Professional Documents
Culture Documents
1
1970 yılında inşaat işçisi olarak gurbete,
Almanya’ya gittim. Oysa asıl mesleğim kunduracılıktı.
Almanya’da, anlamadığım bir işte çalışarak
tutunamadım. Onuncu ayda baş gösteren soğuklar,
zaten zayıf olan bünyemi adam akıllı harap etmişti.
Neyse ki başka bir şehirde, bir ayakkabı fabrikasında iş
bulmayı başardım ve çalışmakta olduğum firmadan
istifa ederek o şehre gittim.
2
makinalardan biri boş kalsa ve Alman ustanın etekleri
tutuşsa, hemen ortaya atılıp müsaade buyurulursa
makinayı çalıştırabileceğimi söylerdim. Meister benim
makinayı ne zaman, nasıl öğrendiğime bir türlü akıl sır
erdiremese de işi bana vermekten son derecede mutlu
görünürdü.
3
ya, Hacer’in memleketi olan Hendek’te yaptırdığımız
evden sonra cebimizde beş kuruş kalmamıştı. Allahtan o
sıralarda Alman hükümeti oradaki Türkleri yurtlarına
dönmeye teşvik etmek amacıyla prim uygulaması
başlattı da sigorta kesintileri, teşvik primi derken yurda
döndüğümüzde sahip olmayı düşündüğümüz parayı
toparlayabilme imkanı doğdu. Öte yandan, İtalyan
patron çalıştığımız fabrikayı kapatmaya karar verdiğini
açıklamıştı. Bütün bunlar bize dönmek için uygun bir
fırsat gibi gözüktü ve 1984 Haziran’ında Almanya’ya
veda ettik.
4
Hendek’te kundura imalathanesi yoktu; topu topu
on kunduracı vardı ve bunlar sadece tamirle
geçiniyorlardı. İster istemez ben de tamir yapmaya
başladım. Tamirin yanı sıra ısmarlama ayakkabı da
yapıyor, diğer tamirhanelerin foralarını ucuza
dikiyordum. Çok geçmedi ki etraftan “Adama bak,
Almanya’dan gelmiş, burada ayakkabı tamir ediyor”
yollu laflar işitmeye başladım. Bu mesleğin onca kahrını
çekmiş, ama yine bu meslek sayesinde kimseye muhtaç
olmadan ekmeğini her zaman kazanabilmiş birisi olarak
bu tür lafları duymazlıktan geldim. İnsan kendi emeğine
saygı duyuyorsa, yaptığı işe ihanet etmemeliydi.
Dünya’nın her yerinde saygısızlığı mutluluğuna mal
olmuş densizlerin var olduğunu düşünerek bu sözde
sataşmalara gülüp geçtim.
5
“Benim çocuğu sana getireyim ister misin?” diye atıldı.
“Getir, bir görelim” der demez iyi dileklerde bulunup
fırladı, gitti.
6
üniversite giderlerini karşılayamayacak durumda
olduklarını söylediler. Yoksulluk deyince benim için akan
sular dururdu. Konuşmayı daha fazla uzatamadım ve
ortama yine sessizlik hakim oldu.
7
üzere dükkana geliyor, gün be gün, makinaya alıştığını
söylüyordu. Bu iyiydi; çünkü Hendek gibi işin neredeyse
tamamının tamir üzerine döndüğü bir yerde kollu
makina almak ve bu makinayı öğrenmek şarttı.
8
imal edebilecek hiç kimse yoktu. Çoğu aslında ya at
arabası sürücüsü ya da berber olup bu işe sonradan
merak sarmışlardı.
9
İstanbul’da o yıllardaki ortamı anlatırken onların fındık
yeşili gözlerinin güldüğünü görüyor, yaşama sevinciyle
dolup taşıyordum.
...
10
merakla sordu : “Oğlum, bu teneke ile ne yapacaksın?
“. “Anne, ustam bununla dükkana sarı toprak getirmemi
istedi”. “İyi ama sen toprak dolu tenekeyi nasıl
taşıyacaksın?”. “İşte, taşıyabildiğim kadar
dolduracağım”. “Öyleyse çarşıya yakın bir yerden
doldur da dükkana yakın olsun bari”. “Peki, anne” deyip
yola koyuldum. Annemin tembihlediği gibi, sarı toprağı
çarşıya yakın bir tarladan aldım. Tenekeyi şöyle bir
tartıp “Evet, bunu taşıyabilirim” dedim kendime. Gel
gelelim, yol uzadıkça uzuyor, mübarek teneke
ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Bir sağ elle, bir sol elle,
olmadı iki elle - baktım, olacak gibi değil, tenekenin
birazını boşalttım. İyisi mi hepsini boşaltmalıydı ya
toprağa kıyamıyordum. “Kamburum çıkacak be” diye
söyleniyordum, “Sanki neye yarayacak?”. Dükkana
vardığımda kan ter içinde kalmıştım. Fikri Usta bir bana,
bir tenekeye baktı ve “Aferin Sayım” dedi, “Onu şu
köşeye koy bakayım”. Tenekeyi gösterdiği yere henüz
bırakmamıştım ki “Çivi işine devam!” dedi. Bütün gün o
deri kesti, ben çivi doğrulttum. Doğrulttuğum çivileri
ayrı bir kutuda biriktiriyordum. O gün, paydos
ettiğimizde, çivilerin neredeyse yarısını bitirmiştim.
11
ince bir gülümsemeyle “Günü gelince onu da anlarsın”
diye karşılık verdi.
12
sayayı kalıbın yanına koyunca ellerini ovuşturup “Şimdi
gidebiliriz” dedi.
13
kerpetenle çıkarıyor, çıkardığı çivileri atmayıp yine
kutulara koyuyordu. Dikişi bitince, ayakkabının altında
avuç içine benzer bir çukurluk meydana geldi. “Sayım”
dedi, “Şimdi o sarı toprağı getir bakalım!”. Tenekeyi
kapıp ustamın yanına koydum. Fikri Usta çukurca bir
çanağa doldurduğu toprağın üzerine su katıp onu
çamura çevirdi. Sonra o çamurla sıvaya sıvaya
ayakkabının altındaki çukuru dümdüz yaptı. Demek sarı
toprak bu işe yarıyordu! Ustam gidişattan memnun,
gülümsedi : “Bitti inşallah...”.
14
özen yüzünden kazuma gerçekten de bir hayli vakit
aldı. Dikiş bitince Fikri Usta haramaya çiriş çalıp
üzerinden ıstaka ile geçti. Sonra zımparayla bunu
dümdüz yaptı. Bu iş de bitince daha önce mastalyaya
atıp sonra beze sardığımız o küçük küçük kösele
parçalarını çiriş ve çiviyle kat kat ayakkabının ökçesine
yapıştırıp çaktı. Kabaca hallolunca, ökçeyi istlanpa
dediğimiz, olması gereken ökçe genişliğini gösteren
karton ölçekle işaretleyip çizdi. Böylece Fikri Usta artık
son safhaya gelmiş oluyordu : Şimdi bıçak vurup
ayakkabıyı freze durumuna getirecekti. Keskin bıçağıyla
ökçenin kenarlarındaki fazlalıkları tesviye ede ede
sonunda hiçbir fazlalık bırakmadı. O zamanlar
Akçaabat’ta freze olmadığından, freze de elbette elle
yapılmak zorundaydı. Fikri Usta bu iş için çam, zımpara
ve kenarları parlatıcı olarak boya ile cila mumu kullandı.
15
Caner dört, Bahri Ağabeyim onüç, Kenan Ağabeyim
onbeş ve en büyüğümüz, Mahmut Ağabeyim onyedi
yaşında. Hepimiz apansız Sefiye Teyzemizin başına
kalmıştık. Teyzem zaten nohut oda, bakla sofa bir evde
dört oğluyla birlikte sıkışıp kalmış bir kadıncağızdı.
Eniştem Akçaabat’ta işsiz güçsüz dolaşmaktan
bunalmış, sonunda bir maden ocağında çalışmak üzere
çekip Zonguldak’a gitmişti. Yaşımızın küçüklüğü
nedeniyle para kazanamıyor, zavallı teyzeme ancak yük
olabiliyorduk. Derken, Trabzon’da yaşayan, en küçük
amcam Osman beni yanına aldı. Osman Amcamın bir
şekerci dükkanı vardı; oradaki işlerinde ona yardım
ediyor, evden dükkana yemek taşıyordum. Çocuğu
olmadığı için yanında kalmamı istiyordu amcam; ama
ben kardeşlerimden uzakta, bir başıma mutlu değildim
Trabzon’da. Günlerden bir gün, teyzem yanında kendi
çocukları ve Bahri Ağabeyim olduğu halde çıkageldi.
Hep birlikte az sonra bir gemiye binip Zonguldak’a,
eniştemin yanına gideceklerdi. Yüzümü severek,
gözyaşları içinde “Oğlum, sen burada, amcanın yanında
kal” dedi. Vedalaştık ve hep birlikte rıhtıma doğru
yürümeye başladılar. Arkalarından boynu büyük,
bakakaldım.
16
bir hezeyan içinde teyzemi aramaya koyuldum. Çok
kalabalıktı; kimi gülüyor, kimi ağlıyor, her kafadan bir
ses çıkıyordu. O curcuna içinde sağa, sola koşuşturup
teyzemi ve çocukları bulmaya çalışıyordum. Ama
yoktular işte ! Yavaş yavaş umudumu yitirmeye
başladım; gözyaşlarımın hücumuna uğrayan, yanıp
duran gözlerimi dört açmak için kendimle müthiş bir
mücadele veriyordum. Yoksa bu değil miydi binecekleri
gemi? Aklıma kötü kötü şeyler geldikçe bayılır gibi
oluyordum. Bir an, başka insanların arasında teyzemi
görür gibi oldum. Durup biraz izleyince yanılmadığımı
anladım : Bir serap değildi, teyzemdi o kadın ! Koşarak,
başka insanlara çarpa çarpa yanına varıp arkasından
beline sarıldım. Dönüp bakınca şaşırdı önce; sonra
ağlaya ağlaya “Ah oğlum, aklım sende kalmıştı!”
diyerek öptü, öptü beni. Biraz sonra teyzemle beraber
çocukların yanındaydık.
17
kalıbı ortasından kırana kadar çivi çakacaksın! Şöyle
tutup vuracaksın, tamam mı?” dedi. Ustamın kalıbı ne
diye ziyan edeceğine bir türlü akıl sır erdiremeden
“Tamam, usta” deyip iskemleye oturdum. Evvela
kaçaburuğun nasıl tutulması lazım geldiğini öğrendim.
Sonra açtığım deliklere ağaç çivileri birer birer
yerleştirmeye başladım. Ağaç çivili ayakkabının
dikişliden daha sağlam olduğunu da Kozlu’da öğrendim.
Zira zeminden zamanla nem kapan ağaç çiviler şişerek
köseleyi dolduruyor, zımba gibi sağlamlaştırıyordu.
18
Bahri’nin verdiği akılla kalıbı gerçekten de iki güne
kalmadan ortadan ikiye yarmayı başardım ! “Usta,
kalıbın işi tamam !” diye haykırdım sevinçle. Usta ağır
adımlarla geldi, kalıbı eline alıp adam akıllı inceledi.
Sonra gülerek “Sana kim söyledi bunun sırrını ?” diye
sordu. Karşılık olarak ağabeyimin kunduracı olduğunu,
bu aklı ondan aldığımı söyledim. Başını sallayarak “İyi ki
vakitlice söylemiş” dedi, “Yoksa dizin nasır tutmamış
olurdu... Ki bu bir kunduracı için şarttır, Sayım. Yoksa
darbeye alışmamış dizlerin üzerinde ayakkabıyı
saatlerce dövemezsin... Diz demirinde köseleyi
dövüştüremezsin”. Ve ekledi : “ Artık sen de bir
ayakkabıcı sayılırsın. Aramıza hoş geldin !” .
19
temizler ve kalfaların iş malzemelerini hazırlardı.
Ustanın kestiği derileri ben sayacıya götürür, orada
dikilen sayaları getirip tekrar ustanın tezgahına
bırakırdım. Usta da onları sekizer çift olarak kalfalara
pay ederdi. Böylece dükkandaki üç tezgahtan her gün
toplam yirmidört çift ayakkabı çıkıyordu.
20
tutmuş dizlerim adeta iki kelle gibi sırıtıyordu. Üstelik
pantalonun sağ tarafı da sürülen çirişlerden iyice
parlayıp sertleşmiş, zımpara kağıdına benzemişti.
Gömleğim desem, o da kösele suyundan simsiyah
kesmiş, kaçırdığım bıçaklar yüzünden lime lime
olmuştu. İşte o vaziyette, kimseye dokunup
çarpmamaya özen göstererek ta Mısır Çarşısı
yakınındaki Zuhal Mağazası’na dek yürürdüm. Zaten
önüme çıkan insanlar da benden cüzamlı gibi kaçıp
yolumu açar, işimi kolaylaştırırlardı.
21
Bir yandan içip bir yandan çalışan kalfalar, saat
ilerledikçe keyiflenir, daha konuşkan ve daha nüktedan
hale gelirlerdi. Kimi fıkra anlatır, kimi şarkı söyler, bir
şamata bir gırgır derken işler yavaş yavaş biterdi.
Çalıştığımız dükkanda bir laz, bir muhacir, bir de
kendisine “Kürt” diye hitap edilen Erzurumlu bir kalfa
vardı. Zaten o dönemin atölyelerinde memleketin her
köşesinden insana rastlamak mümkündü. İstanbul gibi
bir şehirde çalışmak üzere ilk defa bir araya gelmiş bu
insanlar için hemşehrilik kuşkusuz çok önemliydi. Bunun
başka bir sonucu da çalışanların yarı şaka, yarı ciddi
olarak, birbirleriyle köken üstünlüğü yarışına
girmeleriydi. Mesela Kürt ortaya bir laf atar, “Kardaş, şu
eşek meselesini bir anlat hele” diye Laz’ı körüklerdi.
“Haçan, almış eşeğini gelmiş İstanbul’a...” . “Kim, kim?”
. “Kim olacak, Arnavut’un biri işte”. “Eee ?” . “Eesi,
bakmış ki yolun ortası demir... Ha bizim eşeğin de nalı
var, demir.. Demek bura eşek yoludur, deyip sürmüş
eşeğini tramvay yoluna...”. Bu noktada Kürt, sonuna
kadar rolünü oynar, “Demee !” diye şaşırmış gibi
yapardı. Laz sazı gene eline alıp devam eder, göz
ucuyla da Arnavut’a bakardı : “ Tramvay yolda eşeği
görünce başlamış dan-dan çan vurmaya. Bizim Arnavut
dönüp de ‘ A be ne vurursun dan dan ? Geç git öteki
yoldan!’ demez mi!”. Gülüşler arasında Arnavut kızarır
bozarır, ama hiç darılmazdı. “A be kafasız Laz, şu
Kürtler peynirden cami yaptı, fareyi de kapıcı koydular a
!”. Laz gülünce bu kez sıra Kürt’e gelirdi tabii : “Laz
çıkmış minaraya... Bakmış, havada kazlar.. ‘Kaz uçar da
Laz uçamaz mı la?’ dediği gibi minaradan aşşağı...”.
Böylece bu hikayeyle birlikte durum eşitlenmiş olurdu.
Her memleketin takılınacak hikayeleri bilinir, eski
deyişlere, kulaktan dolma laflara baş vurulurdu. Bazen
oracıkta bir şeyler uyduruvermek pahasına da olsa,
kunduracılar birbirlerine sataşmadan durmazlardı.
22
Mevsimler birbirini kovalıyor, Bahri Ağabeyimle Yol
Geçen Hanı’nda çalışmayı sürdürüyorduk. Onun kalfa
yardımcılığına, benimse işçiliğe terfi olduğum sıralarda,
meşhur 6-7 Eylül Hadiseleri cereyan etti. O vakte kadar
hemen tümü Rum ve Yahudi vatandaşların elinde
bulunan malzeme dükkanları yağmalandı, tüm eşya
sokaklara döküldü. Piyasaya tam bir terör hakimdi;
isteyen istediği dükkanı kırıp dökerek kendisine ne
lazımsa alıp gidiyor, kimse de gıkını çıkaramıyordu. Bu
anarşinin Türkiye’ye faturası çok ağır oldu. Çoğu
masum, bir sürü insan aylarca hapis yattı; olaylara ön
ayak olanlarsa hiçbir zaman tam manasıyla ortaya
çıkmadı. Çoğunluğu canını yurt dışına zor atmış Rum
vatandaşlardan İstanbul’da kalmaya devam edenlere
karşı acımasız bir baskı uygulanıyordu. Bu insanlarla
alışveriş kesilmiş ve “Vatandaş, Türkçe konuş!” gibi
sloganlar almış, yürümüştü. Gel zaman, git zaman,
eskiden azınlıkların elinde olan piyasaya çoğu Kayseri
gibi taşra kentlerinden gelmiş yeni isimler hakim oldu.
Yine, önceleri Türkiye kundura piyasasının kalbi olan
Beyazıt, bu sıfatını zamanla Gedikpaşa’ya kaptırdı. Zira
Beyazıt’taki atölyeler birer birer Gedikpaşa’dan
Kumkapı’ya kadar, boşaltılarak hanlara çevrilmiş
bölgeye taşınıyordu.
23
kendisi de iş tulumuyla handan çıkar, kahveci onu görse
de tulumundan dolayı tekrar hana döneceğini düşünüp
ses etmez, kalfa da çırağı gönderdiği berberde ya da
lokantada üstünü bir güzel değişip tulumu gene çocukla
hana gönderirdi ! Bu çok klasik bir atlatma numarasıydı.
Öyle ki bazı kalfalar bu numarayı işten ayrılacakları
güne değin yapa yapa sonunda kahveciye dünya kadar
borç takmış olurlardı. Böyleleri, ustayla gizlice hesabı
kestikten sonra, tezgahlarını ve takımlarını camdan iple
sarkıtarak kaçırır, tası tarağı topladıkları gibi tabana
kuvvet, sıvışırlardı . Kahveci, yediği bu tür kazıkların
acısını yeni gelen kalfalardan çıkarmayı iyi bilirdi elbette
! Verdiği her çay için tahtaya tebeşirle bir çizgi çeker,
ucunun ortası oyulmuş tebeşir de hesabı çift çift yazardı
!
24
tutabilirdik belki; ama hem sermayemiz yoktu hem de
yaptığımız işin karşılığını peşin alamıyorduk. Bu
durumda er veya geç, bir darboğaza girmemiz
kaçınılmazdı.
25
bir kunduracı, bir ustaya “Sigortalı çalışmak istiyorum”
dese, kendisine hemen kapıyı gösterirlerdi. Böylece,
kaçak işçilerle dolu bir hana teftişe gelen ekip, diğer
hanlarda bomboş ya da kapalı dükkanlarla karşılaşırdı.
Bu koşullarda, hastalanmak bizim için tam bir kabus
demekti !
26
başladık. Öyle ki kararsızlığımızı gören usta, “Çok bir
şey istemiyorum... Kıza yük olmayayım, yeter” demek
ihtiyacını duydu. Durumumuz ne olursa olsun, bana
sanatı sevdirmiş olan bu ilk ustama sırtımı dönecek
değildim; “Tamamdır Usta!” deyip meseleyi hallettim.
Bunu duyan yaşlı adamın gözleri doldu; sandalyesinden
kalkıp beni kucakladı, uzun uzun sevip öptü.
...
27
elimle; sonra köylerinde bir dükkan açıp işinin hakkını
verir ustalar olduklarını görmek mutluluğuna eriştim.
Sonra daha nice çocuklar yetiştirdim şu fakir
tamirhanemde; kimine el, kimine yol verdim. Kimi
sığmadı Hendek’e, onları dostane tavsiyelerle İstanbul
girdabına uğurladım. İstedim ki bir okul gibi olsun
tezgahım; ne mutlu ki hayatımın son demlerinde,
talebesinin istikbalini gören bir öğretmenin
bahtiyarlığını yaşadım.
28
beni anacak çok gençler yetiştirdim. Ve onlara çok
güveniyorum !
…………………………
Yazanlar :
29