. Teyid olunmuş: 415.
Sencer Kartal - Hasan Meriç: 5 Ocak ve 25 Ocak 2000 tarihlerinde, Bandırma ve Metris
Cezaevleri olaylarında şehîd olan iki gönüldaşımız): 1415.
***
Hasan Meriç - Sencer Kartal: 1415= 416.
İhticac: Delil, vesika, şâhid göstermek: 416.
Hevte: Suya gidilecek yol. (Şeriat): 416.
Meşmul: Kaplanmış, şumullenmiş. Bir şeyin içinde bulunan. (İngilizce Cover): 416.
Tayih: Hayran kimse: 416.

GÖLGE - TEYİD
Tazlil: Gölgelenme veya gölgelendirilme: 1370.
Mahmud Ustaosmanoğlu: 1369= 370.
Sıfır: Hiç. Hiçbir sayı olmamak. Sarı: 370.
Safer: Boş ve hâli olmak. Karın içinde durabilen yılan: 370.
Rasaf: Kaldırım. Kaldırım taşları: 370.
Sokrat: (Üstadım’a nisbetimde misâl, Filozof Eflâtun’un hocası büyük Yunan filozofu.):
370.
Endişe: Korku. Merak. Vehim: 370.
Asrî: Asırla ilgili, yüzyılla ilgili. (Eskiden “modaya uygun” mânâsında da kullanılırdı.):
370.
Kustar: Bir şehir veya beldeye vâli olan kimse. Mizân, ölçü. Tüccar. Sarraf: 370.
Serîr: Taht. Koltuk. (Abdülhakîm Koltuğu bahsini hatırlayınız): 370.
Tazallüm: Zulmü kendi nefsine isnad etmek. Nefsi suçlamak: 1370.
***
DEDİ Kİ: Her gölgede bir rahatlık vardır. Bu demek olur ki, her gölgede bir rahatlık
olduğu gibi, her gizlilikte de bir sükûn vardır. Yâni tecelli güneşi daima zâtî şimşek nev’inden
olsa, güneşin dışı nasıl yakıyorsa, O da kalbi yakar… Ve insanın ona gücü yetmez. Sonra;
bütün âlem HAKK’IN GÖLGESİDİR ki, isim ve sıfatların mahiyeti surete bağlı olmamakla
birlikte, yine onunla rahata ermişlerdir… Bundandır ki, insanların en kâmilleri âlemde
kendilerine bir zuhur taleb ederler; ve kendilerine istidatlı salih bir kimse ararlar… Çünkü
onlar, İLÂHÎ HİLÂFET ile muttasıftırlar. (Vahhabî.) Zira Allah gizli bir hazinedir ki,
kendisinin kendine zuhuru ile yetinmeyip, AYNA’dan da zuhur istemiştir.
***
1975-1976 senesinde çıkan GÖLGE dergisinden bir müddet evvel, beni saadete
garkeden bir rüyâ görmüştüm: Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, başımın tepesini okşadı.
***
Esseyid Abdülhakîm Arvasî Üçışık: 976.

Necip Fazıl: (Yevmiye: GÖLGE dergisinden elinizde bir takım bulunması uygun olur.)
976.
***
Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Üçışık - Necib Fazıl: 1952.
Doğum tarihim. (2 ekleyerek): 1952.
***
HIRKA-İ TECRİD’te geçen, Mustafa Aşık’ın annesi Nezahat Hanım’ın, Eylül 1997
tarihli rüyâsı: Yanından geçerken ona dönüp, tebessüm ederek “414 şehid!” diyorum.
***
Teeyyüd: Teyid olunmuş. Doğrulanmış. (Hasan Meriç ve Sencer Kartal’ı hatırlayınız.):
415= 1414.
Muhammed Mirzabeyoğlu: 414.
Hut: Balık. Büyük balık. (Hutt: Büyük emir… KAYAN YILDIZ SIRRI’ndan:
Gökyüzünde bir bulut şeffaf kuyruklu balık.): 414.

YEVMİYE: SAKAL
12 Mayıs 1983’de son görüşmemiz: Amerika-Rusya, İran-Irak, İslâm dünyası ve
Türkiye, Ekonomi ve anarşi… Bütün bunlar konuşulurken, Üstad’ta müthiş bir huzur, müthiş
bir güzellik; ve onun nasıl dışa dönük ve eşya ve hâdiseye pençesini geçirmek isteyici bir
mizaca sahib olduğunu bilenlere ters, içe dönük… Bugün hiçbir şeyden o şeye yapışık
bahsetmiyor ve birden, “gök gözlü kâfirler” sözünden sonra sesi ve gözleri… Sesi ve
gözleri… Celâl sıfatıyla maruf Üstadım’ın, ömrümce duymadığım ve şefkat nefesiyle saran
sesi… Konuşurken, içini kollar ve uzun uzun sükût araları verirken, buradan sonra sanki
konuşmuş olmak, konuşmayı uzatmak ister gibi kesintisiz konuşuyor. Dünya ve meseleleri
öyle buruşuk ki, ne anlattığı mühim değil, gözümde yok; ama bu konuşması bitmesin…Tabiî
ki bitti… Ve ben, bunun perde önündeki son görüşmemiz olduğundan habersiz, zevkten kaç
köşe olduğum meçhul, elini öpüyorum:
—“Dur bakayım, SAKAL bırakmışsın…”
Yüzüm avuçlarının içinde. Eyvah! Kızacak mı?
—“Benim kadar olmuş, maşallah, maşallah, hadi bakalım!”
***
Rîş: Sakal. Yaralı. (Kelime): 510.
Rahman Suresi, 19. âyet. (Noktasız): 510.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 510.
Şakik: İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı. Öz kardeş. Karındaş. (Büyük Doğu - İBDA):
510.
Şeriyy: İyi ve kıymetli at. (Fikir adamı): 510.
Karir: Mesrur, sevinmiş, memnun. Müjde sebebi ile parlayan göz: 510.
Felat: Sahra, çöl. (Felâtat: Kelâmın döküntüleri… Üstadım’ın “Kafa Kağıdım” isimli
son eserinin –NİSAN 1983–, sonu.): 510.
Tinnîn: Büyük yılan, ejder: 510.
Temekkün: Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak. Vakar ve temkin sahibi olmak.
Sultan yanında rütbe sahibi olmak: 510.
***
Kızıl Sakal: (Firas: Kırmızı, kızıl… Firaset: Anlayış… İslâma muhatab anlayış): 768.
Müteşabik: Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar. Girift: 768.
***
Kızıl Sakal: 768= 1767.
Havakin: Hükümdarlar. (HÜKÜM sahibleri): 767.
***
Havakin: 767= 1766.
Furkan Sûresi, 53. âyet: (Meâli: Allah, iki denizi salıverdi. Şu tatlı, susuzluğu giderir, bu
tuzlu ve acıdır. Aralarında da kudretinden bir perde-berzah, birbirlerine karışmalarını
engeller.): 5761= 766.
Mehdî Muhammed - Derviş Muhammed: 766.
Servakt: Vaktin sahibi: 766.
***
Barbaros: Batılıların KIZIL SAKAL lâkabını taktıkları, ünlü Kaptan-ı Derya Hayreddin
Paşa: 472.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 472.
“Müjdelerin Müjdesi”: (10 Haziran 1979’da, Ortadoğu Gazetesi’nde Üstadım’ın
AKINCI GÜÇ dergisi hakkındaki takriz yazısı. Sonu, “Onlar benim ardımdan gelmeyecek,
ben onların arkasından koşacağım!” diye biten… Bir hafta sonra AKINCI GÜÇ
ÇERÇEVESİNDE başlıklı o sayının SERLEVHA’sı mahiyetindeki yazım, yine Üstadım’ın
eliyle birbuçuk sayfalık bir tertible o gazetede yayınlatıldı… İlk baskısı 1982’de yayınlanan
HİKÂYE kitabımın adı da, Müjdelerin Müjdesi.): 473= 1472.
Bist: Yirmi. (Tilki Günlüğü’nün 28 Haziran tarihli başlığı: 20 Yıl Beraber… 1984’te
görülen rüyadan mülhem… O rüyâ, özetle: Üstadım’ın, 20 YIL BERABER diye, menakıb
türünü andıran bir kitabı. 10 cilt olarak düşünülmüş ama, hapisten çıkınca birinci ciltte kalmış
sanıyorum.): 472.

BİYOGRAFİ
Levha: 26 Şubat 1985… Tiyatro eseri gibi bir “biyografi - hayat hikâyesi”… Üstadım’ın
imiş ve Büyük Doğu yayınlarından yeni çıkmış… Üstadım, “benim dostum 37 yaşında!”
diyor… Doğum tarihi filân var!
***
Biyografi: (Yevmiye: Hayatımı yazabilecek tek kişi sensin.): 1309.
Haş: Kalb. (Biyoğrafiyi, “merkez” alınabileceği bir mahiyet kıymeti olarak düşünün.):
309.
Rakde: Berzah. Uyku - rüyâ: 309.
Medrese: Yüksek okul. (Büyük Doğu - İBDA): 309.
Ruznâme: Takvim. Günlük hâdiselerin yazıldığı nesne. Günlük: 309.
Serlevha: Yazıda başlık. (KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN başlıklı takdim yazım.):
309.
Şat: Büyük nehir. (Ruh… Zaman içimizde akıyor… TAKDİM’le birlikte düşünün.):
309.
Harık: Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş. (Harak: Ateş: 308: Ezrak: Mavi, saf su.):
309.
***
Biyografi: (Üstadım’ın Kafa Kağıdım isimli romanında: Asıl ruhumun kafa kağıdını
resimlendirmek isterdim.): 1309= 310.
Mürsa: Geminin demir attığı yer: 310.
Şahid: Şahitlik yapan. Melâike-i kiram. Gören. Hazır. Senet yerine geçecek kadar
muteber: 310.
Şahid: Sevgili. Mahbube. (Şehid: Şahidin mübalağalısı.): 310.
Düş: Omuz. Dün gece. Rüyâ âlemi. Hayâl: 310.
Amer: Çok zaman yaşayıp kalmak. Muammer olmak: 310.
Ankas: Erkek tilki yavrusu: 310.
Teşehhut: Maktulün kan içinde yuvarlanması: 1309= 310.
***
Biyoğrafi: 1309= 2308.
İhaze: Su toplanacak yer. (Vakt): 308.
GÖLGELER: 308.
ASHAB-I BEDR: 308.
Arvasî: (Bir dağ ismi: Arvas.): 308.
Rezzak: Bütün mahlûkatın rızkını veren. (Rabb. Allah): 308.
Şihab: KAYAN YILDIZ. Parlak yıldız: 308.
Kubur: Kabirler, türbeler. (Üstadım: Biz sussak, kabrimiz konuşacak… Kabir: 302:
Mirzabeyoğlu.): 308.
Nisanmus. (Akatça): Birinci. NİSAN: 308.
Derdak: Küçük çocuklar: 308.
***
Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 1868= 869.
MEKTUBAT: Mektublar. Hadîslerden sonra, İmâm-ı Rabbanî’ye âit ümmetin en büyük
kitabı: 869.
***
Seyyid Abdülhakîm Arvasî Üçışık. (Büyük ebcedle): 1987.
Mehdî Necib Fazıl Kısakürek - Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1986= 987.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 987.
Efraşte: Yükseltilmiş, yukarı kaldırılmış: 987.
Hıfz: Saklama. Koruma. Muhafaza. Hatırda tutma: 988= 1987.
***
Ezel: İbtidası ve başlangıcı olmayan, her zaman var olan: 38= 1037.
Evvel: Vücudunun öncesi olmayan Allah’ın 99 güzel isminden biri: 37.
Çalab: İlâh. Mabud. Hak. Rabb: 37.
Hiçahiç: Hiç. Yok. Bomboş. (Yevmiye: Bomboş bir devirdeyiz… İdrakin aczini idrak
bir ilimdir… Ayna: Büyük ve iri göz - idrak… Ayn: Eşyanın hakikati. Zât.
Kavmin şereflisi. Nefsin safiyet bulması ve tecellileri aksettirmesi - eserin peyda
olması.): 37.
Ebdal: Evliya zümresinden bir cemaat: 38= 1037.
Şifahane: Hastahâne: 1037.
Halvet: Gizlilik. Yalnızlık. (Yevmiye: Hiçbir serrişte vermiyorsun hâlinden.): 1036= 37.
Eblad: Eser: 38= 1037.
Manzum: Şiir. Ölçülü, mizanlı, tertibli. Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş: 1036= 37.
Gulüvv: Ayaklanma. Taşkınlık. Üşüşme. Hücum. Saldırma. Mübalağanın son derecesi.
(Diğer iki derecesi, tebliğ ve iğraktır.): 1036= 37.
Evil: Siyaset: 37.
Lehab: Ateşin alevlenmesi. Havaya yükselen toz: 37.
Decl: Örtmek. Karıştırmak. Yalan söylemek. Mübalağalı faili, DECCAL’dir: 37.
Gul: Belâ. Ölüm. İfrit. Cin taifesi: 1036= 37.
***
Lücc(e): Ayna. GÜMÜŞ. Engin sular. Kalabalık cemaat: 38.
Liva: Bayrak. Sancak. Tugay. ALLAH RESÛLÜ’NE ÂİT SANCAK: 38.
Çile: Eziyet ve sıkıntı çekme. Üstadım’ın şiir kitabının ismi. (Salih Mirzabeyoğlu’nun
sürekli anlattığı Üstad’ın şiirlerinin kendisindeki tesirini, hikemiyat plânında da
ŞİİR İDRAKI bahsini bir idrak buudu olarak işaretleyişini, bunun İSLÂMA
MUHATAB ANLAYIŞ mânâsına bir KUR’ÂN İDRAKI oluşunu hatırlayınız.): 38.
***
Şiir (Maktel, aynı ebcedte ve ŞİİR İDRAKI buudu diye anla: Birinin öldürüldüğü yer.):
570.
Sıfat: Bir kimse veya şeyin hâl ve vasfı. Suret, çehre, nişân, alâmet. Bir şeyin keyfiyetini
izâh için kullanılan kelime: 570.
Sistem: (Üstadım: Şiirde teşhis tecrid için, hikemiyatta tecrid teşhis içindir.): 570.
***
1987’de 37 yaşında idim.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (39. Bölüm)


TEVHİD - LÂ HAVLE…
Levha: 20 Mart 1989… Sırtımdan cezbediliyorum… Sonra önden, yataktan düşecek
gibi çekiliyorum… Şuurum yerinde… Tevekkül içinde hep “La Havle” çekiyorum ve Kelime-
i Tevhid’i tekrarlıyorum… CİN olmasın? Arkadan, boynumdan sıkılıyorum… Nefesim
tükendi, boğuluyorum… Bir yandan da kemiklerim kırılır gibi bir tazyik altındayım… CİN,
Faik’in kılığında olmasın… Bir yandan da kulağıma, “şuna bir bakalım!” gibi tedib edici
lâflar… Dayanamıyorum ve çığlık atmak üzereyim… İmdad istiyorum!
***
Lâ Havle……. aliyyil azim: 1910.
Şeyh: 910.
Tetfül: Tilki eniği. (Gönül. Takva.): 910.
Takrir: İyi ifâde etmek. Bildirmek. Ağızdan anlatmak. Yerleştirmek. Kararlaştırmak.
Yerini belirtmek: 910.
İhtişar: Toplanma, cem olma. Büyük kafalı olma. (Üstadım’ın BAHRİYE
MEKTEBİ’ndeki lâkabı: Koca kafa.): 910.
Müteaşşık: Aşık olan, çok seven: 910.
Ahzar: Endişeler, ihtiyatlar: 910.
Fazl: Olgunluk. Kerem, ihsan, ilim, marifet, inayet. Artmak. Bir şeyden bakiye kalmak:
910.
Zera: Gölgelik. Perdelik: 910.
Teşkik: İkiye ayırmak: 910.
***
Lâ hâvle……. aliyyil azim: 1910= 2909.
Cüzur: KÖKLER. (Alt başlığı, ithaf eden niyetine, “Necib Fazıl’dan Abdülhakîm
Arvasî’ye” olan eserimin ismi.): 909.
Bimarhâne: Akıl hastahânesi: 909.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1908= 909.
***
Lâ ilâhe illallah: 170.
Müslim: İslâm olan, selâmette olan: 170.
Musalli: Namaz kılan: 170.
Yakîn: Kat’i olarak bilmek: 170.
Meni’: Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor: 170.
***
Lâ ilâhe illallah: 170= 1169.
Kusto: 169.

CİN Mİ CİHAZ MI?


Üstadım’ın ilk ciddi HAFİYE romanı olarak takdim ettiği, İngiliz Conan Doyle’un
Şerlok Holms isimli roman kahramanı, bir macerasında “her problem çözüldükten sonra kolay
gelir!” der. KARTAL ve BOLU Cezaevleri’nde, benim TELEGRAM maceram sırasında
sözünü ettiğim CİN tesiri meselesi de, “elektronik bir cihazla mı gerçekleştiriliyor, yoksa
sadece cinler mi kullanılıyor?” ikiliği arasındaki bir kararsızlıkta, beni ayrıca deli etti.
Sonradan iş, ihtimâl olarak, yaranın mikrop kapması mı, yoksa mikrobun mu yara açması”
şeklinden, elektromanyetik tesirin zayıflattığı beyne cin tesiri olabilir şıkkına döndü. Asıl olan
cihaz. Ya cin? Çok uzun zaman, onun müdahil olduğunu kesine yakın bir kanaatle, belki
HADİM tesiri hâlinde kabullendim. En sonunda, o tesirin halli yolunda benim - yakınlarımın -
arkadaşlarımın okumaları, duaları, hele Mahmud Efendi Hazretleri’nin “muhafaza edilmem”
hususunda 1000 İhlâs sûresi ve 1000 “Arkalarına bakmadan dönüp gidecekler” meâlindeki
âyeti okuyup benim niyetime bırakması - gece kalkıp benim için dua ettiğini duymam,
başlıbaşına MÜJDE, CİN ihtimâlini veya bu ihtimâlin bendeki korkusunu kaldırdı. 2006
senesinin ortalarıydı sanıyorum. Ondan sonra, O’nun ve yakınlarımın duaları, çeşitli
bakımlardan bereketini arttırarak, bugünlere geldim. NYMPHALAR, cihaz tesirini CİN tesiri
zannıyla karıştırmam bakımından, KARTAL’daki gibi CİN hususunda kurdukları ve
görevlileri bilerek bilmeyerek âlet ettikleri oyunları, bu husus benim için açıklığa kavuştuktan
sonra, bu sefer “oynanmış oyun”u alay-şaka karışımına vesile ederek hatırlatır oldular. Divan
Şairi Nefî’nin, bu lâkabından önce “Darrarî” lâkabını kullanması ve zehirli hicivleriyle “şok”
edici kızgınlıklara sebeb olması gibi, NYMPHALAR “Darrarî”, yâni zarar verici söz ve
frekans oyunları ile, daima zıd, ama bende irademi teksif etme hünerime âlet bir role düştüler.
Bu lâfım onların hoşuna gitmiyor. Ama bu, onların başta farkında olmasalar da, isteyerek
veya istemeyerek müsbet katkılarından hisselerine düşeni de eksiltir. Zorlukların insanı
tüketmesi başka şey, zorluklara dayandıkça güçlenmek başka şey; ikincide, yolda kalmamaya
çalışıyorum. NYMPHALAR, üç senedir beni yavaş yavaş rahatlatan toplumdaki ve dünyadaki
şartların değişimi içinde, zaman zaman kuduruyorlar ve hem zihin, hem bedenim üzerinde
cihazlarının alternatif uygulamalarını sergiliyorlar. Son bir haftada, hem zihni yorucu
uygulama hem de şok beden kramplarını –iki defa– yaşattılar. Göğsümün yan arka taraflarına
doğru. Matematik çözümü sırasında, kuşlara âit bir özellik meselesini kafanıza sokar gibi,
birşey düşünürken, meselâ başka bir mevzuda geçen bir kavramı söz ve frekans telkiniyle
beyninize mıhlamak, böylece sizi parçalamak nasıl olur? Sıcak bir sudan, âniden buz gibi bir
suya daldırılsanız? Ya uyku rahatlığı içinde iken, uykuda iken, âniden bir telkin ve tesirle
uyandırılsanız? Ahlâksızlıklarına sınır yok; mizaç ve taktik bir aradadan, taktike dönüşe
başlayan bir seyir içindeler gibi olsa da, yıpratıcı. CİN hakkındaki alay-şaka karışımları, bu
süreçte bir çeşni. Onlara, “asıl siz, cihaz tesirinin cin tesiri zannedilmesini normal karşılamalı
değil misiniz?” diyorum. Okkalı(!) bir lâf; ama doğru. NYMPHALAR, benden lâyık oldukları
karşılıkları alırken, kızgınlığımı alaya alıcı bir lâfımı hatırlatıyorlar: “Ama işine gelince,
benim cinim olur musunuz?”… KARTAL’da edilmiş bir söz.
***
Hafiye: İnsan bedeninde gizli olan can. Gizli, mestur: 696.
Fikir Kahraman(ı): 696.
Hassa: İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan
şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Tesir. Menfaat. Adet ve alâmet. Ekabir, kavmin şereflisi: 696.
Suret: Biçim, görünüş. Kılık. Tarz. Yol, gidiş. Hâl. Tasvir. Dıştan görünen şekil. Çare:
696.
Havas: Kısık ve çukur gözlü. (Havass: Üstünler): 696.
Mütenevvir: Nurlanan, parlayan: 696.
Sahha: Kulakları sağır eden çığlık, bağırış. (Salih Aleyhisselâm’a inanmayanların
helâkine sebeb, gökten gelen SAYHA’dır.): 696.
Tevfir: Arttırma, çoğaltma. Bir kimsenin hakkını ne eksik ne fazla tam olarak verme:
696.
***
Hafiye: Casus. Polis. Saklı ve gizli şeyleri araştıran. (Polis: Şehir. Zahir olma): 695.
Hufye: Saklanma, gizlenme. Etrafı herhangi birşeyle ihata edilen şey: 695.
Meşmeşiye: Âlem-i gayb’den veya Âlem-i misâl’den bir âlem. Bazı evliyanın keşfen
müşahede ettiği bir yer: 695.
Hurufat: Harfler. (Kültür. Lügat. Dil. İlim): 695.
***
Canon. (İngilizce): İlâhi kanun. Kanun, nizâm, miyar, kriter: 110.
Ayn: Da’va cetvelinde Allah’ın Alî-Yüce ismine tevafuk eder: 110.
Sîm: GÜMÜŞ. Gümüşten. Gümüş para. (Saliha: Safi gümüş. Salih kimse.): 110.
Kesel: Tembellik. Uyuşukluk. Yorgunluk. (Küsist: Yorgun… Kust: Sahil.): 110.
Medlul: Delâlet olunan. Mânâ. Meâl. Mefhum. Bir kelime veya işaretten anlaşılan: 110.
Müsebbih: Allah’ı tesbih edip, anan: 110.
Mahbes: Hapishane: 110.
***
Mucîb: İcabet eden. Sebeb kabul eden. Duaya icabet eden Allah: 55.
Doyle: Bir grubun en yaşlı veya kıdemli üyesi: 55.
Necb: Kabuk soymak. (Gaybı kurcalayan): 55.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2055.
***
Conan Doyle: 165.
Rahman Sûresi, 19-20. âyet: 3165.
Müfehhim: Anlatan. İdrak ettiren: 165.
***
Rahman Sûresi, 19-20. âyet: (Allah, iki denizi salmış birbirlerine kavuşuyorlar -
aralarında birleşmelerine engel bir PERDE var): 3166= 169.
Abdülhamîd: Allah Sevgilisi’nin ARŞ ehli yanındaki ismi: 169.
Kusto: 169.
***
Şerlok: Toplu tabancanın topunun kilidi: 636.
Havel: Mülk. Haşmet: 636.
Hilv: Boş oluş. Boşluk: 636.
Rehafeşan: Kurtarıcı: 637= 1636.
***
Holms: Nehir veya göl ortasındaki adacık. Nehir kenarında bulunan çayır: 144.
Kılavuz: 144.
***
Şerlok Holms: 780.
İzzet Mirzabeyoğlu: 1779= 780.
Mahluka: Başkasının olup da benimsenen manzume: 781= 1780.
Telegram. (Telekıram): 781= 1780.

CİNLER - CİNLİKLER
Sol göğsümün dört-beş parmak aşağısından başlayan ve termometre gibi yukarıya doğru
yürüyen-inen, hafif hafif oynayan, bir tesir; sanki, vücudumun içinde minik bir karınca ve
tesiri dış yüzden engellenemez. Sözkonusu tesir, o zaman bir CİN diye idrak ettiğim ve henüz
frekans tesiri diye bilemediğim, aynı zamanda telkinle gerçekleştirilen, KALB OKUMA
zannı uyandırılan bir oyuna dair. Herşeyin uryan bilinmesi gayesine matuf gösterilen bu oyun,
–o zaman benim için gerçek!–, ödümü koparıyor. “Acaba ne olabilir?”… Merakınız
gıcıklanıyor değil mi? Mukabil savunma sistemimle, geldikleri yoldan püskürttüğüm
NYMPHALAR, bu işin zihne tesir şeklini işlediler. Gizli duyguların keşfine çalışmak,
hırsızlık meselesine benzer; sadece hırsızlık yapmış olmak değil, öyle muamele görmek ve
araştırılmak da yıpratır insanı. Hele asıl gaye bu ise. Bunun canhıraş karşılıklarını hem
gerçek, hem kıyas olarak, kendi tarafındaki makam ve mansab sahibleri vesilesiyle gördü
NYMPHALAR. Onların korkuları da onlar. KARTAL’dayız; KALB OKUMA, daha sonra
göbek deliği hizasında sanki bir çizgi, aralıklarla konuşurken mütemadi sağdan sola giden bir
tesirde, o çizginin altında veya üstünde mânâsı değişen bir konuşmaya eşlik eden oyuna
dönüşüyor. Yarı uykulu bir durumda, otururken, bahsi geçen iş, size radyo dinliyormuş intibaı
veriyor. Müthiş(!) bir keşif: “Sen filân işi yaptın…” derken, nefes alışınız sırasında birden
sesin alta indiğini ve “yaptın”ın, “yapmadın” olduğunu farkediyorsunuz. Orhan Veli’nin, “Bu
havalar mahvetti beni” demesi gibi, bu keşifler mahvetti beni. Gerçi ardı sıra gitmesen ne
yapacaksın; davul benim de, tokmak onun elinde. Hiç olmazsa ses değişsin hesabı, biteviye
konuşmayı, üst menfi-alt müsbet çıkar, hafif göbek kıpırtısıyla lehine çeviriyor olma zevkiyle,
akıntıya kapılmış git. Kafa turşu olmuş. Birkaç gece oynanan bu oyundan nasıl kurtulmalı?
Madem ki mani olamıyorum, öyleyse bir cüret, ayrıca fevkalâde kârım da olabilir, hafif bir
sesle cine soruyorum: “Sen benim cinim olur musun?”… Cin ya! Sözün mânâsıyla, frekansın
azdırıcı tonda uyumu yanında, sözün mânâsının normal durumda üzerinizde bırakması
gereken uyumu, frekansın baskın tesirinde tersine dönebilir. Mutlu olmayı gerektiren bir
lâflarına mukabil, keder duygusuna kapılmanız gibi; yahud tersi. Benim o soruma cin(!), hem
sözlü, hem de tesir olarak olumsuz, yalak bir alaycılıkla cevab verdi: “Hee, hee, işine mi
geldi…” Kopyada yakalanan talebe gibi, açıkgözlük edeyim derken yakalanmıştım.
Üstadım’ın BAHRİYE MEKTEBİ’nde arkadaşları ile KÜRT hademeye oynadıkları CİN
OYUNU’na mukabil, ben KARTAL’dan BOLU’ya CİN OYUNU’na düşmüş geldim. CİN
bahsi mahfuz, ama TELEGRAMCILAR tarafından asıl olarak hedeflenmiş olmadığı gibi, bu
iş inanç mevzuu değil bir VARLIK mevzuu olsa da, inançları da yok. Bu yokluk,
NYMPHALAR için daha az; biraz inanıyorlar. Kendilerine NYMPHALAR. Cin meselesi,
onların epey kurgularına-alaylarına mevzu oldu. Vesilesi düştükçe, gelecek sayılarda
bahsederiz. Burada, onlara söylediğim şu sözü not edeyim: “Üzerimdeki tesir, rüyâ hâli
vesaire, bir cihazla da gerçekleştirilse, bizzat sizi motive eden şeyin cinler olmadığını
söyleyebilir misiniz?”… Zaman gibi; bildiğimiz, ama anlatamadığımız şeyleri düşünün. Zihnî
bir operasyonla “ileri-geri” hâlinde eşyada gördüğümüz ve takib ettiğimiz zamanı, böylece
eserlerinden biliyor değil miyiz? Nice mücerretlerin YAŞAYAN ve BİLENİ varken,
yaşamayan ve bilmeyenin olduğunu, bunun yanında bize âit vücuda dair bilginin, bir doktor
tarafından bilinebildiğini anlayamıyor muyuz? Cinler bahsinde hâlimiz. Özellikle
KARTAL’da, TELEGRAMCILAR’ın katkısı olmasa da, onlardan –belki– habersiz, sadece
CİNCİLİK yapıldığını da sanıyorum.
Bir not: KARTAL Cezaevi tecrübesiyle BOLU’ya geldim. Cihaz mı Cin mi derken
geçen aylardan sonra, yakınlarımı ve arkadaşlarımı kurtarıyor zannında, fiziken büsbütün
tükenmiş hâldeyim, hayatı terke karar verdim. Bu bir şehadet eylemi idi. BOLU’da tecrübem,
tezahürleri beklemem ve “komik” duruma düşmemek için - bu şekilde istismar edilememek
için, konuşacağım zamanı gözledim. Hep gözledim. Bu, KARTAL’dan farklı bir gelişme:
Cinlerle değil, insanlarla konuşuyorum, bu kesin ya, bu kesinlik içinde olan biteni “kafayı
yemiş”e fırsat vermeyecek bir bilgelikle tebliğ de ediyorum. NYMPHALAR’la karşılıklı
konuşmalarımız, “kötü sözler” dışında, fikir karmaşasına da giriyor, apaçık konuşuyoruz,
bildiğiniz gibi bunu tebliğ de ediyorum. Garib bir durum: Aslolan karşı karşıya duruş, her
türlü kötü söz, bunun yanında benden insicamlı ve düzenli düşünce, onlardan ciddi veya
muzurluk şeklinde mihraksız konuşma. Dövüşen iki insanın birbirlerine söyledikleri lâflar,
tehditler, üstünlük taslamalarının ardından, hani yorulunca şöyle birer sigara tüttürerek
nefeslenmeleri gibi bir rahatlık içinde sohbet üslubuna girmeleri. İşkence yapanla işkence
görenin, birinin diğerinin hâlini anlaması - haksızlığını hissetmesi, öbürünün onun “iş”inin bu
oluşunu anlayışa doğru bir gariplik içinde, bahsettiğim sohbet üslubunun doğması. Durum
benim için şudur: İsa Aleyhisselâm ve havarileri leş kokulu bir köpek cesedi yanından
geçerlerken, Havariler’in leş kokusundan bahisle burunlarını tutmalarına mukabil, İsâ
Aleyhisselâm’ın “ne güzel dişleri var!” demesine eş, ben NİSBET SAHİBİ, tersinden ve bu
türlü düzünden herşeyi kendi davam yönünden VAHDET’e tahvil edebiliyorum. Şu hikmet
etrafında dönmem bile, anlattıklarımın bir yeni isbatından başka ne ki?

UFUK: CİN KORKUSU


(Bahriye Mektebi’nde, talebelerin hademeye oynadıkları bir oyun)… Bizden sonraki
sınıfların küçük yaşta talebeleri arasında CİN hikâyesine inananlar oldu. Bunlar, gece
yataklarından çıkamaz ve donlarına kaçırır oldular. Bir hikâyedir sürdü… Bizi ve daha küçük
sınıfları toplanmaya çağırdılar… Kumandan:
— “ 1054 Necib Fazıl, 3 adım ileri, marş!”
Yüzümü talebelere çevirttiler:
— “Şu gördüğünüz haylaz, gece nöbetçisini korkutmak için bir CİN hikâyesi
oynatmıştır. Bu işin aslı faslı yoktur. İşte kendisini cin, cin diye satan haylaz karşınızda! Onu
en büyük ceza olarak teşhir ediyorum! Siz de rahatınıza bakın ve geceleri korkunuzu
gidermekte kuşkuya düşmeyin!”
***
Bahriye Mektebî: Askeri deniz okulu, orta ve lisesi. (Deniz. Lûgat. Dil. İlim. Edebiyat):
697.
Havass: Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. Muteber zâtlar. Evliyalar. Zenginler.
Mânevî tesir için okunan duâlar: 697.
Isaha: Kulak verip dinleme: 697.
Mahzen: Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer. Erzak yeri. Bodrum. Yeraltı.
(Nevad: Mahzen. Bodrum. Dil.): 697.
Müntehir: İntihar eden: 697.
Hun-alûde: Kana bulanmış: 697.
***
İntihar: İdam-ı nefs: 660.
Müsteykin: Yakînen ve kat’i olarak bilen: 660.
Keramet: Bir velinin, İlâhî lütuf eseri gösterdiği marifet, harika hâdise. Bir velinin kendi
iradesiyle böyle birşeye davranışı, yine onlar tarafından feci olarak nitelenmiştir. Yine, bazen
bu soydan bir keramet, bir zayıflık sayılmıştır; Allah’ın iradesi dileği olmuş kişinin, herhangi
bir sebeble gayrete gelmesi, bu mânâyı zedelemesi. Küçük çapta kerametler, menfi kutuplarda
da tecelli eden ve “istidraç-sahte keramet” denilen hâdiselerle birbirine karıştırılabilir; bunlar,
nefsi ile nefsi için mücahede (eden) sırasında meydana gelen olağan dışılıklardır. Bunun en
küçüğü de, Şaman harikalarının andırışı içinde boy gösteren “sun’i telepati” ve “sun’i hipnoz”
yoluyla gerçekleştirilen TELEGRAM zapt ve teshiri içinde olanlardır ki, bu mânâda
TELEGRAM, ruhçuluğun aslı ve astarı hususunda İSLÂM’dan başkasının kalmadığını isbat
eden bir teknolojidir: 661= 1660.
Osman: (Asman: Gökyüzü, sema… Usman: Ebcedi, Osman ile aynı. Bir mânâsı BÂKÎ,
geride kalan, FAZIL, fazla. Diğer mânâsı Cennet meyvesi diye de vasıflandırılan ZEYTİN
AĞACI ile ilgili. Üstadım’ın Büyük Doğu mecmualarında yazdığı hikâyelerde kullandığı
müstear isim, AHMED ABDÜLBAKÎ’dir. Ahmed, küçük isimdir: Ahmed Necib Fazıl…
Osman: Usmen… Us, Türkçe’de AKIL demek. Us-men: Akıllı ben.): 661= 1660.
Hılal: Dostluk: 660.
Rast: Doğru. Müstakim. Sağ. Uygunluk. Haklı: 661= 1660.
Sitar(e): Yıldız, kevkeb. (Hadîs: Mehdî’nin yanağında yıldız gibi parlayan bir BEN
vardır.): 661= 1660.
Sitr: Örtü, perde. (BERZAH): 660.
Müntesaf: İkiye bölünmüş ve yarı olmuş: 660.
Hina: Şarkı söyleme. (NYMPHALAR’ın, nehir ve göl kenarlarında şarkı söyleyen, fitne
çıkarıp kavga eden tabiatın esprileri, lâtif varlıkları oldukları hatırlanmalı - Mitoloji’de.):
661= 1660.
***
İdam-ı nefs: (Bu tâbirde, intihar, yâni kendi nefsine kıyma mânâsı bulunduğu gibi,
zünnar, yâni mecusî ve Hıristiyan keşişlerinin bir alâmet olmak üzere bellerine bağladıkları
kuşağın, nefse benzetilerek “önce zünnarını çöz!” diye tasavvufta kullanılması şeklinde, bir
“nefs edası” mânâsını da buluyoruz.): 306.
Bakara: İnek. Dişi sığır. Kur’ân’ın 2. Sûresi: 306.
Nuran: Nurlu, parlak: 307= 1306.
Avrel. (Kürtçe): NİSAN. BİRİNCİ: 307= 1306.
Şah: HÜKÜMDAR. Padişah. Bir yere hâkim olan zât. Sahib. Asıl. AT’ın ön ayaklarını
kaldırarak dikilmesi: 306.
KAHHAR: Allah’ın isim ve sıfatıdır, kahredici mânâsında: 306.
Verik: GÜMÜŞ para: 306.
Fedakâr: Zahmetlere göğüs gererek, davasında sebat eden. Başkası için zorluklara
katlanabilen: 306.
Müsevver(e): İhata olunmuş, kaplanmış, istilâ olmuş: 306.
***
İdam-ı nefs: 306= 1305.
Akder: En kudretli: 305.
Kudar: Büyük yılan. Aşçı. (Rızk-yemek.): 305.
Kadir: Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret ve güç sahibi Allah: 305.
Heysar: Arslan: 305.
***
Cinn: (Üstadım’dan bir mısra: Ne derlerse desinler, yakın dostlarım cinler!): 53.
Ahmed: Daha çok hamdeden. Çok övülmeye ve medhedilmeye lâyık olan. Çok sevilen.
Beğenilmiş. Allah Resûlü’nün bir ismi. (Hadîs: Ümmetimden bir AHMED gelecek ki, en
büyüğü odur… Allah Sevgilisi tarafından methedilen o Ahmed, kendisine kadar gelen Ahmed
isimliler arasında en büyüğü, İkinci bin yılın yenileyicisi, Ahmed-i Farukî isimli, İMAM-I
RABBANÎ HAZRETLERİDİR. Hind’in Serhend beldesinde doğmuş, yetişmiştir.): 53.
Kevkebe: Yıldız. Süvari alayı: 53.
Bademe: Zincir halkası. Et beni. Eski hırka. (Hırka-i Tecrid: Derviş hırkası… Hazermih:
Bin yerinden yamalı derviş hırkası. Çok süslü. Gök yüzlü… Divan edebiyatında güzelin
yüzündeki ben: Hindu.): 53.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2052= 1053.
Evham: Vehimler. (Hayrete düşme): 53.
Magib: Gaib olma. Kaybolma. Görünmeme. (Şiilerin, isim benzerliğinden dolayı
Muhammed Mehdî –bin Askerî– Hazretlerine yordukları durum; ahir zamanda tekrar
görüneceğine inandıkları MEHDÎ inancı hatırlanmalı.): 1052= 53.
***
Birinci: (Birinc: Pirinç. Bol su içinde yetiştirilen bir tahıl nevi.): 255.
Peygamber: Allah’tan haber getiren: 1254= 255.
İns ve cin: (İnsanlar gibi cinler de, Peygamberlerin tebliğlerine muhatab olmuşlardır,
buna göre mümin veya kâfir olmuş, mümin veya kâfirdirler. Resûlullah Efendimiz’in kum
üzerine oturup araya çizgi çizerek konuştuğu malûmdur. Şerli cinlerin gaibden haber çalıp
duyurmaları, Resûlullah Efendimiz’in göreve başlamasından sonra, Allah tarafından
engellenmiş ve ateşten toplarla-taşlarla kovalanmışlardır. ARŞ’ın gök ve makam, KÜRSÎ’nin
onun altında bir mertebe oluşu, ABDÜLHAKÎM-HAKÎM’İN KULU Allah Sevgilisi ve
O’nun Ehl-i Beyti mânâsındaki İslâm Büyükleri ile birlikte düşünülürse, ARŞ’ın Allah’ın
ZAHİR ve BATIN ismi karışımında olması, bunun remzlerinden birinin KUSTO-ölenin
arkasından kadının sürünebileceği kokunun ebcedinin Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetlerle
tevafuku, Büyüklerin dilinin korunduğunu gösterir.): 255.
Mebruz: Gösterilmiş, ibraz olunmuş. Açılmış mektub-haber: 255.

YEVMİYE: BİR KİŞİ…


“Meramınızı pek iyi anlatamadınız herhâlde?” diye soran ERKEKÇE isimli dergi
muhabiri, şu cevabı alıyor:
— “Bir maşrapaya Marmara’yı döksem, maşrapa yine alacağı kadar alır… Ama ben
maşrapayı doldurmuşumdur… Birçok politikacının istifade ettiği, hattâ işi istismarcılığa
götürdüğü İslâmiyet davasında, bunlar benim düşük çocuklarım hâlinde peydah olmuş
tiplerdir. Birçokları düşecek, ama BİR TANESİ TUTACAK, doğacak, yaşayacak,
yaşatacak…”
***
Ehad: Bir. Tek. Nadirlikle vasıflı kâmil sıfatı havi olan: 13.
Salih Mirzabeyoğlu: 1013.
Vecd: 13.
İstisna: Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak. (Gelişi gidişi ruhî mugman-
muamma… Yevmiye: Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na
sevgiyle…): 1013.
Harikulâde: Fevkalâde, âdetin haricinde olan şey, eser. Görülmedik derecede.
(Yevmiye: Üstadım’ın Efendi Hazretleri’nin huzuruna ilk varışındaki intibaı, “Harika
meydana geldi!” olmuş.): 1012= 13.
Vicd: Gına. Zenginlik. (Vicdan): 13.
Müstahdis: Yeni bir şey bulucu. (İBDA): 13.
Vav: (Kur’ân alfabesinin sondan üçüncü harfi. (Allah’ın Refiu’d derecat ismiyle alâkalı.
Mertebesi yüksek dereceler.): 13.
Hica: Bilmece, bulmaca: 13.
Abî: Suda yaşayan veya suda meydana gelen. Çok mavi. (Tedaî: Rahman Sûresi, 19 ve
20. âyetleri ile, Furkan Sûresi 53. âyet. BERZAH SIRRI.): 13.
Gayb: Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz: 1012= 13.
Zecec: Kaşın uzun ve ince olması. (Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin,
Üstadım tarafından tasvirinde geçer.): 13.
Evvah: Kusurunu bilerek ah-vah etmek, yalvarmak. Yakîn ilim sahibi. Halil İbrahim
Aleyhisselâmın bir vasfı. Merhametli. (Yevmiye: Abdülhamid Han’ın bir suçu vardı biliyor
musun? –“MERHAMET!”… Hüküm tamam…): 13.
Tabahat: Aşçılık: 1012= 13.
Azad: Hür: 13.
Hece: (Yevmiye: Ölümü Yunus Emre kadar kim derinden duyabilir… “Dökülmüştür
kirpikleri kaşları — Başları üzerinde hece taşları.”… Konuşalım öyleyse… Şâhide: Mezar
taşı.): 13.
Zaid: Fazlalık. Tekid için söylenen. İlâve olunmuş: 13.
Uzema: Mevki ve şeref bakımından büyükler. (Faal kuvvetleri kendinde toplayan
ÇOCUK sırrı hatırlanmalı.): 1012.
Cihad: 13.
Yed: EL. Kuvvet, kudret, güç, yardım. Vasıta. Mülk: 14= 1013.

ÖLÜM ODASI B-YEDİ (40. Bölüm)


SURET - ŞEKİL, HEBA’dan
Suyun içinde herhangi bir cisim; bu cismin şekli, bir yönüyle cisme, diğer yönüyle suya
aittir ki, bir kalıba dökülen alçının, kalıbın şeklini alması ve böylece şeklin hem kalıb, hem de
üründe görünmesi gibi bir durum sözkonusudur. Şeklini almış ürünün kalıba konulması
neyse, su içinde bulunan cisimle suyun teması arasında, bakıldığı tarafa âit görünen ŞEKİL
diye bahsedebileceğimiz, her ikisinde de görünen ve müstakil olarak bahse mevzu bir keyfiyet
bulunmaktadır. Bu keyfiyet görünüşünü cisme borçlu olduğu için, mücerret plândaki mânâsı
bakımından şekil kendisinden yapılan, ama kendisi şekil olmayan bir mahiyet arzeder.
ŞEKİL: SURET. Malûm; suret olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmez. İlmin suretinin,
süt olduğunu, Hadis-i Şerif’ten biliyoruz. İlmin suretinin, rüyâda süt olarak göründüğünü.
“İlim sureti” dedik ve onun suretinin de “süt sureti”nde olduğu; dikkati çekmek istediğimiz
husus, “ne neye göre mânâ ve ne neye göre suret” meselesine bakılması gereği. Renk, şekil,
ses, estetik, kelime vesaire gibi maddî olan ve olmayan İFADE’ye gelmiş her şey, bir tecelli
eden var’a delildir. Buna göre, şu surete göre mânâ olan, şu mânâya göre suret mevkiindedir.
İlim ve süt misâlinde, su misâlinin tersine, şekli kolayca anlaşılır mânâsından, mücerret
İFADE’ye taşıdık: İlim, ilim olarak bir surete, süt de süt olarak bir surete malik. Böylece,
suyun da HEBA’dan bir suret olduğunu kolayca anlıyoruz; ve mücerret olarak şeklin HEBA
maddesinden-cevherinden yapıldığını, ama kendisinin o şekil olmadığını da. Cismin şekil
maddesi-hususu, tecelli edenin HEBA olması bakımından, şeklin HEBA’ya âit ve varlık
öncesi alıcısı durumunu göstermektedir. HEBA’da tecelli eden de, Allah’ın nuru ki, bütün
varlıkların görünüşünü sağlayan. HEBA, Küllî Cisim’den farklıdır; o, suretin muhtevasının
yapıldığı. BOŞLUK’ta tecelli ettiği için ona delil olan HEBA, boşluğun hacim gibi bir
mücerret olduğunu da göstermektedir: Nasıl ki, hacim cisminden dolayı biliniyor, boşluk da
öyle. Demek ki Kâinat’ta boşluk yok ve boşluk, varlıkla bahsi edilen. Bu mânâdadır ki,
BOŞLUK, mücerret olarak bahsi edilebilen, keyfiyetsiz bir mânâdır. AYNA.

AHİR
ÂHİR: Biten. Hitam bulan. Sonra gelen. Son. Sonraki. (Varlığın kendisinde tükendiği,
Allah’ın 99 güzel isminden biri, EL ÂHİR: Vücudunun sonrası olmayan, sonsuz… HE
harfinin, bu isim ve varlığın HEBA mertebesi ile ilgisi var.): 801.
Zülcelâl vel-ikram: Şeref ve ikram sahibi: 801.
HIRA: Mekke civarında bulunan ve Allah Resûlü’ne ilk vahyin geldiği mağaranın ismi:
802= 1801.
Berh: Balık. Hisse, nasib. Su birikintisi. Şimşek, berk: 801.
Müstagrak: Garkolmuş, dalmış. Mânevî bir hâle düşmüş: 1800= 801.
Rah: Zan. Kaygı, keder: 801.
***
Ahîr: En son. Sonraki: 811.
Şah-ı NAKŞÎBEND: 812= 1811.
Hıyar: Hayırlılar. Bir işi yapıp yapmamada hayırlılar: 811.
İhtar: Hatırlatmak. Tenbih. Uyarma. Kalbe doğuş, ilhâm: 811.
Ziyâ: Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik: 812= 1811.
Beyz: Yumurta. (Kabe: Yumurta… Kâbe: Beytullah.): 812= 1811.
***
Ahir: Tembel. Zina işleyen. (Milt: Nesebi bilinmeyen. Evveli belirsiz. Piç… Piç:
Büklüm, kıvrım, dolaşık. Aslına benzemeyen. Sarmaşık… Miltat: Deniz kenarı, sahil, beyne
erişmiş baş yarası. Küst, fikir adamı… Allah bir kudsî hadîs’te, “Ben insanın en büyük
sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım!” buyuruyor. Yine: “Ben kulumun zannı içindeyim!”
buyuruyor. İnsan bilse de bilmese de, O’nun kulu ve buyruğunda… “Bilse de, bilmese de”;
O’na imân edenlerin ve etmeyenlerin bu nitelikteki zanları yanında, karşılığı hesabta
görülmek üzere yaptıkları her işte de zamanın gayeliliğinden kopamaz mânâsında bu nitelik…
Zann: Tahmin. İhtimâllere dayanır düşünce. İstikbâl düşüncesi. Sonraya âit… Zann: Sezme.
Sanma, şübhe… Hadîs: Bazı zan vardır ki günahtır… Zan: Ayıp.): 276.
Kenare: Kıyı, kenar. Sahil, deniz ile karanın bitiştiği yer. Kucaklama, kavuşma. Köşe,
uç. Son, nihayet, ahir. Etrafı çevrilen, ihata edilen şey. Çember: 276.
Mansus: Nass ile sabit kılınmış. İzhâr ve beyan edilmiş: 276.
Ru’: Kalb, fuad. Kalbte korku arız olacak yer. Zihin ve akıl: 276.
Hat’are: Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek: 1275= 276.
Vera’: Takvanın ileri derecesi: 276.
Kumarbaz: Uman, kazanmayı ümit eden. (Ümit istikbâle ve hazırda olmayana olur.):
276.
Evreng: TAHT. Şan, şeref, nâm. Zinet, süs. Akıl, irfan. Hoş hallilik. Mekr, hile.
Güzellik. (Abdülhakîm Koltuğu bahsini hatırlayınız.): 277= 1276.
***
Mehdî Salih Muhammed: 280.
Naka-i Salih: Salih Aleyhisselâm’ın mucizesi olarak, bir kayanın yarılıp içinden devenin
çıkması hâdisesi. (Cemel-deve, elif fazlalığıyla cemal: Fertteki güzellik. Allah’ın lütuf ve
ihsân ile tecellisi. Doğru söz. Güzel yüz.): 281= 1280.
Berf: Güzel söz. Kar, soğuk. Asker: 281= 1280.
Kasas: Arslan: 281= 1280.
Kısas: Cinayette ödeşmek: 281= 1280.
Ahîre: Zâni, zinakâr: 281= 1280.
HE harfinin ebced değerinin 5 ve bunun eski rakamlarda 0 şekli ile ifâde edilmesi,
sıfırın, “bitişik” ve “kavuşma” noktalarındaki BERZAH mânâsı yanında, şekil veren madde
HEBA gibi bir bilinmezlike remz oluşunu da gösteriyor.

HEBA
Heba: İnce toz. Boş. Nafile. Fazladan. Gayr. Aklı az: 9.
Durah: Gökte melaike kâbesi olan Beyt-il mamur: 1009.
Heca: Harflerin sesi. Şekil. Kıyafet. Rızık. Sükut etmek: 10= 1009.
Çav. (Kürtçe): Göz. (İdrak): 10= 1009.
İBDA’: Numunesiz birşey yapmak. İzhâr etmek. Yaratmak. Bir yerden diğer bir yere
çıkmak: 9.
Hazrevat: Gökyüzü, felek. Asuman. Yeşillik: 2007= 9.
Cevv: Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Feza: 9.
İcad: Kapı ve pencerelerin üstünde bulunan kemer. (Eğri çizgi): 9.
Bizz: Açmak, FETH. (Salih Aleyhisselâm’da tecelli eden FÜTUHÎ hikmet
hatırlanmalı.): 9.
Cah: Makam, mansab. Kadr, itibar: 9.
Cez: Ada. (Ada: 6: Vav… Badi’: Deniz içinde olan ada. Et. Deri… Badi: Havaya ve
rüzgâra âit. - Arabça, eski Yunanca ve Lâtin dillerinde ruha verilen isim, “hareketli rüzgâr” ve
“mânâların dondurucu soluğu” mânâsına geliyor… Cezire: Cez. Kök, asıl, temel. Derya. Arı
kovanından bal almak… Badame: Zincir halkası. Tek halka. Et beni… Denizdeki ada,
yüzdeki ben “sabihat-gökteki yıldız, imânlıların ruhları” arasındaki benzerlik, bize NECM
Sûresi’nin etrafındaki mânâları hatırlatıyor: Necm, meşhur mânâsı ile YILDIZ demek. Ağacın
dışında, “gövdesi ve kütüğü olmayan bitkiler”, yâni “ot-yeşillik” mânâsı yanında, zaman
zaman verilen şeylerin her birimine de “necm” denilir. Ayrıca “Süreyya-Ülker” yıldızına da…
KUST, topalak otu demek; çeşitli nevileri var… Mehdî’nin yüzünde YILDIZ gibi parlayan
HİNDU-BEN… Nuh Sûresi’nin 17. âyetinde, “Allah sizi yerden yetişen NEBAT gibi bitirdi”
buyuruluyor. RUYA: Yerden biten bitki. RÜYA: Düş. Hayâl. Uykuda görülen suretler…
NECM SURESİ: Bir hadîs’e göre, Allah Sevgilisi’nin müşriklere karşı açıktan ilk okuduğu
sûredir. Kâbe yanında. Yine İbn Mesud’dan gelen bir rivayete göre: “İçinde secde âyeti inen
ilk sûre budur. Bu nazil olunca Resûlullah secde etti, onunla beraber bütün Müslümanlar;
ancak bir adam avucuna toprak alarak onun üzerine secde etti, sonradan ben o adamın kâfir
olarak öldürüldüğünü gördüm, o Ümeyye İbn Halef idi”… Sûre’nin iniş sebebi, müşriklerin
Allah Resûlü için “Kur’ân’ı kendi uyduruyor” demiş olmalarıdır. “O kâhin, deli, şâir,
Kur’ân’ı kendi uyduruyor” demeleri hususu, Tur Sûresi’nde de geçiyor… NECM
SURESİ’nin açıktan okunan İLK SÛRE olması, bir meydan okuma tavrıdır.): 10= 1009.
Abu: Nilüfer çiçeği ki, su içinden biter: 9.
Dev: Cin: 10= 1009.
Ebced: 10= 1009.
Peçe: Örtü. Yüz-çehre-suret örtüsü: 10.
Peçe: Çocuk. Hayvan yavrusu. Sarmaşık bitkisi, ruhun yolundan Allah’a ruhîlikle
tırmanmaya misâl. (BERZAH): 10= 1009.
KUVANTUM BOŞLUĞU - SIFIR - ZAMAN - ŞEKİL
Muhayyileden terekküb eden kıyas: Hayâl edilmiş şeylerden meydana gelen muhakeme,
mantık, düşünce, karşılaştırma. Terekküb, tertib etme, birleştirme… Muhayyelattan terekküb
eden kıyas, mevzuu gerçek olan yerlerde “hayâl kurma” dediğimiz gibi menfi bir mânâ ifâde
ederken, mevzu hayâl nev'inden olan hakikatler peşinde bir “şiir idraki-şiir şuuru”nu gösterir.
Bir velinin, “gece, ak sütün içinde ak kılı farketmek” dediği idrak, ilim içinde kendi tabına
uygun olanı toplama yolunda bir “şiir şuuru” işidir. Akıl ondan, ama o akıldan değil. Yol,
şuurun aynı, sureti; velinin misâlindeki kıl, “bulmakla gitmek ve gitmekle bulmak bir”
hikmetini gösteriyor. Bâtına, şu görünen âleme nisbetle konuştuğumuz kemmiyet ölçülerine
gelmeyen dünyaya âit mücerretler, bu dünyayı kendine suret kılmış ve onun özü ise de,
neticede asılla var olan gölge mesabesinde kalırlar. Asıl, BERZAH âlemi ve her insanın
içinde bulunduğumuz âlem idrakinden BATINI’na, “ihtimâller âlemi”nde ASLIN ASLI
ALLAH’a yol var. İhtimâller içinde kendi hakikatini FARKETMEK? O, kimine nasib oluyor,
kimine değil; ağız yolunu bilmiyor ki, kaşık çalsın pilâva.
Her mevzu, kendi usul, esas ve kuralları içinde ele alınabilir. Bu hakikati, şu görünür
dünya ve onun derunî-enfüsî-sübjektif gerçekliği içinde tatbik ederken, bahsi geçen kıl misâli,
“herkesin hakikati kendine” hikmeti çerçevesinde, birbirine nisbetle doğru ve yanlış olmaları
yanında, BERZAH mertebesine nisbetle de doğru ve yanlış yol olarak çeşitleniyor. HER
MEVZU tâbirinin, sadece müştereken kabul edilmiş ilim dalları için değil, nevi şahsına
mahsus mevzu ve ilim dalları için de, nevi şahsına mahsus bahislere şâmil oluşuna dikkat.
Sözü, bir ihtimâller alanı - Cennet’i ve bu vasfıyla “olabilirler” imkânı “Alice Harikalar
Dünyası” masalını andıran KUVANTUM FİZİĞİ’ne getirmek istiyorum. Mevzu FİZİK; altını
çizeceğimiz husus da, ihtimâller üzerine kurulu teoriler ve hangisinin gerçekliği gösteriyor
olması değil bir “ihtimâller dünyası” olması. KLASİK FİZİK’in iç dünyasına âit mücerretler
müşahhaslaşır ve bazı mevzuları ile onu aşar veya iptal ederken, yeni görüntüsünde ona âit
bazı mücerretlerin yine kendi mücerretleri olduğunu görüyor. ŞEKİL, her insanın kendi
tabiatına muvafık olan ya; karşımızda neyse o duran eşya ve hâdiseler, insan sayısı kadar
çoğalıyor. Müşterek olduğumuzu sandığımız hakikatler, İFÂDE edebilici zekâlar tarafından
bizi bölük bölükmüş gibi yapsa da; görünür dünya hakkında da, derininde de bu böyle. Fizik,
lâtifleşmiştir; ve maddenin aslı diye nitelenen “heyûla”, sanki hayâlin kesifleşmesi, yeni
fizikte bütün görüntüleriyle onu işleri andırırken, yine onu altına - asıl almıştır.
KUANTUM VAKUMU: “Kuantum alan” teorisinde, Kâinat’ta mevcut olan varlık
dinamik enerji modelleri olarak ele alınır. Enerjinin ölçülemeyecek kadar düşük olduğu
seviyede, doğrudan algılanamaması veya ölçülememesinden dolayı, “varlık”tan yoksundur.
Vakum-boşluk olarak nitelenen bu zemin, aslında herşeyin potansiyeliyle doludur. Demek ki
bu “boşluk”, modern fiziğin varlık tesbitinin unsurlarına benzemediği için, “varlıktan yoksun”
diye niteleniyor. Soru güzel: Atom altı fiziğinin, parçacıklar ve dalgalar dünyasında, bunlar
tabiî olarak daha derinde bir şeyin tezahürü ise, o nedir? BOŞLUK, bu cevab, çok da “fizikî”
görünmüyor. Bir şeyin maddî tezahürler meydana getirmesi, nasıl ki onun da maddî olmasını
gerektirmiyorsa. “Dalgalar ve parçacıklar ve tabiî ki İNSANLAR, tıpkı denizde kabaran
dalgalar gibi, temel olan boşluk’tan dalgalanır ve meydana gelirler”; bu boşluk, Kuantum
fiziği ne derse onun derininde kalacak olan, Kâinat’ın yalnızlığının sebebi bir zardır.
BİRLİĞİ’nin sebebi. Bize, o boşluğu dolduran ve hiçliğine delil, HEBA maddesini
hatırlatmaktadır. Bu bakımdan HEBA, letâfeti bakımından izsiz olmasından dolayı, BOŞ diye
de nitelenir.
Varlıkta HEBA mertebesi, Allah’ın AHİR ismiyle ilgili ve mânâsı HE harfine tevafuk
ediyor. Bu harf nefes harfidir; bilerek bilmeyerek her nefeste O’nu zikrediyoruz. Bir
kelimenin ilk harfi gibi, son harfi de onu tâbir eder. Ebced hesabında HE, beş sayısına denk
geliyor. Eski sayı şekillerinde de beş, “0” şeklinde. Ahir, insan için “sonra” mânâsına geliyor;
İstikbâl mânâsının, hayâle mevzu zaman oluşu malûm. Hayâl ve zaman: Mevzu olarak, biri
merkeze alınabileceği gibi, burada görüldüğü üzere birbirinin içinde bir birlik. Heba’nın
“ŞEKİL veren, ama kendi şekil olmayan” niteliği, bize zamanın mekândaki “bir varlık-bir
yokluk” temposunda görünen eşya ve hâdiselere ŞEKİL verici oluşunu hatırlatıyor; meşhur
bilgiyi. “DEHRE sövmeyiniz, DEHR Allah’ındır!” buyuran Allah Sevgilisi’nin bu sözü,
“Rüzgâra sövmeyiniz, o Allah’ın nefesindendir!” diye de kullanılmıştır. Allah’ın kendi
nefesinden, nefsinden üflediğini buyurduğu ruh da Arabça’da RİH, yâni “rüzgar ve nefes”
mânâsındadır. Allah, rahmetiyle herşeyi kuşatmış ve RAHMAN ismiyle üzerine kurulmuştur.
Âlem, Rahmanî Nefes’te toplu suret ve ŞEKİL’in tecellisinden başka bir şey değildir; ulvî ve
süflisiyle bütün suret ve şekiller, O’ndan açılmıştır. Her âlem kendi hakikatleri mertebesinin
istediği Cevheri, O’ndan alır. Halk’ın bâtını Hak, Hakk’ın zâhiri halk; demek ki Allah’ın
ZAHİR ismi, mahluklarına nisbetle bâtın hükmündedir.
DEHRE nisbetle zamanın “geçmiş-hâl-gelecek” buudları, bir izâfiyet kaydından
ibarettir. DEHR, “insan” mânâsına da geliyor. İNSAN’ın bâtınını, Allah kendi suretinden
yaratmıştır. MİM harfi, Guceratlı Şeyh Ebu’l Muvahhid’in “Da’va Cetveli”nde, sayı değeri
90, Allah’ın MALİK ismine tevafuk ediyor; Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nde ise, Allah’ın
EL-CÂMİ ismi ve mertebesi İNSANLAR’a.
LEVHA: 2 Haziran 1997… Üstadım bizim evde… Üzerinde takım elbise var… 55-60
yaşlarında ve sakalsız… Hareketleri kalender… O’na “Üstadım, Süryanice’de bir kelimenin
mânâsı o kelimenin harflerinden birinde toplu imiş; NECİB’in hangi harfi kelimeyi
belirtiyor?” diyorum, “Cim, Mim’dir!” diyor… Sonra beraberce evden çıkarken, evin
dağınıklığından utanıp, “bu ne böyle?” diye evdekilere kızıyorum… Ayakkabılar, onların
üzerine atılmış yarı dürülü halı… Babam hemen koşup hürmetle Üstadım’ın ayakkabılarını
çeviriyor, düzeltiyor… Üstadım ayakkabılarını giyiyor ve ikimiz SAHİL KENARI bir asfaltta
yürüyoruz!
MİM: 90… NİL: Mısır’ın hayat menbaı ve mübarek sıfatıyla nitelenen nehir. Mavi renk:
90… NİL, Lâtince’de, “sıfır, hiç” mânâlarına da geliyor. Aynı zamanda bir ölçeğin
başlangıcı… NİLGÛN: Nil ile aynı mânâda: 166… Rahman Sûresi, 19-20. âyetleri: 3166…
KUSTO: 169.
ŞEKİL-SURET hikmeti deyince, Allah’ın MUSAVVİR ismi… Musavvir: Tasvir eden.
Şekil ve suret veren… Musavvire: Tasvir edilmiş. Suretlenmiş. Şekli çizilmiş. Kuvve-i
Hayâliyye. (Kuvve-i musavvire. Madde-i musavvire.)
Bu meseleye el atma sebebine gelince: “Nefsini bilen, Rabbini de bilir!”… NEFS,
bedene ilişik bir keyfiyet olarak, BEDEN mânâsına da; öyleyse, FİZİK, madde ilgisi içinde
onun hasrına da giriyor. Diğer taraftan; devirler boyunca ilmin, felsefenin yanı başında veya
onun önüne geçmesi sürecinde, tabiî ve sosyal ilimlerin öne geçmesi, daha sonra psikolojinin
ilim - felsefe - siyaset’e hakim olması, derken FİZİĞİN TIB İLMİNDEN BAŞKA BÜTÜN
DALLARA SİRAYET EDER BİR DÜŞÜNCE HÂLİNİ ALMASI vesaire gibi hususlar,
KARTAL ve BOLU Cezaevleri’ndeki cin mevzuunu ele alırken, okuduğunuz izâhları da
yapmayı bana gerekli kıldı. Bir toplumda mevcut dinamiklerin ihtimâllerini seyir plânında
görerek kendine bir çeki düzen arayan devlet-devletler topluluğu kaosu içinde, bu hâle fikren
müdahil olmak ve olan biteni anlamadan rol alan kuyrukçu olmamak için, İSLÂM adına bir
aksiyon muradıyla… Sanırım bir okuma kılavuzu tadını da vermişimdir.

HALİD BİN VELİD - KURTUBÎ


UZZA, İslâmiyetten evvel, büyük putlardan birinin ismi; içinde barınan bir cinden
dolayı bu ismi almıştır. Ortadan kaldırılışı şöyle: Mekke’nin fethinden sonra Allah Sevgilisi,
Nahle denilen yerde bulunan, Kureyş ve Beni Kinane kabilesinin büyük putlarından Uzza’nın
yıkılmasını, Halid bin Velid Hazretleri’nden istemiştir. Emir yerine getirilir ve geri dönülür.
“Orada bir şey gördünüz mü?”… Allah Sevgilisi’ne görülmediği söylenince, Putu daha
aşağıdan kesme emrini alan Halid bin Velid Hazretleri, tekrar oraya varır ve denileni yapar.
Bir çığlık; cadı kadın, ikiye bölünmüştür. Bu, şeytan nev'inden bir cin idi.
Cin, “örtmek” ve “gizlenmek” demektir. Hayâl nev'inden varlıklardır. “Cennet” gibi
aynı kökten gelen kelimelerle ortaklığı, bu “gizlenmek” ve “örtmek” mânâsı etrafındadır.
Malûm; Cennet, müminlerin AHİRET’te varacakları, ahirde-istikbâlde gizlenmiş olandır.
Cehennem de, ona lâyık olanların Cenneti… Bu gözlerimizden perdeli oldukları gibi, bizi
idrak edişlerini de farketmediğimiz varlıkların kötüleri hakkında Allah, A’raf Sûresi’nde,
“Şeytan ve kabilesi sizi görmediğiniz yönden görür” buyurmuş ve bu hususta Adem Babamız
ve Havva Anamız’ın Cennet’te iken aldanışlarını misâl getirmiştir.
Cinler, kendi Peygamberleri olan, İnsanlar gibi, ibadet etmeleri için yaratılmış, onlara
göre güç ve kabiliyetleri sınırlı bir ümmettir… Resûlullah Efendimiz’in, kendilerini İslâma
daveti CİN Sûresi’nde anlatılmaktadır. Adem Aleyhisselâm’dan evvel olduğu gibi, sonra da,
mümin ve kâfir takımları vardır. İlâhî hitaba muhatab insan gibi, muhatabdırlar.
***
Cinler, hava ve ateş unsurlarından yaratılmışlardır. Şeytan, onların ilki ve başı; Adem
Aleyhisselâm’a, yaratıldığı zaman secde etmeyi reddeden. Cinlerin yapısı, hava ve ateş
karışımı, bize Rahman Sûresi 19. ve Furkan Sûresi 53. Âyeti vesilesiyle, onlarda geçen pek
çok kullandığımız bir kelimeyi hatırlatıyor: MARİÇ. Bu, karışıma verilen isimdir. Adem de,
TÎN denilen su ve toprak karışımı balçıktan yaratılma. SU ve HAVA, HEBA’dan bir şeydir.
Cinlerin istedikleri şekle girmeleri, hava unsuruyla olmakta. Duyularla algılanabilir olma
mânâsına, duyulaşmaya bakan hayâlle, 5 duyu (hasse) plânına muhatab varlık arasında vücut
bulan CİN’in karşıtı, yani İNS’in karşıtı, İNSAN’IN İÇİ’dir. İNSAN’ın “Allah katında bakan
gözdeki bebek” mânâsı, - idrak eden mânâ, onun “insa, nisyan, unutmak” kelimesinden
gelişiyle birlikte düşünülürse, “kendinden geçmek imân, kendinde olmak küfür” diyen bâtın
kahramanının sözü, “unutma”nın müsbet kasdı mânâsıyla daha iyi anlaşılır: Kendi isteği
yerine, Allah’ın rızasını tercihle silinen, yerine bu kaim idrak. Bunun tersi unutmanın
“ahmak” mânâsı malûm. Varlığın yaradılışındaki dört temel unsurdan biri olan ateş-(nur),
hava ile birlikte bundan yaratılan cinlerin, böbürlenmeleri ve üstünlük talebiyle
serkeşlenmelerine sebeb olabilir. Bunun baş örneği ŞEYTAN.
***
Üstadım’ın bana ithaf ettiği “Noktalama”lardan, VEHİM: “Her şey kesik ve kopuk,
zaman tutamaz LEHİM; — Mazi albümde hayâl, istikbal kalbte vehim.”… Lahm: Et. Her
şeyin içi ve üzeri. Bir işi sağlam kılmak. LEHİMLEMEK. Bir etmek, bitişik etmek. Bir yerde
ilişip kalmak… Flash. (İngilizce): Işık… Flesh. (İngilizce): Et… Yukarıda, “ateş” ile “nur”
arasındaki alâkayı belli ettik. İnsanın içinin, Cin’in görünüşünün karşıtı olması, Cin’in
yaradılış unsurlarından birinin ATEŞ olması bakımından, üzerinde durmayı gerektiriyor.
Cin’in “gizli” ve “görünmez” oluşu ile ATEŞ arasında bir çelişki, İNS’in İNSAN’ın içi iken,
NUR mânâsıyla dışına da sirayet eden mânâ arasında başka bir çelişki var gibi görünüyor.
Ruh, can, nur, nar-ateş, zaman vesaire gibi tezahürlerinden bildiğimiz varlık ve mevcudların
ortak vasıfları, “görünmez” olmak. Bu bakımdan, “ruhanî alem-gayb âlemi, sır âlemi, Lahutî
âlem” gibi içiçe geçmiş kavramların, yerli yerince kullanılması gereği, bize CİN mevzuu
çerçevesinde RUHLAR tâbirinin kullanılmasının uygunluğunu da gösteriyor. Çelişki
bulunmadığını anlayacağız.
– Nar: Ateş… Niran: Ateşler. Nurlar. Işıklar… Nar-ı Beyza: Beyaz ateş ki, harareti
varmış olduğu derecede etrafa neşretmediği gibi, etrafındaki harareti de kendinde topluyor ve
sanki etrafını manen soğukluğu ile yakıyor. Suyun donması gibi… Nar’ın “Cehennem”
mânâsı, onun da gizli ve örtülü oluşu, hararet mevzuunun dışında, Ateş’in gizliliğini de
gösteriyor. Ateş’in insan bedenindeki karşılığı aynı zamanda canlılık unsuru, hararet. Ateş ve
nur, ışık ve et arasındaki alâka belli oldu. Bu arada, karanlıklar içinden çıkan şuurun, nurdan
nura yükselerek NURLAR’ın NURU’na seyri bahsi de, varlık tezahürleri üzerinden
görülüyor.
– Allah NUR ve NAR’dan ruhları, başka bir ifâdeyle melekleri ve cinleri yarattığında,
onları insanlara görünmez olmak vasfında ortak yapmıştır. Bu sebeble ruhların bir kısmı cin,
yâni bizden gizli olanlar diye isimlendirilmiştir. Allah, cinleri ve melekleri ortak yaptığında,
hepsini CİNNET diye isimlendirmiştir. Şeytanlar hakkında şöyle buyurmuştur: “İnsanların
gönüllerine vesvese veren cinlerinden (cinnet) olan şeytanların şerrinden Allah’a
sığınırım.”… Burada CİNNET ile şeytanlar kastedilir. Melekler hakkında şöyle demiştir:
“Onlar ile cinler arasında neseb icad etmişlerdir.”… Kâfirlerin, andırıştan istifade,
uydurmaları… Meleklerle cinlerin ortak vasıflarından biri şekilden şekile girebilmeleri.
İnsanlara görünmelerine gelince, bu, alelâde bir bakışa da olabilir, şuurlu fakat genel olarak
bilinmediği için şuur kaybı ve galat sanılan nazara da görünebilir. Çeşitli din ve şaman
uygulamalarında, buna mahsus bir marifete mevzudurlar. Kendilerinden, gaybde mevcut ama
tecelliye gelmemiş, yahud gayb diye nitelenmesi mecaz, kayıbların bulunması gibi hususlarda
haber alınabilirse de gayb örtüsü altında mevcut olmayan veya “gaybın gaybı” diye nitelenen
Allah’tan ve iradesinden bir şey söyleyemezler. Cin ruhlarının ilgi gösterdikleri, (İnsanın
ahirde elde ettiği bilgiler), bitkilerin, taşların ve isimlerin özelliklerinden kendilerine verilen
bilgidir. Cinin insan kılığında görünmesi, bir insanın derisinin altını göremememiz gibi bir
vizyon da olabilir.
– ET ve NUR vesilesi ile: Büyüklerin, “bizim yediğimiz nurdur!” misüllü sözleri,
lokmanın zikrini dinlemeden ağızlarına koymadıkları malûm… İmam Hanbel Hazretleri, eti
iyi cinsinden ve seçerek alırmış. Eti seviyor. Hattâ bir seferinde, mevcut parası kifayet
etmediğinden, evinden birkaç parça eşyayı satarak uzaktaki bir kasabtan et almaya gidiyor.
Takvası, dillere destan: Kendisine bir hadîs veya fıkhî bir mesele sorulmaya gelindiğinde boy
abdesti alıyor, tertemiz giyiniyor, güzel kokusunu sürünüyor, başında özenli bir sarık, hafif
yüksekçe bir kürsünün başına oturuyor ve isteneni cevaplıyor. Onun et hassasiyeti, bizim
gibilere ilk ânda nefs düşkünlüğü ve onun adına nefs düşüklüğü gibi gelmiyor mu?
Büyüklerin sözü ve bu hikmetin baştaki açılımı, bedahet hâlinde işin aslını göstermektedir. Bu
çerçevede, büyüklerin hayatlarına hikmet gözüyle bakma meselesi de bir kere daha işlenmiş
oluyor.
– Üstadım’ın Noktalama’sındaki LEHİM ile, LAHM (et) arasındaki ilgiyi, ikinci
kelimede toplu olarak gördük. Zaman, ruh gibi, yok gibi, hayâl gibi, bilmeden bildiğimiz
birşey. NE? Bedenin ruhun bineği ve delili olması, varın yoka, eşya ve hâdiselerin zamana
delil olması gibi, VARLIK, bütün âlemleriyle NUR’a delil. Allah’ın ilk bulunduğu MUTLAK
HAYÂL - AMA’ya, bütün yaradılmışların ve hatta olmayanların kuşatıcısı HAYAL, bu
hayâle bizdeki hayâl melekesi, bununla erilen ve bilinenler de, şühud âleminin ona tâbi-delil
olmasını gösteriyor. Mazi, hayâlde canlanan suret, İSTİKBÂL henüz gerçekleşmemiş bir
zaman ve hayâlde tasavvur edilen, HÂL ise bir VEHİM: VAR MIYIM? Daha önceki
sayılarda işlediğimiz bu mesele, LAHM ile Allah’ın Mübdî ismi arasındaki ilgi etrafında bir
misâl olarak ele alınırsa, İBDA’nın İSTİKBÂL ve hâlihazır arasındaki ilgisi de, bu mevzu
dolayısıyle tekrardan görülebilir. Mübdî-Bedi’, benzeri olmayan yaratıcı ve yarattığının
benzeri olmayandır, benzersiz oluş yaratıcısıdır. Bediî, aynı zamanda GÜZEL demek:
“EBEDÎ ve güzel olan. İLÂHÎ ve güzel eserlere müteallik bulunan.”… GÜZEL’in ruha nisbet
edilen bir DEĞER olması, onun kelâm ve mânâdan, cismanî heyeti olanlara, HAYÂL’den-
gerçekleşmiş ve mümkün olma özelliğiyle var veya bu özelliğiyle yaratılmamışa kadar,
genişliğini gösterir. Zamana nisbetle, onun izâfiyet kaydı hâlinde tecelli ettiği tâ DEHRE
kadar. Uzun söze ne hacet: “Allah güzeldir, güzeli sever!”, bir hadîs ölçüsü. Keza, Allah’ın,
insanı en güzel surette yarattığı: İNSANDAN MURAD OLANI, insan için ana kıyas.
“Doğrunun olmadığı yerde, güzel de yoktur!”; demek ki, doğru güzeldir ve güzelin hakikat
ölçüsü de budur. MAZİ-HÂL-İSTİKBAL; istikbale hasredilen HAYÂL mânâsı yanında,
MAZİ ve HÂL’i de onunla, hatıra getirmek, tasavvur ve tahayyül şekillerini belirttik. İstikbâl,
tecelliyi bekleyen zaman ve hayâl gerçek olmayı bekleyen varlık. Aslında TECELLİ, tecelli
edene nisbetle tabiî olarak SONRADANDIR; şimdi bile. Bu mesele, Allah yönünden
İBDA’nın, bir bakıma HAYÂL mertebesinde gerçekleştirilmesidir. Nasıl ki, O’nun KÜN-OL
emri dışında olan işlere-ruha âit EMR ÂLEMİ dışındaki işlere Emr Âlemi’nden olan HALK
ÂLEMİ izafe edilir. KADER’in gerçekleşmesi, hâlihazır olacak zaman; bu mânâ, İBDA’nın
HAYÂL yanında, eseri KEVN’de zuhur edecek oluşunu açıklar. KEVN: Varlık, mevcut.
Kâinat. Halk âlemi. İBDA’nın fikir olarak insanî yönü, bir ZANN belirtmesidir. Mazi ve hâlle
birlikte, yönü istikbâle de.
– Soğuk ateş bahsinde hatıra geldi: Ateş, hem lütuf, hem gazaba bahis mevzuu olsa da,
misilsiz şiddeti CEHENNEM’de sembolleştiriliyor. Her iki mânâ bir arada, Üstadım’dan bana
ithaf CEHENNEM isimli Nokatalama: “Ateş benim yıkayan yuyan, emziren annem, — Bir
arınma kurnası olsa gerek Cehennem!”… Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, aynı Şeyhe
bağlı babasının ateşi rahatça eline alıp ocaktan mangala koyması ile ilgi olarak, onun “beni
soğuk ateşle yaktılar!” dediğini söyler. Cinlerin Cehennemi de, soğuk ateşten olacak.
Üstadım’dan, gerçek ve mecaz bir arada anlaşılabilir bir mısra: “O’na yakınlık ateş, O’ndan
uzaklık ateş”. Sanki ateş, çeşitli mevzularıyla, NUR’un SURETLER’inden biri gibi.
***
Uzza: İslâmdan önce kâfirlerin büyük putlarından biri: 87.
Uzay: Feza. Gök cisimlerinin ve yıldızlarının bulunduğu boşluk, mekân: 88= 1087.
Keyvan: Satürn-zuhal gezegeni. (Zühul: Öc ve intikamlar… Zühul: Unutmak… Zühul:
Uzaklaşmak): 87.
Mübhem: Gizli. Belirsiz. Karışık. İmkân ve ihtimâllere açık: 87.
Elyevm: Bugün. Hâlâ: 87.
Fezz: Yalnız şey. Bir kimsenin yalnız başına olması. Hafif. Geri dönmek. Buzağı: 87.
İzzî: Tahammüllü sabırlı kimse: 87.
Hamdele: “Elhamdülillah” demenin kısaca ismi: 87.
Bedayi: Yeni ihdas olunmuş, görülmüş şeyler. (İBDA): 87.
Mümecced: Şereflendirilmiş: 87.
Buside: Öpülmüş. (Kabul edilmiş): 87.
***
Habibullah: Allah Sevgilisi. (Hablullah: Allah’ın ipi): 88.
Seyyid Taha: (Hacegân silsilesinin 31. büyüğü.): 88.
Mükevkeb: Yıldızlı: 88.
-Feza: Arttıran, ziyadeleştiren: 88.
Ab-gine: Ayna. Billûr. Gözyaşı. Şişe, kadeh. Kılıç: 88.
Lahîm: Semiz, etli. (Nurlu): 88.

TELEGRAM - CİN
HEYULÂ: Zihinde tasarlanan korkunç hayâl. Maddenin aslı, esir maddesi… Hayalat:
Hayâller. Hülyalar… Hayalet?
“Muhayyelâttan terekküb eden kıyas” bahsi içinde, birbirini andırır keyfiyetlerin hem
ayrı, hem birbiriyle alâkalı oluşuna değindim. Yapılan adına bedenî tesirle beraber tam olarak
hayâle ve hayâlin çevrede müşahhas olarak rol alan ve almayan insanlara biçtiği ihtimâllere
dayanan bir yanıyla zannettirme işi TELEGRAM’da, ona “sun’i telepati” benzetmesi yapılır
da, zihne telkin ve tesirle uyandırdığı ve kendinden mââda “tesirine girilecek olanı temin”
şeklinde bir HADİM davetini sunî yoldan tahrik ve yuvası hazır cine sadece konması kalmış
şartları oluştururken, bizzat kendisinin bir “sun’i cin” vasıflanmasına girmesi yakışmaz mı?
Be harfi, Allah’ın LÂTİF ismiyle, varlıktan cinlerle alâkalı… Lâtif: 129: Salih… “Ne
derlerse desinler…”
GERÇEK VE HAYÂL HESABI: EBCED
Yahudi âlimlerinden Ebu Yasir bin Ahtab, kardeşi Huveylid ve bir kısım bilginler Allah
Resûlü’ne giderek sorar:
— “Sana ELİF-LÂM-MİM diye başlayan bir âyet indi mi?”
— “Evet!”
— “Senin ümmetinin ömrü kısa!”
Bu harflerin ebced karşılığı rakamlarını söyleyerek:
— “Ey Yahudiler! Ümmetinin ömrü 71 sene olan bir Peygamber’in ümmeti olur
musunuz?”
Sonra Resûlullah Efendimiz’e dönerek:
— “Böyle başka âyetler de var mı?”
— “Elif-Lâm-Mim-Sad!”
— “Başka?”
— “Elif-Lâm-Ra…”
— “Başka?”
— “Elif-Lâm-Mim-Ra…”
— “Mümkündür bu rakamların toplamı sana verilmiş olsun… Bunların toplamı ise
734’dür!”
***
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1733= 734.
İsti’bar: Rüyâ tâbir ettirme. İbret alma: 734.
Müterassıd: Gözeten, tarassud eden, bekleyen, kollayan: 734.
Kürdistan: 735= 1734.
***
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1736= 737.
Halid ibn-i Velid: 738= 1737.
Usmuh: Kulak. Kulak deliği: 737.
***
Halid ibn-i Velid: 739.
Der-saadet: 739.
Metris Cezaevi: 1999 ve 2000 yıllarında oradaydım: 739.
***
Kurtubi: Halid ibn-i Velid hazretleri’nin kılıcı. Kılıç: 321.
Mirzabeyoğlu: 322= 1321.
Gusto Müslüman: 322= 1321.

CİN SÛRESİ
1- De ki: Bana bir cin topluluğunun Kur’ân’ı dinleyip de, “biz hayran bırakıcı şübhesiz
Allah kelâmını dinledik!” dedikleri vahyedildi.
2- “Hakikate ve doğruya ulaştırıyor. Biz de imân eyledik. Rabbimize hiç kimseyi ortak
kılmayacağız.”
3- “Ve doğrusu o Rabbimizin şânı çok yüksek, ne bir arkadaş edinmiş, ne de bir
çocuk…”
4- “Ve doğrusu bizim akılsız (İblis ve azgın cinler), Allah hakkında saçma şeyler
söylüyorlarmış.”
5- “Ve doğrusu biz aldanarak, insanları ve cinleri Allah hakkında hiç yalan söylemez
sanmışız.”
6- “Ve doğrusu insanlardan bazıları, cinlerden bazılarına sığınıyorlardı da, onların
azgınlık ve taşkınlıklarını arttırıyorlardı.”
7- “Ve doğrusu onlar sizin zannettiğiniz gibi zannetmiş ve derlerdi ki: Allah, katiyyen
hiç kimseyi Peygamber olarak göndermeyecek…”
8- “Ve doğrusu biz, o göğü yokladık da, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle doldurulmuş
bulduk.”
9- “Ve doğrusu biz dinlemek için göğün bazı yerlerine otururduk. Fakat şimdi hangimiz
dinlemeye kalksak, kendisini kovalayacak parlak bir alev buluyor.”
10- “Ve doğrusu biz bilmeyiz, yeryüzündeki insanlara Rabbimiz bir hayır mı dilemiştir,
şer mi olacaktır.”
11- “Ve doğrusu bizlerden, iyi olanlar da vardır, kötüler de; kısım kısım, yollara
ayrılmışız.”
12- “Ve doğrusu biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde de aciz bırakmamıza imkân yok.
Kaçmakla da O’ndan kurtulabilir değiliz.”
13- “Ve doğrusu biz, o hakikate kavuşturan rehberi dinlediğimizde, ona inandık. Her
kim O Rabbine inanırsa, artık ne hakkının eksik verilmesinden, ne de kendisine herhangi bir
haksızlık edilmesinden korkar.”
14- “Ve doğrusu bizden Müslümanlar da, hak yoldan sapanlar da var. Müslüman olanlar
var ya, onlar hakikati arayanlardır.”
15- Fakat haksız olanlar, Cehennem’e odun olmuşlardır.
16- Ve gerçekten onlar o yol üzerinde dosdoğru gitselerdi, elbette kendilerini bol bir su
ile suvarırdık.
17- Ki onları o bol rızık içinde imtihan edelim… Her kim ki Rabbi’nin zikrinden yüz
çevirirse, O onu gittikçe artan bir azaba sokar.
18- Ve gerçekten mescitler hep Allah içindir. O hâlde Allah’ın yanı sıra başka birine
dua-kulluk etmeyin.
19- Gerçek şu ki, O ALLAH’IN KULU (Resûlullah Efendimiz) kalkmış Allah’a dua
ederken, üzerine keçeleneyazdılar. (Yâni cinler, onun etrafında sanki keçe gibi birbirine
girerek toplandılar.)
20- De ki: “Ben, ancak Rabbim’e dua ve kulluk ederim ve O’na hiçbir şeyi ortak
koşmam.”
21- De ki: “Haberiniz olsun, ben size kendiliğimden ne bir zarar verebilir, ne de bir yol
gösterebilirim.”
22- De ki: “Allah’tan beni hiç kimse kurtaramaz ve ben O’ndan başka bir sığınak
bulamam!”
23- “Ancak Allah’tan ve bildirdiklerini bildirebilirim.” Her kim de Allah’a ve O’nun
Resûlü’ne baş kaldırırsa, şübhesiz ona Cehennem ateşi var.
24- En sonunda kendilerine vadedilen şeyi gördükleri zaman, yardımcısı en güçsüz ve
sayıca en az olan kimmiş, bileceklerdir.
25- De ki: “Ben çok iyi bilemem, size vadedilen şey yakın mı, yoksa Rabbim uzun bir
zaman mıbelirlemiştir.”
26- O bütün gaybı bilir. Fakat gaybını hiç kimseye açıkça bildirmez.
27- Ancak seçtiği bir Peygamber müstesna… Çünkü O’nun önünden ve ardından
gözetleyiciler (melekler) yerleştirir.
28- O, Rabbi’nin vahy ettiklerini hakkıyla yerine getirdiklerini bilsin diye. Ve Allah,
onların yanındaki ilmiyle kuşatmış, her şeyi sayısıyla tastamam etmiştir.

You might also like