Professional Documents
Culture Documents
KABİLE
ALEVİ KİMLİĞİ
Güneydoğu’da “gerilla savaşı” verdiğini ifade eden PKK terör örgütü lideri
Abdullah Öcalan: “Kürt-Alevi bir sentezdir” demektedir.
Söz konusu Hazar Türkleri 9., 10. Ve 11. yüzyılda Doğu Avrupa’ya göç
ederlerken, seçilerek eğitilmiş bazı kişilerin, önce Arap Müslüman
dünyasına seyahat ettikleri, ardından Kudüs’e gittikleri ve en son olarak da
Anadolu topraklarına göç ederek yerleştikleri ve ‘Türklük’ ile ‘din’
misyonerliği rolünü üstlendikleri tarihsel veriler ışığında saptanmıştır.
Mevlana Celallettin Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi isimlerin Anadolu
topraklarına gelişleri, örgütlenişleri, felsefeleri, amaçları ve etkinlikleri ile
günümüz dünyasının Masonik Bilderberg faaliyetleri ile Yahudi Protokolü
olarak anılan prensip ve amaçlar dizilerinin aynı temelde oldukları çok
açıktır.
Alamut Alevileri: kadın olsun, erkek olsun ölülerini kefene sardıktan sonra
yeni elbiseler giydirerek gömerler.
Saygılarımızla,
İÇİNDEKİLER
BÖLÜM: I
1). Alevilik
2).Türklerde Din
*Atalar kültürü
*Doğa Kültürü
*Gök tanrı Kültürü
*Budizm
*Zerdüşlük
*Hıristiyanlık
*Yahudilik
*Sonuç
BÖLÜM:II
BÖLÜM:III
BÖLÜM: IV
4/3). Ahitname
1). ALEVİLİK
Alevilerin önemli bir kesiminin kendi konuştuğu bir ana dilleri vardır.
Ve bu dil Türkçe değildir.
Alevilik konusunun tüm gerçekliği ile algılanabilmesi için Türk ırkının tarih
içindeki din anlayışını ele alma zorunluluğu vardır.
Eski Türklerin dinin ‘Şamanizm’ olduğu yolunda bir dönem çok yinelenen
görüş artık terk edilmiştir. Şamanizm’in, Türklerin ilk dini olduğu
görüşünün terk edilmesine yol açan yeni bulgular; Şamanizm inanç ve
töreleri ile kurumlaşmış bir din olmadığı, büyücülük, sihirbazlık, tabiat
güçlerini, ölüm ile yaşamı, geleceği kontrol ettiği şeklinde garip hareketlerle
konuşulması olduğunun anlaşılması şeklindedir.
Din tarihçilerine göre eski Türkler; Atalar kültürü, Doğa kültürü ve Gök
Tanrı kültürü olmak üzere aç temelden oluşan bir dine inanıyorlardı. Her ne
kadar Şamanizm bazı Türk gruplarında kısmen kabul görmüşse de bu
anlayış hiçbir zaman tüm Türklerin dini olmamıştır.
*Atalar Kültürü:
Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da bir anlamda bu inanışın uzantısı
denebilecek inanç ve törenlerini korumuşlardır. Ölülere saygı sürmüş, din
büyükleri mübarek kişiler kabul edilmiş, kabirleri türbe biçimine sokularak
ziyarete açılmış, devlet büyükleri, başarılı komutanlar her zaman sevgi ve
saygı görmüşlerdir. Türklerde mezarlıklar hala korkulu bir saygıyla gizlenen
yerlerdir.
*Doğa Kültürü:
Eski Türkler doğada gördükleri her şeye; dağ, ırmak, ağaç gibi ruh ve
canlılık atfediyorlar, onların bir güç tarafından yönetildiğine inanıyorlardı.
Onlara göre doğa ruhlarla doluydu. Çevrede görülen her doğa varlığını
bunlar yönetiyorlardı. Türklerin Orhun kitabeleri ile Oğuz Kaan destanı,
Oğuz Kaan’ın çocuklarının isimlerini Gökhan, Günhan, Denizhan, Ayhan,
Yıldızhan ve Doğahan olarak bizlere aktarması bunun en kesin kanıtıdır.
*Budizm:
Hindistan’dan Asya’ya yayılan Budizm, başlangıçta Türklerin yakınlık
duydukları dinlerden biridir. Budizm, MS 2’inci ve 3’üncü yüzyılda önce
Doğu Hunlar arasında daha sonra Doğu Türkistan ve 6’ıncı yüzyılda da
Göktürkler arasında yayılmıştır. Bumin Kağan, Muhan Kağan Topo
Kağan’ın Budist oldukları gerçektir. Buhara ve Mevlana’nın doğum yeri
olan Belh kenti o çağda Budizm’in önemli merkeziydi. 9 ve 10’uncu
yüzyıllarda Uygur Türklerinin sarayında Budizm’in çok güçlü olduğu,
Budist rahipler, Müslüman imamlar ve Hıristiyan papazlar birlikte görev
yapmışlardır.
*Zerdüşlük:
İran milli dini olan Zerdüştlüğün 7’yüzyılda Türk kavimleri arasında kabul
gördüğü tarihi belgelerden anlaşılmaktadır. Özellikle İran kültürü ile iç içe
bulunan bazı Türk topluluklarında (Orta Asya’da) Zerdüştlüğün kolayca
benimsendiği anlaşılmaktadır. Yine bir İran dini olan ve esasları arasında
‘ateşi ibadet etme ve ölünün yakılması’ da bulunan Mazdeizm’in de bu
dinin güçlü olduğu dönemlerde bazı Türk kavimlerince benimsendiği
görülmektedir. Kırgızların yurdu olan Altaylar’ın kuzeyi ile Yenisey
bölgesinde Mazdeizm’in izlerine rastlanmaktadır. Ve yine bu türden
inanışların Göktürkler arasında da izleri görülür.
*Hıristiyanlık:
İslamiyet öncesinde Türkler arasında yayılan bir din de Hıristiyanlık
olmuştur. Budizm, Maniheizm, Zerdüştlük ve Mazdeizm gibi güçlü olmasa
da Türk topluluklarının bazılarında Hıristiyanlığın kabul gördüğü
bilinmektedir.
*Sonuç:
Yukarıda özet olarak ele alındığında görüldüğü gibi, Türkler; tarihi veriler
ışığında coğrafi, sosyal, siyasal ve ekonomik koşulların belirlediği
kendilerine özgü bir din anlayışı sergilemişlerdir. Ancak ciddi biçimde
dikkat çeken en belirgin özellik Şamanizm’in özelliklerini de benimsedikleri
tüm dini inançlara taşımış olmalarıdır. İslam inancının yaygın bir biçimde
kabul görmesinden sonrası da araştırıldığında, derinliklerde Şamanizm’in
tüm izleri ve belirgin etkileri kendiliğinden su yüzüne çıkmaktadır.
İmam her türlü suçtan ve eksiklikten arınmıştır, suç işlemez, yanlış yapmaz,
masumdur. Bu nedenle imamın sözü Allah’ın sözüdür.
Aleviler, insanı tanrı ile bir sayar, arada ayrılık görmez, ruh göçüne
inanırlar, kıyamet ve ahirete inanmazlar. Sünni tüm mezhepleri reddederler.
İslam dinin gerekli gördüğü ibadetlerin hiçbirisini yerine getirmezler.
Maddenin ötesinde yaratıcı bir güce inanmazlar. Kadın-erkek ayırımı
yapmazlar.
*Bektaşilik:
Bektaşilik, 16. Yüzyıldan itibaren resmen tanınmış ilk gayri Sünni
(heterodoxe) bir tarikattır. Tarihsel kökeni 13. yy.’la değin uzanarak Babai
hareketlerine dayandırılmaktadır. Baba İlyas, 117’de kurulan Vefaiye
tarikatının Anadolu’daki şeyhidir. 13. yy.’la doğru Kalenderiye, Haydariye
ve Yeseviyye sentezi ile Babailik denilen gayrı resmi tarikat doğmuştur.
Hacı Bektaş Veli tarafından kurulan tarikatın ayin ve erkanı Balım Sultan
tarafından geliştirilmiş ve Batınilik çizgisine doğru kayma göstermiştir.
Balım Sultan’ın yerine geçen kardeşi Kalender Çelebi, Kanuni Sultan
Süleyman döneminde isyan tertiplediği için, yakalanarak öldürülmüş ve
tekke manevi nüfusunu bir dönem yitirmiştir. 1931’de, Atatürk’ün verdiği
kararla Türkiye Cumhuriyeti içindeki tüm tarikatların kapatılması ile
“Bektaşilik” illegal bir biçimde “lobi olarak” faaliyetlerini sürdürmüştür.
Günümüzde etkin baskı gruplarından birisi durumundadır.
İmam Cafer mezhebine mensubiyet iddia edilmesine karşın gerçekte Şiilik
ile Bektaşiliğin ilgisi yoktur. Bektaşiliği bir Şii tarikatı olarak kabul etmek
yerine, Bektaşilikte Şii etkilerinin varlığından söz etmek gerçekçi bir bakış
açısıdır. Bektaşilik içinde Şamanizm, Budizm ve İran dinlerinin kalıntılarına
dayalı ayinler “dört kapı/kırk makam” şeklinde dile getirilir. Bu etkilerin
yanısıra Musevi inanç, ibadet ve ideolojilerinin katı prensipleri de yer
almaktadır.
Hacı Bektaş Veli adına kurulan, Balım Sultan’ın elinde düzenli bir kuruma
dönüşen Bektaşilik “Dört Kapı” İlkesine dayanır.
*Şeriat Kapası
*Tarikat Kapısı
*Hakikat kapısı
*Marifet kapısı
Sultan II. Beyazıt, Talat Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Yahya Kemal, Eşref
(şair), Samih Rıfat, Hayri Ürgüplü, Akif Paşa, Celal Paşa, Kazım Karabekir
Paşa, Neyzen Tevfik, Muallim Naci, Dr. Refik Saydam, General Kurtcebe
Noyan, Ahmet Rasim gibi isimlerin Bektaşi oldukları bilinmektedir
Alevilerin büyük olarak tanıyıp andıkları yedi şair; Nesimi, Fuzuli, Hatayi,
Pir Sultan Abdal, kul Himmet, yemini, Virani’dir. Bunlardan Nesimi ve
Fuzuli dışındakiler tam Batınidirler. Bunların yanısıra aralarında kadın
şairler de vardır: Emine Mükerrem, Şaziye Şazi, Hürmüz Hanım, Şeref Bacı
gibi..
Alevi Türk kesimi olduklarını iddia edenler daha çok Çorum, Amasya,
Tokat, Yozgat bölgelerinde yerleşmişlerdir. Bu bölge içinde yer alan
Aleviler Türkçe konuşurlar.
Alevi Kürt kesimi ise, Sivas, Erzincan, Tunceli, Elazığ, Malatya, Maraş ve
çevresinde yaşamaktadırlar. Bu bölgelerde yerleşik olan Aleviler ise; Kürtçe
konuşmaktadırlar.
Alamutlular ser verip sır vermeyen kapalı bir cemaattir. Asla sırlarını
çözmek mümkün değildir. Bu nedenle çok yalan söylerler ve asla
güvenilmez bir portre çizerler. Borçlarına da sadık değillerdir. Köylerinde
cami olduğu halde Cuma günleri birkaç yaşlı dışında kimse gitmez. Her şeyi
öğrenmek isteler ama kendileri ile ilgili bilgi vermezler. Cem evlerine ve
törenlerine diğer Alevileri davet etmezler, tüm yaşamlarını büyük bir
gizlilik içinde sürdürürler.
Anadolu topraklarının 10 bin yıllık bir medeniyet tarihi vardır ki, bunu
taraflı ve amaçlı dahi olmuş olsalar hiçbir bilim adamı inkar edemez.
Türkler Anadolu’ya 1071’de gelmişlerdir ve bu topraklar üzerinde bin yıllık
bir geçmişe sahiptirler. Anadolu’nun tarih ve farklı medeniyetler topluluğu
olduğu gerçeği yadsınamaz.
Ancak Alevilik inanışı daha çok Kürtler arasında görülür demek yanlış bir
değerlendirme olmaz, etnik bakımdan Türk olan nüfus arasında ise
Bektaşilik yaygınlaşıp gelişmiştir. Alevilik ile Bektaşilik arasındaki bağ ve
mekanizmanın işleyişine ise; yukarıdaki bölümde değinilmiş ve Yahudilerin
Masonik örgütlenişleri örnek alınarak yapılandırıldığı vurgulanmıştır.
Yakın geçmişe değin Aleviler Sosyal Demokrat veya Sosyalist siyasal parti,
grup ve kişileri desteklemiştir. CHP’nin ve TİP’nin önemli, Türkiye Birlik
Partisi’nin tek oy kaynağı Aleviler olmuştur. Günümüzde de TİP’nin en
önemli tabanı Alevi kitledir.
Türkiye bir sabah aniden “Halk Mahkemeleri” diye bir sözcük ve tanımlama
ile tanıştı. O sabah terör tohumlarının ekildiği günlerin sabahıydı. Şimdi
Alevi ve Bektaşi geleneğini anlatan bir kitabın satırlarını dikkatle okuyalım:
“..Bu Cemler aynı zamanda o toplum için bir dini eğitim ve öğretim
kurumu işlevini görür. Hatta bunlar, suç işleyenlerin yargılandığı bir
tür halk mahkemesi işlevini üstlenirler.”
Alevilik, kendi taraflarının görüşlerine göre “bağımsız (!)” bir dindir. Ancak
gerçek ve objektif değerlendirildiğinde din değildir, mezhep olarak kabul
edilmesi ise olanaksızdır. Fakat, İslam ülkelerinde bir inanç yolu olarak
seçildiği inkar edilemez.
Yahudi’nin tarihsel olarak millet olma özelliği vardır, ama Alevilik millet
değildir. Buna karşın, soya bağlı olması üzerinde önemle durulması gereken
bir husustur.
Mayıs 1990’da, günlük bir gazetede “Alevilik” konusu geniş bir biçimde
işlenmiş ve aşağıda aynen yer verdiğimiz bir bildiri ile de desteklendiği
kamuoyuna duyurulmuştur. Bu bildirgeye imza koyanların isimleri şunlardı:
Gazeteci ve Yazarlar: Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Ataol Behramoğlu, İlhan
Selçuk, Rıza Zelyut, İlhami Soysal, Emil Galip Sandalcı, Seyfettin Turhan,
Süleyman Yağız.. Profesörler: Berker Yaman, Kıvanç Ertop, Çetin Yetkin
Araştırmacı: Atilla Özkırımlı Sanatçılar: Zülfü Livanelli, Tarık Akan..
Avukatlar: Muharrem Naci Orhan ve Cemal Özbey..
Aleviler başka inançlara, ‘doğru, güzel, kutsal’ gözüyle bakarlar. Ama kendi
inanç ve kültürleri için de aynı olumlu duygu ve yaklaşımı beklerler. Alevi
öğretisinin tanınması, Türkiye için barış ve zenginlik kaynağı olacaktır.
GERÇEKLER
Alevilik de Sünnilik gibi İslam inancının bir koludur. Sünnilik kadar eskidir.
Türkiye’de dinsel, siyasal, kültürel, sosyal yönleriyle Alevilik, halkın bir
bölümünün yaşama biçimidir. Kültür ve inanç olarak halen varlığını
sürdürmektedir.
Ana kaynak İslamiyet olmakla beraber, Sünni İslam ve Alevi İslam arasında
hem öğretide hem de pratik yaşamda belirli farklar vardır.
Alevilere karşı olanlarla birtakım yarı aydınlar da, ‘Alevilik öldü!’ diyerek
Osmanlıcı tavırdan yana çıkıyorlar. Alevi geçinen bazı okumuşlar da
kraldan daha fazla kralcı kesilerek bu görüşlere destek veriyor.
Alevi kitle bugün bile Alevi olmaktan korku duymaktadır. Buna gerek
yoktur.
Diyanet İşleri, son yıllarda, Alevi köylerine cami yapmak, imam göndermek
gibi etkisiz bir baskı yöntemi daha geliştirdi. Kendi varlığından başkasına
tahammül edemeyen zihniyetin bu uygulamasına, devletin alet edilmemesini
bekliyoruz. Bu uygulamalar derhal durdurulmalıdır. Aleviler köylerine cami
değil okul ve cem evi (kültür evi) istiyorlar..
Alevilik bütün Ortaçağların sevgi ve sohbete dayalı tek canlı kültürü olarak
bugüne dek geldi.
Bugün yalnız Federal Almanya’da 350 binle 400 bin arasında Alevi
işçimizin bulunduğu sanılıyor. Yurtdışındaki Alevi işçiler; çocuklarına
kendi kültürlerini vermek için yoğun istek duyuyorlar. Fakat onlara Sünni
programlardan başka seçenek verilmiyor. Bu da kabul görmüyor. Böylece
yeni yetişen gençler; kültür boşluğuna itiliyor. Yurtdışındaki Aleviler için
Alevi kültürünü tanıtıcı programlar; Alevi çocukları için de bu konuda
dersler şarttır. Devlet bu işçiler için, din adamı yollarken Alevilik gerçeğini
göz önünde tutmalıdır. Türkiye’de olduğu gibi yurtdışındaki Alevilere de
imamlar aracılığıyla din hizmeti sunmak mümkün değildir. Bu gerçek artık
kabul edilmeli ve aydın Alevi dedelerden yararlanılmalıdır.
SONUÇ:
Temeli insan sevgisi ve barış olan Alevi kültürü bugün hiç desteklenmiyor.
Hükümetlerin, bu insan kültürünü koruması; yaşatması için aydınlarla
işbirliğine girmesi şarttır. Siyasetçiler tarafından dile getirilen, ‘inançlar ve
fikirler üzerindeki baskıların kaldırılması gerektiği’ yolundaki açıklamaların
sözde kalmamasını diliyoruz. Bu konuda demokrat aydınlar olarak, tüm
Türk halkından destek bekliyoruz...”
“Şunu ifade etmek gerekir ki, ülkemizde Sünniler ile Aleviler arasında dini
manada herhangi bir farklılık söz konusu değildir. Bazı mahalli örf ve
inanışlarla teferruatta dair meseleler dışında, bu iki grup arasında temel dini
konularla ilgili ciddi herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.
Esasen İslam anlayışına göre Kur’an-ı Kerim’in son ilahi kitap, Hz.
Muhammed’in son peygamber olduğuna ve onun insanlığa tebliğ ve
hayatında tatbik ettiği dini hükümlerin doğru ve gerçek olduğunu kabul
eden ve ‘Müslümanım’ diyen herkes, dinin kesin hükümlerinden birini inkar
gibi din sınırından çıkmayı gerektiren bir duruma düşmedikçe, hatta bazı
yanlış inanç ve davranışları bile olsa, hangi mezhebe mensup olursa olsun,
kendisine ister Sünni ister Alevi densin, Müslümandır. O halde bu iki grubu
birbirinden ayrı, hatta birbirine karşı iki dini zümre olarak değerlendirmek
gerçeklere tamamen aykırıdır.
Şunu hemen belirteyim ki, bütün dünyanın hızlı bir siyasi, ekonomik ve
kültürel değişim ve yeniden yapılanma sürecini yaşadığı XX. Yüzyılın şu
son yıllarında, ülkemizde de birtakım üstü örtülü tutulmaya çalışılmış, tabu
sayılmış sosyal ve kültürel gerçekliklerin açığa çıkması, tartışılmaya
başlaması kadar tabii ve sevindirici bir şey olamaz. Ülkemizi farklı etnik,
kültürel ve mezhebi tarihsel yapılanmaların tartışılmaya başlaması da
öyledir. Uzun yıllardan beri görmezlikten geldiğimiz, yok saydığımız,
tartışmaktan korktuğumuz, bunun için de sözde bilimsel gerçek, demokrasi
ve özgür düşünce adına ideolojik spekülasyonlarla içinden çıkılmaz hale
getirip saptırdığımız, saptırmakta olduğumuz pek çok toplumsal ve kültürel
problemimiz vardır. İşte son yıllarda Alevilik ve Bektaşilik konusu da
bunlardan biridir.
Eğer bugün Türkiye’de bir Alevi düşmanlığı varsa –ki bazı fanatik
çevrelerin dışında, genelde böyle bir şey olduğuna beni kimse inandıramaz-
bunun yegane sorumlusu, 1970’li ve 1980’li yıllar öncesinde, Osmanlı
döneminden kalma bazı tarihi yanılgıları ve Alevilik, Sünnilik arasındaki
bazı inanç farklılıklarını kullanmak suretiyle Alevi vatandaşlarımızı istismar
eden ideolojik-politik çevrelerdir. 1980 öncesinde Maraş, Çorum ve
Yozgat vb. yerlerde ortaya çıkan ve bu ülkenin çocuklarını birbirine
kırdıran, bir kısmını ipe yollayıp, bir kısmını hapishanelerde çürümeye
mahküm eden olaylar, Alevi ve Sünni vatandaşlarımızın bugün çok iyi
farkettikleri gibi bu çirkin ideolojik-politik çevrelerin sahneledikleri
oyundu.
Çocukluğundan beri Alevi çevreleri ile iç içe büyüyen, onları çok iyi
tanıyan ve bugün de onlardan dostları bulunan bu satırların yazarı, 1970’li
yıllara gelinceye dek bir Alevi, Sünni düşmanlığı olmadığını rahatça iddia
edebilecek yaşta ve durumdadır. Ayrıca Alevi vatandaşlarının, Alevi hakları
savunucusu pozisyonunda başka amaçlar güden bazı sözde aydınların
oyunlarına gelmeyecek kadar sağ duyu ve kültür sahibi olduklarına da
derinden inanmaktadır. Çünkü onlar çok iyi biliyorlar ki 1980 öncesinin
ideolojik çevreleri bugün Atatürkçülük, laiklik, özgür düşünce ve demokrasi
maskeleriyle yeniden sahnededirler.
İşte ancak o zaman XIII. Yüzyıldan beri bir arada yaşayan, ülkemizin
yükselmesi ve savunması uğruna birlikte çalışan ve kendini feda eden her
iki kesim sağlıklı bir beraberlik sürdürebilir. Ancak o zaman tarihten gelen
ve bugün pratik hiçbir geçerliliği kalmamış ayrılık sebepleri ortadan kalkar
ve her iki kesim etrafındaki duvarları yıkarak birbirlerini gerçek yüzleriyle
tanıyıp severler. Bence yapılacak olan, her iki kesimi birbirine düşman
etmek yerine uzlaştırıcı ve birbirini sevdirici olmaktır. “
Din İslam’dır. Mühim olan herkes için esas olan Allah, kitap ve Resülü’dür.
Alevilerin kitaba ve Resül’e yönelmelerine yol açacak her türlü ilgi
patlaması bizi sevindirecektir. Alevilik Bildirgesi’ne gelince, laikleştirilmiş
İslam’dan umudunu kesenler, şimdi Aleviliğin üzerinde alternatif bir İslam
hesabı içindeler. Bu bildirgeye imza koyanların Alevilikle ilgisinin
olduğunu sanmıyorum.”
BÖLÜM:III
Mayıs 1920’de, İstanbul’da kurulan “Min Min Grubu” adlı gizli örgüt
Anadolu’ya adam, savaş araçları ve cephane kaçırmıştır. Bu Grubun
kurucuları arasında Hamdi Baba isimli bir Bektaşi Baba’sı yer almıştır. Pek
çok Bektaşi bu grubun faaliyetlerinde gönüllü olarak ve canlarını hiçe
sayarak görev almışlardır.
Ancak günümüzde, açık bir dille ve pek çok yazılı kaynakta Alevilerin
dile getirmekten çekinmedikleri gerçek şudur ki: Aleviler, Osmanlı
İmparatorluğu’nda karşılaştıkları baskılar nedeniyle aradıkları insanca
yaşam hakkını bulamamanın ve aşağılanmanın verdiği tarihsel kin
birikimi ile kuruluş yıllarında yanında yer aldıkları Mustafa Kemal
Atatürk’ün yarattığı Cumhuriyet Türkiye’sinde aradıklarını
bulamadıklarını ileri sürmektedirler. Bu nedenle şimdi Kemalizm’in
ortadan kaldırılabilmesi ve Federal bir sisteme geçilmesi çabalarına
yönelmişlerdir. Bu gerçek karşısında Aleviler’i Kemalizm’in, laikliğin,
Cumhuriyetimizin ‘bekçisi’ ve hatta ‘teminatı’ olarak görüp değerlendirmek
son derece aymaz ve hatalı bir bakış açısıdır.
“Ey Müslümanlar,
bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş
topluluğu, peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslâm dinini, din ilmini,
iyiyi ve doğruyu beyan eden Kur’an’ı küçük gördüler. Yüce Tanrı’nın
yasakladığı günahlara helal gözü ile baktılar. Kutsal Kur’an’ı, öteki din
kitaplarını tahkir ettiler. Onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi mel’un
reislerini Tanrı yerine koyup ona secde ettiler. Hz. Ebubekir’e, Hz. Ömer’e
söğüp onların halifeliklerini inkar ettiler. Peygamberimizin karısı Ayşe
anamıza iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin şeriatını ve İslâm dinini
ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların burada bahsedilen ve bunlara
benzeyen öteki kötü sözleri ve hakaretleri benim ve öteki İslâm dininin
alimleri tarafından açıkça bilinmektedir. Bu nedenlerden ötürü şeriat
hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla, bu topluluğun kafirler ve
dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sempati gösteren,
batıl dinleri kabul eden ve yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdirler. Bu gibi
kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanlar’ın vazifesidir. Bu
arada Müslümanlar’dan ölen kutsal şehirlerin yeri cenneti âlâdır. O
kafirlerden ölenler ise, hâkir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır. Bu
topluluğun durumu, kafirlerin halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği
veya gerek şahinle, gerek ok ile, gerekse köpek ile avladığı hayvanlar
murdardır. Onların gerek kendi aralarında, gerekse başka topluluklarla
yaptıkları evlenmeleri muteber değildir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece
İslâm’ın sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını
öldürüp, mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu
mallar, İslâm gazileri arasında taksim edilmelidir. Bu toplanmadan sonra
onların tövbe ve nedametlerine inanmamalı ve hepsini öldürmelidir. Hatta
bu şehirlerde onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit
edilen kimse öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kâfir ve imansız, hem de
kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir.
Dine yardım edenlere Allah yardım eder. Müslüman’a kötülük yapanlara
Allah da kötülük eder.
Müftü Hamza”
“Her şeyi bilen Sultan, o kavmin uşaklarını kısım kısım ve isim isim yazmak
üzere memleketin her tarafına bilgin katipler gönderdiği, yedi yaşından
yetmiş yaşına kadar olanların defterleri divana getirilmek üzere emredildi.
Getirilen defterlere nazaran, ihtiyar, genç kırk bin kişi yazılmıştı. Ondan
sonra her memleketin hakimlerine memurlar defterler getirdiler. Bunların
gittikleri yerlerde kılıç kullanılarak öldürülen maktullerin adedi kırk bini
geçti.”
2). FERMAN
Amasya ve Merzifon kadılarına
Makamlarınızdan bize gönderilen mektuplara göre bölgelerinizde ikamet
eden Vahap dede ile Mehmet ve Veli adlarındaki kişilerin ‘kızılbaş’
oldukları, bunların bölgelerindeki halkı etkiledikleri, onların liderleri
durumunda oldukları, kendilerine bağlı halk grupları ile ‘cem ve cemaat’
yaptıkları bildirilmektedir.
Sizlere hitaben yazılmış olan bu emrim gelir gelmez adı geçen kişilerin
derhal yakalattırılarak gerekli soruşturmanın yaptırılması. Bu kişilerin
‘kızılbaş’ oldukları, çevrelerindeki halkla birlikte ‘cem ve cemaat’ yaptıkları
gerçek ise muhakeme edilerek cezalandırılmaları ferman olunmuştur. (Fi.2.
zilkade 978 (1570) )
Osmanlı Padişahı II. Selim Han
3). FERMAN
Kastamonu/Küre ve Taşköprü Kadılarına
Taşköprü ilçesine bağlı Hamit Yugi halkı tarafından Yüce İlyas dergahına
yakınlık duyan Hacı Yölük-Kırca Kaya ve Kızılçca viran köylerinde
‘kızılbaş’ olan kimselerin bu dergaha giderek ilişkiler kurdukları Recep
adındaki ‘kızılbaş’ ile birlikte gece vakti bir eve giderek ‘cem ve cemaat’
yaptıkları, ‘saz ve çalgı’ çaldıkları, birlikte eylendikleri, eylence sonunda
‘mum söndürüp birbirlerinin avratları ile ilişki kurdukları’ bildirilmektedir.
4). FERMAN
Niksar kadısına
Mevlana seyit Mustafa tarafından bildirildiğine göre oradaki zaviyede şeyh
olan Erdivan, çırak Ali yandaşlarının ‘kızılbaş’ oldukları, bunların zaman
zaman toplanarak ‘cem ve cemaat’ yaptıkları şikayet edilmektedir.
Bildirilen olaylar gerçek ise adı geçen zaviyeye gidilerek veya oraya bir
müfettiş göndererek gerekli araştırmanın ve incelemenin yapılması, adı
geçen kişilerin gerçekten Rafizi oldukları, cem ve camaatin yapıldığı tespiti
durumunda bunların yakalanıp sürhüser (kızılbaş) defterine kaydedilerek
hapsedilmeleri ve kürek mahkümu olarak gönderilmek üzere isimlerinin
bildirilmesi ferman olunmuştur. (Fi. 24. S 980 (1572) )
5). FERMAN
Amasya Beyine, Ladik ve Havsa kadılarına
Koyulhisar kazasının sakinlerinden olup Mevlevi dergahına bağlı olan
Muslihüddin adındaki birinin bildirdiğine göre Havsa kazasına bağlı olan
Muammer ağaç köyünden Şaban ve Ramazan adlı kişiler, önceleri meşhur
‘kızılbaş’ iken, kızılbaşların takibi sırasında idam edilmek korkusundan
kaçıp Halveti tarikatine giren, daha sonra eski inançlarına dönerek bir köyün
mescidinde yellendikleri, her yellenmede “Sünnilerin yüzüne-Sünnilerin
ruhuna” diyerek hakaret ettikleri öğrenilmiştir.
6). FERMAN
Çorum beyine ve Ortapare Kadısına
Daha önce de belirtildiği gibi ‘casus Kara yakup’ tarafından verilen
dilekçeye göre Ortapare kazasından Rafizi olarak bilinen Fakih Veli
namındaki ‘kızılbaşın’ 34 cilt Rafiiz kitaplarını getirttiği, bunları sakladığı
veya bir kısmını gizlice Fakih selim aracılığı ile Yunus ve Kilabi’ye vererek
halka dağıttığı bildirilmektedir.
7). FERMAN
Zülkadiri’ye Beylerbeyine ve Elbistan Kadısına
Bölgenizde Yitilmiş Abdal adında bir ‘kızılbaşın’ Alevilerin lideri olduğu,
Elbistan’da Aleviliği yaydığı, Alevi toplum ile sıkı ilişkiler içinde olduğu,
bu nedenle yakalattırılarak cezalandırılması için tarafınızdan bildirilen resmi
yazıyla izin istenilmektedir.
9). FERMAN
Artıkabad ve Zile Kadılarına
Kadılığınızca gönderilen yazıya göre bölgenizde Rafiziliğin çok yaygın
olduğu, zaman zaman bir takım Rafizi köylerinde ‘cem ve cemaat’lerin
yapıldığı bildirilmektedir.
10). FERMAN
Amasya Kadısına ve Amasya Beyine
Çorum-Zile-Turhal-İskilip-Osmancık-Artukabad-Hüseyinabad-Güleş-
Ortapare-İnebazarı-Mecitözü-Kazaabad-Katar-Karahisarı-Demirlu ve Havsa
Kadılarına
Yukarıda adları belirtilen kazalarda ve bu kazalara bağlı köylerde bazı
dinden sapmış ‘kızılbaş’ topluluğunun kimi gecelerde toplanarak ‘cem’
yaptıkları, bu cemler sırasında Sünni Müslümanlar Yezid geldi diyerek
hakarette bulundukları, ayrıca geceleri gizlice yaptıkları bu toplantılarda
‘avratlarını ve kızlarını meclise getirip birbirlerinin avratlarına ve kızlarına
tasarruf idüp (ilişkide bulunup) işret yaptıkları’ salat (namaz) ve sevm
(oruç) bilmedikleri, çocuklarına Ebubekir-Ömer-Osman isimlerini
takmadıkları, içlerinde olan bazı kişilere Celal Halife, Resül Halife gibi
lakapları takarak sözde din uğruna ‘cem ve cemaat’ yaptıkları
bildirilmektedir.
Sultan I. Selim, Sünni Kürt halkını kendisine bağlamak için onlara sonsuz
siyasi haklar vermiştir. Ayrıca Anadolu’da elde ettiği topraklardan
Aleviler’i kovarak buralara Aleviler’le sürekli çatışma halinde olan Şafii
Kürtleri yerleştirmiştir.
Temel konumuz ile ilintisi yokmuş gibi görünse dahi, taşıdığı önem ve
Türkiye’nin son 15 yıldır yaşadığı etnik/fundamentalist terör ve günümüzde
de uluslararası plâtformlarda giderek siyasallaşan etnik/bölücülük olguları
çerçevesinde değerlendirildiğinde; Mustafa Kemal Atatürk’ü tedavi eden
doktorların etnik/ideolojik açıdan “üç isimli” (gizli Sabetay cemaati
mensubu/Dönme) oluşları, bunlardan Alevi Baba’sı olan Dr. Ragıp
Erensel’in dönemi yansıtan kaynaklarda söz edilmemiş olması araştırılma
yapılması grekliliğini ortaya koymaktadır. -Ki Dr. Ragıp Erensel,
Cumhurbaşkanlığı Doktoru olarak görev yapmış ve Atatürk’ün en yakın
dostları arasındadır-, dönemin koşulları (içte/dışta) ve ölümü üzerindeki
kuşkular, günümüz gelişmeleri ışığı altında ciddi biçimde, objektif analize
muhtaç olduğu gerçeğini bir kez daha gündemimize getirmektedir.
Örnek II: Demircidere köyünde bir genç askere giden ve Kozak Yaylası’nın
Aşağıbey köyünden olan müsahibinin (kardeşliğinin) eşini gebe bırakmıştır.
Köylü kadınla konuşmamış, yalnızca görümcesi tarafından ekmek
verilmiştir. Çocuğun doğumu ve kocasının askerden dönüşü beklenmiştir.
Askerden dönen koca da eşi ile konuşmamıştır. Ertesi gün çamlık içinde
belindeki kuşakla ağaca asılı cesedi bulunur (!) Kundaktaki çocuğu da
ağacın dibinde bulunmuştur.
Örnek IV: Bergama/Pınar köyünden Sultan, aynı köyden bir çobanla sevişir.
Durum köye yayılır. Ana-baba baskısı sonucu kız kendisini asar (!) Bir ay
kadar sonra çoban Hasan da kendisini vurur (!)
Ayşe Öztürk:
“...ikrarını bozan bir kadını Karaçitlenbik batısında pınarın başına
getirdiler. Başını dizlerine, ellerini arkasına bağlayıp (Domuz Kuşağı)
yüksek kayadan aşağı çaya attılar.”
Bu noktada dikkat çeken bir başka gerçek gün ışığına çıkmaktadır. Şöyle ki;
günümüz Türkiye’sinde, “Hizbullah Operasyonu” sonucu evlerin
tabanlarına ve açık arazilere gömülü olarak bulunup gün ışığına çıkartılan
cesetlerin “Domuz Bağı” (Domuz Kuşağı) olarak adlandırılan yöntemle
işkence edilerek boğuldukları ve çok ağır işkence metotlarının uygulandığı
seri faili meçhul cinayetler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kriminolojik/adli tıp
raporları arşivler ve çeşitli literatürlerde utanç verici yerini almıştır. Bu
yöntem Alevi ve Bektaşi hukukunda yüzyıllardır varlığını koruyan “infaz”
yöntemidir. Bu gerçeğin çok iyi analiz edilmesi gereği zorunludur. Lübnan
orijinli Hizbullah örgütü örnek alınarak, Türkiye’de yaratılan sözde
fundamentalist görünümlü Hizbullahi cinayet şebekesinin insanlık dışı
cinayetler ve işkenceler yapabilen militan kadrolarının kaynağının hangi
kültürden özenle seçildiğinin en belirgin işaretidir. Aşağıda yer verilen
örnek ise; Hizbullah militanlarının ağır “işkence” yöntemlerini uygulamaya
uygun karakterlerin psikolojik yapılarını aydınlatacak yeterliliktedir.
İslam’da “zorlama yoktur” söylemi tarihsel olarak vardır. Ama yine tarihsel
gerçekler ışığında bakıldığında, İslam inancı savaşlar sonucu var olabilmiş
ve savaşlar sonucu dünyaya yayılabilmiştir. Bu nedenle Halhali’nin
sözlerinin tarihin sesi olarak değerlendirilmesi yanlış olmaz.
Çocuk:
“Anne, ben ne zaman kamyon sürebileceğim?”
Anne:
“Neden soruyorsun yavrum?”
Çocuk:
“Çünkü kamyonu patlayıcı ile doldurmak ve ülkemizdeki kafirlerin
yuvalarına dalmak istiyorum.”
(El Emel: İslamcı İşçi Partisi Yayın Organı)
Günümüz ABD’sinde, 4000 (dört bin) yazar, örtülü olarak CİA kadrosunda
görevlidir. Bu geniş yazar kadrosu, ABD ulusal çıkarlarını geliştirecek olan
bilimsel, toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal araştırma ve analizler
yaparak operasyon senaryoları yazmaktır. Takdir edilmesi zorunlu bir
gerçektir ki; ABD’nin CİA teorisyenlerinin “bilimsel” araştırma, analiz ve
yorumları ile burada konu edilen başarı sağlanabilmiştir. Türkiye ise, hala
aydınlarını perişan etmeyi milli görev addetmektedir (!) Bu milli görev ve
vatanseverlik anlayışı ise; burada konu edilen örnekte olduğu gibi,
Türkiye’yi entrikaların tatbikat sahası durumuna düşürmektedir. Türkiye
Cumhuriyeti yönetim kadroları – Ki; halkta çok yaygın olarak,
hepsinin satılmış oldukları inancı vardır- entelektüel birikime sahip
aydın/sanatçı kadrolardan ulusal çıkarlar adına yararlanabilme ve
entelektüel/aydın/sanatçılarımızı Cumhuriyete kazandırabilme,
küskünlüklerine son verme akılcılığını ve dürüstlüğünü göstermemekte
inat ederek, dünyanın en mükemmel teknolojik silah gücüne sahip olsa
dahi, bu tuzaklara düşmekten kurtulamayacağı gerçeğini görüp
kabullenmek zorundadır. Aksi halde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
günümüz realitesi içinde, ne acıdır ki tartışılabilir hale gelen “Ulusal
Bağımsızlığı” ve “Ulusal Devlet” modeli varlığını koruyamaz. Türkiye,
Türk Ulusunun genetik özellikleri nedeniyle, 21. yüzyılın yeni
Vietnam’ına dönüşümü kaçınılmazdır.
4/3). AHİTNAME
1). Kasten zina edenlere beş yıl düşkün cezası, yüz liradan beş yüz liraya
kadar haline göre para cezası verilir. Cezayı ödedikten sonra da seksen
değnek vurulur.
2). Zinaya teşebbüsten üç yıl düşkünlük, en çok üç yüz lira para cezası
verilir. Cezası kalkınca sensen değnek vurulur.
3). Hırsızlık yapan iki yıl erkana alınmaz, hırsızlığın derecesine göre, çaldığı
malın bedelini sahibine ödedikten sonra, o malın değerinin dörtte biri kadar
ceza alır.
4).İftira edene bir yıl düşkünlük, iftiranın ağırlığına göre yirmi beş ile iki
yüz lira arasında para cezası alır.
5). Yalan şahitlik yapana bir yıl düşkünlük, yüz lira para cezası verilir.
6). Kasten insan öldürenler ebediyen erkana (toplantı ve resmi törenlere)
alınmaz. Selam verilmez. Kaza sonucu elinden vukuat çıkanlar suçlu
sayılmazlar.
8). Hırsızlık, zina, kumar gibi fena yola teşvik edenlerden haline göre elli ila
iki yüz liraya kadar para cezası alınır ve bir yıl erkana alınmazlar.
10). Cezasını bitiren bir talip, aynı rehberde (Aleviler, mahalli mürşide
rehber, birkaç rehberin bağlı olduğu ocağa pir derler) hasmı bulunduğunu
ileri sürerek erkana gelmemek isterse, rehberi onun kendisinin istediği bir
başka rehbere verebilir. Kendiliğinden hiçbir talip rehber değiştiremez.
11). Düşkün talibi erkana alan rehbere o talibin aldığı ceza aynen verilir. Bu
cezayı Pir ocağından mürşit verir.
14). Bir talibin eşinin zina ettiğine rehber kanaat getirirse beş yıl düşkünlük
cezası verilir. Talip karısını terk ederse cezası kaldırılır.
15). Rehberin oğluna bir talip kız vermez. Fakat rehber kızını bir talibin
oğluna verebilir. Talip damadını rehber edinemez.
16). Bir rehber kendi oğlunu ve torununu talipliğe alamaz, damadını alabilir.
17). Suçsuz yere nefsinin hükmü ile karısını boşayanlar ve başka bir karı ile
evlenenler evlendikten sonra boşanacağı karısıyla temasta bulunamaz. Beş
yıl düşkün, durumuna göre beş yüz liraya kadar ceza verilir. Boşadığı
kadınla hiçbir talip bir araya gelmediği gibi erkana da konulmazlar.
18). Bir rehber düşkün olduğu takdirde rehber kalkıncaya kadar onun
talipleri muvakkaten başka bir rehbere teslim edilir. Taliplerden biri rehber
vekilliği yapamaz. Yalnız rehber yoldan ebedi düşer veya vefat ederse,
halefi kalmazsa, talipler içinden ehil bir şahıs tayin edilir.
19). Zahit olduğu halde kocası ölen bir kadın erkana alınmaz ve öldüğünde
dar’ı çekilmez.
20). Cezalardan tahsil olunan paraların üçte biri Seyyit Battal Gazi
Dergahına, üçte biri Veli Baba Dergahına (Senirkent/Uluğbey’de) üçte biri
arkasında halef bırakmayıp ölen fakir taliplerin hizmetine harcanmak üzere
rehberine teslim edilir.
22). Rehber, çıkar sağlamak için kumar oynarsa, rehberlik şerefini kıracak
şekilde sarhoşluk yaparsa cezalanır. Onun cezasını mürşid tayin eder.
24). Rehberler bu ahidname ile ilgili konuları konuşmak üzere ayda bir
toplantıyı kabul ederler. Bu ahidnameyi erenler yolunun selameti
bakımından aynen tatbik etmeyi biz rehberler, mürşidimiz huzurunda kabul
ve imzaladık.
(Burada belirtilen para cezalarının miktarları günün koşulları gereği
değiştirilmektedir)
Türk kültür ve sanat dünyasında ‘Türk aydını’ ve ‘Türk sanatçısı’ amaçlı bir
biçimde ve örtülü olarak yok varsayılırken, öte yanda ne kadar Alevi aydın
ve sanatçısı var ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından ‘baş tacı’
edilerek, hak ettiğinden çok daha fazla değer verilerek adeta
‘ilahlaştırılmıştır’ ve bu gerçek halen de sürdürülmektedir.
Edebiyat, müzik, sinema, resim, heykel alanlarında bu gerçeğin sayısız
örneklerini vermek mümkündür.
Türk aydınları yok sayıldı ve Alevi aydınlığında Türk insanı ile Dünya
insanlığının gözleri ‘kör’ edildi.
Öte yanda ülkesine ve halkına yürekten bağlı, onurlu, gerçek Türk aydınları
ise; türlü entrikalar ile zaten sistem tarafından yok edilmişlerdir.
Artık Alevi kahramanlar ilahlaştırılmalı, global dünyaya yaraşır 21. Yüzyıl
insanlarını sürükleyebilecek yepyeni Hacı Bektaş-ı Veliler’i yaratılmalıdır
(!) Bunun için zaman ve mekan uygundur. Bu oyunları bozabilecek güçte
aydınlar zaten daha önceden tırpanlanmış, Cumhuriyetin tüm kaleleri ve
savunucuları düşürülmüştür.
Son derece gizli bir cemaat olan Sabetaylar ile Alevi topluluğunun önde
gelenleri daima özel ilişkiler geliştirmiş ve bu iki topluluğun kendi
aralarında dayanışma içinde müşterek hedefler doğrultusunda hareket
etmeleri sağlanmıştır.
Ancak Türkiye, yalnızca dinsel ve ‘ahlaksal’ yönleri ile ele aldığı Aleviliğin
‘gerçek yüzü’ görmezden gelmiş, amaçlarını algılayamamıştır.