You are on page 1of 29

BİR KUNDURACININ ÖYKÜSÜ

1
1970 yılında inşaat işçisi olarak gurbete,
Almanya’ya gittim. Oysa asıl mesleğim kunduracılıktı.
Almanya’da, anlamadığım bir işte çalışarak
tutunamadım. Onuncu ayda baş gösteren soğuklar,
zaten zayıf olan bünyemi adam akıllı harap etmişti.
Neyse ki başka bir şehirde, bir ayakkabı fabrikasında iş
bulmayı başardım ve çalışmakta olduğum firmadan
istifa ederek o şehre gittim.

Ne var ki Almanya’daki kunduracılık Türkiye’dekine


hiç mi hiç benzemiyordu. Bizde fabrikadaki her bir
makinanın yaptığı iş, İstanbul’da başlı başına bir
meslekti. Türkiye’de biz deriyi satın alıp ayakkabıyı el
tezgahlarında yapar, fora, kazuma ve freze işlerini hep
ayrı ayrı yerlere yaptırırdık. Makinalardan anlamadığım
içindir ki ilkin beni en basitlerinden biri olan ökçe
makinasına verdiler. Memlekette günde sekiz veyahut
onaltı çift ayakkabı çıkarmak temposuna alışkın, eline
çabuk biri olarak, bana verilen işleri hızla bitiriyor,
fabrikadaki ustaların yüzünü güldürüyordum. Otuz
dakikada bitirilmesi gereken işleri yarı sürede bitirince
bana yüksek akortla beraber gece mesaileri de
yazmaya başladılar. Bu mesailer ikibuçuk saat sürerdi;
ben işlerimi bir an evvel bitirmeye bakar, kalan zamanı
fabrikadaki diğer makinaları kendi kendime öğrenmekle
geçirirdim. Gündüzleri çalışırken de diğer makinaların
başındaki adamların hareketlerini izler, çalışma
şekillerine dikkat ederdim. Öyle ki bir sene sonunda,
fabrikadaki otuzbeş makinanın da nasıl kullanılacağını
öğrenmiş bulunuyordum. Ne zaman biri hastalanıp da

2
makinalardan biri boş kalsa ve Alman ustanın etekleri
tutuşsa, hemen ortaya atılıp müsaade buyurulursa
makinayı çalıştırabileceğimi söylerdim. Meister benim
makinayı ne zaman, nasıl öğrendiğime bir türlü akıl sır
erdiremese de işi bana vermekten son derecede mutlu
görünürdü.

Eşim Hacer’le birlikte o fabrikada güzel bir düzen


tutturmuştuk. Kendimizi o kadar sevdirmiştik ki yıldırım
nikahıyla evlenmelerine ön ayak olduğumuz kardeşim
Raif’le, Hacer’in benim Almanya’ya gelmeden önce
kaldığı kadın yurdundan tanıdığı Bursalı bir kızı
fabrikaya, yanımıza aldırmak istediğimizde hiçbir itirazla
karşılaşmadık. Hatta benim gibi kunduracı olan Raif de
makinalara çabuk uyum sağlayınca Meister yanıma
gelip keyifle sordu : "“Herr Türkmen, sizin başka
kardeşiniz var mı? Varsa onları da seve seve alalım”.
Gülerek tam altı erkek kardeş olduğumuzu, ama
diğerlerinin gelemeyeceğini söyledim. Çünkü kunduracı
olan ağabeyim Bahri çoktandır çiftçi olarak
Avustralya’ya yerleşmiş bulunuyordu; diğer kardeşlerim
ise memlekette evlenip ya memuriyete ya ticarete
atılmışlardı.

1973 Mart’ında bir oğlumuz daha oldu; adını Özcan


koyduk. Ne yazık ki kısa bir müddet sonra onu da
Türkiye’deki ağabeyi Ercan gibi anneannesine emanet
etmek zorunda kaldık. Zira Almanya’da bir taraftan
çalışmak, bir taraftan da çocuk yetiştirmek hayli zordu.
Zaten bizim niyetimiz de bir an önce para biriktirip
Türkiye’mize dönmek değil miydi? Bu bakımdan
onların orada okuyup yetişmelerini daha doğru
buluyorduk.

Almanya serüvenimiz 1984 senesine kadar sürdü.


Zaten biz Hacer’le hanidir dönelim, dönmeyelim
hesapları yapmaktaydık. Bize kalsa hemen dönecektik

3
ya, Hacer’in memleketi olan Hendek’te yaptırdığımız
evden sonra cebimizde beş kuruş kalmamıştı. Allahtan o
sıralarda Alman hükümeti oradaki Türkleri yurtlarına
dönmeye teşvik etmek amacıyla prim uygulaması
başlattı da sigorta kesintileri, teşvik primi derken yurda
döndüğümüzde sahip olmayı düşündüğümüz parayı
toparlayabilme imkanı doğdu. Öte yandan, İtalyan
patron çalıştığımız fabrikayı kapatmaya karar verdiğini
açıklamıştı. Bütün bunlar bize dönmek için uygun bir
fırsat gibi gözüktü ve 1984 Haziran’ında Almanya’ya
veda ettik.

Yurda dönüşümüzle birlikte, bizim için hayat yeni


başlıyor sayılırdı. Ben kırkbeş yaşındaydım; kendimi
hala genç ve sağlıklı hissediyor, çalışmak istiyordum.
Bütün sorun yeni işimi nerede kuracağımdı. 1952’den
Almanya’ya gidene dek yaşadığım İstanbul’da mı, yoksa
Hacer’in memleketi Hendek’te mi? Seçim yapmak
hususunda bir süre tereddütte kaldım. İstanbul,
Gedikpaşa’da eski ustamızın ve amcaoğullarımın
kundura mağazaları ve atölyeleri vardı. Konuyu önce
onlara danıştım. Atölyeleri idare eden amcaoğlu Hasan
işi büyütmek niyetinde olmadığını, taşrada kendi işimin
sahibi olursam daha rahat edeceğimi söyleyince vakit
kaybetmeden Hendek’e döndüm.

Herkesin birbirini tanıyıp saygı, sevgi dolu bir


yaşam sürdüğü Hendek’i damatlığımın ilk günlerinden
beri çok beğenirdim. Orada görüştüğüm meslektaşlarım
beni gerçek bir samimiyetle aralarına buyur ettiler.
Anlaşılan oydu ki Hendek’e fora makinalı bir kundura
tamirhanesi lazımdı. Bu makinayı aldığım takdirde hem
benim iyi para kazanacağımı hem de kendilerinin
Ada’ya (Adapazarı’na Ada diyorlardı) gitmekten
kurtulacaklarını söylediler. Önerileri aklıma yattı;
İstanbul’dan bir fora, bir de freze makinası getirterek
Kuyudibi semtinde dükkanımı açtım.

4
Hendek’te kundura imalathanesi yoktu; topu topu
on kunduracı vardı ve bunlar sadece tamirle
geçiniyorlardı. İster istemez ben de tamir yapmaya
başladım. Tamirin yanı sıra ısmarlama ayakkabı da
yapıyor, diğer tamirhanelerin foralarını ucuza
dikiyordum. Çok geçmedi ki etraftan “Adama bak,
Almanya’dan gelmiş, burada ayakkabı tamir ediyor”
yollu laflar işitmeye başladım. Bu mesleğin onca kahrını
çekmiş, ama yine bu meslek sayesinde kimseye muhtaç
olmadan ekmeğini her zaman kazanabilmiş birisi olarak
bu tür lafları duymazlıktan geldim. İnsan kendi emeğine
saygı duyuyorsa, yaptığı işe ihanet etmemeliydi.
Dünya’nın her yerinde saygısızlığı mutluluğuna mal
olmuş densizlerin var olduğunu düşünerek bu sözde
sataşmalara gülüp geçtim.

Bir gün, uzun boylu, yapılı bir adam dükkanıma


gelip beni selamladı. Bir süre elimdeki işi seyrettikten
sonra “ Usta, dikkat ettim de siz buradaki kunduracılar
hiç çırak çalıştırmıyorsunuz. Çırağa ihtiyacınız mı yok,
yoksa bunun başka bir sebebi mi var? “ diye sordu.
Adam Çakallık Köyü’nün yukarısında, Çarığıkuru diye o
zamanlar bilmediğim bir köydenmiş. Meğer
Avusturya’da inşaatlarda amele olarak çalışır, senede
bir kere, o da ancak Noel tatilinde memleketini ziyarete
gelirmiş. Bir kızı, bir oğlu varmış adamın; oğlan ilkokulu
zar zor bitirmiş, okumaya hiç mi hiç gönlü yokmuş.
“Oğlanın elinde bir sanat olsun istiyorum” dedi adam,
“Malum, altın yüzüktür sanat. Ama bütün dükkanları
dolaştım, kimse çırak aramıyor. Halbuki eskiden böyle
miydi ya? Hepimiz sanatı çırak olup öğrenmedik mi? ” .
Bu yüzü kemikli adamın sitemine hak verdim;
Gedikpaşa’da çalıştığım yıllarda yanımda mutlaka bir
veya iki çırak olurdu, hiç yalnız çalışmamıştım. Dükkanı
yeni açtığımı, kimsenin gelip “Çırak ister misin?” diye
sormadığını söyledim. Adam gözlerinde umutlu bir ışıkla

5
“Benim çocuğu sana getireyim ister misin?” diye atıldı.
“Getir, bir görelim” der demez iyi dileklerde bulunup
fırladı, gitti.

İki saat geçti, geçmedi adam bu kez oğluyla


beraber dükkanda belirdi. Yanındaki – yine kendi gibi –
gürbüz, iri kemikli delikanlıyı “Oğlum Metin” diye
tanıştırdı. Metin hemen davranıp elime sarıldı, büyük bir
saygıyla elimi alıp öptü, başına koydu. Oğlanın tavırları
hoşuma gitmişti, babasına takıldım : “Sen kefilsen, yarın
sabah gelip başlasın”. Hallerinden memnun, çaylarını
içip köylerine yollandılar.

Ertesi sabah, dükkanın önüne vardığımda Metin’i


kapıda, beni bekler buldum. Yanında aynı yaşlarda,
narin yapılı bir genç daha vardı. “Hoşgeldiniz. Arkadaşın
kim Metin?” diye sordum. Adı Fahrettin’miş, amca
çocuklarıymış. “Memnun oldum, merhaba Fahrettin”.
Fahrettin tıpkı Metin gibi hemen elimi öptü; yüzü
kıpkırmızıydı. Sonra mahcup tavırlarla geçip müşteri
sandalyesine oturdu. Tezgahın kenarına oturttuğum
Metin’i “ Bana bir çay söyler misin? “ diyerek karşıdaki
kahveye gönderdim. Çekingen bir edayla karşımda
oturan, adeta ezilip büzülen Fahrettin’e babasının ne iş
yaptığını sorduğumda çocuk ağlamaklı oldu, “Babam
öldü” deyip başını önüne eğdi. “Başın sağ olsun, kusura
bakma” dedim. Ben de babasına erken veda etmek
zorunda kalmış biri olarak çok üzülmüştüm. Derken
Metin elinde buharı üstünde bir bardak çayla dükkandan
içeriye girdi. Çayımı içiyordum ya, dükkandaki sessizlik
beni biraz rahatsız etmişti. Havayı dağıtmak maksadıyla
“Çocuklar, neden okumuyorsunuz?“ diye sordum,
“Okusanız daha rahat etmez misiniz? Hem el işi
mesleklerin çoğu artık fabrikasyona döndü. Mesela
ayakkabı... artık elde yapılmıyor. İlerde kim bilir ne
yenilikler çıkacak ?“ . Çocuklar karşılık olarak köyde
sadece ilkokul olduğunu, köylülerin ekseriyetinin lise ve

6
üniversite giderlerini karşılayamayacak durumda
olduklarını söylediler. Yoksulluk deyince benim için akan
sular dururdu. Konuşmayı daha fazla uzatamadım ve
ortama yine sessizlik hakim oldu.

O gün akşama kadar Fahrettin o sandalyede oturup


başı önüne eğik, alttan alta bizi seyretti. Müşterilere çay
söylediğimizde her seferinde kendiliğinden kalkıp
kahveye gitmeyi üstüne vazife bilmişti. Gene kahveye
çay söylemeye gittiği bir ara, Metin’den öğrendiğime
göre, Fahrettin annesi ve ablasıyla birlikte yaşıyor,
ineklerinden sağdığı sütü satarak ailesini geçindirmeye
çalışıyordu. Kendi kendime düşününce Metin’in babasını
ayıplamıştım doğrusu; insan zor durumda bir yeğeni
varken, düzenli olarak gönderdiği dövizle pek ala
geçinen oğlunu neden öncelikle düşünsündü?

Akşam olunca Metin saatine bakıp ikisi adına


benden izin istedi; zira köye son sefer birkaç dakika
sonra başlıyordu. Yol ücretini sorarak Metin’e bu ücreti
karşılayacak kadar para verdikten sonra onları
uğurladım. Ertesi sabah dükkana geldiğimde iki kafadarı
gene beraber görünce bunların içtikleri suyun ayrı
gitmediğini anladım. Fahrettin’e içim yanıyordu; ne
yapıp edip bu çocuğa bir iş bulmak konusunda kendimi
sorumlu hissediyordum. Düşünüp taşınınca aklıma bir
fikir geldi : Bize kollu terzi makinasından anlayan biri
lazımdı. Fahrettin’i o makinaya sahip bir meslektaşa
emanet edip işi öğrendikten sonra geri almak kuşkusuz
benim de işime gelecekti. Bu düşünceyle, bir başına
çalışan bir arkadaşıma giderek durumu anlattım.
“Senden haftalık, yolluk veya yemek parası talep
etmeyeceğiz. Sen sadece bu çocuğa kolluyu
öğreteceksin. Öğrenince ben de onu geri alacağım.
Tamam mı?” dedim, o da “Olur Sayım Ağabey” deyip
teklifimi kabul etti. Böylece Fahrettin o arkadaşın
yanında çalışmaya başladı. Öğlenleri bizimle yemek

7
üzere dükkana geliyor, gün be gün, makinaya alıştığını
söylüyordu. Bu iyiydi; çünkü Hendek gibi işin neredeyse
tamamının tamir üzerine döndüğü bir yerde kollu
makina almak ve bu makinayı öğrenmek şarttı.

Bir gün Metin’in babası çıkageldi. “Sayım Usta”


dedi, “Sana teşekküre geldim. Bunca zaman
uğrayamadım diye darılma sakın. Malum, senede bir
gelince köyde yapacak epey iş birikiyor”. “Estağfirullah”
dedim. Oğlunun çalıştığı tezgahın karşısına kurulup
oturdu adam. “Metin kollu bir makina alacağınızı
söyledi. Sence de uygunsa bunu ben alayım diyorum.
Ne dersin?” diye sordu. Önerisini memnuniyetle kabul
ettim. Ertesi günü Ada’ya gidip kullanılmış, çalışır
vaziyette bir makina alarak dükkana koyduk. Derken
Metin’in babası izninin bitmek üzere olduğunu
söyleyerek bize veda etti. O haftasonu Fahrettin’i
verdiğim arkadaştan geri aldım. Hiçbir zorluk çıkarmadı,
ama gene de “Çok iyi bir çocuk bu, Sayım Ağabey.
Keşke seninle böyle anlaşmamış olsaydık da bende
kalsaydı. İnan olsun, böyle yetenekli, dürüst bir çırağa
benim de ihtiyacım var” demekten kendini alamadı.
Güldüm ve “Antlaşmamız böyle, ne yapalım” diyerek
Fahrettin’i yanıma aldım.

Böylece Fahrettin, Metin ve ben, üçümüz birlikte


çalışmaya başladık. Fahrettin kolluda tam anlamıyla
ustalaşmıştı, ne versem evire çevire dikiyordu. Metin de
fora makinasını kapmaya başlamıştı. İstediğim kıvama
gelmeye başlayan bu iyi niyetli gençlere sanatın bütün
inceliklerini öğretmem gerektiğini biliyordum. Sırf bu
amaçla, sözde dükkan için hazır ayakkabı yapmaya
başladık. Niyetim, ısmarlama ve hazır ayakkabı
yaptırarak onlara kunduracılığın sadece tamirden ibaret
olmadığını göstermekti. Daha önce de söylediğim gibi,
Hendek’te bu iş salt tamircilik demekti. Zaten ben ve
başka bir ustayı daha saymazsak kasabada ayakkabı

8
imal edebilecek hiç kimse yoktu. Çoğu aslında ya at
arabası sürücüsü ya da berber olup bu işe sonradan
merak sarmışlardı.

“İyilik yap, denize at. Balık bilmezse halik bilir”


demişler ya, işte o misal, işlerim gayet iyi gidiyordu.
Kazandığım parayla evimi geçindiriyor, çocuklarımı
rahatlıkla okutuyordum. Ercan üniversiteye başlamıştı;
Özcan ise kasabadaki ortaokulda en başarılı öğrenciydi.
Onlarla gurur duyuyordum. Bana kalırsa, ikisi de
okumak için yaratılmış çocuklardı. Hacer ara sıra
Almanya’nın düzenini, temizliğini, rahatını özleyip
dönmekte acele ettiğimizden dem vursa da biliyordum
ki burada anne ve babasına, çocuklara yakın olmak,
onların her derdine ve neşesine katılmak onu her
şeyden daha çok mutlu ediyordu. Bana gelince, ben
zaten öteden beri hayalini kurduğum şeyleri nihayet
yaşayabilmenin tadını çıkarıyordum. Arkadaşlarla sık sık
Sakarya’ya, Melen’e balığa gidiyor, ava çıkıyorduk.
Almanya’nın katı kuralcılığına tabiyken kendimi bu
kadar özgür hissedemiyordum. Ayrıca doğada, sükunet
içinde olmak, tertemiz havayı yıllar yılı fabrika tozuyla
dolmuş ciğerlerime çekmek bana tarifi imkansız bir haz
veriyordu.

Dükkanda çocuklarla beraber çalışmaya


başladığımızdan beri adeta gençleşmiştim. Belki de bu
gençliğin etkisiyle, onları çıraklarım gibi değil de
arkadaşlarım gibi görüyordum. Yaz da gelip çatmaz mı !
Memleketimin hasret kaldığım güneşi derimden ta
kemiğime kadar işleyip tenimi kararttıkça çocuk gibi
seviniyordum. Bütün bu keyifli atmosfer beni alıp kah
İstanbul’daki gamsız gençliğimin alemlerine kah
Akçaabat’ta geçmiş çocukluğumun aziz hatıralarına
götürüyordu. Sinek vızıltısından başka bir sesin
duyulmadığı, sessiz öğlelerde, bir yandan çekiç sallar,
bir yandan da çocuklara kunduracılığa nasıl başladığımı,

9
İstanbul’da o yıllardaki ortamı anlatırken onların fındık
yeşili gözlerinin güldüğünü görüyor, yaşama sevinciyle
dolup taşıyordum.

...

Ben, Sayım, Trabzon’un güzel kazalarından


Akçaabat’ta, altı erkek çocuklu bir ailenin dördüncüsü
idim. İlkokulu bitirince, beni de Bahri ağabeyim gibi,
kunduracı yanına çırak verdiler. Sene 1951.
Okumayacağımdan değil, ama çocuklarını okutmak gibi
bir niyeti yoktu babamın.

İlk gün, dükkanı temizlemekten başka bir iş


yapmadım. Ustamın adı Fikri idi. Ertesi gün bana bir
sandalye gösterdi Fikri Usta. “Senin adın ne bakayım?“.
“Sayım, usta”. “Kim koydu sana bu adı?” . “Bilmem,
ama 1940’ta sayım günü doğmuşum; her halde
ondandır”. “Peki, Sayım, şu rafta gördüğün kutularda
eğri çiviler var. Senin ilk vazifen şu örsün üzerinde o
çivileri çekiçle düzeltmek”. “Peki, usta”.

Kocaman örsü önüme çekip çivilerin eğrisine


çekiçle vurmaya başladım. En azından on kutu vardı;
bunlar kaç ayda biter diye kara kara düşünüyordum. Bir
yandan da “Çivi doğrultmanın kunduracılıkla ne alakası
var? “ diye kafa yormaktan kendimi alamıyordum.
Sonunda “Kısmet buymuş” dedim kendi kendime. O gün
çekiç bir çiviye, bir elime, öğlene kadar çivi düzelttim.
Öğlen olunca ustam “Sayım, sen yemeğe gidebilirsin”
dedi. Ayağa kalkmıştım ki “Ha, unutmadan” deyip elime
boş bir teneke tutuşturdu. “Gelirken bunu sarı toprakla
doldur. Taşıyabildiğin kadar getir, olur mu?” . “Olur,
usta”.

Teneke elimde, Orta Mahalle’de Doktorun Bayırı’nı


çıktım, eve vardım. Yemeğimi bitirdikten sonra annem

10
merakla sordu : “Oğlum, bu teneke ile ne yapacaksın?
“. “Anne, ustam bununla dükkana sarı toprak getirmemi
istedi”. “İyi ama sen toprak dolu tenekeyi nasıl
taşıyacaksın?”. “İşte, taşıyabildiğim kadar
dolduracağım”. “Öyleyse çarşıya yakın bir yerden
doldur da dükkana yakın olsun bari”. “Peki, anne” deyip
yola koyuldum. Annemin tembihlediği gibi, sarı toprağı
çarşıya yakın bir tarladan aldım. Tenekeyi şöyle bir
tartıp “Evet, bunu taşıyabilirim” dedim kendime. Gel
gelelim, yol uzadıkça uzuyor, mübarek teneke
ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Bir sağ elle, bir sol elle,
olmadı iki elle - baktım, olacak gibi değil, tenekenin
birazını boşalttım. İyisi mi hepsini boşaltmalıydı ya
toprağa kıyamıyordum. “Kamburum çıkacak be” diye
söyleniyordum, “Sanki neye yarayacak?”. Dükkana
vardığımda kan ter içinde kalmıştım. Fikri Usta bir bana,
bir tenekeye baktı ve “Aferin Sayım” dedi, “Onu şu
köşeye koy bakayım”. Tenekeyi gösterdiği yere henüz
bırakmamıştım ki “Çivi işine devam!” dedi. Bütün gün o
deri kesti, ben çivi doğrulttum. Doğrulttuğum çivileri
ayrı bir kutuda biriktiriyordum. O gün, paydos
ettiğimizde, çivilerin neredeyse yarısını bitirmiştim.

Ertesi gün Fikri Usta “Bugün çivi doğrultmak yok.


Sana takımları öğreteceğim” deyince sevindim.
“Evvela... Bu çekiç, bu da kerpeten... Buna içiboş da
denir... Bu danalye... Şurada gördüğün içi siyah su dolu
teneke ise mastalya... Şu ucunda çivi olan küçük alet
kaçaburuk... Bu da limaki, bildiğimiz eğe... Şu tahtadan
yapılmış şey de ıstaka... Bunları bellemek sana zor
gelebilir; çünkü rumca bunlar. Bize kunduracılık
onlardan kalmış, biz de asırlarca böyle kullanmışız. Bu
sebeple sen de bunları böyle öğren; ilerde lazım
olacak”. “Peki usta, ama benim kafama şu dün
getirdiğim sarı toprak takılıp duruyor. O ne işe
yarayacak?”. Fikri Usta dudaklarının kıvrımında beliren

11
ince bir gülümsemeyle “Günü gelince onu da anlarsın”
diye karşılık verdi.

Fikri Usta her şeyi kendi yapardı. Dün kesmiş


olduğu derilerin bazı yerlerini elindeki bıçakla traşladı,
yapıştırdı, sonra alıp dikiş makinasında dikti.
“Ayakkabının yüzü bunlar” dedi, “Bunun bitmiş haline
saya denir. Seninle bunları ayakkabı haline getireceğiz”.

Fikri Usta iyi bir sanatkardı. O zamanlar ayakkabı


tamamen bir el sanatı idi ve o hakikaten bu sanatın
ehliydi. Hazır ayakkabı yapmaz, hep ısmarlama çalışırdı.
Zaten müşterilerinden hazıra pek vakit kalmazdı. Bir çift
ısmarlama ayakkabıyı tam dört günde çıkarırdı. Galiba
ustalığının sırrı yaptığı işi çok sevmesindeydi. Frezesini
bitirip son rötuşlarını yaptıktan sonra ayakkabıyı
uzaktan şöyle bir süzer, sonra eline alıp bir bebeği okşar
gibi okşardı.

O günün akşamına doğru, yapmış olduğumuz bir


ayakkabının sahibi geldi. Fikri Usta apaçık bir sevinçle
ayakkabıyı adamın ayağına kendi elleriyle giydirirken
bir yandan da gözlerini eserinden ayırmaksızın “Nasıl,
beğendin mi?” diye sordu. Adam “Eline sağlık, iyi
olmuş” dedikten sonra ayakkabıyı ayağından çıkararak
elinde kabaca tarttı, “Yalnız, biraz hafif olmuş” dedi.
Yine de parasını ödeyip ayağında yeni ayakkabılarıyla
çıkıp gitti. Adamın son sözleri üzerine Fikri Usta’nın
biraz canı sıkılmış gibiydi. Bir müddet etrafına boş
gözlerle bakınıp durdu. Bu arada kendi kendine
anlamadığım bir şeyler mırıldanıp duruyordu. Birden
kesin kararını vermiş bir insanın kendinden emin
tavrıyla rafı işaret ederek “Sayım, bana oradan 42
numara kalıbı getirsene !” diye buyurdu. Sakin sakin,
yarın yapacağımız ayakkabının kalıbını hazırlamaya
koyuldu. Hafif ıslak olan ince taban astarını kalıbın
altına çakıp etrafını falçata ile düzeltti. Daha önce diktiği

12
sayayı kalıbın yanına koyunca ellerini ovuşturup “Şimdi
gidebiliriz” dedi.

Ertesi gün, ilk iş olarak kaba bir çiriş yaptı Fikri


Usta. Onu pür dikkat izliyor, bir sonraki adımda ne
yapacağını merak edip duruyordum. O ise gayet emin,
yıllardır arşınladığı bir sokakta salına salına yürür gibi,
kıskanılacak bir rahatlıkla çalışıyordu. Su verilince un
gibi olmuş çirişi karıştıra karıştıra hamur kıvamına
getirdi. “Buna iyi bak; çünkü bundan sonra bu işi hep
sen yapacaksın” dedi. Sonra, daha önce traşlamış
olduğu kösele parçalarını göstererek “Bak, bu bombe...
Bu da fard” dedi ve onları hazırladığı çirişle sayaya
yapıştırdı. Sonra sayayı kalıbın üzerine gerdi; kalıbı
kucağında sıkıştırıp doğrulttuğum çivilerle sayayı kalıba
monte etti. Ayakkabının altında çiviler belirli aralıklarla,
inci gibi sıralanmış oldu. Çivilerin boyları da milimle
ölçülmüş gibi, hep aynı hizadaydı. Daha sonra
ayakkabıyı dizlerinin üzerine alıp çekiçle en az yarım
saat dövdü. Sonra kalkıp iki parmak genişliğinde bir
kösele parçasını o siyah suyun içine attı. Bir müddet
sonra da onu sudan çıkarıp ıslak ıslak eski bir beze
sardı. Bir çift de kalın köseleyi aynı şekilde ıslatıp yine
beze sarınca “Bugünlük işimiz bu kadar” dedi.

Ondan sonraki gün, beze sarılı, iki parmak


genişliğindeki kösele parçasını açıp bana doğru tutarak
“Sayım, bu vardela dır... Tam tavında olmuş!” dedi.
Vardelayı düzeltip yanıma koyduktan sonra
“Balmumu !” diyerek eline aldığı sarı bir şeyle uzunca
bir ipi ha babam sıvazladı. Daha sonra ipin incelttiği
ucuna bir domuz kılı taktı. (O zamanlar iğne yerine
domuzun ensesinden alınan kıllar kullanılırdı). Domuz
kılının ucunu biraz ayırıp ipi o yarığa geçirdi, azcık burdu
ve bir ilmik atıp işi bitirdi. Bundan sonra, duvarda asılı
tığını (batuma) eline aldığı gibi vardelayı ayakkabının
kenarına bir güzel dikti. Dikerken bir yandan çivileri

13
kerpetenle çıkarıyor, çıkardığı çivileri atmayıp yine
kutulara koyuyordu. Dikişi bitince, ayakkabının altında
avuç içine benzer bir çukurluk meydana geldi. “Sayım”
dedi, “Şimdi o sarı toprağı getir bakalım!”. Tenekeyi
kapıp ustamın yanına koydum. Fikri Usta çukurca bir
çanağa doldurduğu toprağın üzerine su katıp onu
çamura çevirdi. Sonra o çamurla sıvaya sıvaya
ayakkabının altındaki çukuru dümdüz yaptı. Demek sarı
toprak bu işe yarıyordu! Ustam gidişattan memnun,
gülümsedi : “Bitti inşallah...”.

Dördüncü ve son gün, Fikri Usta ayakkabıdaki


çamuru tesviye edip tava gelmiş olan kalın köseleyi
eliyle adam akıllı oğuşturdu, diz demirini alıp dövmeye
başladı. Onu da en az yarım saat dövdü. Kösele adeta
taş gibi olmuştu. Derken ayakkabıyı ve köseleyi ayrı ayrı
çirişleyip birbirine yapıştırdı. “Çamur sayesinde müşteri
artık ayakkabıya hafif diyemeyecek! Çaktın vaziyeti,
değil mi Sayım?”. Çakmıştım; bana göz kırpan ustama
gülerek karşılık verdim. Usta rahatlamış gibi bir soluk
vererek işine devam etti. İyice bilediği falçatayla
köselenin pürüzlerini alıyordu şimdi. “Bak, bu harama “
dedi; köselenin altına falçatayla bir oluk açmıştı. “Dikişi
bu çukura yerleştireceğiz. Ne kadar derin olursa o kadar
iyi”. Böyle deyip haramaki ile çukuru daha da
derinleştirdi. Bu kez eline ipliği alıp mumladı ve ucuna
gene o meşhur domuz kılını geçirdi. “Şimdi sanatın en
ince yerine geliyoruz” dedi, “Kazuma dikeceğiz, toz
kazuma!”. Yapacağımız şeyin sanatın en ince noktası
olduğunu duymuş olmaktan ötürü son derecede
heyecanlanmış, gözümü ustamın ellerinden ayıramaz
olmuştum. Fikri Usta iki ucu bitişik, deriden bir tür
kayışla – buna pazbal diyordu – ayakkabıyı dizine
bağladı ve özenli bir dikişe başladı. “Ayakkabı üzerinde
en uzun süren iş, bu kazumadır”. Hem dikiyor hem de
sık sık dikişin eğri olup olmadığını kontrol ediyor,
dikişleri hep aynı büyüklükte tutmaya çalışıyordu. Bu

14
özen yüzünden kazuma gerçekten de bir hayli vakit
aldı. Dikiş bitince Fikri Usta haramaya çiriş çalıp
üzerinden ıstaka ile geçti. Sonra zımparayla bunu
dümdüz yaptı. Bu iş de bitince daha önce mastalyaya
atıp sonra beze sardığımız o küçük küçük kösele
parçalarını çiriş ve çiviyle kat kat ayakkabının ökçesine
yapıştırıp çaktı. Kabaca hallolunca, ökçeyi istlanpa
dediğimiz, olması gereken ökçe genişliğini gösteren
karton ölçekle işaretleyip çizdi. Böylece Fikri Usta artık
son safhaya gelmiş oluyordu : Şimdi bıçak vurup
ayakkabıyı freze durumuna getirecekti. Keskin bıçağıyla
ökçenin kenarlarındaki fazlalıkları tesviye ede ede
sonunda hiçbir fazlalık bırakmadı. O zamanlar
Akçaabat’ta freze olmadığından, freze de elbette elle
yapılmak zorundaydı. Fikri Usta bu iş için çam, zımpara
ve kenarları parlatıcı olarak boya ile cila mumu kullandı.

İşte ayakkabı nihayet bitmiş, geriye son rötuşlar


kalmıştı. Ökçenin hakkını da maharetle vermiş olan
ustam, ayakkabıyı kalıptan çıkarıp elinde tarttı. “İyi
oldu, iyi” dedi, başını memnun memnun sallayarak.
Astarı ilave ettikten sonra ayakkabıyı suyla sildi, sonra
ispirtoyla yakıp cilaladı. Son olarak, bağcıkları taktı ve
her zamanki sevgi ve şefkatiyle eserini doya doya
seyredip okşadı. Bitmiş ayakkabıyı rafa koyarken Fikri
Usta gibi iyi bir ustaya denk düşmüş olmaktan mutluluk
duyuyor, pek az şey yaptıysam da, onun haklı gururunu
ve sevincini paylaşıyordum. Bir de içimde bir his vardı,
kunduracılığın Bahri Ağabeyim gibi benim de kaderim
olacağını söyleyip duran, içimde bir ses.

İçimdeki ses yanılmasına yanılmayacaktı ya, 1951


Ağustosunda olacakları, Akçaabat’daki yuvamızın tek
bir olayla dağılıp yıkılacağını hiçbir şekilde aklımın
ucuna bile getiremezdim. Kaderin hain bir pusu kurduğu
o yaz, bir kaza sonucu, hem anasız hem de babasız
kaldık. Ben onbir yaşımdaydım; en küçüğümüz Raif bir,

15
Caner dört, Bahri Ağabeyim onüç, Kenan Ağabeyim
onbeş ve en büyüğümüz, Mahmut Ağabeyim onyedi
yaşında. Hepimiz apansız Sefiye Teyzemizin başına
kalmıştık. Teyzem zaten nohut oda, bakla sofa bir evde
dört oğluyla birlikte sıkışıp kalmış bir kadıncağızdı.
Eniştem Akçaabat’ta işsiz güçsüz dolaşmaktan
bunalmış, sonunda bir maden ocağında çalışmak üzere
çekip Zonguldak’a gitmişti. Yaşımızın küçüklüğü
nedeniyle para kazanamıyor, zavallı teyzeme ancak yük
olabiliyorduk. Derken, Trabzon’da yaşayan, en küçük
amcam Osman beni yanına aldı. Osman Amcamın bir
şekerci dükkanı vardı; oradaki işlerinde ona yardım
ediyor, evden dükkana yemek taşıyordum. Çocuğu
olmadığı için yanında kalmamı istiyordu amcam; ama
ben kardeşlerimden uzakta, bir başıma mutlu değildim
Trabzon’da. Günlerden bir gün, teyzem yanında kendi
çocukları ve Bahri Ağabeyim olduğu halde çıkageldi.
Hep birlikte az sonra bir gemiye binip Zonguldak’a,
eniştemin yanına gideceklerdi. Yüzümü severek,
gözyaşları içinde “Oğlum, sen burada, amcanın yanında
kal” dedi. Vedalaştık ve hep birlikte rıhtıma doğru
yürümeye başladılar. Arkalarından boynu büyük,
bakakaldım.

Karmakarışık, huzursuz çocuk düşünceleri


içersinde, amaçsızca dolaşıyordum. Ayaklarım beni
elimde olmadan, hep rıhtıma çekiyordu. Orada büyük,
beyaz bir gemi gördüm : Belki de binecekleri gemi
buydu? Bir an, yapayalnız kalacağımı düşününce
boğulacak gibi oldum. Nihayet dayanamadım, ilerisini
düşünmeden, bir punduna getirip gemiye atladım.
Kaçak olduğum için bir yerlere saklanmak zorundaydım.
Ortalıkta fazla gözükmemeye çalışarak etrafı bir süre
kolaçan ettim; sonunda emin olduğunu düşündüğüm bir
köşe bulup oraya büzüştüm. Kulak kesildiğim seslerden
geminin demir alıp harekete geçtiğini, açık denizde yol
almaya başladığını anlayınca sığındığım yerden çıktım;

16
bir hezeyan içinde teyzemi aramaya koyuldum. Çok
kalabalıktı; kimi gülüyor, kimi ağlıyor, her kafadan bir
ses çıkıyordu. O curcuna içinde sağa, sola koşuşturup
teyzemi ve çocukları bulmaya çalışıyordum. Ama
yoktular işte ! Yavaş yavaş umudumu yitirmeye
başladım; gözyaşlarımın hücumuna uğrayan, yanıp
duran gözlerimi dört açmak için kendimle müthiş bir
mücadele veriyordum. Yoksa bu değil miydi binecekleri
gemi? Aklıma kötü kötü şeyler geldikçe bayılır gibi
oluyordum. Bir an, başka insanların arasında teyzemi
görür gibi oldum. Durup biraz izleyince yanılmadığımı
anladım : Bir serap değildi, teyzemdi o kadın ! Koşarak,
başka insanlara çarpa çarpa yanına varıp arkasından
beline sarıldım. Dönüp bakınca şaşırdı önce; sonra
ağlaya ağlaya “Ah oğlum, aklım sende kalmıştı!”
diyerek öptü, öptü beni. Biraz sonra teyzemle beraber
çocukların yanındaydık.

Uğradığımız her limanda “Herhalde geldik”


diyorduk, ama Zonguldak sandığımızdan daha uzaktı.
Yemek niyetine teyzemin hazırladığı çörekleri atıştırıyor,
geceleri çocuklarla birbirimize sarılıp bize ninni gibi
gelen motor sesinin eşliğinde uyuyakalıyorduk. En
sonunda, Trabzon’dan iki gün, iki gecelik bir yolculuktan
sonra Zonguldak’a vardık. Vakit geceydi. Rıhtımda bizi
karşılayan eniştem “Kozlu’ya bu saatte vasıta yok”
dedi; o geceyi bir otel odasında geçirdik.

Kozlu’da beni gene bir kunduracının yanına


verdiler. Bahri Ağabeyim bu işten anlıyordu; bense
henüz çıraklık devresindeydim. İşini özenle yapar, iyi bir
insan olan ustam önce beni evine götürüp ailesiyle
tanıştırdı. Bundan böyle öğle yemeklerini evden
dükkana götürmek benim vazifem olacaktı.

Ustam bana bir kalıpla birlikte bir pazbal, bir


kaçaburuk ve epey ağaç çivisi vererek “Bak Sayım, bu

17
kalıbı ortasından kırana kadar çivi çakacaksın! Şöyle
tutup vuracaksın, tamam mı?” dedi. Ustamın kalıbı ne
diye ziyan edeceğine bir türlü akıl sır erdiremeden
“Tamam, usta” deyip iskemleye oturdum. Evvela
kaçaburuğun nasıl tutulması lazım geldiğini öğrendim.
Sonra açtığım deliklere ağaç çivileri birer birer
yerleştirmeye başladım. Ağaç çivili ayakkabının
dikişliden daha sağlam olduğunu da Kozlu’da öğrendim.
Zira zeminden zamanla nem kapan ağaç çiviler şişerek
köseleyi dolduruyor, zımba gibi sağlamlaştırıyordu.

Günler geçiyor, kalıbın her yanına çiviler


saplanıyordu. Doğrusu bir ayakkabı kalıbının bu kadar
dayanıklı bir şey olacağını ömrümde duysam
inanmazdım. Çekici vurduğum dizim tamamen nasır
tuttuğu halde kalıbın kırılmaya hiç niyeti yoktu ! Bir
hafta boyunca kalıba çivi çaktım; bacağımın ağrısından
artık topallayarak yürüyordum. Ben pes etme noktasına
gelmiştim ya, neresinden vursam diye kalıbı evirip
çevirdiğimi gören ustam bana yardım edecek yerde
hala bıyık altından gülüyordu!

İşten arta kalan zamanı top oynayarak, bisiklete


binerek ve yük treninin vagonlarından taşıp dökülen
kömürleri toplayarak geçirirdik Kozlu’da. Göğe
bakamazdık; çünkü gökten kömür tozu yağardı !

Bir gün, top sahasında topallayarak yürüdüğümü


gören Bahri Ağabeyim sordu : “Ne o, birader,
sakatlandın mı?” . “Yok yahu” diye cevap verdim,
“Lanet bir kalıp verdi usta; çivi çaka çaka onu kırmaya
çalışıyorum”. Bahri Ağabeyim güldü : “ Bak aslanım,
sana bir sır vereyim” dedi, “Çivileri hep aynı yere çak.
Birbiri üstüne, tamam mı? O kalıbı başka türlü imkanı
yok, kıramazsın!” . “Ciddi misin?” dedim, “Sağ ol...
Daha önce neredeydin be birader?” .

18
Bahri’nin verdiği akılla kalıbı gerçekten de iki güne
kalmadan ortadan ikiye yarmayı başardım ! “Usta,
kalıbın işi tamam !” diye haykırdım sevinçle. Usta ağır
adımlarla geldi, kalıbı eline alıp adam akıllı inceledi.
Sonra gülerek “Sana kim söyledi bunun sırrını ?” diye
sordu. Karşılık olarak ağabeyimin kunduracı olduğunu,
bu aklı ondan aldığımı söyledim. Başını sallayarak “İyi ki
vakitlice söylemiş” dedi, “Yoksa dizin nasır tutmamış
olurdu... Ki bu bir kunduracı için şarttır, Sayım. Yoksa
darbeye alışmamış dizlerin üzerinde ayakkabıyı
saatlerce dövemezsin... Diz demirinde köseleyi
dövüştüremezsin”. Ve ekledi : “ Artık sen de bir
ayakkabıcı sayılırsın. Aramıza hoş geldin !” .

Ne var ki kader bir kez daha bizi yollara düşürecek,


Batı’ya doğru göçümüz sürecekti. Günlerden bir gün,
hiç beklemediğimiz bir zamanda Mahmut Ağabeyim
çıkıp Kozlu’ya geldi. “Çocuklar” dedi, “Biz Kenan’la
İstanbul’a yerleştik. Sizi de almaya geldim. Hadi,
toparlanın bakalım !”. Fazla düşünmemize ne zaman ne
de gerek vardı; burada yeni yeni tutturduğumuz bir
düzeni bırakacak olsak da teyzeme yük olmanın
mahcubiyeti ve ağabeyimlerle, İstanbul’da yaşama
fikrinin cazibesi bizim için daha ağır basıyordu.

Böylece 1952 Baharında pılımızı pırtımızı alarak


İstanbul’a geldik. Ağabeyimlerin Küçükpazar semtinde,
Süleymaniye Camii’nin yakınlarında tutmuş oldukları
tek bir bekar odasına yerleştik. Bir süre iş bakındıktan
sonra, yine Akçaabatlı bir arkadaşımızın sayesinde
Beyazıt’ta, Kapalıçarşı bitişiğindeki Yol Geçen Hanı’nda
işe başladık. Ben çıraktım, Bahri Ağabeyim ise işçi.
Şimdi iki kardeş aynı dükkanda, Ali Usta namıyla maruf,
aslen Yunan göçmeni bir ustanın emrinde çalışıyorduk.

Dükkanda her biri ikili çalışan üç tezgah vardı. Usta


kendi tezgahında saya keser, çıkan ayakkabıları

19
temizler ve kalfaların iş malzemelerini hazırlardı.
Ustanın kestiği derileri ben sayacıya götürür, orada
dikilen sayaları getirip tekrar ustanın tezgahına
bırakırdım. Usta da onları sekizer çift olarak kalfalara
pay ederdi. Böylece dükkandaki üç tezgahtan her gün
toplam yirmidört çift ayakkabı çıkıyordu.

Dükkandakilerin tek çırağı olmak, görevlerimi


bayağı arttırıyordu. Ustaya yardım etmekten başka,
kalfaların çalıştıkları ayakkabıları foraya, dikişe
götürmek de benim vazifemdi. Kazumalı ayakkabıları
kalıplarıyla beraber, bir sepetin içinde taşımak
zorundaydım ki sekiz çift kalıplı ayakkabı çelimsiz
vücuduma hayli ağır geliyordu. Ayrıca, ustanın veya
kalfaların ısmarladığı çivi, çiriş, ayakkabı bağı gibi
malzemeleri, öğle yemeklerini yine ben alıp getirirdim.
O kadar fazla iş görürdüm ki çalışanlar, tuvalet
ihtiyaçları dışında, yerlerinden hemen hiç kalkmazlardı.
Tabii bunca getir-götürden sonra bana sanat öğrenecek
vakit kalmıyordu. Ama bir şekilde ben de çalışmak ve
herkesin geçtiği yollardan geçmek zorundaydım.

Kalfaların işleri gece ona, onbire kadar uzar, ben de


onları o saatlere kadar beklerdim. Onlar gidince dükkanı
bir güzel süpürür, eve öyle giderdim. Beyazıt’tan çıkıp
eve varmam gece yarısını bulurdu. Karanlık sokaklardan
ıslık çala çala Bitpazarı’na çıkar, oradan Bakırcılar ve
Süleymaniye üzerinden Küçükpazar’a varırdım. Böyle
tam üçbuçuk sene, sabah-akşam aynı yolda mekik
dokuyarak yedibuçuk liraya çalıştım.

O vakitler için “işim yürümekti” desem yalan olmaz.


Her gün, ustamın temizlediği ayakkabıları sepete
doldurup omzuma vurduğum gibi Kapalıçarşı’ya
dalardım. Öyle pis ve hırpani bir görünümüm vardı ki
gelip geçenlerin bana bakıp gülmelerine ben bile hak
verirdim: Pantalonum her iki dizinden yırtıktı ve nasır

20
tutmuş dizlerim adeta iki kelle gibi sırıtıyordu. Üstelik
pantalonun sağ tarafı da sürülen çirişlerden iyice
parlayıp sertleşmiş, zımpara kağıdına benzemişti.
Gömleğim desem, o da kösele suyundan simsiyah
kesmiş, kaçırdığım bıçaklar yüzünden lime lime
olmuştu. İşte o vaziyette, kimseye dokunup
çarpmamaya özen göstererek ta Mısır Çarşısı
yakınındaki Zuhal Mağazası’na dek yürürdüm. Zaten
önüme çıkan insanlar da benden cüzamlı gibi kaçıp
yolumu açar, işimi kolaylaştırırlardı.

Gideceğim mağazaya varınca ayakkabıları sepetten


çıkarıp çifter çifter rafa dizerdim. Patron gelir,
ayakkabıları kontrol edip sayardı. Bazen ustam bana
mağaza patronundan pustanca istememi tembihlerdi.
Pustanca, hafta içinde, belirli bir alacağa karşılık çekilen
bir miktar para demekti. O zaman patron bir pusula
hazırlar, pusulaya şu kadar iş geldi, şu kadar para
verildi gibi bir şeyler yazıp kağıdı elime tutuştururdu.
Sonra elini cebine atar, çıkardığı tomar tomar paranın
arasından pustancayı yine elime sayardı.

Aynı pustancayı kalfalar da ustadan alırdı. Bu


parayı malzeme, yol parası, ama en çok da içki parası
olarak kullanırlardı. Gerçekten de o tempoda, böyle
sabır isteyen bir işte çalışırken onların tek tesellileri içki
gibi görünüyordu. Her akşam mutlaka ortaya bir çilingir
sofrası kuruluyor, herkes ufak ufak demlenmeye
başlıyordu. O zamanlar hazır tahta veya lastik ökçeler
olmadığı için ökçeler köseleden, kat kat yapılmak
zorundaydı. Kalfaların sinirlerini en çok geren, en güç iş
de bu ökçe işiydi. Çünkü sanat, o ökçeleri keskin
bıçaklarla, muntazam olarak traş edip ayakkabıyı
frezeye hazırlamaktaydı. Bereket, İstanbul’da frezeler
vardı da kalfalar yakalarını o işten kurtarıyorlardı !

21
Bir yandan içip bir yandan çalışan kalfalar, saat
ilerledikçe keyiflenir, daha konuşkan ve daha nüktedan
hale gelirlerdi. Kimi fıkra anlatır, kimi şarkı söyler, bir
şamata bir gırgır derken işler yavaş yavaş biterdi.
Çalıştığımız dükkanda bir laz, bir muhacir, bir de
kendisine “Kürt” diye hitap edilen Erzurumlu bir kalfa
vardı. Zaten o dönemin atölyelerinde memleketin her
köşesinden insana rastlamak mümkündü. İstanbul gibi
bir şehirde çalışmak üzere ilk defa bir araya gelmiş bu
insanlar için hemşehrilik kuşkusuz çok önemliydi. Bunun
başka bir sonucu da çalışanların yarı şaka, yarı ciddi
olarak, birbirleriyle köken üstünlüğü yarışına
girmeleriydi. Mesela Kürt ortaya bir laf atar, “Kardaş, şu
eşek meselesini bir anlat hele” diye Laz’ı körüklerdi.
“Haçan, almış eşeğini gelmiş İstanbul’a...” . “Kim, kim?”
. “Kim olacak, Arnavut’un biri işte”. “Eee ?” . “Eesi,
bakmış ki yolun ortası demir... Ha bizim eşeğin de nalı
var, demir.. Demek bura eşek yoludur, deyip sürmüş
eşeğini tramvay yoluna...”. Bu noktada Kürt, sonuna
kadar rolünü oynar, “Demee !” diye şaşırmış gibi
yapardı. Laz sazı gene eline alıp devam eder, göz
ucuyla da Arnavut’a bakardı : “ Tramvay yolda eşeği
görünce başlamış dan-dan çan vurmaya. Bizim Arnavut
dönüp de ‘ A be ne vurursun dan dan ? Geç git öteki
yoldan!’ demez mi!”. Gülüşler arasında Arnavut kızarır
bozarır, ama hiç darılmazdı. “A be kafasız Laz, şu
Kürtler peynirden cami yaptı, fareyi de kapıcı koydular a
!”. Laz gülünce bu kez sıra Kürt’e gelirdi tabii : “Laz
çıkmış minaraya... Bakmış, havada kazlar.. ‘Kaz uçar da
Laz uçamaz mı la?’ dediği gibi minaradan aşşağı...”.
Böylece bu hikayeyle birlikte durum eşitlenmiş olurdu.
Her memleketin takılınacak hikayeleri bilinir, eski
deyişlere, kulaktan dolma laflara baş vurulurdu. Bazen
oracıkta bir şeyler uyduruvermek pahasına da olsa,
kunduracılar birbirlerine sataşmadan durmazlardı.

22
Mevsimler birbirini kovalıyor, Bahri Ağabeyimle Yol
Geçen Hanı’nda çalışmayı sürdürüyorduk. Onun kalfa
yardımcılığına, benimse işçiliğe terfi olduğum sıralarda,
meşhur 6-7 Eylül Hadiseleri cereyan etti. O vakte kadar
hemen tümü Rum ve Yahudi vatandaşların elinde
bulunan malzeme dükkanları yağmalandı, tüm eşya
sokaklara döküldü. Piyasaya tam bir terör hakimdi;
isteyen istediği dükkanı kırıp dökerek kendisine ne
lazımsa alıp gidiyor, kimse de gıkını çıkaramıyordu. Bu
anarşinin Türkiye’ye faturası çok ağır oldu. Çoğu
masum, bir sürü insan aylarca hapis yattı; olaylara ön
ayak olanlarsa hiçbir zaman tam manasıyla ortaya
çıkmadı. Çoğunluğu canını yurt dışına zor atmış Rum
vatandaşlardan İstanbul’da kalmaya devam edenlere
karşı acımasız bir baskı uygulanıyordu. Bu insanlarla
alışveriş kesilmiş ve “Vatandaş, Türkçe konuş!” gibi
sloganlar almış, yürümüştü. Gel zaman, git zaman,
eskiden azınlıkların elinde olan piyasaya çoğu Kayseri
gibi taşra kentlerinden gelmiş yeni isimler hakim oldu.
Yine, önceleri Türkiye kundura piyasasının kalbi olan
Beyazıt, bu sıfatını zamanla Gedikpaşa’ya kaptırdı. Zira
Beyazıt’taki atölyeler birer birer Gedikpaşa’dan
Kumkapı’ya kadar, boşaltılarak hanlara çevrilmiş
bölgeye taşınıyordu.

Gedikpaşa’daki yeni iş hanlarında odacılık ve


kahvecilik gibi işlerin başını Doğu’lu vatandaşlar
çekiyordu. İşçiler akşama kadar çay söylerler, çay
dünden kalma da olsa, çaresiz içerlerdi. Kurnaz
kalfalarla onlardan aşağı kalmayan kahvecilerin
karşılıklı olarak çevirdikleri filmler görülmeye değerdi
doğrusu ! Cumartesi akşamları, kalfalar ustalarından
haftalıklarını almayı beklerken alacaklı kahveciler de
kalfalar kaçmasın diye kapıda nöbet tutarlardı. Kalfanın
kötü bir niyeti varsa, akşam olmadan elbiselerini bir
poşete doldurduğu gibi çırağının eline tutuşturur,
çocuğu ya berbere ya lokantaya yollardı. Ardından

23
kendisi de iş tulumuyla handan çıkar, kahveci onu görse
de tulumundan dolayı tekrar hana döneceğini düşünüp
ses etmez, kalfa da çırağı gönderdiği berberde ya da
lokantada üstünü bir güzel değişip tulumu gene çocukla
hana gönderirdi ! Bu çok klasik bir atlatma numarasıydı.
Öyle ki bazı kalfalar bu numarayı işten ayrılacakları
güne değin yapa yapa sonunda kahveciye dünya kadar
borç takmış olurlardı. Böyleleri, ustayla gizlice hesabı
kestikten sonra, tezgahlarını ve takımlarını camdan iple
sarkıtarak kaçırır, tası tarağı topladıkları gibi tabana
kuvvet, sıvışırlardı . Kahveci, yediği bu tür kazıkların
acısını yeni gelen kalfalardan çıkarmayı iyi bilirdi elbette
! Verdiği her çay için tahtaya tebeşirle bir çizgi çeker,
ucunun ortası oyulmuş tebeşir de hesabı çift çift yazardı
!

Ağabeyim kalfa, ben de işçi olunca kendimize bir


tezgah kurup piyasaya kalfa olarak girdik. İlk işimiz
Bitpazarındaki bir handaydı. Ağabeyim, tıpkı emektar
kunduracılar gibi, ayakkabıyı seve okşaya, büyük bir
özen ve titizlikle çalışan biri olduğu için fazla iş
çıkaramıyorduk. Gene de kazancımız, ağabeylerimize
destek olabilecek kadar iyiydi. Bir süre sonra,
Akçaabat’ta kunduracılığı öğrenmiş olan
amcaoğullarımızı da İstanbul’a, yanımıza aldık. Hep
birlikte, kavgasız gürültüsüz, senelerce çalıştık.

İlk atölye girişimimiz ise 1964’te oldu. Birikmiş


paramızla yeni kalıplar alarak değişik modeller üzerinde
– tam onbir ayrı model – çalışmaya başladık. İşlerimizi
gösterdiğimiz mağazaların dördünden sürekli sipariş
almayı başarmıştık. Ne var ki Bahri Ağabeyimin yavaş
çalışması yüzünden siparişleri zamanında
yetiştiremiyorduk. İşlerin sıkışıklığından, sonunda iki
tezgah daha ilave ettiysek de, açtığımızdan iki yıl sonra,
dükkanın kapısına kilit vurmak zorunda kaldık. Geride
bir miktar daha sermayemiz olsa dükkanı ayakta

24
tutabilirdik belki; ama hem sermayemiz yoktu hem de
yaptığımız işin karşılığını peşin alamıyorduk. Bu
durumda er veya geç, bir darboğaza girmemiz
kaçınılmazdı.

Dükkan maceramızın akıbetinden sonra,


ağabeyimden ayrılarak kendi başıma kalfalığa başladım.
Kurduğum tezgaha Kayseri’li iki çocuk aldım; biri çırak,
biri ise kalfa yardımcısı olarak. Elim çabuk olduğundan
piyasada tapon iş olarak bilinen, ucuz ayakkabılar
yapıyordum. Bahri Ağabeyim, yanında iki kişiyle
beraber, çifti sekiz liradan günde altı çift ayakkabı
yaparken ben çifti dörder liradan tam yirmidört çift
ayakkabı imal ediyordum. Demek ki ağabeyimin tam iki
katı kazanıyordum !

Bir gün, eskiden Hendek’te ikamet etmiş bir kadın


komşumuzun evinde eski albümlere bakarken Hacer’in
resmini görüp “Bu kız kim?” diye sordum. Resimden
etkilediğimi farkeden komşum, kızın ailesini öve öve
bitiremedi. O günden sonra, İstanbul – Hendek arasında
mekik dokumaya başladım. Yola çıkmadan evvel
mutlaka Gedikpaşa Hamamı’na uğrar, yıkanır,
ellerimdeki nasırları köpüktaşıyla ova ova birkaç
günlüğüne yok ederdim. Daha sonra, 1966’da
nişanlanıp evlendiğimiz Hacer bana “Bu nasırları
nişanlıyken görsem seninle evlenmezdim” diye
takıldığında, “Kusura bakma, o kadar enayi değilim”
deyip gülerdim.

1967’de, ilk oğlumuz Ercan, Samatya’da Dünya’ya


gözlerini açtı. Sıhhatli olduğumuz müddetçe kimseye
muhtaç kalmayacak şekilde geçinip gidiyorduk. Ama
işimiz zor ve çalıştığımız ortam sağlıksızdı. Üstüne
üstlük, sigorta denen kurum o yıllarda henüz kundura
piyasasına girmemişti. Kunduracılar arasında sigortalı
olanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı; çünkü

25
bir kunduracı, bir ustaya “Sigortalı çalışmak istiyorum”
dese, kendisine hemen kapıyı gösterirlerdi. Böylece,
kaçak işçilerle dolu bir hana teftişe gelen ekip, diğer
hanlarda bomboş ya da kapalı dükkanlarla karşılaşırdı.
Bu koşullarda, hastalanmak bizim için tam bir kabus
demekti !

Öte yandan, akın akın Almanya’ya giden


tanıdıklarımızın orada güzel kazanıp rahat yaşadığını
duydukça biz de etrafımızı kuşatmış çemberi kırmak
istiyor, kaygısız bir yaşamın hayalini kuruyorduk.
Almanya’ya gitmek üzere, İş Ve İşçi Bulma Kurumu’na
ilk başvurumu 1964’te yapmıştım. Ama o günden beri
Kurum’dan hiçbir haber çıkmamıştı. Ara ara gidip
yokluyordum; bana “Sıran gelmedi” veyahut “Kunduracı
aramıyorlar” gibi cevaplar veriyorlardı. Bu durumda,
çaresiz, tekrardan bir maceraya atılmak mecburiyetinde
kaldım. Birikmiş parama Hacer’in babasının kattığı
parayla 1968’de, ikinci atölyemi açmayı denedim. Bu
kez Şeker Seyis adında bir hemşehrimle beraber
çalışıyor, ama ancak kıt kanaat geçinebiliyorduk.

Günlerden bir gün, Şeker dükkana yanında hayli


yaşlı bir adamla girip “Sayım, bak sana kimi getirdim?”
dedi. Yaşlı adamı gözüm bir yerlerden ısırıyor, ama bir
türlü kim olduğunu çıkaramıyordum; o da beni baştan
ayağa süzüyor, beri taraftan gülümseyip duruyordu.
Sonunda hafızam galip geldi ve “Fikri Usta!” diye
haykırarak kıymetli ustamın boynuna sarıldım. O da
beni hasretle öpüyor, “Vay benim oğlum!” diye
mırıldanıp duruyordu. Ustaya hemen yer gösterip çay
söyledik. Hanımı vefat etmişti Fikri Usta’nın; o da
İstanbul’da evli olan kızının yanına gelmişti. Bunları
anlatırken birden “Demek dükkan açtın? Bana da bir iş
var mı pek iyi?” diye sordu. Bu soru üzerine, ancak
günlük ekmeğini kazanabilen Şeker’le ben, ne
diyeceğimizi şaşırıp birbirimizin suratına bakmaya

26
başladık. Öyle ki kararsızlığımızı gören usta, “Çok bir
şey istemiyorum... Kıza yük olmayayım, yeter” demek
ihtiyacını duydu. Durumumuz ne olursa olsun, bana
sanatı sevdirmiş olan bu ilk ustama sırtımı dönecek
değildim; “Tamamdır Usta!” deyip meseleyi hallettim.
Bunu duyan yaşlı adamın gözleri doldu; sandalyesinden
kalkıp beni kucakladı, uzun uzun sevip öptü.

Kısmet, Fikri Usta’yla ancak iki sene çalışmakmış...


Bu sefer de dikiş tutturamayıp kepenkleri indirdik. O
esnada kader başka bir yerden güldü ve Hacer’i 1970’in
Ocak ayında Almanya’ya, Sirkeci’den yolcu ettim. İyi ki
onu Almanya’daki teyzesinin ısrarı üzerine Adapazarı İş
Ve İşçi Bulma Kurumu’na yazdırmıştım ! Almanya’da bir
yakınının bulunmasının da avantajıyla, kısa sürede
başvurusu kabul edilmişti. Bundan sonrası kolaydı; uzun
sürmeyecek bir ayrılıktan sonra bana istek yapacak, bu
sayede ben de gecikmeden onun yanına gidebilecektim.
Nitekim herşey beklediğimiz gibi gelişti ve bir gün
oğlum Ercan’ı Hendek’teki anneannesine emanet
ederek Sirkeci’den kalkan gurbetçi treninde yerimi
aldım. Almanya’ya vardığımızda, memleketin uzağına
düşmüşlüğümüze ağlıyorduk hepimiz. Kıştı; Hacer beni
istasyonda karşılamaya çıkmıştı. Ağlıyordum.
Mesleklerimiz hiçe sayılmış, bize sırf kastan ibaret,
vasıfsız ameleler gözüyle bakılmıştı. Yanında teyzesi de
vardı Hacer’in. Gurbet, işte o gün başlamıştı.

...

Sonra neler mi oldu? Demek ömrümün sonbaharını


da merak ediyorsunuz? Anlatayım o zaman; çünkü
hikayemde hiçbir şey eksik kalmasın istiyorum.

Metin ve Fahrettin pırlanta gibi delikanlılardı. Uzun


yıllar, hiç hır gür yaşamadan, kafadar gençler gibi idare
ettik dükkanı. Derken onları askere yolcu ettim kendi

27
elimle; sonra köylerinde bir dükkan açıp işinin hakkını
verir ustalar olduklarını görmek mutluluğuna eriştim.
Sonra daha nice çocuklar yetiştirdim şu fakir
tamirhanemde; kimine el, kimine yol verdim. Kimi
sığmadı Hendek’e, onları dostane tavsiyelerle İstanbul
girdabına uğurladım. İstedim ki bir okul gibi olsun
tezgahım; ne mutlu ki hayatımın son demlerinde,
talebesinin istikbalini gören bir öğretmenin
bahtiyarlığını yaşadım.

Oğullarım okuyup saygın insanlar oldular. Her ne


kadar kader yıllarca ayrı koyduysa da bizi, şimdi dürüst
ve onurlu birer yurttaş olmalarından memnunum. Tek
kelimeyle, onlarla gurur duyuyorum. Çünkü onlar, azmin
elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını ispatladılar
bana; önlerindeki bütün imkansızlıkları ve karanlıkları,
içlerindeki azimle aştılar.

Ömrümün sonbaharında, bir tek karımın hastalığı


olmuştur beni üzen. Tam Bağ-Kur emeklisi olduğum yıl,
1998’de baş gösteren, Hacer’in uzun yıllar sürecek ve
nihayet onu bizden alacak olan hastalığı. Kunduracılık
gibi kaderimdir, elden ne gelir ki? Bazen yaşadığımız,
tam bir 17 Ağustos çaresizliği değil midir?

Ben, Sayım Türkmen, bir gün ceketimi ve otuz yıllık


çekicimi aldığım gibi, dükkanımı çırağıma devrettim.
İşte hala “Türkmen Kundura” yazar o dükkanın
üzerinde; anahtarı hala cebimdedir. Hala büyük bir
saygıyla karşılanırım dükkana her gidişimde; gelenler
hala bana gelir gibidir.

İşte benim meslek hayatım, işte benim


kunduracılığım! Bundan böyle ihtiyar ve emekli bir
sanatkarım. Bir gün ölürsem de gözüm arkada
kalmayacak; çünkü bu mesleğin hakkını verecek ve

28
beni anacak çok gençler yetiştirdim. Ve onlara çok
güveniyorum !

…………………………

Yazanlar :

SAİM (SAYIM) TÜRKMEN ve ÖZCAN TÜRKMEN

29

You might also like