You are on page 1of 2

SABAHATTİN TUNCER: “RESİM SANATINA SADIK”

BİR USTA

Dostum ve ustam olmasının yanı sıra gerçek bir sanatçı olduğu için
Sabahattin Tuncer hakkında yazmak benim için son derecede onur vericidir.
Fakat resim üzerine konuşmak bir parça abesle iştigal etmek olduğu ve
Sabahattin Tuncer’in resimlerinin niteliği üzerine bir şeyler söylemek haddimi
aştığı için ben, kendisiyle üç yıla yakın bir süre aynı atölyeyi paylaşmak
mutluluğuna erişmiş bir kişi olarak burada sadece usta sanatçı Sabahattin
Tuncer’in resim sanatına dair görüşlerini dile getirmeye çalışacağım. Usta için her
şeyden önce “resim sanatına sadık, namuslu, çalışkan, bilinçli ve dirençli”
demeliyim. Pek iyi nedir resim sanatına sadık olmak? Bu, ilkin resim sanatının,
epistemolojisi ve ontolojisiyle diğer sanatlar, bilim ve felsefe yanında özgül bir
“salt form sanatı” olarak nerede durduğunu, ne olduğunu bilmek demektir. Kırk
yılına malolduğunu söylediği bu zahmetli “görme” sürecinde Tuncer, sanatın
değerinin bilim ve felsefenin bize armağan ettiği kavramların insani
varoloşumuzu ikna edemedikleri ve yetersiz kaldıkları yerde, sanatın imgesel
olanla kavramsal olan arasındaki gerginliğin içinden bir “form”u çekip
çıkarabilmesinde yattığını farketmiştir. Ona göre sanatçının inşa ettiği “form”,
kaosun karşısında bir tür düzeni, Goethe’nin deyişiyle “yuvamız olan kültür”ü
temsil etmektedir. Sanat tarihi, gerçekte insanlığın sanatta tutunmuş olduğu
formların tarihi olduğu içindir ki yeni bir formun inşası ancak önceki formların
bilgisine sahip olmakla mümkün olabilir. 19. yüzyılın ortalarından başlayarak
sanatın tüm alanlarında yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde doruğuna ulaşmış olan
modernist devrim, Tuncer’e göre, sanatın geçmiş bütün formlarıyla girişilmiş en
büyük hesaplaşma olup onun yarattığı formlar henüz anlaşılabilmiş/aşılabilmiş
değildir. Sabahattin Tuncer, olanca alçakgönüllülüğü içinde, bu büyük mirasın bir
izleyicisi ve öğrencisi olduğunu söyler.

O halde resim sanatına sadık olmak, bir yandan Picasso’nun “tüm


soyutlamalarımız figüratiftir” derken anlatmak istediği gibi sanatın son
çözümlemede kavrama değil, imgeye dayandığını bilmek, diğer yandan da
sanatın kendi geleneği ile eklemli ve hesaplaşmalı bir ilişkisi olması gerektiğini
savunmaktır. Böylece Tuncer, Kandinsky ya da Maleviç anlamında bir soyut
sanata, sürrealizme, dadaizme, günümüzün kavramsal sanatına ve pop sanata
mesafeli yaklaşır; ona göre tüm bu akımlar başka disiplinlere öykündükleri ya da
resim sanatının iç sorunlarını imgesel olandan kavramsal olana hamle ederek
“çözmeye” çalıştıkları için sanat adına “yenilgi”lerdir ve kulvar dışındadırlar. Bir
salt form sanatı olan resim, ona göre kategorik olarak ve kaçınılmaz biçimde
“göz”e ve “mekansal olan”a ilişkindir. Böylece Tuncer, resmi edebiyata veya
müziğe benzetmeye çalışan akımlara ve simgeselliğe olduğu kadar, onu felsefi
metinlerle anlamaya çalışan postmodernist eğilimlere de uzak durur. Tuncer’in en
çok vurguladığı bir diğer husus, bizim bir “üçüncü dünya” kültürü içersinde,
“modernin periferisi”nde yer aldığımız gerçeğidir. Bu gerçek, bir yandan modern
yapıtları algılamamızı zorlaştırır, diğer yandan da bir sanatçı olarak kuram
alanında, bilim, felsefe, tarih, edebiyat ve diğer sanatlar konusunda da bilgili
olma zorunluluğunu beraberinde getirir. Resimlerinin yanı sıra sanat dergilerinde
ve gazetelerde yayımladığı yazılarıyla Sabahattin Tuncer, güncel sanata ve sanat
politikalarına müdahil olmaya gayret etmekte, böylelikle de donanımlı ve duyarlı
bir sanatçının kültürümüzde az bulunur bir örneğini temsil etmektedir.

Özcan Türkmen , 12/04/2008

You might also like