You are on page 1of 56

13.

KABİLE

ALEVİ KİMLİĞİ

ALİ’NİN MUSEVİLERİ=ALE (MUSEVİ) VİLER


İSTANBUL / 29 MAYIS 2000
SUNUŞ

B u çalışma, Türkiye’nin Avrupa Birliği kapısında parçalanma


amaçlarının yaşandığı 21.yüzyılda, yurt içinde gelişen etnik,
fundamentalis, bölücü, yıkıcı, terör ve giderek büyüyen siyasal,
ekonomik sorunlar göz önüne alınarak hazırlanmıştır. Türkiye
Cumhuriyeti coğrafyası içinde yer alan etnik, kültürel, inanç
farklılıkları mozaiğinin parçalarından birisi olan ve Alevilik
tanımlaması ile anılan inanca bağlı cemaati konu almıştır.

Alevilik, Türk insanı ve yönetim kadroları tarafından gerektiği biçimde ve


tüm çehreleri ile tanınamamıştır. Aksi halde 1960’lardan başlayarak
günümüze değin gelişen olaylar gerçekleşmemiş, terör nerede ise bir ‘iç
savaş’ boyutuna ulaşmamış olurdu. Ülke ekonomisi bugün çok daha farklı
grafikler çizer, Türk işçisi, çiftçisi, emekçi sınıfı ezilen ve köle durumuna
düşürülen zümre olmazdı. Üniversiteye eğitim yapabilme arzusu ile giden
gençler, kapıdan içeriye adımını atar atmaz 'militan’ ve ‘terörist’ olmazlardı.
Bu listeyi kolaylıkla uzatmak mümkün olmakla birlikte yeterli olacağı
düşünülmüştür.

Alevi toplumu, tarihin her döneminde Anadolu toprakları üzerinde gelişen


her türden muhalefet ve isyan girişimlerinin merkezi olma özelliği ile iç ve
dış odakların dikkatini çekmeye devam etmektedir. Cumhuriyet döneminde
gelişen muhalefet, mevcut rejim karşıtlığı ve terör olgusuna ulaşan
tırmanışın odak noktası Alevi topluluğudur.

Anadolu Selçuklu döneminden itibaren Alevilerin tarihin kilometre


taşlarında yer alan izleri şöyledir: Babai, Şah Kulu, Simavna Kadısı
Bedrettin Olayı, Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim hesaplaşması, Celali ve
Baba Zunnun ayaklanmalı, 1809 Derviş Vahdeti ayaklanması ve 1826
Yeniçeri Ocağının kaldırılması.

12 Eylül öncesi radikal örgütleniş, gruplaşmalar ve teröre uzanan yolda


Alevi toplulukları görülür. Aleviler Marksist-Leninist stratejide mevcut
rejim karşıtı olarak Devletin güvenlik güçleri ile silahlı çatışmalara girmiş
ve ideolojilerini savunmak ve hakim kılmak adına ipe gitmişlerdir.
Türkiye’nin Alevi kitleleri Sol kavramıyla tanıştığında takvimler 1960’ları
gösteriyordu. Bu tarihlerden başlayarak Alevi nüfus büyük bir hızla Sol’a
kaymıştır. TİP Alevi oyları ile TBMM’nde yer almıştır. Alevi gençlik
olmamış olsa F.K.F., Dev-Genç gibi örgütler oluşturulamazdı.

Günümüzde Alevi yazarlar Kürt sorunu ile Alevilik arasında bağlantı


kurmaya çalışmaktadırlar.. Günümüz Doğu sorunu ne denli Kürt sorunu ise;
o denli de Alevi sorunudur.

Güneydoğu’da “gerilla savaşı” verdiğini ifade eden PKK terör örgütü lideri
Abdullah Öcalan: “Kürt-Alevi bir sentezdir” demektedir.

12 Eylül sonrası, Marksizm’in çöküşü ile Türk solunun boşluğa yuvarlanışı


Alevi gençliği yeni arayışlara sürüklemiştir. Bu dönemde “Cem” ve
“Aşura” gibi teorik nitelikli dergiler ve yayınlar; Alevili topluluğunun
dinamiğini zirveye taşımış, siyasal ve ekonomik alanlarda güç odakları
oluşmuştur.

Türklerin Anadolu’da yaşamaya başladıkları ilk dönemlerden


günümüze sürüp gelen bir başka gerçek; tüm toplumsal ve gizli
örgütlenmelerin Alevilerce düzenlenmekte olduğudur. Aleviler, karşı
çıktıkları her konuda önce gizli bir örgütlenmeye gitmişler daha sonra da bu
örgütlenmenin yarattığı etkinlik ile geniş halk kitlelerini harekete geçirmeyi
başarmışlardır. Böylece yalnızca varlıklarını korumakla kalmayıp
yaşadıkları bölgelerde etkin güç olmayı da elde etmişlerdir. Bu yalnızca
Yahudi kültürü içinde görülen bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yahudiler ise; tarihin her döneminde can derdine düştükleri zamanlarda


yalnızca Türk devletlerine sığınabilmişlerdir. Yahudilerin Türklere
sığınması ise; yalnızca İspanya göçü ile sınırlı olmayıp çok daha eski
dönemlerden buyana süren bir gerçektir. Yahudilerin Türklere ilk sığınışı 8.
Yüzyılda gerçekleşmiştir. Hazar Türk Devleti’ne sığınan Yahudi
Hahamların faaliyetleri sonucu Hazar Türkleri Musevileştirilmiştir. 9., 10 ve
11. Yüzyılda Musevileştirilen ve öz benliklerini yitiren Hazar Türklerinin
torunları Doğu Avrupa’ya göç etmişler ve “Doğu Avrupa Yahudileri” olarak
anılmışlardır. Bu Yahudi kitlesi, İsrail devletinin kurulması amaçlı Yahudi
Bilderberg Örgütü ve Mason Localarının stratejik faaliyetleri sonucu, Hitler
tarafından Avrupa’yı terk etmeye zorlanmışlardır. Burada sözü edilen
kökeni Hazar Türkleri’ne dayanan Musevileştirilmiş nüfus, Yahudi inancına
göre: kaybolan “13. Kabile” olarak anılmaktadır.

Söz konusu Hazar Türkleri 9., 10. Ve 11. yüzyılda Doğu Avrupa’ya göç
ederlerken, seçilerek eğitilmiş bazı kişilerin, önce Arap Müslüman
dünyasına seyahat ettikleri, ardından Kudüs’e gittikleri ve en son olarak da
Anadolu topraklarına göç ederek yerleştikleri ve ‘Türklük’ ile ‘din’
misyonerliği rolünü üstlendikleri tarihsel veriler ışığında saptanmıştır.
Mevlana Celallettin Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi isimlerin Anadolu
topraklarına gelişleri, örgütlenişleri, felsefeleri, amaçları ve etkinlikleri ile
günümüz dünyasının Masonik Bilderberg faaliyetleri ile Yahudi Protokolü
olarak anılan prensip ve amaçlar dizilerinin aynı temelde oldukları çok
açıktır.

Görülmektedir ki; 9.yy.’ın son çeyreğinde Kufe’de ortaya çıkan Şiilik


(Caferilik) daha sonra İran/Kum kentine hicret eden Araplar tarafından
İran’a getirilmiştir. Asya’dan İran’a buradan da Mekke-Kudüs ve
Anadolu’ya geçiş ile Anadolu’da yerleşen gizli/ideolojik/etnik (yalnızca
etnik grupları içine almış olması en önemli stratejik unsurdur) inanç olan
Alevilik, temelde Musevi hahamların stratejik teorileri ile yaşama
geçirilmiştir.

Alevilik; Şamanizm, İslam inancı, Museviliğin katı prensiplerine sadakat


temelleri üzerinde oluşturulmuş, gizli bir cemaat (Secret society) ve etnik
bir gruptur. Etnik bir grup oluşlarını ise ısrarla gizlemişler, Türk olduklarını
savunmuşlar ve kuşku yaratılmaması amacıyla özellikle Türkçe eserler
kaleme almışlar, Türk dilini yaşattıklarını savuna gelmişlerdir.

‘Yeni Dünya Düzeni’ ve ‘Dünya Hükümeti’ projelerinin yaşama geçirildiği


gözlenmektedir. Yahudilerin ünlü “Protokol”ünde yer alan konu başlıkları,
prensipleri ve entrikaları ile eşdeğer özellikler taşıyan Alevilik bu açıdan
değerlendirilmeye alınmadığı takdirde, çok yakın bir gelecekte Türkiye’nin
en büyük sorunu “Alevilik”, onların kurdukları, “Terör Odakları” ve “Sivil
Toplum Örgütleri” olacaktır.

Cumhuriyet Türkiye’sinde, 1950 öncesinde Alevilik toplum dinamiğinin bir


parçası değilken; günümüzde rejim karşısında en etkin baskı gücü durumuna
erişmiş bulunmaktadır.

Özetle dile getirilen bu nedenlerden ötürü; Alevilik sosyo-antropolojik


yöntem ve teknikle analiz edilmeye muhtaçtır. Alevilik gizli bir biçimde ve
süratle Kürtlerle birlikte hareket ederek “milletleşme” sürecine girmiş
bulunmaktadır.

2. Dünya Savaşı sonrası yıllardan günümüze dış ülkeler tarafından da


desteklenen bu sinsi faaliyet, günümüz Türkiye’sinin AB kapısında
parçalanmak istemesi ile netlik kazanmıştır. İnsan Hakları, Özgürlükler,
Demokratik Açılımlar, Ekonomik/Siyasal Baskılar ve Yaptırımlar ile
hedeflenen Türkiye’nin sahip olduğu topraklar üzerinde etnik
parçalanmanın sağlanmasıdır. Yönetim kadroları tarafından mutluluk ve
refah yüzü gösterilmeyen geniş halk yığınları da bu çöküş karşısında, “Artık
ne olacaksa olsa da insanca yaşama kavuşabilsek” düşüncesi gelişmiş
bulunması ise; felaketin ne denli yakın olduğunun önemli bir göstergesidir.
Günümüz koşullarında geniş halk kitlelerinin “namuslarını” yitirdikleri, aile
kurumunun çöktüğü bir gerçektir. Bu gerçek ışığında bakıldığında, halkın
canından başka yitireceği hiç bir şeyi kalmadığı ortaya çıkmakta ve neden
yukarıdaki düşünceye saplandıkları çok daha iyi ve gerçekçi biçimde
algılanabilir olmaktadır.

Günümüz Türkiye’sinde yaşam; bilimsel ve rakamsal olarak ele alındığında,


aile kurumunun “onuru”nun ayakta kalabilmesinin mümkün olmadığı
gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle geniş halk kitleleri gerçek anlamda
“ırzını” yitirmiştir demek hatalı bir tespit, yorum ve analiz değil; gözle
görülmekte olan bir realitedir. Aile kurumu “namus” ve “onur”unu“
yitirmiştir. Bu hale getirilen geniş halk kitlelerinden hangi değerler adına
ülkesi için özveri beklenebilir? Böyle bir beklenti içinde olunması ne denli
bilimsel, gerçekçi ve sağlıklı olabilir?

Alevilikle ilgili olarak objektif ve çok ciddi araştırma ve analizler yapılmış


ise de gerçekte Alevilerin “gizli/etnik/ideolojik” bir topluluk olduğu hiç
gündeme getirilmemiş, tam tersine kasten hakiki Türk oldukları
savunulmuş, Kemalizm’in sarsılmaz bekçileri olarak gösterilmiştir. Burada
entelektüel bir tuzak ve entrika olduğu ise ne acıdır ki fark edilememiş ve
hiçbir literatürde yer almamıştır. Sinsi ve büyük tuzak burada gizlidir. Bu
çalışmamızda işin bu yönüne önemle değinilmeye çalışılmıştır.
Çalışmamızda dile getirilen hiçbir husus “ütopya” ve “tez” niteliğinde
olmayıp tümüyle objektif realiteyi yansıtmaktadır ki; bunu konunun önemi
nedeniyle çalışmamızın “realizm”e sadakatini bir kez daha işaret etme
gereği vardır.

Malakan, Eston, Kozak ve Almanlar gibi önemli etnik azınlıklar üzerinde


yapılan araştırmalar bize Alevi ve Bektaşiliğin tipoloji farklılaşması olduğu
gerçeğini de tespit etme olanağı sağlamıştır.

Aleviler, Katagorileştirildiklerinde ortak davranış kurallarını nasıl


kullandıkları incelendiğinde ise; temelde aynı prensiplerle karşılaşılmıştır.
Yalnızca İslam dünyası içinde değil diğer din mensupları içinde de yer
almışlar ve buna özen göstermişlerdir.

Realitede Alevilik kültür değil; gizli bir felsefi idealizm’dir.

“Humeyni yolu bizim yolumuz değildir. Onlar şeriata ağırlık veriyorlar,


henüz tarikat basamağına geçememişlerdir. Onlar şeriat makamında, biz
tarikattayız. Bu aramızdaki en önemli farklılaşmadır. Bir zamanlar bize
“İmam-ı Cafer” adlı bir kitap yollamışlardı. Bu “buyruk” aşırı namaz
pratiğinden başka bir şey taşımıyordu. Yani şeriata yönelikti. Kardeşlerimiz
ama, bize ters düşüyorlar” diyen Aleviler, kolları olan Caferi mezhebinden
Musevi inancına çok daha yakın olduklarının bilincinde olmadıkları, ancak
gizli cemaatin liderlerinin bu gerçeği bildikleri gözlenmiştir. Ayrıca
İstanbul/Halkalı, Tuzluca/Gaziler ve Çorum/Milönü Alevi (Şia) grubunun,
İran Caferi mezhebinin inancında ve hizmetinde oldukları bilinmektedir.

Alamut Alevileri: kadın olsun, erkek olsun ölülerini kefene sardıktan sonra
yeni elbiseler giydirerek gömerler.

Alevi inancında içki ve semah yoluyla kırklara yükseliş, model kişiliğin


yaratılması sürecinin sembolleştirmektedir. Böylelikle Alevi etnikliği bu
konumuyla ayinle tüm mensuplarını ortak ve egemen normlar çevresinde
birleştirmede başarı sağlamıştır. Model kişilik, ortak karakterin ve grup
bilincinin oluşumunda transdantal yönelişi sağlamaktadır.
Aleviler, dıştan evlilik (exogamy) yapmazlar. Alevi topluluğu dışından kız
alan veya veren “düşkün” diye tanımlanarak, dışlanır.

Aşağıdaki ifadeler Alevilerin kendilerini anlatım örnekleri olarak


verilmiştir:
* “Bektaşi bizim ayin-i ceme katılabilir, izler ancak ibadete, niyaza
katılamaz. Namazlarımız da tıpkı Sünni gibidir.”

* “Bektaşi bilgili kültürlü, şehir efendisidir. Biz Aleviler köylüyüz. Bektaşi


Şarap içer, bizim cem evimizde ise sadece rakı (dolu) içilir, şarap içilmez.”

* “Ben, evvela Türküm, sonra Müslümanım.. Doğuştan Aleviyim..”

Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan Alevi kitlesi


göz önüne alındığında, Kemalist Cumhuriyet’in bir “dinamit sandığı”nın
üzerinde oturulduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Saygılarımızla,
İÇİNDEKİLER

BÖLÜM: I

1). Alevilik

2).Türklerde Din
*Atalar kültürü
*Doğa Kültürü
*Gök tanrı Kültürü
*Budizm
*Zerdüşlük
*Hıristiyanlık
*Yahudilik
*Sonuç

BÖLÜM:II

2/1). Aleviliğin Tarih ve Temel İnançları

2/2). Aleviliğin kolları

2/3). Alevi Yerleşim Birimleri

2/4). Aleviler Türk mü, Kürt mü, Etnik Grup mu?


Ali’nin Musevileri = Ale (Muse) vi (!)

2/5). Halk Mahkemeleri (!)

2/6). Alevi Bildirgesi

2/7). Alevi Bildirgesine Karşı Görüşler

BÖLÜM:III

3/1). Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşilik


3/2). Kurucusu Türk Olan Tarikatlar

3/3). Atatürk ve Bektaşilik

BÖLÜM: IV

4/1). Anadolu’da İnanç Çatışması


*Türkmen Topraklarının Kürtlere Dağıtımı
*Atatürk ve Toprak Reformu
*Cumhuriyet Türkiyesi’nde terör Kaynağı
*Alevilere Yönelik Fermanlar

4/2). Alevilik, Bektaşilik, Caferilik Hukuku ve Hizbullah İnfazları

4/3). Ahitname

4/4). Alevilik ve Bektaşilikte Aile

4/5). Türk Aydınları Yok Sayıldı, Alevi Aydınlığı Yaratıldı

4/6). Etnik Gruplar ve Alevi İlişkileri

4/7). Alman Araştırmacı Babinger

4/8). Atatürkçü Vatan Hainleri

4/9). Sivil Toplum Örgütleri Alevi Tekelleridir

4/10). Ermenistan’da Kürt Aşiretleri

4/11). Alevilikten Şiizme Geçiş


BÖLÜM:I

1). ALEVİLİK

A levi sözcüğünün Arapça anlamı: ‘Aliye mensup, Aliye ait’dir. Yani


‘Hz. Ali’nin yandaşı olan, ona bağlı olan kişi’ dir. Bu dar sözcük
anlamlarının dışında, sözcüğe yüklenen tarihi ve dini anlamı şöyle
özetlemek mümkün: ‘Alevi, Hz. Ali’yi en üstün insan gören, onu Hz.
Muhammed’in vefatından sonra imamlığa gelmesi gereken ve bu tercihi
Allah’ın ve Hz. Muhammed’in yaptığına inanılan kişidir’ Böylelikle ilk
bakışta Alevi ile Şii, aynı anlama gelmektedir. Ancak çeşitli dönemlere,
milletlere ve ülkelere göre bu anlam çeşitlilik gösterir; yeni yorumlar,
eylemler içerir ve birbirinden kesin olarak ayrılırlar. Hz. Ali’yi
Tanrılaştıracak denli ileri gidenler, genel olarak: Zeydiyye, İsmailiye,
İmamiye, Nusayriye ve Türkiye’de Alevi ve Bektaşi tanımlamasıyla
isimlendirilen topluluklardır.

Hz. Ali’yi içtenlikli bağlılıkla sevenler, bu sevgiyi herhangi bir üstünlük,


çıkar ve siyasi eyleme dönüştürmediklerini ileri sürenler vardır. Ancak Hz.
Ali’ye Hz. Muhammed’e en yakın alması, yüce kişiliği nedeniyle kalben
yakınlık duyanlar ile bu sevgi ve bağlılığı kurumlaştırıp onun ve soyunun
adına İslam dünyasında ayrı bir inanış akımı başlatıldığı tarihi bir gerçektir.

Alevilik, tarihi belgeler ışığında objektif olarak incelendiğinde ortaya çıkan


gerçeği şöyle özetlemek yanlış olmaz: “İran’daki ile Orta Asya’dan gelip
Anadolu’yu vatan yapan Türk toplulukları arasındaki Hz. Ali sevgi kesin
çizgilerle ayrılmaktadır (!)” denmekte ise de bu tümü ile gerçek dışıdır ve
bir gerçeğin örtüsünü oluşturmaktadır. “Türkler, Hz. Ali’yi, hiçbir sosyal,
siyasi ve kültürel direnişe alet etmeden kalben sevmişler, bağlılıklarını,
İslâmiyet’i temelden zedelemeyecek bir uyumla asırlardır sürdürmüşlerdir,”
savları ise gerçek dışıdır. İran Müslümanlarının bu inancı bir fırka, mezhep,
ikilik şekline dönüştürdükleri, Hz. Ali sevgisini, Arap-Emevi hakimiyetine
karşı siyasi bir direnişe çevirmiş olmaları ne denli gerçek ise Türkiye’de
genel olarak kendilerini Alevi olarak tanımlayan topluluklar da kendilerine
özgü İslam inanç birliğini, siyasal/sosyal/ideolojik/kültürel alanlarda gizli
örgütlenme ve direnişlerde kullana gelmişlerdir.

Anadolu toprakları üzerinde tarihin her döneminde gelişen


‘örgütlenme’ ve ‘isyan’ hareketlerinin Alevi merkezli olduğu
kaçınılmaz bir gerçektir.

Alevilerin önemli bir kesiminin kendi konuştuğu bir ana dilleri vardır.
Ve bu dil Türkçe değildir.

Hızır Peygamberin zaman zaman dünyaya gelerek darda olanların


yardımına koşup tabiata can verdiğine inanan Alevilikte, Mehdi kavramıyla
uyum sağlayan bir yapıya sahip olunduğu gözlenmiştir. Mehdi gaip bir
imamdır. Bu inanışa özdeşlik Musevi dininde vardır.

Alevilik konusunun tüm gerçekliği ile algılanabilmesi için Türk ırkının tarih
içindeki din anlayışını ele alma zorunluluğu vardır.

2). TÜRKLERDE DİN

Türk toplulukları semavi dinlerden önce nelere inanıyor, nelere tapıyorlardı?


Hangi büyük dinleri kabul etmişlerdi? İslâm’dan önceki dini kurumları
nasıldı, İslâmiyet’i ne zaman, hangi koşullarda kabullendiler? Bu soruların
yanıtları, AB kapısında paramparça edilmek istenen Türkiye
Cumhuriyeti’nin geniş mozaik yapısı ve son yıllarda tırmanan
etnik/kültürel/fundamentalist bölücülük hareketlerinin, terör kaynaklarının
çok daha rahat anlaşılabilmesi ve çok daha sağlıklı analizlerine yardımcı
olacağı kesindir.

Eski Türklerin dinin ‘Şamanizm’ olduğu yolunda bir dönem çok yinelenen
görüş artık terk edilmiştir. Şamanizm’in, Türklerin ilk dini olduğu
görüşünün terk edilmesine yol açan yeni bulgular; Şamanizm inanç ve
töreleri ile kurumlaşmış bir din olmadığı, büyücülük, sihirbazlık, tabiat
güçlerini, ölüm ile yaşamı, geleceği kontrol ettiği şeklinde garip hareketlerle
konuşulması olduğunun anlaşılması şeklindedir.

Din tarihçilerine göre eski Türkler; Atalar kültürü, Doğa kültürü ve Gök
Tanrı kültürü olmak üzere aç temelden oluşan bir dine inanıyorlardı. Her ne
kadar Şamanizm bazı Türk gruplarında kısmen kabul görmüşse de bu
anlayış hiçbir zaman tüm Türklerin dini olmamıştır.

*Atalar Kültürü:
Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da bir anlamda bu inanışın uzantısı
denebilecek inanç ve törenlerini korumuşlardır. Ölülere saygı sürmüş, din
büyükleri mübarek kişiler kabul edilmiş, kabirleri türbe biçimine sokularak
ziyarete açılmış, devlet büyükleri, başarılı komutanlar her zaman sevgi ve
saygı görmüşlerdir. Türklerde mezarlıklar hala korkulu bir saygıyla gizlenen
yerlerdir.

Hunlar, Moğollar ve Orta Asya Türk kavimlerinde atalar kültürünün, atalara


sevgi ve saygının yarı din haline gelişinin çeşitli örnekleri görülmektedir.
Budizm ve Maniheizm gibi kitap öncesi dinlerin Türkler arasında kısmen de
olsa tutulup yayılmasında, bu iki dinin ‘Ataların ruhunun ölümlerinden
sonra başka bedenlerde devam edeceği’ inancı etkili olmuştur. Tarihçiler
Hun Türklerinde, yılda bir kez herkesin katıldığı genel bir tören
düzenlenerek atalarının ruhlarına kurban kesildiğini dile getirmektedirler.

*Doğa Kültürü:
Eski Türkler doğada gördükleri her şeye; dağ, ırmak, ağaç gibi ruh ve
canlılık atfediyorlar, onların bir güç tarafından yönetildiğine inanıyorlardı.
Onlara göre doğa ruhlarla doluydu. Çevrede görülen her doğa varlığını
bunlar yönetiyorlardı. Türklerin Orhun kitabeleri ile Oğuz Kaan destanı,
Oğuz Kaan’ın çocuklarının isimlerini Gökhan, Günhan, Denizhan, Ayhan,
Yıldızhan ve Doğahan olarak bizlere aktarması bunun en kesin kanıtıdır.

*Gök Tanrı Kültürü:


Türkler’de tanrı inancının başlangıcı Gök Tanrı kültürüdür. Tengiri,
tengeri, tengere ve tinger gibi birbirine çok benzeyen ve aynı anlamda
kullanılan sözcükler Gök tanrı kültürünü temsil eder. Gök tanrı tüm
yeryüzünün, insanların ve tüm varlıkların yaratıcısıdır. İnsanları o yönetir, O
tüm kainatın efendisidir. Tüm eski kavimler, gök cisimlerini kutsal kabul
edip göğün kendisi ile ilgilenmedikleri halde, Türkler gök cisimleri ile
ilgilenmiş daha çok göğün kendisini düşünmüş ve tanrı inanışına
ulaşmışlardır.

*Budizm:
Hindistan’dan Asya’ya yayılan Budizm, başlangıçta Türklerin yakınlık
duydukları dinlerden biridir. Budizm, MS 2’inci ve 3’üncü yüzyılda önce
Doğu Hunlar arasında daha sonra Doğu Türkistan ve 6’ıncı yüzyılda da
Göktürkler arasında yayılmıştır. Bumin Kağan, Muhan Kağan Topo
Kağan’ın Budist oldukları gerçektir. Buhara ve Mevlana’nın doğum yeri
olan Belh kenti o çağda Budizm’in önemli merkeziydi. 9 ve 10’uncu
yüzyıllarda Uygur Türklerinin sarayında Budizm’in çok güçlü olduğu,
Budist rahipler, Müslüman imamlar ve Hıristiyan papazlar birlikte görev
yapmışlardır.

*Zerdüşlük:
İran milli dini olan Zerdüştlüğün 7’yüzyılda Türk kavimleri arasında kabul
gördüğü tarihi belgelerden anlaşılmaktadır. Özellikle İran kültürü ile iç içe
bulunan bazı Türk topluluklarında (Orta Asya’da) Zerdüştlüğün kolayca
benimsendiği anlaşılmaktadır. Yine bir İran dini olan ve esasları arasında
‘ateşi ibadet etme ve ölünün yakılması’ da bulunan Mazdeizm’in de bu
dinin güçlü olduğu dönemlerde bazı Türk kavimlerince benimsendiği
görülmektedir. Kırgızların yurdu olan Altaylar’ın kuzeyi ile Yenisey
bölgesinde Mazdeizm’in izlerine rastlanmaktadır. Ve yine bu türden
inanışların Göktürkler arasında da izleri görülür.

Emeviler’in yıkılıp Abbasilerin iş başına gelmesine büyük etken,


Horasan’da başlattığı isyanla Ebu Müslim Horasani olmuştur. Abbasiler
önceleri minnet duydukları Ebu Müslim’in daha sonra korkulacak güce
ermesi üzerine kendisini 755’de zehirleyerek öldürmüşlerdir. Bu siyasi
cinayet 8 ve 9 yy boyunca Abbasi devletini uğraştıran kanlı isyanlara neden
olmuştur. Bu isyanlara en büyük katılımın Zerdüşt ve Mazdeist din
anlayışını kabul eden Türkler olduğu görülmektedir. Literatürler, o yıllarda
Horasan’da devlete karşı başlatılana Zerdüşt kökenli isyana 300 bin Oğuz
Türkünün katıldığını dile getirmektedir. Tüm bu bilgiler, 8-9 yy.
Maveraünnehir’den Azerbaycan’a değin geniş bir bölgede yaşayan Oğuzlar,
Dokuzoğuzlar, Halaçlar, Karluklar ve benzer Türk halkının ne ölçüde
Zerdüşt ve Mandeizm’in din etkisi altında olduğunu göstermeye yeterlidir.

*Hıristiyanlık:
İslamiyet öncesinde Türkler arasında yayılan bir din de Hıristiyanlık
olmuştur. Budizm, Maniheizm, Zerdüştlük ve Mazdeizm gibi güçlü olmasa
da Türk topluluklarının bazılarında Hıristiyanlığın kabul gördüğü
bilinmektedir.

8.yüzyılda Bizans’tan kovulan İstanbul Patriği Nestorius’un taraftarlarından


oluşan Nesturi Hıristiyanları Uygurlar’ı etkilemiştir. Bazı Budist ve
Maniheist Türk grupları Hıristiyan olmuşlardır. Bu geçişte başı çekenin
780’de Uygur tahtında oturan Alp Kutluk Bilge Kağan (Tarkan) olduğu ileri
sürülmektedir. Karluk Türkleri’nden kalan Hıristiyan kilise ve mezar
kalıntıları, bunların da Hıristiyanlığı kabullendiklerini ortaya koymaktadır.
Bunların yanısıra bazı Oğuz boyları, Çiğiller, Kırım ve Kafkas bölgelerinde
yaşayan Hazar Türklerinin de Hıristiyan olduklarından söz eden kaynaklar
vardır.

Ancak Türklerin Hıristiyanlıklarında ciddi olarak ele alınabilecek asıl bölge


Doğu Avrupa ve Balkanlar’dır. Buralara yerleşen Peçenekler, Oğuz ve
Kuman Türkleri’nin Hıristiyanlıkları tartışma götürmez bir biçimde nettir.
*Yahudilik:
Türk devletleri arasında Yahudiliği resmi din olarak kabul eden yalnızca
Hazar Türk Devleti olmuştur. Volga boylarında Hun devletine tabi olarak
yaşayan Hazar Türkleri, daha sonra Kuzey Kafkasya’yı işgal ederek büyük
ve bağımsız bir devlet kurmuşlardır. Gerek Bizans Hıristiyanları, gerek
Abbasi İslam devletinde Arapların dini baskılarına uğrayan Musevi
topluluklar ve özellikle Musevi din adamları, hoşgörülü oldukları anlaşılan
Hazar devletine sığınmışlardır. 8.yy’da Musevi din adamlarının istilasına
uğrayan Hazar Türk Devleti, özellikle saray, eski inançlarını bırakarak
Museviliği seçti.

Doğu Avrupa Musevilerinin, 9 ve 10’uncu yy’larda Hazar’ın Kuzeyinden


kitleler halinde göç eden Türkler oldukları, Musevi inancında kayıp olarak
bilinen ’13. Kabile’nin Hazar Türkleri’nin Musevi olan ve Avrupa’ya göç
eden torunları olduğu, Hitler yönetiminin Yahudi oldukları için göçe
zorladığı ve öldürttüğü Doğu Avrupa Yahudilerinin gerçekte Hazar
Türkleri olduğu da ileri sürülen tarihi gerçekler arasında yer alır.

*Sonuç:
Yukarıda özet olarak ele alındığında görüldüğü gibi, Türkler; tarihi veriler
ışığında coğrafi, sosyal, siyasal ve ekonomik koşulların belirlediği
kendilerine özgü bir din anlayışı sergilemişlerdir. Ancak ciddi biçimde
dikkat çeken en belirgin özellik Şamanizm’in özelliklerini de benimsedikleri
tüm dini inançlara taşımış olmalarıdır. İslam inancının yaygın bir biçimde
kabul görmesinden sonrası da araştırıldığında, derinliklerde Şamanizm’in
tüm izleri ve belirgin etkileri kendiliğinden su yüzüne çıkmaktadır.

Konumuz olan Alevilik tüm bu veriler ışığında değerlendirilmelidir. Aksi


halde çok büyük yanılgılara sürüklenilmesi ve yanlış kanaate saplanılması
kaçınılmazdır.
BÖLÜM:II

2/1). ALEVİLİĞİN TARİHİ


VE TEMEL İNANÇLARI

Ali’nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle Kerbela olayı, Hüseyin’in


öldürülmesi, Alevi topluluğunun siyasi bir görüş çevresinde toplanmasına
neden olmuştur. Şiilik (Şia) adını alan ve daha çok İran’da gelişen Alevi
mezhebinin özünü bu olaylar zinciridir.

İslam dinin doğuşu karşısında eski dinlerinin zamanla sarsılacağını, İslam


ordularının istilaları sonucu bağımsızlıklarını yitireceklerini anlayan
İranlılar; İslam’ın içinde doğan ve gelişen bu görüşü eski din ve siyaset
anlayışlarıyla kaynaştırarak benimsediler. Ancak bu noktada gizli ve
karanlık kalan bir başka gerçek de Musevi hahamlarının İslam’ın doğuşu ve
gelişmesi karşısında Hz. Muhammed’in vefatının hemen sonrasında
harekete geçtikleri ve Halifelik seçimleri ile Halife cinayetlerinde örtülü bir
biçimde en etkin güçler olduklarıdır.

İranlıların İslam karşısında bağımsızlık ve inançlarını koruma yolu olarak


gördükleri Aleviliğin kollarından Caferiliği benimsemeleri, gerçekte Yahudi
Hahamların teorisyenliğinde geliştirilen Aleviliği benimsemişlerdir demek
hiç yanlış değildir. Alevi dedelerin kıyafetleri, sakal ve bıyık biçimleri ile
Musevi hahamların görünümleri arasındaki eş benzerlik, Aleviliğin
‘sır’ vermeme, kendinden olmayana kız verip almama kurallarının
Musevi inancıyla aynı olması, ‘Musevi olunmaz, Musevi doğulur’
prensibi ile ‘Alevi olunmaz, Alevi doğulur’ prensipleri, Musevilerin
‘ağlama duvarı’nda pişmanlıkla tövbe edişleri ile Alevilerin pişmanlıkla
vücutlarından kan çıkana değin kendilerine eziyet edişleri bunun en
belirgin ve çok özet kanıtlarıdır. Öne sürdüğümüz bu kanıtların tümüne
birden Alevi inancında Şia adı verilmektedir. Alevilik Şia adı altında
mezhepleştirilmeye çalışılmıştır. Ki, tüm İslam alemi Şia’yı bir mezhep
olarak kabullenmeyi reddetmektedir.
Şiilik, (Şia) inancına göre, Hint inançlarında ruhun bedenden bedene geçişi
vardır. Şia (Şiilik) Şamanizm, Hint Budist, Arap İslam ve Yahudi
inanışlarının izlerini taşıdığı bir gerçektir. Ancak bu gerçek görmezden
gelinmektedir.

XII. yy sonlarında doğan Alevilik, Sünniliğin ağır baskısı nedeniyle


yaygınlık kazanamamıştır. Ancak X, XI, XII, XIII, XV ve XVI yy.’da hızla
gelişmiştir. İran, Anadolu, Türkistan, Mısır, Yemen ve Irak’ta
yaygınlaşmıştır. Bu gelişim edebiyat alanında önemli eserlerin yazılmasına
neden olmuştur. Aleviliğin İran’dan sonra en geliştiği yer Anadolu
olmuştur. Ancak, Kürt, Arap, Arnavut ve ABD dünyasına değin geniş bir
alana yayılmıştır.

Alevilik inancına göre esas olan imamlıktır. İmamlık Allah’tan ve Hz.


Muhammed’den sonra gelen en önemli makamdır. İmamlık seçimle değil
Allah buyruğu ile ve Hz. Muhammed soyundan gelen birisine verilir.
Ali’nin imamlığı Tanrısal kabul edilir. İmamlık veraset ile sürdürülür.
İmamın bir başka özelliği de yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olmasıdır. Hz.
Ali, insan biçimine girdiği için ölümsüz kabul edilmektedir. Bunun içindir
ki, Allah’ı sevmek Ali’yi, Ali’yi sevmek Allah’ı sevmektir. Ali’yi sevmeyen
Allah’ı, Allah’ı sevmeyen Ali’yi sevmiyor demektir. Gerçek imamlar on
ikidir. İlk imam Ali, son imam onun torunu Mehdi’dir. Mehdi ölmemiştir,
sırlara karışmış, Allah’ın buyruğu ile günün birinde ortaya çıkıp görevine
başlayacak, insanları doğruya yönlendirecek, kötülüklere son verecektir.

İmam her türlü suçtan ve eksiklikten arınmıştır, suç işlemez, yanlış yapmaz,
masumdur. Bu nedenle imamın sözü Allah’ın sözüdür.

Aleviler, insanı tanrı ile bir sayar, arada ayrılık görmez, ruh göçüne
inanırlar, kıyamet ve ahirete inanmazlar. Sünni tüm mezhepleri reddederler.
İslam dinin gerekli gördüğü ibadetlerin hiçbirisini yerine getirmezler.
Maddenin ötesinde yaratıcı bir güce inanmazlar. Kadın-erkek ayırımı
yapmazlar.

*Bektaşilik:
Bektaşilik, 16. Yüzyıldan itibaren resmen tanınmış ilk gayri Sünni
(heterodoxe) bir tarikattır. Tarihsel kökeni 13. yy.’la değin uzanarak Babai
hareketlerine dayandırılmaktadır. Baba İlyas, 117’de kurulan Vefaiye
tarikatının Anadolu’daki şeyhidir. 13. yy.’la doğru Kalenderiye, Haydariye
ve Yeseviyye sentezi ile Babailik denilen gayrı resmi tarikat doğmuştur.

Hacı Bektaş Veli tarafından kurulan tarikatın ayin ve erkanı Balım Sultan
tarafından geliştirilmiş ve Batınilik çizgisine doğru kayma göstermiştir.
Balım Sultan’ın yerine geçen kardeşi Kalender Çelebi, Kanuni Sultan
Süleyman döneminde isyan tertiplediği için, yakalanarak öldürülmüş ve
tekke manevi nüfusunu bir dönem yitirmiştir. 1931’de, Atatürk’ün verdiği
kararla Türkiye Cumhuriyeti içindeki tüm tarikatların kapatılması ile
“Bektaşilik” illegal bir biçimde “lobi olarak” faaliyetlerini sürdürmüştür.
Günümüzde etkin baskı gruplarından birisi durumundadır.
İmam Cafer mezhebine mensubiyet iddia edilmesine karşın gerçekte Şiilik
ile Bektaşiliğin ilgisi yoktur. Bektaşiliği bir Şii tarikatı olarak kabul etmek
yerine, Bektaşilikte Şii etkilerinin varlığından söz etmek gerçekçi bir bakış
açısıdır. Bektaşilik içinde Şamanizm, Budizm ve İran dinlerinin kalıntılarına
dayalı ayinler “dört kapı/kırk makam” şeklinde dile getirilir. Bu etkilerin
yanısıra Musevi inanç, ibadet ve ideolojilerinin katı prensipleri de yer
almaktadır.

Hacı Bektaş Veli’nin ifadesi ile:


“Okunacak en büyük kitap insandır.”

Hacı Bektaş Veli adına kurulan, Balım Sultan’ın elinde düzenli bir kuruma
dönüşen Bektaşilik “Dört Kapı” İlkesine dayanır.
*Şeriat Kapası
*Tarikat Kapısı
*Hakikat kapısı
*Marifet kapısı

Bu noktada Yahudi Mason lobisinin bilinen yapısı dikkate alındığında


görülmektedir ki; Bektaşilik, son derece katı bir gizliliğin olduğu
Aleviliğin “lobi” faaliyetlerinin yürütüldüğü bir locadan başka bir şey
değildir.

Bektaşiler, ilk kapatıldıkları tarih olan 1826’dan günümüze ısrarla


kendilerini savuna gelmişlerdir.

Sultan II. Beyazıt, Talat Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Yahya Kemal, Eşref
(şair), Samih Rıfat, Hayri Ürgüplü, Akif Paşa, Celal Paşa, Kazım Karabekir
Paşa, Neyzen Tevfik, Muallim Naci, Dr. Refik Saydam, General Kurtcebe
Noyan, Ahmet Rasim gibi isimlerin Bektaşi oldukları bilinmektedir

2/2). ALEVİLİĞİN KOLLARI

Şiilik, Caferilik, Bektaşilik, Kızılbaşlık, Zeydiye, Muteviliye, İsmailiye,


isimleri altında anılan ve kuruculuğunu Hasan Sabbah’ın gerçekleşitirdiği
Batıniye (Haşhaşiler) adlı suikastçi/ihtilalci grup Alevilik inancının kolları
arasında yer alırlar. Aleviliğin Anadolu’da benimsenen kolları Bektaşilik ve
Kızılbaşlık adı ile anılır. Anadolu’da Aleviliğin edebiyatta Türk dilinin
kullanılması ile yaygınlık kazanmış olması, Türkmenlerin kazanılmasında
çok dikkat çekici bir yöntem uygulandığının kanıtı olarak karşımıza çıkar.
Bu amaçla hareket eden Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Hatayi’nin
Türkçe edebiyatı önemli örneklerdir.

Alevilerin büyük olarak tanıyıp andıkları yedi şair; Nesimi, Fuzuli, Hatayi,
Pir Sultan Abdal, kul Himmet, yemini, Virani’dir. Bunlardan Nesimi ve
Fuzuli dışındakiler tam Batınidirler. Bunların yanısıra aralarında kadın
şairler de vardır: Emine Mükerrem, Şaziye Şazi, Hürmüz Hanım, Şeref Bacı
gibi..

Yollarını bağımsız bir din ve İslamiyet’in esası sayan Aleviler, peygamber


Ali’nin on iki imam ve Hacı Bektaş Veli’yi yorumcu ve düşünürleri olarak
kabul ederler.
2/3). ALEVİ YERLEŞİM BÖLGELERİ

Türkiye coğrafyası üzerinde Alevilerin yerleşim bölgeleri şöyle


sıralanabilir: Kars, Erzurum, Erzincan, Tunceli, Sivas, Tokat, Amasya,
Çorum, Antalya ve Gaziantep..

Alevi Türk kesimi olduklarını iddia edenler daha çok Çorum, Amasya,
Tokat, Yozgat bölgelerinde yerleşmişlerdir. Bu bölge içinde yer alan
Aleviler Türkçe konuşurlar.

Manisa, Muğla, Aydın, Antalya, İzmir, Çorlu/Tekirdağ, İstanbul, Elazığ,


Bursa, Amasya, Kars, Bolu, Kırıkkale ve Ankara Alevilerin yoğun olarak
yerleştikleri kentler arasında yer alır.

Alevi Kürt kesimi ise, Sivas, Erzincan, Tunceli, Elazığ, Malatya, Maraş ve
çevresinde yaşamaktadırlar. Bu bölgelerde yerleşik olan Aleviler ise; Kürtçe
konuşmaktadırlar.

Dikkat çeken bazı önemli noktalar:


*Kars/Arpaçay-Yalınçayır-Çalkavur: Malakan adıyla tanınan bir grup
yaşamaktadır. Bunlar Rus Ortodoks gruptur. Ve Kars etnik açıdan
bakıldığında adeta bir akvaryumdur: “Tat” adıyla anılan Şia grubu,
kendilerinin Avar Türkleri soyundan olduklarını iddia eden “Lezgiler”,
Karapapaklar, Avşarlılar, Azeriler, Çerkesler ve Kürtler gibi.. Bir ilde bunca
değişik etnik kökenin bulunması Türkiye’nin ne denli çapraşık, iç içe ve
karmaşık bir etnik yapıya sahip olunduğunu ifade edebilmek açısından
önemlidir. Bir başka önemli noktanın da bunca etnik grubun yüzyıllardır hiç
araştırılmamış ve incelenmemiş olmasıdır. Bu hatalı durum Anadolu
toprakları üzerinde Türk halkının mutsuzluğunun da en önemli faktörü
olmuştur.

Alamut Köyü, Hasan Sabbahve Alevi İdealizmi:


*Aydın/Bozdoğan İlçesine bağlı “Alamut Köyü”nde Aleviler
yerleşmişlerdir ve “Alamut Alevileri” olarak anılmaktadırlar. Bu yapılanma
Alevilerin İsmaili mezhebinin içine de sızdıklarını ve ünlü Hasan Sabbah’ın
temsil ettiği gizli bir Şii İsmaili tarikatının yuvalandığı terör odağı olarak
efsaneleşen “Alamut Kalase”nde yer alan Alevilerin torunlarından
günümüze ulaştıkları gözlenmiştir. Bilindiği gibi Hasan Sabbah, özel yaşam
biçimleri nedeniyle iki oğlunu da öldürtmek zorunda kalmıştır. Sabbah’ın
oğullarının sapkınlığa sürüklenişi ise; Alamut Kalesi içinde yer alan
Alevilerin etkisi ile gerçekleşmiştir.
Konumuz içinde Aleviliğin gerçek çehresinin tanıtılabilmesine önemli bir
katkıda bulunacağı için yer verdiğimiz Alamut Köyü, daha önceleri bir Rum
köyü olarak bilinmektedir. Aleviliğin “Tahtacı” olarak anılan kolu,
günümüzden 600 yıl önce gelip bu Rum köyüne yerleşmişlerdir. Tahtacılar
olarak bilinen bu Alevi kolunun kurucusunun Durhasan Dede olduğu ve
Ceyhan’da gömülü olduğu söylenmektedir. Alevi Tahtacılar; Adana,
İzmir/Narlıdere’de Yanyatır Ocağı’na, Kırıkkale’de Hasan Dede Ocağı’na,
Aydın’da Emiroğulları Ocağı ve Malatya’da Seyyidler Ocağı’na bağlı
bulunmaktadırlar.

Alamutlular ser verip sır vermeyen kapalı bir cemaattir. Asla sırlarını
çözmek mümkün değildir. Bu nedenle çok yalan söylerler ve asla
güvenilmez bir portre çizerler. Borçlarına da sadık değillerdir. Köylerinde
cami olduğu halde Cuma günleri birkaç yaşlı dışında kimse gitmez. Her şeyi
öğrenmek isteler ama kendileri ile ilgili bilgi vermezler. Cem evlerine ve
törenlerine diğer Alevileri davet etmezler, tüm yaşamlarını büyük bir
gizlilik içinde sürdürürler.

*Türk Kültürü Diye Öne Sürülen Bektaşi Şiir Dünyası:


Bektaşi şiiri ve edebiyatı, Türk kültürü diye öne sürülür, Türkçe eserler ile
övünç duyulmakta ve Türk diline gösterilen özenden ötürü Anadolu’da Türk
dilinin gelişmesine ve yaşamasına katkıdan söz edilir. Gerçekte Babailik,
Ahilik, Abdallık, Hurufilik, Kızılbaşlık, Kalenderlik, Haydarilik
öğretilerinin birleştirilmesinden başka hiçbir şey değildir. Aynı şey
“destanlar” için de geçerliliğini korur. Ve bu kültür aydınlığa sürükleyici
olmaktan uzak, efsane, mitos ve masal özellikleri nedeniyle de “aydınlatıcı”
ve “gerçekçi” nitelikten yoksundur. Aşk, muhabbet, Allah-Muhammed-Ali
sonra da Al-i Âbâ’ya, Fazlı’nın ulûhiyyetine, harflerin gizli numaralarına,
Hacı Bektaş Veli’nin Muhammed ve Ali’den ayrı olmadığını anlatır. Burada
da Türk sanatı, kültürü ve folkloru diye açık bir yutturmaca ile Alevi
inancının korunması, yüceltilmesi sağlanmıştır. Bu kültür anlayışının
yaygınlaşması ve kabul görmesinin sağlanmasında ise; TRT en etkin
platform olarak kullanılmıştır.

2/4). ALEVİLER TÜRK MÜ,


KÜRT MÜ,
ETNİK BİR GRUP MU?

Alevilerin Türk oldukları iddia edilirken, Kürt oldukları görüşü de öne


sürülmektedir. Sosyal bilimci İsmail Beşikçi’nin Alevileri Türk ve Kürt
olarak ikiye ayırıyor olması ve bu çerçevede Doğu Anadolu Alevilerini
etnik olarak Kürt olarak tanımlaması gerçekçi değildir. Çünkü, Doğu
Anadolu’da yaşayan Kürtler arasında Aleviler olduğu gibi; Sünni ve Şafi
olanlar da bulunmaktadır.

Tunceli’li Zaza Kürtler, Cem ayinlerinde deyişlerini Türkçe


söylemektedirler.

Aleviler, ısrarla Türkmen olduklarını tarihsel süreç içinde örnekler vererek


netleştirmeye çalışmaktadırlar, doğrudur da. Kökenleri Hazar Türkleri’ne
dayanmaktadır. Ancak önemle gizledikleri gerçek, 8, yüzyıldan itibaren
Musevi inancını kabullendikleridir. Musevi inancı ise; diğer tüm dinlerden
farklı bir özellik gösterir: Musevilik yalnızca bir din değil, aynı zamanda da
tarihin en eski siyasal ideolojisidir. Bu nedenle 8. Yüzyıldan günümüze
Museviliği hizmet eden ve Türklüğünü yitirerek değişime uğrayan bu
topluluğun Türk oldukları kabul edilemez. Kaldı ki Yahudiler de kendi
içlerinde bu grubu, “kaybolan 13. Kabile” olarak tanımlamaktadırlar.

Anadolu topraklarının 10 bin yıllık bir medeniyet tarihi vardır ki, bunu
taraflı ve amaçlı dahi olmuş olsalar hiçbir bilim adamı inkar edemez.
Türkler Anadolu’ya 1071’de gelmişlerdir ve bu topraklar üzerinde bin yıllık
bir geçmişe sahiptirler. Anadolu’nun tarih ve farklı medeniyetler topluluğu
olduğu gerçeği yadsınamaz.

Ancak Alevilik inanışı daha çok Kürtler arasında görülür demek yanlış bir
değerlendirme olmaz, etnik bakımdan Türk olan nüfus arasında ise
Bektaşilik yaygınlaşıp gelişmiştir. Alevilik ile Bektaşilik arasındaki bağ ve
mekanizmanın işleyişine ise; yukarıdaki bölümde değinilmiş ve Yahudilerin
Masonik örgütlenişleri örnek alınarak yapılandırıldığı vurgulanmıştır.

Anadolu toprakları üzerinde bin yıldır yaşayan kültür işte böylesine


birbirine geçmiş, kaynaşmış ve girift bir mozaiktir. Bu mozaik içinde
etnik/kültürel/dil/inanış farklılıkları vardır. Ancak, hepsi de birbirine akraba
olmuşlardır. Bu akrabalık günümüz dünyasında giderek daha da gelişip dal
budak salmıştır.

Ne yazık ki, bu akrabalık gerçeğinden yola çıkılarak Ulusal Devlet yapısına


sahip Türkiye Cumhuriyeti parçalanmak istenmektedir. Bu parçalanmanın
önündeki tek engel ise Kemalizm’dir. Bu nedenle Kemalizm’in devrini
doldurduğu ve çağın gerçeklerine yeterlilik gösteremediği inancı yayılmaya
çalışılmaktadır.

2/5). SİYASAL VE SOSYAL


YAŞAMDA ALEVİLER

Yakın geçmişe değin Aleviler Sosyal Demokrat veya Sosyalist siyasal parti,
grup ve kişileri desteklemiştir. CHP’nin ve TİP’nin önemli, Türkiye Birlik
Partisi’nin tek oy kaynağı Aleviler olmuştur. Günümüzde de TİP’nin en
önemli tabanı Alevi kitledir.

1950 öncesi Anadolu’da birçok kent ve kasabada bakkal dükkanı bile


olmayan Aleviler, bugün büyük kentlerde şirket ve holding sahibidirler.
İthalat-ihracat alanında söz sahibidirler. 1950’li yıllarda çorap fabrikaları
Bulgarlar’ındı, günümüzde ise Yahudi vatandaşlarımızın! Konuya bu açıdan
bakıldığında yakın bir geçmişte dağların zirvelerine kurulu yolu bile
olmayan köylerde yaşayan Alevilerin kısa süre içinde ne denli gelişim
gösterdikleri kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun en önemli etkeni
Alevi ailelerin çocuklarına mutlaka yüksek tahsil yaptırmalarıdır. Aynı
zorunlu gelenek Yahudiler’de de vardır. Türkiye’ye sığınan Yahudiler
günümüzde ülkenin refahından en büyük payı alan kesimdir. Yahudilerin
zengişleşmesinin hemen ardından Alevi topluluğunun zenginleşmesi ve
ekonomide söz sahibi olmayı başarmaları dikkat çekicidir. Aleviler, dağların
zirvesinden büyük kentlere indiklerinde servet sahibi değillerdi, Avrupa
zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınan Yahudiler ise; ancak canlarını
kurtarabilmiş, son derece yoksul insanlardı.

Özetle: Anadolu’nun bereketli ve zengin toprakları ile merhametli, cömert,


mert, hoşgörülü Türk insanı; Alevileri ve Yahudileri dünyanın en mutlu
insanları yapma başarısını göstermiştir (!) Öte yandan kendi insanını ‘özgür-
zengin-onurlu’ bir yaşamdan kopartıp ‘kör karanlık kölelik zindanına’
atıvermiştir. Bu nedenle de tüm dünya insanlığı tarafından tarihin en asil
büyük Türk Ulusuna ‘aptal’ tanımlaması yakıştırılır olmuştur. Tarihte
kentlerin anahtarlarının gümüş tepsilerde ikram edildiği büyük Türk
Ulusuna bugün tüm dünya ülkeleri ‘vize’ uygulamaktadır.

Türkiye’nin yönetim kadroları, Alevilik-Bektaşilik, Tarikatlar, Etnik,


Kültürel Özgürlükler üzerine ilk okula yeni başlayan çocuklar gibi ‘ders’
çalışmak zorundadır. Bu tarihsel sorumluluk ve halka olan borçtur.

2/5). HALK MAHKEMELERİ (!)

Türkiye bir sabah aniden “Halk Mahkemeleri” diye bir sözcük ve tanımlama
ile tanıştı. O sabah terör tohumlarının ekildiği günlerin sabahıydı. Şimdi
Alevi ve Bektaşi geleneğini anlatan bir kitabın satırlarını dikkatle okuyalım:
“..Bu Cemler aynı zamanda o toplum için bir dini eğitim ve öğretim
kurumu işlevini görür. Hatta bunlar, suç işleyenlerin yargılandığı bir
tür halk mahkemesi işlevini üstlenirler.”

Türkiye’de terör olgusu ile başlayan ve su yüzüne çıkan cinayetlerin bir


bölümü, ‘Halk Mahkemeleri’ kararları ile gerçekleşmiş olması önemli bir
noktadır.
Türk sanayi hareketi içinde, sosyal güvence bağlamında son derece gerekli
ve yararlı ‘Sendikal’ faaliyetler Alevilerce kurulmuş, geliştirilmiş ve
yönlendirilmiştir. Ancak bu yararlı çabalar, Türk işçisi ve emek insanını
mutlu etmemiş, terör ve toplumsal huzursuzluğa sürüklemiştir.
Üniversitelerde öğrenciler, Alevi gençler tarafından yönlendirilerek
etkilenmiştir. Türkiye’de ‘aydınlanma’ adı ve örtüsü altında tezgahlanan
tüm entrikaların iplerini ellerinde tutanlar her nedense Aleviler olmuştur.

Yukarıda dile getirilerek dikkat çekilmek istenen konuların hiçbirisinin


‘inanç/din/kültür’ ile ilgili olduğu söylenemez.

2/6). DİN Mİ, MEZHEP Mİ, TARİKAT MI?

TÜRK-İSLÂM DÜNYASINDA MASONİK TUZAK

Alevilik, kendi taraflarının görüşlerine göre “bağımsız (!)” bir dindir. Ancak
gerçek ve objektif değerlendirildiğinde din değildir, mezhep olarak kabul
edilmesi ise olanaksızdır. Fakat, İslam ülkelerinde bir inanç yolu olarak
seçildiği inkar edilemez.

Bektaşilik ise, Hacı Bektaş Veli tarafından kurulmuş bir tarikattır.


Anadolu’da her Bektaşi Alevi’dir, ama her Bektaşi Alevi değildir. Hz. Ali
sevgisi her ikisinde de güçlüdür. Ancak Bektaşi tarikatına giren herkes
Bektaşi olabilir. Bektaşilik, genel prensiplerini ve yolunu kabul edip buna
göre yaşayan herkes Bektaşi sayılır. Ancak bir kimsenin Alevi olabilmesi
için ana ve babasının da Alevi olması zorunludur. Kesin bir ifade ile
Alevilik, ‘inanca’ değil; ‘soy’a bağlıdır.

İşte bu noktada Yahudi Mason locasına girmenin mümkün olduğu, ama


Musevi olunamayacağı katı prensibinin İslam dünyasında ‘isim değiştirerek’
nasıl yer aldığı gerçeği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Yahudilik,
‘inanca’ değil; ‘soy’a bağlıdır.

Yahudi’nin tarihsel olarak millet olma özelliği vardır, ama Alevilik millet
değildir. Buna karşın, soya bağlı olması üzerinde önemle durulması gereken
bir husustur.

Alevilerde kendilerinden olmayan kız almak yoktur, alan ‘düşkün’ olur,


yani yoldan çıkmış sayılır. Böyle birinin düşkünlükten kurtulması, o kadının
yola alınmasıyla mümkündür ve bu da pek güçtür.

Timur diyor ki;


“Hangi memlekette dinden dönme, saygısızlık, ahlaksızlık gibi olaylar
çoğalırsa, halkın birliği bozulursa, askerleri başka mesleklere girmeye
çalışırsa; o memleketin yok olması yaklaşmıştır.”
Bu gerçeği Timur’dan önce keşfeden ise; Musevi Hahamlar olmuştur.

2/6). ALEVİ BİLDİRGESİ

Mayıs 1990’da, günlük bir gazetede “Alevilik” konusu geniş bir biçimde
işlenmiş ve aşağıda aynen yer verdiğimiz bir bildiri ile de desteklendiği
kamuoyuna duyurulmuştur. Bu bildirgeye imza koyanların isimleri şunlardı:
Gazeteci ve Yazarlar: Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Ataol Behramoğlu, İlhan
Selçuk, Rıza Zelyut, İlhami Soysal, Emil Galip Sandalcı, Seyfettin Turhan,
Süleyman Yağız.. Profesörler: Berker Yaman, Kıvanç Ertop, Çetin Yetkin
Araştırmacı: Atilla Özkırımlı Sanatçılar: Zülfü Livanelli, Tarık Akan..
Avukatlar: Muharrem Naci Orhan ve Cemal Özbey..

“Bu bildirge, Müslümanlığın Türkiye’de yaşayan bir kolu olan Aleviliğin


sorunlarını duyurmayı ve Alevilerin bazı isteklerini kamuoyuna yansıtmayı
amaçlıyor.

Aleviler başka inançlara, ‘doğru, güzel, kutsal’ gözüyle bakarlar. Ama kendi
inanç ve kültürleri için de aynı olumlu duygu ve yaklaşımı beklerler. Alevi
öğretisinin tanınması, Türkiye için barış ve zenginlik kaynağı olacaktır.

GERÇEKLER

Türkiye’de 20 milyon Alevi yaşıyor.

60 milyona ulaşan Türkiye nüfusunun yaklaşık 20 milyonu Alevi yoluna


mensup Müslümanlar oluşturuyor.

Alevilik de Sünnilik gibi İslam inancının bir koludur. Sünnilik kadar eskidir.
Türkiye’de dinsel, siyasal, kültürel, sosyal yönleriyle Alevilik, halkın bir
bölümünün yaşama biçimidir. Kültür ve inanç olarak halen varlığını
sürdürmektedir.

Ana kaynak İslamiyet olmakla beraber, Sünni İslam ve Alevi İslam arasında
hem öğretide hem de pratik yaşamda belirli farklar vardır.

Sünni halkımız Alevilik hakkında hiçbir şey bilmiyor.

Ülkemizdeki çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanlar, Alevilik hakkında


hemen hemen hiçbir şey bilmiyorlar. Bu kesimin, Alevilik hakkındaki
görüşleri, tamamen olumsuz önyargılardan, söylentilerden doğan
yakıştırmalardan oluşuyor.

Geçmişte şeriatçı Osmanlı Devleti zamanında Alevilere karşı yaratılan


iftiralar, bugün de bazı insanlar tarafından gerçek gibi kabul ediliyor.
Osmanlı zihniyetini bu çağda yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur.
Diyanet İşleri, İslam’ın sadece Sünni kolunu temsil ediyor.

Türkiye’de çoğunluğu oluşturan Sünni İslam, Türkiye Cumhuriyeti’nde


Dinayet İşleri Başkanlığı aracılığıyla resmen temsil ediliyor. Devlet
okullarında din ve ahlak eğitimi ile camilerde imamlar vasıtasıyla Sünni
İslam yaşıyor ve yaşatılıyor.

Alevi varlığı yok sayılıyor.

Buna karşın, 20 milyonluk Alevi kitlesi resmen yok sayılıyor, görmezlikten


geliniyor.

Bunun en canlı kanıtı, devlet yetkililerinin yaptıkları açıklamalarda,


Türkiye’nin tümünü ‘Sünni’ göstermeye çalışmaları, ‘Biz Sünniyiz’
demeleridir. Halbuki Türkiye nüfusunun yaklaşık 3’te 1’i Alevidir.

Alevilere karşı olanlarla birtakım yarı aydınlar da, ‘Alevilik öldü!’ diyerek
Osmanlıcı tavırdan yana çıkıyorlar. Alevi geçinen bazı okumuşlar da
kraldan daha fazla kralcı kesilerek bu görüşlere destek veriyor.

Kimileri de Alevilik kültürünün canlandırılmasını ‘gericilik’ olarak görüyor.


Bunlar Aleviliği yok sayma tavırlarıdır. Unutulmamalı ki, Alevilik yok
olursa, meydan Osmanlı kafalara kalacaktır.

Türkiye’de Hıristiyanların, Yahudilerin, Süryanilerin bile kendilerine ait


ibadethaneleri olduğu halde Aleviler bundan yoksun bırakılmıştır. Bugün
Alevi kültürünü yaşatacak hiçbir kurum bulunmamaktadır.

İnanç ve anlatım özgürlüğü bir insanlık hakkıdır.

İnsan Hakları Bildirgesi’nin 9. Maddesi ve Türkiye Cumhuriyeti 1982


Anayasası’nın 24. Maddesi, herkese ‘Vicdan, dini inanç ve kanaat
özgürlüğü’ garantisi veriyor. Ülkemizde, cumhuriyetin kurulması ile birlikte
Alevilere yönelik resmi devlet baskısı sona ermişse de eskiden gelen sosyal,
psikolojik ve siyasal baskı varlığını sürdürmektedir. Aleviler, bu baskılar
yüzünden, ‘vidan, dini inanç ve kanaat’ özgürlüğünü kullanamıyorlar.
Aleviler, halen Aleviliklerini gizlemek zorunda kalıyorlar.

Aleviler Atatürk devrimlerini hep desteklediler.

Cumhuriyeti yaratan temel güçlerden birisi de Alevi kitledir. Aleviler, her


zaman Atatürk’ün ve onun devrimlerinin yanında olmuşlardır. Fakat
sıkıntıları, Cumhuriyet döneminde de bitmemiştir. Alevi kitle Türkiye’nin
modern, demokratik, özgürlükleri tam bir ülke olmasını temel hedef alır.
Türkiye’ye gerçek anlamda sahip çıkar.
İSTEKLER:

Aleviler üzerinde baskı olduğu kabul edilmelidir.

Bugün Türkiye’deki 20 milyon Alevi kitle üzerinde Osmanlı’dan gelen ve


halen sosyal, kültürel ve psikolojik ağırlıklı olarak süren ağır bir baskı
vardır. Bu baskının adını, açık yüreklilikle koymanın zamanı gelmiştir.

Aleviler, çekinmeden ‘Ben Aleviyim’ diyebilmelidir.

Alevi kitle bugün bile Alevi olmaktan korku duymaktadır. Buna gerek
yoktur.

Bu kesimden insanlar, gerektiğinde, açıkça ‘Aleviyim’ diyebilmelidirler. Bu


onların doğal insanlık haklarından birisidir.

Sünni aileler, Alevilik hakkındaki düşüncelerini değiştirmelidir.

Türkiye’nin gerçek bir huzur toplumu olabilmesi için Sünni ve Alevi


kitlenin, birbirleri hakkında iyi düşünceler beslemesi gerekir. Aleviler
hakkında görmediği şeyleri söyleyerek iftira etme olayına, Sünni aileler izin
vermemelidir. Kafalara yerleşmiş olan olumsuz düşünceler atılmalıdır. Her
inanç, her kültür diğerlerine saygı duyarak yaşamalı, yaşatılmalıdır.
Avrupa’daki Protestan ve Katolik mezhebinden aileler, bugün yanyana
dostça, gül gibi yaşayıp gidiyorlar. Türkiye için de aynı samimi birliktelik
mümkündür.

Aydınlar, Alevi varlığını, insan hakları bağlamında savunmalıdırlar.

Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de insan haklarını savunmak ve korumak,


devletten önce aydınlara düşmektedir. Aydınlar kendi sorunlarının dışındaki
toplumsal sorunlarla ilgilenen toplumun seçkin elemanlarıdırlar. Bu
nedenle, onlar, Alevi varlığına dikkat çekmek ve Alevilere yapılan baskılara
karşı tavır almak zorundadırlar. Bugün ülkemizde önemli insan hakları ve
demokratik sorunlar bulunduğu gerçektir. Bunların en önemlilerinden birisi
de Alevilerin durumudur.

Alevilerin sorunlarını duyurmada önderlik aydınlara, demokrasiyi isteyen


politikacılara, işadamlarına ve serbest meslek sahiplerine düşmektedir.

Politik veya maddi çıkar yüzünden Aleviliğini gizleyenlerin de bu tavırlarını


bırakmaları gerekir. Aydınların yanısıra, belli bir yere gelmiş Alevilerin bu
konuda tavır alması zorunludur. Bu sorumluluğu başkalarına yıkmaya
kalkışmak da yanlıştır.
Her insanın kendi kimliğini açıkça söyleyebilmesi, insanlık hakkıdır. Bu
kimliğin ‘mezhepçilik’ veya ‘şovenistlik’ ile damgalanması, temel insanlık
hakkına saygı duymamaktır.

Türk basını, yayınlarında Alevi kültürüne yer vermelidir.

Bugün, Türk toplumunun en seçkin, en demokratik, en laik kafalı insanları,


emekçisinden patronuna, basın sektöründe yoğunlaşmıştır.

Buna karşın basınımızda, 20 milyonluk Alevi kitleyle ilgili bilgiye veya


habere az rastlanıyor. Alevi kültürünün tanıtılmasına basınımız daha geniş
olanaklar sağlamalıdır. İnanıyoruz ki, Aleviler üzerindeki baskının
kalkması, Türkiye’yi daha demokratik bir yapıya kavuşturacaktır. Bugün
basınımızın sorunları ile Alevilerin sorunları birbirine çok yakındır.

TRT, Alevi varlığını da dikkate almalıdır.

Türkiye Radyo Televizyon istasyonları Alevi kitlenin varlığından habersiz


gibi görünüyorlar. Radyo ve televizyonda Alevi kültürü de yer almalıdır.
Alevi büyükleri, Alevilerin kutsal günleri, şiiri, müziği, folkloru
tanıtılmalıdır.

Diyanet İşleri’nde Aleviler de temsil edilmelidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı (devlet) 20 milyonluk Alevi kitlesini görmezlikten


geliyor. Diyanet, Alevi öğretisini, resmen tanımalı ve bu öğretinin
temsilcilerine kendi bünyesinde görevler vermelidir.

Bu ülkede, 20 milyonluk Alevi kitle de devlete vergi veriyor. Tahminen üçte


birisi Alevilerden alınan devlet bütçesinden Diyanet İşleri’ne her yıl
yüzlerce milyar para aktarılıyor. Laik bir ülkede, Diyanet İşleri’ne para
verilmesi yanlıştır. Eğer devlet, Diyanet’e para veriyorsa, Alevi kesime de
nüfusu oranında para aktarmalıdır. Bu para da Alevi kültürünün yaşatılması
ve canlandırılması için harcanmalıdır.

Alevi köylerine cami yapılmaktan vazgeçilmelidir.

Diyanet İşleri, son yıllarda, Alevi köylerine cami yapmak, imam göndermek
gibi etkisiz bir baskı yöntemi daha geliştirdi. Kendi varlığından başkasına
tahammül edemeyen zihniyetin bu uygulamasına, devletin alet edilmemesini
bekliyoruz. Bu uygulamalar derhal durdurulmalıdır. Aleviler köylerine cami
değil okul ve cem evi (kültür evi) istiyorlar..

Din ve ahlak derslerinde Alevi öğretisi de yer almalıdır.

Okullarda, din ve ahlak eğitiminin zorunlu hale getirilmesi sonucu, Alevi


kökenli öğrenciler, kendi öğretilerini değil, Sünni öğretiyi öğrenmektedirler.
Bu yetmiyormuş gibi okullarda Alevilik her fırsatta kötülenerek genç
yürekler yaralanmakta, beyinlere düşmanlık tohumları ekilmektedir. Milli
Eğitim Bakanlığı’nın buna mutlaka engel olmasını bekliyoruz.
Bu durum, din ve vicdan hürriyeti ilkelerine uymadığı gibi, toplumsal barışı
da zedelemektedir. Bunu engellemek için okullarda, isteyen Alevi
öğrenciye, Aleviliği öğrenme olanakları yaratılmaktadır. Bunun için din ve
ahlak derslerine Aleviliği tanıtıcı bilgiler eklenmelidir.
Hükümetlerin, Alevilere bakış açısı değiştirilmelidir.

Alevilere yönelik olumsuz şartlanmalar, iş başına gelen hükümet üyelerini


de etkilemektedir. Bunlar, Aleviliği görmezlikten geliyor, yok sayıyorlar.
Bakanlar ve milletvekilleri ‘Alevi’ sözünü ağızlarına almaya korkuyorlar.

Bizim gibi çok kültürlü toplumlarda; hükümetler, bütün inançlara saygı


duyacak bir politika izlemek zorundadırlar. Diyanet İşleri’nin; Milli Eğitim
Bakanlığı’nın bu açıdan yeni baştan düzenlenmesi, hükümetlerin önünde
çok önemli bir görev olarak durmaktadır.

Aleviler, laik devletin güvencesidir.

Alevilik bütün Ortaçağların sevgi ve sohbete dayalı tek canlı kültürü olarak
bugüne dek geldi.

Aleviler, kültürleri gereği, hoşgörülü, bilime saygılı, ilerlemeye açık bir


toplumdur. Bağnaz düşünceye karşıdırlar. Laik devletin, şeriat devleti
kurma çabalarına karşı korunması için bugün Alevi varlığı bir güvencedir.
Devlet, bu güvenceyi eritmeyi değil, kuvvetlendirmeyi düşünmelidir.
Demokratik, laik çoğulcu güçler, Alevi varlığının netleşmesi için çaba
göstermelidir.

Dedelik kurumu, çağdaş anlamda yeniden yapılandırılmalıdır.

Dedeler yüzyıllarca Alevi kesiminin hem öğretmenleri, hem din görevlileri,


hem yargıçları olarak çalıştılar.

Bu insanlar; Alevi kültürünü kuşaktan kuşağa aktardılar.

Zamanımızda, camilerden ve okullardan yetişen yüz binlerce imam, ülkenin


her tarafından maaşlı olarak çalıştırılırken dedelik, Aleviliğin baskı altında
tutulması sonucu, sıkıntı içindedir. Dedelere kendilerini geliştirme ve
yetiştirme olanakları sağlanmalıdır. Alevi kültürünün yaşatılmasında
kendisini yenilemiş, çağdaş kafalı aydın dedelerden yararlanılabilir.

Yurtdışındaki Aleviler için acil programlar şarttır.

Bugün yalnız Federal Almanya’da 350 binle 400 bin arasında Alevi
işçimizin bulunduğu sanılıyor. Yurtdışındaki Alevi işçiler; çocuklarına
kendi kültürlerini vermek için yoğun istek duyuyorlar. Fakat onlara Sünni
programlardan başka seçenek verilmiyor. Bu da kabul görmüyor. Böylece
yeni yetişen gençler; kültür boşluğuna itiliyor. Yurtdışındaki Aleviler için
Alevi kültürünü tanıtıcı programlar; Alevi çocukları için de bu konuda
dersler şarttır. Devlet bu işçiler için, din adamı yollarken Alevilik gerçeğini
göz önünde tutmalıdır. Türkiye’de olduğu gibi yurtdışındaki Alevilere de
imamlar aracılığıyla din hizmeti sunmak mümkün değildir. Bu gerçek artık
kabul edilmeli ve aydın Alevi dedelerden yararlanılmalıdır.

Alevilik ile bugünkü İran Şiiliği’nin ilgisi yoktur.

Alevilere karşı tavır içinde olanlar, geleneksel iftiralarını sürdürerek,


Türkiye Aleviliği ile İran’daki molla düşüncesini aynı paralelde göstermeye
çalışıyorlar. Bu yanlıştır. Gerek felsefede, gerek uygulamada Anadolu
Aleviliği ile bugünkü İran Şiiliğinin bir benzerliği yoktur. Aleviliğin temeli;
hoşgörü, insan sevgisi, canlıya saygı, zorbalığa karşı olmaktır. Aleviler;
bağnaz güçlerin değil, demokratik kitlelerin yanındadırlar. Bu geçmişte de
günümüzde de böyle olmuştur...

SONUÇ:

Türkiye, tek değil, birçok kültürün bulunduğu bir toplumdur. Bu durum da


ülkemiz için zenginliktir. Değişik kültürlerin kendilerini açık açık ortaya
koyması, insanları bireysel planda demokratik, hoşgörülü, insancıl bir
kimliğe sokar. Bu da tüm insanlığın arzuladığı bir hedeftir.

Temeli insan sevgisi ve barış olan Alevi kültürü bugün hiç desteklenmiyor.
Hükümetlerin, bu insan kültürünü koruması; yaşatması için aydınlarla
işbirliğine girmesi şarttır. Siyasetçiler tarafından dile getirilen, ‘inançlar ve
fikirler üzerindeki baskıların kaldırılması gerektiği’ yolundaki açıklamaların
sözde kalmamasını diliyoruz. Bu konuda demokrat aydınlar olarak, tüm
Türk halkından destek bekliyoruz...”

2/7). ALEVİ BİLDİRGESİNE


KARŞI GÖRÜŞLER

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Said Yazıcıoğlu’nun yanıtı:

“Şunu ifade etmek gerekir ki, ülkemizde Sünniler ile Aleviler arasında dini
manada herhangi bir farklılık söz konusu değildir. Bazı mahalli örf ve
inanışlarla teferruatta dair meseleler dışında, bu iki grup arasında temel dini
konularla ilgili ciddi herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.

Bilindiği üzere, yurdumuzda itikadi mezhep yönünden genellikle ehl-i


sünnet görüşüne bağlı ‘Sünni’ yurttaşlar ile ‘Şia’nın bir kolu sayılan ‘Alevi’
yurttaşlar bulunmaktadır. Diğer din ve mezhep mensuplarının sayısı azdır.
Alevilik, müstakil bir mezhep olmayıp, Şia’nın (Şiiliğin) bir koludur. Şia ile
Sünniler arasındaki en önemli görüş ayrılığı ise, ‘imamet’ yani Hz.
Peygamber (S.A.)’nın vefatından sonra kimin devlet başkanı olması
gerektiği konusudur.

Esasen İslam anlayışına göre Kur’an-ı Kerim’in son ilahi kitap, Hz.
Muhammed’in son peygamber olduğuna ve onun insanlığa tebliğ ve
hayatında tatbik ettiği dini hükümlerin doğru ve gerçek olduğunu kabul
eden ve ‘Müslümanım’ diyen herkes, dinin kesin hükümlerinden birini inkar
gibi din sınırından çıkmayı gerektiren bir duruma düşmedikçe, hatta bazı
yanlış inanç ve davranışları bile olsa, hangi mezhebe mensup olursa olsun,
kendisine ister Sünni ister Alevi densin, Müslümandır. O halde bu iki grubu
birbirinden ayrı, hatta birbirine karşı iki dini zümre olarak değerlendirmek
gerçeklere tamamen aykırıdır.

Doğulusu, batılısı, Alevisi, Sünnisiyle bu ülkenin yurttaşları asırlarca


sevinçlerini ve kederlerini birlikte paylaşmışlar, karşılıklı barış, güven, sevgi
ve kardeşlik duyguları içinde yaşayagelmişlerdir. Günümüzde artık, dini
esaslara dayalı devlet başkanlığı demek olan imametten söz
edilemeyeceğine göre, asırlarca önce cereyan etmiş ve tarihe mal olmuş olan
olayları (Emevi-Haşimi, Ali ve Muaviye kavgalarını) gündemde tutmakta
hiçbir yarar bulunmamaktadır.

Diyanet İşleri Başkanlığı Türkiye’de belirli bir mezhebe mensup yurttaşların


dini ihtiyaçlarını karşılamak maksadı ile değil, ister Sünni ister Alevi olsun,
bütün Müslümanlara din hizmeti sunmak üzere kurulmuştur. İslam dininin
itikad, ibadet ve ahlak ile ilgili temel esasları bellidir. Hangi mezhepten
olursa olsun, bütün Müslümanların son ilahi kitap olarak tanıdığı Kuran-ı
Kerim ortadadır. Kuran hükümleri doğrultusunda toplumu din konusunda
aydınlatmak, böylelikle dini ve milli birliğimizi sağlamak, kanunların
Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği görevdir.”
***

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi


Profesör Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın yanıtı:

“...Bu çok önemli ve o ölçüde de hassas ve nazik konunun akademik


seviyede çalışan bir araştırmacısı sıfatıyla, yalnızca birkaç yıldan beri
Türkiye’de yayınlanan günlük, haftalık ve aylık basın organlarından değil,
Türkiye dışındaki bilimsel yayın organlarında yayınlanan yazıları da çok
yakından takip etmekte ve zaman zaman bu konuda düzenlenen uluslar arası
bilimsel toplantılara da katılmaktayım. Ayrıca akademik ilgi alanım olması
sebebiyle, bazı Alevi, Bektaşi çevrelerle ilişki ve dostluk bağları içinde
bulunduğumu hemen belirteyim. Bu nedenle kendi gözlemlerimi kısaca
sunmak istedim..

Şunu hemen belirteyim ki, bütün dünyanın hızlı bir siyasi, ekonomik ve
kültürel değişim ve yeniden yapılanma sürecini yaşadığı XX. Yüzyılın şu
son yıllarında, ülkemizde de birtakım üstü örtülü tutulmaya çalışılmış, tabu
sayılmış sosyal ve kültürel gerçekliklerin açığa çıkması, tartışılmaya
başlaması kadar tabii ve sevindirici bir şey olamaz. Ülkemizi farklı etnik,
kültürel ve mezhebi tarihsel yapılanmaların tartışılmaya başlaması da
öyledir. Uzun yıllardan beri görmezlikten geldiğimiz, yok saydığımız,
tartışmaktan korktuğumuz, bunun için de sözde bilimsel gerçek, demokrasi
ve özgür düşünce adına ideolojik spekülasyonlarla içinden çıkılmaz hale
getirip saptırdığımız, saptırmakta olduğumuz pek çok toplumsal ve kültürel
problemimiz vardır. İşte son yıllarda Alevilik ve Bektaşilik konusu da
bunlardan biridir.

Yaklaşım, metot ve büyük bilgi yanlışlıkları bir yana, üzülerek


belirtmeliyim ki, tek yanlı ve kışkırtıcı bir üslupla, çağdaşlık, ilericilik,
Atatürkçülük, laiklik ve özgür düşünce adına, Aleviliğin savunusu
yapılmakta, gerçek İslâmın yalnızca Alevi İslâmı olduğu vurgulanmakta,
Alevilik yanlısı görünerek aynı ülkede yaşayan çok daha büyük bir
çoğunluğun ise, Atatürk düşmanlığı, laiklik alehtarı, çağdışı düşünce yanlısı
olmakla damgalandığı görülmektedir. Bildiğim kadarıyla hiçbiri de Alevi
olmayan ve bu konuya bilimsel bir yaklaşım yapabilecek formasyona sahip
bulunmayanların hangi mantık ve bilim ölçülerine başvurarak, hangi
objektif kriterlerden geçirerek bu sonuca vardıklarını insan sormadan
edemiyor. Daha da üzücü yanı, yapılan bu yaklaşımın, biraz farklı inançlara
sahip olmakla birlikte, hepsi de bu ülkenin ve milletin evladı olan iki kesimi
birbirine amansız düşman olmaya itecek ve yeni bir İrlanda yaratacak kadar
vahim sonuçlara yol açabileceğini herhalde pek düşünmemiş olduklarıdır.
Onları kötü niyetle damgalamak gibi bir niyetimiz yok. Ama bu nazik
konunun gerektirdiği sorumluluğu yeterince duyduklarını, meseleyi yalnız
Alevilik açısından değil, çok daha geniş bir çerçevede İslam dünyası
genelinde düşünüp Aleviliği bunun içine oturttuklarını söyleyebilmek çok
zor. Nitekim kendileriyle konuştuğumuz Alevi dostlarımız bu yaklaşımdan
son derece tedirgin olmuşlar ve kendilerinin kullanıldıkları düşüncesine
kapılmışlardır. Söz konusu pek çok mantık ve bilim yanlışını burada
düzeltmeye kalkmak çok uzun sayfalar alır. Ancak yalnızca, Aleviliğin laik
bir mezhep olduğu iddiası bile kargaları güldürecek kadar yürekler acısıdır.
Çünkü en ufak bir mantık sahibi bile bilir ki, hiçbir din ve mezhep tabiatı
gereği laik olamaz. Aksi halde din ve mezhep olamaz. Alevi olmayan
Müslümanları sanki gerçekten büyük baskılar altında ezim ezim ezilen bir
azınlık şeklinde takdim, ne özgür düşünceye, ne demokrasiye, ne
çağdaşlığa, ne Atatürkçülüğe yaraşır. Bu yaklaşımı aklı başında hiçbir Alevi
Müslümanın onayladığını sanmıyorum.

Eğer bugün Türkiye’de bir Alevi düşmanlığı varsa –ki bazı fanatik
çevrelerin dışında, genelde böyle bir şey olduğuna beni kimse inandıramaz-
bunun yegane sorumlusu, 1970’li ve 1980’li yıllar öncesinde, Osmanlı
döneminden kalma bazı tarihi yanılgıları ve Alevilik, Sünnilik arasındaki
bazı inanç farklılıklarını kullanmak suretiyle Alevi vatandaşlarımızı istismar
eden ideolojik-politik çevrelerdir. 1980 öncesinde Maraş, Çorum ve
Yozgat vb. yerlerde ortaya çıkan ve bu ülkenin çocuklarını birbirine
kırdıran, bir kısmını ipe yollayıp, bir kısmını hapishanelerde çürümeye
mahküm eden olaylar, Alevi ve Sünni vatandaşlarımızın bugün çok iyi
farkettikleri gibi bu çirkin ideolojik-politik çevrelerin sahneledikleri
oyundu.

Çocukluğundan beri Alevi çevreleri ile iç içe büyüyen, onları çok iyi
tanıyan ve bugün de onlardan dostları bulunan bu satırların yazarı, 1970’li
yıllara gelinceye dek bir Alevi, Sünni düşmanlığı olmadığını rahatça iddia
edebilecek yaşta ve durumdadır. Ayrıca Alevi vatandaşlarının, Alevi hakları
savunucusu pozisyonunda başka amaçlar güden bazı sözde aydınların
oyunlarına gelmeyecek kadar sağ duyu ve kültür sahibi olduklarına da
derinden inanmaktadır. Çünkü onlar çok iyi biliyorlar ki 1980 öncesinin
ideolojik çevreleri bugün Atatürkçülük, laiklik, özgür düşünce ve demokrasi
maskeleriyle yeniden sahnededirler.

Bu izlenimlerimi aktardıktan sonra, ikinci önemli konuya geçmek istiyorum.


Şahsen, artık 2000’li yıllara dayandığımız şu sıralarda, pek çok tabulu öteki
konular gibi, bu konunun da bilimsel bir ortamda ele alınıp incelenmesi
gerek. Dinayet İşleri Başkanlığı’nın, gerekse üniversitelerimizin ilahiyat,
tarih, sosyoloji, psikoloji, antropoloji ve halkbilimi fakülte ve bölümlerinin,
XII. Yüzyıldan beri Türkiye’de tarihi, sosyal, dini ve kültürel bir gerçeklik
olan, Alevilik, Bektaşilik konusundaki bu incelemeler için gerekli altyapıyı
hemen oluşturmaya başlamaları vaktinin geldiğine inanıyorum. Çünkü bu
konu bilim işidir, gerçek anlamda bilimsel yaklaşım ve yöntem işidir.
Gazete ve dergilerin sansasyona yönelik, çoğu defa, -pek çok örneğini
gördüğümüz gibi- tek yanlı, hatta maksatlı yayınlarına terkedilecek kadar
önemsiz ve basit değildir. Nitekim birkaç yıldan beri Alevi, Bektaşi
çevrelerde daha önceki dönemlerde rastlanmamış bir yayın faaliyeti adeta
bir patlama göstermiştir. Bu sevindirici bir durumdur. Ancak ideolojik
istismarlara kurban edilmemelidir.

İşte ancak o zaman XIII. Yüzyıldan beri bir arada yaşayan, ülkemizin
yükselmesi ve savunması uğruna birlikte çalışan ve kendini feda eden her
iki kesim sağlıklı bir beraberlik sürdürebilir. Ancak o zaman tarihten gelen
ve bugün pratik hiçbir geçerliliği kalmamış ayrılık sebepleri ortadan kalkar
ve her iki kesim etrafındaki duvarları yıkarak birbirlerini gerçek yüzleriyle
tanıyıp severler. Bence yapılacak olan, her iki kesimi birbirine düşman
etmek yerine uzlaştırıcı ve birbirini sevdirici olmaktır. “

Fundamentalist yazar Abdurrahman Dilipak’ın görüşleri:

“Türkiye’de bahsedilen şekilde bir Alevi sorunu olduğunu sanmıyorum.


Özel bir sorun yok, ayrıcalıkları da yok. Öteki vatandaşlarımızın
karşılaştıkları sorunlardan onlar da pay alıyor. Öyle ki 15 milyon gibi
rakamlar çok abartılı şeyler. Nasrettin Hoca’nın ciğer-kedi hikayesini
hatırlatıyor. Şiilik konusu daha çok İran İslam Devrimi’nden sonra tartışılır
hale geldi. Sanırım ABD’nin İslam hareketi bloke etme konusundaki en
büyük umudu bu. Ama bunda başarılı olacaklarını sanmıyorum. Yıllardır
Sünni Müslümanlar sağ iktidarlar tarafından ucuz oy deposu olarak istismar
edildi. Sol partiler de Aleviliğe oynadılar. Aleviler Cumhuriyet döneminde
dini olmaktan çok ideolojik bir kimlikle ortaya çıktılar. Kendi içlerinde bir
bütünlük yok. Hatay’daki, Çorum’daki, Sivas’taki Alevilerin durumları çok
farklı.

Alevi toplumunun kültür temelleri, referansları, İslam toplumunun genel


değer yargılarının dışında değildir. Siyasi bir yorum farklılığı söz
konusudur. Hz. Ali, Cafer-i Sadık ya da Fuzuli hakkında hangi Müslümanın
olumsuz şehadeti var? Aleviliğe özgürlük sloganları dini değil, ideolojik ve
politik bir sansasyondan başka bir şey değil. Çağdaş, laik ve ilerici barışçı
İslam yorumu yapılıyor. Bu yoruma Museviler, İsmaililer dahil mi? Alevilik
bir din olmadığı gibi, mezhepte değil. Bir mezhebin farklı yorumudur.
İslam’ı Hıristiyan bir temele çekmek isteyenlerin, bağımsız camiler
örgütleyerek dini kendi içinde çökertmek için giriştikleri kaleyi içeriden
fethetmeyi amaçlayanların bir komplosudur.

Folklorik cem törenleri, modern ritüeller, sazlı-sözlü Şark tipi


transdantal/meditasyon esprili yeni bir din takdim edilmek istenmektedir.
Kan kefesi cengi hikayeleri, buyruk ve Hüsniye’nin şekillendirdiği bir
mistik gelenek, yeni modern bir din gibi, Tanrı-insan ilişkisi ve evrensel
barış temalarıyla süslenerek takdim edilmek isteniyor.

Din İslam’dır. Mühim olan herkes için esas olan Allah, kitap ve Resülü’dür.
Alevilerin kitaba ve Resül’e yönelmelerine yol açacak her türlü ilgi
patlaması bizi sevindirecektir. Alevilik Bildirgesi’ne gelince, laikleştirilmiş
İslam’dan umudunu kesenler, şimdi Aleviliğin üzerinde alternatif bir İslam
hesabı içindeler. Bu bildirgeye imza koyanların Alevilikle ilgisinin
olduğunu sanmıyorum.”
BÖLÜM:III

3/1). HACI BEKTAŞ-I VELİ


VE
BEKTAŞİLİK

Bektaşi Tarikatı’nın kurucusu Hacı Bektaş- Veli’nin gerçek adı Mehmet’tir.


Doğum ve ölüm tarihleri ihtilaflıdır. Bazı kaynaklar doğum ve ölüm tarihleri
olarak 1248-1337’yi gösterirlerken, bazıları da 1209-1217 tarihlerini
kaydetmektedir. Bunlardan birinciler Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya
geliş yılı olarak 1270/1280’li yılları kaydetmektedirler ki, bizce de bu görüş
doğruluk oranı en yüksek olanıdır.

Veli’nin babası İbrahim, Nişabur’un o dönemde en ünlü alimli olan Şeyh


Lokman-ı Horasani’ye götürerek okutmasını rica etmiştir. Şeyh Lokman-ı
Horasani, Hazreti Türkistan ve Pir-i Türkisatn olarak da bilinen Şeyh Ahmet
Yesevi’nin talebesidir.

Veli, Şeyh Lokman Horasani’den pozitif ilimler yanısıra tasavvufun tüm


gizem ve rumuzunu da öğrenmiştir. O dönemin yaygın kanaati olan, ‘ilmin
yarısı seyahattedir’ sözüne uygun hareket ederek Bedaşan’a gitmiştir.
Buradan tekrar Nişabur’a dönmüş ve Anadolu’ya göçmeye karar vermiştir.

Ancak Anadolu’ya geçmeden önce, Basra, Bağdat, Necef gibi Arap


kentlerini gezip incelemiş; burada Hz. Ali ve taraftarları ile yakın ilişkiler
kurmuştur. Ardından Mekke’ye geçmiş ve burada üç yıl kaldıktan sonra,
Medine’ye giderek Hac görevini yerine getirmiş, Hz. Muhammed’in
mezarını ziyaret etmiştir. Bütün bu inceleme, araştırma ve Alevi taraftarları
ile kurduğu yakın ilişkilerden sonra, Kudüs ve Halep kentlerine geçmiş,
burada da bir süre kaldıktan sonra Anadolu’ya ayak basmıştır.

Osmanlı Ordusunun manevi gücü Hacı Bektaş-ı Veli’ye teslim edilmiştir.


Mehter takımının giyimi ile, merasime başlayıp bitirirken söyledikleri dua
Bektaşi ‘Gülbank’ıdır. Sultan Orhan döneminde, Veli’nin isim babalığını
yaptığı “Yeniceri” ocağı kurulmuştur.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin mezarı Nevşehir/Hacıbektaş İlçesi’nde, kendi adıyla


anılan ve yaşarken tekke ve ev olarak kullandığı dergahta bulunmaktadır.

Hacı Bektaş-ı Veli tarafından yazıldığı bilinen ve günümüze değin ulaşan


iki kitap bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ‘Makalat’ adındadır. İkinci
eseri ise ‘Şerh-i Besmele’ adını taşır ve bilim alanında yeteri kadar
tanınmamıştır. Orijinali Manisa İl kütüphanesi'’dedir.

3/2). KURUCUSU “TÜRK (!)”


OLAN TARİKATLAR
Burada önemle üzerinde durmaya çalıştığımız konulardan birsi şudur:
Türkler, Anadolu toprakları üzerinde her dönemde adeta ‘dinamit’ üzerinde
oturmuşlardır. Bu nedenle dünyayı titreten kudretlerine karşın, özellikle
Anadolu topraklarında gelişen ‘isyan’ olayları ile sarsılmıştır. Günümüzde
de değişen pek bir şey olmadığı etnik/fundamentalist terör olayları ile
kendisini göstermektedir.

Bu nedenle İslam adına ‘tarikat’ mayınlarına çarpmamak için onların var


oluş kökenlerinin de dikkatle değerlendirilmesi gereği vardır.

Anadolu toprakları üzerinde Arap kökenli tarikatlar olduğu gibi kurucusu


Türk olduğu iddia edilen tarikatların olduğu da bir gerçektir. Kurucusu Türk
olduğu iddia edilen tarikatlar şunlardır: Bektaşi, Mevlevi, Halveti, Bayrami,
Şabani, Uşşaki, Celveti, Sünbüli, Gülşeni, Cerrahi ve Nakşi.

Şimdi bu noktada ‘Türklerde Din’ başlıklı, ‘Yahudi’ bölümünde


değindiğimiz bir gerçekleri bir kez daha yinelememizde yarar görmekteyiz.
8. Yüzyıl’da Arapların baskılarından kaçan Yahudi Hahamlar, Hazar Türk
Devleti’ne sığınmışlardır. Bu üzerinde çok durulması gereken bir noktadır.
Hazar Türk Devleti’ne öyle çok Haham sığınmıştır ki, tarihçiler sığınmadan
daha çok ‘adeta istila’ tanımlaması kullanılmaktadır. Hahamlardan etkilenen
Hazar Türkleri Musevi olmuşlardır. Daha sonra, 9 ve 10. Yüzyılda Hazar’ın
kuzeyinden Doğu Avrupa’ya kitlesel göçler başlamıştır. Göç eden bu
insanlara daha sonra ‘Doğu Avrupa Yahudileri’ adı verilmiştir.

Tarihin kilometre taşları günümüzde dahi tam olarak belirlenebilmiş


değildir. Bu pencereden bakıldığında Asya’dan Anadolu topraklarına göç
eden, dönemlerinin özellikle tasavvuf eğitimli aydınlarının tek bir amacı
olmuştur, ‘tarikat kurmak (!)’ Onları buna zorlayan ve böyle bir misyon
üstlenmeye iten nedir? Sorusu günümüz koşulları göz önüne alındığında hiç
de net ve aydınlık değildir. Bir başka dikkat çeken konu da bu tarikatları
kuran ve Türk oldukları iddia edilen kişilerin göç yollarının, doğrudan
Anadolu olmayıp İran-Kudüs-Mısır üçgenine yapılan uzun seyahatler
sonrası son ‘hedef’ olmasıdır.

*MEVLÂNA CELALEDDİN RUMî

Büyük Türk-İslam şairi ve mutasavvufu olarak kabul edilen ve Türk kültür


dünyasının efsaneleştirilmiş bu yıldızı, adına “Mevlevilik” denilen tarikatın
da kurucusudur. 30 Eylül 1207’de, Afganistan/Belh kentinde dünyaya
gelmiştir. Babası, Belh kentinin önde gelen bilginlerinden Sultanül Ulema
lakabı ile anılan Bahattin Veled’dir.

Bahattin Veled’in eşi Harzemşahlardan Muhammed Alaaddin’in kızı


olmasına karşın; İslam prensipleri konusunda devletin yönetim kadroları ile
anlaşamazlığa sürüklenmiş ve ailesiyle birlikte Belh kentini 1212’de terk
ederek İran üzerinden Larende (Karaman)’a yerleşmiştir. Mevlana’nın
annesi burada ölmüş, ilk oğlu Veled’de burada dünyaya gelmiştir.

Bahattin Veled, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından başkent


Konya’ya çağrılmıştır. O dönemde Konya’da konuşulan diller: Rumca,
Farsça, İbranice ve Türkçe’dir. Konya kentinin bir başka özelliği de
Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Hz. Meryem ile birlikte Batı’ya göç eden
havarilerin yolu dur. M.S. 2.yy’dan itibaren Hıristiyanların kaçıp
sığındıkları bir kent olmuştur. Daha önceleri de özellikle Eflatun (Platon) ve
diğer filozofların fikirlerinin etkisi altına girmiştir.

Mevlana Celaleddin Rumi, eserlerini “Farsça” yazmıştır.

1244’de Mevlana, 37 yaşındadır ve İran’lı Şems ile tanışmıştır.

3/3). ATATÜRK VE BEKTAŞİLER

Atatürk’ün yakın dostu ve doktoru Dr. Hasan Ragıp Erensel (Bektaşi


Babası), Mustafa Kemal ile çocukluk, okul, ordu, Çanakkale ve Kurtuluş
Savaşları’nda birlikte olmuş, vefatına değin de Cumhurbaşkanlığı Köşkünün
doktorluğu görevinde bulunmuştur. Atatürk, Dr. Erensel ile birlikte Pir
evine gitmiştir. Köşkte Dr. Ragıb Bey aracılığı ile davet ettiği Ali Nutki
Baba ve Haydar Babalar ile konuşmuştur.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında da tekkelerin kapatılmasından sonraki


günlerde de Bektaşilerden destek ve yardım görmüştür.

24 Aralık 1919’da, -Sivas kongresi sonrası- Atatürk, Kayseri’ye Hacı


Bektaş’a gitmiştir. Dergaha atlı olarak giderken caddeye iki taraflı dizilen
dervişler, kendisini üzengilerini öperek karşılamışlardır. Bu sevgi
gösterisinden son derece duygulanan Atatürk, programını değiştirerek öğle
yemeğini dergahta yemiştir. Salih Niyazi Dedebaba, dergahta ne kadar
yatak, battaniye, şilte vb. eşya ve ambarlarda ne kadar gıda maddesi varsa
hepsini Atatürk’e vermiş, istediği yere göndermiştir.

Mayıs 1920’de, İstanbul’da kurulan “Min Min Grubu” adlı gizli örgüt
Anadolu’ya adam, savaş araçları ve cephane kaçırmıştır. Bu Grubun
kurucuları arasında Hamdi Baba isimli bir Bektaşi Baba’sı yer almıştır. Pek
çok Bektaşi bu grubun faaliyetlerinde gönüllü olarak ve canlarını hiçe
sayarak görev almışlardır.

Aleviler, 700 yıllık Osmanlı yöneticilerinden görmedikleri insanlığı ve


hoşgörüyü Atatürk’ten görmüş olmaları karşısında duydukları saygı ve
sevgiyi ifade edebilmek için, “O da bizdendi” demişlerdir.

Atatürk, Milli Mücadelede 1. Ordu’yu Alevilerden oluşturmuştur. İlk BMM


Reisliğine Hacı Bektaş Veli Ocağı Dede Babası Cemalettin Efendi
atanmıştır.

Ancak günümüzde, açık bir dille ve pek çok yazılı kaynakta Alevilerin
dile getirmekten çekinmedikleri gerçek şudur ki: Aleviler, Osmanlı
İmparatorluğu’nda karşılaştıkları baskılar nedeniyle aradıkları insanca
yaşam hakkını bulamamanın ve aşağılanmanın verdiği tarihsel kin
birikimi ile kuruluş yıllarında yanında yer aldıkları Mustafa Kemal
Atatürk’ün yarattığı Cumhuriyet Türkiye’sinde aradıklarını
bulamadıklarını ileri sürmektedirler. Bu nedenle şimdi Kemalizm’in
ortadan kaldırılabilmesi ve Federal bir sisteme geçilmesi çabalarına
yönelmişlerdir. Bu gerçek karşısında Aleviler’i Kemalizm’in, laikliğin,
Cumhuriyetimizin ‘bekçisi’ ve hatta ‘teminatı’ olarak görüp değerlendirmek
son derece aymaz ve hatalı bir bakış açısıdır.

Humeyni İran’ında hakim mezhep Caferi mezhebidir. Türkiye Alevi-


Bektaşi topluluğu ise; İran’ın onca çabasına karşın, laiklik ve çağdaş
demokratik ilkelere bağlı kalmıştır görüşü de son derece yanlış ve hatalıdır.
Çünkü, Caferilik gerçekte bir mezhep olmayıp Aleviliğin yalnızca
kollarından birisidir. Türkiye Caferi koluna mensup olanların İran Humeyni
rejiminden ne denli etkilendikleri ise; her yıl İstanbul/Halkalı’da
gerçekleştirilen cem ayinlerindeki görüntülerin televizyon ekranlarından
kamuoyuna yansımasıyla ortadadır.
BÖLÜM: IV

4/1). ANADOLU’DA ‘İNANÇ’ ÇATIŞMASI

TÜRKMEN TOPRAKLARININ KÜRTLERE DAĞITIMI

ATATÜRK VE TOPRAK REFORMU

CUMHURİYET TÜRKİYESİ’NDE TERÖRÜN KAYNAĞI

“Ey Müslümanlar,
bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş
topluluğu, peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslâm dinini, din ilmini,
iyiyi ve doğruyu beyan eden Kur’an’ı küçük gördüler. Yüce Tanrı’nın
yasakladığı günahlara helal gözü ile baktılar. Kutsal Kur’an’ı, öteki din
kitaplarını tahkir ettiler. Onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi mel’un
reislerini Tanrı yerine koyup ona secde ettiler. Hz. Ebubekir’e, Hz. Ömer’e
söğüp onların halifeliklerini inkar ettiler. Peygamberimizin karısı Ayşe
anamıza iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin şeriatını ve İslâm dinini
ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların burada bahsedilen ve bunlara
benzeyen öteki kötü sözleri ve hakaretleri benim ve öteki İslâm dininin
alimleri tarafından açıkça bilinmektedir. Bu nedenlerden ötürü şeriat
hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla, bu topluluğun kafirler ve
dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sempati gösteren,
batıl dinleri kabul eden ve yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdirler. Bu gibi
kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanlar’ın vazifesidir. Bu
arada Müslümanlar’dan ölen kutsal şehirlerin yeri cenneti âlâdır. O
kafirlerden ölenler ise, hâkir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır. Bu
topluluğun durumu, kafirlerin halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği
veya gerek şahinle, gerek ok ile, gerekse köpek ile avladığı hayvanlar
murdardır. Onların gerek kendi aralarında, gerekse başka topluluklarla
yaptıkları evlenmeleri muteber değildir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece
İslâm’ın sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını
öldürüp, mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu
mallar, İslâm gazileri arasında taksim edilmelidir. Bu toplanmadan sonra
onların tövbe ve nedametlerine inanmamalı ve hepsini öldürmelidir. Hatta
bu şehirlerde onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit
edilen kimse öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kâfir ve imansız, hem de
kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir.
Dine yardım edenlere Allah yardım eder. Müslüman’a kötülük yapanlara
Allah da kötülük eder.
Müftü Hamza”

Müftü Hamza adıyla kaleme alınan yukarıdaki fetva, o dönemin karanlık ve


korkunç görüşlerini ve zihniyetini gözler önüne sermektedir. Günümüze
değin süregelen, “İslâm’da nifak”ın tarihsel temel taşı, bu fetva olmuştur.
Bu fetvanın kaleme alınmasının ardından gelişen olayları Defterdar Mehmet
Efendi, I. Selim’e ithaf ettiği yapıtında şu sözleri ile dile getirmektedir:

“Her şeyi bilen Sultan, o kavmin uşaklarını kısım kısım ve isim isim yazmak
üzere memleketin her tarafına bilgin katipler gönderdiği, yedi yaşından
yetmiş yaşına kadar olanların defterleri divana getirilmek üzere emredildi.
Getirilen defterlere nazaran, ihtiyar, genç kırk bin kişi yazılmıştı. Ondan
sonra her memleketin hakimlerine memurlar defterler getirdiler. Bunların
gittikleri yerlerde kılıç kullanılarak öldürülen maktullerin adedi kırk bini
geçti.”

Sözü edilen bu katliam; I. Selim döneminde, Kırşehir, Ankara, Çorum,


Yozgat, Amasya, Sivas, Malatya, Elazığ, Tunceli, Erzincan, Bingöl
bölgelerinde gerçekleşmiştir. Ancak Sultan I. Selim bu katliamla
yetinmemiş, fetva gereğince harekete geçerek katlettiği bu insanların
topraklarını, kendisini destekleyen Kürt Beyleri’ne vermiştir. Bu nedenle
Sultan I. Selim, yalnızca 40 binin üzerinde insanın ölümünden sorumlu
olmakla kalmamış; Anadolu toprakları üzerinde yaşayan toplumu
birbirlerine düşüren, onları tarihsel süreç içinde sonu gelmeyen mezhep
kavgalarının içine sürükleyen baş sorumlu olmuştur. Sultan I. Selim,
Çaldıran Savaşı sonrasında İdris-i Bitlisi’ye yetkiler vererek Alevi kesimin
topraklarını yağmalatmış ve Osmanlı’ya bağlayabilmek için özel bir
fermanla Alevi Cemaatine ait toprakları Kürtlere bağışlamıştır. İşte bu
nedenledir ki, günümüzde Alevilerin çoğunluk köyleri, dağ başlarında ve
sarp vadilerdedir.

Avusturyalı Joseph Von Hammer, Anadolu Alevilerinin katliamını ve


topraklarının yağmalanışını şöyle dile getirmektedir:
“I. Selim gerek Rumeli’de ve gerekse Anadolu’da Şiilik’le itham edilenlerin
ilk önce bir cetvelini hazırlatmıştır. Böylece yedi yaşından yetmiş yaşına
kadar bu mezhebe mensup oldukları belirtilenlerin sayısı 40 bini bulmuştur.
Bunların hepsinin ya boynu vurulmuş, yahut da süresiz olarak hapse
mahküm edilmeleri uygun görülmüştür. Bazı tarihçiler, bu hareketi
engizisyon ve S. Bartelemi katliamları ile bir tutmaya kalkışmışlardır. Sayı
bakımından bunların Doğu tarihinde Adil unvanı ile hazırlanan Nuşirevan
zamanında vukua gelen elli bin Mazdeki’nin yok edilmesi ile sonuçlanan
harekete benzediğini kaydedenler vardır”
1). FERMAN
Bozok Beyi’nin Emridir.
Hüseyinabad kazasında üç dört cami varken yalnız haftada bir olan Cuma
Hutbesini dinlememek ve Cuma namazını kılmamak için mevcut
camilerden birine gitmeyen Bozdoğan sipahisi Hüseyin ile Kaya büken ve
Yol Kulu Yakup ve Hızır Şah tarafından bazılarının Rafizi oldukları gerçek
ise bunların ve taraftarlarının derhal yakalanarak hapsedilmeleri ve gereken
cezanın verilmesi ferman olunmuştur. (6.Recep 976 (1568) )
Osmanlı Padişahı II. Selim Han

2). FERMAN
Amasya ve Merzifon kadılarına
Makamlarınızdan bize gönderilen mektuplara göre bölgelerinizde ikamet
eden Vahap dede ile Mehmet ve Veli adlarındaki kişilerin ‘kızılbaş’
oldukları, bunların bölgelerindeki halkı etkiledikleri, onların liderleri
durumunda oldukları, kendilerine bağlı halk grupları ile ‘cem ve cemaat’
yaptıkları bildirilmektedir.

Sizlere hitaben yazılmış olan bu emrim gelir gelmez adı geçen kişilerin
derhal yakalattırılarak gerekli soruşturmanın yaptırılması. Bu kişilerin
‘kızılbaş’ oldukları, çevrelerindeki halkla birlikte ‘cem ve cemaat’ yaptıkları
gerçek ise muhakeme edilerek cezalandırılmaları ferman olunmuştur. (Fi.2.
zilkade 978 (1570) )
Osmanlı Padişahı II. Selim Han

3). FERMAN
Kastamonu/Küre ve Taşköprü Kadılarına
Taşköprü ilçesine bağlı Hamit Yugi halkı tarafından Yüce İlyas dergahına
yakınlık duyan Hacı Yölük-Kırca Kaya ve Kızılçca viran köylerinde
‘kızılbaş’ olan kimselerin bu dergaha giderek ilişkiler kurdukları Recep
adındaki ‘kızılbaş’ ile birlikte gece vakti bir eve giderek ‘cem ve cemaat’
yaptıkları, ‘saz ve çalgı’ çaldıkları, birlikte eylendikleri, eylence sonunda
‘mum söndürüp birbirlerinin avratları ile ilişki kurdukları’ bildirilmektedir.

Gerekli inceleme ve araştırmanın yapılarak bildirilen ‘cem ve cemaat’


gerçekten yapılıyor ise yapılan cemlere anında baskın yapılarak ilgililerin
tutuklanıp hapsedilmeleri, resimleri ile birlikte isim listelerinin bildirilmesi
ferman olunmuştur. (Fi. 8. Rebiülevvel. 979 (1571) )

Osmanlı Padişahı II. Selim Han

4). FERMAN
Niksar kadısına
Mevlana seyit Mustafa tarafından bildirildiğine göre oradaki zaviyede şeyh
olan Erdivan, çırak Ali yandaşlarının ‘kızılbaş’ oldukları, bunların zaman
zaman toplanarak ‘cem ve cemaat’ yaptıkları şikayet edilmektedir.
Bildirilen olaylar gerçek ise adı geçen zaviyeye gidilerek veya oraya bir
müfettiş göndererek gerekli araştırmanın ve incelemenin yapılması, adı
geçen kişilerin gerçekten Rafizi oldukları, cem ve camaatin yapıldığı tespiti
durumunda bunların yakalanıp sürhüser (kızılbaş) defterine kaydedilerek
hapsedilmeleri ve kürek mahkümu olarak gönderilmek üzere isimlerinin
bildirilmesi ferman olunmuştur. (Fi. 24. S 980 (1572) )

Osmanlı Padişahı II. Selim Han

5). FERMAN
Amasya Beyine, Ladik ve Havsa kadılarına
Koyulhisar kazasının sakinlerinden olup Mevlevi dergahına bağlı olan
Muslihüddin adındaki birinin bildirdiğine göre Havsa kazasına bağlı olan
Muammer ağaç köyünden Şaban ve Ramazan adlı kişiler, önceleri meşhur
‘kızılbaş’ iken, kızılbaşların takibi sırasında idam edilmek korkusundan
kaçıp Halveti tarikatine giren, daha sonra eski inançlarına dönerek bir köyün
mescidinde yellendikleri, her yellenmede “Sünnilerin yüzüne-Sünnilerin
ruhuna” diyerek hakaret ettikleri öğrenilmiştir.

Adı geçenlerin ve yandaşlarının derhal yakalanarak hapsedilmeleri,


yapılacak mahkeme sonunda gereken şekilde cezalandırılmaları ferman
olunmuştur. (F. 10. Muharrem. 982 (1574) Halil çavuş’a verildi)

Osmanlı Padişahı II. Selim Han

6). FERMAN
Çorum beyine ve Ortapare Kadısına
Daha önce de belirtildiği gibi ‘casus Kara yakup’ tarafından verilen
dilekçeye göre Ortapare kazasından Rafizi olarak bilinen Fakih Veli
namındaki ‘kızılbaşın’ 34 cilt Rafiiz kitaplarını getirttiği, bunları sakladığı
veya bir kısmını gizlice Fakih selim aracılığı ile Yunus ve Kilabi’ye vererek
halka dağıttığı bildirilmektedir.

Adı geçen kişilerin derhal yakalatılarak gerekli soruşturmanın yaptırılması


ve söz konusu kitapların toplattırılarak imha edilmesi ferman olunmuştur.
(Fi. 19. Ramazan. 984 (1576)

Osmanlı Padişahı III. Murat Han

7). FERMAN
Zülkadiri’ye Beylerbeyine ve Elbistan Kadısına
Bölgenizde Yitilmiş Abdal adında bir ‘kızılbaşın’ Alevilerin lideri olduğu,
Elbistan’da Aleviliği yaydığı, Alevi toplum ile sıkı ilişkiler içinde olduğu,
bu nedenle yakalattırılarak cezalandırılması için tarafınızdan bildirilen resmi
yazıyla izin istenilmektedir.

Bu fermanım elinize geçer geçmez derhal gerekli soruşturmanın yapılarak


gerçekten yapılan şikayetler doğru ise, adı geçenin yakalattırılarak yapılacak
mahkemeden sonra katledilmesi fermanımdır. (Fi. 25. Recep. 985 (1577) )
Osmanlı Padişahı III. Murat Han
8). FERMAN
Malatya Beyine
Livanıza bağlı İzlu-Rişvan-Eşkanlı-Solakoğlu-Şeyh Hüseyinli-Soydanlı-
Eğirbüklü-Adakulu-Kalaçaklu-Bezki-Çakalu-Mihriman-karasaz-Kömürlü
adlarındaki cemaatlerin (aşiretlerin) Şah İsmail adında ortaya çıkan şakiye
(günahkar/haydut) nezir (adak) gönderip mutabat (kulluk) etmişlerdir,
diyerek bize kadar gelip şikayet eden Mehmet’e aynı şekilde yazılı
fermanımız verilerek gönderilmiştir.

Adı geçen Mehmet, fermanımızla birlikte oraya varır varmaz geciktirmeden


yukarıda adları belirtilen cemaatlerin içlerinden Rafizi olup maruf şakiye
(Şah İsmail’e) bağlanıp nezir verenler kimler ise tamamen açığa
çıkartıldıktan sonra yakalattırılarak cezalandırılmaları ve yazılı sicillerinin
bize gönderilmesi ferman olunmuştur. (Fi.2.Recep 986 (1578) )

Osmanlı Padişahı III. Murat Han

9). FERMAN
Artıkabad ve Zile Kadılarına
Kadılığınızca gönderilen yazıya göre bölgenizde Rafiziliğin çok yaygın
olduğu, zaman zaman bir takım Rafizi köylerinde ‘cem ve cemaat’lerin
yapıldığı bildirilmektedir.

Tarafınızdan yaptırılan gizli bir araştırma sonucunda düzenlenen rapora


göre, Arab köyünde Emir Ali oğlu Mansur Halife namına ‘cem’ yapıldığı,
aynı köyden Şah Ali oğlu Maksut-Mehmet oğlu Kuli-İsmail ve Hasan adlı
kişilerin de evlerinde ‘cem’ tertiplediği, bu ‘cem’lere katılanlardan toplanan
1500 sikkenin Şahbende (Şah taraftarı) olan Emir Ali oğlu Mansur
Halife’ye teslim edildiği, bundan başka Bozok-Tokat ve Artıkabad
kazalarında üç bin nefer için düzenlenen defterin, adı geçen Şahbende’ye
verildiği, aynı Şahbende’nin tedbili kıyafet ile bölgenizde dolaştığı, halife
adına kılıç ve kaftan getirip Akda’da ‘cem ve cemaat’ yaptığı rapor
edilmektedir.

Bu fermanım elinize geçer geçmez, yeniden gerçek bir araştırma yapılarak


Sünni mezhebine bağlı Müslümanların dışında ‘cem ve cemaat’ peşinde
koşan Rafizilerin cezalandırılması ferman olunmuştur. (Fi. 28. Şaban.987
(1579) )

Osmanlı Padişahı III. Murat Han

10). FERMAN
Amasya Kadısına ve Amasya Beyine
Çorum-Zile-Turhal-İskilip-Osmancık-Artukabad-Hüseyinabad-Güleş-
Ortapare-İnebazarı-Mecitözü-Kazaabad-Katar-Karahisarı-Demirlu ve Havsa
Kadılarına
Yukarıda adları belirtilen kazalarda ve bu kazalara bağlı köylerde bazı
dinden sapmış ‘kızılbaş’ topluluğunun kimi gecelerde toplanarak ‘cem’
yaptıkları, bu cemler sırasında Sünni Müslümanlar Yezid geldi diyerek
hakarette bulundukları, ayrıca geceleri gizlice yaptıkları bu toplantılarda
‘avratlarını ve kızlarını meclise getirip birbirlerinin avratlarına ve kızlarına
tasarruf idüp (ilişkide bulunup) işret yaptıkları’ salat (namaz) ve sevm
(oruç) bilmedikleri, çocuklarına Ebubekir-Ömer-Osman isimlerini
takmadıkları, içlerinde olan bazı kişilere Celal Halife, Resül Halife gibi
lakapları takarak sözde din uğruna ‘cem ve cemaat’ yaptıkları
bildirilmektedir.

Bu konuda dergah çavuşlarından Ahmet Çavuş’a verilen ferman


doğrultusunda hareket edilerek teftiş ve araştırmanın yaptırılmasını,
yukarıda zikredilen kaza ve köylerde şeriata aykırı ve haşa Çar yarı güzin
şer’i şerife muhalif (şeçkin dört halifenin şeriatına aykırı) ibadet ettikleri
gerçek ise garez ve kin tutmaksızın tarafsız bir şekilde sicil ve listelerinin
yapılarak bildirilmesini, sicilleri çıkartılanların muhkem (sağlam) bir şekilde
hapsedilmelerini ve bizden gelecek talimata göre hareket etmeniz
emrolunmuştur. (1583)

Osmanlı Padişahı III. Murat Han

Sultan I. Selim, Sünni Kürt halkını kendisine bağlamak için onlara sonsuz
siyasi haklar vermiştir. Ayrıca Anadolu’da elde ettiği topraklardan
Aleviler’i kovarak buralara Aleviler’le sürekli çatışma halinde olan Şafii
Kürtleri yerleştirmiştir.

Böylece yalnızca Van, Diyarbakır, Siirt, Bitlis, Hakkari, Mardin ve Urfa


illerini kapsayan dar bölge, bu dönemde genişleme olanağı bulmuş, giderek
tüm Doğu Anadolu’yu kapsamıştır. Orta ve Batı Anadolu ve diğer uzak
eyaletler “Has-Tımar ve Zeamet” sistemi ile yönetilirken, Kürtler’e verilen
Doğu Anadolu’da “Asur-Pers-Part” feodal sistemi olan bir anlamda
“derebeylik” hakim kılındığı belirlenmiştir.

Has-Tımar sisteminde toprak mülkiyeti devletin olduğundan, yönetenler


yönetilenlerin şikayetleri ile veya yeni Sultanlarla değiştiği halde; feodal
sistemdeki (derebeylik) kişinin özel mülkiyetinde olduğundan babadan
oğula intikal ederek günümüze değin varlığını sürdürmüştür.

Bu düzen içinde yüzyıllardır bu bölgede çalışan köylüler, derebeylik


sisteminin artıkları olan ‘ağalar’ın köleleri olmaktan kurtulamamışlardır.
Bölge halkı süregelen kölelik koşullarının sorumlusu olarak; kendi
yaşamlarına özgürlük ve refah getirmediği için Devrimci Kemalist
Cumhuriyet’i de bundan sorumlu tutmuşlardır. İşte bunun içindir ki,
günümüzde Kürt toprak ‘ağaları’ devletin yanında yer almalarına karşın;
yoksul ve topraksız Kürt köylüsü, etnik (PKK) terör oluşumu içinde yer
alabilmiştir.
Bu noktada, bir kez daha tarihin otopsi masasında bu konuyu mercek altına
almakta yarar vardır. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile Başbakan İsmet
İnönü arasında gerilime yol açan neden, yoksul Anadolu köylüsünün toprak
sahibi yapılması çalışmalarına gereken önemin verilmemesi olmuştur.
Sonuçta Başbakan İsmet İnönü, “sürmenaj” nedeni ile görevinden affını
istemiş (!) Atatürk, İnönü’nün yerine Celal Bayar’ın Başbakan olması
uygun görmüştür. Ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, İsmet İnönü ile
bir daha bir araya gelmemiş olduğu bilinen bir gerçektir.

Atatürk, hastalığının iyice ilerlediği son dönemde, İsmet İnönü’yü


Dolmabahçe Sarayı’na davet ederek bir hafta süreyle misafir etmiştir.
Atatürk’ün vasiyetinde, İnönü’nün çocuklarının eğitim masraflarının
karşılanması talimatını vermiş olması, Türkiye’de bir türlü
gerçekleştirilememiş olan “Toprak Reformu Yasası” ve gündemdeki
etnik/terör gerçekleri ile doğrudan bağlantılı olması nedeniyle, ulusal
çıkarlar gereği, kamuoyunun bu gerçekler ışığında yeniden aydınlatılarak
bilgilendirilmesi zorunlu bir konu olarak, reddedilmez bir biçimde karşımıza
çıkmaktadır. 21. Yüzyıl Türk insanı tarihin objektif verileri ışığında
aydınlatıldıkça Kemalizm’e bağlılığı daha bilinçli bir biçimde artacak ve
toplumsal yaralar kendiliğinden kapanacaktır.

Temel konumuz ile ilintisi yokmuş gibi görünse dahi, taşıdığı önem ve
Türkiye’nin son 15 yıldır yaşadığı etnik/fundamentalist terör ve günümüzde
de uluslararası plâtformlarda giderek siyasallaşan etnik/bölücülük olguları
çerçevesinde değerlendirildiğinde; Mustafa Kemal Atatürk’ü tedavi eden
doktorların etnik/ideolojik açıdan “üç isimli” (gizli Sabetay cemaati
mensubu/Dönme) oluşları, bunlardan Alevi Baba’sı olan Dr. Ragıp
Erensel’in dönemi yansıtan kaynaklarda söz edilmemiş olması araştırılma
yapılması grekliliğini ortaya koymaktadır. -Ki Dr. Ragıp Erensel,
Cumhurbaşkanlığı Doktoru olarak görev yapmış ve Atatürk’ün en yakın
dostları arasındadır-, dönemin koşulları (içte/dışta) ve ölümü üzerindeki
kuşkular, günümüz gelişmeleri ışığı altında ciddi biçimde, objektif analize
muhtaç olduğu gerçeğini bir kez daha gündemimize getirmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk, TBMM’de hilafet tartışmalarının yaşandığı sırada


kürsüde şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Ömer’in tesiri ile Ebubekir’e biat olundu. Görülüyor ki halifenin intihabın
da temayulatı umumiyenin tabii temerküzünden ziyade şahsi tesir tesbit
edilmiştir. (...) en nihayet hilesinde muvaffak olan, saf ve nezih olanını
mağlup edip ve evlat, ayalalını mahvu perişan eyledi. Ve bu suretle hilafet
ünvanını altındaki imareti İslâmiyeyi yine hilafet ünvanının altında saltanatı
İslâmiyeye tahrif etti. (...) Saltanatı Emeviye, büyük istilalar yapmakla
beraber baştan nihayete kadar huniin ve elim vakayı ile ancak 90 seneyi
doldurabilmiştir.”
4/2). ALEVİLİK, BEKTAŞİLİK, CAFERİLİK
HUKUKU VE HİZBULLAH İNFAZLARI

Alevi ve Bektaşi cemaati yüzyıllardır devlet kapısına başvuruda


bulunmaksızın, inanç ve töreleri doğrultusunda kendilerine has hukuk
düzeni içinde yaşamaktadırlar. Günümüzde Alevi ve Bektaşi köylerinde
polis, jandarma ile ilgili olay görülmemektedir. Bunun nedeni kendi
aralarında mahkemeye başvuruda bulunmamalarıdır. Birçok ilçe
kaymakamları ve yargıçları Bektaşi ve Alevi yöresinde çok rahat ve
memnun oluşlarını ifade etmektedirler. Bu gerçeğin kaynağı geleneklerine
çok bağlı olan Alevi ve Bektaşiler, hukuki sorunlar karşısında devlet
kurumlarına başvuruda bulunmayışlarıdır.

Anadolu nüfusunun yaklaşık olarak yarısını meydana getiren Alevi ve


Bektaşiler, ağır suç işleyenleri, adam öldürenleri, zina yapanları, haksız
olarak eşini boşayanları, hırsızlık yapanları ve yalan söyleyenleri
toplantılarına almayıp dışlarlar. Karşılıklı bağlarla birbirlerine kenetlenmiş
bu kitle içinde yer alan herhangi bir kimse, (erkek veya kadın) bir başkası
ile zina ederse hele ki kendilerinden olmayan birisi ile gerçekleşmiş ise;
suçlu ve “düşkün” ilan edilir. Bu gibi zina hallerinde “yok edilme” cezası
uygulanır.

Örnek I: Bergama/Deliktaş köyünde düzenlenen bir cem töreninde


Kocabıyık Durmuş müsahib (kardeşliğinin) eşine karşı hafif bir
duygulanması nedeniyle cezalandırılmıştır. Bu cezalandırılmayı onuruna
yediremeyen Kocabıyık Durmuş, yüksek kayalardan aşağıya atlayarak
intihar etmiştir (!) Cesedin bulunduğu yere, başı dışarıda olarak
gömülmüştür ki, toprağa temas eden murdar bedenden temizlenmiş olsun (!)

Örnek II: Demircidere köyünde bir genç askere giden ve Kozak Yaylası’nın
Aşağıbey köyünden olan müsahibinin (kardeşliğinin) eşini gebe bırakmıştır.
Köylü kadınla konuşmamış, yalnızca görümcesi tarafından ekmek
verilmiştir. Çocuğun doğumu ve kocasının askerden dönüşü beklenmiştir.
Askerden dönen koca da eşi ile konuşmamıştır. Ertesi gün çamlık içinde
belindeki kuşakla ağaca asılı cesedi bulunur (!) Kundaktaki çocuğu da
ağacın dibinde bulunmuştur.

Örnek III: Bergama/Pınar köyünde cem yapılırken zincirleme elleri


birbirlerinin omuzunda dizüstü çevrelenip gülbank dinleyen ve sonra
Sem’aya başlayacak olan Mehmet Gölet, elini omuzuna koyduğu Mihriban
isimli kadına fazla sokulmasından yararlanarak mıncıklar. Durumu gören
erkan bozulmasın diye tören sonuna değin sesini çıkartmaz. Sonra olay
Uyarı’cıya duyurulur. Ana-baba ve yakınları ile bir toplantı yapılır. Mehmet
Gölet, kendisini çam ağacına asar (!) Mihriban kadın ise kendisini çayın
(Deve gömen) denilen çukur girdaplı yerine atar (!)

Örnek IV: Bergama/Pınar köyünden Sultan, aynı köyden bir çobanla sevişir.
Durum köye yayılır. Ana-baba baskısı sonucu kız kendisini asar (!) Bir ay
kadar sonra çoban Hasan da kendisini vurur (!)

Örnek V: Bergama/Pınar köyünden Ahmet Ali’nin kızı Sanem Sever


(Kocagöz) ‘ayağı dışarıda’, ‘ayağı karıncalandı’ diye köyde dile düşer.
Yarıcı durdukları Cemile Hanım çiftliğinden köye dönüşlerinde köy halkı
bu aileyi kabul etmez. Kocagöz de kendisini çaya atar (!)

Alevi ve Bektaşi topluluklarında “suç” işleyen kişinin tövbesi kendisini


“yok etmesi” olarak ifade edilirse de bunun gerçekle bir ilgisi olmadığı
kesindir. Bergama/Pınar köyünden Ayşe Öztürk’ün anlatımları kişinin
“tövbe” etme amacıyla kendisini “yok etmesi” söylemlerine netlik
kazandırmaktadır.

Ayşe Öztürk:
“...ikrarını bozan bir kadını Karaçitlenbik batısında pınarın başına
getirdiler. Başını dizlerine, ellerini arkasına bağlayıp (Domuz Kuşağı)
yüksek kayadan aşağı çaya attılar.”

Bu noktada dikkat çeken bir başka gerçek gün ışığına çıkmaktadır. Şöyle ki;
günümüz Türkiye’sinde, “Hizbullah Operasyonu” sonucu evlerin
tabanlarına ve açık arazilere gömülü olarak bulunup gün ışığına çıkartılan
cesetlerin “Domuz Bağı” (Domuz Kuşağı) olarak adlandırılan yöntemle
işkence edilerek boğuldukları ve çok ağır işkence metotlarının uygulandığı
seri faili meçhul cinayetler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kriminolojik/adli tıp
raporları arşivler ve çeşitli literatürlerde utanç verici yerini almıştır. Bu
yöntem Alevi ve Bektaşi hukukunda yüzyıllardır varlığını koruyan “infaz”
yöntemidir. Bu gerçeğin çok iyi analiz edilmesi gereği zorunludur. Lübnan
orijinli Hizbullah örgütü örnek alınarak, Türkiye’de yaratılan sözde
fundamentalist görünümlü Hizbullahi cinayet şebekesinin insanlık dışı
cinayetler ve işkenceler yapabilen militan kadrolarının kaynağının hangi
kültürden özenle seçildiğinin en belirgin işaretidir. Aşağıda yer verilen
örnek ise; Hizbullah militanlarının ağır “işkence” yöntemlerini uygulamaya
uygun karakterlerin psikolojik yapılarını aydınlatacak yeterliliktedir.

Bir Alevi mürşidi olan Musa Karasoy anlatıyor:


“Köyde zahirden bir kadınla zina suçu işleyen bir can’a on yıl düşkünlük ve
sürgün cezası verilmişti. Süre sonunda “Aman mürüvvet!” diye gelişinde
mürşidi: ‘Defol eli yüzü kara maskara’ diye kovmuştu. Nihayet üçüncü
defasında meydana alıp cemaate danıştı. Cemaat düzelmiş olabileceğine
inandıklarını söyleyerek, bir fırsat verilmesini istedi. Mürşit, düşkünün
boynuna su dolu büyük bir testi astı. Elleri göğsünde çaprazlanmış, öne
doğru eğilerek saygı duruşuna geçince alnına değecek şekilde bir ucu
sivriltilmiş ağacı önüne çaktı. Cem erlerinden bazıları, ‘Beş tanesi bana, on
tanesini bana bağışla’ diye indirim yaptılar. Nihayet, dayak 60 çelik (sopa)
vurulmaya kadar indi. Bu dayak atıldıktan sonra, bir Düvaz (Oniki İmam
adı geçen Bektaşi şiirleri) ve üç nefes okununcaya kadar da su dolu testi
boynunda ve alnı sivri kazığa dayalı olarak durduruldu. Böylece düşkünlük
cezası son buldu.”

Alevilik ve kolları olan Bektaşilik ile Caferilik Amerikalıların çok dikkatini


çekmiş ve özel ilgi gösterdikleri konular arasında çok önemli bir yer
almıştır. II. Dünya Savaşı döneminde Mısır/Kahire’ye gelen ABD Başkanı
Roosvelt, bir konuşmasında, Amerikanın devlet sırları ile ilgili önemli
işlerinde Bektaşileri görevlendirdiklerini söylemiştir.

Görülmektedir ki ABD, Alevilik ve kolları olan Bektaşi-Caferi kültür ve


inançlarını analizini 2. Dünya Savaşı’ndan önce tamamlamakla kalmayıp
Bektaşilere ABD'’in en önemli işlerinde görev vermiştir. ABD, günümüz
dünyasında HİZBULLAH cinayet şebekesini yaratarak Ortadoğu’da kitlesel
katliam operasyonları gerçekleştirmiştir.

Alevilik ve Bektaşilik; temelde Kin duyguları üzerinde vücut bulmuş ve


yüzyıllardır bu duygular ile gelişerek günümüz dünyasındaki varlık
noktasına erişmiştir. CİA teorisyenleri bu gerçeği çözümlemişlerdir.

İslam yargıcı Ayetullah Sadık Halhali:


“Öldürmek istemeyenin İslam’da yeri yoktur. Peygamberimiz kendi
mübarek elleriyle öldürürdü. İmam Ali bir günde yedi yüzden fazlasını
katletti. hakkın varlığı kan dökmeyi gerektiriyorsa, görevimizi yerine
getirmeye hazırız” demektedir.

İslam’da “zorlama yoktur” söylemi tarihsel olarak vardır. Ama yine tarihsel
gerçekler ışığında bakıldığında, İslam inancı savaşlar sonucu var olabilmiş
ve savaşlar sonucu dünyaya yayılabilmiştir. Bu nedenle Halhali’nin
sözlerinin tarihin sesi olarak değerlendirilmesi yanlış olmaz.

Çocuk:
“Anne, ben ne zaman kamyon sürebileceğim?”
Anne:
“Neden soruyorsun yavrum?”
Çocuk:
“Çünkü kamyonu patlayıcı ile doldurmak ve ülkemizdeki kafirlerin
yuvalarına dalmak istiyorum.”
(El Emel: İslamcı İşçi Partisi Yayın Organı)

Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi, bu ve benzer yayın senaryolarının


veya tümüyle kontrast düşünce ve ideolojilerdeki senaryoların kimler
tarafından ve hangi amaçlar doğrultusunda tasarlandığı artık sır olmaktan
çıkmıştır. Ancak sır olmayan başka bir şey daha vardır ki, yeni nesillerin bu
senaryolar ile eğitilmekte oldukları gerçeğidir.

ABD’nin CİA teorisyenleri Alevilik ve kolları Bektaşi-Caferi kültür ve


inançlarının yüzyıllara dayalı birikimini çok iyi analiz etmişler ve
emperyalist çıkarları doğrultusunda, Allah adına İslam Hukuku’nu
kullanılarak, Türkiye ve Ortadoğu’da kitlelere ve seçilmiş kişilere yönelik
kanlı TERÖR operasyonları icra etmişlerdir.

Günümüz ABD’sinde, 4000 (dört bin) yazar, örtülü olarak CİA kadrosunda
görevlidir. Bu geniş yazar kadrosu, ABD ulusal çıkarlarını geliştirecek olan
bilimsel, toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal araştırma ve analizler
yaparak operasyon senaryoları yazmaktır. Takdir edilmesi zorunlu bir
gerçektir ki; ABD’nin CİA teorisyenlerinin “bilimsel” araştırma, analiz ve
yorumları ile burada konu edilen başarı sağlanabilmiştir. Türkiye ise, hala
aydınlarını perişan etmeyi milli görev addetmektedir (!) Bu milli görev ve
vatanseverlik anlayışı ise; burada konu edilen örnekte olduğu gibi,
Türkiye’yi entrikaların tatbikat sahası durumuna düşürmektedir. Türkiye
Cumhuriyeti yönetim kadroları – Ki; halkta çok yaygın olarak,
hepsinin satılmış oldukları inancı vardır- entelektüel birikime sahip
aydın/sanatçı kadrolardan ulusal çıkarlar adına yararlanabilme ve
entelektüel/aydın/sanatçılarımızı Cumhuriyete kazandırabilme,
küskünlüklerine son verme akılcılığını ve dürüstlüğünü göstermemekte
inat ederek, dünyanın en mükemmel teknolojik silah gücüne sahip olsa
dahi, bu tuzaklara düşmekten kurtulamayacağı gerçeğini görüp
kabullenmek zorundadır. Aksi halde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
günümüz realitesi içinde, ne acıdır ki tartışılabilir hale gelen “Ulusal
Bağımsızlığı” ve “Ulusal Devlet” modeli varlığını koruyamaz. Türkiye,
Türk Ulusunun genetik özellikleri nedeniyle, 21. yüzyılın yeni
Vietnam’ına dönüşümü kaçınılmazdır.

4/3). AHİTNAME

1). Kasten zina edenlere beş yıl düşkün cezası, yüz liradan beş yüz liraya
kadar haline göre para cezası verilir. Cezayı ödedikten sonra da seksen
değnek vurulur.

2). Zinaya teşebbüsten üç yıl düşkünlük, en çok üç yüz lira para cezası
verilir. Cezası kalkınca sensen değnek vurulur.

3). Hırsızlık yapan iki yıl erkana alınmaz, hırsızlığın derecesine göre, çaldığı
malın bedelini sahibine ödedikten sonra, o malın değerinin dörtte biri kadar
ceza alır.

4).İftira edene bir yıl düşkünlük, iftiranın ağırlığına göre yirmi beş ile iki
yüz lira arasında para cezası alır.

5). Yalan şahitlik yapana bir yıl düşkünlük, yüz lira para cezası verilir.
6). Kasten insan öldürenler ebediyen erkana (toplantı ve resmi törenlere)
alınmaz. Selam verilmez. Kaza sonucu elinden vukuat çıkanlar suçlu
sayılmazlar.

7). Nedenli nedensiz küfür ve hakaret edenlerden yüz lira alınmadıkça


erkana alınmazlar.

8). Hırsızlık, zina, kumar gibi fena yola teşvik edenlerden haline göre elli ila
iki yüz liraya kadar para cezası alınır ve bir yıl erkana alınmazlar.

9). Düşkünlük cezası alan taliplerle ve erkana gelmeyen, nedensiz erkanı


terk eden taliplerle zorunluluk olmadıkça ülfet ve ünsiyet edilmez.

10). Cezasını bitiren bir talip, aynı rehberde (Aleviler, mahalli mürşide
rehber, birkaç rehberin bağlı olduğu ocağa pir derler) hasmı bulunduğunu
ileri sürerek erkana gelmemek isterse, rehberi onun kendisinin istediği bir
başka rehbere verebilir. Kendiliğinden hiçbir talip rehber değiştiremez.

11). Düşkün talibi erkana alan rehbere o talibin aldığı ceza aynen verilir. Bu
cezayı Pir ocağından mürşit verir.

12). Hukuk işlerinde zahiri mahkemeye başvurmak rehber ve talipler için


suçtur. Rehberler arasındaki hak davalarını mürşit halleder. Talipler
arasındaki davalar ise, mürşidler bulunmadığı hallerde, rehberler tarafından
uzlaştırılır. Mürşid ve rehberin kararına uymayanlar en çok bir sene erkana
alınmazlar.

13). Zorunluluk olmadıkça, çıkar gözeterek, kızını rızası ile zahir’e


verenlere beş yıl düşkünlük cezası verilir. Kızı alan damat ikrara bent olursa
ceza kaldırılır.

14). Bir talibin eşinin zina ettiğine rehber kanaat getirirse beş yıl düşkünlük
cezası verilir. Talip karısını terk ederse cezası kaldırılır.

15). Rehberin oğluna bir talip kız vermez. Fakat rehber kızını bir talibin
oğluna verebilir. Talip damadını rehber edinemez.

16). Bir rehber kendi oğlunu ve torununu talipliğe alamaz, damadını alabilir.

17). Suçsuz yere nefsinin hükmü ile karısını boşayanlar ve başka bir karı ile
evlenenler evlendikten sonra boşanacağı karısıyla temasta bulunamaz. Beş
yıl düşkün, durumuna göre beş yüz liraya kadar ceza verilir. Boşadığı
kadınla hiçbir talip bir araya gelmediği gibi erkana da konulmazlar.

18). Bir rehber düşkün olduğu takdirde rehber kalkıncaya kadar onun
talipleri muvakkaten başka bir rehbere teslim edilir. Taliplerden biri rehber
vekilliği yapamaz. Yalnız rehber yoldan ebedi düşer veya vefat ederse,
halefi kalmazsa, talipler içinden ehil bir şahıs tayin edilir.
19). Zahit olduğu halde kocası ölen bir kadın erkana alınmaz ve öldüğünde
dar’ı çekilmez.

20). Cezalardan tahsil olunan paraların üçte biri Seyyit Battal Gazi
Dergahına, üçte biri Veli Baba Dergahına (Senirkent/Uluğbey’de) üçte biri
arkasında halef bırakmayıp ölen fakir taliplerin hizmetine harcanmak üzere
rehberine teslim edilir.

21). Düşkün olan taliplerin isimleri bütün rehberlere duyurulacak, erkana


alınmayacaklardır.

22). Rehber, çıkar sağlamak için kumar oynarsa, rehberlik şerefini kıracak
şekilde sarhoşluk yaparsa cezalanır. Onun cezasını mürşid tayin eder.

23). Kumar oynayan talipler bir sene erkana alınmazlar.

24). Rehberler bu ahidname ile ilgili konuları konuşmak üzere ayda bir
toplantıyı kabul ederler. Bu ahidnameyi erenler yolunun selameti
bakımından aynen tatbik etmeyi biz rehberler, mürşidimiz huzurunda kabul
ve imzaladık.
(Burada belirtilen para cezalarının miktarları günün koşulları gereği
değiştirilmektedir)

4/4). ALEVİ VE BEKTAŞİLİKTE AİLE

Aile kurumuna büyük önem veren Alevi ve Bektaşi toplumunda yabancıya


kız vermek (kendilerinden olmayana), onlardan kız almak kesinkes
yasaklanmıştır. Alevi ve Bektaşi toplumunda boşanma hemen hemen yok
gibidir. Birden fazla kadınla evlilik yapılması da görülmez ve aykırılıktır.
Boşanmaya ancak iki nedenle başvurulmaktadır: 1). Kadın boşanmakta ısrar
ederse, 2). Kadının ahlaksızlığı kesin olarak görülmüşse.. Bu iki neden var
ise boşanmalarda ilk kararı Mürşid verir. Mürşid’in kararı ile boşanma
gerçekleşir ve mevcut resmi nikahın sona erdirilmesi amacı ile yasal
işlemlere başvurulur.

Caferi mezhebinde neslin üremesi, aile kurulması amacı ile yapılan


anlaşmalar (akid) ki, buna ‘nikah’ denilmekte bir de ‘Akd-i İnkıta’ mukayed
olarak, kayıt ve koşullu nikah olmak üzere iki çeşit nikah olduğu
bilinmektedir. Caferi mezhebine mensup İran’da bu ikinci nikahın ‘Muta’
olarak uygulanmakta olduğu görülmektedir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de
Nisa suresinin 24. Ayetinde kayıt vardır. Muta nikahında 45 günlük iddet
koşulu bulunmaktadır. Bu süre dolmadan bir kadın ile Muta nikahı
yapılması yasaktır. Türkiye’de Bektaşi topluluklarında ‘Muta nikahı’
uygulaması yoktur. Hz. Muhammed’den önce, İran’da kadınların mal gibi
alınıp satıldığı, bir erkeğin anne ve kız kardeşi dahil bütün yakınları
kadınlarla evlenebildiği tarihsel doküman ve literatürlerinde yer almaktadır.
İran’da, imam Humeyni’nin İslam devrimi sonrasında, Muta nikahının
yaşamdaki yerini aldığı bilinmektedir. Ancak Anadolu Alevi ve Bektaşileri
arasında İran Caferi akımlarının etkisi olmadığı, buna neden ise; Şamanist
Türk inanç ve geleneklerinde kadın ile erkeğin eşit koşullarda, eşit haklara
sahip yaşamış olmalarının etkisinin yitirilmemiş olmasıdır. Bu nedenle
Bektaşilerin kadını erkekten hiç ayırmadıkları ve kadınlara ‘Dervişlik’
payesi vermiş olmaları, Türk ırkının kendine özgü gelenek ve kültüründen
kaynaklanmıştır.

Kentlerde nişan ve resmi nikah töreni yapılarak evlenen Alevi ve Bektaşiler


evlerinde geleneksel tören yaparlar. Bu törende mürşitleri karşısında gelin
ile damat yanyana durur. Mürşit şu duayı yapar: “Bismi Şah, Allah.. Allah!..
Allah erenler bu birleşmeyi ve nikahı mübarek etsin, ömürlerinize bereket,
vücutlarınıza sağlık, rızıklarınıza genişlik versin. Nikah Hz. Muhammed
sünnetidir, mübarek olsun. Dünya ve ahiret isteklerinize kavuşun Aranızda
yakınlık ve sevgi daim olsun. Aranıza fitne ve ayrılık girmesin. Her ikiniz
arasındaki yakınlık Hz. Adem ile Havva, Hz. Muhammed ile Hz. Hatice-tül-
Kübra, şahı vilayet Hz. Ali ile Hz. Fatma-tül-Zehra gibi olsun. İyi evlatlar
ile sevinçte ve mutlulukta olasınız. Soyumuz mahşer sabahına kadar devam
etsin. Tanrı sizlere uzun ömür versin. Bu mecliste bulunan din
kardeşlerimizi iki cihanda aziz eylesin. Cenab-ı Bari milletimize, hayırlı,
uğurlu yıllar, insanlığa faydalı işler nasib eylesin. Hü..” Okunan bu
Gülbank’tan sonra Rabbenaatina fid-dünya.. ve ilah.. okunur.

Çocuklara Türkçe ad verilmesi kesin bir gelenektir. Çocukları bazı ermişlere


adanmış ve satılmış olarak doğmuş olanlarda erkeklere ‘satılmış’ kızlara
‘satı’ isimleri verilmektedir. Bayram günü doğanlara ‘Bayram’, Ramazan
ayı içinde doğanlara ‘Ramazan’, Muharrem de doğanlara ‘Muharrem’ adı
verildiği bilinmektedir.

Aleviler, kadınla erkeğe eşit haklar vermişlerdir. Bunun nedenini


araştırdığımızda karşımıza çıkan Türklerin Şamanizm inancının Aleviliğe
yansıyan izleri olmaktadır.

4/5). TÜRK AYDINLARI YOK SAYILDI


ALEVİ AYDINLIĞI YARATILDI

Türk kültür ve sanat dünyasında ‘Türk aydını’ ve ‘Türk sanatçısı’ amaçlı bir
biçimde ve örtülü olarak yok varsayılırken, öte yanda ne kadar Alevi aydın
ve sanatçısı var ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından ‘baş tacı’
edilerek, hak ettiğinden çok daha fazla değer verilerek adeta
‘ilahlaştırılmıştır’ ve bu gerçek halen de sürdürülmektedir.
Edebiyat, müzik, sinema, resim, heykel alanlarında bu gerçeğin sayısız
örneklerini vermek mümkündür.

TRT kurumunda yer almış sanatçılar ve yöneticiler Alevi kökenlidir. Bir


dönem Alevi olmayan sanatçılar ve editörler TRT içinde görev bile
alamamışlardır.

Bu yanlış uygulama giderek öz Türk kültür ve anlayışını yok etmekte,


siyaset ve ekonomi Alevi aydınların tekelinde biçimlendirilmektedir.

Türk aydınları yok sayıldı ve Alevi aydınlığında Türk insanı ile Dünya
insanlığının gözleri ‘kör’ edildi.

Evrensel sanat kriterleri ile objektif olarak değerlendirilecek olmaları


halinde tümünün de bir ‘hiç’ oldukları kolayca anlaşılabilecek olan
Alevi sanatçı ve aydınları günümüz Türkiyesi’nde ‘imtiyazlı’
durumdadır. Bu sözde sanatçıların (gerçekte ise; GLADIO
sanatçılarının) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne kafa tuttukları ise tüm
gerçekleri ile karşımızdadır.

Kaçınılmaz olarak Türk kültürü yalnızca ‘saz ve söz’den ibaret olamaz.


Kaldı ki, sözü edilerek her platformda öne sürülen bu ‘saz ve söz folkloru’
çağdaş kültürümüz değil; tarihin aynalardaki iz düşümleridir.

Oysa günümüz dünyasında gerçek, çağdaş ve ‘ÖNCÜ’ niteliklere sahip


evrensel değerler çizgisine erişmiş sanat ve sanatçıya ihtiyacımız vardır.
Ancak böyle bir sanat ve kültür anlayışı bizi uyuduğumuz derin uykudan
uyandırabilir. Aksi halde Kemalizm’de aradıklarını bulamadıklarını
açıklıkla dile getirmekten çekinmeyen Alevi aydınlar eliyle Türk Ulusal
kültürü emperyalistlere teslim edilir ve hatta ‘satılır’ bu sayede de ülke
içinde ve dışında ‘imtiyaz’lar elde edilerek ödüllendirilirler.

Alevi aydınlar, Cumhuriyetin ilk yıllarında devletten yana olmuşlar, tekke


ve dergahların kapatılmasının ardından sessizliğe bürünmüşler, ama Türk
aydın çevreleri içten içe etkilemiş, mevcut rejimin aksayan yönlerini işaret
ederek ne denli büyük baskılara maruz kaldıkları dile getirilerek, insanlık ve
kardeşlik adına merhamet dilenilmiş ve destek istenmiştir. Bu yöntemle iyi-
niyetli Türk aydınları, muhalefete zorlamışlardır. Süreç içinde sayısız Türk
aydınının kurban verilmesin ardından; sıra etnik olarak Kürt kökenli
aydınları ajite ederek harekete geçirmeye gelmiştir. Alevi aydınlar, bu
gelişmelerin arkasına sığınarak seslerini yükseltmeye, sözde ‘düzenle
barışık eleştirel ve yapıcı anlamda muhalefet’ yapmaya yönelmişlerdir.
Özellikle son birkaç yıldan buyana Alevi aydınlar, son derece radikal
muhalefet içinde açıkça yer alarak boy göstermeye başlamışlardır.
Çünkü, arkalarında AB vardır.

Öte yanda ülkesine ve halkına yürekten bağlı, onurlu, gerçek Türk aydınları
ise; türlü entrikalar ile zaten sistem tarafından yok edilmişlerdir.
Artık Alevi kahramanlar ilahlaştırılmalı, global dünyaya yaraşır 21. Yüzyıl
insanlarını sürükleyebilecek yepyeni Hacı Bektaş-ı Veliler’i yaratılmalıdır
(!) Bunun için zaman ve mekan uygundur. Bu oyunları bozabilecek güçte
aydınlar zaten daha önceden tırpanlanmış, Cumhuriyetin tüm kaleleri ve
savunucuları düşürülmüştür.

4/6). ETNİK GRUPLAR


VE ALEVİ İLİŞKİLERİ

Alevi topluluklar tarihsel süreç içinde Anadolu üzerinde yaşayan etnik


gruplar ile yakın ilişkiler içinde olmakla da dikkat çekicidir. Azınlıklar ya
da etnik gruplar olarak tanımlanan tüm yabancı unsurlar, Alevi topluluğunu
kendilerine yakın bulmuşlar ve onları ‘azınlık’ olarak görüp
değerlendirmişlerdir.

Türklerin hakimiyeti altında en rahat yaşam koşullarına sahip olan


‘azınlıklar’; ne yazık ki, tarihin her döneminde Türklerden yakınmışlar,
baskı ve zulüm gördüklerini öne sürmüşlerdir.

Süryaniler, Ermeniler, Kürtler ve Aleviler; Anadolu’ya yerleşen Türklerin


her dönemde karşısında olmuşlar, devlet mekanizması içinde yıkıcı odaklar
oluşturmuşlar, tarihte yer alan ihanetleriyle Türk kamu vicdanında derin
yaralar açmışlardır.

Süryaniler, Ermeniler, Kürtler ve Aleviler; kendilerinden olmayana kız


verip almama kuralını kendi içlerinde bozmuşlar fakat Türklere karşı özenle
korumuşlardır. Böylece Süryani, Ermeni, Kürt ve Alevi birbirleri ile aile
bağlarıyla bağlanıp kenetlenmişler ve aralarında Türklere yönelik fikir ve
güç birliği kurulmasını sağlamışlardır.

Bu temeller üzerinde şekillenen günümüz Türkiye’sinde, Cumhuriyet


yıldızlarının etnik kökenli oldukları ve birbirlerini destekledikleri açık
biçimde gözlenebilir olmuştur. Cumhuriyet yıldızlarından kasıt şudur ki;
dünyanın her yerinde “her sistem kendi yıldızlarını yaratır” gerçeğinden
yola çıkıldığını ifade gereği vardır. Örneğin: Türkiye, sinemada Türkan
Şoray’ı yaratırken, sanayide Yahudi ve Sabetaycıların desteğinde Koç
ailesini, diğer etnik unsurların desteğinde de Sabancı ailelerini yaratmıştır.
Oysa ki her iki aile için de gerçek anlamda ‘sanayici’ tanımlaması
kullanılamaz. Çünkü her iki aile de ‘montaj ve spekülatif’ alanlarda
yatırımcıdırlar. İlk örnekte yer alan Türkan Şoray da gerçek anlamda sanatçı
vasıflarına sahip değildir, Türk sinemasını ihya ettiği için değil, mutlu
kıldığı Rüçhan Adlı’nın dayatması sonucu Kraliçesi yapılmıştır. Medya
patronları için de eş değerde örtülü ilişkiler ve dayatmalar sözkonusudur.
Böylece Cumhuriyet Türkiyesi’nin yapay yıldızları, Türk halkının
omuzlarında yalnızca yük olmuşlar ama topluma hiçbir şey vermemişlerdir.
Bu ilişkiler esasta yalnızca ‘almak’ üzerine kuruludur. Vermek ise;
‘yasak’tır.
Cumhuriyet Türkiyesi’ni siyasi otorite liderleri çıkarları adına, içte etnik
gruplara peşkeş çekmektedir. Sözkonusu etnik grupların da kendi aralarında
dayanışma içinde oldukları ve dış ilişkilerinin tarihin derinliklerine uzanan
bağları inkar edilemez.

Son derece gizli bir cemaat olan Sabetaylar ile Alevi topluluğunun önde
gelenleri daima özel ilişkiler geliştirmiş ve bu iki topluluğun kendi
aralarında dayanışma içinde müşterek hedefler doğrultusunda hareket
etmeleri sağlanmıştır.

Günümüz yönetim kadroları bu çok önemli gelişmeleri görmezden


gelemezler. Aksi halde onurlu Türk gençleri, Ulu Önder Mustafa Kemal
Atatürk’ün Bursa Nutku’nda verdiği talimatları yerine getirmekte
tereddüt göstermeyeceklerdir.

4/7). ALMAN ARAŞTIRMACI BABİNGER

“Osmanlılar’da Alevilik hakimdi, fakat Osmanlılar 1400 yıllarından sonra


Sünniliği devlet inşasında otokrat ve despot rejimler için yararlı gördüler.
Yavuz Sultan selim, 1571 yılında kendisini Sünni dünyasının halifesi yaptı.
Sünnilerin oturduğu Suriye’yi, Arabistan’ı ve Mısır’ı ele geçirdi. Böylece
Sünnilik Osmanlı İmparatorluğu’nda yüksek mevki dinci despotizmi 1571
yılında Batı Avrupa’da reformlarla ağır bir darbe alırken, reformcu Kalvin
Genf’te soylunun ve kralın zulmüne karşı demokrasi düşüncesini
bildiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu kendisini dinci despotizme soyluların
ve ağaların iktidarına dayandırıyordu. Alevilerin özgürlükçü düşünceleri
Osmanlılar tarafından kısıtlandı. Tüm bu baskılara rağmen Pir Sultan Abdal,
17. Yüzyılda insanların özgürlüğü için haykırıyordu. Onun Osmanlı Paşası
tarafından idam edilmesiyle Anadolu’daki özgürlük de idam edildi.

Fakat bugün Osmanlı Sultanı yerine türkülerde deyişlerde ve halk


destanlarında Pir Sultan Abdal söyleniyor. Onun özgürlük için verdiği
mücadele Anadolu Alevileri için, özgürlüğü seven dünya için ebedi aydınlık
ateşidir.

Bugün hala Kahire’nin Makkaton mahallesinde Kaygusuz Abdal’ın


tekkesinde değerli Bektaşi literatürleri vardır.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Arnavut Bektaşileri, Alman Nazi-Faşizmine


karşı başarılı direnişle demokrasiye büyük katkıda bulunmuşlardır. Baba
Müslüm Bektaşilere düşen direniş cephesini yönlendirmiş, başarılar
sağlamıştır.

Tarihin itinalı incelemeleri gösteriyor ki, Şiilik genellikle politik ve kültürel


kuvvet olarak vardı. Aynı şekilde görüyoruz ki Anadolu ve Anravutluk’taki
Aleviler ve Bektaşiler, ülkelerine kültürel ve politik alanlarda büyük
katkılarda bulunmuşlardır. Bugün Ortadoğu’daki Şii dünyası uyanıyor...”

Yukarıdaki sözler Alman araştırmacı Franz Babinger’in bir konuşmasından


alıntıdır. Görülmektedir ki Alman araştırmacı da Aleviliğin politik ve
kültürel bir gerçek olduğunun bilincindedir.

Ancak Türkiye, yalnızca dinsel ve ‘ahlaksal’ yönleri ile ele aldığı Aleviliğin
‘gerçek yüzü’ görmezden gelmiş, amaçlarını algılayamamıştır.

Atatürk’ün tekke ve dergahları kapatması, Şeh, Şıh, Baba gibi unvanları


yasaklaması yalnızca fundamentalist kaygılardan kaynaklanmadığı gözler
önündedir. Atatürk, inanç temelleri üzerinde siyasal, kültürel, ekonomik,
etnik, yıkıcı ve bölücü unsurların inşasına platform bırakmamak amacıyla
önlemler almış; yasalarla gericilik ve bölücülük faaliyetlerinin önüne set
çekmiştir.

4/8). ATATÜRKÇÜ VATAN HAİNLERİ

Türkiye gerçeğidir ki; ülkemizde tüm zararlı faaliyetler sözde Atatürkçü


görünen vatan hainlerince gerçekleştirilmektedir. Hem Atatürkçü olup, hem
de hain olunamayacağı ne denli gerçek ise; sahte Atatürkçü olunabileceği de
o denli gerçektir. Günümüz Atatürkçüleri, Alevi cem evlerinin
açılabilmesi ve faaliyete geçirilmesini inanç özgürlüğü ile
özdeşleştirmektedir. Oysa ki hiçbir Atatürkçü, koşullar ne olursa olsun
Atatürk’ün koyduğu yasakları kaldırmayı aklından bile geçirmez.
Tekke ve dergahlar Atatürk’ün emri ile kapatılmıştır. Fakat günümüz
Türkiye’sinde her sokakta bir tekke, dergah ve cem evi vardır (!) Bunu
devlet görmüyor mu? Devlet görmezden geliyorsa da vatandaş görüyor.. Ve
anlıyor ki sözde Atatürkçü olduklarını söyleyen mevcut rejimin zirvesinde
görev alanlar Atatürk’e ihanet etmektedirler.

4/9). SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ


ALEVİ TEKELLERİDİR

Dış ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından örtülü bir biçimde maddi ve


manevi olarak desteklenmekte olan sözde Sivil Toplum Örgütleri, Alevi
topluluklarının tekeline geçmiş imtiyazlı birer ‘derebeylik’ kaleleridir.
Devlete kafa tutan, mevcut Kemalist rejimin içini boşaltıp kendilerine ve
çıkarlarına uygun olarak biçimlendirmeyi çağdaşlık ve değişin dünya
koşullarının gereği olarak savunan mekanizmalardır.
Bu Türkler hiç Sivil Toplum Örgütü kurmazlar mı?
Bu Türkler hiç şiir söyleyip saç çalmazlar mı?
Bu Türkler hiç roman yazıp edebiyatçı çıkartmazlar mı?
Bu Türkler hiç yasa dışı terör örgütü kurmaz mı?

Neden hep Alevi ve Kürt kökenliler bunları yapar da büyük Türk


ırkının asil insanları bunların hiçbirisini yapamaz? Nasıl yapsın, bu
ülkenin gerçek sahibidir O (!) Ancak, fabrikalarda en ağır işlerde,
maden ocaklarının en derin kuyularında, hastane kapılarında itilip
kakılıp aşağılanandır O (!) Onun Sivil Toplum Örgütü kurmaya
ayıracak ‘aylak’ zamanı yoktur ki, sabahtan gecenin karanlığına bir ev
kirası bedeline ölesiye çalışmaktadır. Nasıl yasadışı terör örgütü
kursun, terörün ilk hedefi tertemiz alnıdır onun. Eline kalem alıp nasıl
yazsın, halkını ve ülkesini dünyaya rezil etmek onuruna dokunur.. Ama
Alevi, Kürt, Süryani ve Ermeni eline kalem alıp yazar. Çünkü,
lekelenecek olan, onun asil milletinin yüksek onuru olmayacaktır, o
bilir ki etnik bir azınlıktır, üstelik yüzyıllardır bulduğu her fırsatta
zulüm altında yaşatıldığını haykırmıştır. Avrupa ve dünya ona en
büyük ödülü verir ve Türkiye Cumhuriyeti’ne ‘Bu benim adamımdır,
dokunacak olursan da seni, kimliğini taşıyan öz vatandaşınla dünyaya
ve tarihe rezil ederim barbar!’ diye tehdit eder. Öte yanda devlet
yönetiminde yer alan sözde Atatürkçüler, ülke çıkarları bahanesiyle
Türk insanını perişan eder. Yönetim kadrolarında yer alan siyasi
otorite rüşveti yer, vatandaşın banka kasalarına emanet ettiği alınterini
bir gecede çalar. Hayali ihracat için bir geceliğine kanun hükmünde
kararname yayınlar devleti ve milleti soyar. Ve tüm bunları sözde
Atatürkçüler ve vatanseverler yapar (!)

Türk ekonomisini baltalamak için, halis zeytinyağı teneke kutularının içine


makine yağı doldurup Türkiye insanını dünyaya rezil eder. Tüm bu ve
benzer faaliyetler araştırıldığında ortaya çıkan sonuç hep aynıdır: Dış
güçlerin yerli işbirlikçileri olan etnik gruplar. Ve bu gruplar içinde yer alan
en sakıncalı topluluk Alevi topluluğu olmuştur. Hem de tarih boyunca..

4/10). ERMENİSTAN’DA KÜRT AŞİRETLERİ

Kürtlerin Ermkenistan’a kitlesel olarak göçleri ve yerleşmeleri 1514’de


Osmanlı’nın Çaldıran Ovası’ndaki zaferi sonrası İdrisi, Hayderanlılar’ı ve
onlarla birleşen aşiretleri, Osmanlı’nın İran ve Gürcistan’la olan yeni
sınırlarını savunmaları için bu sınırlar boyunca Kuzey’de Ereministan’a
naklettiği önü sürülmektedir. Oysa ki 10 ve 11. Yüzyıllarda Kürtler Ermeni
krallığının bazı bölümlerini ele geçirmişler ve böylece 11. yüzyıla
ulaşıldığında bu krallık ortadan kalmıştır.
Zireki, Cibran, Zirkan, Hasanan, Heyderan, Ademan, Şipkan, Mamakan,
Balaban, Bal-uşağı, Keçilan, Zaza ve Lolan aşiretleri bu tarihlerden beri
Ermenistan’a yerleşmiş Kürt gruplarıdır. Bu aşiretlerin bir bölümü de halen
Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde varlıklarını sürdürmektedirler. Ve Alevi
inancına sahiptirler.

Anadolu topraklarında yerleşik olmalarının yanısıra, Ermenistan, İran, Irak,


Suriye’de akrabaları olan ve Alevi inancına sahip etnik olarak Kürt kökenli
olan bu gruplar, tarafsız tarihçilerce kaleme alınan literatürler
incelendiğinde Anadolu topraklarına hakim olan Türk ırkına ne denli
düşmanlık besledikleri ve ne denli kin duyguları içinde oldukları
görülmektedir. Anadolu ve Mezopotamya toprakları üzerinde göçebe bir
yaşam sürdüren bu gruplar, tarihin her döneminde hükümranlık hakları
altında ‘teba’ olarak yaşamak zorunda kalışlarını haksızlığa uğramak olarak
değerlendirmişlerdir. Bu duygu içlerinden söküp atabilmeleri ve bağlı
bulundukları halkla barışık olmaları mümkün olmamıştır. Bunun yerine
hükümranlık hakları altında kendileri gibi ‘teba’ olarak yaşayan etnik
gruplar ile dayanışmaya yönelmişler ve birbirleri ile akraba olabilmeye özen
göstererek bu yöntem ve siyasetle güç elde etmeye çalışmışlardır.

4/11). ALEVİLİKTEN ŞİİZME GEÇİŞ

İstanbul/Halkalı, Küçükçekmece İlçesine bağlı bil beldedir. Nüfusu 70 bini


aşar, ilk kez 1978’lerde kuruluş safhasına geçilen bu bölgede mahalli
seçimlerde 22 bin seçmenin oy kullanmış olması dikkat çekicidir. Kars’ın
tuzluca ve Iğdır ilçelerinden akın eden göçle yerleşimin önemli bir bölümü
Azeri grubudur. Bu topluluğun İstanbul genelinde irili ufaklı 15-20 kadar
camleri mevcuttur. Bunların bazı yerde bir oda, bazı yerde bir apartman
dairesi olmaları da dikkat çekicidir. Camilerinin adı Zeynebiye’dir. (Hz.
Hüseyin’in kız kardeşinin adı) İmam Selahaddin 40’lı yaşlarda, 12 Eylül
öncesi siyasal olaylara karıştığından tutuklanmıştır. Üst eğitimini
Irak/Necef’te (18. yy.’dan günümüze İran ruhban grubunun yetişmesinde en
önemli kenttir) tamamlamıştır. Medrese eğitimi alarak Arapça ve Farsça
öğrenmiştir.

İmam Selahaddin Özgündüz’ün ifadesi ile İran’da “Alevi” sözcüğü halk


bilinmemektedir. “Seyyid-i Alevi” (Ali’nin soyundan gelen) anlamında
kullanılmaktadır.

Halkalı’da “Alemdar” adlı haftalık bir dergi yayınlamaktadırlar. Dergide yer


alan: “Amerika büyük şeytandır” sözünün ise İmam Humeyni’nin sözleri
olduğu bilinen bir gerçektir. Ayrıca bu dergide Cemalettin Efgani’nin
görüşleri ve İslami yorumları ile analizleri yayınlanmaktadır. Özet olarak
Halkalı Şia oluşumunda orijin Şiilik vardır.
Yukarıda özet olarak işaret etmeye çalıştığımız bu yerleşim bölgesinde
Alevilikten Şiiliğe geçiş gerçekleşmiştir. Bu noktada Alevilerin İran Caferi
fundamentalizminden etkilenmedikleri, İran’ın şeriata dayalı rejimine karşı
oldukları, laiklik ilkesine sımsıkı bağlı Alevi kitlesinin Cumhuriyetin
“çimentosu” olduğu savının ne denli havada kaldığı ve ne derece çağdaş
olabilecekleri açıkça gözlemlenmiştir.

Aleviler, Kemalizm’den beklentilerini elde edememiş, her fırsatta


mevcut rejim karşıtı girişim ve yönelimlerde aktif olarak yer almaya
hazır bir topluluktur. Sanıldığının tersine tarihsel verilerin bilimsel
olarak incelenmesinde ortaya çıktığı gibi, iddia ettikleri anlamda halis
Türk olmayıp, farkettirmeden ve iki yüz yıl gibi uzun bir zamana
yayılan süreç içinde Türklükleri unutturulmuş Musevi inanç ve
idealizminin uzantısı yapılmış bir topluluktur. Bu nedenle kendilerini
İslam inancı içindeki Türk dünyasının en aydın ve çağdaş topluluğu
olarak görüp değerlendirmektedirler.

You might also like